27 Eylül 2020 Pazar

Teröristlerin ekmeğine yağ sürmeyin.

Teröristlerin ekmeğine yağ sürmeyin. 


NEDİM ŞENER. 

22 NİSAN 2019 PAZARTSİ

POSTA


Hakkari Çukurca’da PKK’lı teröristlerin saldırısı sonucu askerlerimiz Erhan Çiyapul, Murat Şahin, Şevket Çetin ve Yener Kırıkçı şehit olurken yedi askerimiz de yaralandı.

Şehitlerimize Allah’tan rahmet yaralılara şifa dilerim. Milletçe acımız çok büyük. Acı hepimizin şehitler hepimizin. Teröristler canımızı yakarken millet olarak bizi bölmeye çalışıyor. Tüm amaçları bu…

Dün Ankara Çubuk’ta şehit er Yener Kırıkçı’nın cenaze namazı sırasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik saldırı teröristlerin “toplumsal çatışma amacına” doğru yol aldığımızı gösteriyor.

Şehide ve ailesine saygı için orada bulunan Kemal Kılıçdaroğlu yumruklu saldırı ve linç girişimine maruz kaldı. Kılıçdaroğlu’na geçmiş olsun diyor, yapılan saldırıyı kınıyorum. Bu ülkede beraber yaşamak isteyen herkes bu saldırıyı kınamalı.

Bu saldırının hiç bir açıklaması olamaz, erekçelendirmeye çalışan açıklamalar da kabul edilemez. Bunun organize bir saldırı olduğu açık. Nitekim Ankara

Cumhuriyet Savcılığı saldırı ile ilgili terör ve organize suç kapsamında soruşturma başlattı.

Bu saldırının faillleri ve arkasındaki karanlık güç ortaya çıkarılmalı. Bu saldırı ülkemizdeki kutuplaşmanın geldiği noktayı gösteriyor. Terörislerin amacı da bu; toplumsal gerilim hatları üzerinden iç kargaşa çıkarmak. Bu oyunu bozacak tüm girişimler yapılmalı.

Siyasetçilere düşen görev

En önemli görev siyasetçilere düşüyor. Siyasi rekabet adına meydanlarda özellikle iktidarın CHP’yi hedef alan sözleri toplumsal gerilimi arttırıyor. Herkes birbirine düşman oluyor. Bu iklimi fırsat olarak gören karanlık odaklar devreye giriyor.

Seçim bitince yatıştırıcı açıklamalar gerilimi yok etmeye yetmiyor. Yetmediğini Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı ile görmüş olduk. Yine söylüyorum, bundan yalnızca terör örgütü PKK kazançlı çıkıyor.

Bu yüzden biran önce kutuplaştırıcı söylem ve davranışlardan vazgeçmek gerekiyor. Hepimizin ortak düşmanı PKK ve FETÖ gibi arkasına emperyalist güçleri almış olan terör örgütleridir. Onlara karşı birlik omalıyız.

Basına düşen görev

Kutuplaştırmaya karşı bir görev de basına, gazeticilere düşüyor. Halka haber verme görevi olan gazeteciler attıkları manşetler, yaptıkları haber ve yorumlarla toplumdaki gerginliği körüklemek yerine uzlaştırıcı olmalı.

Gazetecilerin temel görevi kavga değil barış ve uzlaşmadır. Çok uzun zamandır bu gidişi görebiliyorum. Hep uyarmaya çalışıyorum. Çocukluğum, gençliğim, meslek yaşamım hep kutuplaşma üzerine kavgaları izlemekle geçti. Kardeş kardeşi öldürdü bu ülkede.

Ben yine de bıkmadan “Hepimiz kardeşiz…” demeye devam ettim yine edeceğim. Ta ki, ortak düşmanımızın terör örgütleri ve onları bize karşı kullanan emperyalist ülkeler olduğu anlaşılana kadar.


https://www.posta.com.tr/yazarlar/nedim-sener/teroristlerin-ekmegine-yag-surmeyin-2143422


***

Yılmaz Özdil'den bir abisi olarak istirhamım

 Yılmaz Özdil'den bir abisi olarak istirhamım



Serdar Turgut

22 NİSAN 2019

HABERTÜRK


Yahu, yazının bu başlığını atarken hayli zorlandım.

Abi demem yanlış anlaşılır mı diye endişelendim ilk önce. "Büyüklük mü taslıyor diye düşünür" dedim ama  sonra baktım 10 yaş büyüğüm bu yüzden sakınca  görmedim.

Sonra benim yaşıma uyan istirham kelimesi aklıma gelinceye kadar 'tavsiye’de takıldım, kafamda bununla boğuştum. Bunu yazsaydım bu ben daha iyisini biliyormuşumcasına bir tavsiyeci anlamına olmayacaktı ama yanlış anlaşılması da mümkündü; beni haddime olmayan şekilde konumlandırabilir.

Sonra istirhamı bulunca çok rahatladım. Bu kelimeyi hem çok severim hem de zarif bulurum, dahası Yılmaz Özdil’e yönelik bu yazının ruhuna daha da uyuyordu.

***

İlk önce kendimle ilgili kısa bir not.

Uzun yıllardır en beğenerek okuduğum yazardır Yılmaz Özdil.

Onun Atatürk ve Cumhuriyet sevgisini paylaştığıma inanırım, sadece bu duygulardan başlayıp varmak istediği sonuçlara her zaman katıldığım söylenemez.

Ne demek istediğimi bir başka örnek ile açıklamaya çalışayım.

Örneğin geçen gün de Yeni Şafak gazetesinde İsmail Kılıçarslan’ın yazısı çok hoşuma gitti. Musakka/antrikot muhabbetinde Ekram İmamoğlu’nun kolundaki saatin kaltesi ve pahalılığına dayanarak yazmış yazısını İsmail Bey. Hınzır çok kaliteli bir yazı olmuş. Oray Eğin’e de söyledim yazıyı o da çok beğendiğini söyledi böylece yazının kalite kontrolü de yapılmış oldu.

Ancak İsmail Bey'in bu yazıdan çıkıp varmak istediği siyasi sonuca katılmıyorum, ben bunun tamamen tersini çıkarıyorum. Bu konuda Yılmaz  Özdil’in pazar günü yazmış olduğu ‘Musakka ve antrikot’ başlıklı yazıda sergilenen duygu ile hemfikirim.

Ancak buna rağmen İsmail Bey'in yazısını herkesin okumasını gönülden tavsiye ediyorum.

NEDEN YILMAZ ÖZDİL?

Yılmaz Özdil ile bir kez bile yüz yüze konuşmadık.

Sadece ben bir fırtınalı New York sabaha karşısında tren garında evsizler arasında oturturken Özdil’in o günkü yazsını okudum. Özetle "AK Parti İzmir’de temsilcilik açacakmış, onlar açsa açsa temsilcilik değil bir konsolosluk açabilirler" demişti. Ben o ortamda, o sefaletin, rezilliğin, evsizlere özgü korkunç kokunun ortasında buna çok gülmüş ve hemen yazara bir e-mail göndermiştim. O nazik davrandı ve aradı. Sohbet ettik, ortamı anlattım ona ve bir gün buluşup rakı içmek için sözleştik. Henüz bunu yapamadık ama umudum bir gün bunun olması.

Peki ben neden tek bir yazarı merceğe koyan türde bir yazı yazmak ihtiyacı hissediyorum.

ZEİTGEİST 

Ülkelerin zamanın ruhu (Zeitgeist), dönemine göre o ruhu en iyi ve en etkili ifade eden yazarlar çıkarır. 

Zeitgeist döneme özgü düşünme ve hissetme tarzıdır.

Zeitgeist’e ters bakmak ve kontra zeitgest ile yazmak da çok zor ve güçlü bir yazarlık tavrıdır..

Gördüğüm kadarıyla Yılmaz Özdil’in düşünme ve hissetme tarzı AK Parti iktidarı öncesine ait gibi, o dönemde kendisini daha iyi hissedermiş gibi geliyor insana.

AK PARTİ İKTİDARI 

AK Parti iktidara gelir gelmez bu ülkedeki hakim düşünme ve hissetme tarzını değiştirmeye koyuldu.

Anlayacağınız ülkenin zeitgeist’i değişti ve yeni bir Zeitgeist geldi yerine.

Bu benim desteklediğim bir değişimdi. Cumhuriyetimizin daha sağlam temellere oturması için bunu zorunlu buluyordum. Sonra her şey umduğum gibi gitmedi ama olsun o dönemde durum böyleydi.

Bu zorunlu yeni zeitgeist’in Cumhuriyetimizi çökmekten kurtardığını ve inançlı insanlar ile sekülerlerin buluşmasına gidecek ve Cumhuriyetin de inançla tam anlamıyla barışacağı bu dönemin ülke için hayırlı olacağını hep düşündüm ve yazdım.

Ülkenin o dönemde bir karşı zeizgeist'e da ihtiyacı vardı. Bunun fikir babalığını, temsilciliğini Yılmaz Özdil’in mükemmel yapmış olduğunu düşünüyorum.

Karşıdaki insanların duygularına düşünme ve hissetme tarzına Özdil mükemmel sözcülük yaptı dahası  onların ağzına da çoğunlukla laf yerleştirdi.

ZEİTGEİST YİNE DEĞİŞEBİLİR 

Neyse bütün bunlar yaşandı bitti her şey geride kaldı, şimdi, ileriye bakmanın zamanı.

Son seçimin sonuçları gösteriyor ki şimdi yine bir zeitgeist değişimi dönemi yaklaşmak üzere.

Yanlış anlamayın bir iktidar değişiminden bahsetmiyorum. Daha kapsamlı bir değişim söz konusu.

Kolektif düşünme ve hissetme tarzımızda bir değişim başladığı işaretlerini alıyorum.

Şimdi geldik nihayet Yılmaz Özdil’i neden merkeze koyduğuma…

Bu dönemin nasıl yönetileceği, hepimizin nasıl tavırlar alacağı çok önemi olacak.

Makulü yakalamak için çalışmalıyız.

Hepimiz çok dikkatli olmalıyız. Özellikle Özdil gibi kanaat önderleri özellikle dikkatli olmalı bu dönemde.

Bence Özdil doğru tavır için çok desteklemekte olduğu İmamoğlu’nu örnek almalı. Onun herkesi, her fikri kucaklayıcı tavırları İstanbul'un gönlünü kazandı.

Türkiye’nin asıl buna ihtiyacı var. Bize ‘nihayet biz kazandık’sevinçlerine değil makul bir arada olma arayışı lazım.

Sevgili kardeşim Yılmaz Özdil senden mütevazı istirhamım bundan ibarettir. Sağlıcakla kal. Umarım bir gün rakı masasında buluşuruz ve sohbet ederiz.


https://www.haberturk.com/yazarlar/serdar-turgut-2025/2439070-yilmaz-ozdilden-bir-abisi-olarak-istirhamim


Bu Görüntü Türkiye’yi çok yorar.

Bu Görüntü Türkiye’yi çok yorar. 


Mehmet Ocaktan

22 NİSAN 2019

KARAR

31 Mart  seçim gecesinden başlayarak yaşadığımız 17 günlük sıkıntılı sürecin ardından tek temennim, seçmenin yeni bir seçim meşakkatine sürüklenmeme si yönündedir. Kuşkusuz seçim, varlığı itibariyle sıkıntı değil, halkın özgür iradesini yansıtan bir demokrasi şölenidir.

Ancak sandığın iradesi daha ilk gece ortaya çıkmasına rağmen, günlerce süren itirazlar, yeniden yeniden yapılan sayımlar şölenin havasını biraz tatsız bir görüntüye dönüştürdü. Elbette hukuki itirazlara karşı olmak mümkün değil, ama AK Parti genel başkan yardımcısının bile bir türlü akıl erdiremediği ve “Kesinlikle bizim fark edemeyeceğimiz bir şeyler oldu” benzeri ifadelerle tarif etmeye çalıştığı bu garip süreç, maalesef Türkiye’yi oldukça yormuş bulunuyor

Ayrıca unutmayalım ki sadece demokratik dünyada değil, demokrasi kalitesi düşük olarak kabul edilen ülkelerde bile sonuçlarının alınması bu kadar uzayan seçimler yok artık. Bugüne kadar haklı olarak övündüğümüz seçim sistemimizin tartışmalı hale gelmesi hiç hayra alamet değil. Eğer sandığın itibarını zedelersek,  bundan hepimiz zarar görürüz.

Şu anda Türkiye’nin acilen normalleşmeye ihtiyacı var, bu hem içerideki dayanışma ruhunun zenginleşmesi, hem de dış dünyanın bakışı açısından hayati bir önem taşıyor. Biliyorum “dış dünya” kavramı bazıları için “Batı hayranlığı”olarak değerlendirilip peşinen mahkum ediliyor. Ancak hemen hatırlatmakta yarar var, Türkiye’nin özellikle şu günlerde Batı dünyasının sermayesine şiddetle ihtiyacı var. Bu ihtiyaç yüzündendir ki, geçtiğimiz hafta Maliye Bakanı Amerika’da iş dünyası ve finans sektörünün temsilcileriyle toplantılar yaparak ülkemizde yatırım yapmaları için ikna etmeye çalışmıştır. Demek ki yaşadığımız küresel  dünyada, aşağılamaya çalıştığımız dünyanın finansal gücüne ihtiyacımız varmış...

