Özdem Sanberk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özdem Sanberk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2020 Cuma

UMUTSUZLUK DEĞİL ÇÖZÜM ZAMANI.,

 UMUTSUZLUK DEĞİL ÇÖZÜM ZAMANI.,



USAK Başkanı Sanberk: Umutsuzluk Değil Dayanışma Zamanı

 

* Demokratik açılım sırf Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil aynı zamanda bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin derinleştirilmesiyle mümkün olur


Özdem SANBERK (USAK Başkanı)


PKK’nın son saldırıları ve çok sayıda askerimizin şehit edilmesi hepimiz için büyük bir kaygı ve ıstırap kaynağı oluşturdu. Ülkeyi saran öfke ve karamsarlık bulutları siyaset sahnesinde karşılıklı verimsiz suçlamalar dönemini yeniden başlattı. 

– Suçlama

Birbirimizi suçlayarak çözüme ulaşamayız. Suçlu cinayeti işleyendir. Saldırıyı yapanın hiçbir suçu yokmuş gibi başka yerde suçlu aramak ülkede ümitsizlik yaratanların tam da ulaşmak istedikleri hedeftir. Devlet mekanizmasının işleyişinden şikâyet edilmesi demokratik bir ülkede her vatandaşın doğal görevidir. Ne var ki zaman şikayet zamanı değil, dayanışma ve uzlaşma zamanıdır. Terörün iç boyutu ve dış boyutu var. İç boyutunda sorumluluk taşıyan kurumumuz güvenlik güçlerimizdir. Silahlı kuvvetlerimizin moralinin yüksek tutulması şimdi birinci öncelik taşıyor. Terörün dış boyutunun önlenmesinde sorumluluk taşıyan Dışişleri Bakanlığımızın ve çalışanlarının, memuriyet görev ve sorumlulukları dolayısıyla yanıt veremeyecekleri polemikler içine çekilmeleri, görevlerini yerine getirmelerini kolaylaştırmaz.

– Gerçek nedenler

Ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlarımızın beklentilerini karşılayacak politikaların ve uygulamaların uzun yıllardan beri hâlâ oluşturulmamış olması bir gerçek. Bir başka gerçek de terör örgütünün, bu sorunları gerekçe göstererek şiddete başvurması ve silahlı şantaj stratejisidir. Adlarına eylem yapılan Kürt kökenli vatandaşlarımızın tümün talepleri ile terör örgütünün talepleri uyuşmuyor. Örgütün nihai stratejisi etnik ve kimlik temelinde ayrışma. İki ayrı ulus, iki ayrı halk. Bu strateji Örgütü ve liderini destekleyen büyük bir kitle tarafından muhakkak ki paylaşılmakta.

– Demokratik zeminde barış

Ama Örgütü desteklemeyen büyük bir kitle Kürt vatandaşımız da var. Onların sayısı da milyonları buluyor. Bunun kanıtı Güneydoğu’da Adalet ve Kalkınma Partisi’nin aldığı oylar. Bu partiye oy veren Kürt kökenli yurttaşlarımızın Kürt kimliklerine saygı, Kürtçe özgürlüğü, ayrımcılık, ötekileştirme gibi olumsuz algılamalara maruz kalmama, kent, köy adlarının iadesi, eşitlik, iş, aş, bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesi, ekonomik ve sosyal uyum eğitim, kültür ve daha iyi yaşam koşulları gibi haklı talepleri var. Bu talepler yurdumuzdaki tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızla ortak. Bu talepler hiç şüphesiz yerine getirilemeyecek talepler değil. Kürt kökenli vatandaşlarımız şimdiye kadar yararlanamadıklarını düşündükleri yukarıda sayılan haklarına kavuşturulması onların etnik bakımdan Kürt oldukları için değil, Türk vatandaşı olmalarından doğan evrensel eşitlik ve özgürlüklere doğal olarak sahip olmalarından kaynaklanacaktır.

