BİR DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİR DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2021 Perşembe

ŞİDDETE GERİ DÖNÜŞE KARŞI BARIŞ HALEN MÜMKÜN MÜ? SON OLAYLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

ŞİDDETE GERİ DÖNÜŞE KARŞI BARIŞ HALEN MÜMKÜN MÜ? SON OLAYLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME



Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
26.07.2015 

Davutoğlu, PKK'nin Irak Kürdistan'daki mevzilerine yoğun hava saldırılarını Ceylanpınar ve Diyarbakır'da öldürülen polisleri bahane olarak gösteriyor ise de operasyonun kapsamı, HDP'nin siyasi kadrolarının kitlesel bir şekilde gözaltına alınmaları dikkate alındığında, geçmişten hazırlığı yapılıp, kararlaştırılmış bir durumun olduğunu söylemek mümkündür. Aslında AKP, 7 Haziran'da tek başına hükümeti kurabilecek bir çoğunluğu elde etseydi bu operasyonları seçimlerden sonra yapacaktı. HDP'nin yüzde on barajını aşıp, AKP'yi yenilgiye uğratması, bu operasyonların kapsamlı olarak uygulanmasını geciktirdi. Gerçi Ağrı Diyadin'de bu operasyonun izleri vardı. Aynı şekilde Dağlıca Bölgesine yoğun top atışları yapılıyordu. Yine Adıyaman'da Gerilanın takibi sonucunda bir çatışma yaşandı. Bu çatışmada bir asker hayatını kaybetti. 

Türkiye'nin Kürt Hareketine karşı topyekün savaşma düşünce ve iradesi, CB Erdoğan'ın, Rojava'daki Cizire ve Kobani Kantonları arasında bulunan Tel Abyad (Gire Spi)'ın IŞİD'den temizlenip, YPG'nin denetimine geçmesi üzerine, "Bedeli ne olursa olsun oluşabilecek Kürt koridoruna izin vermeyeceğiz" çıkışıdır. Erdoğan'ın bu çıkışından sonra Kobani'de 200 kişininin ölümüyle sonuçlanan katliam ve 20 Temmuz'da Suruç'ta çoğunluğu üniversiteli gençlerden oluşan topluluğa yönelik katliam Erdoğan'ın çıkışının somut sonuçlarıdır. Aslında Kürt hareketinin bunu görüp, tek taraflı ateşkesi sürdürmelerinin koşullarının kalmadığını görmeleri gerekirdi. 

Kürt Hareketi, Irak Kürdistan'ındaki mevzilerine yönelik yoğun bombardımana rağmen, bu saldırıların oluşunu, Türk devletinin bir faaliyeti olarak değil de, Erdoğan'ın diktatörlüğü olarak görüyor. Erdoğan kendisini halkın doğrudan seçtiği bir başkan olarak görüyor ve Türk devletini temsil ettiğini söylüyor. Söylemi, tipik sömürgeci Türk devleti söylemidir. Onu, Türk devletinden kopuk olarak değerlendirmek doğru değildir. Başka bir deyişle Erdoğan, Türk devletinin gerçek yüzüdür. 

DTK/DBP/HDK/HDP/İmralı Heyetinin "Size savaş yaptırmayacağız" başlığıyla yapılan açıklama incelendiğinde de benzer bir şekilde Devlet, "Tayyip Erdoğan örgütü" olarak tanımlanarak, Barış ve demokrasi için seferberlik çağrısı yapılmış tır. Savaşlar bir kişinin çılgınlığıyla yapılmadığı gibi bir kişi veya grubun iyimserliği ile de barış gelmez. Savaşın da barışın da kendi dinamikleri vardır. 
Erdoğan'ın Rojava'yı kast ederek "Kuzey Irak'tan sonra Kuzey Suriye istemiyor um" ve "Bedeli ne olursa olsun Kuzey Suriye'ye izin vermeyeceğiz" Türk devletinin en önemli stratejik dinamiğidir. Konumu itibarıyla bunu en iyi temsil eden de Erdoğan'dan başkası değildir. Erdoğan bunu yaparken, Anayasa'daki konumunun dışına da çıkmaktadır. Yargı, bürokarsi, CHP ve MHP de bunu bilmektedir. Hatta, CHP buna destek olmaktadır. 
En büyük tutuklama dalgasının ve hava operasyonlarının CHP'yle koalisyon görüşmeleri devam ederken olması bunun en açık örneğidir. Her ne kadar HDP, CHP/AKP koalisyonuna karşı "yapıcı muhalefet yapacağını" söylemiş ise de oluşacak CHP/AKP Koalisyonunun Kürt muhalefeti için SHP/DYP koalisyonuna benzeme ihtimali oldukça yüksektir. Davutoğlu'nun Hava saldırılarıyla ilgili basın açıklamasına Kılıçdaroğlu'na teşekkürle başlamış olması sıcak ilişkinin işaretlerini taşıyor. Öyle anlaşılıyor ki, oluşabilecek AKP/CHP koalisyonu ile "ateşteki kestaneler" CHP'ye toplatırılacak. 

