Cumhuriyet Halk Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cumhuriyet Halk Partisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2020 Pazar

100. yılda baş tacı edeceğini .

100. yılda baş tacı edeceğini . 



MURAT SABUNCU. 

TE 24


100. yılda baş tacı edeceğini hapiste yerde yatırana dönen ülke

19 Mayıs 1919’da özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakanlara, bu ülkeye Cumhuriyet’i armağan edenlere selam olsun…  

“1919 yılı Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün  kendi kaleminden Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı eseri ‘Nutuk’, bu cümleyle başlıyor. Cumhuriyet Halk Partisi ’nin 15-20 Ekim 1927  tarihleri arasında  Ankara’da toplanan İkinci Kurultayı’nda bizzat kendisinin 36.5 saat süren ve altı günde okuduğu tarihi bir hitabeye dayandığı için de ‘Nutuk’ adını aldı. Atatürk’ün bu tarihe bu kadar önem vermesinin nedenini; Türkiye’nin bağımsızlığa gidiş sürecinin en önemli kıvılcımlarından biri olması, uzun yıllar sürecek Cumhuriyet ile sonuçlanacak mücadele için ilk adımın atılmış olması şeklinde okumak mümkün.

Resmi adı ‘Atatürk’ü anma, Gençlik ve Spor Bayramı’ olan gün ile ilgili mesajlar da yayınlanıyor elbet. Bunlardan biri Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ait.

Şöyle Sesleniyor gençlere:  

‘Sizin istek ve beklentilerinizi, sizin hayallerinizi gerçekleştirmek için mensubu olmaktan ve yaşamaktan gurur duyacağınız bir gelecek inşa etmek için, dün olduğu gibi bugün de sizi dinlemeye hazırız. Haydi, el ele gönül gönüle vererek ülkemizi daha ileri taşıyalım. ‘

Mensubu olmaktan ve yaşamaktan gurur duyulacak memleket. Ne güzel bir cümle… Peki bir karşılığı var mı? Kestirmeden hayır demek mümkün…Düşünce özgürlüğünün olmamasından genç işsizliğine umutları yeşertmek yerine korkuyu kökleştirmeye çalışan zihniyete bir çırpıda söylenecek o kadar çok şey var ki…

Ama gelin sadece düne (18 Mayıs 2019) bakarak gençlerin durumuna göz atalım. Dün Milli Eğitim Bakanlığı, AKP’nin iktidarda kaldığı 17 yıl boyunca en az

10 kere yaptığı eğitim sisteminde ‘reform’un on birincisini açıkladı.Türkiye’nin eğitim konusunda en kıdemli gazetecisi Abbas Güçlü Milliyet’teki köşesinde  bununla ilgili şöyle yazdı:      

‘Son 17 yıldır ülkeyi aynı parti yönetiyor ama eğitim sistemimiz en az 17 kez değişti. Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Nimet Baş (Çubukçu), Ömer Dinçer, Nabi  Avcı, İsmet Yılmaz ve şimdi de Ziya Selçuk…Tuğlaları üst üste koyacaklarına, birinin başladığını, diğeri tamamlayacağına, her gelen sistemi hep sil baştan  değiştirdi. Özetin özeti: Geleceğimizi ilgilendiren böylesi önemli değişiklikler, keşke başta öğretmenler olmak üzere toplumun her kesiminden görüşler  alındıktan sonra şekillendirilseydi, sanki o zaman çok daha iyi olurdu.

Ne acı değil mi? Çocuklarının-gençlerinin  deneye tabi tutulduğu , eğitim sisteminin yap-boz tahtasına döndüğü bir yapı. Peki sonuç?

Dünya Ekonomik Forumu (WEF)  “Eğitim Kalitesi 2018” raporuna göre Türkiye eğitim kalitesi bakımından 137 ülke arasından 99’uncu sırada. (Kaynak Hürriyet)…Türkiye’deki öğrencilerin bilim ve matematikte son sıralarda yer almaları da bu sistemin sonucu.

Gençleri eğiten sistem felç. Ya öğreticiler. Liseden üniversiteye ne yazık ki çoğu önüne verileni uygulayan, sormayan sorgulamayan, susan, öğretmenler-akademisyenler… Tabi en basit-doğal hakkını, düşünce-söz söyleme özgürlüğünü kullandığı için hapislerde kalan yine de oradaki halleriyle de ‘ders verenleri’  unutmamak gerekir. Örnekler çok ama dedim ya sadece dünden gideceğim. Prof. Dr. Füsun Üstünel mesela. ‘Barış istediği için’ bir süredir hapiste. T24 Ankara

Temsilcisi Gökçer Tahincioğlu’nun haberinden öğreniyoruz ki Üstel hapse konulduğu ilk gece kalabalıktan yerde yatmış. Tahincioğlu’nun haberini tekrar hatırlayalım:

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza attığı için 1.5 yıl hapis cezasına çarptırılan, akademisyen yargılamalarında  cezası kesinleşen ilk akademisyen olan Prof. Dr. Füsun Üstel’i 10 gün önce konulduğu cezaevinde ziyaret etti. Çakırözer, “Üstel 14 kişilik koğuşta kalmak zorunda bırakılan 21 kişiden biri.  Hapishaneye girdiği ilk gece yerde yatmak zorunda kalmış” dedi. Çakırözer, “Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir akademisyenin sadece fikrini ifade ettiği için yargılanması, cezalandırılması, hepsinin üstüne bir de cezaevinde yerde yatmak zorunda kalması Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğun,  adaletsizliğin, tahammülsüzlüğün fotoğrafını çekiyor” ifadelerini kullandı.

100. yılda büyük büyük laflara gerek yok aslında. Bu ülke, bu yönetim; akademisyenlerini,  fikir üretenlerini, gençlerini  yetiştirenleri,  hapse tıkıp yerde yatıracağına baş tacı etmediği müddetçe ‘yaşamaktan gurur duyulacak bir memleket’ inşa edemeyecek. Ama umutsuzluğa yer yok… 

19 Mayıs 1919’da özgürlük ve bağımsızlık ateşini yakanlara, bu ülkeye Cumhuriyet’i armağan edenlere selam olsun…  

https://t24.com.tr/yazarlar/murat-sabuncu/1919-yili-mayis-inin-19-gunu-samsun-a-ciktim,22579


***

29 Eylül 2019 Pazar

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 2

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 2



Türkiye II. Dünya Savaşı sonrası yıllara bu koşullarda gelmiş, bu yılların dinamikleri ülkenin belli bir değişim sürecine girmesini gerekli kılmıştır. Tarih incelemelerinde “gereklilik” ya da “zorunluluk”, rahatlıkla kullanılmaması gereken kavramlardır, ama burada artık gereklilik ya da zorunluluk olarak ifade edebileceğimiz bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Türk tarih yazımında içsel ve dışsal dinamikler meselesi çok tartışılır.

Türkiye’nin çok partili siyasal yaşama geçişinde içsel dinamikler mi, dışsal dinamikler mi etkili olmuştur? Ben bu tartışma konusunu da abesle iştigal olarak kabul ediyorum. Bir toplumun bu kadar köklü değişimler geçirmesi sadece içsel ya da sadece dışsal dinamikler tarafından belirlenemeyecek kadar ciddi bir meseledir. II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler üzerinde hem içsel hem de dışsal dinamiklerin rolü olmuştur. Yeni kurulan dünya düzeni artık tek partili bir Türkiye’yi kendi içine kabul etmeye razı ve hazır değildir.

Türkiye’nin kendine çeki düzen vermesi lazımdır ve ilk konu da çok partili siyasal yaşama geçmektir. İçsel dinamikler açısından bakıldığı zaman ise uzun yıllar süren tek parti döneminin geniş toplumsal kitlelerde doğurmuş olduğu huzursuzluklar daha önce değişik biçimlerde ifade edilme olanağını bulmuştu. Serbest Fırka olayında geniş toplumsal kesimlerin bu partiye yönelişini biliyoruz. II. Dünya Savaşı döneminde hem geniş toplumsal kitlelerin bir yoksulluk süreci içerisine girmeleri, hem de belli ellerde sermaye birikiminin oluşması; bu toplumsal kesimlerin de kendi çıkarları doğrultusunda taleplerde bulunmaları
sonucunu doğurmuştur. Yeni gelişen ve sermayenin ellerinde biriktiği kesimler artık iktisadi yaşam üzerinde daha fazla belirleyici olmayı, daha fazla söz hakkını isterken; Demokrat Parti büyük ölçüde bu kesimlerin temsilcisi olarak siyasal yaşama atılacaktır. Geniş kitlelerin içinde bulunduğu kötü çalışma ve yaşama koşullarının da herhalde biraz rehabilite edilmesi gerekiyordu. 

Sosyal huzursuzlukları engellemek artık mümkün değildi; perişan olmuş
milyonlarca insandan oluşan bir kitlenin durumu rehabilite edilmeliydi. Böyle bir
rehabilitasyon savaş sonrasında sosyal düşünceler, akımlar aracılığıyla bütün Batı toplumlarında, İngiltere başta olmak üzere yaşanmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin de bu içsel dinamikler açısından bakıldığı zaman belli bir değişim sürecine zorlandığını söyleyebiliriz.

Bu koşullarda Türkiye çok partili siyasal yaşama geçiş yolunda önemli adımlar
atmıştır. Hukuksal açıdan bakıldığı zaman ilk aşama Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasına engel olan Cemiyetler Kanunu’nun değiştirilmesi ve oradaki ön izin sisteminin kaldırılmasıdır. Bu değişiklik 1946 yılının Haziran ayında yapılır, ama Demokrat Parti 1946’nın Ocak ayında çoktan kurulmuş durumdadır. Değişen toplumsal koşullar, hukuksal düzenlemeyi beklemeden, Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulmasını mümkün hale getirmiştir artık. Cemiyetler Kanunu değiştirilir, bu arada
sınıf esasına veya adına dayanan cemiyet kurma yasağı da kaldırılır. Bu da sendikaların ve sınıf esasına dayalı siyasal partilerin kurulmasını mümkün kılar. Hemen sendikalar ve sol siyasi partiler kurulmaya başlanır.

