Emekli Büyükelçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emekli Büyükelçi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2020 Çarşamba

12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?

 12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?


12 Adalar Elimizden Nasıl Çıktı?
Sermet Atacanlı -Emekli Büyükelçi – Aralık 2019
“12 Adalar” Ege Denizi’nin güney doğusunda yer alan bir grup adaya verilen isimdir. Bunlar “12 Adalar” olarak tanımlanmakla birlikte, sayıları aslında 12’den biraz daha fazladır. 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun tartışılmaz bir parçası olan bu adalar 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşı ile birlikte elimizden çıkmıştır.
Şunu da kaydedelim; 12 Adalar’ı Ege’nin daha kuzeyinde yer alan Sakız, Sisam, Midilli, İkaria, Limni, Semadirek vs gibi diğer Doğu Ege adaları ile karıştırmamak gerekir. Bunların pek çoğu 1912-1913 Balkan Savaşları sonucu kaybedilmiştir.
Şimdi gelelim 12 Adalar’ın özet hikâyesine:
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi öncesi neredeyse 300 yıldır bir duraklama ve gerileme sürecine girmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren artık Avrupa’nın “hasta adamı” konumuna düşmüş ve dönemin büyük devletleri çökmekte olan bu imparatorluğun mirasını nasıl paylaşacakları konusunda aralarında anlaşamadıkları için, adeta sun’i olarak ayakta durmaktadır. Bu arada fırsatını bulanlar da sürekli olarak Osmanlı’dan toprak kopartmaktadırlar. Mısır ve Kıbrıs’ın hukuken olmasa da fiilen İngilizlerin eline geçmesi, Fransızların Tunus’a, Avusturya’nın Bosna’ya el koyması böyle olmuştur. Osmanlı’nın eski topraklarında yeni devletler kurmuş olan bazı ülkeler de bu furyada yer almışlardır. Türk tarafı için büyük bir yenilgiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı Balkanlarda bize epey toprak kaybettirmiştir. Girit adasının Yunanistan’a geçme süreci de yine 19. yüzyılın sonlarında hız kazanmıştır.
O sıralarda ulusal birliğini yeni tamamlayan ve İngiltere, Fransa ve Almanya gibi dönemin emperyalist devletlerinin politikalarına özenmekte olan İtalya 1911’de Trablus’u işgal etmeye başladı. Burada düzenli bir Osmanlı ordusu bulunmadığı gibi, devletin bir ordu gönderecek gücü ve imkânı da yoktu. Sadece, tarihimizde çok iyi bilindiği üzere, aralarında Mustafa Kemal Bey ve Enver Bey’lerin de olduğu bir grup subay Libya’daki mahalli güçleri İtalyan işgaline karşı örgütlemek amacıyla bölgeye gitmişlerdi.
Trablus’da savaş sürerken İtalyanlar Meis dışında kalan 12 Adaları da işgal ettiler. Hatta İtalyan donanmasına bağlı savaş gemileri Çanakkale Boğazı’na kadar gelerek Boğaz kıyılarını bombaladı. Ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin Ege’de buna karşı koyabilecek bir deniz gücü mevcut değildi. 12 Adalar’ın kaybedilmesi süreci de böyle başladı.
Türk-İtalyan Savaşı 18 Ekim 1912 tarihinde İsviçre’deki Lozan kentinin Ouchy semtinde imzalanan ve “Ouchy (Uşi) Antlaşması” ya da “Birinci Lozan Antlaşması” olarak bilinen anlaşma ile sona erdi. Buna göre Osmanlı Devleti Libya’daki askerlerini geri çekecek, bölge özel bir statüye konulacak, karşılığında İtalyanlar da işgal ettikleri 12 Adalar’ı geri verecekti.
Bununla birlikte Uşi Antlaşması sonrası gelişmeler farklı biçimde cereyan etti. İtalyanlar Trablus’daki mahalli güçlerin arasında hâlâ bazı Osmanlı subayları bulunduğu bahanesiyle bu adaları bırakmadılar. Bizim bakımımızdan çok hazindir ki, Osmanlı Hükümeti de konunun bu şekilde sürüncemede kalmasına göz yumdu; zira İtalyanlar geri çekilirse Ege’deki deniz hâkimiyetini elinde tutan ve zaten fırsat kollayan Yunanların bu adalara kolayca el koyup yerleşecekleri çok güçlü bir ihtimal idi. Bu bakımdan, Osmanlı Hükümeti Ege’deki deniz gücü dengesinin değişebileceği ümidiyle bir süre beklemeyi tercih etti. Ama bu beklenti de boşa çıktı; hemen arkasından patlak veren Balkan Harbi 12 Adalar’daki İtalya lehine statükonun devamı sonucunu getirdi. Buna ek olarak, Yunan donanması Balkan Harbi’nde orta ve Kuzey Ege’deki diğer adaları da Osmanlı’nın elinden kolayca kopartıp aldı. Osmanlı Hükümeti’nin bu “oldu bitti’lere karşı Avrupalı ülkeler nezdinde diplomatik planda yürüttüğü çabalar bir sonuç vermedi; yine kısa bir süre sonra başlayan Birinci Dünya Savaşı ise konuya çok farklı bir boyut getirdi. 12 Adalar böylece İtalyan işgalinde kaldı.
Türk İstiklal Savaşı sonrası imzalanan 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 15. maddesi ile bu fili durum hukuken de tescil edildi; 12 Adalar İtalya egemenliğinde kaldı. Ekleyelim ki aynı antlaşma ile Türkiye Mısır (ve hatta Sudan) üzerindeki tüm haklarından vazgeçmiş (Madde 17) ve Kıbrıs’taki İngiliz egemenliğini tanımıştır (Madde 20). Yani bu adalar ve topraklardan Lozan’da bahsedilmiş olması sadece “malumun ilamı” olmuştur. Zira tıpkı Mısır ve Kıbrıs gibi 12 Adalar da artık zaten bizim değildi.
12 Adalar’ın statüsü İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar böyle sürmüştür. Savaş sonunda ise 10 Şubat 1947 tarihli Paris Antlaşması ile savaşın mağlubu İtalya adalardan çekilmiş ve adalar savaşta galiplerin safında yer almış olan Yunanistan’a devredilmiştir.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrası süreci sırasında 12 Adalar Türkiye tarafından geri alınabilir miydi, bu sırada Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün politikası neydi… Bu konu epeyce bir süreden beri tartışma konusu yapılır ve İnönü’ye fevkalade haksız eleştiriler yönetilir. Bu eleştirilerin bir kısmı kötü niyetlidir; iflah olmaz İnönü düşmanlarından kaynaklanır. Bu kesime cevap yetiştirmeye çalışmak beyhudedir; bunlar Atatürk’e de düşmandırlar ve doğrudan saldıramadıkları Atatürk’e İnönü üzerinden yüklenmek gibi bir strateji izlerler.