Nedense Kılıçdaroğlu'nun CHP'ye genel başkan oluşu, HDP çevresinde CHP'ye yönelik bir iyimserlik havası oluştu. Kürt toplumunda bunun karşılığı olmasa da Kılıçdaroğlu'lu bir CHP'nin geçmişteki CHP'den farklı olabileceğine inanıldı. Kılıçdaroğlu da CHP'nin başına "yeni" sıfatını ekleyerek bu algının oluşmasına hizmet etti. Oysa yeni CHP'nin uygulamalarına bakıldığında "eski" CHP'den farklı olmadığı, hatta geleneksel ilkelerinden dahi yoksun olduğu görüldü. Bunun ilk örneği 2011 seçimlerinden sonra "yemin krizinde" ortaya çıktı. CHP, meclisi boykot kararından geri adım atarak BDP'yi yalnız bıraktı. Benzer bir durum 2014 CB Seçimleri öncesinde de yaşandı. Bir süre HDP ile CHP arasında ortak aday belirleme görüşmeleri oldu. Ne olduysa, sanki HDP ile CHP arasında ortak aday görüşmeleri yokmuş gibi MHP'yle yapılan mutabakat gereği çatı adayı olarak gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu ortaya çıktı. CHP'nin yaptıkları bununla sınırlı olmadığı halde, HDP'nin AKP/CHP Koalisyonunu desteklemesinin anlamı olabilir mi? 

Askeri Vesayet NATO ile Geri Dönüyor

İncirlik üssünün ABD'ye açılmış olması, Türkiye'de NATO aracılığı ile Askeri Bürokrasinin siyaset üzerinde söz söyleyebilecek konuma gelmesidir. Başka bir deyişle CB'nin ve hükümetlerin askeri vesayeti yeniden kabul etmeleridir. Ağustos'ta yeniden belirlenecek komuta konseyi son 15 yılın en politik komuta konseyi olacaktır. Uzun vadede bundan en büyük zararı da AKP görecektir. Balyoz affı ve özürü AKP'yi kurtarmaya yetmeyecektir. Türkiye'nin KSH'ne yeniden savaş açmasındaki bu yön dikkatten kaçılmamalıdır. MHP bunu bildiği için her türlü koalisyondan kendisini uzak tutmaktadır. Askeri komuta konseyinin yeniden etkili olmasının en önemli yansıması, HDP'nin siyasal ağırlığının düşmesi, KCK'nin silahlı ağırlığının yükselmesi şeklinde olması kaçınılmazdır. 

Türkiye'nin Irak Kürdistan'ındaki KCK mevzilerine yoğun bombardımanından sonra KCK'nin "Topyekün saldırıya karşı topyekün direniş" açıklaması yapması bu eğilimin oluşmaya başladığını gösteriyor. Bu durumda DTK/DBP/HDK/HDP'nin AKP ve Erdoğan'a hitaben "size savaş yaptırmayacağız" söylemleri ne kadar gerçekçi olabilir ki? 

Barış Mümkün Olabilir mi?

KCK'nin "topyekün saldırıya karşı topyekün direniş" içeren açıklamanın satır araları incelendiğinde barışın olabileceğinin işaretleri vardır. Açıklamada "Hareket olarak Apo'nun 2013 Newroz çağrısına hep bağlı kaldığımız gibi" ibaresinin olmuş olması, çatışmaların yeniden başlaması kararı için Öcalan'ı bekledikleri şeklinde yorumlana bilir. Ancak Devlet veya NATO güçleri Öcalan'a bu imkanı sağlayabilirler mi? Yine açıklamada Suruç katliamına misilleme olarak yapılan öldürme eylemlerinin "merkezin kararı dışında bazı yerel birimlerin ani olarak yaptığı eylemlerin ateşkesin bozulduğu anlamına gelmediğinin" belirtilmiş olması da KCK'nin ateşkesi sonlandırmak istemediği şeklinde yorumlansa da Ceylanpınar'daki iki polisin öldürülme olayının zaman geçmeden üstlenmesi, bu olayın oluşunun merkezi mi yerel mi olduğu konusundaki şüpheyi merkeze doğru götürdüğünü de kabul etmek gerekiyor. En önemlisi KSH'ne olağanüstü ivme kazandıran Selahattin Demirtaş üzerinde estirilen savaşı da görmek gerekiyor. 

KSH'ni en geniş anlamıyla temsiliyet gücü olan Demirtaş'ın izole edilmeye çalışılıyor olması savaş isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor. CB Seçimlerinde büyük bir meşruiyet elde eden Demirtaş'ın 7 Haziran'da gösterdiği başarı ile Türkiye çapında yakaladığı meşruiyet onu savaşı durdurabilecek bir lider konumuna getirmiştir. DTK/DBP/HDK/HDP Eş başkanlarının "size savaş yaptırmayacağız" fotoğrafının içinde Demirtaş ve Hatip Dicle'nin olmayışı bir eksiklik değil mi? 
Öcalan'ın Konumu

Devletin ve NATO'nun Öcalan'dan beklediği "PKK'ye silah bıraktırmasıdır." 1999'dan 2015 Yılına kadar geçen sürede bunun gerçekleşmeyeceği görüldü. Son iki yıldır devreye konulan BDP/HDP-İmralı Heyetiyle de silah bırakma olayı gerçekleşmedi. Bu bakımdan Öcalan'ın siyasal müdahalesinin fiziki koşulları kalmamıştır. 

Barzani'den ve Rojava'dan Beklentiler

2003'ten sonra Irak'ta Kürdistan Bölgesel Yönetiminin(KBY), 2012'de ise Suriye'de Kürt Kantonlarının kurulması Kürt meselesini Kürdistan meselesi haline getirmiştir. Bu da Kürt meselesini uluslararası bir sorun haline getirmiştir.(Cuma Çiçek Ulus, Din, Sınıf Türkiye'de Kürt Mutabakatının İnşaası s. 292 İletişim Yayınları) IKB'nin kurulması, Dünyanın dört bir tarafındaki Kürtler için, özellikle Türkiye'deki Kürtler için önemli bir politik merkez durumundadır. 