Hiç temenni etmeyiz ama, eğer Yüksek Seçim Kurulu seçimin yenilenmesi gibi bir yanlışa imza atarsa ortaya çıkacak fotoğrafı kendi insanımıza da, dünyaya da izah etmekte zorluk çekeriz. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye ciddi bir ekonomik daralma ile karşı karşıya. Ekonomik anlamda önümüzü görmekte zorluk çektiğimiz

bir dönemde, sandığın itibarı konusunda demokratik dünyaya vereceğimiz negatif bir fotoğraf, işimizi daha da zor bir sürece taşıyacaktır. Şimdiden Avrupa’dan  yükselmeye başlayan sesler bu sürecin işaretlerini vermektedir. Nitekim Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland geçtiğimiz günlerde YSK Başkanına  gördeği mektupta endişelerini açıkça ifade etmiştir: “YSK’nın seçilmiş adayların kendilerine vaadedilen makamlara gelmesine izin vermemesi hukukun üstünlüğüne dair soruları yükseltiyor.”

Artık bir an önce slogancılıktan ve kanatsız uçmaya çalışmaktan vazgeçip, reel dünyaya ayak basmak durumundayız. Maalesef seçimin üzerinden 20 gün geçmiş  olmasına rağmen, hala İstanbul seçiminin sürüncemede kalması kelimenin tam anlamıyla bir talihsizliktir.

 Bu açıdan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Cuma günü yaptığı değerlendirme son derece önemlidir. İşte o ifadeler: “Ülkemizin önünde 4,5 yıllık kesintisiz bir icraat dönemi bulunuyor. Seçim tartışmalarını geride bırakarak, ekonomi ve güvenlik başta olmak üzere asıl gündemimize odaklanmamız şarttır. 

Dönem, musafahalaşma, kucaklaşma, birlik ve beraberliğimizi perçinleme dönemidir.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da açıkça ifade ettiği gibi pozitif fayda üretmekten uzak sandık tartışmalarını geride bırakıp işimize bakmalıyız. Gerçekten de hepimiz çok yorulduk, umarız millet yeni bir yorgunluğa sürüklenmez...


https://www.gazeteoku.com/yazar/mehmet-ocaktan/bu-goruntu-turkiyeyi-cok-yorar/555375


**

Yunan General İoannİs Metaksas’ın kehaneti ve... İnancın zaferi

 Yunan General İoannİs Metaksas’ın kehaneti ve... İnancın zaferi


İlber Ortaylı

19 Mayıs 2019

Hürriyet,

Küçük Asya Seferi’nin komutanlığını reddeden Yunan general İoannis Metaksas, “Yok oldu zannettiğiniz ordularını Türkler yine toparlar ve bir sabah aniden  karşınıza çıkarlar” demişti. Samsun’dan 1.5 yıl sonra milli ordu ortaya çıkmıştır. 2 yıl sonra da TBMM Hükümeti’nin hem içte ama asıl önemlisi dış dünyada itibarını ve varlığın pekiştiren Sakarya Savaşı, general Metaksas’ın bu kehanetinin doğruluğunu gösterir. Hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı’nı hazırlayanların girişimi bir kumar veya kehanet değil ortak asker aklının bilgeliğine dayanır. Bütün mesele buna inanmaktı.

OSMANLI İmparatorluğu için tam tamına dört yıl önce ekim sonunda başlayan savaş 30 Ekim 1918’de Limni Adası’nda son buldu. Mondros Limanı’nda Türkiye’nin

bütün müttefikleri gibi ağır bir mütareke imzaladığı açıktı. Buna rağmen Rauf Bey dahil mütareke heyetinin saf bir ümit beslediği de açıktır. Büyükada’da Kût’ül-Amâre’den beri esir olarak bulunan general Townshend Britanya’yı ikna için heyetle birlikte götürülmüştü. Tamir edildiği anlaşılan Gelibolu malulü HMS Agamemnon zırhlısının içinde heyetler görüşmeye başladı. Tabii bu bir görüşmeden çok diktedir.

HINÇ-İNTİKAM-İŞGAL

Fransa’nın Alman heyetine karşı takındığı mütehakkim ve kindar tavrın ilk anda Britanyalılar tarafından gösterilmediği açık. Amiral Somerset Arthur Gough-Calthorpe yer yer ikna edici hatta Türklerin lehinde uygulanacağına dair vaat edici üslubunu buradan ayrıldıktan sonra unutmuştur. Zira Britanya dört yıl süren bu savaşın kendisi için çok uzun olduğunun farkındaydı. Umulmadık kayıplar yanında bilhassa Gelibolu’dan sonra Kût’ül-Amâre’deki yenilgi, İran ve Bakü’de bunu izleyen gerilemelerin kini içindeydi. Nitekim mütareke hükümleri çok geniş yorumlanarak 1919 yılı içinde işgaller ve Osmanlı devlet görevlilerine karşı küçümsemeler devam etti. Bu tip bir mütareke havası Cihan Harbi’nin kendisi kadar yenidir. Uzun süren savaş uzun süren hınç ve intikamı da birlikte  getirdi.

OKUMUŞ ŞEHİT GENÇLİK

Daha dokuz ay evvel Türkiye Brest Litovsk’ta Rusya’nın savaştan çekilmesiyle umutlu bir safhaya girmişken, ardından Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan’ın

savaşı terk etmesiyle doğudaki cephelerde tamamıyla yalnız kalmıştı. Bu uzun savaş Türkiye’nin sadece topraklarını Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak gibi verimli bölgelerini değil savaşçı ve üretici bir asker neslini de kaybetmesine sebep oldu. 

Şehitler arasında İstanbul’daki liselerin ve Darülfünun’un boşalan sıralarından silah altına alınan okumuş gençlik de vardı. Şark ve Garp kültürüne sahip bu şehit kuşakla gelişmekte olan bir ülkenin geleceği mahvolmuştu.

MANZARAYA BAKARAK: GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

Bundan aşağı yukarı 15 gün sonra Birleşik Ordular Komutanlığı’nı mütareke dolayısıyla teslimle bırakarak İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da

karşılaştığı manzara buydu: Harbin son günlerinde bombalanan Haydarpaşa Garı ve İstanbul’un önündeki onlarca düşman zırhlısı. Bu hoş karşılanacak bir manzara  değildir fakat Paşa’nın birkaç gün devam eden demiryolu seferinde gelecek için tasarladıkları ve alternatif planları tamamlanmış görünüyor. Kendisini karşılayan  yaverlerine denizin üstündeki zırhlılar için “Geldikleri gibi giderler” sözü gelişimin başlayacağı anlamına geliyor.

ANADOLU HAREKETİ

Mustafa Kemal Paşa’nın ilk anda hükümetle ve bilhassa savaş sonunda “yaver-i has”ı olarak Almanya, Avusturya-Macaristan gezisine katıldığı, o zaman ki

veliaht şu anda padişah sultan Vahideddin ile bir yakınlığı olduğu açıktı. Mustafa Kemal Paşa’nın görüşmelerinde padişahın kendisini Harbiye Nazırı olarak tayin etmesi ve bunun akabinde bazı politikalara girişmek niyetinde olduğu da görülüyor. Ne var ki gerek Sultan Vahideddin ve gerek etrafı uzun harbin getirdiği tahribat, yenilginin şiddeti ve İttihatçıların maceracı politikasından bezgin bir ruh hali içinde, Mustafa Kemal Paşa’nın teklif ve görüşlerine idrak ve katılma gösterecek durumda değillerdi. Diğer yandan Mustafa Kemal ve Anadolu’da kolordu komutanı Ali Fuat Paşa, doğuda Kâzım Karabekir Paşa, İstanbul’da Refet Bele gibi bir heyet Anadolu hareketinin temelini oluşturuyordu. Hiç şüphesiz ki Harbiye Nezareti Müsteşarı Fevzi (Çakmak) Paşa ve Miralay İsmet (İnönü) gibi zevat da Mustafa Kemal Paşa’yla yakın temastaydı.

DÜZELTME ANANESİ

7 Mayıs’ta lağvedilen 9. Ordu’nun kıtalarının teftişi için Mustafa Kemal Paşa, padişahın tensibi ve kabinenin ittifakıyla müfettiş olarak tayin edildi.

Ordu müfettişliği eski bir Osmanlı ananesidir. Fevkalade durumlarda fevkalade yetkili komutanlar 17. asırdan beri özellikle Anadolu’daki ayaklanmalar döneminde ve II. Viyana Kuşatması sonrakindeki karışıklıklar sırasında Anadolu’ya gönderilmişlerdi. Anadolu’da asayişi sağlamak için müfettiş paşalar göndermek ve

Cumhuriyet döneminde dahi umumi müfettişlikle karışık bölgelerde idareyi düzeltmek bu ananeye dayanır.

İTİRAZLARI DA AŞTI

Paşa’nın Karadeniz bölgesindeki mutasarrıflıklar ve hatta civardaki Kayseri gibi mutasarrıflıklarla da yazışma yetkisi vardı. Bu mıntıkadaki İtilaf komutanı

general Milne’nin itirazıyla karşılaştı. Milne başından beri bir müfettişin tayini ve bölgede boy göstermesinin olumsuz olacağı, Mustafa Kemal Paşa’nın geri çağrılması gerektiği üzerinde ısrarla durdu. Herhalde bu safhada İstanbul’da askerlerin ve bazı mülki zevatın bu itirazlara karşı çıktığı ve padişahı ikna ettiği anlaşılıyor.

İZMİR İŞGALİNE İSYAN

Her halükârda Samsun, 15 Mayıs’taki İzmir’in işgalinden sonra kaçınılmaz bir hedefti ve Mustafa Kemal Paşa süratle İstanbul’u Samsun’a müteveccihen terk etme kararını gerçekleştirdi. 17 Mayıs’ta Bandırma Vapuru hareket etti. İzmir’in işgali kitleleri fevkalade infiale, isyana sürüklemiştir. Ege bölgesinde

İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti ve mart ayından beri Türkiye’nin her tarafında benzer cemiyetler, hatta işgalden sonra Erzurum ve İzmir’de Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri kuruldu. Bu hareketlerin hepsinin nasıl bir araya getirileceği Paşa’nın en önemli ve daha İstanbul’da başlayan faaliyetinin başlıca odak noktasıdır.

DAMAT FERİT’LER

İster Tevfik Paşa ve Salih Paşa gibi hayırhah davranışlı kabineler, isterse Damat Ferit gibi İngilizlere mutlaka bağlılık gösterenler olsun, mütareke hükümetlerinin

etkin ve dirayetli politika izleyemedikleri açıktı. Heyetin içinde geleceğin Refet Paşa’sı, Cumhuriyet’in en büyük sağlık bakanı, tanınmış bir askeri hekim olan Refik (Saydam) ve Paşa’nın kendi karargâh mensupları bulunuyordu.

İLK DURAK SAMSUN

Samsun’a adım atılacak, bilgi toplanacaktır. Göze batacak hiçbir faaliyetin ve etkinliğin gerçekleştirilemeyeceği açıktı. Nüfus kozmopolitti, işgal kuvvetlerinin  etkisi hissediliyordu. İmkânlar sınırlıydı. Hedef doğrudan doğruya günümüzde 19 Mayıs yıldönümlerinde yürüyüşlerin tertiplendiği “İstiklal Yolu” dediğimiz  güzergâhtan Havza-Amasya hattından da Anadolu’nun şarkına yani Kâzım Karabekir Paşa’nın mıntıkasına, oradan da Orta Anadolu’ya yönelmeliydi. Paşa’nın Havza’daki

dinlenme sırasında, ki bunun adı “istirahat ve kaplıca tedavisi” gibi gösteriliyor ise de ilk, yoğun görüşmeleri yaptığı, civar bölgeler eşrafına ve memurlara telkinlerde bulunduğu açıktır.

İŞGALİN PERİŞANLARI

Nihayet 25 Haziran 1919’da meşhur Amasya Tamimi’ni yayımlanmasıyla Kurtuluş Savaşı’nın başladığı açıktır. İzmir’in işgali sadece yerli Türkleri rahatsız ve perişan etmiş değildi. Yunan işgal kıtalarının düzensizliği yerli tüccar kadar limanda ve şehirde aktif olan Levantenleri ve yabancı pasaportlu tüccarları da zarara uğrattı. Bu işgal günlerinde zararın dönem için çok büyük bir para olan 300 bin liraya ulaştığı söyleniyor.


VENİZELOS’UN HAYALİ

İzmir ve Anadolu’da Helen işgali Venizelos’un bir hayaliydi. İngiliz Başbakan David Lloyd George’la Yunanların kullanımı konusunda anlaştılar. Küçük Asya

Seferi’nin komutanlığına tayin etmek istediği kral yanlısı olarak bilinen Venizelosçu subayların çok tutmadığı general İoannis Metaksas bu teklifi reddetti.

“Yunanistan’ın topraklarının şerefle ve müreffeh yaşamak için yeterli olduğunu, Küçük Asya Seferi’nin bir macera olduğunu” belirtti. “Yok oldu zannettiğiniz  ordularını Türkler yine toparlar ve bir sabah aniden karşınıza çıkarlar” dedi.

GELECEĞİN GÖSTERGESİ

Gerçekten de Samsun’a çıktıktan sonra yıl tamamlanmadan gereken kongreler yapılacak ve heyet Ankara’ya ulaşacaktır. Doğu’da Kâzım Karabekir Paşa’nın sağladığı hâkimiyet, Ankara’da kendisini bekleyen Ali Fuat Paşa ve Ankara’daki memurlar bilhassa Ali Kemali Bey ve Cemal (Bardakçı) asayiş amirleri geleceğin göstergesidir.