Öte yandan, konunun art niyet olmaksızın, akademik bir bakışla ve daha objektif olarak ele alınıp tartışıldığı da görülmektedir. Bu çerçevede, İkinci Dünya Savaşı sırasında 12 Adalar’ın Türkiye’ye önerildiği, ya da bu konuda Türkiye lehine fırsatlar doğduğu, ancak İsmet Paşa’nın buna karşılık “çekingen” davrandığı iddiaları mevcuttur.
Bu bağlamda şu hususları belirtmek uygun ve yararlı olacaktır:
Savaşın başlamasıyla muharip iki tarafın lideri konumundaki ülkelerden İngiltere ve Almanya Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa çekmek için büyük çaba harcamıştır. Churchill’in bu konudaki girişimleri (Adana ve Kahire görüşmeleri) dönemin çok iyi bilinen kilometre taşları arasındadır. Cumhurbaşkanı İnönü Churchill’in bu girişimlerine tarihi kişiliği ve devlet adamı vasfına uygun bir stratejiyle ustaca mukabele etmiş, savaşların yıkımını en yakından bilen bir kişi olarak Türkiye’yi toplamda 55 milyon insanın öldüğü, ülkelerin ve şehirlerin harap olduğu bu felaketin dışında tutmuştur. Kuşkusuz ki İnönü, o siyasi konjonktürde, birer Türk azınlığının bulunduğu ikisi hariç tutulursa nüfusları tümüyle Yunanlılardan oluşan 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesinin gerçekçi bir gelişme olamayacağını, bunun maliyeti çok yüksek bir maceradan öteye geçmeyeceğini takdir edebilecek deneyim ve basirete sahipti. Kaldı ki İngilizlerden de bu yönde, yani “savaşa girme karşılığı 12 Adalar” biçiminde bir öneri ya da ima vaki olmamış, Churchill’in zihninde başlangıçta mevcut bu yöndeki bazı düşünceler İngiltere’deki diğer devlet birimlerinin itirazı nedeniyle hiçbir zaman somutlaşmamıştır.
Gelelim Almanya’ya… Geçtiğimiz haftalarda bir televizyon programında bir akademisyen tarafından “Başbakanlık Hususi Kalemi”nde bulunan bir belgeden bahsedildi. Buna göre 1943 yılı Eylül ayında Ankara’daki Almanya Büyükelçiliği’nin bir istihbarat görevlisi, o tarihte Türk İstihbarat Örgütü’nün başında bulunan Naci Perkel’i ziyaret ediyor ve şunları söylüyor:
“Sefirimiz Von Papen bana şunları söyledi: Karargâh-ı Umumi’den (Genel Karargâh’tan) bir telgraf aldım ve bu telgrafta ‘Adaları Türklere teslim etmek istiyoruz. Kendileriyle konuş, bu teklifimizin kabul edilip edilmeyeceğini bize bildir’ deniyor”.
Başbakan Şükrü Saraçoğlu durumu hemen o sırada Kars’da bir yurt gezisinde bulunan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bildiriyor ve talimat istiyor. İnönü’nün cevabı şöyledir:
“… Adaları kayıtsız ve şartsız kullanmak üzere alabiliriz. Yoksa bu yüzden İngilizlerle Yunanlılarla ihtilafa giremeyiz”.
Şimdi bu yazışmayı nasıl yorumlayacağız, nasıl bir sonuca varacağız? Belge yayımlamak yetmez; belgeleri bağlamından koparmadan, içinde bulunduğu tarihi, sosyolojik ve stratejik ortamın şartlarını dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Tarih 1943 yılının sonu. Savaşın seyri artık Almanların aleyhine dönmeye başlamış. Almanlar yavaş yavaş son kozlarını oynamaya çalışıyorlar. Son bir gayretle Türkiye’yi savaşta kendi yanlarına çekmek istiyorlar. İşgal ettikleri, ellerinde artık daha fazla tutamayacaklarını anladıkları adaları bu amaçla sözüm ona Türkiye’ye öneriyorlar. Sanki bu önerinin -eski tabirle- bir “kıymet-i harbiyesi” var… Sanki İngilizler ve diğerleri yenilmekte olan Almanya’nın bu çocukça hamlesini kabul edecekler… Sanki İsmet Paşa gibi neler görmüş geçirmiş, Yemen’den Birinci Dünya Harbi’ne, İstiklal Savaşı’ndan Lozan’a her türlü imtihanı yüz akıyla arkasında bırakmış, Atatürk gibi bir strateji dâhisinin “rahle-i tedrisinden” geçmiş bir büyük devlet adamı bu oyuna gelecek… Sanki 12 Adalar’ı geri almak gibi biraz tarih ve uluslararası ilişkiler bilgisi olan, dönemin konjonktürünü okuyabilen herkesin “realizm”le yakından uzaktan ilgisi bulunmadığını tespit edeceği bir macera uğruna Türkiye’yi Almanların yanında savaş cehennemine sürükleyecek…
İnönü’nün Başbakan Saraçoğlu’nun mektubuna verdiği kısacık cevap bütün İkinci Dünya Savaşı boyunca izlediği politikanın da adeta bir özeti gibidir. İki tarafı da doğrudan karşısına almamak, onlarla diyalogu koparmamak, bir satranç oyuncusu gibi birkaç hamle sonrasını önceden görebilmek, maceralara itibar etmemek ve Türkiye’yi kesinlikle bu savaşın batağından uzak tutmak…
Bu politika başarıya ulaşmıştır. Henüz 20 sene önce 10 yıllık yıpratıcı bir savaş sürecinden çıkmış olan ülke, Cumhurbaşkanı İnönü’nün dirayetiyle önüne serilen tuzaklara düşmemiş ve yeni ve çok daha yıkıcı bir savaştan uzak tutulmuştur.
Savaş sonrası Müttefikler ile İtalya arasındaki barış antlaşması görüşmelerinin yapıldığı 1947 Paris toplantısına Türkiye’nin davet edilmemesini, Türkiye’nin de bu yönde bir talepte bulunmamış olmasını da aslında aynı realist bakış açısıyla değerlendirmek gerekir. Daha 23 yıl önce Lozan’da Ege’deki adalar meselesi de dahil olmak üzere Türkiye’nin neredeyse tüm taleplerine karşı çıkan, İsmet Paşa’ya her konuda en büyük muhalefeti yapan İngiltere’nin, Churchill’in bütün çaba ve ısrarlarına karşın savaşa bile girmemiş olan Türkiye’ye Paris’de 12 Adaları “hediye” edeceğini düşünmek ne kadar doğru olurdu?
Tekrar edelim: Fırsattan istifade ile 12 Adaları geri almak düşüncesi dönemin şartları ve konjonktürü içinde gerçekçi değildi ve sadece bir hayal idi. Hayal ile ülke yönetilmez. Özellikle uluslararası ilişkilerde hayallerden kopamayan yöneticiler ülkelerini zor durumlara sürüklerler. İsmet Paşa engin tecrübesiyle doğru olanı yapmıştır. İşin özü budur.