Her ne kadar Türkiye Kürdistan'ındaki etkin politik hareket bunu etkilerinden uzak olduğunu gösteren bir söylem içinde olsa da bu gerçeklik değişmez. Devletleşme arifesinde olan KBY'nin ABD nazarında da Türkiye nazarında da itibarı bulunmakta dır. Başbakan Davutoğlu'nun Irak Kürdistan'ındaki PKK'ye hava saldırısından sonra Mesut Barzani ile görüşmesini bu kapsamda ele almakta fayda vardır. Her ne kadar Türk Başbakanı, Barzani ile yaptığı görüşmeyi saptırmış ise de bizzat Barzani tarafından yapılan bu açıklamayı dikkate almak en doğru yoldur: "Yıllarca süren barış süreci bir saatlik savaştan daha iyidir. Bu durum riskli ve kaygı vericidir. Sürecin daha fazla kargaşaya yol açmaması lazım. Irak Kürdistan Yönetimi olarak gelişmelerin kaygı verici bir duruma düşmemesi için adımlar atacağız. Tekrar diyalog masasına dönülmesi için elimizden geleni yaparız. PKK ile Türkiye arasında gerilimin tırmanmaması için bugüne kadar elimden geleni yaptım, bundan sonrada yapmaya devam edeceğim." Görüleceği gibi Türk devleti ile KSH hareketi arasındaki gerilimin düşmesinde etkili olabilecek en etkili güç KBY'dir. HDP'nin bu siyasal gerçeklik karşısında KBY ile ilişkiler kurması gerekmektedir. 

Çünkü ABD/Türkiye ile aynı anda ilişki kurabilen özelliği ile Barzani'den başka lider var mı? 

***

6 Temmuz 2017 Perşembe

DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME


DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNA İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME 

Battal YILMAZ 

Ahi Evran Üniversitesi,İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü 

Öğretim Üyesi, Yrd.Doç.Dr. 

E-posta: battalyilmaz40@hotmail.com 

Özet 

Darbeleri araştırmak üzere TBMM’nin 11 Nisan 2012 günlü toplantısında 4 partinin önerisi ile darbeleri ve muhtıraları araştırmak üzere Anayasa’nın 
98.maddesi ile TBMM içtüzüğünün 104. ve 105. maddeleri gereğince bir meclis araştırma komisyonu kurulmuştur. Araştırma üç alt komisyon şeklinde yapılmış tır. Birinci alt komisyon “27 Mayıs 1960 Darbesi ve 12 Mart 1971 Muhtırası” , İkinci alt komisyon “12 Eylül 1980 Darbesi” üçüncü alt komisyon ise 
“28 Şubat ve 27 Nisan Müdahale süreçlerini” incelemiştir. Komisyonun 1960’dan beri Türkiye’de temsili demokrasinin kesilmesine ve yara almasına neden olan demokrasi dışı müdahalelerin incelenmesi darbelerin siyasi hayattan izolasyonu hatta bir daha hiç gündeme gelmemesi için toplumsal ve siyasal bilincin oluşturulması, yakın tarihe ışık tutarak şeffaflaşmaya hizmet etmesi beklenmekte dir. Bu çerçevede Komisyon yaptığı incelemeler ve dinlediği 
tanıkların sonucunda nihai raporunu 28 Kasım 2012 tarihinde TBMM Başkanına sunmuştur. Ancak komisyonun yaptığı çalışmaların sonucunda hazırladığı sonuç 
raporu üzerinde tartışmalar devam etmektedir. 
Tartışmalar genellikle komisyonun darbelerin arka planını sunmaktan öte darbelere dayanak olarak iç siyasi gelişmeleri kronolojik olarak sıraladığı, sınırlı kapsamda dış dinamiklerin etkisini(ABD ve NATO) ortaya koyduğu ve darbelerin ekonomik gerekçelerini tüm yönleri ile sunmaktan uzak olduğu şeklindedir. Bu çerçevede çalışmanın konusunu Darbeleri Araştırma Komisyonu ile ilgili tüm bu iddia ve isnatları değerlendirmek oluşturmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Demokrasi, Şeffaflık, Darbeler, Araştırma Komisyonu. 


Giriş 

Askeri darbeler, hem gelişmekte olan demokrasilerde hem de totaliter rejimlerde çok yaygın olarak görülmektedir. Aynı zamanda askeri darbeler oldukça  karmaşık bir olgudur ve tek bir değişkenle açıklanması mümkün değildir. Askeri darbelerde tarihsel, politik, ekonomik, kişisel, askeri, etnik ve kültürel 
faktörler(Önder,2010) ile birlikte askeri yapı, örgütlenme biçimi ve eğitimle aşılanan amaçları ile bazı müdahale dürtüleri taşımakla birlikte, Türkiye’de 
varolan siyasal kültürde bunları destekler özelliklere sahiptir. Ancak, her darbe, bazı koşulların bu dürtüleri harekete geçirmesiyle gerçekleşmiştir. Türkiye’nin 
siyasal kültürü ve siyasal yönetimin meşruiyetini yitirmiş olması, bir yandan orduya hareket serbestisi sağlarken, diğer yandan şiddetli ve güçlü bir muhalefetle karşılaşmamasına yardımcı olmuştur(Örs, 1996; 97). 

Askeri darbelerin Türkiye’de ortaya çıkış gerekçelerini farklı biçimlerde değerlendirenler bulunmaktadır. Bunlardan Çiğdem, siyasal sistemin darbeye 
müsait bir yapı olduğunu ifade ederek, Türkiye’de yürürlükteki siyasal sistemin askeri-sivil bir bürokrasi ve bu tabakanın toplumsal destekçilerinin egemen 
olduğu patrimonyal bir vesayet rejimine dayandığını ifade etmektedir(Çiğdem, 2009; 95). 