Samsun’a çıktıktan 1.5 yıl sonra milli ordu ortaya çıkmıştır. İki yıl sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin hem içte ama asıl önemlisi dış dünyada itibarını ve varlığın pekiştiren Sakarya Savaşı general Metaksas’ın bu kehanetinin doğruluğunu gösterir. Hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşı’nı hazırlayanların  girişimi bir kumar veya kehanet değil ortak asker aklının bilgeliğine dayanır. Bütün bu mesele buna inanmaktı.

ZAFERİN TAÇLANIŞI

19 Mayıs 1919 Milli Mücadele’nin başı sayılıyor. Bu doğru bir isimlendirmedir. 3.5 yıl sonra da Mudanya Mütarekesi’yle bu savaş zaferle taçlanmıştır.

Yunan General İoannİs Metaksas’ın kehaneti ve... İnancın zaferi

DİĞER PAŞALARDAN FARKI: DEHASI VATANSEVER, 

yetenekli ve mücadele taraftarı tek kumandan elbette ki Mustafa Kemal Paşa değildi. Ona bu mücadelede yardımcı olan kumandanlar vardı. Ancak onu diğerlerinden ayıran en önemli farklılığı elbette ki dehasıdır. En akıllı, önde gelen generallerimiz bile -ki bence kurmay olarak hoş görülecek bir görüştü- “Bursa’yı, Antalya’yı, İzmir’i kurtarmakla uğraşmayın, olacak şey değil, tükeniriz, elimizdekini de kaçırırız” diyorlar, Anadolu ve Doğu Anadolu ile yetinilmesi gerektiğini söylüyorlardı ki bu “İlk hedefiniz Akdeniz’dir” düşüncesine uygun değildi, zıttı. Atatürk’ün kafasındaki geleceğe ait savaş hedefi çok daha farklı ve doğru olanıydı.

O ADIMLARI ALDIĞI İYİ EĞİTİM ATTIRDI

ATATÜRK bir askeri dehadır. Ancak bunun tarifini yapmak çok güçtür. Bu noktada aldığı kurmay öğrenimi çok önemlidir. O kuşağın parlak komutanları iyi bir

eğitim aldılar, tabiri caizse her şeyi biliyorlardı, sivillerle irtibatları çoktu, felsefe, tarih, bilhassa coğrafya, edebiyat, mühendislik ve matematik hakkında bilgileri ve eğitimleri vardı, hiç değilse ne konuşulduğunu anlarlardı.

Nitekim aldığı eğitim Gazi Paşa’yı ileride ilginç adımlar atmaya yöneltti. Bozkırın ortasında, Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kuruldu. Türkiye adeta arkeologların, Mezopotamya dilleri uzmanlarının eğitim ülkesi oldu. Bizantinika için bile dört-beş talebe Avrupa’ya yollanmıştı. Lisana önem veriliyordu.


https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/yunan-general-ioannis-metaksasin-kehaneti-ve-inancin-zaferi-41218394


Bir Yangının ardından.,

Bir Yangının ardından.,



Bülent İnce

Gazete Yazarı

22 Nisan 2019 02:00



     NOTRE-Dame Katedrali’nin yanışı bana inanılmaz bir üzüntü verdi. 

Yapımı yüzyılları bulan, Orta Çağ’ın bu abidevi eserinin, yaklaşık dokuz yüzyıl sonra gözümüzün önünde yangınla tarumar olması, yok olmasına ramak kalması insanı kahrediyor. Notre-Dame akıp giden zamana direndiği ölçüde güzelleşen, gotik sanatın öncülerinden biri olarak ölümsüzleşen ender varlıklardan biri şüphesiz. Benim için ama bir romanın, hüzünlü ve orantısız bir aşkın görkemli bir sığınağını temsil ediyor. 

  Victor Hugo’nun Notre-Dame de Paris romanı, katedralde yaşayan kamburun trajik aşk hikayesi üzerinden bize engelli olmanın çağlar boyunca değişmeyen trajedisini göstermesi bakımından benim çok sevip önemsediğim bir roman. Engelli bir kişinin dünyalar güzeli bir kadına karşı duyduğu-ama kadının mutluluğu için feda ettiği hatta uğruna ölümü göze aldığı- umutsuz aşkı, aşkın, sevginin insanın fiziksel durumunun ötesindeki tamamen insani halinin mükemmel bir tarifi...

Sevgi engel tanımıyor, vücudunun şekli nasıl olursa olsun, karşı tarafa nasıl görünürse görünsün, kalbine dokunan sevgi damlacıkları yamuk yumuk vücudunu

unutturuyor ve hayatını katedralin kasvetli çan kulesinde sürdüren, sırf kamburu nedeniyle insanların korkarak, tiksintiyle, nefretle ve acıyarak baktığı zangoç Quasimodo şefkatli Esmeralda’ya duyduğu aşkla yüceliyor ve bize aşkın sadece güzelliğe değil ama belki de daha çok iyiliğe dair bir şey olduğunu  hatırlatıyor. Korkunç yangının ardından, binanın yapılışı, sanatsal anlayışa katkısı ve tarihsel önemine dair bir sürü yazı okudum. Hatta bu yangından önemli politik sonuçlar çıkaranlar bile gördüm. Ama tuhaftır ki binanın en güzel sözlü tasvirini yapan, adeta onu kelimeler dünyasında yeniden yaratan ve ebediyen yaşatacak olan romana dair pek bir şey göremedim. Toplumsal yargının temel güç unsurları nı temsil eden rahip ve yüzbaşının aşkının karşısında  bir kamburun, bir ‘zavallının’, bir çirkinlik timsalinin aşkını yücelten roman bir insanlık dersi niteliğinde. Yangınlarda kül olan insanlığımızı hep akılda tutmak için Hugo’yu hep başucumuzda tutmakta fayda var.

OTİZM

Her yıl ülkemizde 2 Nisan tarihi Otizm Farkında lık Günü olarak kutlanıyor. Otizm ağır bir zihinsel engellilik sorunu olmakla birlikte, otistik bireylerin aile, hekim ve okul üçgeninde sağlanacak koordinasyonla, doğru bir bakım, eğitim ve rehabilitasyon çalışması sonucu diğer bireylerle ortak hayatı paylaşmaları ve hatta lisans eğitimi bile almaları mümkün olmaktadır. Erken tanı ve çok dikkatli ve sabırlı bir eğitim süreci anne ve babanın hayatlarının en zor fakat en anlamlı bölümünü oluşturacaktır. Otistik çocukları hayata kazandırmaktaki başarı oranını büyütmek -ya da yerinde olduğu gibi kalmasına neden olmak-  eğitim ve sağlık yetkililerinin konuya ne kadar ciddi yaklaştıkları ile ilgili bir durum. Otistik çocuğu olan aileler büyük bir uzman rehberlik sıkıntısı yaşıyor. Devletin büyük ölçüde bu alandan çekilmesi ve bu alanı özel sektöre bırakması büyük bir boşluk meydana getirmekte ve ailelere bu para tezgahının içinde büyük sıkıntı yaşatmaktadır. Devletin otistik çocukları olan ailelere erişmesi ve ihtiyacı olanlara yardım etmesi devlet olmanın gereğidir. Sadece hatırlatmak istedim.


https://www.aydinlik.com.tr/bir-yanginin-ardindan-bulent-ince-kose-yazilari-nisan-2019



***

    

Nehir….

Nehir…. 



Bekir Coşkun. 

19 MAYIS 2019

Sözcü Gazetesi


Şu uluslararası alemde, gurur duyacağımız bir ürünümüz yok…

Bir televizyon markası…

Bir araba…

Uçak falan…

Dünya çapında bir üniversite…

Bir ünlü marka…

Modada, ekonomide, tarımda, sanayide bir gurur…

Bir eser, bir buluş…

Yok…?Ama nereye gitsek gururluyuz…

Çünkü bizim Atatürk'ümüz var…

Onun destan destan zaferleri…

Ve kurduğumuz T.C…?Bugün; modern cumhuriyete atılan ilk adımın yıl dönümü değil sadece… İhanete ve yıkıma uğrayan vatanın, ikinci kurtuluşunun da ilk adımıdır…

Hadi yürüyün…?

Demiştim size; çağdaşlık nehir gibidir, asla tersine akmaz…

İhanetlerin karşısında donup kalmış kar taneleri, baharla birlikte eridi… Çakıl taşlarından süzülüp minik minik derelere, dereler ırmaklara dönüştü…

Bugün 19 Mayıs…

Meydanlara, caddelere bakın, nehir gibiyiz…?Yeniden onarılacak cumhuriyet…

Yeni bir anayasa…

Yeni yasalar…

Yeni bir adalet, hukuk, yargı…

Kuvvetler ayrılığının işlediği yeni bir parlamenter sistem…

Sarayın değil, devletin bakanları, devletin valileri, devletin savcıları, devletin yargıçları, devletin polisleri…

Yeniden T.C…? Bugün 19 Mayıs…

Coşkuya bakın…

Cumhuriyetimizin kuruluşuna doğru atılan o ilk adımdan yüz yıl sonra… İhanete uğramış cumhuriyetimizi kara zihniyetin elinden kurtarıp onarmak için yeniden bu coşku…

Cumhuriyet sevdamız nehir gibidir…

Asla geriye akmaz nehir…


https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/bekir-coskun/nehir-4850531/


***

Bağdat’taki Bölge fotoğrafı

Bağdat’taki Bölge fotoğrafı



Mehmet Ali Güller

22 NİSAN 2019 PAZARTESİ

CUMHURİYET



Bölgemizde iki temel karşıtlık var: 

1. Türkiye-Suriye karşıtlığı. (Bunu AKP’nin Esad karşıtlığı diye okumak daha doğru.) 

2. İran-Suudi Arabistan karşıtlığı.

Kuşkusuz bölgesel politikalar açısından temel olmamakla birlikte Türkiye’nin İran’la, İran’ın Irak’la, Irak’ın Kuveyt’le, Kuveyt’in Suudi Arabistan’la karşıtlıkları da var elbette... 

Ancak belirleyici olan bu iki karşıtlıktır, zira bu karşıtlıklar aynı zamanda ABD emperyalizminin bölgemize yönelik planlarında yararlandığı bir zemindir.

Emperyalizmin istemediği fotoğraf

Geçen hafta bu iki karşıtlığa rağmen, çok anlamlı bir “bölge fotoğrafı” ortaya çıktı: Bağdat’ta düzenlenen “Irak’a Komşu Ülkeler Parlamento Başkanları

Zirvesi”nde Irak, Türkiye, Suriye, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün yetkilileri bir araya geldi! (İran’ı Şûra Meclisi üyesi Alaaddin Brocerdi temsil ederken, diğer tüm ülkeler Meclis başkanlarınca temsil edildi.)

Zirvenin sonuç bildirgesinde “Irak’ın istikrarı bölgenin istikrarı için gereklidir” denildi. 

Çok doğru... 

Irak’ın istikrarı Suriye’nin istikrarıdır; İran’ın istikrarı Türkiye’nin istikrarıdır, Ürdün’ün istikrarı Suudi Arabistan’ın istikrarıdır vb.

Ülkenizde istikrar ve barış, komşularınızda istikrar ve barıştır; aynı zamanda komşularınızda istikrar ve barış, ülkenizde istikrar ve barıştır.

İktidarların çıkarları, ABD’ye zemin sağlıyor

Peki bu fotoğraf, yukarıda belirttiğimiz iki temel karşıtlığın ortadan kalktığı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Ancak uygun şartlarda kalkabileceğinin de işaretidir. 

Örneğin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşen (16.4.2019) İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in “bu görüşmeyle ilgili Erdoğan’a rapor sunacağını”

söylemesi ve ardından Erdoğan’la bir araya gelmesi (17.4.2019) oldukça önemlidir. 

Ankara’nın Şam’la anlaşması ve ardından Ankara, Şam, Bağdat, Tahran dörtlüsü arasında bir bölgesel ittifak zemini oluşması, örneğin Suudi Arabistan’ı dizginleyecektir!

Bölgesel istikrar ve barışın önündeki engel tek tek ülkelerin çıkarları değil, iktidarda kalma çıkarını ülkenin çıkarının önünde gören yöneticilerdir!

Bölgemizin asıl sorunu budur ve ABD emperyalizmi, işte bu sorunu kullanarak bölgede etkinliğini sürdürebilmektedir! 

Somut söylersek... 

Örneğin ABD’nin “İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıma” hamlesinde Suriye’de Esad karşıtı konumlanan Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, hatta

Ürdün’ün sorumluluğu yok mu? Elbette var! 

Örneğin Irak’taki istikrarsızlıkta belli ölçülerde İran ve Türkiye’nin sorumluluğu yok mu? Elbette var! 

Uzatmayalım, önemli olan yukarıdaki fotoğrafı bir bölgesel istikrara nasıl dönüştüreceğimizdir.

Bölgenin düğümü: Ankara-Şam ilişkisi

Ankara-Şam ilişkisi burada kritik düğümdür. Ankara ile Şam anlaştığı anda Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında kritik bir işbirliği oluşur. Bu dörtlünün yan yana gelmesinin önemini somut örneklerden verelim: 

ABD’nin Irak’a saldırısına Suriye karşı çıkmıştı, Türkiye katılmamış ama karşı çıkmamıştı, İran ise sessiz kalmıştı. ABD’nin Suriye’ye saldırısına ise

İran eylemli olarak karşı çıkmış, Irak karşı çıkmış ama tersine Türkiye ABD’nin yanında yer almıştı. 