http://www.ismetinonu.org.tr/12-adalar-elimizden-nasil-cikti/


25 Eylül 2020 Cuma

UMUTSUZLUK DEĞİL ÇÖZÜM ZAMANI.,

 UMUTSUZLUK DEĞİL ÇÖZÜM ZAMANI.,



USAK Başkanı Sanberk: Umutsuzluk Değil Dayanışma Zamanı

 

* Demokratik açılım sırf Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil aynı zamanda bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin derinleştirilmesiyle mümkün olur


Özdem SANBERK (USAK Başkanı)


PKK’nın son saldırıları ve çok sayıda askerimizin şehit edilmesi hepimiz için büyük bir kaygı ve ıstırap kaynağı oluşturdu. Ülkeyi saran öfke ve karamsarlık bulutları siyaset sahnesinde karşılıklı verimsiz suçlamalar dönemini yeniden başlattı. 

– Suçlama

Birbirimizi suçlayarak çözüme ulaşamayız. Suçlu cinayeti işleyendir. Saldırıyı yapanın hiçbir suçu yokmuş gibi başka yerde suçlu aramak ülkede ümitsizlik yaratanların tam da ulaşmak istedikleri hedeftir. Devlet mekanizmasının işleyişinden şikâyet edilmesi demokratik bir ülkede her vatandaşın doğal görevidir. Ne var ki zaman şikayet zamanı değil, dayanışma ve uzlaşma zamanıdır. Terörün iç boyutu ve dış boyutu var. İç boyutunda sorumluluk taşıyan kurumumuz güvenlik güçlerimizdir. Silahlı kuvvetlerimizin moralinin yüksek tutulması şimdi birinci öncelik taşıyor. Terörün dış boyutunun önlenmesinde sorumluluk taşıyan Dışişleri Bakanlığımızın ve çalışanlarının, memuriyet görev ve sorumlulukları dolayısıyla yanıt veremeyecekleri polemikler içine çekilmeleri, görevlerini yerine getirmelerini kolaylaştırmaz.

– Gerçek nedenler

Ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın beklentilerini karşılayacak politikaların ve uygulamaların uzun yıllardan beri hâlâ oluşturulmamış olması bir gerçek. Bir başka gerçek de terör örgütünün, bu sorunları gerekçe göstererek şiddete başvurması ve silahlı şantaj stratejisidir. Adlarına eylem yapılan Kürt kökenli vatandaşlarımızın tümün talepleri ile terör örgütünün talepleri uyuşmuyor. Örgütün nihai stratejisi etnik ve kimlik temelinde ayrışma. İki ayrı ulus, iki ayrı halk. Bu strateji Örgütü ve liderini destekleyen büyük bir kitle tarafından muhakkak ki paylaşılmakta.

– Demokratik zeminde barış

Ama Örgütü desteklemeyen büyük bir kitle Kürt vatandaşımız da var. Onların sayısı da milyonları buluyor. Bunun kanıtı Güneydoğu’da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin aldığı oylar. Bu partiye oy veren Kürt kökenli yurttaşlarımızın Kürt kimliklerine saygı, Kürtçe özgürlüğü, ayrımcılık, ötekileştirme gibi olumsuz algılamalara maruz kalmama, kent, köy adlarının iadesi, eşitlik, iş, aş, bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesi, ekonomik ve sosyal uyum eğitim, kültür ve daha iyi yaşam koşulları gibi haklı talepleri var. Bu talepler yurdumuzdaki tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızla ortak. Bu talepler hiç şüphesiz yerine getirilemeyecek talepler değil. Kürt kökenli vatandaşlarımız şimdiye kadar yararlanamadıklarını düşündükleri yukarıda sayılan haklarına kavuşturulması onların etnik bakımdan Kürt oldukları için değil, Türk vatandaşı olmalarından doğan evrensel eşitlik ve özgürlüklere doğal olarak sahip olmalarından kaynaklanacaktır.

– Temel fark

Ancak Örgüt’e oy verenlerle Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren vatandaşlarımızı ayıran çok temel bir fark, bu sonuncuların iki ayrı ulus temelinde egemenlik paylaşımı taleplerinin bulunmaması. Örgüt’ün bu vatandaşlarımıza kendi görüşlerini şiddet ve silahlı şantaj yoluyla dayatmaya hakkı yok. TBMM temsil edilen Barış ve Demokrasi Partisi’nin de, kendinde önce ayni çizgide siyaset yapan ve kapatılmış olan partilerin yaptığı gibi, kendilerine oy vermeyen bu kitleye, bize oy vermeyenler Kürt değildir şeklinde dayatmalar ika etmeye hakkı bulunmuyor.

– Etnik siyaset

Evet Türkiye’de etnik siyaset talep eden ciddi sayıda bir seçmen tabanı var. Böyle bir tabanın mevcudiyeti, etnik çözüm talep etmeyen yine ciddi sayıdaki seçmen tabanını, hangi gerekçeyle olursa olsun şiddet yoluyla etnik dayatmalara maruz bırakma hakkını kimseye bahşetmez. Önemli olan etnik siyaset talebini canlı tutan koşulları ortadan kaldırmaktır. Bunun da yolu olağanüstü hal uygulamaları ve polis önlemlerinden değil, demokrasimizin derinleştirilmesinden geçer. Açılım olmasaydı bu kadar şehit vermezdik savına katılmak mümkün değil. 1980’li ve 90’lı yıllarda açılım değil, olağanüstü hal vardı. 