İnsel(2006;56), paralel bir biçimde askeri darbeleri TSK’nın kendisini siyasal parti olarak görmesinin sonucu olarak değerlendirmektedir. Ona göre, Türkiye’de askeri darbeler TSK’nın ‘’kendisi için varolan pretoryan zümre’’ olarak görmesinin ve zaman zaman özgün bir siyasal parti görünümünde olmasının 
sonucudur. Söz konusu zümre otoriter özellikleri ağır basan cumhuriyet rejiminin nihai dayanağı işlevini görmekte ve bu rejim tarzının toplumsal tahayyülde hakim konumda yer almaya devam etmesini sağlamak gibi bir misyonu temsil etmektedir. Öztürk(2006;220-221) ise, TSK’nın siyasal görünüme sahip olmasını dış politika koşullarının sonucu olarak görmekte, NATO üyeliğinin ve bu çerçevede askeri veçhesi ağır basan Türk-Amerikan ilişkilerinin Türk iç ve dış 
politikalarındaki ağırlıklı yeri nedeniyle, TSK’nın ulusal sistem içinde etkin bir yere sahip olduğu ve bu etkinliğin TSK’ya sınırlı bir siyasal görünüm 
kazandırdığını ifade etmektedir. 

 Sözü edilen gerekçelerin yanısıra darbeleri araştırma komisyonu 27 Mayıs 1960’tan 27 Nisan e-muhtırasına kadar askeri darbeleri dönem tanıklarını 
dinlemek suretiyle rapora bağlamıştır. 

1. 27 Mayıs Darbesi 

Darbeleri araştırma komisyonu, 27 Mayıs 1960 darbesine ilişkin üçlü sacayağını (iç politikada kronolojik olarak sunulan olaylar silsilesi ile bu olaylarda iktidar ve muhalefetinin tutumu, ekonomik gerekçeler ve buna bağlı olarak dış politikada kısmen yaşanan eksen değişikliğini) gerekçe olarak belirtmiştir. 

Söz konusu rapor, Türkiye’de yaşanan bütün darbelerin aslında ekonomiyle önemli ölçüde iç içe olduğu tezi ile hareket etmiş (2012;135) ve 27 Mayıs 
darbesinin ekonomik gerekçesi olarak da 1954’ten itibaren Demokrat Partinin iktisadi kriz yaşamasını, krizin 1956’da ithalatın sıkıştığı, 1958’de devalüasyon ve 
istikrar politikasının uygulanmasına yol açan bir süreçle devamının ilk cuntaların kurulduğu döneme denk geldiğini ve Demokrat Partinin özellikle ekonomik krizi 
çözme yönündeki arayışlarını çeşitlendirme yönünde dış politikada attığı adımların darbe sürecini beraberinde getirdiğini ortaya koymuştur. 

Bu çerçevede 27 Mayıs darbesine gerekçe olarak söz konusu raporda(2012;255-256). dış politikada Sovyet Rusya ile yakınlaşma girişimlerini ve Menderes’in 
yapacağı deklare edilen Moskova ziyaretini Sander'in ekonomik zorluklara bağladığı, Ahmad'in ABD’ye tehlikeli şantaj olarak nitelendirdiği, nihai olarak 
Tunçay'ın ise ekonomik nedenlere bağlamakla birlikte ABD’nin darbeye sessiz kalışını doğrudan bu gerekçeye dayandırdığı belirtilmiştir. Nitekim darbeden 
sonra Milli Birlik Komitesinin ABD elçiliğine NATO ve CENTO’ya başta olmak üzere uluslararası yükümlerini getirme taahhüdünde bulunmasının ABD’nin 
kurulan hükümeti tanımasında etkili olduğu bilinmektedir(Akalın, 2000;183-184). 


Yine komisyon raporunda ifade edilen hususların(ekonomik ve dış politikaya bağlı gerekçeler ile kronolojik olarak sunulan iç politika gelişmelerinin) yanı sıra 
kimi gerekçelerin üzerinde fazlaca durulmadığı dikkati çekmektedir. 

Bu çerçevede farklı gerekçelerle darbelerin arka planını ortaya koyan Dursun(2001;37) yaptığı değerlendirmede, Türkiye’de varolan siyasal kültür, muhalefete tahammülsüzlük, halka güven duymamak, bir takım gelişmelerin ülkenin tehlikeye sürüklendiği şekilde değerlendirilmesi ve bu durumda kendi iradesiyle harekete geçilmesine inanılması ile siyasal elitin mevcut gelişmelerin ışığında geleceği iyi okuyamamaları ve uygun bir tavır sergileyememeleri ile Türk siyasal sisteminde merkez ile kenar arasında fay hattının karşıt değerler ve ilkeler üzerinde yükselmesi ve her iki kesimin temsilcileri arasında demokratik süreçlere ve değerlere öncelik tanıma konusunda farklı turumun darbeyi beslediğini iddia etmektedir. 

2. 12 Mart Muhtırası 

Askeri müdahalenin biçimi, amacı, askeri yönetim süresi gibi kriterlere göre sınıflayan E.Nordlinger’in sınıflamasından hareket eden Tachau ve  Heper (1983;19) 1971 muhtırasını ‘’arabulucu’’ tip askeri yönetime benzetmektedir. Ordunun sosyal ve ekonomik statükoyu korumak için sivil otoriteler üzerinde veto uygulama yetkisini kullanarak bazı yüzeysel değişiklikler yaptığını belirtmektedir. 