Buradan çıkarmamız gereken sonuç şudur: ABD’nin bu dört ülke üzerindeki hamlelerini durdurabilmenin öncelikli yolu, dört ülkenin ittifakıdır!

Dört ülkenin işbirliği, ABD’nin inşa ettiği İran karşıtı cepheyi de bölecektir. ABD İran’a karşı hem Arap NATO’su kurmakta hem de Mısır destekli Suudi-İsrail ittifakı oluşturmaktadır. 

Ankara, Tahran, Bağdat, Şam işbirliği, öncelikle Mısır’ı bu girişimin dışında kalmaya itecektir. Mısır’sız Suudi Arabistan- İsrail ittifakı ise işlevsiz olacaktır.

Sonuç olarak, Ankara ile Şam’ın anlaşması, bölgenin istikrarı için başlama noktasıdır.


https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mehmet-ali-guller/bagdattaki-bolge-fotografi-1356761


***

SATRANÇ.

SATRANÇ.



Ahmet Taşgetiren. 

18.05.2019 22:29

Karar Gazetesi.,


İş söylem gücüyle halledilebiliyor olsa sorun yok, o konuda bir hayli etkileyiciyiz.

İş haklı olanın hakkını alabildiği bir dünyada gerçekleşiyor olsa, yine sonunda “Hak yerini bulur” demek mümkün.

Ama ülkeler söz konusu olduğunda “çıkar önceliği” var, “Haklılık” alanını ülke çıkarları belirliyor ve nihayetinde “Gücü gücü yetene” kuralı işliyor.

Güç ise, hem askeri – ekonomik varlığınızdan kaynaklanıyor hem de başkalarıyla ilişkiyi kendi konumunuzu tahkim edebilecek şekilde kurgulayabilmekten.

Bunun en bilinen formülü, “Dostları artırmak, düşmanları azaltmak.”

Son zamanlarda “biraz sıkıştık” tespiti, herhalde herkesin ortak kanaati. Bunu, en çok ülkeyi yönetenlerin ruhunda hissettiğini tahmin edebiliriz. Ne de olsa bizler, dışardan bakarak olan biteni okumaya çalışıyoruz.

“Son zamanlarda…” ifadesi, aslında dış politika söz konusu olduğunda “son zamanlar”dan ibaret değildir. Başlığa “Satranç” ifadesini boşuna koymadım. Karşılıklı hamleler örgüsünde bir de bakıyorsunuz “sıkışmışsınız.” Ne oldu? Gelinecek noktayı önceden öngörüp, karşı hamle yapamadınız.

Öyle mi oldu, tabii ki tartışılabilir. Başka türlü olabilir miydi, böyle bir sıkışıklığa mahkum mu idik, bu sıkışıklık içinden çıkmak için imkanlarımız var mı, bunların hepsi konuşulabilir.

Acaba Amerika’nın şu anda İran’a karşı yürüttüğü kuşatma harekatı, kaç hamleden sonra bugünkü noktaya geldi, kaç hamle sonra Türkiye için de bir tehdit  niteliğine dönüşecektir?

Mısır’da darbe yapılmış, Suriye’de Amerika’nın tavrı değişmiş, Amerika’da Trump iktidara gelmiş, Suud ve Körfez ülkeleriyle sırlı bir ilişki başlamış, peşinden Suud – İsrail – BAE – Mısır denklemi kurulmuş, Suriye’de Türkiye Rusya ile iş tutmaya yönelmiş, bu süreçte AB ile ilişkiler  sarsılmış… Bir yandan

Türkiye’de çözüm süreci akamete uğramış, diğer yandan Suriye’de “Kürt kartı” Türkiye’ye de ihraç edilecek bir model halinde devreye sokulmuş, Suriye’de

Türkiye ile birlikte çalışan muhalif güçler Rejim – Rusya cephesinde “terörist” muamelesi görmeye başlanmış ve Türkiye 3 milyon Suriyeli mültecinin yükünü  çekmeye mahkum edilmiş…

Kaç yılı buldu bu süreç? 7-8 yılı.

“ Orta Doğu’da hiçbir gelişme Türkiye’nin iradesi olmadan gerçekleşmez” öz güveninden “ Sıkıştık ” noktasına gelişin süresi bu. 

İran’a yönelik harekat, çok açık ki bir bölge tanzimidir. Operasyonun arkasında kim varsa (Amerika, İsrail ve bunlarla koalisyonu kendileri için kurtuluş simidi gören Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri’nin iktidarları) benim kanaatim, onların aynı zamanda Türkiye’yi tanzim gibi bir niyetleri olduğu gerçeğidir. Elbette güçleri yeterse… ama süreçler “güçlerin yeter hale gelmesi”nin örgüsünü hazırlama süreci olmuştur.

Amerika’lı koalisyonun alt birimlerinin kimleri içine aldığı belli. Biz, bunu Rusya ile dengelemeye çalışıyoruz, birlikte iş tuttuğumuz alan Suriye, ama

Suriye’de Rusya’nın tam da bizimle aynı yöne gitmediği görülüyor. Farklılaşma alanlarında hiç tereddütsüz farklılaşıyor. Biz mi ona mahkumuz o mu bize, ya da nereye kadar Rusya, diğer ilişkileri dengeler, içimiz rahat değil. 

Yalnızlık iyi değil. “Değerli” gibi bir teselli alanı olsa da, “Kader tayini” söz konusu olduğunda, iş gelip “Güç”e dayanıyor. O da ilişkilerin niteliği ile alakalı.

İsrail güçlü mü? Nasıl güçlü? Kendi çıkarı için kullanabildiği enstrümanlarla güçlü. Bu enstrümanların içinde devletler var, sahip olduğu bütün imkanlarla siyonist diaspora var.

Amerika da sadece kendi gücünü kullanmıyor, bakın işte, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı, BAE’yi kullanıyor, yani normalde bizim hinterlandımız olan İslam ülkelerini…

(İran karşıtlığından belki biraz da Türkiye’ye karşı rezervlerinden dolayı.)

Amerika, Rusya ile paslaşıyor yarınlardaki müşterek rakiplerini (düşmanları mı demeliydim) devreden düşürmek için…

Bunlar henüz savaş olmadan gerçekleşenler… Diplomasi… Silahsız savaş alanı.

“Dünya Beş’ten büyük” mü? Elbette büyük ama bu potansiyel bir büyüklük, onu kinetik hale getirebiliyor musunuz, yoksa “Beş” birbiri ile savaş halinde gibi  görünürken, bir de bakmışsınız si alanı dar etmiş mi?

Oynamaktan maksat ütmektir. Bu en çok dış politikada böyledir. Vahşi bir ormanda survivor (hayatta kalma mücadelesi) yapıyoruz. Bu boyutta bir “Beka sorunu”muz var mı, var. Ama bu sorunun iç politikada gerektirdiği dil, birbirini ifna niteliği taşıyan bir kamplaşma değil… En tehlikelisi de içerde yalnızlaşmaktır çünkü.    


https://www.karar.com/yazarlar/ahmet-tasgetiren/satranc-10196


***


100. yılda baş tacı edeceğini .

100. yılda baş tacı edeceğini . 



MURAT SABUNCU. 

TE 24


100. yılda baş tacı edeceğini hapiste yerde yatırana dönen ülke

19 Mayıs 1919’da özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakanlara, bu ülkeye Cumhuriyet’i armağan edenlere selam olsun…  

“1919 yılı Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün  kendi kaleminden Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı eseri ‘Nutuk’, bu cümleyle başlıyor. Cumhuriyet Halk Partisi ’nin 15-20 Ekim 1927  tarihleri arasında  Ankara’da toplanan İkinci Kurultayı’nda bizzat kendisinin 36.5 saat süren ve altı günde okuduğu tarihi bir hitabeye dayandığı için de ‘Nutuk’ adını aldı. Atatürk’ün bu tarihe bu kadar önem vermesinin nedenini; Türkiye’nin bağımsızlığa gidiş sürecinin en önemli kıvılcımlarından biri olması, uzun yıllar sürecek Cumhuriyet ile sonuçlanacak mücadele için ilk adımın atılmış olması şeklinde okumak mümkün.

Resmi adı ‘Atatürk’ü anma, Gençlik ve Spor Bayramı’ olan gün ile ilgili mesajlar da yayınlanıyor elbet. Bunlardan biri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ait.

Şöyle Sesleniyor gençlere:  

‘Sizin istek ve beklentilerinizi, sizin hayallerinizi gerçekleştirmek için mensubu olmaktan ve yaşamaktan gurur duyacağınız bir gelecek inşa etmek için, dün olduğu gibi bugün de sizi dinlemeye hazırız. Haydi, el ele gönül gönüle vererek ülkemizi daha ileri taşıyalım. ‘

Mensubu olmaktan ve yaşamaktan gurur duyulacak memleket. Ne güzel bir cümle… Peki bir karşılığı var mı? Kestirmeden hayır demek mümkün…Düşünce özgürlüğünün olmamasından genç işsizliğine umutları yeşertmek yerine korkuyu kökleştirmeye çalışan zihniyete bir çırpıda söylenecek o kadar çok şey var ki…

Ama gelin sadece düne (18 Mayıs 2019) bakarak gençlerin durumuna göz atalım. Dün Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’nin iktidarda kaldığı 17 yıl boyunca en az

10 kere yaptığı eğitim sisteminde ‘reform’un on birincisini açıkladı.Türkiye’nin eğitim konusunda en kıdemli gazetecisi Abbas Güçlü Milliyet’teki köşesinde  bununla ilgili şöyle yazdı:      

‘Son 17 yıldır ülkeyi aynı parti yönetiyor ama eğitim sistemimiz en az 17 kez değişti. Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Baş (Çubukçu), Ömer Dinçer, Nabi  Avcı, İsmet Yılmaz ve şimdi de Ziya Selçuk…Tuğlaları üst üste koyacaklarına, birinin başladığını, diğeri tamamlayacağına, her gelen sistemi hep sil baştan  değiştirdi. Özetin özeti: Geleceğimizi ilgilendiren böylesi önemli değişiklikler, keşke başta öğretmenler olmak üzere toplumun her kesiminden görüşler  alındıktan sonra şekillendirilseydi, sanki o zaman çok daha iyi olurdu.

Ne acı değil mi? Çocuklarının-gençlerinin  deneye tabi tutulduğu , eğitim sisteminin yap-boz tahtasına döndüğü bir yapı. Peki sonuç?

Dünya Ekonomik Forumu (WEF)  “Eğitim Kalitesi 2018” raporuna göre Türkiye eğitim kalitesi bakımından 137 ülke arasından 99’uncu sırada. (Kaynak Hürriyet)…Türkiye’deki öğrencilerin bilim ve matematikte son sıralarda yer almaları da bu sistemin sonucu.

Gençleri eğiten sistem felç. Ya öğreticiler. Liseden üniversiteye ne yazık ki çoğu önüne verileni uygulayan, sormayan sorgulamayan, susan, öğretmenler-akademisyenler… Tabi en basit-doğal hakkını, düşünce-söz söyleme özgürlüğünü kullandığı için hapislerde kalan yine de oradaki halleriyle de ‘ders verenleri’  unutmamak gerekir. Örnekler çok ama dedim ya sadece dünden gideceğim. Prof. Dr. Füsun Üstünel mesela. ‘Barış istediği için’ bir süredir hapiste. T24 Ankara

Temsilcisi Gökçer Tahincioğlu’nun haberinden öğreniyoruz ki Üstel hapse konulduğu ilk gece kalabalıktan yerde yatmış. Tahincioğlu’nun haberini tekrar hatırlayalım:

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı için 1.5 yıl hapis cezasına çarptırılan, akademisyen yargılamalarında  cezası kesinleşen ilk akademisyen olan Prof. Dr. Füsun Üstel’i 10 gün önce konulduğu cezaevinde ziyaret etti. Çakırözer, “Üstel 14 kişilik koğuşta kalmak zorunda bırakılan 21 kişiden biri.  Hapishaneye girdiği ilk gece yerde yatmak zorunda kalmış” dedi. Çakırözer, “Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir akademisyenin sadece fikrini ifade ettiği için yargılanması, cezalandırılması, hepsinin üstüne bir de cezaevinde yerde yatmak zorunda kalması Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğun,  adaletsizliğin, tahammülsüzlüğün fotoğrafını çekiyor” ifadelerini kullandı.

100. yılda büyük büyük laflara gerek yok aslında. Bu ülke, bu yönetim; akademisyenlerini,  fikir üretenlerini, gençlerini  yetiştirenleri,  hapse tıkıp yerde yatıracağına baş tacı etmediği müddetçe ‘yaşamaktan gurur duyulacak bir memleket’ inşa edemeyecek. Ama umutsuzluğa yer yok… 

19 Mayıs 1919’da özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakanlara, bu ülkeye Cumhuriyet’i armağan edenlere selam olsun…  

https://t24.com.tr/yazarlar/murat-sabuncu/1919-yili-mayis-inin-19-gunu-samsun-a-ciktim,22579


***

19 Mayıs'ı anlamayan neyi anlar!.

19 Mayıs'ı anlamayan neyi anlar!. 



Arslan TEKİN. 

YENİÇAĞ

29 nisan 2019


Bugün 19 Mayıs. M. Kemal Atatürk Samsun'a çıktı.

Sihrî cümle. "Kurtuluş" bu cümlede mündemiç.

