30 Ocak 2021 Cumartesi

" Eyy AB..." Dönemi kapandı... Erdoğan: AB'ye Üyelik stratejik hedefimiz

" Eyy AB..." Dönemi kapandı... Erdoğan: AB'ye Üyelik stratejik hedefimiz





MUSTAFA BALBAY 

26 Mart 2018 Pazartesi, 

Türkiye-AB Zirvesi'ne katılmak üzere İstanbul Atatürk Havalimanın dan Bulgaristan'ın Varna şehrine hareketi öncesi açıklamalarda bulunan AKP'li 
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Bugün de AB üyeliği stratejik hedefimiz olmaya devam ediyor" dedi.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye-AB Zirvesi'ne katılmak için Bulgaristan'ın Varna kentine gitti.

Bulgaristan seyahati öncesinden Atatürk Havalimanı'nda açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “AB ile köklü ilişkilerimiz var. 

Hükümetimiz döneminde bu ilişkiler hiç olmadığı kadar ilerlemiştir. Türkiye'nin AB yolculuğunda en iyi mesafeler bizim dönemimizde almıştır. 

Zaman zaman gerilimin arttığı, tıkanıkların yaşandığı dönemleri de hep birlikte gördük. Tamamen teknik bir boyut olarak ele alınması gereken teknik fasıllar konusuna belli siyasi çevreler tarafından nasıl bir siyasi boyut kazandırıldığına da şahit olduk. Türkiye olarak yolumuza döşenen mayınlara aldırmadan tam üyelik hedefiyle yolculuğumuzu sürdürdük. 
Bugün de AB üyeliği stratejik hedefimiz olmaya devam ediyor. 

Niyetini, gayesini ve ciğerini çok iyi bildiğimiz çevrelerin Türkiye'nin AB'de saygın, eşit, tam üye olarak hak ettiği yeri almasına engel olmasına asla izin 
vermeyeceğiz. Ülkemizin konumuna, gücüne ,dünyada, bölgede oynadığı role uygun şekilde AB ile görüşmelerimizi sürdüreceğiz. 
Bugünkü zirvede daha önceden mutabakata vardığımız gelişmeleri de ele alacağız. Bölgesel ve güvenlik konularına ilaveten ülkemizin müzakere sürecinde karşılaştığı suni engellerin kaldırılması, katılım sürecimizin tekrar canlandırılması AB liderleri ne tekrar ileteceğiz. 

Muhataplarımıza Türkiye'nin çifte standartlara tahammülü olmadığını bir kez daha hatırlatacağız" dedi.

“BİZİM SERGİLEDİĞİMİZ SAMİMİYETİ GÖSTERMEDİ, GÖSTERMİYOR"

Erdoğan, “AB ile ekonomiden enerjiye, ulaşımdan terörle mücadeleye uzanan birçok konuda yüksek düzeyli diyalog mekanizmalarımız var. 
AB ile birlikte çalıştığımızda ne denli verimli sonuçlar çıktığını 2016'daki göç mutabakatı gözler önüne sermiştir. Ülkemiz mutabakatın tüm 
unsurlarını yerine getirmiş, Ege'deki insani kriz böylece dinmiştir. Ülkemizin anlaşmaya bağlılığını tüm AB'li liderler ikrar ediyor. AB kendi 
yükümlülüklerini yerine getirme konusunda bizim sergilediğimiz samimiyeti göstermedi, göstermiyor. Suriyeli mültecilere yönelik mali katkılarının 
halen çok cüzi bir kısmı ülkemize ulaştı. Bugün bu konuları ayrıntıları ile masaya yatıracağız" diye konuştu.

“ÜSTÜNE GİDİLMEZSE BÖLÜCÜ TERÖR ÖRGÜTÜ YANDAŞLARI DAHA ÇOK PERVASIZ HALE GELECEKTİR"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ayrıca Türkiye'nin terörle mücadelede AB'den amasız, fakatsız ve net bir işbirliği beklediğini tekrar vurgulayacağız. 

Ne yazık ki bu konuda AB'den bizzat kendi ilkeleri ile çelişen açıklamaları duyuyoruz. İki taraf arasındaki güvenin tekrar inşası için terörle mücadelede 
Avrupalı dostlarımızın desteğini almamız şarttır. Avrupa'da PKK'ya yönelik atılan bazı adımlar önemlidir ancak beklentilerimizi karşılamaktan çok uzaktır. 

Bölücü örgüt yandaşlarının Afrin operasyonu dolayısıyla Avrupa şehirlerinde sergiledikleri şiddet ve barbarlık inanıyorum ki, Avrupalı dostlarımızın da 
gözünü açmıştır. Camilerimizi ateşe veren sokaktaki vatandaşlarımıza saldıran Avrupalı şirketleri hedef alan teröristler, Avrupa'nın emniyeti için de çok büyük bir tehdittir. Şayet şimdiden önlem alınmazsa, üstüne gidilmezse bölücü terör örgütü yandaşları daha çok pervasız hale gelecektir. 

Türkiye olarak ikazlarımızı yapacak, vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğiyle ibadet hürriyetinin tesisi noktasında meselenin takipçisi olacağız" dedi.

 “GEREĞİNİ DE SİNCAR'DA BİZ YAPARIZ"

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir gazetecinin, PKK'nın Sincar'a çekildiğine dair bilgilerin bulunduğunun sorması üzerine, “Dün akşam itibariyle Irak merkezi yönetiminin Sincar'a yönelik bazı operasyon girişimlerin bende istihbarat örgütümüzden aldım. Bunun netice itibariyle tamamiyle  bitip bitmediği konusunda şu anda takipteyiz. Kısmı olarak bir mudahaleleri olmuş olabilir. Bugünde Irak'tan bu konularla ilgili olarak bir yetkili zaten Türkiye'ye gelecek. Onlarla da MİT Müsteşarımızın 
Bu görüşmelerden sonra çok daha sağlıklı bir neticeyi alırız.  

Temennimiz odur ki; 

Irak Merkezi Yönetimi gerçekten Sincar'da bu operasyonun hakkıyla versin. Eğer bunu başarmakta bir sıkıntı varsa, burada da ikili görüşmelerimiz yapalım. Orada gereğini de Sincar'da biz yaparız. Çünkü Sincara da bizim öyle çok tahammülümüz yok. 60-70 kilometrelik bir mesafede, bu kadar yakın bir mesafede olan ve terör örgütünün girip çıkmasının yoğun olduğu böyle bir yerde isminin şu olması, bu olması… Artık bunlara biz yabancı değiliz, alıştık.  Ve PKK, YPG, PYD yeni yeni isimlerle bazı uydurma isimlerin de çıkmasıydı, bunları artık biliyoruz. Bundan sonra zaten çıkacak isimlere de pek yabancı olmayız. Bütün mesele o bölgeden bize yapılabilecek her hangi bir tacize karşı şunu bilecekler ki;  Türkiye gereğini her an yapacaktır" yanıtını verdi.

“SAYIN TRUMP'IN KENDİ İRADESİ DEĞİLDİR DİYE DÜŞÜNÜYORUM"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ABD'den Mümbiç açıklamasına karşı Trump ile görüşme olur mu?" şeklindeki soruya ise şöyle yanıt verdi:

“Mümbiç bizim için yeni bir şey değil. Sayın Obama döneminde beri üzerinde durduğumuz bir konuydu. Mümbiç ile ilgili devletlerin eğer devamlılığı esastır ilkesinden harketle olaya bakacaksak; o zaman Sayın Obama'nın bize söylediği, 'kesinlikle buralarda YPG, PYD bunlar duramaz, Fırat'ın doğusuna çekilecektir'. Bu Obama'nın bize verdiği sözdü. Obama'dan sonra bu yeni yönetim bize yine benzer sözler verdiler. Çünkü biz kendilerine 'buralar ne YPG'nin ne de PYD'nin, bunlarla buranın yakından uzaktan alakası yok. Buraların yaklaşık yüzde 90'ı tamamen oradaki Arap nüfusa aittir. Böyle olduğuna göre, size de, bize de düşen buraları sahiplerine teslim etmektir. Daha sonra Sayın Tillerson'un Türkiye ziyaretinde 
kendisiyle konuştuğumuzda da bize 'Mümbiç'in güvenliği beraber sağlayalım' teklifiyle geldi. 'Güvenliğini beraber sağlayalım' dediği zaman bundan ne anlaşılır? 'Buralara bizim girmek gibi bir niyetimiz yok, buradan bu terör örgütlerini çıkaralım ve buranın güvenliğini Amerika-Türkiye birlikte sağlayalım'. Bizi şu anda bulunduğumuz nokta bu. Ya güvenliği sağlamada müşterek hareket edebiliriz ama 'biz çıkmayız, biz buradayız' gibi yaklaşımlar bana göre Sayın Trump'ın kendi iradesi değildir diye düşünüyorum. Ama biz zaten bu tür gelişmeler de anında Sayın Trump'la da, Sayın Putin'le de bu tür görüşmeleri yapıyoruz, yapmaya da devam edeceğiz" şeklinde konuştu. 

“BİZ BURALARDA BİR İŞGAL KUVVETİ OLARAK BULUNAMAYIZ"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir gazetecinin Trump telefon görüşmesinin ardından gelinen noktanın ne olduğunu sorması üzerin, şunları kaydetti: 

“Ben Tillerson ile yaptığımız görüşmeyi şu anda dile getiriyorum. Onu da tabi Amerika'nın bir teklifi olarak düşünüyorum. Ama bizim bu konudaki düşüncemiz belli. Biz Mümbiç ile ilgili ne diyoruz; Türkiye olarak kesinlikle biz buralarda bir işgal kuvveti olarak bulunamayız. Buraların sahipleri kimlerse, biz buraları sahiplerine teslim edelim, bu konuda yardımcı olalım. Amerika'nın üzerine düşen görev budur, bizim üzerimize düşen görev budur, İran ve Rusya'nın üzerine düşen görev budur. Hep birlikte biz bunu yapmalıyız"


AB Zirvesinin Tarafı Değil, Konusuyuz!

AB Zirvesinin Tarafı Değil, Konusuyuz!


GÜNDEM
 
Mustafa BALBAY
ankcum@ttnet.net.tr
29 Ağustos 2005 Pazartesi


3 Ekim provaları başladı. Tartışmalara bakılırsa yeni ezberler, yeni nakaratlar gündemde. Oyunun özünde ise değişen bir şey yok: Türkiye'nin masada tutulması!
Türkiye masada tutulmalı ama, masanın bir tarafı olarak değil, masanın konusu olarak ''ortada'' tutulmalı.

Bu hafta AB Dışişleri Bakanları zirvesi var. Zirve öncesi Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve Almanya'nın olası seçim birincisi Merkel , AB'nin taraflarına mektuplar gönderdiler. Hedefler ayrı, öz aynı. 
Chirac, Rumlar üzerinden Türkiye'ye yükleniyor. Merkel ise Türkiye'ye özel statü 
verilmesinde ısrarlı.
Fransa'nın tutumunda şöyle bir yaklaşım da sezilmiyor değil:
Mademki dönem başkanı İngiltere... Mademki İngiltere kara Avrupası'nı zor durumda bırakan adımlar atıyor... Mademki yeni AB üyelerine ABD politikalarını dayatıyor... Mademki benim olimpiyat hayallerimi söndürdü... O zaman ben de İngiltere ile uğraşırım, onun dönem başkanlığının başarılı geçmemesi için her şeyi yaparım.
Burada bizim açımızdan altı çizilmesi gereken durum şu:
Chirac bu politikayı izlerken, Türkiye'yi karşısına alıp almama kaygısı gütmüyor.
Deyim yerindeyse, İngiltere ve Fransa ''büyük filler'' olarak tepişecek biz de se-filler olarak ezileceğiz!

****
Gelişmelerin bir tarafı da doğal olarak Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan. 
İki ülkenin lideri, önceki hafta Atina'da bir araya geldi. 

3 Ekim için şu stratejiyi izleme kararı aldı:

1- Biz Türkiye'nin karşısında olan taraf olarak yer almayalım.
2- Biz Türkiye'den bazı şeyler elde etmek isteyen tarafız. Bunu koruyalım.
3- Türkiye'den istediklerimizi almanın yolu, Türkiye'nin AB masasında tutulması dır. 
Askeri ve benzer güç yöntemleriyle isteklerimizi elde  edemeyeceğimize göre, Türkiye'nin AB masasında tutulması lehimizedir.
4- AB ülkeleri içinde zaten Türkiye ile sorunu olanlar var. Bırakalım, ''kötü kişi'' biz olmayalım, onlar olsun.

Bu stratejinin devamında şöyle bir senaryo da dikkati çekiyor:
Rumlar, çerçeve belgesine Türkiye'yi daha da köşeye sıkıştıracak bazı tümceler eklenmesini isteyecek. 

AB buna izin vermeyecek. 

Türkiye başarı elde etmiş gibi görünecek. Zira, Türkiye'ye haziranda dayatılan 
çerçeve metinde zaten yeterli zorlama ve horlama var.

***

Biz de bir Senaryo yazalım:

Türkiye'deki iktidar çıksa dese ki; Eyy AB, sen 3 Ekim'e kadar işi sürüncemede götürme, son dakikada her şey değişebilir korkusunu içimizde tutma, 
her an yeni şeylerin istenebileceği havasını sürekli estirme eğilimin desin... 

Ben bunda yokum. 

Zaten vereceğimi verdim, 3 Ekim'de müzakereler başlarsa masadayız, başlamazsa biz kendimizi daha fazla tartıştırmayız. AB'nin kendi içindeki çekişmelerinin temel konusu olmak istemiyoruz...

Böyle bir durumda AB, Türkiye'ye bir heyet gönderecektir, ''Sevgili Türkiye, sen yanlış anladın. Yok böyle bir şey. 

Müzakerelere başlayacağız. 
Senin sandalyen bile hazır'' diyecektir.