12 Mart Muhtırasına ilişkin darbeleri araştırma komisyonu raporunda dış politikanın rolüne ilişkin, Türkiye’de Sovyetler Birliği’nin iktisadi ve teknik 
yardımıyla pek çok büyük sanayi tesisi yapımının(Aliağa petrol rafinerisi, Seydişehir Aliminyum Tesisleri) ve Sovyetler ile soğuk savaş ortamında yapılan 
flörtün ABD’ce hoş karşılanmaması, ABD ile yaşanan haşhaş sorunu(tüm hükümetlerin ayak diremesine rağmen muhtıradan sonra kurulan hükümetce bir ay sonra yasaklandı), Filistin sorununda ABD’de ile farklı tutum geliştirme, ABD’nin altmışlı yıllarda zirve yapan Kıbrıs meselesindeki tutumundan 
kaynaklanan politikasının, Türk tarafında yarattığı güvensizlik, U-2 casus uçaklarının SSCB üzerinde yaptıkları uçuşların yasaklanmasının ABD’ce olumlu 
karşılanmaması gibi başlıklar gerekçe olarak ortaya konulmuştur(2012; 440-445). 

Dursun(2003;13), 12 Mart muhtırasına gerekçe olarak dış dinamiklerin etkisine ilişkin raporda belirtilen gerekçelerin yanı sıra Soğuk savaş dönemi devam 
etmekle birlikte bloklar arası detant(yumuşama) halinin verdiği iklimle birlikte Türkiye’nin bir yandan Batı ile ilişkilerini sürdürürken diğer yandan Sovyetler 
Birliği ile Ortadoğu, İslam Dünyası ve genelde üçüncü Dünya ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmesinin yani tek yanlı dış politika stratejisinden çok yönlü dış 
politika çizgisine geçişinin etkili olduğunu belirtmiştir. 

Komisyon raporunda dış politika gerekçelerinin yanında iç politika gerekçesi olarak eski DP’lilere af çıkarılması meselesine yer verilmiş ve bu çerçevede 
TBMM’de sürekli olarak tartışmalara neden olan af sorununun(Celal Bayar ve eski DP'li arkadaşlarının siyasal haklarına hukuken kavuşmaları) darbenin örtülü 
gerekçelerinden birini oluşturduğundan söz edilmiştir(2012;390). İç ve dış politika gerekçelerine ek olarak 12 Mart muhtırasında ekonomik gerekçe olarak 
1970 yılında yaşanan devalüasyona işaret edilmiş ve bu çerçevede askeri darbeler ile ekonomik krizler arasında doğrudan ilişki üzerinde durulmuştur (2012;650). 

3. 12 Eylül Darbesi 

Söz konusu raporda Türkiye'de bazı Latin Amerika ülkelerinde(Şili, Arjantin) görülen askeri darbelerde olduğu gibi askeri darbeler ile neoliberalizm olarak 
adlandırılan serbest piyasa odaklı iktisadi modele geçiş arasında bir ilişki olduğu üzerinde durulmuştur(2012; 650). Türkiye serbest piyasa ekonomisine 24 Ocak 
1980’de geçmiştir. 24 Ocak kararları, başlangıçta sadece ekonomiyi piyasa kanunlarına göre dönüştürmeyi amaçlamıştır. Ve bu süreçte sosyal kargaşanın 
yanı sıra, büyük şirketlerin hegemonyası ile birlikte küçük ve orta boy işletme lerin, tüketici ve ücretlilerin zarar görmesi beklenmiştir (Ahmad,1993;179). 
Piyasa dönüşümünün yanında 24 Ocak kararlarında sermaye birikim modelinde değişiklik yapılmakta ve ekonomiye istikrar kazandırmaya çalışılmıştır. Daha açık bir ifade ile ithal ikameci sanayileşme politikasından ihracata dayalı büyüme stratejisine geçilmiştir. Yeni sermaye birikim modeli ücretlerin reel olarak 
geriletilmesini gerektirdiği için yeni birikim modelinin mevcut siyasal yapı için oturtulması kolay değildir. Askeri darbe ile parlamenter demokrasi askıya alınıp 
siyasal örgütler(partiler, sendikalar vb.) işlevsizleştirerek asıl amacı bu olmasa da yeni birikim modelinin üzerinde yürüyeceği güzergah temizlenmiştir (Aydın,2007; 303-304). 

Komisyon raporunda darbenin dış politika ayağı ile ilgili olarak ABD’nin İran Devriminin sonucunda ortaya çıkan iktidar, Camp David anlaşması ile Arap 
Dünyasında yalnızlaşan Mısır’a Türkiye’nin destek olmasının beklenmesi, ülkedeki istikrarsızlığın Türkiye’yi Batı ittifakı dışına itecek bir siyasi dönüşüme 
yol açması yahut daha uzun ve derin bir karmaşaya sürükleyerek NATO’nun cephe ülkesini güç dengesi dışına itme riski, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali 
sonrası oluşan ortamda Çevik Kuvvet’e soğuk yaklaşılması, Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne yönelik veto, ABD’nin çok önemsediği liberalleşme adımları 
topyekün olarak ABD’nin çekinceleri olarak ortaya konulmuştur. Yine 1970-1980’li yıllarda ABD’nin dahli ile yapılan askeri darbeler (Şili, Arjantin, Bolivya, 
Güney Kore, Pakistan) ile Türkiye’de yapılan darbe arasında benzer şüphelerden hareket edilerek CIA’nin Ankara istasyon şefi olan Paul Henze’nin ülkesine 
darbeyi, “our boys did it” sözleriyle duyurduğu iddiasına yer verilmiştir(2012; 653-658). 