– Demokratik açılımın anlamı

Demokratik açılımın ana amacı Türkiye’de terör düşüncesinin tasfiye edilmesidir. Şiddet davranışının bitirilmesidir. Demokratik açılımın uygulanmamasında yanlışlıklar yapılmış olabilir. Ama Barış ve Demokrasi Partisi’nin, açılımın daha ilk başından itibaren bu girişime karşı çıkması ne yazık ki, bu partinin ve liderlerinin tüm barış söylemlerini inandırıcılıktan uzaklaştırmıştır. Aslında bu tutumun pek şaşırtıcı olduğu söylenemez. Türkiye ne zaman demokrasi yönünde bir atılıma kalksa karşısında derhal PKK’yı bulmuştur. 1984 Eruh ve Şemdinli baskını askeri rejimden Özal hükümetiyle demokrasiye geçişin başlangıcı, 2004 silahlı mücadeleye yeniden başlama kararı, Avrupa Birliği ile müzakere sürecinin başlangıcı, Haziran 1010, ne kadar tartışmalı olursa olsun yeni anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilmesi girişimlerinin başlangıcıdır. 

– Terörün hedefi demokrasi

Çünkü Örgüt, Türkiye demokrasisini derinleştirdikçe, şiddetin azalacağını, şiddet azaldıkça kendisinin tasfiye edileceğini biliyor. Bu nedenle Öcalan, çözümün demokratik yollar üzerinden değil, kendi üzerinden yapılmasını istemekte. Başka deyişle terör aslında demokrasiyi hedef alıyor. Hal böyle olunca son olaylarla artan terörün nedenlerini, birbirimizi suçlayarak veya kim oldukları bir türlü açıklanamayan gizemli taşeronlarda aramanın bize ancak zaman kaybettirmeye devam edeceğini ve örgütü memnun etmekten başka sonuç vermeyeceğini göremememiz düşündürücüdür.

– Dış politika

Bu değerlendirme terörle mücadelede dış faktörlerin rolünü dışlamaz. Tam tersine dış politikada özellikle son iki yıldan beri atılan etkili adımlarla Kandil’deki yuvalanmaların sökülüp atılması için diplomaside ciddi yol alındı. Amerika ile istihbarat işbirliği sağlandı ve son olaya gelinceye kadar bu işbirliği meyve verdi. İngiltere, Fansa ve Almanya’nın örgütün istihbarat kaynakları üzerine gittiler. Hatta Danimarka Roj TV konusunda 

ilk defa farklı bir davranış sergiledi. Ne var ki Filistin-İsrail meselesi, Gazze’deki ambargo’nun kaldırılması ve İran Takas anlaşmasındaki haklı girişimlerimizi, transatlantik toplumu ile olan ilişkilerimizle dış politikadaki önceliklerimiz ışığında uyumlu biçimde yönetebildiğimizi söyleyemeyiz. 

– Öncelik

Oysa, son derece tehlikeli sorunların merkezinde bulunan bir coğrafyada yer alan ülkemizin, dış ilişkilerimizde bizi öncelikle hangi ülkelerle münasebetlerimiz üzerine odaklandırması gerektiği sır değildi. Öncelik kavramından yoksun bir dış politika ne kadar girişimci olursa olsun uluslararası alanda ülke çıkarlarını korumada etkili olamıyor. Amerika ve Avrupa ile son yıllarda büyük zorluklara rağmen maharetle kurduğumuz karşılıklı güvene dayalı ilişkilerden bu gün bu çok ihtiyacımız olan bu dönemde acaba optimal yarar sağlayabiliyor muyuz?

– Siyasetin Sorumluluğu

Bu ve buna benzer birçok konu hepimizin zihnini kurcalıyor. Açılım sürecinin anlaşılması önemliydi. Bu mümkün olmadı. Ama bunun mümkün olmaması, aslında doğru olan bir şeyden vazgeçilmesi anlamına gelmez. Örgüt bizim demokrasimizi derinleştirmemize karşı diye halkımızı en ileri demokratik standartlara ulaştırma idealinden vaz mı geçeceğiz? 

Çözümleri bulmak hiç şüphesiz iktidarın sorumluluğundadır. İktidarın yorum yapması yeterli olamaz. Nasıl ekonomik krizde Hükümet sırf krizini sebeplerini tahlille yetinmeyip çözüm önerilerini getiriyorsa, iktidar da şimdi bu meseleyi kısa ve uzun vadede nasıl çözeceğini gösteren somut bir yol haritası hazırlamalı, kamu oyuna sunmalı ve yaygınlaşan ümitsizlik ve güvensizlik duygusunu gidermelidir. Mayınlar patlarken ve şehitlerimizin sayısı artarken önceliğin güvenlik önlemlerine verilmesi doğaldır. Demokratik açılımın başarısı ise ancak, ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebileceği uzun vadede alınabilir. Çünkü Demokratik açılım sırf Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil ayni zamanda bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin derinleştirilmesiyle mümkün ile mümkün olur. Bunun yolu da Avrupa Birliği reform sürecine kararlılıkla devamdan geçer.

Aynı şekilde muhalefet de, şimdi her zamankinden daha fazla kendi sorumluluğunun idraki içinde olmalı ve iktidarın TBMM’de, demokratik zeminde uzlaşma arayışlarını yanıtsız bırakmamalı, toplumumuzun ihtiyacı olan dayanışma ve güven duygusunun arttırılmasına katkıda bulunmalıdır. Bu mesele partiler üstü bir meseledir. 

Kaynak: USAK Gündem

https://akademikozgurluk.wordpress.com/2010/06/22/usak-baskani-sanberk-umutsuzluk-degil-dayanisma-zamani/

***

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE



ÖZDEM SANBERK 

29/11/2007 02:00

Demokratik gelenek 21'inci yüzyılda geleceği kontrol altında tutabilme, temel insan hakları ve onuruna yakışır bir rejim geliştirebilme umudu ancak demokrasilerde yeşerebiliyor. Bugün Türkiye'de demokratik ideallere hiç olmadığı kadar yakın olarak işleyen temsili bir parlamenter sistem...