Şu noktayı çok açık bir biçimde ortaya koymak gerekir: Türkiye’nin 1946 yılında
geçtiği düzen Batılı anlamda çok partili, çoğulcu bir siyasal rejim değildir. Daha sonraki yıllardaki uygulamalar izlendiği zaman, bunun belki bir çoğunlukçu sistem olarak değerlendirilebileceği, bu çoğunlukçu sistemin iki temel siyasal partisi olan Demokrat Parti’nin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin de aslında rahmetli Bülent Tanör’ün deyimiyle “ikiz partiler” olduğu, yani birbirinden çok da farklı olmadığı belirtilmelidir. Osmanlı Bankası’nın çatısı altında hatırlamadan edemedim; bir zamanlar bankanın bir reklamı vardı: “Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankası’yız.” Bu ifade, hem benzerliği hem de farklılığı vurguluyordu, çok derin bir biçimde. 

Aynı şekilde Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti’nin de en azından çalışma hayatına, temel sorunlara ilişkin bakışları açısından aralarında ciddi bir fark yoktur. Demokrat Parti de tek parti döneminin halkçılık ilkesi çerçevesinde yoğunlaşan sınıfların yokluğu ve sınıf mücadelelerinin olmaması gerektiği, hatta
engellenmesi gerektiği düşüncesine sahip yöneticilerden oluşmuştur. Bunun aksini beklemek zaten yanlış olur; Demokrat Parti’nin yöneticileri Cumhuriyet Halk Partisi’nin eski yöneticileridir. Celal Bayar İş Yasası çıkarken iktisat vekili, Cemiyetler Kanunu çıkarken başvekildir. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi’nin sınıflara yönelik bakış açısının Demokrat Parti’den farklı olması elbette beklenemez, ama farklılık yoktur demek de mümkün değildir. Demokrat Parti’nin ortaya çıkış sürecinde şöyle farklılıklar vardır: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’ne muhalefetini ve kendi varlığını bir yerlere dayandırmak durumundaydı. Demokrasi, partinin kendisini ifade etmesinin temel zeminlerinden biri,
liberalizm de bir diğeri olmuştur.

Demokrasi anlayışı elbette temeldeki bütün benzerliklere karşın Demokrat Parti’nin çalışma hayatına ilişkin olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nden farklı bazı noktalara varmasına da yol açmıştır. Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra dahi işçilere grev hakkının tanınmasını şiddetle reddederken, Demokrat Parti 1949 yılında grev hakkını programına almıştır. Çünkü sizin kendinizi oturtmak istediğiniz zemin eğer demokrasi ise böyle bir zeminde grev hakkına yer vermemek elbette olmaz. Geniş kitlelerin oylarını alabilmek ihtiyacıyla da grev hakkı parti yöneticileri tarafından savunulmuştur.
Şimdi tekrar 1946 yılına dönecek olursak, Cemiyetler Kanunu değişmiş, hızla
sendikalar ve sol siyasal partiler kurulmaya başlanmıştır. Bunların içinde özellikle ikisi, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi önemli ve işçi hareketi içerisinde de etkindir. Bu iki partinin yönlendirdiği sendikalar kurulur, yöneticiler tekrar aynı kuşkular ve paranoya içerisinde bunu gözler. Evet, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçilmiştir, ama bu her şeyin değişeceği anlamına gelmemektedir. Tek parti döneminden kalan korku ve kontrol etme kaygısıyla bütün toplumsal yaşamı kontrol eden Cumhuriyet
Halk Partisi bu kontrolü elinden kaçırmak istememektedir; ama bu kontrolün eski araçları artık geçerli değildir. Yasalardaki yasaklar geçersizdir artık, çok partili hayata geçilmiştir.
Yeni geçilen çok partili hayata uygun daha yumuşak, rafine, ama iktidara kontrol olanağını veren araçlar yasalaştırılacaktır. Bu araçlar yasalaşmadan önce gene otoriter bir biçimde 1946 yılının Aralık ayında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir tebliğle biraz önce ismini verdiğim iki siyasal partiyle o bölgedeki sendikaların büyük bölümünü ve bazı sendikal yayın organlarını kapatır. Daha sonra, biraz önce söylediğim daha rafine bir aygıt yaratmak kaygısı 1947 yılında bir Sendikalar Yasası çıkartılmasına neden olur. Bir sendikalar yasası çıkartılır,
çünkü bir otorite boşluğu vardır orada. Sendikalar kurulur, ama devletin sendikalar üzerinde kontrolünü sağlayacak mekanizmalar yoktur. Sendikalar Yasası çıkartılır, sendikaların kuruluşları ve faaliyetleri düzenlenir, ama bu yasa devlete sendikalar üzerinde çok etkili denetim mekanizmaları sağlar. Sadece yargısal denetim değil; geniş, güçlü ve derin bir idari denetim olanağı da sağlanır. Sendikalar Yasası’nda sendikalara mutlak olarak bir siyaset yasağı getirilir; siyasi faaliyet içerisine giremeyeceklerdir, çünkü mutlak anlamda bir yasak vardır; ayrıca sendikal örgütlerin Batı’daki benzerleriyle ilişki içerisine girerek kontrol dışına çıkmalarını engellemek için uluslararası kuruluşlara üyelikleri konusu Bakanlar Kurulu’nun iznine bağlanır. Sendikal hareketler üzerine çok ciddi sınırlamalar getiren bir yasayla Türkiye çok partili hayata başlar ve sendikalar 1963 yılına kadar bu yasanın demir cenderesi içerisinde
üyelerinin haklarını korumaya çalışırlar.

Bildiğiniz gibi 1950’de bir iktidar değişimi gerçekleşir. 1950’ye kadar Cumhuriyet
Halk Partisi’nin çalışma hayatına ilişkin bakışında çok fazla bir yumuşama olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok partili yaşama geçilmiştir, Demokrat Parti’nin rekabeti söz konusudur ki çok ciddi bir rekabettir bu; Demokrat Parti diğer toplumsal kesimler içerisinde olduğu gibi işçi kesimi içerisinde de herhangi bir çaba göstermeye gerek kalmaksızın benimsenir. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti yönetimine muhalif olan bütün toplumsal kesimler Demokrat Parti’ye kendiliğinden yönelir. 1950’de iktidar değişir, Demokrat Parti iktidara gelir. Demokrat Parti ilk yıllarında çalışma hayatına ilişkin daha sonraki yıllarda, özellikle 1955’ten sonraki uygulama ve görüşlerine göre çok daha esnek ve
hoşgörülü bir yaklaşım içerisindedir, ama daha sonra yavaş yavaş parti programında da yer alan grev hakkı konusundaki tartışmalar rafa kaldırılır.


Demokrat Parti zaman içerisinde değişik toplumsal kesimlerin muhalefetine karşı
bastırma girişimleri gösterirken; üniversiteler, basın, yargı organları, kendisine muhalif olan bütün toplumsal örgütlerin ve katmanların sesini kısmaya çalışırken aynı şekilde işçi hareketinin, işçi sendikalarının seslerini kısmak için gerekli uygulamalar da, yasanın devlete vermiş olduğu bütün olanaklar ve özellikle idari denetim mekanizmaları kullanılarak yerine getirilmiştir. Bu demek değildir ki Demokrat Parti döneminde işçiler lehinde düzenlemeler yapılmamıştır; toplu ilişkilere değgin olarak otoriter eğilimler içerisine girilirken, bireysel ilişkiler alanında Cumhuriyet Halk Partisi döneminin özellikle son yıllarında olduğu gibi
koruyucu önlemler alınmaya devam edilmiştir. Üstelik 1950’li yıllardaki bu koruyucu önlemler 1930’lu, 1940’lı yıllarla karşılaştırılamayacak kadar yoğundur. Öğle Dinlenmesi Kanunu, Yıllık Ücretli İzin Kanunu çıkartılmış, kamu kesiminde çalışanlara yılda bir maaş tutarında ilave ödeme yapılmasına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bir başka açıdan, sosyal güvenlik alanında çok önemli yasalaştırma çabaları vardır. 1945 yılında kurulan İşçi Sigortaları Kurumu ve o kurum çerçevesinde yürütülen değişik sigorta kolları 1950’li yıllarda hızlanarak devam ettirilmiştir.


Burada kritik bir saptama yapmak gerekir. Acaba 1950’li yıllarda Demokrat Parti
yerine Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda olsaydı, aynı düzenlemeler yapılır mıydı? Benim kanaatim büyük ölçüde olacağı yönünde; bunu salt Demokrat Parti’ye artı olarak yüklememek gerekir, çünkü dönemin getirdiği koşullar da söz konusudur. Artık çok partili hayata geçilmiştir, kitleler oy kullanmaktadır, toplumsal örgütler 1930’larla 40’larla karşılaştırılamayacak kadar çok ve etkindir; dolayısıyla bunun Demokrat Parti’den çok, dönemin değişen koşullarına bağlanması gereken bir gelişme olduğunu düşünüyorum.