Komisyon raporunda 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili iç politika gerekçeleri olarak; 1977 yılından itibaren kötü ekonomik koşullar ve yaygın şiddet olaylarının 
hâkim olduğu ülkede sorunlara çözüm üretemeyen siyasal partilerin tutumlarıyla gergin, bunalımlı, karşılıklı inatlaşma boyutlarına ulaşmış, karşılıklı suçlayıcı 
açıklamalarla krizi daha da tırmandırdıkları, umutların tükenmekte olduğu bir tablo olduğu inancı(2012;724), 
6 Mart 1980’de görev süresi biten Cumhurbaşkanının yerine siyasi partilerin nafile turlar ile Cumhurbaşkanını seçememeleri ve böylece siyasi istikrarsızlığın devamına katkıda bulunarak darbeye gerekçe arayan TSK’nın adeta ekmeğine yağ sürmeleri sıralanabilir. 


4. 28 Şubat Darbesi 

28 Şubat süreci, Türkiye'de ordunun hükümete yapılacakları ve yapılmayacakları dikte etmek yoluyla askeri bürokrasinin demokratik sisteme müdahil olduğu bir 
post-modern darbeyi anlatmaktadır. Bu çerçevede 28 Şubat tartışmalarında genel olarak post-modern darbenin gerekçeleri ile ilgili bir konsensüs(oydaşma) 
bulunmadığından söz edilebilir. Örneğin Çaha(2004,114), Türkiye’de devletçi elit ile devlet rantından beslenen kesimlerin demokrasiyi kurmaktan çok rejimi 
kurtarmaya çalıştığını, demokrasi ile rejim arasında bir ayrım yaptığını ve bu rejim uğruna demokrasiyi rahatlıkla gözden çıkarabildiğini belirtmektedir.

Kocabaş(1998;12) ise 28 Şubat’a gerekçe olarak ekonomik temelli bir varsayımdan hareketle tekelci sermayenin pazar egemenliğini sağlayacak 
hükümeti kurulmasını göstermiş dayanak olarak da Behiç Kılıç’ın(21.12.1996 tarihli Akşam gazetesi) Atina’da Türk-Yunan İşadamları Ortak Konseyi 
toplantısında bir kısım Türk işadamlarının aldığı kararı açıklayan yazısında iş dünyasının birinci hedefinin hükümeti yıkmak, ikinci hedef tekelci sermayenin 
pazar egemenliğini sağlayacak hükümeti kurmak olduğunu ortaya koyduğuna işaret etmiştir. Şen (2000;117) ise gerekçe olarak uzun zamandır duyulan sermaye içi hiyerarşinin yeniden kurulma gereksinimi normal yollardan gerçekleştirilememesi olarak göstermiş ve çatışmanın sınıfsal boyutunu göstermiştir. Şen’e göre; 24 Ocak ve 12 Eylül sonrası uygulamalar sermayenin genel desteğini almakla birlikte, uygulanan politikalar kaçınılmaz olarak sermaye içi çatışmaları geliştirmiş ve dengeleri bozmuştur. Uzun zamandır duyulan sermaye içi hiyerarşinin yeniden kurulma gereksinimi normal yollardan 
gerçekleştirilememiştir. 1997, hiyerarşinin yeniden kurulma gereksiniminin aciliyet kazandığı bir yıl olmuştur. Olağan dışı mekanizmalarla süreç başlatıldıysa da, henüz tamamlanamamıştır. Hiyerarşinin yeniden kuruluşunda kendi konumunu güçlü kılmak isteyen çevreler, kitleleri bu mücadeleye alet etmeye çalışmışlardır. Kimi zaman kültürel, kimi zaman siyasal-ideolojik görüntü altında ortaya çıkan gerilimler üzerine yapılan değerlendirmelerde çatışmanın sınıfsal boyutu ihmal edilmiştir. Yaşanan kutuplaşmada kitlelerin karşı karşıya gelmesi, ordunun bu kez farklı bir tarzda müdahalede bulunmasına yol açmıştır. Ordu yönetime el koymasa da güçsüz hükümetler sayesinde etkili olmayı sürdürmüştür(Şen, 2000;117). 

Buna rağmen, komisyon raporunda darbenin arka planını ortaya koymak yerine 28 Şubat’a gelene dek iç politikada yaşanan gelişmeler kronolojik olarak 
belirtilmiş, medyanın sivil toplumun rolünden bahsetmiş, dışarıdan dönemin Refah-Yol hükümetine bakış üzerinde durulmuş ve ekonomik gerekçe olarak da 
sadece Refah-Yol hükümetinin 1996-1997 yıllarında uyguladığı ekonomi politikaları darbeye gerekçe oluşturan başlıklar olarak sıralanmıştır. 

Söz konusu komisyon raporunda ekonomik gerekçe olarak, kamu kaynaklarının nakit akışını düzenlemek amacıyla uygulamaya konulan havuz sisteminin rant 
üzerinden gelir elde edenleri rahatsız etmesi, memur maaşlarına %50 oranında zam yapılması, asgari ücrette artış yapılması ve bazı tarım ürünlerine de 
desteklemelerde ve karşılığında sunulan kaynak paketleri, ekonomik büyüme yanında enflasyonla mücadele, mali piyasalarda istikrarı sağlama ve vergi 
reformuna yönelik önlemler, reel borçlanma maliyetinin düşürülmesi amacıyla özellikle 1997 yılından itibaren hazinenin iç borçlanma politikalarında da yeni 
prensipler alma konusunda hazırlıklar uluslararası bazda İslam ülkeleri arasında ekonomik iş birliğini geliştirmek amacıyla en büyük 8 İslam ülkesi arasında D-8 
işbirliği olarak bilinen birliğin tesisine çalışılması ekonomik istikrarsızlığa bağlı olarak rant geliri elde eden kesimi rahatsız ettiği üzerinde durulmuştur(2012; 
1267-1269). 