– Temel fark

Ancak Örgüt’e oy verenlerle Adalet ve Kalkınma Partisine oy veren vatandaşlarımızı ayıran çok temel bir fark, bu sonuncuların iki ayrı ulus temelinde egemenlik paylaşımı taleplerinin bulunmaması. Örgüt’ün bu vatandaşlarımıza kendi görüşlerini şiddet ve silahlı şantaj yoluyla dayatmaya hakkı yok. TBMM temsil edilen Barış ve Demokrasi Partisi’nin de, kendinde önce ayni çizgide siyaset yapan ve kapatılmış olan partilerin yaptığı gibi, kendilerine oy vermeyen bu kitleye, bize oy vermeyenler Kürt değildir şeklinde dayatmalar ika etmeye hakkı bulunmuyor.

– Etnik siyaset

Evet Türkiye’de etnik siyaset talep eden ciddi sayıda bir seçmen tabanı var. Böyle bir tabanın mevcudiyeti, etnik çözüm talep etmeyen yine ciddi sayıdaki seçmen tabanını, hangi gerekçeyle olursa olsun şiddet yoluyla etnik dayatmalara maruz bırakma hakkını kimseye bahşetmez. Önemli olan etnik siyaset talebini canlı tutan koşulları ortadan kaldırmaktır. Bunun da yolu olağanüstü hal uygulamaları ve polis önlemlerinden değil, demokrasimizin derinleştirilmesinden geçer. Açılım olmasaydı bu kadar şehit vermezdik savına katılmak mümkün değil. 1980’li ve 90’lı yıllarda açılım değil, olağanüstü hal vardı. 

– Demokratik açılımın anlamı

Demokratik açılımın ana amacı Türkiye’de terör düşüncesinin tasfiye edilmesidir. Şiddet davranışının bitirilmesidir. Demokratik açılımın uygulanmamasında yanlışlıklar yapılmış olabilir. Ama Barış ve Demokrasi Partisi’nin, açılımın daha ilk başından itibaren bu girişime karşı çıkması ne yazık ki, bu partinin ve liderlerinin tüm barış söylemlerini inandırıcılıktan uzaklaştırmıştır. Aslında bu tutumun pek şaşırtıcı olduğu söylenemez. Türkiye ne zaman demokrasi yönünde bir atılıma kalksa karşısında derhal PKK’yı bulmuştur. 1984 Eruh ve Şemdinli baskını askeri rejimden Özal hükümetiyle demokrasiye geçişin başlangıcı, 2004 silahlı mücadeleye yeniden başlama kararı, Avrupa Birliği ile müzakere sürecinin başlangıcı, Haziran 1010, ne kadar tartışmalı olursa olsun yeni anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilmesi girişimlerinin başlangıcıdır. 

– Terörün hedefi demokrasi

Çünkü Örgüt, Türkiye demokrasisini derinleştirdikçe, şiddetin azalacağını, şiddet azaldıkça kendisinin tasfiye edileceğini biliyor. Bu nedenle Öcalan, çözümün demokratik yollar üzerinden değil, kendi üzerinden yapılmasını istemekte. Başka deyişle terör aslında demokrasiyi hedef alıyor. Hal böyle olunca son olaylarla artan terörün nedenlerini, birbirimizi suçlayarak veya kim oldukları bir türlü açıklanamayan gizemli taşeronlarda aramanın bize ancak zaman kaybettirmeye devam edeceğini ve örgütü memnun etmekten başka sonuç vermeyeceğini göremememiz düşündürücüdür.

– Dış politika

Bu değerlendirme terörle mücadelede dış faktörlerin rolünü dışlamaz. Tam tersine dış politikada özellikle son iki yıldan beri atılan etkili adımlarla Kandil’deki yuvalanmaların sökülüp atılması için diplomaside ciddi yol alındı. Amerika ile istihbarat işbirliği sağlandı ve son olaya gelinceye kadar bu işbirliği meyve verdi. İngiltere, Fansa ve Almanya’nın örgütün istihbarat kaynakları üzerine gittiler. Hatta Danimarka Roj TV konusunda 

ilk defa farklı bir davranış sergiledi. Ne var ki Filistin-İsrail meselesi, Gazze’deki ambargo’nun kaldırılması ve İran Takas anlaşmasındaki haklı girişimlerimizi, transatlantik toplumu ile olan ilişkilerimizle dış politikadaki önceliklerimiz ışığında uyumlu biçimde yönetebildiğimizi söyleyemeyiz. 