Türkiye'de böyle bir hükümet yok!

28 Ocak 2021 Perşembe

Sosyal Medya, Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü?:

Sosyal Medya, Siyasette Beşinci Bir Güç Mümkün Mü?:



Yazar: 
Evren Altınkaş 


Sosyal Medya, Devrimler Ve Siyasette Devlet Dışı Aktörler 


Modern siyaset bilimi, yönetimi etkileyen dört güçten bahseder: Yürütme, Yasama, Yargı ve Medya. Her ne kadar 1960 sonrasında eklenmiş olsa da, günümüzde pek çok ders kitabında medya dördüncü güç olarak anılmaktadır. İletişim teknolojilerindeki yeni gelişmeler, bu modele farklı açılardan bakmamızı 
gerektirmektedir. Günümüzde medya, farklı toplumlar arasında doğrudan iletişimi sağlamaktadır. Bu yeni model vatandaşlara küresel etki alanında “ilk müdahale”yi yapabilme gücü tanıyan ve “beşinci bir güç” olarak bahsedebileceğimiz bir durumun ortaya çıkmasına neden olan bir şablon çizmektedir. Geleneksel 
medyanın gücü haber şirketlerinden gelirken; yeni medyanın gücü vatandaşların her gün erişebildikleri Internet ve benzeri araçlar aracılığıyla ulus-devletlerin kontrolü dışında alanlarda hareket ediyor olmalarından gelmektedir. 

Mısır’daki Tahrir Olaylarını ve Türkiye’de yaşanan Gezi Parkı olaylarını incelerken; siyasetçilerin ve karar alıcıların fiziksel sınırların hiçbir anlam ifade etmediği ve hızla küreselleşen bambaşka bir toplulukla başa çıkmakta ne kadar zorlandığı görülmektedir. 

Bu yazının temel amaçlarından birisi, “sosyal medyanın siyaset biliminde beşinci bir güç” olarak nasıl geliştiğini incelemek ve bunu yaparken sosyal medyayı “halkın buluşup organize olduğu bir alan” olarak ele almaktır. Geleneksel ve tarihsel olarak bakıldığında “medya”nın bir dördüncü güç olarak hükümetle 
vatandaşlar arasında bir “aracı/arabulucu” (İngilizcesi mediator) işlevini yerine getirdiğini görürüz. 

Televizyon, radyo veya gazeteler halkla hükümet arasında mesajları birbirine aktarmaktadır. İnsanlar medya aracılığıyla hükümete kendi taleplerini, isteklerini ve hükümet politikaları hakkındaki görüşlerini aktarmaktadırlar. Benzer bir şekilde hükümet de medyayı halka yeni politikaları, düzenlemeleri ve politikaları anlatmak için kullanır. Ancak sosyal medyanın ve Internet’in yoğun kullanımı ile beraber, 
ülkenin faklı yerlerinden bağlanan insanlar arasında birebir etkileşimin kurulduğunu ve ortak bir tavır geliştirildiğini görüyoruz. Bu durum “kamusal alan” ya da “kamuoyu” kavramlarından doğası gereği çok farklı olan bir durumdur. Sosyal medya kapsamındaki Twitter ve Facebook gibi siteler milyonlarca 
insanın sosyal değişim ve benzeri konularda, kimi zaman kendi ülke sınırları dışına taşacak şekilde bile bir araya gelip tartışabildikleri bir alan yaratmaktadırlar. Gutenberg’in İncil’inin kitlelere okuma yazma alışkanlığı kazandırmış olması gibi, sosyal medya bireylere ulus ötesi hedefleri olan bir kendi kendine örgütlenme yeteneği kazandırmıştır. Occupy hareketi bunun en güncel örneğidir. New York şehrinde başlayan hareket, önce tüm Amerika’ya daha sonra dünyaya yayılmıştır. Tüm bu tepki hareketlerinin “Occupy” sloganı ve çatısı altında faaliyet göstermek istemeleri sosyal medya ve Internet’in gücünü de net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu hareketin içindeki pek çok figür, Mısır’daki olaylardan ilham 
aldıklarını dile getirmişlerdir. Bu da oldukça önemli bir veridir. Kahire ve New York’taki protestocularıngelir düzeyleri ve refahları arasında ciddi farklılıklar olsa da, her iki grup da kendi ülkelerindeki elitlere ve ayrıcalıklı sınıflara karşı protesto gösterilerinde yer almışlardır. Birbirinden çok uzak olan ülkelerde bu protesto hareketlerinin benzer şekillerde ve aynı sloganlarla yapılıyor olması da ikinci bir gösterge olarak karşımızdadır. Dünya tarihinde, bir ülkedeki protesto ve gösterileri duyup başka bir ülkede sokaklara dökülen örnekler çoktur ancak iletişim bu kadar hızlı ve anında olduğu başka bir örnek görülmemiştir. 

Günümüzde, dünyadaki büyükelçilikler Twitter’ı düzenli olarak takip etmekte ve herhangi bir yerde herhangi bir protesto olduğunda hemen birbirlerini haberdar etmektedirler. Bu durum, bilgiye ilk elden erişim gücünün vatandaşlara geçtiğini açık bir şekilde göstermektedir. Sosyal medyanın en önemli farklılığı toplumun tüm kesimlerinin, hükümet üyeleri dahil, bu oluşumun parçası olmalarıdır. 
Türkiye’deki Gezi Parkı eylemlerinde sosyal medyanın hükümetler için ne kadar fazla sorun çıkartabileceği görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sosyal medyayı “bela” olarak tanımlarken; 

İstanbul Valisi başta olmak üzere pek çok hükümet yetkilisi, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı hatta Başbakan kendisi bile, Gezi Parkı protestolarının etkilerini azaltmak için sosyal medyayı bir araç olarak kullanmışlardır. 

Habermas’ın İletişimsel Eylem Teorisi’ne göre bireyler hükümetin ya da kamunun kontrolünden bağımsız olan kendi özel alanlarında iletişime geçmek isterler. Bu iletişim türünün temelleri geleneksel ve modern toplumların her ikisinde de görülen aile toplantılarında ya da buluşmalarında atılır. 17. Yüzyılda “kamu”, 
tüm sosyal kesimlerden insanların bir araya geldikleri ve siyaset, ekonomi, felsefe, sosyal problemler ve edebiyat gibi konuları tartıştıkları bir alandı. Bu “kamusal alan”, farklı görüşlerin birleştiği bir mekândı. Özellikle İngiltere’de özgür basının güçlü olması ve çok sayıda gazete ve derginin basılması; eleştirel bir kamusal alanın hükümetin müdahalesi olmaksızın gelişmesine neden olmuştu. Tatler ve Spectator gibi dergiler ya da Briton gibi gazeteler, sahiplerinin ekonomik güçlerine bağlı olarak etkiliydiler. İngiliz Hükümeti ve Parlamentosu bu yayınları “dördüncü güç” olarak tanımlamakta ve Medyanın halkın kararları üzerindeki etkisi nedeniyle bu vurguyu yaptıklarını söylemekteydiler. 

18. yüzyıldan itibaren medya, gazeteler, dergiler, broşürler v.b. aracılığıyla bir çığ gibi büyümüş; 
insanları doğru ve yanlış konusunda ikna edebilmek, hükümeti kararlarını yeniden gözden geçirmeye teşvik etmek, toplumda siyasal/ekonomik/sosyal/kültürel bir güç alanı yaratmak gibi işlevleri sayesinde yönetişim güçlerinin “hükümet dışı” olan dördüncü gücü olmuştur. Ana haber spikerleri ya da tartışma programı sunucuları toplumun kararlarını, hatta oy verme alışkanlıklarını etkileyebilmekte dir. İnsanlarda, medyanın “seçimlerde en çok oyu alacak lider” diyerek haber yaptığı lider ve siyasi partilere oy verme eğilimlerinin, sırf kazanan tarafta yer alabilmek adına, çok baskın olduğu yapılan pek çok çalışmayla da ortaya konmuştur. İnsanlar değerlerini ve davranışlarını televizyondaki kişilere atıf yaparak belirler hale bile gelmişlerdir. Yapılan araştırmalar, genel seçimlerde parti liderlerinin ülke çapında birbirleriyle tartıştıkları Televizyon programlarının vatandaşların oy verme oranlarında yüzde 30’luk bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 
Internet ve iletişim teknolojilerindeki gelişim arttıkça, dünyanın farklı bölgelerinden ve farklı sosyal çevrelerinden gelen bireyler arasındaki etkileşim de hızla artmaya başlamıştır. Bu da beraberinde, bireyler tarafından düzenlenen bireyler arası iletişimi getirmiştir. Dünya, hayat, siyaset, ekonomi ve diğer 
her şey hakkındaki görüşlerini sosyal medya aracılığıyla birbirlerine aktaran bireyler; kendi bilgi veri tabanlarını oluşturdular. Olayları forumlarda ya da sosyal medya tartışma gruplarında tartışmaya başladılar. Günümüzde hükümetlerin karşılaştığı en büyük sorun, Internet’in iki taraflı iletişim kanallarıaracılığıyla aktarılan bilgilerin ve görüşlerin ne şekilde kontrol altına alınabileceği, ya da diğer bir deyişle, alınamaması sorunudur. 

Sosyal medyanın demokrasinin gelişmesine katkıları da tartışılmazdır. Aristo’nun bundan binlerce yıl önce söylediği gibi “demokrasi”, kötü bir yönetim biçimidir. Aristo’ya göre, kendi kendini yönetemeyen insanlar “demokrasi”yi tek geçerli yönetim şekli olarak görmekte; bu da yozlaşmış bir liderlik ve hükümet 
anlayışını beraberinde getirebilmektedir. Modern dünyada doğrudan demokrasi neredeyse imkânsız olmakla beraber; sosyal medya sayesinde bireylerin kendi görüşlerini doğrudan ifade etmeleri bu zamana dek ortada olmayan bambaşka bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bireyler, görüşlerini doğrudan ifade ettikleri sosyal medyada, çoğu zaman farkında olmadan, resmi görevlilerin de bu görüşleri öğrenmesine neden olmaktadırlar. Bu imkân, ileride insanların sosyal medya aracılığıyla kendilerini doğrudan yönetmelerini de beraberinde getirme ihtimali yüksek olan bir durumdur. 

Dünya, hiç alışık olmadığı bir “doğrudan demokrasi” dönemine doğru hızla ilerlemektedir. Geleneksel güç paradigmalarının hızla yer değiştirdiği böyle bir dönemde sosyal medyanın bireyler arasındaki etkisi ve gücü, ulus-devletleri hiç alışık olmadıkları bir problemle karşı karşıya bırakmaktadır. Bireyler, kendilerine 
sosyal medyada bir kimlik yaratarak ya da sınır ötesi sosyal kimliklerin bir parçası haline gelerek hem klasik devlet-vatandaş ilişkisinin dışına çıkmaktalar hem de yeni bir ilişki türü aramaya başlamaktadırlar. 

Bu dönem içinde uluslararası siyaset de büyük dönüşümlere sahne olmaktadır. 2010 yılında ortaya çıkan Wikileaks belgeleri, yine geçtiğimiz dönemlerde Edward Snowden gibi kişilerin ABD istihbaratına ve dış politikaya etki eden bilgileri sızdırmaları; dünya genelinde büyük dönüşümlere sahne olmuştur. 

2005 yılında Sarkozy’nin Göçmenlik Yasası ile beraber; özellikle Kuzey Afrika ülkelerinden Fransa’ya ve göreceli olarak AB içine göç eden kalifiye ve yetişmiş eleman sayısında ciddi bir azalma olmuştur. Kendi ülkelerinde iş bulmakta güçlük çeken ve düşük yaşam standartlarında yaşamak zorunda kalan bu gruplar; 
sosyal eşitsizlik, liderlerin ve yönetici sınıfların lüks yaşamları ile ilgili tepkilerini sosyal medya üzerinde örgütlenerek 2007 yılından itibaren göstermeye başlamışlardır. Bu tepkilerinin neticesinde çeşitli sivil toplum kuruluşları oluşturmuşlar, çeşitli mitingler düzenlemişlerdir. 2010 yılında özellikle sosyal medya tarafından herkesin erişimine açık bir hale getirilen Wikileaks belgeleri sayesinde iddia ettikleri yolsuzluklar açığa çıkmış ve Mısır başta olmak üzere meydanlarda toplanarak hükümetlerin devrilmesi için protesto gösterileri başlamıştır. Arap Baharı’na sosyal medyanın gücü ve etkisi açısından bakıldığında, geleneksel paradigmaların ne kadar temelden sarsılabileceğini görebilmekteyiz. 

Dünya üzerinde değişime en kapalı ve geleneksel toplumlardan birisi olarak algılanan Mısır toplumunun sosyal medya sayesinde “sosyal bir devrim”i organize edip başarmış olmaları, beşinci bir güç olarak sosyal medyanın literatüre ve bilime girmesi gerekliliğini bir kez daha gözler önüne sermektedir.

06.12.2013 18:03 tarihinde indirilmiştir

..


21 Ocak 2021 Perşembe

KÜRT ŞEHİRLERİNDEKİ ABLUKA BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM) HUKUKUNU İHLAL EDİYOR

KÜRT ŞEHİRLERİNDEKİ ABLUKA BİRLEŞMİŞ MİLLETLER (BM) HUKUKUNU İHLAL EDİYOR



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
03.01.2016 

İsrail'in gerek Gazze'ye gerekse Batı Şeria'ya saldırı ve ablukası sonunda bu saldırı ve ablukanın uluslararası hukuka aykırılığı ileri sürülerek, bazen Türkiye'nin de içinde bulunduğu BM'nin herhangi bir üyesi tarafından BM Güvenlik Konseyine bu konuda müracaatta bulunurlar. Şu anda, Türkiye Kürdistan'ının bir çok şehrinde İsrail'in Batı Şeria ve Gazze'ye saldırı ve ablukanın ötesinde fiili bir durum vardır. Ayları bulan sokağa çıkma yasakları, Ordunun ağır silahlarla kent merkezlerine inmesi sıradanlaşmış duruma gelmiştir. Bunun karşısında ortaya çıkan sonuç, Kürt insanının kişiliğinin, değerlerinin ve onurunun ayaklar altına alınmasıdır. Kürt halkı buna karşı kendisini savunuyor ancak Devletin orantısız güç ve imkanları onları daha fazla zorluyor. Günlük ihtiyaçlar karşılanamıyor, ekonomik ve sosyal yaşam yok oluyor, sağlık ve eğitim gibi temel kamu hizmetleri görülmüyor. 