Komisyon raporunda 28 Şubat sürecinin dış politika boyutu ile ilgili olarak ise (2012; 959) başta ABD olmak üzere dış güçlerin, resmi düzeyde Türkiye’den 
demokrasinin sekteye uğratılmaması koşuluyla, iktidarda bulunan Refah-Yol’un uluslararası alanda atmış olduğu bir kısım adımlardan rahatsızlıklarına dair 
açıklamalar yaparken, fiili bir darbeyi de destekleme eğiliminde olmadığı belirtilmiştir. Komisyon raporuna paralel bir biçimde Donat (1999;430) ; 28 
Şubat Kararlarının ardından Amerikan medyasının; askerlerin hükümeti sert şekilde uyardığını, askerlerin bundan sonraki uygulamaları izleyeceklerini 
belirttiğini, Türkiye ile Amerika arasında yürümekte olan pek çok işin ve bunların pek çoğunun askıya alındığını, sivil ve askeri otorite arasındaki çekişmenin 
sakıncalı olarak görüldüğünü nihai olarak Amerika’da Türkiye imajının pek düzgün olmadığını belirtmektedir. 

Yine 28 Şubat sürecinde dışardan bakışı anlatan Arcayürek (2003;572-574), RP’li hükümete olumsuz bakıldığını örneğin Chriac’ın Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz’a ‘’köktendinciliğin Türkiye’de gerçekleşmesinin Avrupa tarafından kabul edilmeyeceğini, hatta İran deneyimini bir daha yaşamak istemediklerini, 
İranda düştükleri hatayı bu sefer Türkiye’de tekrarlamayacağız’’ dediğini ifade etmektedir. 

Komisyon raporunda darbenin iç politika ayağı ile ilgili olarak da 28 Şubat döneminde hükümetin çeşitli sivil toplum kuruluşları, bazı siyasi partiler, medya 
ve askeri kesim tarafından da kabullenilmek istenmediği, dolayısıyla mevcut siyasi iktidarın gitmesi için çeşitli provokatif haberler, brifingler, ve bazı suni 
vakalar üretilerek çeşitli baskılar kurulduğundan bahsedilmiştir(2012;1269). Bunun sonucu olarak da 28 Şubat sürecinde, daha önce 1960, 1971, 1980 darbe ve muhtıralarında da görüldüğü üzere olası bir askeri müdahale plan ve uygulamaları için kamuoyu ve medya organlarının etkin rol oynadığı üzerinde 
durulmuştur(2012; 965). 

5. 27 Nisan E-Muhtırası 


Komisyon raporunda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Genelkurmay Başkanlığı’nın 27 Nisan e-muhtıra ve sonrasında yaşanan sürecin Türk siyasi 
tarihi bakımından bir kırılmayı ifade ettiği belirtilmektedir(2012;1262). Raporda e-muhtıra ile demokrasiye müdahale etmeye yönelik girişimin, hükümetin bu 
müdahale karşısındaki kararlı tutumunun sonucunda başarısız olduğu ifade edilmiştir(2012;1262-1263). Yine raporda Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde 
demokrasiye müdahale olarak Genelkurmay Başkanlığının verdiği e-muhtıra dayanağının TSK’nın İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde yer alan 
Cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin gerekçe olarak sunulmasının TSK içinde aynı içgüdünün halen var olduğunu ispatı anlamına geldiği ifade 
edilmiştir.(2012;1263). Dolayısıyla e-muhtıra sivil siyaset üzerinde askeri vesayetin devamının açık kanıtıdır. 

Raporda e-muhtıra dış politikadan gelen tepkilere de yer verilmiştir. Bu çerçevede ABD Dışişleri Bakanı ve sözcülerinin yaptığı iki açıklamayla demokrasiden ve anayasal süreçten yana olduğunu deklare ettiğini, Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise yaptığı açıklamada Türk ordusunun politika dışında kalması gerektiğinin belirterek, “Ordu, siyaseti seçilmiş kişilere bırakmalıdır” şeklinde tepki gösterdiği üzerinde durulmuştur (2012;1259). 

SONUÇ 

Türkiye’de demokratik sistemin demokrasi dışı müdahalelerle ya doğrudan(27 Mayıs ve 12 Eylül), ya da dolaylı(12 Mart, 28 Şubat ve 27 Nisan) olarak kesintiye uğraması demokratik yaşam sicilimizin hiç de parlak olmadığını göstermektedir. Bu çerçevede demokrasi dışı müdahalelerin gerekçelerini ortaya koyarak sorumluların ortaya çıkarılması amacıyla Mecliste grubu bulunan 4 partinin mutakabatı ile kurulan Meclis Araştırma Komisyonu çalışmaları sonucunda hazırlanan rapor her şeyden önce sivil siyasete verilen değer itibariyle önem taşımaktadır. 

Askeri darbeler tek bir gerekçe ile açıklanamasa da Türkiye’de askeri darbelerde dış dinamiklerin önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Öncelikle belirtilmesi 
gereken husus, Türkiye’nin asker- sivil siyaset ilişkilerinin özellikle Soğuk Savaş döneminde ABD ve NATO olmadan düşünülemeyeceğidir. Soğuk savaş döneminde  ABD için bölgede savunma gücü, SSCB ile sınır ülke olması, Orta Doğu bölgesindeki tarihsel gücü ve ABD tarafından ekonomik olarak sistem 
içinde tutulması zorunlu ülke olduğundan hareketle stratejik önem taşıyan Türkiye ile işbirliğinin kesintisiz devamı gerekmektedir. ABD kendi savunma, dış politika ve ekonomik konseptinin dışına çıkma tehdidi her gördüğünde Türkiye’de sivil siyasete alternatif olarak stratejik işbirliğini yürütebileceği mekanizmalara 
yönelmiştir. Bu çerçevede askeri darbeleri sadece ABD ve NATO ile ilişkilere bağlamak yanlış olsa da darbelerdeki rolü yadsınamaz bir gerçekliktir. 