Yok Vahidettin göndermişti, yok İngilizler... Yok asıl şu maksatla çıkmıştı... Yok M. Kemal padişahı kandırmış, ikbal peşine düşmüştü... Daha neler neler yazıldı. Şöyle bir interneti dolaşın, okuduklarınız karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Kimse zamanı tahlil etmiyor, sadece ve sadece kin kusuyor. M. Kemal'e baba arayanlar mı ararsınız, dinden girip imandan çıkanları mı ararsınız, M. Kemal'i Marxist idealleriyle örtüştüren absürtlükleri mi ararsınız... Gani...

Ülkemiz aşağıda M. Kemal'in anlattığı gibiyken, "şahsiyat" tartışmasına girenler, art niyetlilerdir. Bilerek veya bilmeyerek emperyal güçlere uşaklık edenlerdir:

"1335 [1919] senesi mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Vaziyet ve umumî manzara:

Osmanlı Devleti'nin dâhil bulunduğu grup, Harb-i Umûmî'de mağlûp olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş,  şartları ağır, bir mütârekenâme imzalanmış.

Büyük harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir hâlde. Millet ve memleketi Harb-i Umûmî'ye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek,memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilâfet mevkiini işgal eden Vahîdeddin, soysuzlaşmış, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiğidenî tedbirler araştırmakta. Damad Ferid Paşa'nın riyasetindeki kabine; âciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız padişahın iradesine tâbi ve onunla beraber şahıslarını  koruyabilecek herhangi bir vaziyete razı.

Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta...

İtilâf Devletleri, mütareke hükümlerine riayete lüzum görmüyorlar. Birer vesile ile, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana vilâyeti, Fransızlar;

Urfa, Maraş, Ayıntap [Antep], İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da, İtalyan askerî birlikler; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleribulunuyor. Her tarafta, yabancı subay ve memurları ve hususî adamları faaliyette. Nihayet, söze başlangıç kabul ettiğimiz tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs

[1]335 [15 Mayıs 1919]'te İtilâf Devletleri'nin muvafakatiyle Yunan ordusu İzmir'e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında, Hristiyan unsurlar gizli, açık, hususî emel ve maksatlarının elde edilmesine, devletin bir an evvel çökmesine mesaisarf ediyorlar.

Bilâhare elde edilen sağlam malumat ve vesikalar ile teyit olundu ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde teşekkül eden "Mavri Mira" heyeti vilâyetler dâhilindeçeteler teşkil ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan salîb-i ahmeri [kızılhaçı], resmî Muhacirîn [göçmenler] Komisyonu;

Mavri Mira heyetinin mesaisinin kolaylaştırılmasına hizmet etmekte. "Mavri Mira" heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin izci teşkilâtları, yirmiyaşını mütecaviz gençler de dâhil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor.

Ermeni patriği Zaven Efendi de, "Mavri Mira" heyetiyle hem-fikir olarak çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor.

Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde teşekkül etmiş ve İstanbul'daki merkeze bağlı "Pontus Cemiyeti" kolaylıkla ve muvaffakiyetle çalışıyor."

(Mustafa Kemal, Nutuk, 1927, s. 5-6).

Salyalı konuşanlar, maalesef şu zamanda öyle itibar görüyorlar ki...


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/19-mayisi-anlamayan-neyi-anlar-51964yy.htm


***

26 Eylül 2020 Cumartesi

ALMAN VAKIFLARI,

ALMAN VAKIFLARI,



Alman vakıfları,Yılmaz Özdil,

Yılmaz Özdil,


Şu Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetlerine dur demek gerekiyordu.

Çünkü... 

Türkiye’de yaşayan dini bütün Almanları dolandıra dolandıra köşe oldular, makbuzla cennetin tapusunu bile sattı bunlar... Davul tozu minare gölgesi holdingler kurdular, kimi Almanya’da otomobil üretçem diye para topladı, kimi Almanya’da fabrika kurcam diye tokatladı.

*

(Bi tanesi “kainat makinesi” icat ettiğini açıklamıştı. Türkiye’de çalışan gurbetçi Almanları kiliseye topladı, “bu cihaz sayesinde, kainatta mevcut bulunan, Hazreti İsa’nın yaşarken çıkardığı ses dalgalarını uzaydan süzeceğiz, televizyonda yayınlayacağız” dedi. Kilisede anlattığına göre, yalan söyleyecek değildi herhalde... Türkiye’de çalışan gurbetçi Almanlar bu proceye 2 milyar euro yatırdı. 10 sene filan oldu. Ödedikleri paranın uzaydan süzülmesini bekliyorlar.)

*

Türkiye defalarca uyardı Almanya’yı..

“Burdaki vatandaşlarınızı alenen kerizliyorlar” dedik. Bana mısın demediler. Alman vakıflarının Türkiye’deki Almanları soyup soğana çevirmesine ses çıkarmadı Almanya, göz yumdu... Hatta, Alman hükümetinin bakanları, Hıristiyan işadamı ayağına yatıp, mütedeyyin Almanları sövüşleyenlerin dükkân açılışlarına bile katıldı, el ele poz verdi.

*

Neticede, bu Alman vakıfları gemi azıya aldı, Almanya’daki gariban Almanların karnını doyuracağız diye, Türkiye’de çalışan Almanlardan bağış topladı... 

Gemi aldı! 

Türkiye’de balya balya bavullara istifledikleri yardım paralarını Almanya’ya götürüp, Almanya’da televizyon kurdu.

*

Baktık ki, Almanya’nın hâlâ kılı kıpırdamıyor. Türkiye dayanamadı, müdahale etti. Türkiye ayağını tutukladı, Almanya’ya resmi yazı yazdı, “savcı gönderin, belgeleri verelim” dedi. Bi ay, on ay, iki sene, Almanya salağa yattı, savcı mavcı göndermedi. Sanki bizim vatandaşımızı dolandırıyorlar birader... Biz yakalatmaya çalışıyoruz, Almanlar üstünü örtmeye çalışıyordu. İttir kaktır, zorla bi-iki Alman savcı niyetlendi, şak, görevden aldılar, sanırım içeri tıkacaklar.

*

Üstelik...

Misilleme olarak, Almanya’da faaliyet gösteren Türk derneklerini terörist ilan ettiler, hedef haline getirdiler.

*

E yetti gari...

Şu Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetlerine dur demek gerekiyordu. 


***


TÜRKİYE MİLLETİ., Leyla’nın Milleti!,

 TÜRKİYE MİLLETİ., Leyla’nın Milleti!


TÜRKİYE MİLLETİ

Emin Çölaşan

    SEVGİLİ okuyucularım, adına Leyla Zana denilen hanım bundan yıllar önce SHP listesinden milletvekili seçilmiş ve Meclis’te olay yaratmıştı. Son olaya gelmeden önce şimdi geçmişe, 1991 yılına dönelim. 

Seçim yapılmış, sıra Meclis’teki ant içme törenine gelmişti. Milletvekilleri tek tek kürsüye çıkıp anayasada öngörülen yemin metnini okuyordu.

Sıra Leyla ya geldi.

Kafasında PKK’nın sarı-yeşil-kırmızı ulusal renklerinden oluşan bir saç bandıyla kürsüye çıktı. Bunu özellikle yapıyor, daha il gün olay çıkarmaya yelteniyordu.

Kürsüde yerini aldı…

Ve yemin metnini okumaya başladı.

Birkaç saniye sonra Meclis kürsüsünde anlamsız sözler söylemeye başladı.

Kürtçenin bir lehçesiyle konuşuyordu.

Peki, O Kürtçe sözlerinde ne demişti? “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum!”

Ortalık kızıştı. Kavgalar çıktı. Sonrasında başka milletvekilleriyle birlikte Leyla‘nın da dokunulmazlığı kaldırıldı. Çeşitli mahkemelerde yargılandı ve uzun süre hapis yattı.

***

Aradan 20 yıl geçti, bu şahıs bu kez Kürtçü BDP’den Diyarbakır milletvekili seçilip yeniden Meclise döndü. Partili arkadaşlarıyla birlikte geçtiğimiz cumartesi günü Meclis te yemin (!) etti.

Anayasada öngörülen yemin metni şöyle bitiyor:

“…Büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”

Hanımefendi ne olursa olsun olay çıkaracak ya!..

El çabukluğu değil ama dil çabukluğu ile o bölümü şöyle okudu:

“…Türkiye milleti önünde namus ve şerefim üzerine ant içerim!.. “

Böylece Türk milleti, tarihte ilk kez Türkiye milleti oluverdi!

Yemin böyle okununca itirazlar geldi. Yeminin tekrarlanması gerekiyordu ama özellikle kaynatıldı.

Gazeteciler kendisine sordular

“Niye böyle yemin ettiniz?”

Verdiği yanıt ilginçti:

“Yani bilinçli ve planlı değildi! O anda ağzımdan Türkiye milleti çıktı!”

Hay Allah, rastlantının böylesi!.. O anda ağzından bu çıkmış!

Utanmazlığın ancak bu kadarı olabilirdi.

Oturumu yönetmekte olan Meclis Başkanı Cemil Çiçek kendi ifadesine göre. o sözlerini duymamıştı!

Öyle ya, biz onların karşısında beş yaşında saf çocuklardık!.. Herkes yanlış duymuş, doğruyu (!) duyan yine onlar olmuştu.

Hemen ardından Cemil Çiçek’in talimatıyla TBMM Başkanlığı tarafından bir duyuru yayınlandı, şöyle diyordu;

“Leyla Zina’nın yemin ederken Türkiye milleti değil. Türk milleti ifadesini kullandığı tespit edilmiştir”

***

Şimdi şu işe bakınız, kadın diyor ki “Türkiye milleti dedim, o anda ağzımdan böyle çıktı.”

TBMM Başkanlığı ise diyor ki. “Yok, valla inanın ki Türk milleti dedi!’

Leyla böylece, TBMM Başkanlığı tarafından güya aklanmış oluyor.

Peki niçin?

Şunun için:

İktidar şimdi yeni bir anayasa değişikliği|www.emincolasan.info|daha gündeme getirdi ya, o konuda BDP’nin desteğine ihtiyacı var Ne kadar BDP’li milletvekili destek verirse. AKP Güneydoğudaki vatandaşlardan o kadar oy isteyecek.

Meclis’te gerekli kelle sayısına ulaşılmaz ve iş yine referanduma kalırsa onlara diyecekler ki “Bakın arkadaşlar, sizin partiniz olan BDP bile |vatansever.info|bu anayasa için kolları sıvadı, Meclis’te kabul verdi. Şimdi sıra sizde, Size özerklik verdik, Kürtçe eğitim getirdik, haydi bastırın evet oylarınızı!..”

Böylece, BDP’nin sırtından muhteşem bir siyaset ticareti ve oy avcılığı daha yapmış olup, kendi çıkarları doğrultusunda hazırladıkları anayasayı kabul ettirecekler!

O yüzden Leyla’ya tavır koymaları mümkün olmadı.

***

Sevgili okuyucularım, Leyla Zana’nın Meclis kürsüsünde kullandığı ve hiçbir kesimden tepki gelmediği sürece Türk milletine yutturulmak istenen “Türkiyeli” sözcüğü, Tayyip’in geçmişte sık sık kullandığı bir sözcüktür.

Şimdi Başbakan olduktan sonra kullanmıyor, ya da kullanamıyor.

Bunu kullananların amacı “Türk” kavramını belleklerden silmek, unutturmak ve en sonunda da yok etmek.

Ne acıdır ki, günümüzde bu uygulamayla sık sık karşılaşıyoruz.

Bugün ülkeyi yönetenlerin ağzından “Türk” sözcüğünü pek duyuyor musunuz?“Türk milleti” kavramını ağızlarına aldıklarına tanık oluyor musunuz?

Şu iktidar yalakası korkak, entel, liboş gazete ve televizyonlara bakıyorum, varsa yoksa Kürtlük, varsa yoksa Kürtçülük. Bunların iktidarı döneminde bunlar tartışılıyor, hem de sadece bu kavramların savunucuları tarafından.

Bütün ulusal kavramlarla birlikte Atatürk de yok edilmek isteniyor.

Siz bakmayın birilerinin ulusal bayram günlerinde Anıtkabir’e gidip içlerinden küfrederek göstermelik saygı duruşunda bulunduklarına!..

***

Tayyip geçmişte kendisini “Türkiyeli” olarak tanımlardı. Bunu defalarca yazdım, belgeledim. Hiçbir biçimde itiraz etmesi, yalanlaması mümkün olmadı.

Şimdi Çankaya’da oturmakta olan AKP‘li yine geçmişte şu sözleri ederdi:

“Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ‘Ne mutlu Türküm diyene lafını tutup her yere yaza yaza özellikle bunu hiç olmayacak yerlere yaza yaza, Türkiye aslında İLKEL bir hale dönmüştür”

Mustafa Kemal Atatürk 1933 yılında. Cumhuriyet’in 10. Yıldönümü’nde yaptığı konuşmanın sonunda haykırıyordu:

“Ne mutlu Türküm diyene.”

Dikkat ediniz, “Ne mutlu Türk olana” deseydi. Irkçılık olurdu.“Ne mutlu kendini Türk olarak görene, hissedene” diyor. Asla ırkçılık, ayırımcılık yok.

İşte size bu iktidarın en üst düzey makamlarında bulunan iki kişinin kullandığı sözler!..

Atatürk’ün ağzından çıkıp tarihe geçen bu masum, ama çok anlamlı sözcükleri bile reddeden her şeyi İslam’da arayan kafalar şimdi bu ülkeyi yönetiyor…

Ve Kürtçü bir kadın daha üç gün önce Meclis kürsüsüne çıkıp “Türkiye milleti” diye açıkça zırvalarken, Meclis Başkanlığı açıklama yapıp “Valla billa öyle demedi, Türk milleti dedi” demek zorunda kalıyor!..