Her ne kadar 1945 yılında kabul edilen ve Türkiye'nin de onayladığı BM Şartında "üye devletlerden" söz ediliyorsa da üye olmayan devlet ve topluluklara da hak ve yükümlülükler getiriyor. BM Şartının amaç ve ilkelerinde: "Biz birleşmiş milletler" ibaresi kullanılmış, halkları savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya, insan kişiliğinin onur ve değerlerini korumayı amaçlamıştır. Küçük veya büyük ulus ayrımı yapılmamıştır. Silah kullanımının meşru dayanağı silahlı kullanımının ortak yarar şeklinde olmasıdır. Türkiye'nin Kürt şehirlerine saldırı ve ablukasına bakıldığında bu abluka ve saldırılarda ne Türkün ne Kürdün ne de diğer halkların ortak bir yararı vardır. Kaldı ki, saldırı ve abluka Türkiye sınırları içindeki şehirlerle sınırlı değildir. 

Irak Kürdistan'ındaki bölgeler hava saldırısı ile sürekli bombalanmakta, Musul çevresinde olduğu gibi askeri sevkiyatlar yapılmaktadır. Yine yapılan açıklamalara göre TSK'nın Türkiye'deki gücünün üçte biri Rojava sınırına kaydırılmıştır. Rojava'ya doğru saldırı ihtimali oldukça yüksektir. Cizre'de SAS Komandoları operasyon yapmıştır. Bütün bu hazırlıklar Ortadoğu'da sonu ön görülmeyecek boyutta büyük bir savaşın işaretleridir. Başta Rusya olmak üzere, Türkiye'nin bu tehlikeli yöneliminin BM Güvenlik Konseyinin önüne getirilmesinde hukuki bir zorunluluk vardır. Nasıl ki, Musul/Başika'daki güçlere karşı BM Güvenlik Konseyinin kararlaşması olduysa, bu uygulamalar için de aynı durumun olması gerekmektedir. Kürtler, mücadeleleriyle birlikte diplomatik kanalları etkin bir şekilde kullanmalıdırlar. Devlet ilanı için gün sayan Irak Kürdistan'ının bu diplomaside başı çekmesi Kürdistan devletinin kurulmasını da hızlandıracaktır. Tarih bunu gerektiriyor.

   Kürtleri, konu IŞİD'le savaş olunca yere göğe sığdırmayanların bu çağrıya verecekleri cevap Türkiye'yi de savaştan kurtaracaktır.


***

1 KASIM SEÇİM DARBESİ

1 KASIM SEÇİM DARBESİ



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
06.11.2015 

1 Kasım seçimlerinde AKP yüzde 49, 37, CHP 25, 40, MHP 11, 94 ve HDP 10, 77 oranında oy aldı. Kesin olmayan sonuçlara göre AKP 317, CHP 134, HDP 59, MHP 40 milletvekilliği kazandı. Bu sonuçlara göre AKP hem oyunu hem de milletvekili sayısını artırarak yeniden tek başına hükümeti kurabilecek bir sonuç elde etti. Başta şunu söylemekte fayda vardır. Ne AKP dahil olmak üzere hiç kimse AKP'nin yüzde 49 üzerinde oy alabileceğini tahmin etmemişti.  Bu açıdan AKP'nin yüzde 49, 30 oy elde etmesi sürpriz olarak kabul edilmelidir.

Öncelikle şunu vurgulamak istiyorum: 7 Haziran'a saygı göstermeyenlerin 1 Kasıma saygı göstermelerini beklemeleri doğru değildir. Bu aynı zamanda AKP'nin çelişkisidir. Kendisi aleyhine sonuç çıktığında saygı duymayacaksın, kendi lehine sonuç çıktığında saygıyı bekleyeceksin. Bu nedenle şimdiden bazı partilerin saygı duruşu sırasına girmelerini anlamak mümkün değildir. 1 Kasım'da seçim kararı başlı başına meclise yapılan bir darbe ise 1 Kasım'da AKP lehine çıkan sonuç 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren'in kendisini Cumhurbaşkanı seçtirmesinden farksızdır. Post-modern seçim darbesi denilse yanlış olmaz. Çünkü baskı, zor ve terör uygulayarak korkutularak ve aldatılarak iradesi yönlendirilen bir toplum gerçekliği var.

AKP'nin bu sonucu elde etmesinde AKP'nin devletin ideolojik, zor ve ekonomik aygıtlarını harekete geçirmesinin etkisi belirgin olsa da bu sonucu sadece buna bağlamak yanlıştır. Çünkü bu aygıtlara 7 Haziran öncesinde de sahipti. Bu aygıtların kullanılması böyle bir sonucun elde etmesinde temel etkinliği olsaydı benzer sonucu 7 Haziranda da alması gerekirdi. AKP, bu sonucu almak için temel politik değişiklikler yoluna gitmiştir. Bu politik değişikliğin dönüm noktası Suruç Katliamıdır. AKP, Suruç Katliamından sonra ABD'ye yeniden İncirlik Üssünü açarak, ABD ile Suriye ve IŞİD konusunda yaşadığı farklılıkları gidermeye çalışmıştır. Suruç Katliamından sonra Ceylanpınar ve Diyarbakır'da polislerin öldürülmesi ve bu olayların PKK merkezi tarafından üstlenmesi AKP'nin politika değişikliğine zemin hazırlamıştır.

Kürt hareketi ve Türkiye kamuoyu Suruç katliamının ardındaki planlar üzerinde analiz yapmak yerine bu olayı, gerçekleştirenin kimliği ve örgütsel bağı üzerinden tartışmak  tuzağına düştü. Bu tuzak, 'bunları, yani IŞİD'çileri Türkiye destekledi, dolayısıyla sorumluluğu vardır' söylemiyle de perdelendi. Olay, güvenlik önlemi alındı mı alınmadı mı çerçevesinde değerlendirildi. Benzer bir durum Ankara Katliamında da "Katil devlet" denilmesi haklı olsa da bu olayla AKP'nin IŞİD ve Suriye üzerinden oluşturmak istediği uluslar arası desteği pekiştirmek istediğinin görülmesi gerekirdi. Uluslar arası alanda Türk/Kürt çekişmesi yaşanırken, Kürtler adına siyaset yapanların birliktelik yerine hangi partinin hangi bölgeye sahip olacağı tartışmalarıyla zaman harcamaları, Kürtleri diplomasi alanında zayıf bıraktı.

Kobani, 6-8 Ekim olayları ve sonrasında Ardahan'dan Şanlıurfa'ya kadar HDP'nin Türkiye Kürdistan'ında AKP ve diğer Türk partilerinin varlığını sıfırlaması, Türkiye Kürdistan'ının statü sorununu Kürtlerin ve dünyanın gündemine getirdi. Rojava'da Kürtlerin statü elde etmesinin yolu da açılmıştı. Batı ve ABD'nin  buna karşı çıkışı da görülmüyordu. Güney Kürdistan'dan Sonra Batı Kürdistan'ın statü kazanması, Kuzey Kürdistan'ın statü kazanmasının yolunu açıyordu. Kürtler için, bunun yolunun Batılı güçlerle geliştirebilecek ilişkiler şeklinde olacağı nasıl bir gerçeklikse, Türkiye için de bunu önlemenin yolu da Batı ve ABD ile ilişkiler gerçekleştirmek şeklinde olacağı kuşkusuzdur. Bu plan Türkiye'nin kendi başına oluşturduğu bir plan değildir. Batı da Türkiye'yi kendi planları doğrultusunda kullanmak istiyordu.

AKP ve Erdoğan'un kontrollü kaos planı, Erdoğan'ın "masa yoktur" şeklindeki beyanı ile devreye sokulmuştu. Çıkarılan iç güvenlik yasası da bunun hukuki boyutuydu. Kaos planı çeşitli şekillerde devreye sokulduysa da 7 Haziran'da istenilen sonuçları doğurmadı. Bu nedenle 7 Haziran seçiminin sonuçları geçersiz sayılarak yeniden seçime gidildi.

Kontrollü kaos oluşturup, toplumu AKP iktidarına razı etme stratejisi uygulandı. Suriyeliler üzerinden "mültecileşmenin sonuçlara" açıktan gösterildi. Olası otorite boşluğunda "Suriyelileşmenin" kaçınılmaz olduğu algısı insanların beynine yerleştirildi.

Bazı kesimler, HDP'nin aldığı sonucu PKK'nin bazı ilçelerde kazılan "hendeklere" bağlıyorlar. Hendeklerin kazılmasının direnişin bir boyutu olarak gösterenler de "hendek kazılan" ilçelerde "HDP'nin yüksek oy aldığı" gerekçe gösterilerek bu düşüncenin yanlış olduğu ispat edilmeye çalışılmaktadır. Ancak bu görüşü savunanlar, sanki gerileme yaşanan yerlerde de hendekler kazılmış olsaydı orada da oylarda gerileme yaşanmayacaktı anlamına gelen yorumlar yapıyorlar. Hendeklerin kazılması, barikatlar kurulması kısa dönemde devletin operasyonlarını sekteye uğratsa da bu hendek ve barikatlar orada yaşayan insanların gündelik yaşamlarını sürdürmelerini de ortadan kaldırıyor. Onların can ve mal güvenlikleri tehlikeye giriyor. Kimi aileler oradan ayrılmak zorunda kalıyor. Gündelik yaşamı zora girme pahasına Cizre, Nusaybin ve Sur gibi ilçelerde yaşayan halkın göç etmeyip, HDP'ye kitlesel şekilde oy vermeye devam etmeleri onların yaptığı fedakarlığın boyutunu ortaya koyar. KSH, tüm organlarıyla bu hususu dikkate alarak oradaki halkın gündelik yaşamını sürdürmesi için gerekli adımları atmalıdır. "Hendek-sokağa çıkama yasağı" olan yerlerde nasıl olsa "oyumuzu koruyoruz" anlayışına girerek, diğer yerlerde de "hendekler" olursa "oyumuz yükselir" beklentisine girmemelidirler.

Kürt Siyasal Hareketi(KSH) bakımından 1 Kasım seçimlerinde çıkan bir sonuç da Kürdistan Bölgesel Hükümetinin(KBH) sınırlarının olduğu Şırnak ve Hakkari'de yüksek oy alınmaya devam edilmesi, Rojava ile sınırı bulunan Urfa ve  Mardin'de önceki seçime göre gerileme yaşanmasıdır. Bu gerilemenin, Kobani ile Cizire arasındaki Tel Abyad koridorunun YPG/PYD'nin denetimine geçmesinden sonra yaşanmasının üzerinde mutlaka durulmalıdır. Demek ki, Rojava'da dengeler kurulmuş değildir. Türkiye'nin Rojava'ya baskısı devam ettiği müddetçe bu dengesizlik devam edecektir. İleriki aşamada Cerablus'un Kobani ile birleşmesi için YPG'nin harekete geçmesi dengeleri Rojava'nın aleyhine döndürebilir. Kürdistan'ın her parçasında istikrarın olabilmesi için Güney Kürdistan'ın kendisini Rojava'ya, Rojava'nın da kendisini Güney Kürdistan'a açması zorunludur. Farklı parçalarda farklı parti etkinliğinin devam etmesi dengesizliğin devamı anlamına gelecektir.
"Dindar Kürtlerin AKP'ye geri döndüğü" şeklindeki yorumların genel geçer doğru kabul etmek mümkün değildir. 7 Haziran gibi olmasa da dindar Kürtler HDP'ye oy vermeye devam etmişler. AKP, 7 Haziran'dan farklı olarak bölgeye gönderdikleri eski bakanlar aracılığıyla aşiretlere dayalı dinamikleri harekete geçirmiştir. Örneğin Urfa'da, listenin başına getirilen Faruk Çelik Urfa bölgesindeki aşiretlerin AKP'yi desteklemesi için bire bir temasa geçmiştir. Siverek'te hem Kırvar aşireti hem de Bucak aşireti AKP seçim bürosu açmıştır. Farklı partilere giren ya da bağımsız olarak seçime giren adaylar çeşitli vaatler karşılığında adaylıktan vazgeçirilmişler. Şunun da unutulmaması gerekir ki, Kürdistan'da, yüz yıla yakın süre boyunca oluşturulan hukuksuz/statüsüz duruma karşı direniş hep canlı kaldıysa da fiili durum devletle işbirliği yapan toplumsal grupları da oluşturuldu. Bunun yanında, temelde devletin varlığını sorun görmeyip, devletin uygulamalarına göre hareket eden geniş bir orta sınıf benzeri toplumsal grupların olduğu da sosyolojik bir gerçekliktir. Bu kesimler, Devletin Kürt siyasetine yaklaşımına göre pozisyon alırlar. 7 Haziran öncesinde KSH ile Devlet arasındaki "çözüm sürecinin" gündemde olduğu müddetçe, KSH'nin "yasal/meşru" bir muhatap olarak görülmesi, bu kesimlerde büyük bir rahatlama oluşturdu. Bu rahatlamanın etkisiyle, 7 Haziran'da bu kesimlerden HDP'ye büyük bir oy kayması oldu. Bu kesim, HDP'ye destek vererek bir anlamda AKP'ye bir ders vermek istedi. Bu uyarıyı yaparken, AKP'nin iktidardan düşmesini de istemiyordu. 7 Haziran'da AKP'nin çoğunluğunu kaybetmesi ve yeni bir hükümetin kurulmaması bu kesimleri derin bir korkuya sevk etti. Bu nedenle, 1 Kasım'da bu kesimlerin bir bölümü, HDP'yi terk ederek AKP'ye yönelmiştir. Bu kesimleri "Muhafazakar Kürtler" olarak tanımlamak yanlıştır. O nedenle, gelecek seçimlerde bu kesimlerin hangi partiye destek verip vermeyeceğinin garantisi yoktur.  Türkiye'nin batısında AKP'ye yaklaşım bakımından aynı saiklere göre hareket eden milliyetçi kesimlerin 1 Kasım'a yaklaşımı da buna benzemektedir. Onlarda 7 Haziran'da AKP'siz hükümet formül çıkacağını hesaplayamadılar. Bu nedenle 1 Kasım'da yeniden AKP'ye dönüş yaptılar.