– Öncelik

Oysa, son derece tehlikeli sorunların merkezinde bulunan bir coğrafyada yer alan ülkemizin, dış ilişkilerimizde bizi öncelikle hangi ülkelerle münasebetlerimiz üzerine odaklandırması gerektiği sır değildi. Öncelik kavramından yoksun bir dış politika ne kadar girişimci olursa olsun uluslararası alanda ülke çıkarlarını korumada etkili olamıyor. Amerika ve Avrupa ile son yıllarda büyük zorluklara rağmen maharetle kurduğumuz karşılıklı güvene dayalı ilişkilerden bu gün bu çok ihtiyacımız olan bu dönemde acaba optimal yarar sağlayabiliyor muyuz?

– Siyasetin Sorumluluğu

Bu ve buna benzer birçok konu hepimizin zihnini kurcalıyor. Açılım sürecinin anlaşılması önemliydi. Bu mümkün olmadı. Ama bunun mümkün olmaması, aslında doğru olan bir şeyden vazgeçilmesi anlamına gelmez. Örgüt bizim demokrasimizi derinleştirmemize karşı diye halkımızı en ileri demokratik standartlara ulaştırma idealinden vaz mı geçeceğiz? 

Çözümleri bulmak hiç şüphesiz iktidarın sorumluluğundadır. İktidarın yorum yapması yeterli olamaz. Nasıl ekonomik krizde Hükümet sırf krizini sebeplerini tahlille yetinmeyip çözüm önerilerini getiriyorsa, iktidar da şimdi bu meseleyi kısa ve uzun vadede nasıl çözeceğini gösteren somut bir yol haritası hazırlamalı, kamu oyuna sunmalı ve yaygınlaşan ümitsizlik ve güvensizlik duygusunu gidermelidir. Mayınlar patlarken ve şehitlerimizin sayısı artarken önceliğin güvenlik önlemlerine verilmesi doğaldır. Demokratik açılımın başarısı ise ancak, ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebileceği uzun vadede alınabilir. Çünkü Demokratik açılım sırf Kürt kökenli vatandaşlarımızı değil ayni zamanda bütün vatandaşlarımızı tatmin edecek bir çözüm getirebilmelidir. Ortak kabul koşullarının gerçekleştirilebilmesi ise hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasimizin derinleştirilmesiyle mümkün ile mümkün olur. Bunun yolu da Avrupa Birliği reform sürecine kararlılıkla devamdan geçer.

Aynı şekilde muhalefet de, şimdi her zamankinden daha fazla kendi sorumluluğunun idraki içinde olmalı ve iktidarın TBMM’de, demokratik zeminde uzlaşma arayışlarını yanıtsız bırakmamalı, toplumumuzun ihtiyacı olan dayanışma ve güven duygusunun arttırılmasına katkıda bulunmalıdır. Bu mesele partiler üstü bir meseledir. 

Kaynak: USAK Gündem

https://akademikozgurluk.wordpress.com/2010/06/22/usak-baskani-sanberk-umutsuzluk-degil-dayanisma-zamani/

***

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE



ÖZDEM SANBERK 

29/11/2007 02:00

Demokratik gelenek 21'inci yüzyılda geleceği kontrol altında tutabilme, temel insan hakları ve onuruna yakışır bir rejim geliştirebilme umudu ancak demokrasilerde yeşerebiliyor. Bugün Türkiye'de demokratik ideallere hiç olmadığı kadar yakın olarak işleyen temsili bir parlamenter sistem...

Demokratik gelenek 21'inci yüzyılda geleceği kontrol altında tutabilme, temel insan hakları ve onuruna yakışır bir rejim geliştirebilme umudu ancak demokrasilerde yeşerebiliyor. Bugün Türkiye'de demokratik ideallere hiç olmadığı kadar yakın olarak işleyen temsili bir parlamenter sistem var. Seçim sistemindeki yüzde 10 barajının temsil alanında yarattığı sorunlara rağmen seçmen karşısında destek bulabilecek her görüşün siyasal partiler ya da bağımsız adaylar tarafından Meclis'te temsil olanağı bulmasını 2007 seçimlerinin Türkiye demokrasisine getirdiği yeni bir aşama olarak görmek gerekir. Seçmenin değişik görüşteki pek çok bağımsız adaya yakın tarihimizde görülmediği kadar yüksek bir oy oranıyla sahip çıkmış olması ülkemizin demokratik geleneğinin bir yansıması.