Ama kadın bunlardan daha yürekli, Hiç değilse zırvasını inkâr etmiyor da, başka türlü kıvırtıyor…

“O anda ağzımdan Türkiye milleti çıktı (!)” diyor

Görüyorsunuz işte… İyi ki Japonya milleti falan çıkmamış!

Yıllar önce Tayyip kendini ‘Türkiyeli’ olarak tanımlıyordu. Simdi aynı edebiyatı Leyla Zana yapıyor.

Tayyip’le Leyla’nın örtüşmesi, doğrusu pek hoş oluyor.

Onlar ermiş muradına, biz ” Türkiyeliler” de Türklüğümüzü bohçaya sarıp çıkalım kerevetine.


***

LEYLANIN MİLLETİ.,

EMİN ÇÖLAŞAN

21 Kasım 2015

Sevgili okuyucularım kadın Meclis kürsüsüne çıkıyor, hiç utanmadan abuk subuk konuşuyor. Sözlerine önce Kürtçe birkaç şey söyleyerek başlıyor da, ne dediği anlaşılmıyor.


Sonra yemin metnini okumaya başlayınca bir vecize daha yumurtlayıp “Türk Milleti” yerine “Türkiye milleti” diyor.
Bu kadın ve benzerleri komik, acınası tiplerdir.
Bu ülkede yaşarlar, hem de krallar gibi…
Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındadır.
Devletin olanaklarından sonuna kadar yararlanırlar çünkü devlet onlardan lüks makam araçları dahil hiçbir şeyi esirgemez.
Bir de gidin bakın şehit ailelerinin duruma… Gencecik asker ve polis evlatlarını teröre kurban veren on binlerce ailenin çoğu, tek göz evlerinde yaşam mücadelesi veriyor.
Gidin bakın terör olaylarında yaralanıp gazi olan, kolunu bacağını, gözlerini yitiren babayiğit gazilerimize…
Bugüne kadar hiçbirinden bir yakınma, onları bu duruma düşürenlere hakaret
gelmedi.

* * *

Yıllar önce televizyonda görüntülerini izlemiştim. Bir astsubayımız patlayan PKK mayını ile ağır yaralanmış, tedavi için GATA'ya yatırılmıştı.
Kollarını, bacaklarını ve ayrıca gözlerini yitirmiş bir külçe idi.
Dönemin Genelkurmay Başkanı hastanede onu ziyarete gitmişti. Kameralar önünde astsubayımıza sordu:
“Evladım bizden bir isteğin var mı?”
Gazimizin çaresiz yanıtını duyduğum anda, artık kendimi tutamayıp ağlamaya başlamıştım.
“Bana gözlerimi verin yeter komutanım.”
İsmini ne yazık ki bilmediğim o astsubayı daha sonra tedavi için İngiltere'ye gönderdiklerini, ancak orada vefat ettiğini duymuştum.

* * *

Türk Milleti'ne böylesine acılar yaşatan PKK'nın sempatizanı milletvekili kadın şimdi hiç utanıp sıkılmadan çıkıyor Meclis kürsüsüne, yemin ederken sırf ortalığı germek ve şov yapmak için “Türkiye Milleti” diyor!
Leyla Zana isimli ne idüğü belirsiz kadın yeminini tekrar edip adam gibi okumadığı sürece Meclis çalışmalarına katılamayacakmış!
Katılsa kaç yazar, katılmasa kaç yazar.
Oy kullanamayacak, komisyonlarda görev alamayacakmış!
Kim takar onu!
Bayan Leyla bu sürecin parasal boyutunu önceden mutlaka öğrenmiş ve planını ona göre yapmıştır.
Meclis çalışmalarına katılmayacak ama Meclis'in bütün parasal olanaklarından yararlanacak.
Eski milletvekili olduğu için emekli maaşı alacak. Yeniden seçildiği için bir maaş daha alacak.
Cebine her ay net olarak 23 bin lira girecek.
Üstelik milletvekillerine sağlanan bütün diğer olanaklardan yararlanacak. Hem de aile boyu…
Örneğin sağlık harcamaları için cebinden bir kuruş çıkmayacak. Onun ve
ailesinin sağlık ve tedavi harcamalarının tümü yine “Türkiye Milleti (!)”
tarafından, başka bir deyişle bizim vergilerden karşılanacak.

* * *

Yetkili bir makamda olsam, bugünden tezi yok bu kadın ve benzerlerine “Dur” diyecek önlemlerin alınması için çalışmaları hemen başlatırdım.
“Ya kürsüye yeniden çıkıp adam gibi yemin edersin, ya da devletin sana her ay vereceği 23 bin lirayı alamazsın. Hem de milletvekilliğin düşer, bundan sonra avucunu yalarsın.”
Yasa mı değişecek, İçtüzük mü yeniden gözden geçirilecek, ne gerekirse yapar ve bu saygısız, küstah kadına iyi bir ders verirdim.
İyi de bunu hangi devlet, hangi hükümet yapacak!..
Başkanlık ihtirasına kapılıp HDP ve PKK ile “Ver bana başkanlık, al sana özerklik” pazarlığını bir süre sonra başlatması beklenen Tayyipgiller hükümeti mi!

* * *

Ancak bir konuda dua etmemiz gerektiğini de hatırdan çıkarmayalım…
Zira bu Leyla günün birinde şöyle diyebilir:
“Bana Türk Milleti demediğim için saydırıyorsunuz ama sizi yönetenlerin bir kez olsun Türk Milleti dediğini duydunuz mu?.. Kendilerinin Türk olduğunu bir gün olsun söylediler mi? O halde siz boşa konuşmuş oluyorsunuz!..”
Ağzından yel alsın, inşallah aklına gelmesin de söylemesin!
Yoksa hapı yuttuk demektir.

Hakaretin bedeli

Sevgili okuyucularım, Varşova Büyükelçimiz olan Yusuf Ziya Özcan isimli şahsın Facebook sayfasında aynen şu mesajı kullanılmıştı:
“Fransız piçleri, Cezayir'de bir buçuk milyon Müslümanı öldürürken hiç sesiniz çıkmıyordu.”
Bu adam Varşova'da devleti temsil ediyor. Diplomat falan değil, YÖK eski Başkanı. O göreve Tayyip hükümeti tarafından atandı.
Fransa'nın Cezayir'de 1950'li yıllarda sergilediği vahşet gerçekten inanılmazdır. Ancak bir büyükelçinin bu sözleri de aynı biçimde inanılmazdır. Bu konuya dünkü yazımda da değinmiştim.
Olayı dün Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı, emekli büyükelçi Onur Öymen'e sordum. Söylediklerini aynen size iletiyorum:
“Yurt dışında devleti temsil eden bir büyükelçinin bu gibi sözlerle herhangi bir kişi veya ülkeye hakaret etme hakkı yoktur. Diplomaside eleştiri vardır ama hakaret asla olamaz. Şimdi yapılması gereken şey, bütün diplomasi kurallarını altüst edip bu sözleri kullanan ve ülkemizi dışarıda rezil eden büyükelçiyi Ankara'ya çağırıp sormaktır. Arkadaş bu iş nasıl oldu, amacın nedir?..”

* * *

Konuştuğum başka bir Büyükelçi de şöyle dedi:
“Hiçbir diplomat bir başka ülkeye ve milletine kendiliğinden böylesine hakaret edemez. Fransa, Türkiye'nin AB üyeliğine en sert karşı çıkan ülkelerden biri. Acaba Ankara'dan Varşova Büyükelçimize bu kelimeleri kullanarak bir mesaj göndermesi mi söylendi? Zira alkollü falan değilse, aklı başında olan hiçbir büyükelçi ‘Fransız piçleri' diye başka bir millete hakaret edemez. Eğer Fransız Hükümeti bu konuyu mesele yapar, bizim Bakanlığa bir nota verip olayı protesto ederse, Türkiye olarak çok zor durumda kalırız. Belki de Fransa'dan gizlice özür dilemişlerdir. Bu şahıs meslekten diplomat olmadığı için biraz yüksekten uçmuş. Derhal geri çağrılması gerekir.”
Aradan tam 48 saat geçti… YÖK eski Başkanı, Varşova Büyükelçisi Yusuf Ziya'dan “Fransız piçleri” konusunda açıklama gelmedi! Günün birinde gelir inşallah!

Paylaş Tweet Whatsapp Paylaş

 https://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/emin-colasan/leylanin-milleti-991406/


**

Türkiye Niye Batmaz?..

 Türkiye Niye Batmaz?..



Bekir Coşkun

05 Ekim 2011 Çarşamba 12:28

Her şeyi yabancılara sattıkları için, batınca onlar batıyor…  Bize bir şey olmuyor…

*

Diyelim ki telefon işletmesi batsa…

Lübnan’da bir Arap “battım…” diye bağıracak…

Limanlar batsa…

Hong Konglu ile İsrailli bağırıyor…

Bize yine bir şey olmuyor…

*

Zaten şimdiye kadar batmış Türk zengini gören de yok…

Batmazlar çünkü…

Herkes “battı” dediğinde, o aslında çıkıyordur; Mayorka adasına…

*

Doğrusunu isterseniz…

Çevrenize bakın; çalışan, üreten, alın teri döken, hakkını vererek para kazanan, koşuşturan zor bulursunuz…

Ama herkesin parası var…

Herkesin cep telefonu var…

Herkesin arabası var…

“İşler nasıl” diye sorsanız, size “uğraşıyoruz” diyecektir…

“Neyle uğraşıyorsun” diye sorun…

*

Türkiye batmaz…

Bankalar batsa, o zaman “battım” diye bağıranlara bakın:

Yunanlı, Kuveytli, Fransız, Lübnanlı, Belçikalı, Kazak, İtalyan, Rus, İspanyol…

*

Cam işletmesi batsa; Fransız batıyor…

Market batsa; Hollandalı…

Enerji sektörü batsa; Avusturyalı…

Demir fabrikası batsa; Amerika’dan birisi bağıracak “battım” diye…

Araba muayene şirketi iflas etse; Alman…

Araba fabrikası battı diyelim; Japon batıyor…

Yani bize bir şey olmuyor…

*

Savaşacağınıza mayın tarlalarını İsraillilere verseydiniz ya…

Bizimkiler döşediği için mayınları hayatta bulamayacakları gibi, altlarında patladığında da hem batacaklardı, hem uçacaklardı…

*

Diyelim ki “Ne olacak bu yabancıların hali?” diye rakı içmeye kalktınız…

Ama garson geldi “rakı yok” dedi…

Batmış…

Kim battı?..

Amerikalı…

*

“Ekonomik kriz bizi etkilemez” tezi doğru…

Kimsenin çalışmadığı, ama herkesin para harcadığı millet ile her şeyini satmış devletin ortak eserinin adıdır aslında:

“Türk Mucizesi…” Asla Batmaz…

https://www.adaletbiz.com/kose-yazarlari/turkiye-niye-batmaz-h2582.html

Parçalı Suriye ve PKK/YPG'ye Hayat Alanı.,

 Parçalı Suriye ve PKK/YPG'ye Hayat Alanı.,



Cahit Armağan Dilek 

23 Ekim 2019

Türkiye, 35 yıldır terörle mücadele ediyor. Çok Büyük kayıplar yaşadı, tecrübeler kazandı. Ama bir şeyi gözden kaçırıyor.

O da özellikle 11 Eylül saldırılarından bu yana küresel boyutlara ulaşmasıyla birlikte terörün bir dış politika aracı olduğudur.

Terörle mücadele kazanılıyor başarı gibi görülüyor ama terörün yaşandığı bölgelerdeki dönüşümle terörü dış politika aracı olarak kullanan aktörlerin hedefine ulaşmış olabileceği gözden kaçırılıyor.

El Kaide ile mücadele ve teröre destek veriyorlar bahanesiyle ABD liderliğindeki koalisyon, Afganistan'ı ve Irak'ı işgal etti. Irak, Afganistan ve Pakistan terör sarmalının içine düştü. El Kaide yok edilemediği gibi örgütün küresel yayılımının önü açıldı, üç ülke de başarısız devlet kategorisine düştü.

İşgal edilen Irak'taki El Kaide'den yeni terör örgütleri doğdu. 2014'te Suriye ve Irak'ın büyük bölümünü işgal eden IŞİD terör örgütü bunlardan biri oldu.

Bu sefer IŞİD'le müdahale için ABD liderliğindeki koalisyon yeniden Irak'a döndü, Suriye'de buna dahil edildi.

Koalisyon Suriye'de IŞİD'le müdahale için başka bir terör örgütü PKK/YPG'yi kara gücü olarak kullandı. Sözde IŞİD'ten kurtarılan PKK/YPG işgali altındaki bölgelerde süreç uzadıkça PKK devletçiğinin temelleri atıldı.

Türkiye'nin yanlış kurgulanmış Suriye politikası ve stratejisi de orada PKK devletçiğinin güçlenmesine neden oldu. 

Stratejinin üç temel unsuru zaman, mekan ve kuvvettir. Türkiye'nin doğru stratejisi, tehdit algılaması ve öngörüsü olsaydı doğru strateji Haziran 2015'te 

Tel Abyad PKK/YPG'nin eline geçip Fırat'ın doğusunun coğrafi bir bütünlük altında ele geçtiği anda Türkiye'nin harekatını yapması gerekirdi.