Seçim sonuçlarına "basit seçim hilesi, oyların çalınması" gözüyle bakmak onları iptal etmek mümkün değildir. Suruç ve Ankara katliamına da buna benzer bir gözle bakıldı. Asıl önemli olan oluşturulan kaos ortamı ile AKP'nin bu başarıyı elde etmesidir.

Suriye hattında Mardin'den Antalya'ya kadar HDP'nin kaybı, AKP'nin kazancı çok büyük. MHP'nin tasfiyesi giderek AKP'ye eklemlenmesi söz konusu. Asker ve polis ölümleri üzerinden gelişen tepkinin organize edilip, Kürtlerin ev ve iş yerlerine yönelmesi AKP'den çok MHP'ye mal edilmiştir. Bu da kaos ve kargaşa ortamı istemeyen milliyetçi kesimlerin oyunun AKP'ye akmasını sağlamıştır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan'a oy veren bu kesim, 7 Haziran'da MHP'ye oy vermiş ise de onların içinden geçen AKP/MHP koalisyon hükümetinin kurulmamasının faturasını Bahçeli'ye çıkarmıştır.

AKP'nin başarısı ideolojik/politik bir başarı değildir. Oynanan oyunun bir sonucudur. İdeolojik olsaydı hem geçmişte HDP'ye oy veren Kürtlerden ve MHP'ye oy veren Türklerden bu kadar oy alması mümkün değildir.

AKP'nin "seçim hükümeti" manevrası hem HDP'yi hem de MHP'yi olumsuz etkilemiştir. MHP'nin kurumsal olarak bakan vermeme hamlesi, Tuğrul Türkeş'in başbakan yardımcılığını kabul etmesiyle boşa çıkmıştır. HDP her ne kadar anayasal bir gereklilik çerçevesinde seçim hükümetine bakan vermeyi kabul etmiş ise de "kimin bakan olacağının" başbakanın takdirine bırakması, HDP içindeki ittifak dengelerini sarsmıştır. Levent Tüzel'in bakanlığı kabul etmemesi, milletvekili olarak gösterilmemesini beraberinde getirmiştir. Aynı şekilde, Alevi Kimlikleriyle bilinen iki milletvekilinin bakan olarak atanması Alevilerin HDP'ye yönelişinde tereddüde düşmelerine neden olmuştur. CHP'nin oylarında bir miktar artışın oluşu da bundan ileri gelmektedir. Turgut Öker, Ali Kenanoğlu ve Ali Haydar seçilmemesi, Alevi temsilinin meclisteki karşılığını olumsuz etkilemiştir. 

Bu da önümüzdeki dönemde gerek sol ve sosyalist kesimler gerekse Aleviler bakımından HDP'de bir tartışmanın yaşanacağını gösteriyor. Bunun sonuçlarından biri de "Türkiyelileşmenin" geleceğinin ne olacağıdır.

Bu seçimle birlikte CHP'nin "siyasi etkisizliği" yeniden tescil edilmiştir. Bundan sonraki rolü dar alana sıkıştırılmış ana muhalefet rolünden öteye gitmeyecektir. AKP'ye muhalefetin fiili odağı ise HDP olacaktır. HDP, AKP'nin bu sonuçları nasıl aldığını iyi analiz etmeli, kendi içinde de merkeziyetçi siyaseti bir tarafa bırakıp parti içi demokrasiyi harekete geçirmelidir. AKP'lileşen devlet bundan sonra KSH'ne daha fazla yönelecektir. Sertlikten fayda gören AKP bir daha çözüm sürecine yanaşmaz. AKP, 1 Kasım'da elde ettiği bu üstünlükle Kürt siyasetini baskı altına alıp, PKK'nin silahsızlandırma konusunda adım atmaya razı ettiği müddetçe muhatap alacaktır. Buna Öcalan'ın HDP'lilerin görüşebilmesi de dahildir.
Yaklaşık olarak bir buçuk yıl içinde yapılan 4 seçimin(30 Mart 2014, 10 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı, 7 Haziran ve 1 Kasım genel seçimleri) ortak noktası, Fetullah Gülen Hareketinin politik bir başarı elde etmemiş olmasıdır. Bundan sonra Gülen Hareketinin tasfiye süreci hızlanacaktır. Seçim öncesi Koza Grubuna kayyum atanması, seçimden hemen sonra polis operasyonun oluşu bu eğilimi gösteriyor.

Sonuç olarak, 1 Kasım 2015 seçim sonuçlarıyla Tayyip Erdoğan'ın fiili başkanlığı pekişti. Hukukileştirmek için MHP'den 5.Parti çıkarılabilir. CHP, formalite ana muhalefet olmaya devam edecek, tüm zorluklara rağmen yüzde on barajını yıkarak 59 milletvekilini kazanmayı başaran HDP muhalefetin fiili odağı olacaktır. HDP, demokratik siyaseti kendi içinde büyüttüğü müddetçe 7 Haziran'da elde ettiği başarının üstüne çıkacaktır.  

***

TÜRKİYE'DEN KOPUŞ KORKUSU VE 1 KASIM SEÇİMLERİ

TÜRKİYE'DEN KOPUŞ KORKUSU VE 1 KASIM SEÇİMLERİ



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
03.10.2015 


SYRIZA için Euro'dan çıkış korkusu neyse HDP için Türkiye'den kopmak korkusu odur. Bu korku hem SYRIZA'nın hem de HDP'nin açmazıdır. Bu açmaz SYRIZA ve HDP'nin devrimcileşmesini/radikalleşmesi önünde engel olarak durmaktadır. SYRIZA'nın bu konumu karşıt egemen güç konumunda bulunan AB Troyoka'sını rahatlatmış, HDP'nin konumu da Ankara merkezi devletini rahatlatmaktadır. 
HDP'yi SYRIZA'dan farklı kılan husus, HDP'yle politik olarak aynı çizgide ancak "silahlı mücadeleyi" esas alan PKK'nin varlığıdır. PKK, 30 yılı aşkın mücadelesiyle, Kürt inkarının geriletilmesinde ve Kürt realitesinin kabulünde mutlak rol oynadıysa da politikleşen Kürt hareketinin gelecek vizyonunun yerleşmesi için gerekli politik etkileşim olanaklarına sahip değildir. PKK gelişmeler doğrultusunda bu olanaklara sahip olsaydı BDP/HDP gibi siyasal organizasyonların yerine kendisi bir dönüşüm yaşayabilirdi. Bu dönüşümü yaşamayışı PKK'nin kendisini BDP/HDP içinde ifade etmesinin yolunu açtı. Bu yol başlangıçta BDP/HDP'nin de işine geliyordu. Bu yolla, BDP/HDP, PKK'nin sahip olduğu silahlı siyasetinin, devlete adım attırma kapasitesinden yararlanıyordu. Bu da BDP/HDP'nin "açıktan PKK'yle çelişki içine girmesinin" önünü kapatıyordu. Bir anlamda siyasal/sosyolojik gerçeklerinin tersi olan "silahlı gücün politik gücün üstüne çıkması" ile sonuçlanıyordu. Devletin bakışı da buna katkı sunuyordu. PKK Lideri Öcalan'ın İmralı'ya kapatılması bu süreci daha da hızlandırdı. PKK/Öcalan ayrılmazlığı dikkate alındığında, devletin Öcalan üzerinde kurmak istediği etkinlik silahlı gücün politik gücün sevk ve idaresine koymak değildi, tersine silahlı gücün tasfiye edilmesiydi. Tasfiye niyetinin silahlı güç karşısında kabul görmesi kolay değildi. Devletin bir kanadında tartışılan "düz ovada siyaset"le amaçlanan da bundan farklı değildi. 
Kürt siyasetinin Türkiye'den kopuşu kolay değildir. Her şeyden önce Kürt siyaset yapıcılarının Türkiye'den kopma sonrasına dair düşünceleri net değil. Türk siyaset yapıcılarının bu gerçekliğe vakıf olmaları haline Kürtlerin Türkiye'den kopma olasılığının ne kadar az olduğunu anlamaları önünde engel yoktur. Yarım yamalak demokrasisi olsa da Kürtlerin geçmişte olduğu gibi şimdi veya yarınlarda da gözü Türkiye'ye dönük olmaya devam edecektir. Zorunluluktan olsa da yılların oluşturduğu sosyo-ekonomik gerçekliğin değişmesi çok zordur. 

1 Kasım Seçimleri

Olması gereken Türkiye'de siyaset yapan tüm partilerin bu gerçeği kabul etmeleridir. Türkiye'nin Doğu'sunda olsun Batı'sında olsun HDP'ye oy veren Kürt bloğunun 7 Haziran'da verdiği mesaj budur. Kürt toplumu sağlıklı bir bir duruşla meselenin Kürt meselesi olmadığını, Kürtlere bakış açısı meselesi olduğunu ortaya koymuştur. Bu ortaya koyuş aynı Zaman'da HDP'ye yöneliktir. Bu da HDP'nin "Türkiyelileşme" olarak kapıldığı yanılgıdan geri dönüş yapması için fırsat sunuyor. Çünkü Kürt toplumu bloksal duruşuyla Türkiyelileşmeyi değil, Kürdistanlaşma tercihinde bulundu. İstanbul'un, İzmir'in, Bursa'nın merkezine Kürdistan gerçeği olduğunu ortaya koydu. Bu durumda olması gereken Batı'da Kürt toplumu dışındaki toplumun Kürtleri "eşit haklara sahip" bir yurttaş olarak görmeleridir. Çözüm sürecinin ortadan kalkmasıyla birlikte, hayatını kaybeden asker polislerin cenazeleri geldikçe sorumluluk sanki Kürt toplumundaymış refleksiyle hareket edilerek HDP ve Kürtlere yönelik saldırıların başlamış olması  Batı'da demokratik olgunluk konusunda büyük bir eksikliğin olduğunu gösteriyor. 

HDP, 7 Haziran öncesinde pratiği ve söylemiyle buna olanak sunarak yüzde 13 üzerinde oy aldı. 1 Kasım "tekrar seçimine" doğru giderken, olmayan/atanmış hükümetin Doğu'da estirdiği "güvenlik bölgesi/sokağa çıkma yasakları" ile birlikte "sandık taşıma" terörüyle bu başarının engellenmesi amaçlanıyor. Bunun Batı'daki karşılığı da HDP'ye yönelik fiili saldırı ve tutuklamalar şeklinde oluyor. Hangi partiye oy verirse versin yapılması gereken Türkiye'nin Batı'sında yaşayanların HDP'ye yönelik engelleme ve saldırılar karşısında duyarlı olmalarıdır. 7 Haziran öncesinde asgari düzeyde de olsa bu duyarlılık vardı. 

1 Kasım'a kadar bu duyarlılık devam ederse, 7 Haziran sonrası "kabusları" görmeme ihtimali azalacaktır. 

***

DİYARBAKIR'DAKİ ÖZ YÖNETİM TOPLANTISI ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

DİYARBAKIR'DAKİ ÖZ YÖNETİM TOPLANTISI ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

 

Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
20.09.2015
 
H19 Eylül tarihinde Diyarbakır’da “Hep birlikte özyönetime” sloganıyla DBP’li  (Demokratik Bölgeler Partisi) Yerel Yönetimler toplantısı yapıldı. Toplantının sonuç bildirgesini Mardin Büyükşehir Belediye başkanı Ahmet Türk okudu. Zamanlama açısından bakılacak olursa bu toplantının oldukça geç yapıldığını söylemek mümkündür. Böyle bir toplantının Varto, Sur, Silvan ve başka yerlerde öz yönetim ilanından önce yapılması gerekirdi. Çatışmalı ortamla eş zamanlı olarak ilan edilen öz yönetim ilanının siyasal/demokratik mücadeleyi esas alan HDP'yi zora sokacağı belliydi. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, öz yönetimin demokratik siyaset yoluyla olması gerektiğini söyledi. Demirtaş'ın bu yöndeki açıklamasından sonra öz yönetim ilanları yapılmamaya başlandı. Eğer devam etseydi Van ve Diyarbakır gibi büyükşehirlerde de ilan edileceği an meselesiydi. Öz yönetim ilanına karşı devletin sert tepkisi askeri gücün şehirlerde kullanılmasına kadar gidebilirdi. 