Bütün bu gelişmelerin geniş kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarındaki ilerlemeyle de örtüştüğünü görüyoruz. Gerek kamu kesiminde gerekse özel kesimde işçi olarak çalışanların satın alma güçlerinde ve yaşam düzeylerinde önemli artışlar olmuştur. 1950’li yıllar tekil düzeyde bir işçi ya da bir işçi ailesi açısından çok da olumsuz yıllar değildir. Sosyal güvenlik önlemleri geliştirilmiş, reel ücretlerde, satın alma gücünde artışlar olmuştur. Dolayısıyla işçi
kesiminin en azından gelir düzeyi açısından 1950’li yılları kazançlarla kapattığından söz etmek mümkün olabilir. Aynı şey memurlar açısından geçerli değildir; memurlar bu yıllarda reel gelir kaybına uğramış, maaşların satın alma gücü zannediyorum % 25-30 dolaylarında azalmıştır. Bu, Demokrat Parti’nin tek parti döneminin yönetim aygıtı olarak gördüğü memurlara karşı takındığı olumsuz tavırdan kaynaklanmaktadır. Çünkü Demokrat Parti kurulduktan sonra bütün toplumsal kesimleri kucaklamaya çalışırken, hepsine yönelik sıcak
mesajlar verirken; tek parti yönetiminin aygıtı olarak nitelendirdiği kamu bürokrasisi ve özellikle üst düzey bürokratları oklarına hedef saymıştır. Bir açıdan, bu antipatinin memur kesiminin 1950’li yıllarda gelir kaybı üzerinde rol oynadığını düşünebiliriz. Tabii tek faktör bu olamaz; devletin bütçe olanaklarının sınırlılığı, memur maaşlarının belli dönemlerde yasalarla düzenlenmesi gerekliliği, piyasaya çabuk ayak uyduramaması gibi nedenlerden dolayı işçi kesiminin yaşam standartları gelişirken, 1950’li yıllarda memur kesiminin yaşam
standartlarında bir gerileme ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.

Çalışma hayatı açısından Demokrat Parti yıllarını özetlemek gerekirse, yasalaştırmalarla özellikle bireysel düzeyde işçilere tanınan hakların ciddi ölçüde geliştiği, ama toplu haklar, yani sendika hakkı, toplu pazarlık hakkı üzerinde ciddi sınırlamaların, otoriter eğilimlerin gözlendiği bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. 

Sendikaların DemokratParti döneminde yeterli ölçüde gelişme olanağına kavuşamamasının tek sebebi tabii ki partinin baskıları değildir; sendikalar bir taraftan Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasında parsellenirken ve sendikal hareket iktidardan baskı görürken, diğer taraftan da sendikal hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal, kültürel, eğitsel koşullar bulunmamaktadır. Birinci, ikinci kuşak işçilerin gelir ve eğitim düzeyleri düşüktür, liderlik kadroları yoktur. 

Bütün bunların üzerine bir de yönetimlerin baskısı eklendiği zaman, 1950’li yılları bazı olumlu gelişmeler olmakla beraber sendikaların varlıklarını koruma yönünde çaba gösterdikleri ama çok fazla gelişmedikleri bir dönem olarak nitelendirmek mümkündür.

Daha sonra 27 Mayıs İhtilâli’yle gelen ve 1961 Anayasası ile açılan yeni dönem sadece çalışma hayatında değil, Türkiye’nin siyasi ve iktisadi hayatında da önemlidönüşümlerin belirleyicilerinden biri olarak çok büyük açılımlar getirmiştir. 1936’dan 1963’e kadar Türkiye’de emek tarihi açısından belirleyici olan 1936 tarihli İş Kanunu ve onun grev - lokavt yasağı rejimidir. 1947’de Sendikalar Yasası çıkmış, sendikalar faaliyete geçmiştir, ama grev hakkının olmadığı bir hukuksal yapı içerisinde sendikalar devletle ve işverenle ilişkilerinde çalışma hayatını olumlu yönde etkileyici kazanımlar elde etme şansına sahip değillerdir. 

Kısacası Türkiye’de emek tarihinin omurgasını 1936 yılından 1963’e kadar 1936 tarihli İş Yasası çizmiştir. 
Bunun için İş Yasası Türkiye’nin salt emek tarihini değil, siyasi ve iktisadi tarihini algılama, anlamlandırma açısından da önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.


http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html


***

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 BÖLÜM 1

Türkiye’de Liderler ve Demokrasi,  Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963  BÖLÜM 1




Prof. Dr. Ahmet Makal
18 Ekim 2008



Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. Bu konuşma metinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya
veritabanlarında yer alamaz.

1 Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963 Prof. Dr. Ahmet Makal 18 Ekim 2008

Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. 
Bu konuşmametinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz.



1946-1963 yılları arasında Türkiye’de çalışma hayatındaki gelişmeleri değerlendirmeden önce kısaca tek parti dönemini özetlemekte fayda vardır; çünkü çok partili dönemdeki bütün değişimler tek partili dönemdeki zeminde meydana gelen değişiklikler üzerine oturmaktadır. 

Nedir tek partili dönemde olan? İktisadi açıdan bakıldığı zaman 1930 öncesi izlenen liberal iktisat politikalarının, yani özel kesime ağırlık veren iktisat
politikalarının başarısızlığı 1930’lu yıllarda devletçi iktisat politikalarına geçilmesini gerektirmiş, devlet özellikle iktisadi devlet teşekkülleri aracılığıyla yoğun bir biçimde Türkiye’nin sanayileşme çabalarına katkıda bulunmuştur. 

Bu döneme iktisadi açıdan bakıldığı zaman önemli bir büyüme oranı yakalanırken, çalışma hayatı açısından önemli sonuç, bir işçikitlesinin ortaya çıkması ve büyük sanayi kuruluşlarında toplanması olmuştur.

1930’ların Türkiye’si, 1920’lere göre, sanayileşme çabaları ile bunun çalışma hayatına yansıması ve bir ücretli emek olgusunun ortaya çıkması açısından ciddi 
ölçüde farklılaşır.

1930’lu yılların ortalarında sadece İş Yasası’na tâbi işçi sayısı 300 bine yaklaşmıştır. 1930’lu yılların sonu ile 40’lı yılların başında Türkiye’de, İş Yasası’na tâbi olmayanlar da dahil edildiği zaman 500 bin dolaylarında ücretli işçi vardır, ki bu çok önemli bir gelişmedir. Tabii ki bu çok önemli gelişmenin çalışma hayatında da önemli yansımaları olacak ve giderek gelişen çalışma hayatını organize etmek gerekliliği devletin karşısına bir sorun olarak çıkacaktır. 
1920’lerde bu tür gereklilikler yoktu; az sayıda işçinin olduğu, sosyal sorunun bütün boyutlarıyla hissedilmemiş olduğu bir tarım ülkesinde çalışma hayatına ilişkin kapsamlı düzenlemelerin devlet tarafından yapılmasına elbette ihtiyaç duyulmamak taydı, ama artık durum değişmiştir. Ortaya çıkabilecek sorunlar düzenlenme ihtiyacını doğurmaktadır. Bu noktada ise devletin Türkiye’de çalışma hayatının gelişmesine ilişkin korkuları vardır. Bu korkular büyük ölçüde Batı Avrupa toplumlarının endüstrileşme deneyiminin sonuçlarından kaynaklanır. Çünkü biliyoruz ki; Fransa’da, İngiltere’de, diğer Avrupa ülkelerinde yüzyıllarca süren kanlı sınıf savaşımları olmuştur. Tabii ki Batı’daki gelişmeler konusunda bilgisi olan Cumhuriyet yöneticileri “Acaba bizde de sanayileşme sonuçta bu tür kanlı sınıf savaşımlarını getirir mi?” korkusu içerisine girmişlerdir. Bunu bir paranoya olarak da değerlendirmek mümkündür. 

Niyazi Berkes bir kitabında “Bir yandan endüstrileşmek isteniyor, öbür yandan sanki Türkiye baştan başa işçileş miş de hani bugün yarın proleter ihtilâli kopacakmış gibi, bir işçi korkusu, bir emekçi düşmanlığı körükleniyordu” der.

Acaba II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşanan ve zaman zaman şiddet de içeren işçi hareketleri de bu korkuyu biraz pekiştirmiş midir? Bu işçi hareketleri, herhalde Batı Avrupa serüvenine ilişkin algıları pekiştirici yönde rol oynamıştır. Cumhuriyet yöneticilerinin kafasında, gereken önlemleri alarak Türkiye’de sınıf mücadelelerinin ortaya çıkmasına engel olma düşüncesi vardır; ancak buna teorik bir çerçeve de lazımdır. Bu teorik çerçeveyi de, Batı Avrupa’dan Osmanlı İmparatorluğu’na, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet dönemine sarkan ve dayanışmacı bir sosyolojik anlayış çerçevesinde şekillenen halkçılık ilkesi
sağlamaktadır. Nedir bunun özü? Türk toplumunda çıkarları birbirleriyle çelişen farklı toplumsal sınıflar yoktur, çıkarları birbirleriyle uyumlu ya da uyumlaştırıla bilecek olan, farklı işlerde çalışan değişik meslek erbabı vardır. Bu düşünce Ziya Gökalp’te açıkça ifadesini bulur. Atatürk’ün 1920’li yıllarda, özellikle 1923’te Türkiye’nin birçok yerinde yaptığı konuşmalarda da bu tarz bir sınıfsal analiz görülmektedir. Bu sınıfsal analiz, yani Türkiye’de toplumsal sınıfların olmadığı, ancak değişik meslek erbabının bulunduğu ve bunların çıkarlarının da birbirinden farklı olmadığı düşüncesi aynı zamanda tek parti yönetimine de mesnet kılınmaya çalışılmaktadır. Madem ki Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıflar
yoktur, o zaman Batı’da olduğu gibi farklı toplumsal sınıfların çıkarlarını temsil edecek siyasal partilere de gerek kalmamıştır. Cumhuriyet Halk Partisi bütün toplumun, bütün meslek erbabının çıkarlarını temsil edebilecektir. O zaman Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilere de gerek yoktur.