Demokratik gelenek 21'inci yüzyılda geleceği kontrol altında tutabilme, temel insan hakları ve onuruna yakışır bir rejim geliştirebilme umudu ancak demokrasilerde yeşerebiliyor. Bugün Türkiye'de demokratik ideallere hiç olmadığı kadar yakın olarak işleyen temsili bir parlamenter sistem var. Seçim sistemindeki yüzde 10 barajının temsil alanında yarattığı sorunlara rağmen seçmen karşısında destek bulabilecek her görüşün siyasal partiler ya da bağımsız adaylar tarafından Meclis'te temsil olanağı bulmasını 2007 seçimlerinin Türkiye demokrasisine getirdiği yeni bir aşama olarak görmek gerekir. Seçmenin değişik görüşteki pek çok bağımsız adaya yakın tarihimizde görülmediği kadar yüksek bir oy oranıyla sahip çıkmış olması ülkemizin demokratik geleneğinin bir yansıması.

Kurtuluş Savaşı'nın en zor günlerinde canlı tartışmalarla çalışmalarına devam etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet geleneğimizin en temel taşı. Bu tarihsel perspektifden bakıldığında en sağdan en sola kadar, TBMM'de temsil edilen görüşlerin ülkenin sorunlarının çözümünde etkin ve zengin bir kaynak olduğu ortada. Meclis değişik görüşlerin dile getirilip tartışıldığı bir kurum olarak ülke demokrasisinin meşruiyet temellerini sağlamlaştırıyor. Çağdaş demokratik ilkelere bağlı bir çatı altında sorunlarını tartışıp çözüm yolunda ortak bir çaba içerisinde olabilen bir Meclis, toprak bütünlüğümüzden milli birliğimize kadar tüm temel ülkülerimizin gerçekleştirilmesinde başrolü oynuyor. Bu ortak çabaya bir tehdit oluşturan terörün ulusal ve uluslararası ortamlarda desteksiz ve yalnız bırakılması ancak ülke demokrasisinin bir işlevsizlik içerisinde bulunmamasıyla mümkün olabilecektir. 

Terörün hedefi demokrasi

Türkiye bu gerçeğin bilincine varamayıp, kendini bu silahtan mahrum bırakacak yaklaşımlara yönelirse hüsrana uğrar. Terör örgütü ve bu örgütün içeride ve dışarıdaki açık ve örtülü taraftarları yeniden meşruiyet kazanabilmek için Türkiye'nin yeniden kısıtlı siyasi uygulamalara geri dönmesini bekliyor. Terör, ülkenin yalnız toprak bütünlüğüne ve sıradan vatandaşların huzuruna yönelik bir tehdit değil, aynı zamanda, özünde Osmanlı aydınlanmasından bu yana devam eden demokratikleşme sürecinin temeline yönelik bir tehdit oluşturuyor. 

Ortak geleceği paylaşmak

Kürt kökenli vatandaşlarımızın ezici bir çoğunluğu bu tehdidin farkında. Son seçimler, bu vatandaşlarımızın kendi geleceklerini, Türk milletinin tamamı ile birlikte paylaşmak istediklerini ortaya koyuyor. Esasen 1990'lardan bu yana yapılan bütün seçimlerde, alternatif kimlik öneren DEP, HADEP, ÖZDEP, DEHAP gibi çeşitli adlar altındaki partiler yurt çapında yaklaşık yüzde 5'ten fazla oy alamadılar.

DTP Kürt kökenli vatandaşlarımızın tek temsilcisi değil: Demokratik Toplum Partisi (DTP), bu parti ailesinin en yeni üyesi ve devamı. DTP'nin bağımsız adaylar aracılığı ile katıldığı son seçimlerde, barajı aşarak girdiği TBMM'de 20 milletvekili ile temsil ediliyor. Ancak DTP Kürt kökenli vatandaşlarımızın ülkedeki ne tek ne de en büyük temsilcisi. Temmuz 2007 seçimlerinin en önemli sonuçlarından biri iktidara ikinci kez gelen AKP'nin Kürt kökenli vatandaşlarımızın en çok destek verdiği parti olması. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde iktidar partisi açık ara ile önde ve DTP'nin yaklaşık iki katı oy almış durumda.

Güneydoğuda iki parti

Örneğin Bingöl'de AKP yaklaşık yüzde 72 oy alırken DTP yüzde 14'te kalarak hiç milletvekili çıkaramamış. DTP'nin yaklaşık yüzde 47 ile yüksek oranda destek bulduğu Diyarbakır'da iktidar partisinin oyu DTP'nin ancak 6 puan kadar gerisinde. Urfa'da AKP on Milletvekili çıkarırken DTP iki milletvekili kazanmış. En fazla Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı kent olarak bilinen İstanbul'da AKP yüzde 44 üzerinde destek bulurken DTP'nin desteklediği bağımsız adayların yüzde 5'in altında kalması söz konusu. Rize, Sivas, Tunceli ve İstanbul da, DTP dışında bağımsız adayların seçildiğini de unutmamak gerek. Bu sonuçlar Türkiye'nin birlik ve beraberliğinin kanıtı. Ama aynı zamanda DTP'nin, Kürt kökenli vatandaşlar adına Cumhuriyet'in temellerini ilgilendiren demokratik özerklik gibi, muhtevası şu anda bilinmeyen değişiklikler isteme yetkisinden de yoksun bulunduğunun kanıtı. Çünkü bu vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun böyle bir talebi yok. Olmadığı son seçimlerdeki tercihlerinden belli.

DTP'nin temsil kabiliyeti

Türk siyaseti öteden beri Kürt sorunu konusunda DTP'yi veya seleflerini muhatap alıyormuş gibi bir izlenim yaratmakta. Bu izlenim DTP'nin de Kürt konusu benden sorulur şeklinde bir vehme kapılmasına yol açıyor. Aynı zamanda uluslararası çevrelerin de aynı izlenimi edinmelerine sebep oluyor. Oysa DTP'nin Kürt kökenli vatandaşlarımızın tümünü temsil kabiliyeti yok. Aldığı oy miktarı belli. Bu durumda terör örgütünün, toplumun hassasiyetlerini DTP üzerinde yoğunlaştırarak içerde ve dışarıda yalnızlıktan kurtulma hedefini gütmesi doğal. DTP'nin Meclis'te, terör örgütüne rağmen yasama görevini sürdürebilmesi, terör örgütünün bu siyasetini bozar. Evet DTP ile terör örgütü ilişkisi açık ama DTP'yi sırf terör örgütünü temsil eden bir siyasi parti olarak görmek de yeterli olmuyor. Örgütün içinde ve dışındaki alternatif kimlik taleplerinin DTP vasıtasıyla TBMM'ne kanalize edilebilmesi toplumumuz içindeki gerginlik ve kutuplaşmaları azaltmakta ve aşırı görüşlerin şiddet yoluyla ifade bulmasını zorlaştırmakta. Terör örgütünün yalnız bırakılması gereği açık. Bu gereği DTP'nin Meclis'te kalması ve örgüte rağmen politika üretebiliyor olması sağlar. 