HDP ve DBP yetkilileri bu tehlikeli gidişatı gördükleri için erken gördükleri öz yönetim ilanlarından geri adım attılar. Hem öz yönetime atfettikleri anlam hem de öz yönetimin tüm Türkiye'nin ihtiyacı olduğunu söyleyerek coğrafi temelli öz yönetim taleplerinin olmadığını deklare ettiler. Bundan sonraki süreçlerde yeni bir öz yönetim ilanı olmayacağı gibi ilan edilen öz yönetimlerin kadüklüğe bırakılacağı açıktır. Ahmet Türk açıklamasında "özyönetimin meşru ve demokratik taleptir." Diyerek bu talebin karşılanması için tüm engellemelerin kalkmasını Türk hükümetinden talep etmiştir. Kısacası yasal düzenleme yapılmasını istemiştir. Böylece, tek taraflı öz yönetim ilanına başvurmayacaklarını ortaya koymuştur. DBP'nin bu kararı, gerginleşen ortamın yumuşaması için bir adım olarak algılanırsa, önümüzdeki yıllarda çatışmasızlık ortamı yeniden oluşabilir. Diyarbakır toplantısından önce KCK'nin çift taraflı ateşkese hazır oluğu da göz önünde bulundurulursa KCK'nin buna hazır olduğu söylenebilir. Gerek Türkiye'deki demokratik kesimlerin gerekse AB'nin bu konudaki çağrıları da bu yöndedir. Sorun KSH ile Devlet arasında güvensizlik noktasında düğümlenmiştir. Bulunduğu konum itibarıyla Kürt tarafının lideri olmaktan çok "arabulucu" gibi görünen Öcalan'ın yeniden devreye girme ihtimali bu süreci hızlandıracaktır. 

Ahmet Türk'ün "Özyönetimin Türkiye demokrasisini ileriye taşıyacak bir ihtiyaç olduğunu" söylemiş olması da "Türkiyelileşme" ve "demokratik cumhuriyet" tartışmasını yeniden Kürtlerin gündemine getirmesinde de devletin bir kaybı yoktur. İleriki süreçlerde Kürt haklarının kolektif kabulünden çok bireysel hak şekline sokulması tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu da yeni çatışma tohumlarını ekmekten başka bir işe yaramayacaktır. KSH'nin adım atarken, bir yönetim şekli ilan ederken bunu dikkate alması gerekmektedir. 

Diyarbakır toplantısından çıkan sonuçlardan biri de yüzyılı aşkın, ulusarasılaşmış Kürt meselesinin yüzde 90 yerel yönetimler sorunu olduğunun vurgulanmış olmasıdır. Kürt sorunun yerel yönetim sorununa indirgenmesi hem siyasal/sosyolojik gerçeklere hem de Kürdistan'ın jeopolitik konumuna uygun değildir. Giderek Irak Kürdistan Bölge Yönetimi ve Rojava'daki kazanımlara Türkiye'nin veya başka güçlerin müdahalesinin yolu da açılmış oluyor. 

***

Seçimler Çatışmasızlık için bir umut olabilir mi?

Seçimler Çatışmasızlık için bir umut olabilir mi?

 

Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
18.09.2015 


HDP Şanlıurfa milletvekili Osman Baydemir, Ağustos ayının ortalarında çok önemli bir açıklama yaptı: "...bu çatışma ortamı kontrolden çıkmak üzere. Hem örgütün hem devletin kontrolünden..." 

Baydemir'in bu uyarısı devlete olduğu kadar PKK'ye de yönelikti. Ne yazık ki bu uyarıyı dikkate alan olmadı. Eylül ayının başından itibaren çatışmalar daha da yoğunlaştı. Yüzlerce kırsal alanda özel güvenlik bölgesi, şehirlerde günlerce süren sokağa çıkma yasakları uygulandı. Devlet ve PKK adeta nöbetleşe otorite kurma yarışı içine girdiler. 

Bu yarış devletin veya örgütün kontrolü eline geçirmesiyle sonuçlanmadı. Baydemir'in işaret ettiği gibi her iki tarafından kontrolünden çıktı. Umulmayan durumlar ve aktörler sahne almaya başladı. Kürtlere en büyük zarar veren Köy koruculuğu başka bir format halinde yeniden gündeme geldi. Batı illerinde HDP Binalarına ve sıradan Kürtlere yönelik saldırılar gündelik sıradan bir hal aldı. Batı'daki bu saldırılar karşısında 20 yıl önce Batı'ya kaçarak hayata kalabilen Kürtlere PKK tarafından "kendinizi koruyamıyorsanız geri dönün" çağrıları yapıldı. Bir yandan Kürt bölgesi ateş altındayken, 75 yaşındakiler, çocuklar keskin nişancı tarafından vurulurken, geri dönün çağrısının bir anlamı olabilir mi? "Geri dönün" çağrısı, HDP Projesiyle yapılmak istenen "Türkiyelileşme"nin askıya alınması anlamına gelmez mi? HDP'nin İstanbul'da bir milyondan fazla oy almış olması dahi "geri dönün" çağrısının gerçekliğinin olmadığını gösteriyor. Kürtler, başta İstanbul olmak üzere Türkiye'nin batısının ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir. Ne Kürtlere yönelik ırkçı saldırılar ne de "geri dönün" çağrısını yapanların Kürtleri bulunduğu yerden ayırmaya gücü yetmez. 

Ne yazık ki, Türkiye bu çatışmalı ortama AKP'nin 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımaması üzerine girdi. Hiç gereği yokken yeniden seçimlere gidildi. 7 Haziran öncesine benzer bir seçim atmosferi olmasa da 18 Eylül itibarıyla partilerin aday listelerini YSK'ya sunması seçim gerçekliği ve atmosferini devreye soktu. 
Bu açıdan seçimler, çatışmalı ortamın sona ermesi için fırsatlar sunuyor. 

Bu fırsatların olumlu anlamda kullanılması halinde, şimdiye kadar tarafların kontrolünden çıkmaya başlayan çatışmaları durdurabilir. Bu anlamda 1 Kasım seçimlerinin önemi ortaya çıkıyor. HDP bunun gereği olarak 7 Haziran'daki listesini daha da güçlü hale getirmiş durumdadır. İzmir'de Mülkiye Birtane, Manisa'da Mustafa Avcı ve Aydın'da Doğan Erbaş'ın adaylıkları Batı'da yaşayan Kürtlerin "Türkiyelileşme"den vazgeçmediğinin en büyük işaretidir. 

Bu işareti seçimlerin yapılabilirliğine bağlamak yanlış olmayacaktır. 
 
***

ŞEHİRLERDE SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI, GÜVENLİK BÖLGELERİ VE SEÇİMLER

ŞEHİRLERDE SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI, GÜVENLİK BÖLGELERİ VE SEÇİMLER



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.09.2015 

Şehirlerde sık sık ilan edilen sokağa çıkma yasakları ve kırsal alanların güvenlik bölgesi ilan edilmesi "serbestliğin esas olduğu" seçim ortamını ortadan kaldırmaktadır. Son olarak Batman'ın bazı bölümlerinin Mart 2016'ya kadar güvenlik bölgesi ilan edilmesi bize bu konuda önemli bilgiler verebilir. Bununla devlet ya seçimleri ertelemek ya da bir çok yeri güvenlik bölgesi ilan edip seçim sandıklarını belirli yerlerde taşımalı yöntemle yapmak isteyebilir. Devletin taşımalı sandık yöntemini denemesi demek çoğunluğu HDP seçmeni olan seçmenlerin sandığa gitmesini önlemekten başka bir sonucu olamaz. Bunun tepkisel sonucu da çatışmaları daha da içinden çıkılmaz duruma getirir. 

Güvenlik Bölgesi ilanı sıradan bir olay değildir. Son olarak 16 Askerin hayatını kaybettiği Dağlıca güvenlik bölgesi ilan edilen bir bölgedir. TSK bu bölgeye askeri yığınaklar yaparak PKK'ye karşı savaş pozisyonunu en üst düzeye çıkarmaktadır. Ancak TSK'nin güvenlik bölgesi ilanı ile şu ana kadar elde ettiği bir başarısı yoktur. PKK'nin yeni savunma/saldırı taktikleri ilan edilen güvenlik bölgesini TSK için tuzak haline getirmiştir. Bu bakımdan Dağlıca örneği önemli bir örnektir. Güvenlik bölgesi ilanının sivillerin ekonomik/geçim şartlarını da zora soktuğu dikkate alındığında bunun bölge halkına zarar verdiği de açıktır. 1990'lı yıllarda olduğu gibi Kürt toplumunda "Koruculaştırma / İtiraflaştırmanın" alt yapısı kalmamıştır. 

O yıllarda Kürtlerin çatışmasını esas alan Hizbullah/PKK gibi çatışmalara Kürtler artık prim vermiyor. AKP ve Erdoğan'ın sürekli gündeme getirdiği Yasin Börü olayı gerekli ortamı yaratmaya yetmedi. Kürdistan'da Kürtleri birbirine çatıştırmanın mümkün olmadığını gördükçe Kürdistan'ın kentlerine ve köylerine daha fazla askeri/polisiye güç yığma yolunu seçmekle kalmamış, Dağlıca olayından sonra görüldüğü gibi Batı'da yaşayan Kürtlere ve HDP binalarına ırkçı saldırı startı verilmiştir. Kobani'yle dayanışmaya gelen Türkiye toplumunun dayanışmacı sesi 33 gencin öldürülmesi bu konuda Türk toplumuna verilmiş "Kürtlerle dayanışmaya gidenlerin sonucu budur" şeklinde bir mesajdır. Ne olursa olsun bu mesajın başarıya ulaşamayacağı Osmaniye'de kardeşinin cenaze töreninindeki Yarbay Mehmet Alkan'ın konuşmasıyla ortaya çıktı. Toplumun geneli çatışmalı ortamdan kimin siyasal yarar elde etmek istediğini gördü. Ne yazık ki, Yarbay Mehmet Alkan'ın tepkisine benzer tepkiler Dağlıca olayında gösterilmedi. Hürriyet internet sitesi bu tepkiyi gösteren bir haber yayınladıysa da Hürriyet'in saldırıya uğraması, tepkilerin adresinin Hükümet ve Erdoğan'a değil de HDP ve Kürtlere olmasının yolunu açtı. Henüz Dağlıca olayı yokken CHP'nin sınırötesine asker gönderilmesi tezkeresine evet demiş olması, Dağlıca'dan sonra Kılıçdaroğlu'nun Davutoğlu'nu makamında ziyaret etmesi ve CHP MYK'sından barış ve çatışmasızlığa yönelik hiç bir söylemde bulunulmamış olması, AKP/MHP/CHP'nin tehlikeli birlikteliğinin gözönünde bulundurulması gerekiyor. Bununla CHP'nin Kürt bölgelerine heyet göndermesinin samimiyetini de sorgular hale getiriyor. 

Kürt Siyasal Hareketi(KSH) bu şekilde sadece mecliste yalnızlığa mahkum edilmiyor. Yukarıda Suruç Katliamında olduğu gibi sol/sosyalist, liberal demokratlar ve Alevilerin desteği de yok edilmeye çalışılıyor. 

HDP ve PKK, bulunduklararı konum ve oynadıkları rol bilinmesine rağmen 7 Haziran seçimlerinden önce HDP'ye destek veren bazı kesimler AKP tarafından çok önceden bitirilen çözüm süreci ve çatışmasızlığın sanki PKK tarafından bitirildiğini ileri sürerek savaşı sürdürenlerin ekmeğine yağ sürüyorlar. Bu kesimler bunu savunurken, PKK'nin çatışmalara devam etmesi halinde çatışmalı ortamın HDP'nin 1 Kasım'da yüzde on barajının altında kalabileceği gerekçesini kullanıyorlar. Bu konuda PKK ile Erdoğan'ı yanyana göstermeye kadar gidebiliyorlar. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Ahmet İnsel yazısında "İki taraf da farklı açılardan HDP’nin temsil kapasitesine sahip olmadığını gösterme çabasında birleşiyorlar. 

Ölüm borazanları yeniden karşılıklı çalıyor. " demesi bunun örneklerinden biridir. 
Dağlıca Olayının nasıl olduğu konusunda ne hükümet ne de TSK kamuoyuna doyurucu bir bilgi vermemiştir. Olay olduğu günden itibaren "yola döşenmiş el yapımı patlayıcıların patlatılması" şeklinde veriliyor. Olay öncesi ve sonrasında çatışma yaşanıp yaşanmadığından söz edilmiyor. Yine Tabur Komutanı Yarbay'ın nasıl öldürüldüğü konusunda büyük belirsizlik vardır. Daha öncesinde gerek Yarbay Mehmet Alkan'ın ve başka bölgedeki komutanların "gerekçesiz savaşmak istemedikleri" yönündeki bazı açıklamalar biliniyor. CB Erdoğan'ın Dağlıca olayının olduğu akşam ölümlerin "temizlik hareketi yapılırken ilgili birimlerin" hatası olarak nitelemesi Yarbay'ın ölümünün 20 Yıl önce Lice'de öldürülen Tuğgeneral Bahattin Aydın'ı akla getiriyor. 

Hatırlanacağı gibi Bahattin Aydın'ın PKK tarafından öldürüldüğü söylenmesine sonradan JİTEM'in öldürdüğü ortaya çıkmıştı. 

Şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyetinin Kürdistan'daki varlığı AKP üzerinden sürdürülüyordu. Son yıllarda AKP'nin giderek erimesi Türk siyasetinin 
Kürdistanda iflası anlamına geliyor. Türk siyasetinin Kürdistan'da erimesi demek, Kürdistan'da olağanüstü koşullarda sürdürülse de bundan sonra demokratik yaşamın sürdürmenin gereksizliği anlamına geliyor. 

Nitekim, CB Erdoğan 7 Haziran'da HDP'nin aldığı sonucu tanımayarak yeniden seçim demesi bu anlama geliyor. Öyle anlaşılıyor ki, AKP Kürdistan'da halkın sandığa gitmesini önleyerek istediği sonucu almak istiyor. 

Nasıl Valileri atıyorsa Milletvekillerini de kendisi atamak istiyor.
 
***

GEREKSİZ VE GEREKÇESİZ BİR SEÇİM: 1KASIM SEÇİMLERİ

GEREKSİZ VE GEREKÇESİZ BİR SEÇİM: 1KASIM SEÇİMLERİ



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
08.09.2015 


1 Kasım'da yapılacak seçimler en gereksiz ve gerekçesiz seçimleridir. Her ne kadar AKP, 7 Haziran seçimlerinde yüzde kırk oy alıp birinci parti olduysa da, tek partili hükümete ayarlı AKP için büyük bir yenilgidir. Bu nedenle AKP'nin lideri CB, gerek seçim öncesi gerekse seçim sonrasında koalisyon hükümeti yolunu peşinen kapatmıştır. MHP de AKP ile milliyetçilik yarışından "oy kapmak amacıyla Erdoğan'ın bu tercihine katkıda bulunmuştur. 