Türkiye iki defa çok partili siyasal yaşama geçmeyi denemiş, bunlar başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Tek parti yönetiminin katılaşmasında da bu iki başarısızlık herhalde önemli bir rol oynamıştır. 1930’lu yıllarda gelişen çalışma hayatını düzenleme ihtiyacı ortaya çıktığı zaman halkçılık ilkesi, yani farklı toplumsal çıkarlara sahip olan sınıfların var olmayışı, çıkarların uyumlaştırıla bileceği düşüncesi çerçevesinde yasal düzenlemeler yapılarak bu tür hareketlerin yolu kesilmeye çalışılmıştır. Bunun en büyük aygıtı, ki bu hakikaten çok gelişkin
bir aygıttır, 1936 tarihli İş Yasası’dır. Tarih incelemelerinde hiçbir şey hiçbir şeyi bire bir yansıtmamakla birlikte, İş Kanunu döneminin koşullarını çok büyük ölçüde yansıtan bir yasa olmaktadır. Bu yasa işçi-işveren mücadeleleri, grev ve lokavtı açık bir biçimde yasaklamıştır.

Yasanın 72. maddesi aynen şöyledir: “Grev ve lokavt yasaktır.” Halbuki 1909 yılında Meşrutiyet sonrasında işçi hareketleri engellenmeye çalışılırken çıkartılan Tatil-i Eşgal Kanunu çok daha rafine düzenlemeler yapmaktadır. Dolaştırarak, incelterek, zarif düzenlemelerle işçi hareketlerini engellemeye çalışmaktadır; 1930’ ların ortasında ise artık buna da gerek duyulmamakta, açık bir biçimde grev ve lokavt yasaklanmakta, yani farklı toplumsal sınıflar arasındaki iş mücadelesi yolları yasal olarak tıkanmaktadır. Bu dönemde Tatil-i Eşgal Kanunu’nun sınırlamaları dışında hukuken sendika kurmak, işçilerin
sendikalarda örgütlenmesi yasak değildir, ama fiili bir durum vardır. Nasıl ki Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması da yasak değildir ama bu tür siyasi partilerin kurulmasının önünde fiili bir engel vardır, sendikalar konusunda da bir düzenleme yapılmamakta, bir işçi temsilciliği kurumu düzenlenmektedir. İşçi temsilcilerinin görevi işçi işveren uyuşmazlıklarını çözmektir; ama sonuçta bu da devletin başat olduğu hakem kurullarına ve mahkemelere ihale edilmektedir. Dolayısıyla devlet 1930’larda çalışma
hayatının iki tarafını, işçi ve işveren tarafını eliyle arka tarafa itmekte, kendisi ön plana çıkmakta ve aşağı yukarı çalışma hayatına ilişkin bütün belirlemeleri de üstlenmektedir.

Kanaatimce tarih incelemelerinde en büyük hendikaplar dan biri, bir dönemi siyah ya da beyaz olarak görme alışkanlığımızın varlığıdır. Genellikle bir dönem salt olumlu yönleriyle ya da salt olumsuz yönleriyle ele alınır. Tek parti dönemi de bunun en fazla yapıldığı dönemdir; siyasal angajmanlarımıza göre ya yüceltilir ya da yerin dibine batırılır. Ben her dönemi artılarıyla ve eksileriyle değerlendirmenin uygun olacağı kanaatindeyim. Bu sadece tek parti dönemi için değil, Demokrat Parti dönemi için de geçerlidir. Genellikle Türk aydınında Demokrat Parti dönemini aşağı yukarı bütün boyutlarda küçümseme ya da yok
sayma gibi bir eğilim vardır; ama Demokrat Parti dönemi de ak ya da kara değildir. Örneğin çalışma hayatı açısından bakıldığı zaman orada da birçok olumlu gelişme söz konusudur.

Çalışma hayatına ilişkin otoriter önlemler getiren İş Kanunu bireysel alanda bakıldığı zaman işçiyi koruyucu önlemler de içermektedir. 

Tek parti döneminde her ikisi, yani otoriter eğilimlerle koruyucu düzenlemeler bir arada var olmaktadır. 

Bence tek parti döneminin özü ancak bu ilk bakışta çelişkili gibi görülen durumdan hareketle kavranabilir. Buradan çözümlemelerimizi sürdürdüğümüz zaman, bu dönemin hem olumlu hem de olumsuz yönlerinin olduğunu saptayabiliriz. Olumluklar daha çok bireysel alanda, yani tekil düzeydeki
işçiyi koruma anlamında; otoriter eğilimler ise daha çok toplu ilişkiler alanındadır.

Bu dönemde henüz Cumhuriyet Halk Partisi dışında siyasal partilerin kurulmasının ya da sendikaların kurulmasının önünde hukuki bir engel yoktur, bu tür faaliyetleri engelleyen fiili bir durum vardır. 1938 yılında da meşhur Cemiyetler Kanunu çıkartılarak bu fiili durum hukuki hale dönüştürülmüştür. Sınıf esasına veya adına dayanan cemiyetler kurulması açık bir biçimde yasaklanarak hem sendikaların hem de bu esasa dayalı siyasal partilerin kurulması engellenmiştir; çünkü o dönemde siyasal partiler de Cemiyetler Kanunu’na tâbi birer cemiyettir. Cemiyetler Kanunu derneklerin kuruluşunda bir ön izin, tescil sistemi getirmiştir.

Buna göre, bir dernek ancak mülki idare amiri tarafından tescil edildikten sonra faaliyette bulunabilecektir. Tabii bu koşullarda daha önceki fiili durum, hukuki bir nitelik de kazanmış oluyor.

1946 yılına, yani çok partili yaşama geçilinceye kadar Türkiye’de gerek Cumhuriyet Halk Partisi dışındaki siyasal partilerin kurulması, gerekse sınıf esasına dayalı sendikaların kurulması olanaksız durumdadır. II. Dünya Savaşı yılları bütün toplum açısından gerileme yıllarıdır. Gayrisafi milli hasıla % 60’lara düşmüş, milli gelirin dağılımında savaş koşullarının getirdiği bozulmalar baş göstermiştir. Bazı ellerde savaşın getirdiği olağanüstü ortamda haksız
kazançlardan oluşan servet birikimleri sağlanırken; gelir dağılımı daha da bozulmakta, bazı kesimler zarar görürken, bazı kesimlerin gelirlerindeki düşme milli gelirdeki kayıptan da fazla olmaktadır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

21 Eylül 2019 Cumartesi

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN İDEOLOJİK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ. BÖLÜM 3

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN İDEOLOJİK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ.  BÖLÜM 3



7. Savaş Sonrası Liberalleşme Eğilimleri. 

Çok partili demokratik sisteme geçiş sonrası Cumhuriyet Halk Partisi ideolojik olarak hızlı bir değişim ve dönüşüm süreci yaşamıştır. Bir yandan sermaye kesiminin yoğun talepleri, parti içinde devam eden çatışmalar ve CHP’den kopan Demokrat Partililerin yaptığı sert muhalefet, diğer yandan da Sovyet Rusya tehdidine karşı liberal Batılı devletler ile müttefik olma çabası (Aslan, 2016: 180) 
CHP’nin ideolojik olarak yeni bir yön arayışı içerisine girmesine neden olmuştur (Ahmad, 2010: 26). Nitekim, İnönü, 1946 Genel Seçimlerine hazırlık için toplanan 2. Olağanüstü CHP Kurultayı’nda – halkçılık ilkesinin sınıfsız toplum idealine aykırı şekilde-sınıf temelli örgütlenmelerin önünün açılacağını belirtmiş (Bila, 1979: 204), aynı yıl Cemiyetler Kanunu’ndaki sınıf esasına dayalı örgüt kurma yasağı kaldırılarak Sendikaların kurulmasının önü açılmış, 1947 Sendikalar Kanunu ile işçilere sendika kurma özgürlüğü getirilmiştir 
(Bozkurt, 1976: 335). 1946 yılında Matbuat Kanunu’nda yapılan değişikle gazetelerin kapatılması hükmü kaldırılmış, yine Basın Birliği Kanunu’nun yürürlükten kaldırılmasıyla basın özgürlüğü alanında ilerleme kaydedilmiştir (Tikveş, 1979: 167). 

2. Dünya Savaşı sonrası CHP kadrolarının liberalleşme eğilimleri devletçi ekonomi politikalarında ılımlılaşmayı beraberinde getirmiştir. 1943 yılında toplanan 6. CHP Kurultayı’nda devletçiliğin yumuşatılarak kapitalist kesime belli tavizler verilmesi ile başlayan süreç (Koç, 2014: 41), 1947 yılında toplanan 7. CHP Kurultayı’nda devletçilikten vazgeçilmesi ile sonuçlanmıştır (Hatipoğlu, 2012: 216). Artık devlet kar amaçlı işletmeler kurmayacak, özel sektörün ilgilendiği alanlarda yatırımlar yapmayacak ve serbest piyasa koşullarını hakim kılacaktır (Bila, 1979: 226). Bu değişime rağmen, 1948 yılında İstanbul’da 
hükümetten bağımsız olarak düzenlenen Türkiye İktisat Kongresi’nde devlet kapitalizminin ve devlet bürokrasisinin ekonomik gelişmenin önünde en büyük engel olarak gösterilmesi milli burjuvazinin CHP’ye karşı ciddi bir muhalefet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştur. Anlaşılan şudur ki, CHP’nin 1947’de 
devletçilikten vazgeçerek verdiği büyük ideolojik taviz sermaye kesimini tatmin etmemiş, ya da değişim çabası sermaye kesimi tarafından temkinli karşılanmıştır (Tuna, 2002: 316). 
2. Dünya Savaşı sonrası ABD ile başlayan iyi ilişkilerin de etkisiyle Türkiye’de anti-komünizm ve sol karşıtlığı bir devlet politikası haline gelmiştir (Ahmad, 2010: 52). 1930’lu yıllarda solu kendi ideolojisine muhalif tutumu nedeniyle potansiyel bir sorun olarak algılayan CHP kadroları, artık “komünizm karşıtlığı” 
söylemi ile sol kesimi tamamen dışlayan ve büyük tehdit olarak gören bir noktaya gelmiştir (Aslan, 2016: 177-179). Bu anlayış değişimi ile birlikte CHP içindeki solcu aydınlar tasfiye edilmeye, ülke genelindeki kütüphanelerdeki sol içerikli kitaplar toplatılmaya başlanmıştır. Dahası, 1940 yılında açılan köy 
enstitülerinin 1946 yılında kapatılmasına giden süreçte, Köy Enstitüleri komünizm propagandası yapmak ve komünist gençler yetiştirmekle suçlanmıştır (Bozkurt, 1976: 337). Böylece, köy enstitülerinin yerel feodal güçlerin çıkarlarına ters düşüyor olması (Uyar, 2012b: 56) TBMM’de onların çıkarlarını savunanlar açısından antikomünizm propagandası ile maskelenmiştir. 