Muhalefet partileri

Kürt kökenli vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illerimizde AKP ve DTP dışındaki partilerin hemen hiç varlık gösterememiş olması son seçim sonuçlarının diğer bir ilginç özelliği. Bu durum muhalefet partilerinin Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsilde en azından önemli bir sorunla karşı karşıya olduklarının kanıtını oluşturuyor. İktidar partisinde bu temsil DTP'yi dengeler ve kontrol eder bir güç yansıtırken, muhalefet içerisinde seçmen desteği temelinde temsilin ise düşük olduğu gözlemleniyor. Ancak Güneydoğu Bölgemizden yeterli oy almamış olsalar bile TBMM'de temsil edilen muhalefet partilerimizin yine de bu bölgemizdeki yurttaşlarımızı temsil eden siyasi partiler olduğu açık. Temsil hiç şüphesiz sırf bölge, il ve etnik kökene indirgenemez. Milletvekilleri sadece seçildiği illerin değil Türkiye'nin tüm halkının milletvekilleridir. Aynen AKP kadar, CHP ve MHP de Kürt kökenli vatandaşlarımızın milletvekilleri. Aynı şekilde temsil sırf rakamsal bir veriye de indirgenemez. Kürt kökenli bir milletvekili veya bakan olmak Kürt kimliğinin temsilcisi olmak anlamını taşımaz. 

Fırsat

Seçim meydanlarında kimliğin rakamla değil içerikle tanımlanmasında yaşanan zorluklar var. Eğer bugün Güneydoğu'da seçim kampanyalarında Kürtçe propaganda yapılamamasına rağmen yöre halkı alternatif kimlik öneren bir partiden başkasına oy vermişse, bu tercih yöre insanının iş, aş ve hizmeti ön plana koyduğunu kanıtlıyor. Bu da hiç şüphesiz siyasi partilerimizin üzerinde durmaları gereken bir fırsat. 

Kürt kimliği

Bugün hemen bütün siyasi partilerimiz içinde Kürt kökenli vatandaşlarımız var. AKP ve CHP içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin sayısı birleştirildiğinde TBMM'de oldukça yüksek bir sayıya ulaşılıyor. Bu partilerimizin kendi içlerindeki Kürt kökenli milletvekillerine daha fazla kulak vermelerinin lüzumu açık. Onların yerel ihtiyaçları en iyi hisseden, yapılmasına gerek duyulan fakat şimdiye kadar yapılmayan şeylerin neler olduğunu da en iyi bilenler olduğu muhakkak. Kürt kimliğinin dile getirebilirliği ve bunun siyasal düzlemde temsilinde sorunlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu sorunların çözümü kısa dönemde mümkün değilse de akut bir yara haline dönüştürülmemesi mümkün.

Yerel sorunlardan kopuk tartışmalar: Güneydoğu'da sıradan vatandaşın artık yorgun düştüğü ortada. Gerginliklere ve kutuplaşmalara ihtiyacı yok. On beş-yirmi yıldan beri Türkiye'de orta sınıf güçlendi ve yaygınlaştı. Son beş yılda Güneydoğu Bölgemizde de gelişmeler var. Türkiye'deki orta sınıf içine bölgedeki vatandaşlarımızın tümünü entegre etmek önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız en önemli sorunumuz olabilir. Oradaki vatandaşımız toplumdan ve toplumsal sorunlardan kopuk bir rejim tartışmasından bıktı. Kavga gürültü değil hizmet bekliyor. Kısa dönemli değil, uzun dönemli yaklaşımlar arıyor. Ankara'yı, vatandaş olarak, kendi arkasında görmek istiyor. Bu desteği söz olarak değil, yakınlık olarak, hizmet olarak hissetmek istiyor. Devlet aslında o bölgeye şimdiye kadar büyük yardımlar ve yatırımlar yaptı. Ama devlet sadece bir yardım gücünü ifade etmez. Ayni zamanda geleceğe dönük bir güvencedir. Güneydoğu'daki vatandaşımız bu güvenceyi hak ediyor.

Özdem Sanberk: Emekli Büyükelçi, eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı,

http://www.radikal.com.tr/yorum/cozum-demokraside-833017/


***

20 Ağustos 2016 Cumartesi

Emekli Büyükelçi ŞÜKRÜ ELEKDAĞ.., ABD Gülen'i İade etmez. 1



Emekli Büyükelçi ŞÜKRÜ ELEKDAĞ..,  ABD Gülen'i İade etmez.

.













Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ, 15 Temmuz darbe girişiminin planlayıcısı olduğu öne sürülen Gülen Cemaati lideri Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iade edilmesi talebiyle ilgili olarak, " ABD Gülen'i iade etmez. Zira CIA'nın Gülenciler ile dünya çapındaki istihbarat işbirliği ortaya çıkar. Ayrıca çok sayıda ajan Teşhir edilmiş olur " dedi.

SEFA KARACAN

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
Erdoğan: ABD bir tercih yapacak, ya Türkiye ya da darbeci FETÖ

"Mahkeme, darbe talimatının müritleri tarafından değil de, bizzat Gülen tarafından verildiği hususunda kesin delil talebinde bulunacak" 
ifadesini kullanan Elekdağ, şunları söyledi: "Bu bakımdan önümüzde 3-4 sene sürecek bir mahkeme süreci görünüyor. 
Bu uzun sürecin Türk-Amerikan ilişkilerini kopma noktasına getirmesi tehlikesini göz ardı etmemek gerekiyor. 
Bu nedenle Washington, Gülen'i Türkiye'ye iade etmeyeceğinden emin olduğu bir ülkeye sığınmasını kolaylaştırma yoluna gidebilir." Sözcü'den Uğur Dündar'a konuşan Şükrü Elekdağ'ın açıklamaları şöyle:

Sayın Elekdağ, kalkışma sonrasında Hükümetin üst komuta bağlantılarına ilişkin yaptığı yeni düzenlemeye, emir-komuta birliğini bozacağı, hatta TSK'yı perişan edeceği gerekçesiyle yoğun tepki gösterildi. TSK'nın güçlendirilmesine ve itibar restorasyonuna ihtiyaç duyulduğu bu sıkıntılı dönemde neden böyle bir karar alındı?