Ne olursa olsun Türkiye'nin yeni bir seçim sürecine girdiği gerçektir. 
Bu seçim 7 Haziran seçimlerinden farklı olarak meclise giren 4 parti arasında geçecektir. 
7 Haziran'da Saadet ve Büyük Birlik Partileri ekseninde oluşan ittifak seçime katılmayacaktır. Potansiyeli yüzde beş civarında olan Milli Birlik ittifakına destek verenlerin oyunun nereye gideceği merak konusudur. Saadet'in AKP ile ittifaka yeşil ışık yakması, BBP'nin ise dağınık bir görüntü sunması bu iki partiye giden oyların yönü AKP'ye kayabilir. Bunu AKP, listelerine Saadet kökenli adaylara daha fazla yer verebilir. 
Bilindiği gibi, Kürt Siyasal Hareketi karşısında Türkiye Kürdistanında siyasal anlamda Saadet/Milli Görüş/Erbakan hareketi güçlü bir hareketti. 2009 Yerel seçimlerinde bu hareketin bir çok Kürt il ve ilçesinde AKP'yle başabaş gitmiştir.(Elazığ ve Bingöl'de çok az farkla AKP kazanırken, Urfa'da Fakıbaba faktörüyle birlikte   AKP zorlanmıştır.)

AKP Kürt bölgesinde 7 Haziran'da farklı olarak dini/İslami kimliği daha belirgin isimlerle seçime girebilir. AKP'nin bu yönlü hamlesine karşı HDP'nin 7 Haziran seçimlerindeki listede bu açıdan köklü değişiklik yapılması gerekmiyor. Aslında AKP'nin bu yönlü değişiklik yapmasının başarı getirip getirmeyeceği belirsizdir. Geçmişte AKP'yi şiddetle eleştiren Erbakancıların AKP'ye katkıları sınırlı olmakla kalmayacak kendi kendilerini de yok edeceklerdir. 

AKP'nin 1Kasım seçimlerine doğru gidilirken yapacağı temel politik/aktör değişikliklerinden biri de Türk Milliyetçiliğini ön plana çıkarmak olacaktır. Kürt bölgesindeki çatışmalı atmosfer ve AKP hükümetinin bunu sürdürmesindeki ısrarı AKP'yi bölgede daha da zayıflatacaktır. Seçimlerin başına bir şey gelmemesi durumunda AKP Batman ve Bingöl'de aldığı 1 MV, Şanlıurfa'da 2 MV kaybedebilir. HDP'nin bu illerdeki milletvekillerini kazanabilmesi için listenin bu sıralarında değişiklik yapmak şarttır. Yine kazanma olasılığı yüksek olan İzmir 1.ve 2. Bölge ikinci sırada, Aydın ve Manisa'da birinci sırada değişiklikler yapılmalıdır. 

AKP 1 Kasım seçimlerinde Urfa'da HDP'nin hakim olduğu diğer bölgelerden farklı olarak HDP'ye doğru akan aşiretlere dayalı oyları kendisinde toplamak istiyor. AKP bunu yaparken sadece oy kazanmayı esas almıyor. Geçmişte, Kürt siyasal hareketinin karşısına çıkartılan aşiretleri yeniden devlet yanlısı/koruculaştırmaya çalışıyor. 
Bu çalışmanın sonucu olarak Kürtlerin Rojava'daki yükselişi engellenecek, Kantonların Türkiye ile bağlantıları yok edilmeye çalışılıyor. Tükenen bu politika nasıl diğer Kürt bölge ve illerinde iflas ettiyse Urfa'da da iflas edecektir. Kaldı ki, aşiretlere dayalı siyaset yapmak geçmişteki AKP uygulamalarına da uygun değildir. Örneğin Bucak ve İzol aşiretleri bağımsız olarak girdikleri seçimlerde hüsrana uğradılar. Erdoğan'ın karizmasının çizildiği bölgede tükenmiş aşiret ilişkilerinin AKP'ye bir getirisi olmayacaktır. Aşiretlerin de bu gerçeğe göre, siyasal anlamda adım atmaları halinde bu adımın yönü HDP veya başkaca Kürt partileri olmalıdır. 
7 Haziran'da HDP çerçevesinde oluşan ittifak bunun en geçerli yol olduğunu gösterdi. 
Bunun koşulları 1 Kasım'da daha fazla vardır. 
Ancak savaşın giderek yoğunlaşması seçimi ve seçim güvenliğini zora sokmaktadır.

***

LEVENT TÜZEL'İN BAKANLIĞI REDDETMESİ HDP İÇİN ERKEN UYARIDIR

LEVENT TÜZEL'İN BAKANLIĞI REDDETMESİ HDP İÇİN ERKEN UYARIDIR


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
28.08.2015 

İstanbul Milletvekili Levent Tüzel'in seçim hükümetinde bakan olmayı reddetmesi, HDP ve Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) AKP ile ilişki kurma konusunda ne kadar kırılgan olduğunu ortaya çıkardı. Geçici/seçim hükümetine bakan vermede kendisini gösteren kırılganlığın yarın öbürgün AKP ile olası koalisyon görüşmeleri için kıyamet olabileceğinin şimdiden görülmesi gereklidir. 

HDP'nin geçici hükümete bakan verip vermeyeceği ayrıca tartışılabilir. CHP ve MHP'nin yaptığı gibi "bakan vermeme" şeklinde de olabilirdi. HDP kendi içinde yaptığı tartışma ile kimi seçeceğini Davutoğlu'na bırakacak düzeyde geçici hükümete bakan verme kararı aldı. Sonuçta üç HDP'li bakan adayı belirlendi. İkisi kabul etti Levent Tüzel, partisi EMEP'in baskısıyla bakanlık teklifini reddetti. EMEP ve Tüzel'in bakanlık teklifinin reddi konusundaki gerekçelere bakıldığında HDP ile EMEP arasında derin görüş ayrılıklarının olduğu görülüyor. Buna benzer görüş ayrılıklarının diğer HDP bileşenlerinde de olabileceğinin işaretleri mevcuttur. Bu nedenle Tüzel olayı, bir erken uyarı olarak algılanmalı, 1 Kasım 2015 seçimlerine doğru giderken milletvekili listelerinde ve politik tercihlerde ciddi değişiklikler şarttır. 

***

ABD/TÜRKİYE UZLAŞMASINDA TSK'NİN ROL ALIŞI VE YENİ BLOKLAŞMADA KÜRTLERİN KONUMU

ABD/TÜRKİYE UZLAŞMASINDA TSK'NİN ROL ALIŞI VE YENİ BLOKLAŞMADA KÜRTLERİN KONUMU

 

Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
06.08.2015 

2015 Yılı Ağustos ayında yapılan Yüksek Askeri Şura(YAŞ), 2007'den bu yana "geriletildiği söylenen" askeri vesayetin başka bir versiyonla yeniden geri gelişi anlamına geliyor. AKP Hükümetinin Ortadoğu, Suriye ve Radikal İslam konusunda NATO ve ABD ile yaşadığı sorun ve çelişkilerin "İncirlik üssünün ABD uçaklarına açılması ile birlikte giderilmiş gibi görünüyor. Bu çelişkilerin giderilmesinde siyasi karar verici olan hükümetin hiçbir etkisi yoktur. CB Erdoğan, TSK üzerinden ABD ile anlaşmıştır. Bu anlaşma öyle sanıldığı gibi Erdoğan'ı tek adam haline getirmemiştir. Başka bir deyişle Erdoğan iktidarını ABD/NATO ve TSK ile paylaşmıştır. Bu paylaşmın kısa vadede AKP'ye uzun vadede Erdoğan'a hiçbir yararı olmayacaktır. Türkiye'deki HDP dahil olmak üzere tüm siyasi güçlerin bu fark edip ağırlıklarını koymaları zorunludur. Konuyu "Erdoğan diktatörlüğü, Saray özel örgütü" olarak görüp yanlış aktörlerle zaman geçirmenin gereği yoktur. Bunu demek Erdoğan'ın diktatörlük eğilimini gözönünde bulundurmamak anlamına gelmez. Burada önemli olan Erdoğan'a diktatör/tek adam imgesi atfedilerek onun arka planında oluşan yeni askeri yapılanmayı görmektir. 

YAŞ Kararlarının "karar mercii olan Başbakanlık tarafından değil de, onay mercii olan CB Sözcüsü" tarafından açıklanmış olması yeni oluşturulan bürokratik/parelel devletin ilanından başka bir anlama gelmez. Başını Erdoğan'ın çektiği bu paralel devletin bundan sonra Türkiye'yi uzun yıllar sürecek savaşa çekmesinin koşullarının da oluştuğu dikkate alındığında ne kadar büyük zorluklarla karşı karşıya olduğumuzu ortadadır. Davutoğlu'nun, Kılıçdaroğlu'nun, Bahçeli'nin, Demirtaş'ın bu gidişatı görüp bir araya gelmeleri zorunludur. 7 Haziran'dan bu yana hiçbir şeyin yapılmamış olması, bir araya gelişin koşullarını zorlamış ise bunun başkaca yolu yoktur. 

Türkiye'nin İncirlik üssünü ABD'ye açmış olması, uluslararası politik dengelerin yeniden düzenlendiği anlamına geliyor. Bunun en önemli sonuçlarından biri de ABD Bloğu ile Rusya bloğu arasındaki rekabetin yerel aktörler üzerinde etkileri şeklinde görülecektir. Yaklaşık üç yıldır Esad'ın Suriye'nin geleceği konusunda olup olmayacağı noktasında Türkiye ile ABD arasındaki çelişkiler Esad'ın gitmesi gerektiği konusunda bir uzlaşmanın izleri görünürken, Rusya ve İran'ın bu adım karşısında Esad'ı koruyacağı kuşkusuzdur. Bu da 5+1 Devletleri ile İran arasında varılan nükleer anlaşmayı zora sokabilir. İsrail ve Suudi Arabistan'ın bu anlaşmadan memnuniyetsizliği de dikkate alındığında bu anlaşmanın geleceği o kadar parlak da görülmüyor. İran'ın uzun yıllardır yaşadığı ekonomik ambargonun kaldırılışının İran halkına getireceği rahatlama da böylece rafa kalkabilir. Zaten, Türkiye'yi Esad konusunda ABD'yle uzlaşma noktasına getiren de Türkiye'nin İran karşısında kendisini güçsüz hissetmeye başlamasıdır. 

Kürtlerin ve özellikle Irak Kürdistan Bölgesinin(IKB) yeni oluşan dengelerdeki konumu ne olacaktır? PKK ne yapacak? Burada Kürtlerin ne yapacaklarından çok ne yapmamaları gerektiği önemlidir. O da Kürtlerin birliğini bozacak eylem ve söylemlerde bulunmamaları. Daha da ileri giderek bölgesel/küresel güçler arasında oluşan yeni durumda birine karşı diğerinin yanında yer alma konumunda olmamalarıdır. 

Bu konuma gelmeleri demek Kürtlerin farklı blokların yanında/karşısında yer almaları demektir. TSK'nin Irak Kürdistan'ındaki hava operasyonlarına Barzani'nin karşı çıkmayışı bir yana örtülü olarak onaylaması bu yanlış eylem ve söylemin örneklerinden biridir. Aynı şekilde PKK'nin oluşan bu yeni durum karşısında Türkiye ile yeniden savaş kararı vermesi de olumsuz bir örnektir. Bunun nihai sonucunda PKK/PDK çatışması kaçınılmaz duruma gelebilir. Bu nedenle Kürt aktörlerin bloklar arası tercihten uzak durmaları gereklidir. Bir tercih yapmak zorunda kalsalar dahi ulusal bir kararla olması en doğrusudur. Aksi durumda, Partiler düzeyinde birbirinden kopuk, farklı güçlerle ilişkiler Kürtleri birbiriyle çatışmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Rusya'nın İran,Suriye ve Kürtleri yanına alarak IŞİD'e karşı mücadele önerisi de bu bakımdan Kürtler açısından aynı tuzağı içermektedir. Çünkü, IKB ve Barzani'nin böyle bir blokta yer alması mümkün değildir. Böyle bir öneri hayata geçerse, KBY ABD/Türkiye bloğunda yer alırken, PKK/PYD Rusya/İran bloğunda yer alacaktır. 

Bu da Kürtlerin ulusal birliğine karşı büyük bir darbe olmakla kalmayacak Kürtleri sürekli olarak savaş durumuna mecbur bırakacaktır. 

***

MHP-AKP YAKINLAŞMASI MI MHP-AKP İDEOLOJİK/POLİTİK REKABETİ Mİ?

MHP-AKP YAKINLAŞMASI MI MHP-AKP İDEOLOJİK/POLİTİK REKABETİ Mİ?



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
04.08.2015 

7 Haziran seçimlerinden sonra MHP'nin HDP karşıtlığında rol almış olması MHP'yi HDP karşıtlığında politika yapan AKP ile "yandaş" bir parti olarak nitelenmesine neden oldu. HDP karşıtlığı temelinde oluşan benzeşme AKP ile MHP koalisyonu algısını da güçlendirdi. 7 Haziran gecesinden başlayarak, "hiçbir parti ile koalisyon istemeyeceğini" söyleyen ve bunu sonrasında istikrarlı bir şekilde savunan tek parti MHP'den başkası değildir. MHP'nin HDP karşıtlığı üzerinden şahinleşmesi yeni bir durum değildir. 

Yeni bir durum varsa o da AKP'nin şahinleşmesi ve milliyetçileşmesidir. AKP'lileşen MHP'den çok MHP'lileşen AKP'den söz etmek en doğrusudur. 