8. Popülist Politikalar ve Tavizler Eşliğinde CHP’nin İdeolojik Dönüşümü.

1947 yılında toplanan 7. CHP Kurultayı’nda “devrimcilik” ilkesi “evrimcilik” olarak yeniden adlandırılmış, bu süreçte Atatürk sonrası dönemde atılan üç devrimci-reformist adımın (köy enstitülerinin açılması, toprak reformu, çok partili demokratik sisteme geçiş) sadece biri başarılabilmiştir. Henüz tasarı halindeyken TBMM’de yumuşatılan, kabul edildikten sonra da pratikte uygulama imkanı bulunmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun temel felsefesini oluşturan bazı maddeler bir süre sonra değiştirilerek kanun kadük hale getirilmiştir. Böylece, üstyapı devrimlerini altyapı devrimleri ile sürdürme ideali pratikte 
imkansız hale gelmiştir. Kemalist ideolojinin ve devrimlerin köylere ulaşmasını sağlayan köy enstitüleri de yerel feodal güçlerin baskısıyla kapatılmıştır (Bila, 1979: 247). 1930’larda katı laiklik anlayışından taviz vermeyen CHP kadroları, 1948 yılında imam hatip kurslarının açılması, 1927 yılında ilkokul müfredatından 
çıkarılan din derslerinin 1948 yılında seçmeli ders olarak konulması, 1933’te kapatılan ilahiyat fakültelerinin 1949 yılında yeniden açılması (Öcal, 1986: 115) ve 1950 yılında tekke, zaviye ve türbelerin yeniden açılmasına izin verilmesi birlikte bu konuda köklü bir anlayış değişikliği ortaya koymuştur (Hatipoğlu, 2012: 219; Uyar, 2012b: 68). Belli oranda kaybettiği toplumsal desteği yeniden artırmaya ve seçimleri kazanmaya yönelik bazı liberal ve demokratik adımlar atan CHP kadroları, artık köklü devrimlerden ve ideolojik çizgisinden ödün 
verir noktaya gelmiştir. Bu süreci farklı bir bakış açısıyla CHP’nin - değişen iç ve dış koşulların etkisiyle ideolojik değişim ve dönüşümü olarak da ele almak mümkündür. 


7 Ağustos 1946 ile iktidarın kaybedildiği 1950 Genel Seçimleri arasındaki dönemde İnönü tarafından belirlenen başbakanların ideolojik görüşleri CHP’nin yaşadığı ideolojik değişim ve dönüşümün niteliğini ortaya koymaktadır. 

7 Ağustos 1946-10 Eylül 1947 arasında başbakanlık yapan aşırı Sağcı-Otoriter Recep Peker’e karşın, 
10 Eylül 1947-16 Ocak 1949 arasında başbakanlık yapan Hasan Saka liberal (Ahmad, 2010: 46), 
16 Ocak 1949-22 Mayıs 1950 arasında başvekillik yapan Şemsettin Günaltay da İslamcıdır (Ahmad, 2010: 50). 

Bu durum, esasen bir ideolojik değişim ve dönüşüm sürecinden öte CHP açısından ideolojik bir kaos hali ortaya koymaktadır. 

CHP’nin seçim kazanmaya yönelik uyguladığı popülist politikalar seçimi kazanması için yeterli olmamış, ilk defa gizli oy-açık tasnif usulüne göre yapılan 1950 Genel Seçimlerinde CHP 27 yıllık iktidarını kaybetmiştir. Seçim sonuçları gerçekçi bir bakış açısı ile ele alındığında CHP’nin halk desteğini tamamen kaybettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü, CHP halk desteğini uzun yıllar boyunca istikrarlı bir şekilde kaybetmiş olmasına rağmen 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin % 55,2 oy oranına karşılık % 39,6 oy almıştır (TÜİK, 2012: 25). Ancak, CHP lehine olacağını düşünülen “ Çoğunluk Seçim Sistemi ” aleyhine işlemiş, TBMM’de % 14,1 Milletvekili oranı ile temsil edilebilmiştir. 

Bu anlamda, 1950 yılına gelindiğinde CHP’nin halen güçlü bir toplumsal tabana sahip olduğunu göz ardı etmemek gerekmektedir. 

Sonuç 

Milli Mücadeleyi örgütleyen ve yürüten Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin işgalci güçlere karşı ortaya koyduğu anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı ve milliyetçi tavır, milli mücadele sonrası Halk Fırkasının kurulması ile devrimci-reformist bir ideolojik niteliğe bürünmüştür. 1. Meclis’te önerdiği 
“Halkçılık Programı” ve bir seçim programı niteliği gösteren 9 umde ile ilk ideolojik çıkışını yapan CHP, 1927 yılında ideolojik olarak cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi ve laisist bir duruş ortaya koymuş, liberal ekonomi anlayışı ve çok partili demokrasi hedefini ön plana çıkarmıştır. 1920’li yıllarda liberal ekonomi 
politikaları ile arzu edilen ekonomik kalkınmanın sağlanamaması ve 1929-30 
Dünya Ekonomik Bunalımı sonrası dünya genelinde ekonomiye devlet müdahalesini savunan Keynesyen ekonomik politikalarına yönelimin artması CHP kadrolarının liberal ekonomi politikalarından vazgeçmesine neden olmuştur. 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın rejim karşıtlarının odağı haline geldiği gerekçesiyle 1925 yılında kapatılmasının ardından, 1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın faaliyetlerinin de kısa bir süre sonra aynı gerekçeyle sonlandırılması, çok partili sisteme geçişin 1945 yılına kadar ertelenmesine neden olmuştur. 

1931 yılında cumhuriyetçiliği, halkçılığı, milliyetçiliği, laikliği, devletçiliği ve devrimciliği 6 ilke olarak benimseyerek ideolojik konumunu netleştiren CHP, 1935 yılında 6 ilkeye dayanan “Kemalizm”i partinin “resmi ideolojik kimliği” olarak benimsemiştir. 1937 yılında 6 ilkenin anayasaya eklenmesi ile 
Kemalizm partinin yanı sıra devletin resmi ideolojisi haline gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün toplumun geniş kesimleri üzerindeki karizmatik liderliği, devrimlerin içselleştirilmesi ve yaygınlaştırılması için halkevleri aracılığıyla yürütülen ideolojik mücadele ve ekonomide devletçilik politikalarının sağladığı 
ekonomik gelişme 1930’lu yıllarda CHP’nin toplumun geniş kesiminin desteğini almasını sağlamıştır. 

Ancak, halkçılığın işçi ve köylüler aleyhine işlemeye başlayan sınıfsız bakış açısı, aşırı laisist uygulamalar ve otoriter-bürokratik muhafazakâr yönetim anlayışı toplumsal muhalefetin sert tedbirlere rağmen CHP karşısında taban bulmasında etkili olmuştur. Nitekim, karizmatik liderliği ile toplumda büyük saygı gören 
Mustafa Kemal’in vefatı, Kurtuluş Savaşının kazanılmasının yarattığı heyecanın geçen süre zarfında azalmış olması ve devletçilik ile sağlanan ekonomik gelişmenin yerini 2. Dünya Savaşı ile ekonomik yıkıma bırakması 1940’lı yılların başında CHP karşısında güçlü bir toplumsal muhalefetin ortaya çıkmasına neden 
olmuştur. Savaş yıllarındaki siyasi ve ideolojik üretimsizlik ortamında CHP’nin toplumsal muhalefeti kontrol altında tutabilmek için aşırı otoriter yönetim anlayışına meyletmiş olması o dönem CHP kadroları açısından tek seçenek olarak görülmüş gibidir. 

Sermaye kesimi ve feodal güçlerin baskısı, CHP’den ayrılan muhalifler ( Dörtlü Takrircilertarafından kurulan Demokrat Parti’nin etkin muhalefeti ve liberal Batılı devletler ile uyumlulaşma çabası 2. Dünya Savaşı sonrası CHP’de liberalleşme eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu süreçte köy 
enstitülerinin kapatılması, toprak reformunun gerçekleştirilememesi, devletçilikten vazgeçilmesi ve laiklikten tavizler verilmesi CHP’nin keskin bir ideolojik kırılma yaşamasına neden olmuştur. 
Bu anlamda, CHP’nin 1930’lu yıllarda ulaştığı ideolojik netliği, 1940’lı yılların sonuna gelindiğinde ideolojik “değişim”, “dönüşüm” ve hatta “kaos” olarak ele almak mümkündür. 

Cumhuriyet Halk Partisi üst kadroları tek parti iktidarı süresince iç ve dış dinamiklerin (parti içiparti dışı, ülke içi-ülke-dışı) siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişmeler üzerindeki etkisini gözardı etmemiştir. Bu durum CHP’nin ideolojik olarak kırılgan ve değişken bir görüntü vermesine neden olmuştur. 

Kimine göre ideolojik tutarsızlık ya da taviz, kimine göre de ideolojik değişim ve dönüşüm olarak farklı şekilde tanımlanabilecek olan bu durumun esasen bir ideolojik kaos halini ortaya koyduğu açıktır. 