Ekonomik kriz dönemleri, sivil hükümetlerin halk nezdinde en çok irtifa kaybettiği ve askeri darbenin kendisine en çok gerekçe bulabildiği zamanlardır. 
Darbeleri araştırma komisyonu raporunda da söz konusu durumlara ilişkin dikkate değer atıflarda bulunulmuştur. Örneğin, 1958 ve 1970’de yaşanan 
devalüasyonların 27 Mayıs ve 12 Mart’a gerekçe oluşturduğu belirtilmiş yine 12 Eylül ile 24 Ocak Kararları(serbest piyasa ekonomisine ve neo-liberalizm geçiş) 
arasında bağ kurulmuş, 28 Şubatta dönem hükümetinin izlediği ekonomik politikalarla sermaye çevresini kızdırması gerekçe olarak sunulmuştur. Ancak 12 
Eylül’e gelinen süreçte 24 Ocak Kararlarının belki de en önemli gerekçe olduğu, yeni sermaye birikim modeline uygun dizayn edilecek siyasal partiler, sendika lar ve toplumsal yapı için 12 Eylül’ün kaçınılmaz son olduğu üzerinde yeterince durulmamıştır. Yine 28 Şubatta sermaye çevreleri arasında hiyerarşi kurulma  zorunluluğunun darbeye gerekçe olduğundan söz edilmemiş daha dar çerçevede dönemin analizi ortaya konulmuştur. 

Raporda yine 27 Nisan e-muhtırasında sınıfsal bir değerlendirmeye yer verilmemiştir. Bu çerçevede değişen merkez-çevre ilişkisine, yükselen yeni orta 
sınıfa karşı sosyo-ekonomik olarak iktidarı elinde tutan seçkinler arasındaki iktidar kavgasına değinilmemiştir. 

Raporda nihai olarak sivilleşme, demokratikleşme ve askeri vesayetin konjonktürel olarak değil yapısal olarak ortadan kaldırılması için atılacak 
adımlara yer verilmemiştir(MGK’nın anayasal konumu, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin kaldırılması, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına 
bağlanması vs.) Söz konusu adımların 4 partinin mutakabatı ile oluşturulmuş komisyon raporunda ortaya konulması siyasi partiler için bağlayıcı olmasa da 
partilerin irade beyanını kayıt altına almak için anlamlı bir duruş sayılabilecektir ancak yer verilmemiştir. 

Sonuç olarak tafsilatlı bir biçimde ortaya konan, bünyesinde pek çok gözden kaçırılan eksikler içeren söz konusu rapor, Türkiye’de sivilleşmeye, 
demokratikleşmeye, seçilmişlerin hareket alanını genişletmeye yönelik önemli bir adımı oluşturmaktadır. 

KAYNAKÇA 

2012. Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile 
Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu. 

Ahmad, Feroz, (1993), The Making of Modern Turkey, Routhledge, London. 

Akalın, Cüneyt,(2000), Askerler ve Dış Güçler, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul. 

Arcayürek, Cüneyt, (2003), 28 Şubat’a İlk Adım, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 

Aydın, M. Kemal, (2007), ‘’Türkiye Ekonomisinin Dönüşümü: ‘’İthal İkamecilik’’ten ‘’Dışa Açık’’ Birikim Modeline Savruluş’’, Dönüşüm 
Sürecindeki Türkiye, Ed. Davut Dursun, Burhanettin Duran, Hamza Al, Alfa Yayınevi, ss.303-324. 

Çaha, Ömer,(2004), Açık Toplum Yazıları, Liberte Yayınları, Ankara. 

Çiğdem, Ahmet,(2009), D’nin Halleri Din, Darbe, Demokrasi, İletişim Yayıncılık, İstanbul. 

Donat, Yavuz, (1999), Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 

Dursun, Davut ,(2001), 27 Mayıs Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul. 

Dursun, Davut, (2003), 12 Mart Darbesi, Şehir Yayınları, İstanbul. 

İnsel, Ahmet, (2006), ‘’Bir toplumsal sınıf olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’’, Bir Zümre Bir parti Türkiye’de Ordu, Der. Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu , Birikim 
Yayınları, İstanbul. 

Kocabaş, Süleyman,(1998), ‘’Post-Modern Darbe’’ süreci 28 Şubat’a Doping,Vatan Yayınları, İstanbul. 

Kılıç, Behiç, (1996), 21.12.1996 tarihli Akşam gazetesi. 

Önder, Murat, (2010),’’What Account for Military İnterventions in Politics: A Cross- National Comparasion’’, E-Akademi Dergisi, Sayı: 102, Ağustos 2010. 

Örs, Birsen,(1996), Türkiye’de askeri müdahaleler, Der Yayınları, İstanbul. 

Öztürk, Osman Metin, (2006), Ordu ve Politika, Fark Yayınları, Ankara. 

Şen, Serdar , (2000),Geçmişten Geleceğe Ordu, Alan Yayınları, İstanbul. 

Tachau, Frank and Heper,Metin(1983), ‘’The State Politics and the military in Turkey’’, Comparative Politics,Vol.16, No.1, pp.17-33. 


***