  Burada asıl anlaşılması gereken husus AKP ve Erdoğan'ın Türk Milliyetçiliğine daha fazla sarılması, MHP'nin de Türk Milliyetçiliğini korumakla birlikte İslamcı ideolojiye daha fazla alan açmış olmasıdır. Geçmişte, İslami söylemini daha fazla dile getirmeden laik-milliyetçilik yönünde adım atan MHP'deki İslamcı yönelimin artmış olması dikkat çekicidir. Seçimden önce Abdullah Gül'e yönelik yumuşak tavrı ve AKP'nin ekonomi/dış politikanın iki önemli bürokratları Durmuş Yılmaz/Ekmeleddin İhsanoğlu'nun milletvekili adayı olarak gösterilmiş olması bunun görünen yüzüydü. 7 Haziran'dan sonra MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin "Kur'an üzerine yemin etme" ve sonrasında "Yalılarında viski içip HDP'ye oy veren şerefsizler" şeklindeki sözleri, alkollü içki karşıtlığı üzerinden İslami bir söylemden başka bir anlama gelmez. Bu nedenle, MHP'nin CHP ve HDP ile birlikte koalisyon görüşmelerine yolu kapatması ve TBMM Başkanlığı için CHP'li birinin başkanlığını engellemesi AKP ile birlikte hareket ettiği anlamına gelmez. Tam tersine, AKP Türk Milliyetçiliğine ileri düzeyde sahip çıkarak İslamcı oyları da kendisine çekebilecek şekilde AKP ile ideolojik/politik bir rekabet halindedir. Şemsiye parti niteliğindeki AKP'de çözülme başladıkça bundan MHP'nin başarılı çıkacağı kuşkusuzdur. MHP Grup Başkan vekili Yusuf Hallaçoğlu'nun CHP'ye yönelik olarak ileri sürdüğü "Dinsiz parti" nitelemesi de bu anlamda bilinçli kullanılmıştır. 

AKP'nin Erdoğan'dan farklılaşıp kendisini yenilememesi halinde İslamcılığın merkezi ilk kez MHP'ye doğru kayabilir.

***

ŞİDDETE GERİ DÖNÜŞE KARŞI BARIŞ HALEN MÜMKÜN MÜ? SON OLAYLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

ŞİDDETE GERİ DÖNÜŞE KARŞI BARIŞ HALEN MÜMKÜN MÜ? SON OLAYLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
26.07.2015 

Davutoğlu, PKK'nin Irak Kürdistan'daki mevzilerine yoğun hava saldırılarını Ceylanpınar ve Diyarbakır'da öldürülen polisleri bahane olarak gösteriyor ise de operasyonun kapsamı, HDP'nin siyasi kadrolarının kitlesel bir şekilde gözaltına alınmaları dikkate alındığında, geçmişten hazırlığı yapılıp, kararlaştırılmış bir durumun olduğunu söylemek mümkündür. Aslında AKP, 7 Haziran'da tek başına hükümeti kurabilecek bir çoğunluğu elde etseydi bu operasyonları seçimlerden sonra yapacaktı. HDP'nin yüzde on barajını aşıp, AKP'yi yenilgiye uğratması, bu operasyonların kapsamlı olarak uygulanmasını geciktirdi. Gerçi Ağrı Diyadin'de bu operasyonun izleri vardı. Aynı şekilde Dağlıca Bölgesine yoğun top atışları yapılıyordu. Yine Adıyaman'da Gerilanın takibi sonucunda bir çatışma yaşandı. Bu çatışmada bir asker hayatını kaybetti. 

Türkiye'nin Kürt Hareketine karşı topyekün savaşma düşünce ve iradesi, CB Erdoğan'ın, Rojava'daki Cizire ve Kobani Kantonları arasında bulunan Tel Abyad (Gire Spi)'ın IŞİD'den temizlenip, YPG'nin denetimine geçmesi üzerine, "Bedeli ne olursa olsun oluşabilecek Kürt koridoruna izin vermeyeceğiz" çıkışıdır. Erdoğan'ın bu çıkışından sonra Kobani'de 200 kişininin ölümüyle sonuçlanan katliam ve 20 Temmuz'da Suruç'ta çoğunluğu üniversiteli gençlerden oluşan topluluğa yönelik katliam Erdoğan'ın çıkışının somut sonuçlarıdır. Aslında Kürt hareketinin bunu görüp, tek taraflı ateşkesi sürdürmelerinin koşullarının kalmadığını görmeleri gerekirdi. 

Kürt Hareketi, Irak Kürdistan'ındaki mevzilerine yönelik yoğun bombardımana rağmen, bu saldırıların oluşunu, Türk devletinin bir faaliyeti olarak değil de, Erdoğan'ın diktatörlüğü olarak görüyor. Erdoğan kendisini halkın doğrudan seçtiği bir başkan olarak görüyor ve Türk devletini temsil ettiğini söylüyor. Söylemi, tipik sömürgeci Türk devleti söylemidir. Onu, Türk devletinden kopuk olarak değerlendirmek doğru değildir. Başka bir deyişle Erdoğan, Türk devletinin gerçek yüzüdür. 

DTK/DBP/HDK/HDP/İmralı Heyetinin "Size savaş yaptırmayacağız" başlığıyla yapılan açıklama incelendiğinde de benzer bir şekilde Devlet, "Tayyip Erdoğan örgütü" olarak tanımlanarak, Barış ve demokrasi için seferberlik çağrısı yapılmış tır. Savaşlar bir kişinin çılgınlığıyla yapılmadığı gibi bir kişi veya grubun iyimserliği ile de barış gelmez. Savaşın da barışın da kendi dinamikleri vardır. 
Erdoğan'ın Rojava'yı kast ederek "Kuzey Irak'tan sonra Kuzey Suriye istemiyor um" ve "Bedeli ne olursa olsun Kuzey Suriye'ye izin vermeyeceğiz" Türk devletinin en önemli stratejik dinamiğidir. Konumu itibarıyla bunu en iyi temsil eden de Erdoğan'dan başkası değildir. Erdoğan bunu yaparken, Anayasa'daki konumunun dışına da çıkmaktadır. Yargı, bürokarsi, CHP ve MHP de bunu bilmektedir. Hatta, CHP buna destek olmaktadır. 
En büyük tutuklama dalgasının ve hava operasyonlarının CHP'yle koalisyon görüşmeleri devam ederken olması bunun en açık örneğidir. Her ne kadar HDP, CHP/AKP koalisyonuna karşı "yapıcı muhalefet yapacağını" söylemiş ise de oluşacak CHP/AKP Koalisyonunun Kürt muhalefeti için SHP/DYP koalisyonuna benzeme ihtimali oldukça yüksektir. Davutoğlu'nun Hava saldırılarıyla ilgili basın açıklamasına Kılıçdaroğlu'na teşekkürle başlamış olması sıcak ilişkinin işaretlerini taşıyor. Öyle anlaşılıyor ki, oluşabilecek AKP/CHP koalisyonu ile "ateşteki kestaneler" CHP'ye toplatırılacak. 

Nedense Kılıçdaroğlu'nun CHP'ye genel başkan oluşu, HDP çevresinde CHP'ye yönelik bir iyimserlik havası oluştu. Kürt toplumunda bunun karşılığı olmasa da Kılıçdaroğlu'lu bir CHP'nin geçmişteki CHP'den farklı olabileceğine inanıldı. Kılıçdaroğlu da CHP'nin başına "yeni" sıfatını ekleyerek bu algının oluşmasına hizmet etti. Oysa yeni CHP'nin uygulamalarına bakıldığında "eski" CHP'den farklı olmadığı, hatta geleneksel ilkelerinden dahi yoksun olduğu görüldü. Bunun ilk örneği 2011 seçimlerinden sonra "yemin krizinde" ortaya çıktı. CHP, meclisi boykot kararından geri adım atarak BDP'yi yalnız bıraktı. Benzer bir durum 2014 CB Seçimleri öncesinde de yaşandı. Bir süre HDP ile CHP arasında ortak aday belirleme görüşmeleri oldu. Ne olduysa, sanki HDP ile CHP arasında ortak aday görüşmeleri yokmuş gibi MHP'yle yapılan mutabakat gereği çatı adayı olarak gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu ortaya çıktı. CHP'nin yaptıkları bununla sınırlı olmadığı halde, HDP'nin AKP/CHP Koalisyonunu desteklemesinin anlamı olabilir mi? 

Askeri Vesayet NATO ile Geri Dönüyor

İncirlik üssünün ABD'ye açılmış olması, Türkiye'de NATO aracılığı ile Askeri Bürokrasinin siyaset üzerinde söz söyleyebilecek konuma gelmesidir. Başka bir deyişle CB'nin ve hükümetlerin askeri vesayeti yeniden kabul etmeleridir. Ağustos'ta yeniden belirlenecek komuta konseyi son 15 yılın en politik komuta konseyi olacaktır. Uzun vadede bundan en büyük zararı da AKP görecektir. Balyoz affı ve özürü AKP'yi kurtarmaya yetmeyecektir. Türkiye'nin KSH'ne yeniden savaş açmasındaki bu yön dikkatten kaçılmamalıdır. MHP bunu bildiği için her türlü koalisyondan kendisini uzak tutmaktadır. Askeri komuta konseyinin yeniden etkili olmasının en önemli yansıması, HDP'nin siyasal ağırlığının düşmesi, KCK'nin silahlı ağırlığının yükselmesi şeklinde olması kaçınılmazdır. 

Türkiye'nin Irak Kürdistan'ındaki KCK mevzilerine yoğun bombardımanından sonra KCK'nin "Topyekün saldırıya karşı topyekün direniş" açıklaması yapması bu eğilimin oluşmaya başladığını gösteriyor. Bu durumda DTK/DBP/HDK/HDP'nin AKP ve Erdoğan'a hitaben "size savaş yaptırmayacağız" söylemleri ne kadar gerçekçi olabilir ki? 

Barış Mümkün Olabilir mi?

KCK'nin "topyekün saldırıya karşı topyekün direniş" içeren açıklamanın satır araları incelendiğinde barışın olabileceğinin işaretleri vardır. Açıklamada "Hareket olarak Apo'nun 2013 Newroz çağrısına hep bağlı kaldığımız gibi" ibaresinin olmuş olması, çatışmaların yeniden başlaması kararı için Öcalan'ı bekledikleri şeklinde yorumlana bilir. Ancak Devlet veya NATO güçleri Öcalan'a bu imkanı sağlayabilirler mi? Yine açıklamada Suruç katliamına misilleme olarak yapılan öldürme eylemlerinin "merkezin kararı dışında bazı yerel birimlerin ani olarak yaptığı eylemlerin ateşkesin bozulduğu anlamına gelmediğinin" belirtilmiş olması da KCK'nin ateşkesi sonlandırmak istemediği şeklinde yorumlansa da Ceylanpınar'daki iki polisin öldürülme olayının zaman geçmeden üstlenmesi, bu olayın oluşunun merkezi mi yerel mi olduğu konusundaki şüpheyi merkeze doğru götürdüğünü de kabul etmek gerekiyor. En önemlisi KSH'ne olağanüstü ivme kazandıran Selahattin Demirtaş üzerinde estirilen savaşı da görmek gerekiyor. 

KSH'ni en geniş anlamıyla temsiliyet gücü olan Demirtaş'ın izole edilmeye çalışılıyor olması savaş isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. CB Seçimlerinde büyük bir meşruiyet elde eden Demirtaş'ın 7 Haziran'da gösterdiği başarı ile Türkiye çapında yakaladığı meşruiyet onu savaşı durdurabilecek bir lider konumuna getirmiştir. DTK/DBP/HDK/HDP Eş başkanlarının "size savaş yaptırmayacağız" fotoğrafının içinde Demirtaş ve Hatip Dicle'nin olmayışı bir eksiklik değil mi? 
Öcalan'ın Konumu

Devletin ve NATO'nun Öcalan'dan beklediği "PKK'ye silah bıraktırmasıdır." 1999'dan 2015 Yılına kadar geçen sürede bunun gerçekleşmeyeceği görüldü. Son iki yıldır devreye konulan BDP/HDP-İmralı Heyetiyle de silah bırakma olayı gerçekleşmedi. Bu bakımdan Öcalan'ın siyasal müdahalesinin fiziki koşulları kalmamıştır. 

Barzani'den ve Rojava'dan Beklentiler

2003'ten sonra Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(KBY), 2012'de ise Suriye'de Kürt Kantonlarının kurulması Kürt meselesini Kürdistan meselesi haline getirmiştir. Bu da Kürt meselesini uluslararası bir sorun haline getirmiştir.(Cuma Çiçek Ulus, Din, Sınıf Türkiye'de Kürt Mutabakatının İnşaası s. 292 İletişim Yayınları) IKB'nin kurulması, Dünyanın dört bir tarafındaki Kürtler için, özellikle Türkiye'deki Kürtler için önemli bir politik merkez durumundadır. 

Her ne kadar Türkiye Kürdistan'ındaki etkin politik hareket bunu etkilerinden uzak olduğunu gösteren bir söylem içinde olsa da bu gerçeklik değişmez. Devletleşme arifesinde olan KBY'nin ABD nazarında da Türkiye nazarında da itibarı bulunmakta dır. Başbakan Davutoğlu'nun Irak Kürdistan'ındaki PKK'ye hava saldırısından sonra Mesut Barzani ile görüşmesini bu kapsamda ele almakta fayda vardır. Her ne kadar Türk Başbakanı, Barzani ile yaptığı görüşmeyi saptırmış ise de bizzat Barzani tarafından yapılan bu açıklamayı dikkate almak en doğru yoldur: "Yıllarca süren barış süreci bir saatlik savaştan daha iyidir. Bu durum riskli ve kaygı vericidir. Sürecin daha fazla kargaşaya yol açmaması lazım. Irak Kürdistan Yönetimi olarak gelişmelerin kaygı verici bir duruma düşmemesi için adımlar atacağız. Tekrar diyalog masasına dönülmesi için elimizden geleni yaparız. PKK ile Türkiye arasında gerilimin tırmanmaması için bugüne kadar elimden geleni yaptım, bundan sonrada yapmaya devam edeceğim." Görüleceği gibi Türk devleti ile KSH hareketi arasındaki gerilimin düşmesinde etkili olabilecek en etkili güç KBY'dir. HDP'nin bu siyasal gerçeklik karşısında KBY ile ilişkiler kurması gerekmektedir. 