1927 yılında devrimci-reformist, laisist, (ekonomide) liberal bir ideolojik duruş ortaya koyan CHP; 1
1935 yılında bürokratik muhafazakar, aşırı laisist, (ekonomide) aşırı devletçi, (yönetim anlayışında) otoriter; 
1941 yılında (yönetim anlayışında) aşırı otoriter; 
1949 yılında ılımlı laisist, (ekonomide) liberal, (yönetim biçiminde) yarı demokrat (ya da görece demokrat) bir ideolojik duruş ortaya koymuştur. 1920’lerde ulus devlet inşası sürecinde farklı etnik kökenleri aynı ortak kimlikte bir araya getirme hedefi olan milliyetçilik anlayışı, 1930’larda yerini Batı Avrupa’da yaygınlaşan aşırı sağcı ideolojilerin de etkisiyle aşırı milliyetçilik 
anlayışına 2, 1940’larda da bilinçli sol ve komünizm karşıtlığına bırakmıştır. Tek parti iktidarı döneminde cumhuriyetçilik CHP’nin değişmez-dönüşmez ideolojik ilkesi olarak ön plana çıkmıştır. CHP’nin 1920 yılından itibaren sıkı sıkıya bağlı kaldığı halkçılık ilkesi de 1946 yılında sınıf esasına dayalı örgüt kurma yasağının kaldırılması ile anlamsal erozyona uğramıştır. Sonuç Olarak, 

1_ 1923’ten 1950’ye giden süreçte CHP ideolojik kimliğini Kemalizm’de bulmuş, ancak gelişen iç ve dış siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin etkisiyle siyasi söylemler ve hükümet politikaları açısından ideolojik çizgisinde sürekli bir değişim ve dönüşüm süreci yaşanmıştır. 

Bu ideolojik değişim ve dönüşüm sürecini bir İdeolojik Kaos hali, bu ideolojik kaos halini de CHP’nin karşıtlıklar içinde sürekli yön arayışı olarak da değerlendir mek mümkündür. 

2_ 1930’larda Türkiye’de milliyetçiliğin aşırılaşması nı Batıdaki gibi faşizm, falanjizm, korporatizm, nazizm gibi ideolojilerle kıyaslamak mümkün değildir. O dönemde Türkiye’de tüm etnik kökenleri Türk üst kimliğinde bir araya getirmeyi hedefleyen, motivasyon olarak da Türk etnik kimliğini kültürel motiflerle yücelten, şiddet yerine ideolojik propagandaya meyleden bütünleştirici-tektipleştirici bir bakış açısının ön plana çıktığını söylemek mümkündür. 

Yine de, bu konuyu ulus devlet inşası ve tek ulus yaratma stratejisi içerisinde 
dönemin koşulları içerisinde-detaylı olarak ele almak konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. 

KAYNAKÇA 

AHMAD, Faroz (2010). Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, İstanbul: Hil Yayınları. 
AKŞİN, Sina (1996). Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Ankara: İmaj Yayıncılık. 
ASLAN, Zehra, (2016), “Türk-Rus İlişkileri Ekseninde Türkiye’de İktidarların Sol Algısı (1923-1960)”, 
           Karadeniz Araştırmaları, S. 51, s. 171-190. 
ATEŞ, Toktamış (1994). Kemalizm’in Özü, İstanbul: Der Yayınları. 
AYATA, A. Güneş (2010). Cumhuriyet Halk Partisi (Örgüt ve İdeoloji), İstanbul: Gündoğan Yayınları. 
BAKŞIK, Şeref (2009). CHP İle Bir Ömür, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık. 
BEKTAŞ, Arsev (1993). Demokratikleşme Sürecinde Liderler Oligarşisi, CHP ve AP (1961-1980), İstanbul: Bağlam Yayınları. 
BİLA, Hikmet (1979). CHP Tarihi: 1919-1979, Ankara: DMS Doruk Matbaacılık. 
BOZKURT, Celal E. (1976). Kemalizm Marksizm ve Ecevit, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. 
CHF (1931). CHF Nizamnamesi ve Programı, Ankara: TBMM Matbaası. 
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNAN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLA 
R/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/197505818%20CHF%20NIZAMNAMESI%20VE%20PROGRAMI%201931/197505818%20CHF%2 
0NIZAMNAMESI%20VE%20PROGRAMI%201931%200000_0039.pdf kaynağından alındı. 
CHP (1935). CHP Programı, Ankara: Ulus Basımevi. 
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/e_yayin.eser_bilgi_q?ptip=SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI&pdemirbas=197000602 
kaynağından alındı. 
CHP (2004). Cumhuriyet Halk Partisi Eğitim El Kitabı, Ankara: CHP Yayınları. 
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/e_yayin.eser_bilgi_q?ptip=SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI&pdemirbas=200400296 
kaynağından alındı. 
CHP (1952). CHP’nin Yirmi Dokuzuncu Yıldönümü. 
CHP (1973). Ak Günlere 1973 Seçim Bildirgesi, Ankara: Ajans Türk Matbaacılık. 
CUMHURİYET HALK FIRKASI (1927), 1927 Nizamnamesi. 
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNAN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLA 
R/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/198103997%20CHF%20NIZAMNAMESI%201929/198103997%20CHF%20NIZAMNAMESI%201 
929.pdf kaynağından alındı. 
CUMHURİYET HALK FIRKASI (1931), 1931 Nizamnamesi. 
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNAN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLAR /SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/197505818%20CHF%20NIZAMNAMESI%20VE%20PROGRAMI%201931/197505818%20CHF%2 
0NIZAMNAMESI%20VE%20PROGRAMI%201931%200000_0039.pdf    kaynağından alındı. 
CUMHURİYET HALK FIRKASI (1931), 1931 Programı. 
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNAN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLA 
R/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/197505818%20CHF%20NIZAMNAMESI%20VE%20PROGRAMI%201931/197505818%20CHF%2 
0NIZAMNAMESI%20VE%20PROGRAMI%201931%200000_0039.pdf kaynağından alındı. 
CUMHURİYET HALK PARTİSİ (1935), 1935 Tüzüğü. 
https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNAN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLA 
R/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/197603268%20CHP%20TUZUGU%201935/197603268%20CHP%20TUZUGU%201935.pdf 
kaynağından alındı. 
CUMHURİYET HALK PARTİSİ (2016), 1993 Tüzüğü (2016 Değişiklikleri İle). https://www.chp.org.tr/Assets/dosya/tuzuk201629012016.
pdf kaynağından alındı. 
COŞKUN, Alev (1978). Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokratik Sol, İstanbul: Tekin Yayınevi. 
DEMİREL, Ahmet (2014). Tek Partinin İktidarı: Türkiye’de Seçimler ve Siyaset (1923-1946), İstanbul: İletişim Yayınları. 
DURSUN, Tuncay (2002). Tek Parti Dönemindeki Cumhuriyet Halk Partisi Büyük Kurultayları, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. 
DUVERGER, Maurice (1993). Siyasi Partiler, (çeviren: E. Özbudun), Ankara: Bilgi Yayınları. 
ECEVİT, Bülent (2015). Atatürk ve Devrimcilik, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
EMRE, Yunus (2015). CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol: Türkiye’de Sosyal Demokrasinin Kuruluş Yılları (1960-1966), İstanbul: İletişim Yayınları. 
ERDOĞAN, Caner (2017). Oligarşinin Demir Kanunu’nun Cumhuriyet Halk Partisi Açısından İncelenmesi. Yayımlanmamış Doktora Tezi. 
Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Antalya. 
GİRİTLİOĞLU, Fahir (1965). Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk Partisinin Mevkii 2. Cilt. Ankara: Ayyıldız Matbaası. 
HALK FIRKASI 1923 NİZAMNAMESİ, Ankara. 
HATİPOĞLU, Atakan (2012). CHP’nin İdeolojik Dönüşümü: Kemalizm’den Sosyal Demokrasi’ye, İstanbul: Kaynak Yayınları. 
KABASAKAL, Mehmet (1991). Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi (1908-1960), İstanbul: Tekin Yayınevi. 
KOÇ, Altuğ (2014). CHP’de Ortanın Solu Söylemi ve 1965 Seçimleri, İstanbul: Dezanj Yayınları. 
KOÇAK, Cemil (2012). Türkiye’de Milli Şef Dönemi (1938-1945), İstanbul: İletişim Yayınları. 
ÖCAL, Mustafa (1986). “İlahiyat Fakültelerinin Tarihçesi“, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1(1), s. 111-123. 
ÖZ, Esat (1996). Otoriterizm ve Siyaset: Türkiye’de Tek-Parti Rejimi ve Siyasal Katılma (1923-1945), Ankara: Yetkin Basım Yayım ve Dağıtım. 
PERİNÇEK, Doğu (2014). Atatürk’ün CHP Program ve Tüzükleri, İstanbul: Kaynak Yayınları. 
SİVAS KONGRESİ BEYANNAMESİ 
https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/2319/201503186.pdf kaynağından alındı. 
SARIBAY, Ali Yaşar (2001). Türkiye’de Demokrasi ve Politik Partiler. İstanbul: Alfa Yayınları. 
TİKVEŞ, Özkan (1979). Basın Özgürlüğü ve Sansür Yasağı. Elektronik Makale 
http://acikerisim.deu.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/12345/1951/tikves9.pdf kaynağından alındı. 
TUNA, Serkan (2002). “1948 Türkiye İktisat Kongresi’nde Devletçilik Tartışmaları ve Yansımaları”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları 
Dergisi, S. 1(1), s. 289-321. 
TUNCAY, Suavi (1996). Parti İçi Demokrasi ve Türkiye, İstanbul: Gündoğan Yayınları. 
TURAN, Murat (2011). CHP’nin Doğu’da Teşkilatlanması (1923-1950), İstanbul: Libra Kitapçılık ve Yayıncılık. 
TÜİK (2012). Milletvekili Genel Seçimleri 1923-2011, Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası. 
http://www.tuik.gov.tr/IcerikGetir.do?istab_id=152 kaynağından alındı. 
UYAR, Hakkı (2012a). Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, İstanbul: Boyut Yayıncılık. 
UYAR, Hakkı (2012b). 100 Soruda Cumhuriyet Halk Partisi Tarihçesi (1923-2012), Ankara: Anka Yayınları. 
YANIK, Murat (2002). Parti İçi Demokrasi, İstanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım. 
YÜKSELİMAN, Nihan (2002). Parti Devlet Bütünleşmesi, İstanbul: Gelenek Yayıncılık. 