Resmi Gazete

TSK'dan ihraçlar başladı, çok sayıda medya kuruluşu kapatıldıHükümet, tek elde yoğunlaşmanın darbelere yol açtığı görüşünden hareketle, sivilleşme havası vererek, askeri kuvveti dağıtıyor. 
Genelkurmay Başkanlığı, koordinatör-sembolik bir makam olarak Cumhurbaşkanlığı'na bağlanıp izole ediliyor. 
Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri, Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanıyor. Cumhurbaşkanı ve Başbakan, kuvvet komutanlarına resen emir verebilecekler. Bu düzenleme, Genelkurmay Başkanlığı'nın TSK üzerindeki fonksiyonunu ortadan kaldırıyor ve emir-komuta birliğini yerle bir ediyor. Emir-komuta birliği, ordunun tüm imkan ve kabiliyetlerinin eşgüdüm içinde tek hedefe yöneltilmesini sağlar. 
Bir orduda emir-komuta birliği olmadığı takdirde, o ordu, tüm potansiyelini hedefe odaklayamaz, komutanlık gücü zayıflar, disiplin ve koordinasyonu bozulur. MÖ 500 yılında yaşamış olan stratejinin babası Sun Tzu'dan başlayarak, Makyavel ve Karl Von Caussewitz'e kadar bütün stratejistler, eserlerinde emir-komuta birliğinin ülke savunmasındaki yaşamsal önemini vurgulamışlardır. Uzun lafın kısası, emir-komuta birliği olmayan bir ordu savaş yapamaz.

'15 TEMMUZ'UN HEDEFİ CUMHURBAŞKANIDIR'

Orgeneral Başbuğ'un, yanlış teşhisle tedavi olmaz demesinin anlamı bu sözlerinizle daha netleşiyor.

Hava Astsubay Zekeriya Kuzu

Darbeci astsubayın ifadesi: Cumhurbaşkanı'nı alıp geleceksiniz Evet. Başbuğ, “Darbeyi yapan TSK değil ordu içine sızmasına müsaade ettiğiniz tarikatçı cuntadır, bu itibarla faturayı TSK'ya çıkarmayın” diyor. 
Ben de bir kere daha belirteyim. 15 Temmuz kalkışmasının nedeni, asla TSK'nın teşkilat yapısı değil, “ne istediler de vermedik” mantalitesidir. 
Bu itibarla bu düzenlemeden vazgeçilmelidir. Yaşadığımız coğrafyada, dış odaklar ülkemizi bölmek ve parçalamak için her vasıtaya başvurmakta, iç ve dış terör tehdidi de giderek yoğunlaşmaktadır. Bu şartlarda, güçlü ve caydırıcı niteliklere sahip ordusu olmayan bir Türkiye, varlığını ve bütünlüğünü koruyamaz. Bu itibarla ordumuzun yeniden yapılandırılmasında, günlük kısa vadeli amaçlarla hareket edilmemeli, TSK'nın ve uzman görüşlerinin dikkate alındığı akılcı bir yaklaşım sergilenmelidir.
Orgeneral Başbuğ, tehlikeye işaret ederek “Bu işin arkasındaki (küresel) güçlerin asıl hedefi Türk Ordusu'dur” diyor.

İlker Başbuğ


İlker Başbuğ: 15 Temmuz bir Askeri darbe değil,

Ergenekon ve Balyoz davalarında hedef Ordu'ydu. 15 Temmuz darbe girişiminin ise esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bertaraf edilmesidir!.. Bundan hiç şüpheniz olmasın. İslam aleminde saygınlık ve liderlik arayan Erdoğan'ın dış politikasının merkezine Filistin davasını ve İsrail düşmanlığını oturtmuş olması, demokrasi ve terör konularında Batı'ya sürekli ikiyüzlülüğünü hatırlatması, 'Ey Batı…' diyerek Batı dünyasına ayar vermeye çalışması, Ortadoğu'da ABD çıkarlarıyla çatışan bir politika izlemesi ve İslamcı bir lider olması nedeniyle ona karşı önyargılı olan, güven duymayan, 'hesapsız' çıkışlarından aşırı rahatsızlık duyan odakların oluşmasına yol açmıştır. 

Bu odakların, Erdoğan'ın siyasi kaderine karşı fazla duyarlı olması beklenemezdi. Nitekim, 15 Temmuz gecesi 23:15'te ABD Büyükelçiliği yoluyla Washington'dan siyasi destek talebinde bulunan AKP Hükümeti'ne, ancak Erdoğan'ın hayatta olduğu ve darbecilerin kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra cevap verilmiş, saat 02:05'te Beyaz Saray ve ABD Dışişleri Bakanlığı eşzamanlı açıklamada bulunarak 'Türkiye'de tüm tarafların seçilmiş Hükümet'i desteklemeleri gerektiği' ifade edilmiştir. Sözünü ettiğim odakların maşası olan Cemaat, 17/25 Aralık krizinde 
rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla Erdoğan'ı düşürmek istemişti. O zaman başarılı olsalardı, 15 Temmuz kalkışmasına ihtiyaç kalmayacaktı.

Peki, ABD ve Avrupa'daki büyük devletler TSK'nın güçlü olmasını isterler mi?

Bu devletlerin stratejisi, Türk Ordusu'nun, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş sıradan bir 'savunma ordusu' olarak kalması ve 'bölgesel boyutta askeri imkân ve kabiliyetlere sahip bir güce' dönüşmesinin engellenmesidir. Yani TSK'nın Anadolu coğrafyası dışındaki tehditlere karşı taarruz yetenekleri olan bir orduya dönüşmesini istemezler. TSK'nın kendisine böyle bir yetenek sağlayacak silah sistemleri sağlama girişimlerini önlerler. Türk Ordusu'nun bölgesel operasyonlar yapacak imkân ve kabiliyete erişmesi bu devletler için bir kâbustur.

Yapılan bir kamuoyu araştırması halkın %70'inin darbe girişiminde bulunan FETÖ'nün arkasında ABD'nin bulunduğuna inanıyor. 

Bu doğru olabilir mi?