Çünkü ABD/Türkiye ile aynı anda ilişki kurabilen özelliği ile Barzani'den başka lider var mı? 

***

KOALİSYON GÖRÜŞMELERİ VE ERDOĞAN'DAN KAYNAKLANAN ZORLUKLAR

KOALİSYON GÖRÜŞMELERİ VE ERDOĞAN'DAN KAYNAKLANAN ZORLUKLAR

 

Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
17.07.2015 
Koalisyon hükümetinin kurulmaması durumunda, Türkiye yeni bir seçim sürecine girecektir. Seçim sürecine damga vuracak husus AKP/MHP çekişmesi olacaktır. 
MHP, 7 Haziran gecesi belirlediği "yeniden seçim" stratejisini istikrarlı bir şekilde savundu. MHP'nin AKP ile koalisyon hükümeti kuracağı olasılığını ortadan kaldırdı. Mevcut duruma göre AKP/HDP koalisyonu imkansız, AKP/CHP koalisyonu ise zayıf görünüyor. AKP'nin liderliğie devam eden CB Erdoğan'ın sürekli olarak seçimi kastederek "milleti" adres göstermesi, 2015 yılının son aylarına doğru "yeniden seçim" gündeme gelmiş durumdadır. 

Yapılacak seçimlerde sağ/sol bloklaşma anlamında AKP+MHP ile CHP+HDP oylarında HDP'de AKP'den gelebilecek oylar haricinde ciddi bir artış olmayacaktır. Hatta, HDP 7 Haziran'dan farklı olarak büyük şehirlerde yaşayan laik kesimlere yönelik olarak özgürlükçü laiklik konusunda söylem ve aday düzeyinde açılımlar içine girerse CHP'yi biraz daha gerileterek oyunu yüzde onbeşin üzerine çıkararak Mecliste MHP'den daha fazla sandalyeye sahip olabilir. 

7 Haziran seçimlerinde MHP'nin söylem ve aday belirlemedeki tavrı Türk/İslam sentezindeki İslam yönünün ağırlık kazanması şeklindeydi. Bir anlamda AKP nasıl ki, Türklük yönüne ağırlık verdiyse, MHP İslami yöne ağırlık vermeye başladı. Öyle görülüyor ki, seçimlere damga vuracak husus da AKP/MHP çekişmesi olacaktır. MHP'nin 7 Haziran'dan sonra Türk/İslam büyük davasından söz etmiş olması, MHP'ye daha fazla ideolojik malzeme sunuyor. MHP Genel Başkanının diğer partilerden fazla "Kadir Gecesini" sahiplenir yönündeki tavrı, İslamcılık yönüyle MHP'nin daha fazla ön plana çıkacağını gösteriyor. 

Neredeyse aradan bir yıl geçti. AKP, sahip olduğu kitlesel desteğe rağman, gerçek anlamda işleyen bir parti haline gelemedi. Erdoğan, genel başkanken parti olup olmadığı niteliği o kadar önemli değildi. Erdoğan'ın genel başkanlığında olduğu dönemde, AKP'nin kuruluşunda yer alanların etkili olduğu düşünülürse, o dönem itibarıyla AKP şimdiye göre daha fazla parti görüntüsünde idi. Kaldı ki, liderin parti üzerindeki ağırlığını anti demokratik olarak nitelemek mümkün değildir. Sorun, CB olmuş birinin AKP'nin genel başkanı ve yönetimi üzerinde vesayet kurmasıdır. Bunun devam etmesi veya başka bir biçime bürünmemesi halinde yapılacak seçimlerde AKP'nin daha fazla gerilemesiyle sonuçlanabilir. 

Gerek CHP ve MHP'nin gerekse HDP'nin AKP ile ilgili olarak koalisyon görüşmeleri ni yürütürken, AKP'deki bu siyasi gerçekliği kabul etmeleri gerekmektedir. Erdoğan'ın konumu sıradan bir CB'lığı değildir. 7 Haziran seçimlerini yönlendiren, aday belirlemesini doğrudan yapmış bulunan Erdoğan'ın oluşabilecek koalisyon hükümetini kendi başına bırakması mümkün değildir. Bunu aksini yapacak olan da Erdoğan'dan başkası değildir. Bu nedenle, Davutoğlu'nun koalisyon görüşmeleri öncesi, "Erdoğan'ı tartıştırmayız" tavrı kabul edilebilir bir tavır değildir. 
Bu anlamda, siyasi olarak MHP'nin tavrı politik gerçeklere daha uygundur. Koalisyona en yakın görünen CHP ve "yapıcı muhalefet edeceğini" söyleyen HDP'nin tavrı politik gerçeklere uygun değildir. Bu şekilde oluşacak AKP/CHP koalisyonunun uzun ömürlü olması mümkün olmadığı gibi yapılacak erken seçimlerde özellikle CHP'ye pahalıya mal olabilir. Bundan AKP'nin de karlı çıkmayacaktır. Bu da Türkiye'deki siyaseti çıkmaza sokacaktır. Erdoğan'ın bu gerçekleri görüp, kendi konumuna çekilmeli, çoğunluğu sağlamamış AKP'yi eskisi gibi yönetmeyeceği gerçeğini kabul etmelidir. Ancak bu şekilde Türkiye'de normalleşme yaşanabilir. Erdoğan'ın bayram namazı çıkışından sonra HDP'yi küçümser tarzda"Uzantı" olarak nitelemesi ve "Dolmabahçe mutabakatını tanımıyorum" şeklinde söylemine devam ediyor oluşunun üzerine söylenecek söz hala kalmış mı? HDP, Davutoğlu'nun söylediklerine değil, Erdoğan'ın söylediklerine bakmalıdır. Bir de Davutoğlu'nun yanında başka AKP'li yokmuş gibi sicili kırık Yalçın Akdoğan ve Efkan Ala ile HDP'yi ziyaret etmesi üzerinde de düşünülmelidir. HDP, gerçekleşecek AKP/CHP koalisyonundaki Erdoğan'ın derin rolünü görerek tavrını göstermelidir. 

Aksi durumda, çözüm süreci denilen süreç, kısır döngüye dönüşmekten başka bir hal almayacaktır. 

***

" TÜRKİYE 'NİN HÜKÜMETSİZ KALIŞI " HDP'NİN DERDİ OLMAMALIDIR,

"TÜRKİYE'NİN HÜKÜMETSİZ KALIŞI" HDP'NİN DERDİ OLMAMALIDIR

 
Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
12.07.2015 

7 Haziran seçimlerinin en önemli sonuçlarından biri de Türkiye'de "sağcılaşma" trendinin yavaşlaması, az da olsa solculaşmanın varlık göstermesidir. MHP'nin 12 Eylül 1980 öncesi rolüne dönüş yapmasının en önemli belirtisi, Türkiye'de olası "solculaşmayı" önlemek içindir. MHP, bunu o dönemde Türkiye'yi "milliyetçi cephe(MC) hükümetlerine mahkum ettiyse, 7 Haziran seçimlerinde yapmak istediği de aynıdır. 

7 Haziran seçimleriyle birlikte ulusalcı/milliyetçi kalıntılarından büyük bir hasar görmeden çıkan CHP'nin MHP konusundaki beklenti ve yanılgısı, CHP'yi yeniden ulusalcı/milliyetçi yöne savrularak Türkiye'deki solculaşma trendi tersine dönebilir. İster AKP ile isterse MHP ile birlikte kurulacak herhangi bir koalisyon CHP'yi "sağcılaştırmaya" alet etmeye devam edebilir. 

7 Haziran'da çıkan sonuç "solculaşma" adına büyük bir atılım olsa da, alınan sonuç "sol" bir iktidara olanak sağlayamadı. Bu nedenle çıkan sonuç, ne CHP'ye ne de HDP'ye iktidar yolunu açmıştır. HDP ve CHP'ye verilen rol muhalefet rolüdür. Muhalefeti büyüterek iktidara yürüyüş kolaylaşabilir. 

MHP ve AKP'nin Meclis Başkanının seçimlerinde gösterdikleri örtülü birliktelik, koalisyon hükümetinin kuruluşunda daha da açık hale gelebilir. 

MHP, olması zor olsa da içinde CHP veya HDP'nin bulunabileceği hükümet modellerini engelleyebilmek için Meclis Başkanlığı seçimine benzer tavırlar geliştirebilir. CHP'nin de HDP'nin de MHP'nin bu siyasal eğilimini bilerek, hangi sebeplerle olursa olsun, AKP'yle herhangi bir hükümet pazarlığına girmemesi gerekir. Ancak öyle anlaşılıyor ki, CHP koalisyon hükümeti için çok istekli. Özellikle, Davutoğlu'nun hükümet kurma görevi aldıktan sonra "HDP'yle görüşmenin usulen olacağını" söylemiş olması, CHP'nin de bu söylem karşısında bir şey dememiş olması, yüzde 13 oy almış bulunan HDP'nin tıpkı AB'nin Nisan ayındaki Ermeni Soykırımı ile ilgili kararı konusunda AKP+CHP+MHP birlikteliğine benzer bir durum söz konusudur. Bu durumda, CHP'yi mevcut durumuyla sol siyaset yürüten bir parti olarak görmemek gerekiyor. Bu durumda sol siyasetin merkezinin HDP'ye doğru olacağı kuşkusuzdur. Yunanistan'da on yıllarca sol olarak görülen PASOK'un SYRIZA'nın çıkışı karşısında yüzde üçlere doğru gerilemesi Türkiye'deki siyaset için de örnek gösterilebilir. 

Türkiye'deki sağcılaşma/muhafazakarlaşmaya karşı en önemli tepki 1989'da yaşandı. Bu dönem, Özal ve ANAP'ın üstünlüğünü kaybetmesi ve bir çok yerel yönetimlerin SHP'nin eline geçmesi şeklinde yaşandı. SHP, ilk kez genel seçimlerde iktidar şansını yakalayabilirdi. Başta Kürt sorunu olmak üzere, devletin yeniden yapılandırmasa SHP'de yaşanan siyasetsizlik bu fırsatın kaçmasına sebep oldu. SHP'nin, HEP ile ittifak yaparak, Kürt siyasetini meclise taşıması dahi bu fırsatın yakalanmasına yaramadı. Tersine, SHP giderek CHP'leşti. Süleyman Demirel'e payanda olarak ona yeniden başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yolunu açtı. Bu şekilde, siyasal İslam'ın yerel yönetimde başarı göstermesinin yolunu açtı. 1991-1995 yıllarında yaşananlar ne yazık ki, içinde SHP/CHP'nin bulunduğu bir koalisyon hükümeti iş başındayken oldu. Madımak Katliamı, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Musa Anter ve nice faili meçhul cinayetler bu dönemde oldu. 

AKP'nin 7 Haziran öncesinde HDP'ye savaş açmasını, mitinglerinin havaya uçurulmasına zemin hazırlamasını, Kürt halkı AKP'yi cezalandırarak cevabını verdi. Son Türk partisi kalıntılarını AKP şahsında sildi süpürdü. HDP'nin Kürt halkının AKP'ye karşı ortaya koyduğu bu sonuca göre, AKP ile birlikte adı anılmaya başlarsa, bu başlangıç AKP'nin başka bir deyişle Türk siyasetinin Kürdistan'da yeniden hayat bulmasıdır. MHP'nin örtülü yardımı ile meclis başkanlığını elde etmiş bir AKP'den Kürtlerin çıkarları doğrultusunda hareket edeceği beklentisi içine girmek Kürt siyasetine kaybettireceği açıktır. Bu nedenle, HDP'nin kiminle olursa olsun, koalisyon dilenciliğine girmesine gerek yoktur. Hatta, HDP'nin Türkiye için hangi koalisyonun "hayırlı" olacağını söylemesi de gereksizdir. Türk siyaseti nasıl olsa kendisine bir yol çizecektir. Hangi yol çizilirse çizilsin, Türkiye'de ve Ortadoğu'da oluşan Kürdistan siyasal gerçekliğini göz önünde bulundurmaktan başka çıkış yolu yoktur. HDP, bu siyasal gerçekliğin bilincinde olduğu müddetçe büyüyecek, büyüdükçe Türkiye siyasetinde daha büyük rol oynayacaktır. 

7 Haziran bunun için başlangıçtır. HDP, bu seçimdeki başarısıyla " Otoriterleşme ve Totaliterleşmeyi" önlemekle kalmadı; aynı zamanda "sağcılaşma / muhafazakarlaşmaya" da dur dedi. Bunun etkileri, koalisyon hükümeti kurulmadan görülmeye başlandı. HDP'nin gösterdiği başarı demokratik siyaset ve demokratik liderliğin başarısıdır. Bu başarıyı sağlayan Kürt halkının demokratik duyarlılığı, siyasetin bu zeminde devamını istemektedir. Bunu sağlamak da HDP'nin kendi iç demokratik yapısını oluşturmasına bağlıdır. 

Baraj aşma telaşı, zaman azlığı bu seçimde "aday belirlemede" halkın bir avansı olarak değerlendirilmelidir. Bundan sonra ki seçimlerde aynı yöntemle başarı gösterilmeyebilir. HDP, başarısıyla Türkiye'yi maceradan korudu ancak kendi iç macera tehlikesi halen devam ediyor. Seçimlerden de seçimlerin yenilenmesinden de korkulmamalıdır. 

Kısacası, "Türkiye'nin hükümetsiz" kalışı, HDP'nin derdi olmamalıdır. 

***