***

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN İDEOLOJİK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ BÖLÜM 2

CUMHURİYET HALK PARTİSİNİN İDEOLOJİK DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜMÜ  BÖLÜM 2



3. 1930 Sonrası Ekonomi Politikalarında Yön Değişimi: Devletçilik 

1929-30 Dünya Ekonomik Bunalımı ile dünya genelinde liberal ekonomi politikalarının yerini devletin ekonomiye müdahalesini savunan Keynesyen politikalara bırakması, CHP kadrolarının 1923’ten beri savundukları “iktisadi liberalizm” görüşünün yerini “devletçilik” politikasının almasına neden olmuştur. Nitekim, 1931 yılında toplanan 3. CHF Kurultayı’nda kabul edilen CHF Programı ile ekonomide ılımlı devletçilik anlayışı (CHF, 1931: 31), 1935 yılında toplanan 4. CHP Kurultayı’nda kabul edilen parti programı ile de liberalizm karşıtlığına dayanan, piyasayı ve özel sektörü devlet kontrolü altına alan aşırı devletçilik anlayışı benimsenmiştir (CHP, 1935: 9; Bila, 1979: 113). 

1930’lu yıllarda devletçilik politikaları ile çok sayıda imtiyazlı yabancı şirket millileştirilmiş, sanayi planları yapılmış, iktisadi devlet teşekkülleri kurulmuş, yabancı sermaye ve işbirlikçilerine karşı net tavır ortaya konulmuş, büyük bir ekonomik kalkınma süreci başlatılmıştır (Demirel, 2014: 159). Devletçilik 
politikaları ile başlatılan ağır sanayi hamlesi kentlerde ve kasabalarda hızlı bir refah ve istihdam artışı sağlamıştır. Ancak, taşrada toprak ağalarının baskısı altında yaşayan köylüler milli gelir artışından pay alamamışlardır (Demirel, 2014: 159). Bu sorunun çözümü için feodalizmin de tasfiyesi anlamına gelen toprak reformu çalışmaları başlatılmıştır. Bu konuda ilk adım 1930’ların başında İskan Kanunu ile atılmış, Atatürk 1936 yılında Bütçe Kanunu’nun ve 1937 yılında da Meclis’in açılış konuşmasında bir toprak reformunun hızlı bir şekilde gerçekleştirilmesi yönünde tavır geliştirmiştir (Ecevit, 2015: 15; Emre, 2015: 173; Koçak, 2010: 175). 
Aynı şekilde, CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü 29 Aralık 1937’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada “Toprak mahsulünü ancak bir vaziyette verir. Bu vaziyet de o toprağın işleyenin malı olmasıdır (Bila, 1979: 111)” sözü ile CHP üst kadrolarının toprak reformu konusundaki ısrarlı tutumunu ortaya koymuştur. Ancak, 1938 yılında Atatürk’ün vefatı ve kısa bir süre sonra 2. Dünya Savaşı’nın başlaması ile toprak reformu rafa kaldırılmıştır (Giritlioğlu, 1965’den akt. Ahmad, 2010: 23). 

4. 6 İlke ve Resmi İdeoloji Olarak Kemalizm.

1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın rejim karşıtlarının odağı haline geldiği gerekçesiyle kısa bir süre sonra kapatılması ve 1926 yılında Mustafa Kemal’i hedef alan İzmir Suikastı planının ortaya çıkarılmasının ardından, 1930 yılında Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinin başarısız 
olması rejimin ve devrimlerin geleceği açısından CHP kadrolarında büyük bir endişe ve hayal kırıklığına neden olmuştur. Devrimlerin yaygınlaşması, halkın devrimleri içselleştirmesi ve rejime yönelik tehditlerin ortadan kaldırılması için öncelikli hedef olarak ideolojik mücadeleye yoğunlaşan CHP kadroları, bu amaçla 1932 yılında “halkevleri”ni kurmuşlardır (Yükseliman, 2002: 60; Bozkurt, 1976: 84). 

1931 yılında toplanan 3. CHF Kurultayında cumhuriyetçiliği, halkçılığı, milliyetçili ği, laikliği, devletçiliği ve devrimciliği 6 ilke (6 ok) olarak benimseyerek ideolojik konumunu netleştiren CHP, 1935 yılında toplanan 4. CHP Kurultayı’nda kabul edilen parti programında “Kemalizm”i partinin “resmi ideolojik kimliği” olarak benimsemiştir (CHF, 1931: 31; CHP, 2004: 17). Böylece, 6 ilkeye dayanan Kemalizm “devleti kuran iradenin ideolojisi” olarak CHP ile bütünleşmiştir. Bu süreç 6 ilkenin (dolayısıyla Kemalizm’in) 1937 yılında anayasaya eklenmesi ile devam etmiştir. Kemalizm’in 1935 yılında partinin, 1937’de de devletin resmi ideolojisi olarak benimsenmesini CHP kadrolarının 1930’lu yıllarda yürüttüğü 
ideolojik mücadeleye yoğunlaşma stratejisinin bir parçası olarak kabul etmek mümkündür. 

Yine, Kemalizm’in resmi ideoloji olarak kabul edilmesi, CHP kadrolarının gerek aşırı sağcı gerekse de aşırı solcu ideolojilerle organik bir bağ içerisine girmediklerini, yani bu ikisi arasında herhangi bir tercih yapma eğiliminde olmadıklarını, bu anlamda Türkiye’ye özgü bir ideolojik duruş sergilediklerini göstermeleri bakımından önemlidir (Hatipoğlu, 2012: 156). 

5. Otoriterleşme ve Bürokratik Muhafazakarlaşma Eğilimleri.

1930’lu yıllarda İtalya’da faşist Mussolini, Portekiz’de korporatist Salazar, Almanya’da nasyonal sosyalist Hitler, İspanya’da falanjist Franco, Sovyet Rusya’da da komünist Stalin’in liderliğinde totaliterdiktatöryal rejimler oldukça popüler hale gelmiştir (Uyar, 2012a: 25). Bu ideolojilerin aşırı merkeziyetçi ve 
tektipleştirici yönetim anlayışı o dönem CHP kadroları üzerinde de etkisini göstermiştir (Öz, 1996: 97; Ahmad, 2010: 21). 1930’ların tek parti döneminde rejimin yerleştirilmesi, devrimlerin içselleştirilmesi ve yaygınlaştırılması sürecinde ekonomide müdahaleci devlet anlayışı, halkçılığın sınıfları yok sayan bakış açısı, aşırı laisist uygulamalar ve kendine özgü demokrasi algısı ile Türkiye’de toplumsal muhalefeti baskılayan otoriter (totaliter değil) bir yönetim anlayışı hakim olmuştur (Duverger, 1993: 358-364; Koç, 2014: 28). 

1935 yılında toplanan 4. CHP Kurultayı’nda kabul edilen parti programında ülkede sınıf esasına dayanan ve sınıf mücadelesi veren örgütlerin kurulması yasaklanmıştır (CHP, 1935: 49). Bu politika CHP kadroları ile henüz filizlenmeye başlayan işçi hareketi arasındaki bağları koparma noktasına getirmiştir. 
Otoriter yönetim anlayışının bir göstergesi olarak Kurultay’da parti-devlet bütünleşmesinin ilk sinyalleri verilmiş, 1936 yılında Başvekil ve CHP Genel Başkan Vekili İsmet İnönü tarafından yayımlanan bir genelgeyle CHP Genel Sekreterinin aynı zamanda hükümet üyesi (teamülen İçişleri Bakanı), valilerin de il başkanı olarak görev yapacağı bildirilmiştir (Demirel, 2014: 212; Bila, 1979: 116; Uyar, 2012b: 43; Bozkurt, 1976: 87). Ancak, bu uygulama ile Batı’daki totaliter rejimlerin aksine parti devleti ele geçirmemiş, tam tersine devlet bürokrasisi partiyi ele geçirmiştir. Yaygın görüş bu durumun tek parti dönemindeki otoriter yönetim anlayışının Batı’daki faşist ülkelerde olduğu gibi totaliterleşme eğilimlerini engellediği yönündedir (Akşin, 1996: 190). 

Nitekim, kısa bir süre sonra parti-devlet bütünleşmesinin neden olduğu sakıncalar görülmüş, 1939 yılında toplanan 5. CHP Kurultayı’nda bu uygulamadan vazgeçilmiştir (Kabasakal, 1991: 136; Uyar, 2012b: 58). 

CHP lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938 yılında vefatı sonrası toplanan 1. Olağanüstü CHP Kurultayı’nda İsmet İnönü “milli şef” ilan edilerek genel başkanlığa (ve cumhurbaşkanlığına) seçilmiştir. Bu süreçte İnönü’nün önüne iki önemli mesele çıkmıştır: Toprak reformu ve çok partili demokrasiye geçiş. 
İnönü, Atatürk’ün son yıllarında başlayan toprak reformu çalışmalarını sürdürmüş, ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlaması bu sürecin ertelenmesine neden olmuştur. Diğer taraftan, İnönü 6 Mart 1939’da İstanbul Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada çok partili demokratik sisteme geçiş mesajı vererek CHP 
kadrolarının çok partili demokrasi hedefinden vazgeçmediğini ortaya koymuştur (Uyar, 2012b: 54). 