Türkiye Darbe girişimi

REUTERS/ OSMAN ORSAL

'Halkın yüzde 70'i darbe girişiminin arkasında ABD'nin olduğunu düşünüyor'
Halkta böyle bir şeyi ancak ABD yapar yolunda bir eğilim vardı. Ancak darbe girişiminin hemen ertesi günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu'nun canlı televizyon yayınına bağlanarak 'Darbenin arkasında ABD vardır' demesi, Hükümet'in görüşü olarak algılanmış ve büyük bir olasılıkla halkın bu istikametteki eğilimini kuvvetlendirmiştir. Yine o günlerde Başbakan Yıldırım da isim vermeden ABD'yi suçladı ve “Bu olaydan sonra Gülen'in arkasında duracak ülke göremiyorum. Duracak ülke, Türkiye'ye karşı ciddi bir savaşın için 
dedir. Türkiye'ye dost değildir” diyerek tansiyonu yükseltti. Bu sert meydan okumayı üstüne alınanABD Dışişleri Bakanı Kerry, “Bu türden ifadeler Türk-Amerikan ilişkilerine zarar verir” diyerek Türk Hükümeti'ni uyarmak ihtiyacını duydu. Öte yandan Gülen'in bu işi bir 'üst aklın' yönlendirmesiyle yaptığını söyleyen Cumhurbaşkanı'nın dilinden düşürmediği 'üst akıl' lafı da kamuoyu tarafından 'Amerika' olarak algılanıyordu. Ancak, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'un Ankara'ya yaptığı ziyaretle birlikte birden yelkenler suya indi ve Hükümet açıktan ABD'yi suçlamayı bıraktı. Hatta söz konusu ziyaret hakkında Başbakanlık tarafından yapılan resmi açıklamada, “Stratejik ortağımız 
ve müttefikimiz ABD milletimiz ve demokrasimize yönelik bu terörist darbe girişimine karşı tutumunu açık ve kararlı biçimde sergilemiştir” denilerek ABD övüldü ve suçlamaktan vazgeçildi. Bu konuda Hükümet'in sövgüden övgüye giden bir tutumuna tanık olduk. 

Sonuçta, eskilerin 'hikmet-i devlet' (raison d'état) dedikleri kavram, Hükümete tam bir U dönüşü yaptırarak, makul olan çizgiye getirdi.

Peki, bu konuda sizin görüşünüz nedir?

Obama'nın, görevini bırakmasına üç ay kala, başarılı olmaması ve ABD'nin arkasında bulunduğunun ortaya çıkması halinde, Türkiye'nin NATO üyeliğini dahi gözden geçirmesine yol açacak boyutta stratejik sonuçlar doğuracak hukuk dışı bir operasyona emir vermesini mümkün görmüyorum. Ancak, ABD derin devleti içinde aktif olan ve CIA ile irtibatı bulunan gurupların bu darbe girişiminde 
rol oynamaları mümkündür.


Gelelim en önemli soruya: Gülen'in Türkiye'ye iadesi sağlanabilecek mi?


Hüseyin Hayatsever

<Türk-Amerikan ilişkileri alanında çalışmaları bulunan Prof. Dr. Ersin Onulduran,  ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford'un Ankara ziyaretinde de gündeme gelen Fethullah Gülen'in Türkiye'ye iadesiyle ilgili "Gülen'in iadesini pek kolay görmüyorum" dedi.

Sputnik'e konuşan Onul Duran, " Fethullah Gülen'in bu işlerin arkasında olduğunu biz içimizde hissediyoruz. Bazı kanıtlar da görüyoruz. 
Ama mahkemede adam çıkar ‘bunların hepsi yakıştırmadır' derse ne olacak? Ne zaman ki bir bant kaydı çıkarılır veya kendisi tarafından yazılı bir emir ortaya çıkarılır, o zaman Amerikan mahkemesi bunu sağlam kanıt olarak değerlendirir. 
Ama onlar (Fethullah Gülen cemaati mensupları) karda yürüyüp izini belli etmeyen insanlar. 

Dolayısıyla bu tip kanıtların olmadığı bir yerde bir iadenin mümkün olacağını tahmin etmiyorum" dedi.

Onulduran, darbe girişiminin arkasında ABD'nin bulunduğunu düşünmediğini ancak ABD'nin darbe girişiminden haberdar olmasının ihtimal dâhilinde olduğunu ifade ederek "Bu, şu aşamada bir varsayım. Eğer ABD'nin bundan haberdar olduğu ortaya çıkarsa o zaman Türk-Amerikan ilişkileri ciddi bir sarsıntıya uğrar" diye konuştu.


****


ABD Genelkurmay Başkanı Dunford TBMM'de,
AA/ TBMM / HAYDAR AKTAŞ
Pentagon, Dunford'ın Ankara ziyaretinin detaylarını yazdı

<  13:51 02.08.2016

ABD Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford’ın Türkiye ziyaretine ilişkin bir açıklama yayınladı. Genelkurmay Başkanı Akar ile Dunford arasındaki arkadaşlığa dikkat çekilen açıklamada, Türk yetkililerin görüşmelerde iki ülke arasındaki işbirliğine vurgu yaptığı belirtildi.

Dunford’ın 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’yi ziyaret eden ilk yabancı yetkili olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Dunford ‘General (Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı ) çok uzun zamandır tanıyorum’ dedi. General arkadaşının iyi olduğunun emin olmak istediğini söyledi” ifadelerine yer verildi.


ABD Deniz Piyade Komutanı Joseph Dunford LAUREN VİCTORİA BURKE

ABD Genelkurmay Başkanı Dunford, Türkiye'de

'ABD'NİN İNCİRLİK VE DİYARBAKIR ÜSLERİNE ERİŞİMİNE İZİN VERİLMEYE DEVAM EDECEK'

Açıklamada Dunford-Akar görüşmesiyle ilgili şu ifadeler kullanıldı: “ Dunford, Akar’ın ziyaretten memnun olduğunu söylediğini ve Türkiye’nin NATO ve IŞİD’le mücadele başta olmak üzere ABD ile işbirliğini sürdürmek istediğini doğruladığını aktardı. Başkan, Türkiye’nin İncirlik ve Diyarbakır’daki Türk üslerine erişim sağlamaya devam edeceği konusunda Akar tarafından kendisine garanti 
verildiğini söyledi.”

ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass’in eşlik ettiği Dunford’ın Başbakan Binali Yıldırım’la gerçekleştirdiği görüşme hakkında ise açıklamada şu ifadeler yer aldı: “Dunford, tüm görüşmelerde, Türkiye ile ABD’nin işbirliği yapmasını gerektiren bölgedeki sorunları 
dinlediğini söyledi. Dunford, ‘Günün teması, başından sonuna dek, ABD-Türkiye ilişkilerinin öneminin yeniden tasdik edilmesiydi’ diye de ekledi. Dunford, tüm görüşmelerdeki tonun ‘suçlayıcı’ değil, olumlu olduğunu da aktardı.”

Joseph Dunford

GARY CAMERON