Zamanında o harekat yapılsaydı bugün ne Menbic'i ne Kobani'yi ne de Fırat doğusunu konuşuyor olacaktık. Suriyeli sığınmacı krizi bu boyutlara ulaşmayacaktı.

Barış Pınarı Harekâtı geç de olsa yapılması gereken bir harekât olarak başladı ancak ABD'nin araya girmesiyle ara verildi. Bu büyük bir hata olarak tarihteki yerine alacaktır. Arazideki durum harekâtı tamamen durdurdum demeye de uygun değil. Çünkü YPG tam çekilmedi.

ABD, Rusya ve Avrupa'dan gelen tehdit ve şantaj içerikli açıklamalar, uluslararası alanda Türkiye'ye yönelen savaş suçu gibi sözde suçlamalar Türkiye'yi 

harekatı yeniden başlatma kararını vermekten uzak tutuyor. YPG'nin çekilmesine fırsat tanımak bahanesiyle birkaç gün daha uzatmak sonra tamamen durdurmak olasılığı daha yüksek.

Türkiye, Suriye kuzeyinde kendisine yönelen terör tehdidiyle mücadele ederken oradaki terör yapısının tamamen ortadan kaldırılmasını ve son teröristin etkisiz hale getirilmesini nihai hedef olarak açıklamıştı.

Ama teröristlerin silahlarıyla birlikte çekilmesini öngören mutabakatı ABD ile imzalaması bu hedeften vazgeçtiğini, sınırda belli bir mesafede terör yapısının bulunmasına razı olduğunu gösteriyor.

İki gün önce ABD'li senatör Graham, Türkiye-Suriye sınırında Türklerle Kürtler (!) arasında çatışmayı önlemek için uluslararası güç denetiminde havadan 

ABD destekli tampon bölge önerisini Trump'ın fikri olarak açıkladı. Peşinden SDG/YPG benzer taleplerini açıkladı.

Son olarak Alman savunma bakanı aynı öneriyi desteklediklerini ve Perşembe günü NATO savunma bakanları toplantısına getireceklerini açıkladı. 

Anlaşılan o ki, ABD ve Avrupa arasında bu iş pişiriliyor. NATO bu gücün sorumluluğunu alırsa şaşırmamak lazım.

Trump'ın Türklerle Kürtler(!) savaşıyor twitlerinin aslında neye hizmet ettiğini görüyor musunuz?

Pompeo'nun dün Trump'ın askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemesini buraya not edelim. Röportajın gelişiminden askeri güç kullanmaktan kastın 

Türkiye'ye karşı fiziken askeri saldırıdan ziyade sınır hattına ABD gözetiminde uluslararası güç yerleştirilerek Türkiye'nin harekatını sınırlandırmak olduğu büyük olasılık.

Trump'ın, Suriye doğusunda kalma, SDG/YPG'yi korumaya devam etme, Irak'ın batısında yeniden konuşlanma, petrolü kontrol etme kararını da buna ekleyin. 

Yani ABD, Suriye'yi yine terk etmiyor. Edemez çünkü İsrail'in güvenliği buna izin vermez.

Lavrov'un tüm Kürt yapılarının Suriye anayasasına sağlam şekilde yazılması açıklamasını da dikkate aldığımızda, Türkiye halen terörle mücadele safhasında iken diğer aktörler planladıkları parçalı yeni Suriye'yi hayata geçirme safhasında.

Türkiye, Suriye kuzeyinde terör yapılanmasını oradan kaldıramadığı gibi IŞİD'le mücadele adı atında PKK/YPG'nin terörden aklanarak Suriye'de diğer aktörlerce de desteklenen ve kabul edilen bir devletçik yapısına dönüşmesini de engelleyememekle karşı karşıya.

Suriye krizinde kartların yeniden karıldığı günleri yaşıyoruz. Türklerle Kürtlerin savaşmasını (Aslında PKK/YPG'nin imhasını engelleyerek yeni hayat alanı açmak) önlemek üzere aramıza girmeye hazırlanan ABD/Batı aynı zamanda Suriye ile aramıza girip işbirliğini önlemeye hatta Ortadoğu ile bağımızı koparmaya çalışıyor.

Suriye'de, ABD/Batı askeri olarak da Türkiye'nin karşısında pozisyon alıyor. Türkiye bu açmazdan ABD/Batı'nın beklemediğini yapmalı, Suriye ile derhal 

işbirliğiyle Adana Mutabakatı üzerinden PKK/YPG konusunu Şam'a bırakmalı, anayasa komitesinde de Esad ile mutlaka birlikte hareket etmeli.

Yoksa.., Önce Suriye sonra Türkiye bölünür.

https://21yyte.org/tr/suriye/parcali-suriye-ve-pkk-ypg-ye-hayat-alani

***


25 Eylül 2020 Cuma

UMUTSUZLUK DEĞİL ÇÖZÜM ZAMANI.,

 UMUTSUZLUK DEĞİL ÇÖZÜM ZAMANI.,



USAK Başkanı Sanberk: Umutsuzluk Değil Dayanışma Zamanı

 

* Demokratik açılım sırf Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil aynı zamanda bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin derinleştirilmesiyle mümkün olur


Özdem SANBERK (USAK Başkanı)


PKK’nın son saldırıları ve çok sayıda askerimizin şehit edilmesi hepimiz için büyük bir kaygı ve ıstırap kaynağı oluşturdu. Ülkeyi saran öfke ve karamsarlık bulutları siyaset sahnesinde karşılıklı verimsiz suçlamalar dönemini yeniden başlattı. 

– Suçlama

Birbirimizi suçlayarak çözüme ulaşamayız. Suçlu cinayeti işleyendir. Saldırıyı yapanın hiçbir suçu yokmuş gibi başka yerde suçlu aramak ülkede ümitsizlik yaratanların tam da ulaşmak istedikleri hedeftir. Devlet mekanizmasının işleyişinden şikâyet edilmesi demokratik bir ülkede her vatandaşın doğal görevidir. Ne var ki zaman şikayet zamanı değil, dayanışma ve uzlaşma zamanıdır. Terörün iç boyutu ve dış boyutu var. İç boyutunda sorumluluk taşıyan kurumumuz güvenlik güçlerimizdir. Silahlı kuvvetlerimizin moralinin yüksek tutulması şimdi birinci öncelik taşıyor. Terörün dış boyutunun önlenmesinde sorumluluk taşıyan Dışişleri Bakanlığımızın ve çalışanlarının, memuriyet görev ve sorumlulukları dolayısıyla yanıt veremeyecekleri polemikler içine çekilmeleri, görevlerini yerine getirmelerini kolaylaştırmaz.

– Gerçek nedenler

Ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın beklentilerini karşılayacak politikaların ve uygulamaların uzun yıllardan beri hâlâ oluşturulmamış olması bir gerçek. Bir başka gerçek de terör örgütünün, bu sorunları gerekçe göstererek şiddete başvurması ve silahlı şantaj stratejisidir. Adlarına eylem yapılan Kürt kökenli vatandaşlarımızın tümün talepleri ile terör örgütünün talepleri uyuşmuyor. Örgütün nihai stratejisi etnik ve kimlik temelinde ayrışma. İki ayrı ulus, iki ayrı halk. Bu strateji Örgütü ve liderini destekleyen büyük bir kitle tarafından muhakkak ki paylaşılmakta.

– Demokratik zeminde barış

Ama Örgütü desteklemeyen büyük bir kitle Kürt vatandaşımız da var. Onların sayısı da milyonları buluyor. Bunun kanıtı Güneydoğu’da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin aldığı oylar. Bu partiye oy veren Kürt kökenli yurttaşlarımızın Kürt kimliklerine saygı, Kürtçe özgürlüğü, ayrımcılık, ötekileştirme gibi olumsuz algılamalara maruz kalmama, kent, köy adlarının iadesi, eşitlik, iş, aş, bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesi, ekonomik ve sosyal uyum eğitim, kültür ve daha iyi yaşam koşulları gibi haklı talepleri var. Bu talepler yurdumuzdaki tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızla ortak. Bu talepler hiç şüphesiz yerine getirilemeyecek talepler değil. Kürt kökenli vatandaşlarımız şimdiye kadar yararlanamadıklarını düşündükleri yukarıda sayılan haklarına kavuşturulması onların etnik bakımdan Kürt oldukları için değil, Türk vatandaşı olmalarından doğan evrensel eşitlik ve özgürlüklere doğal olarak sahip olmalarından kaynaklanacaktır.

– Temel fark

Ancak Örgüt’e oy verenlerle Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren vatandaşlarımızı ayıran çok temel bir fark, bu sonuncuların iki ayrı ulus temelinde egemenlik paylaşımı taleplerinin bulunmaması. Örgüt’ün bu vatandaşlarımıza kendi görüşlerini şiddet ve silahlı şantaj yoluyla dayatmaya hakkı yok. TBMM temsil edilen Barış ve Demokrasi Partisi’nin de, kendinde önce ayni çizgide siyaset yapan ve kapatılmış olan partilerin yaptığı gibi, kendilerine oy vermeyen bu kitleye, bize oy vermeyenler Kürt değildir şeklinde dayatmalar ika etmeye hakkı bulunmuyor.

– Etnik siyaset

Evet Türkiye’de etnik siyaset talep eden ciddi sayıda bir seçmen tabanı var. Böyle bir tabanın mevcudiyeti, etnik çözüm talep etmeyen yine ciddi sayıdaki seçmen tabanını, hangi gerekçeyle olursa olsun şiddet yoluyla etnik dayatmalara maruz bırakma hakkını kimseye bahşetmez. Önemli olan etnik siyaset talebini canlı tutan koşulları ortadan kaldırmaktır. Bunun da yolu olağanüstü hal uygulamaları ve polis önlemlerinden değil, demokrasimizin derinleştirilmesinden geçer. Açılım olmasaydı bu kadar şehit vermezdik savına katılmak mümkün değil. 1980’li ve 90’lı yıllarda açılım değil, olağanüstü hal vardı. 

– Demokratik açılımın anlamı

Demokratik açılımın ana amacı Türkiye’de terör düşüncesinin tasfiye edilmesidir. Şiddet davranışının bitirilmesidir. Demokratik açılımın uygulanmamasında yanlışlıklar yapılmış olabilir. Ama Barış ve Demokrasi Partisi’nin, açılımın daha ilk başından itibaren bu girişime karşı çıkması ne yazık ki, bu partinin ve liderlerinin tüm barış söylemlerini inandırıcılıktan uzaklaştırmıştır. Aslında bu tutumun pek şaşırtıcı olduğu söylenemez. Türkiye ne zaman demokrasi yönünde bir atılıma kalksa karşısında derhal PKK’yı bulmuştur. 1984 Eruh ve Şemdinli baskını askeri rejimden Özal hükümetiyle demokrasiye geçişin başlangıcı, 2004 silahlı mücadeleye yeniden başlama kararı, Avrupa Birliği ile müzakere sürecinin başlangıcı, Haziran 1010, ne kadar tartışmalı olursa olsun yeni anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilmesi girişimlerinin başlangıcıdır. 

– Terörün hedefi demokrasi

Çünkü Örgüt, Türkiye demokrasisini derinleştirdikçe, şiddetin azalacağını, şiddet azaldıkça kendisinin tasfiye edileceğini biliyor. Bu nedenle Öcalan, çözümün demokratik yollar üzerinden değil, kendi üzerinden yapılmasını istemekte. Başka deyişle terör aslında demokrasiyi hedef alıyor. Hal böyle olunca son olaylarla artan terörün nedenlerini, birbirimizi suçlayarak veya kim oldukları bir türlü açıklanamayan gizemli taşeronlarda aramanın bize ancak zaman kaybettirmeye devam edeceğini ve örgütü memnun etmekten başka sonuç vermeyeceğini göremememiz düşündürücüdür.

– Dış politika

Bu değerlendirme terörle mücadelede dış faktörlerin rolünü dışlamaz. Tam tersine dış politikada özellikle son iki yıldan beri atılan etkili adımlarla Kandil’deki yuvalanmaların sökülüp atılması için diplomaside ciddi yol alındı. Amerika ile istihbarat işbirliği sağlandı ve son olaya gelinceye kadar bu işbirliği meyve verdi. İngiltere, Fansa ve Almanya’nın örgütün istihbarat kaynakları üzerine gittiler. Hatta Danimarka Roj TV konusunda 

ilk defa farklı bir davranış sergiledi. Ne var ki Filistin-İsrail meselesi, Gazze’deki ambargo’nun kaldırılması ve İran Takas anlaşmasındaki haklı girişimlerimizi, transatlantik toplumu ile olan ilişkilerimizle dış politikadaki önceliklerimiz ışığında uyumlu biçimde yönetebildiğimizi söyleyemeyiz. 

– Öncelik

Oysa, son derece tehlikeli sorunların merkezinde bulunan bir coğrafyada yer alan ülkemizin, dış ilişkilerimizde bizi öncelikle hangi ülkelerle münasebetlerimiz üzerine odaklandırması gerektiği sır değildi. Öncelik kavramından yoksun bir dış politika ne kadar girişimci olursa olsun uluslararası alanda ülke çıkarlarını korumada etkili olamıyor. Amerika ve Avrupa ile son yıllarda büyük zorluklara rağmen maharetle kurduğumuz karşılıklı güvene dayalı ilişkilerden bu gün bu çok ihtiyacımız olan bu dönemde acaba optimal yarar sağlayabiliyor muyuz?