1939 yılında toplanan 5. CHP Kurultayı’nda çok partili demokratik sisteme geçiş sürecinin altyapısını oluşturmak için parti içi muhalefet anlamına gelen “müstakil grup” kurulmuş, parti-devlet bütünleşmesinden vazgeçilmiştir (Bila, 1979: 159). Müstakil grup her ne kadar “güdümlü muhalefet” olarak etkin bir işlev yerine getirmemiş olsa da (Demirel, 2014: 263; Bila, 1979: 161; Öz, 1996: 159), CHP kadrolarının otoriterizmden totalitarizme geçiş gibi bir niyet taşımadıklarını, aksine otoriterizmin yumuşatılarak kısmen demokrasiye geçiş şartlarını oluşturma amacı taşıdıklarını göstermiştir (Uyar, 2012b: 61,69). Yine, yerel 
kongrelerde kabul edilen taleplerin kurultay gündemine getirilmesini sağlayan “dilekler sistemi” her ne kadar parti-devlet bütünleşmesinin izlerini taşıyor olsa da, aşırı merkeziyetçi otokratik yönetim anlayışı nedeniyle yerel örgütlerle arasındaki bağ kopma noktasına gelen CHP açısından katılımcı demokrasiyi 
yaşatma arzusunun işaretlerinden biri olmuştur (Öz, 1996: 175). Yerel örgütler tarafından gönderilen bu dilek ve istekler toplumun sosyo-ekonomik eğilimlerinin CHP kurultaylarının gündemine taşınmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca, 1943 Genel Seçimlerinde 455 milletvekilliği için 533 adayın gösterilerek ikinci seçmenlere tercih hakkının tanınmış olması çok partili demokrasiye geçiş sürecindeki önemli adımlardan biri olmuştur (Uyar, 2012b: 64). 

1930’lu yıllarda CHP kadrolarının devrimci-reformist kodlarına aykırı şekilde bürokratik muhafazakârlıkla hareket etmesi (Ecevit, 2015: 8,29) CHP’nin halktan kopuş sürecinin başlamasına neden olmuştur (Tuncay, 1996: 137). Milletvekili seçimlerinin iki dereceli olması nedeniyle yerelde 2. seçmen olarak 
eşrafın temsilde ön plana çıkması (Ahmad, 2010: 17; Hatipoğlu, 2012: 192), 1920’lerde mutemetlerin, 1930’larda il başkanlarının yerel egemen güçlere teslim edilmesi CHP’nin halktan kopuş sürecini hızlandırmıştır (Bila, 1979: 131-133). Dahası, otoriterleşme-merkezileşme eğilimleri CHP’nin merkez ve yerel 
örgütler arasındaki bağlarını da oldukça zayıflatmıştır (Bektaş, 1993: 24). Aynı dönemde CHP’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da örgütlenmesinin oldukça zayıf olması o bölgelerin CHP kurultaylarında ve TBMM’de temsilinde ciddi sorunlar yaşanmasına neden olmuştur (Turan, 2011: 97-106; Demirel, 2014: 215; 
Hatipoğlu, 2012: 191; Koçak, 2012: 158). 

6. Aşırı Otoriterleşme ve CHP Kadrolarının Devrimci-Reformist Arayışları. 

2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye savaş ekonomisi uygulamak zorunda kalmıştır. Aktif üretken genç nüfusun önemli bir kısmının silah altına alınması üretim kapasitesini azaltmış, ithalatın düşmesi ile sanayi-tarım üretimi büyük bir düşüş yaşamıştır (Uyar, 2012b: 61). Savunma harcamalarındaki artış da bütçe 
dengelerini altüst etmiş, enflasyon ve hayat pahalılığı tavan yapmıştır. 
Ekonomik sıkıntılar sosyal ve kültürel yozlaşmayı da beraberinde getirmiş, rüşvet, karaborsa ve spekülasyon hayatın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. 
Diğer yandan, savaş ekonomisinin kendi zenginlerini yaratmış olması gelir 
adaletsizliğinin derinleşmesine neden olmuştur (Bila, 1979: 167; Ayata, 2010: 72). Böyle bir ortamda ilk olarak 1940 yılında Milli Korunma Kanunu ile hükümete ekonominin tümünü düzenleme ve denetleme yetkisi tanınmıştır. 
Bu kanun sermaye kesiminin kolay kazanç yollarının tıkanması, çiftçilerin üretimlerinin bir kısmına el konulması, işçilerin zorla çalıştırılması, çalışma saatlerinin artırılması ve hafta tatilinin kaldırılması gibi bir dizi uygulamayı yasal hale getirmiştir (Ahmad, 2010: 24; Demirel, 2014: 267). Ancak, 1920’lerde filizlenen, 1930’larda devletçilik uygulamaları ile büyük bir güç elde eden ve artık devlet bürokrasisi ile güç yarışı içine giren milli burjuvazi açısından bu kanunun uygulanabilirliği sınırlı olmuş (Bila, 1979: 168), işçi ve köylülerin büyük kesiminin CHP ile bağları –telafi edilemez şekilde-kopma noktasına gelmiştir (Hatipoğlu, 2012: 198). 

İsmet İnönü 1942 yılında yaptığı TBMM açılış konuşmasında savaşı fırsata çeviren fırsatçı kesimi “300-500 kişiyi geçmeyen batakçı çiftlik ağası, gözü duymaz vurguncu tüccar, hangi milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı (Bila, 1979: 170)” olarak tanımlamış, bu kesimi açıkça karşısına 
almıştır. Savaşın ekonomik ve sosyal yaşam üzerindeki yıkıcı etkisi arttıkça CHP kadroları Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi ile doğrudan milli burjuvazi ve toprak ağalarını hedef almaya başlamıştır. Ancak, bu vergiler tam olarak uygulanamadığı gibi istenen hedeflere de ulaşmamıştır. CHP içerisinde 1930’lu yıllarda İsmet İnönü ve Celal Bayar arasında yaşanan devletçi-liberal çatışması 1940’lı yılların ilk yarısında CHP bürokrasisi ile burjuva-toprak ağaları ve işbirlikçileri arasında bir çıkar çatışmasına dönüşmüştür (Bila, 1979: 173). 1943 yılında toplanan 6. CHP Kurultayı’nda parti içinde gelişen farklı ideolojik eğilimler ve değişen güç dengeleri de kendini göstermiş, devletçilik politikası esnetilerek sermaye kesimine yönelik belli tavizler verilmiştir (Bila, 1979: 179). 

CHP kadroları 1939-1945 yılları arasında Türkiye’yi savaş dışında tutarak büyük bir dış politika başarısı göstermiş, ancak 1920’lerde Kurtuluş Savaşı ve büyük devrimlerin, 1930’larda da devletçilik politikalarının sağladığı ekonomik gelişme nin yarattığı heyecan halk nezdinde yerini umutsuzluğa bırakmıştır. Savaşın siyasette, toplumsal yaşamda ve ekonomide yıkıcı etkileri arttıkça CHP kadroları gerek parti içi muhalefete, gerekse de toplumda yükselen muhalif seslere karşı aşırı otoriter ve muhafazakâr bir tavır göstermiştir (Turan, 2011: 129). 
Bu süreçte ekonomik sorunlarla boğuşan halk CHP’nin dış politikada elde ettiği başarıya fazla ilgi duymamıştır. 

Atatürk döneminde gerçekleştirilen üstyapı devrimleri savaşın da etkisiyle 1940’lı yılların ilk yarısında sürdürülememiş, altyapı devrimleri için de uygun ortam bir türlü sağlanamamıştır. Buna rağmen, 1940-1946 arasında yaşanan üç önemli gelişme CHP kadrolarının aşırı otoriter ve bürokratik muhafazakar 
eğilimlerine rağmen devrimci-reformist motivasyonlarını kaybetmediklerini ortaya koymuştur: 

-Birinci önemli gelişme, 1940 yılında parti içi muhalefete rağmen “köy enstitüleri”nin açılmış olmasıdır. Köy enstitüleri Kemalist ideolojinin ve devrimlerin köylerde yaygınlaştırılması, köyler ile kentler arasındaki derin kültürel ve sosyal farklılıkların giderilmesi amacıyla hazırlanmış (Demirel, 2014: 269) Türkiye’ye özgü bir projedir. Esasen geç kalınmış bir proje olan köy enstitülerine ileride yapılması planlanan toprak reformunun altyapısını hazırlaması bakımından büyük önem verilmiştir (Uyar, 2012b: 54). 

-İkinci önemli gelişme, daha önce ertelenen toprak reformunun 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile parti içi sert muhalefete rağmen kabul edilmiş olmasıdır. 
Ancak, CHP içindeki güç dengelerinde ve toplumsal koşullarda yaşanan büyük değişim, henüz tasarı halindeyken kanunun TBMM’de yumuşatılmasına, kabul edildikten sonra da pratikte uygulanamamasına neden olmuştur (Demirel, 2014: 310; Bila, 1979: 192). CHP’nin toplumsal tabanının o dönemki sosyolojik analizi yapıldığında, gerek TBMM’de, gerekse merkezde ve yerel örgütlerde feodal güçlerin etkili konumu bu kanunun ölü doğmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. 

- Üçüncü önemli gelişme, 1924 ve 1930 yıllarındaki iki başarısız denemeden sonra 1945 yılında yeniden çok partili demokratik sisteme geçiştir. CHP’nin uzun yıllar tek başına iktidarda olmasına rağmen kendi isteğiyle çok partili demokrasiyi getirmiş olması örnek bir uygulamadır (CHP, 2004: 16; Bakşık, 2009: 83; Uyar, 2012b: 16). CHP kadroları cumhuriyetin henüz ilk yıllarında arzu ettikleri çok partili demokrasi ideallerini iç ve dış dinamiklerin de hızlandırıcı etkisiyle 1945 yılında gerçekleştirmeyi başarmışlardır (Sarıbay, 2001: 51). 

3. CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***