– Siyasetin Sorumluluğu

Bu ve buna benzer birçok konu hepimizin zihnini kurcalıyor. Açılım sürecinin anlaşılması önemliydi. Bu mümkün olmadı. Ama bunun mümkün olmaması, aslında doğru olan bir şeyden vazgeçilmesi anlamına gelmez. Örgüt bizim demokrasimizi derinleştirmemize karşı diye halkımızı en ileri demokratik standartlara ulaştırma idealinden vaz mı geçeceğiz? 

Çözümleri bulmak hiç şüphesiz iktidarın sorumluluğundadır. İktidarın yorum yapması yeterli olamaz. Nasıl ekonomik krizde Hükümet sırf krizini sebeplerini tahlille yetinmeyip çözüm önerilerini getiriyorsa, iktidar da şimdi bu meseleyi kısa ve uzun vadede nasıl çözeceğini gösteren somut bir yol haritası hazırlamalı, kamu oyuna sunmalı ve yaygınlaşan ümitsizlik ve güvensizlik duygusunu gidermelidir. Mayınlar patlarken ve şehitlerimizin sayısı artarken önceliğin güvenlik önlemlerine verilmesi doğaldır. Demokratik açılımın başarısı ise ancak, ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebileceği uzun vadede alınabilir. Çünkü Demokratik açılım sırf Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil ayni zamanda bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin derinleştirilmesiyle mümkün ile mümkün olur. Bunun yolu da Avrupa Birliği reform sürecine kararlılıkla devamdan geçer.

Aynı şekilde muhalefet de, şimdi her zamankinden daha fazla kendi sorumluluğunun idraki içinde olmalı ve iktidarın TBMM’de, demokratik zeminde uzlaşma arayışlarını yanıtsız bırakmamalı, toplumumuzun ihtiyacı olan dayanışma ve güven duygusunun arttırılmasına katkıda bulunmalıdır. Bu mesele partiler üstü bir meseledir. 

Kaynak: USAK Gündem

https://akademikozgurluk.wordpress.com/2010/06/22/usak-baskani-sanberk-umutsuzluk-degil-dayanisma-zamani/

***

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE



ÖZDEM SANBERK 

29/11/2007 02:00

Demokratik gelenek 21'inci yüzyılda geleceği kontrol altında tutabilme, temel insan hakları ve onuruna yakışır bir rejim geliştirebilme umudu ancak demokrasilerde yeşerebiliyor. Bugün Türkiye'de demokratik ideallere hiç olmadığı kadar yakın olarak işleyen temsili bir parlamenter sistem...

Demokratik gelenek 21'inci yüzyılda geleceği kontrol altında tutabilme, temel insan hakları ve onuruna yakışır bir rejim geliştirebilme umudu ancak demokrasilerde yeşerebiliyor. Bugün Türkiye'de demokratik ideallere hiç olmadığı kadar yakın olarak işleyen temsili bir parlamenter sistem var. Seçim sistemindeki yüzde 10 barajının temsil alanında yarattığı sorunlara rağmen seçmen karşısında destek bulabilecek her görüşün siyasal partiler ya da bağımsız adaylar tarafından Meclis'te temsil olanağı bulmasını 2007 seçimlerinin Türkiye demokrasisine getirdiği yeni bir aşama olarak görmek gerekir. Seçmenin değişik görüşteki pek çok bağımsız adaya yakın tarihimizde görülmediği kadar yüksek bir oy oranıyla sahip çıkmış olması ülkemizin demokratik geleneğinin bir yansıması.

Kurtuluş Savaşı'nın en zor günlerinde canlı tartışmalarla çalışmalarına devam etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet geleneğimizin en temel taşı. Bu tarihsel perspektifden bakıldığında en sağdan en sola kadar, TBMM'de temsil edilen görüşlerin ülkenin sorunlarının çözümünde etkin ve zengin bir kaynak olduğu ortada. Meclis değişik görüşlerin dile getirilip tartışıldığı bir kurum olarak ülke demokrasisinin meşruiyet temellerini sağlamlaştırıyor. Çağdaş demokratik ilkelere bağlı bir çatı altında sorunlarını tartışıp çözüm yolunda ortak bir çaba içerisinde olabilen bir Meclis, toprak bütünlüğümüzden milli birliğimize kadar tüm temel ülkülerimizin gerçekleştirilmesinde başrolü oynuyor. Bu ortak çabaya bir tehdit oluşturan terörün ulusal ve uluslararası ortamlarda desteksiz ve yalnız bırakılması ancak ülke demokrasisinin bir işlevsizlik içerisinde bulunmamasıyla mümkün olabilecektir. 

Terörün hedefi demokrasi

Türkiye bu gerçeğin bilincine varamayıp, kendini bu silahtan mahrum bırakacak yaklaşımlara yönelirse hüsrana uğrar. Terör örgütü ve bu örgütün içeride ve dışarıdaki açık ve örtülü taraftarları yeniden meşruiyet kazanabilmek için Türkiye'nin yeniden kısıtlı siyasi uygulamalara geri dönmesini bekliyor. Terör, ülkenin yalnız toprak bütünlüğüne ve sıradan vatandaşların huzuruna yönelik bir tehdit değil, aynı zamanda, özünde Osmanlı aydınlanmasından bu yana devam eden demokratikleşme sürecinin temeline yönelik bir tehdit oluşturuyor. 

Ortak geleceği paylaşmak

Kürt kökenli vatandaşlarımızın ezici bir çoğunluğu bu tehdidin farkında. Son seçimler, bu vatandaşlarımızın kendi geleceklerini, Türk milletinin tamamı ile birlikte paylaşmak istediklerini ortaya koyuyor. Esasen 1990'lardan bu yana yapılan bütün seçimlerde, alternatif kimlik öneren DEP, HADEP, ÖZDEP, DEHAP gibi çeşitli adlar altındaki partiler yurt çapında yaklaşık yüzde 5'ten fazla oy alamadılar.

DTP Kürt kökenli vatandaşlarımızın tek temsilcisi değil: Demokratik Toplum Partisi (DTP), bu parti ailesinin en yeni üyesi ve devamı. DTP'nin bağımsız adaylar aracılığı ile katıldığı son seçimlerde, barajı aşarak girdiği TBMM'de 20 milletvekili ile temsil ediliyor. Ancak DTP Kürt kökenli vatandaşlarımızın ülkedeki ne tek ne de en büyük temsilcisi. Temmuz 2007 seçimlerinin en önemli sonuçlarından biri iktidara ikinci kez gelen AKP'nin Kürt kökenli vatandaşlarımızın en çok destek verdiği parti olması. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde iktidar partisi açık ara ile önde ve DTP'nin yaklaşık iki katı oy almış durumda.

Güneydoğuda iki parti

Örneğin Bingöl'de AKP yaklaşık yüzde 72 oy alırken DTP yüzde 14'te kalarak hiç milletvekili çıkaramamış. DTP'nin yaklaşık yüzde 47 ile yüksek oranda destek bulduğu Diyarbakır'da iktidar partisinin oyu DTP'nin ancak 6 puan kadar gerisinde. Urfa'da AKP on Milletvekili çıkarırken DTP iki milletvekili kazanmış. En fazla Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı kent olarak bilinen İstanbul'da AKP yüzde 44 üzerinde destek bulurken DTP'nin desteklediği bağımsız adayların yüzde 5'in altında kalması söz konusu. Rize, Sivas, Tunceli ve İstanbul da, DTP dışında bağımsız adayların seçildiğini de unutmamak gerek. Bu sonuçlar Türkiye'nin birlik ve beraberliğinin kanıtı. Ama aynı zamanda DTP'nin, Kürt kökenli vatandaşlar adına Cumhuriyet'in temellerini ilgilendiren demokratik özerklik gibi, muhtevası şu anda bilinmeyen değişiklikler isteme yetkisinden de yoksun bulunduğunun kanıtı. Çünkü bu vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun böyle bir talebi yok. Olmadığı son seçimlerdeki tercihlerinden belli.

DTP'nin temsil kabiliyeti

Türk siyaseti öteden beri Kürt sorunu konusunda DTP'yi veya seleflerini muhatap alıyormuş gibi bir izlenim yaratmakta. Bu izlenim DTP'nin de Kürt konusu benden sorulur şeklinde bir vehme kapılmasına yol açıyor. Aynı zamanda uluslararası çevrelerin de aynı izlenimi edinmelerine sebep oluyor. Oysa DTP'nin Kürt kökenli vatandaşlarımızın tümünü temsil kabiliyeti yok. Aldığı oy miktarı belli. Bu durumda terör örgütünün, toplumun hassasiyetlerini DTP üzerinde yoğunlaştırarak içerde ve dışarıda yalnızlıktan kurtulma hedefini gütmesi doğal. DTP'nin Meclis'te, terör örgütüne rağmen yasama görevini sürdürebilmesi, terör örgütünün bu siyasetini bozar. Evet DTP ile terör örgütü ilişkisi açık ama DTP'yi sırf terör örgütünü temsil eden bir siyasi parti olarak görmek de yeterli olmuyor. Örgütün içinde ve dışındaki alternatif kimlik taleplerinin DTP vasıtasıyla TBMM'ne kanalize edilebilmesi toplumumuz içindeki gerginlik ve kutuplaşmaları azaltmakta ve aşırı görüşlerin şiddet yoluyla ifade bulmasını zorlaştırmakta. Terör örgütünün yalnız bırakılması gereği açık. Bu gereği DTP'nin Meclis'te kalması ve örgüte rağmen politika üretebiliyor olması sağlar. 

Muhalefet partileri

Kürt kökenli vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illerimizde AKP ve DTP dışındaki partilerin hemen hiç varlık gösterememiş olması son seçim sonuçlarının diğer bir ilginç özelliği. Bu durum muhalefet partilerinin Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsilde en azından önemli bir sorunla karşı karşıya olduklarının kanıtını oluşturuyor. İktidar partisinde bu temsil DTP'yi dengeler ve kontrol eder bir güç yansıtırken, muhalefet içerisinde seçmen desteği temelinde temsilin ise düşük olduğu gözlemleniyor. Ancak Güneydoğu Bölgemizden yeterli oy almamış olsalar bile TBMM'de temsil edilen muhalefet partilerimizin yine de bu bölgemizdeki yurttaşlarımızı temsil eden siyasi partiler olduğu açık. Temsil hiç şüphesiz sırf bölge, il ve etnik kökene indirgenemez. Milletvekilleri sadece seçildiği illerin değil Türkiye'nin tüm halkının milletvekilleridir. Aynen AKP kadar, CHP ve MHP de Kürt kökenli vatandaşlarımızın milletvekilleri. Aynı şekilde temsil sırf rakamsal bir veriye de indirgenemez. Kürt kökenli bir milletvekili veya bakan olmak Kürt kimliğinin temsilcisi olmak anlamını taşımaz. 

Fırsat

Seçim meydanlarında kimliğin rakamla değil içerikle tanımlanmasında yaşanan zorluklar var. Eğer bugün Güneydoğu'da seçim kampanyalarında Kürtçe propaganda yapılamamasına rağmen yöre halkı alternatif kimlik öneren bir partiden başkasına oy vermişse, bu tercih yöre insanının iş, aş ve hizmeti ön plana koyduğunu kanıtlıyor. Bu da hiç şüphesiz siyasi partilerimizin üzerinde durmaları gereken bir fırsat. 

Kürt kimliği

Bugün hemen bütün siyasi partilerimiz içinde Kürt kökenli vatandaşlarımız var. AKP ve CHP içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin sayısı birleştirildiğinde TBMM'de oldukça yüksek bir sayıya ulaşılıyor. Bu partilerimizin kendi içlerindeki Kürt kökenli milletvekillerine daha fazla kulak vermelerinin lüzumu açık. Onların yerel ihtiyaçları en iyi hisseden, yapılmasına gerek duyulan fakat şimdiye kadar yapılmayan şeylerin neler olduğunu da en iyi bilenler olduğu muhakkak. Kürt kimliğinin dile getirebilirliği ve bunun siyasal düzlemde temsilinde sorunlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu sorunların çözümü kısa dönemde mümkün değilse de akut bir yara haline dönüştürülmemesi mümkün.

Yerel sorunlardan kopuk tartışmalar: Güneydoğu'da sıradan vatandaşın artık yorgun düştüğü ortada. Gerginliklere ve kutuplaşmalara ihtiyacı yok. On beş-yirmi yıldan beri Türkiye'de orta sınıf güçlendi ve yaygınlaştı. Son beş yılda Güneydoğu Bölgemizde de gelişmeler var. Türkiye'deki orta sınıf içine bölgedeki vatandaşlarımızın tümünü entegre etmek önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız en önemli sorunumuz olabilir. Oradaki vatandaşımız toplumdan ve toplumsal sorunlardan kopuk bir rejim tartışmasından bıktı. Kavga gürültü değil hizmet bekliyor. Kısa dönemli değil, uzun dönemli yaklaşımlar arıyor. Ankara'yı, vatandaş olarak, kendi arkasında görmek istiyor. Bu desteği söz olarak değil, yakınlık olarak, hizmet olarak hissetmek istiyor. Devlet aslında o bölgeye şimdiye kadar büyük yardımlar ve yatırımlar yaptı. Ama devlet sadece bir yardım gücünü ifade etmez. Ayni zamanda geleceğe dönük bir güvencedir. Güneydoğu'daki vatandaşımız bu güvenceyi hak ediyor.

Özdem Sanberk: Emekli Büyükelçi, eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı,

http://www.radikal.com.tr/yorum/cozum-demokraside-833017/


***