Kurtuluş Savaşı'nın en zor günlerinde canlı tartışmalarla çalışmalarına devam etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet geleneğimizin en temel taşı. Bu tarihsel perspektifden bakıldığında en sağdan en sola kadar, TBMM'de temsil edilen görüşlerin ülkenin sorunlarının çözümünde etkin ve zengin bir kaynak olduğu ortada. Meclis değişik görüşlerin dile getirilip tartışıldığı bir kurum olarak ülke demokrasisinin meşruiyet temellerini sağlamlaştırıyor. Çağdaş demokratik ilkelere bağlı bir çatı altında sorunlarını tartışıp çözüm yolunda ortak bir çaba içerisinde olabilen bir Meclis, toprak bütünlüğümüzden milli birliğimize kadar tüm temel ülkülerimizin gerçekleştirilmesinde başrolü oynuyor. Bu ortak çabaya bir tehdit oluşturan terörün ulusal ve uluslararası ortamlarda desteksiz ve yalnız bırakılması ancak ülke demokrasisinin bir işlevsizlik içerisinde bulunmamasıyla mümkün olabilecektir. 

Terörün hedefi demokrasi

Türkiye bu gerçeğin bilincine varamayıp, kendini bu silahtan mahrum bırakacak yaklaşımlara yönelirse hüsrana uğrar. Terör örgütü ve bu örgütün içeride ve dışarıdaki açık ve örtülü taraftarları yeniden meşruiyet kazanabilmek için Türkiye'nin yeniden kısıtlı siyasi uygulamalara geri dönmesini bekliyor. Terör, ülkenin yalnız toprak bütünlüğüne ve sıradan vatandaşların huzuruna yönelik bir tehdit değil, aynı zamanda, özünde Osmanlı aydınlanmasından bu yana devam eden demokratikleşme sürecinin temeline yönelik bir tehdit oluşturuyor. 

Ortak geleceği paylaşmak

Kürt kökenli vatandaşlarımızın ezici bir çoğunluğu bu tehdidin farkında. Son seçimler, bu vatandaşlarımızın kendi geleceklerini, Türk milletinin tamamı ile birlikte paylaşmak istediklerini ortaya koyuyor. Esasen 1990'lardan bu yana yapılan bütün seçimlerde, alternatif kimlik öneren DEP, HADEP, ÖZDEP, DEHAP gibi çeşitli adlar altındaki partiler yurt çapında yaklaşık yüzde 5'ten fazla oy alamadılar.

DTP Kürt kökenli vatandaşlarımızın tek temsilcisi değil: Demokratik Toplum Partisi (DTP), bu parti ailesinin en yeni üyesi ve devamı. DTP'nin bağımsız adaylar aracılığı ile katıldığı son seçimlerde, barajı aşarak girdiği TBMM'de 20 milletvekili ile temsil ediliyor. Ancak DTP Kürt kökenli vatandaşlarımızın ülkedeki ne tek ne de en büyük temsilcisi. Temmuz 2007 seçimlerinin en önemli sonuçlarından biri iktidara ikinci kez gelen AKP'nin Kürt kökenli vatandaşlarımızın en çok destek verdiği parti olması. Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgemizde iktidar partisi açık ara ile önde ve DTP'nin yaklaşık iki katı oy almış durumda.

Güneydoğuda iki parti

Örneğin Bingöl'de AKP yaklaşık yüzde 72 oy alırken DTP yüzde 14'te kalarak hiç milletvekili çıkaramamış. DTP'nin yaklaşık yüzde 47 ile yüksek oranda destek bulduğu Diyarbakır'da iktidar partisinin oyu DTP'nin ancak 6 puan kadar gerisinde. Urfa'da AKP on Milletvekili çıkarırken DTP iki milletvekili kazanmış. En fazla Kürt kökenli vatandaşlarımızın yaşadığı kent olarak bilinen İstanbul'da AKP yüzde 44 üzerinde destek bulurken DTP'nin desteklediği bağımsız adayların yüzde 5'in altında kalması söz konusu. Rize, Sivas, Tunceli ve İstanbul da, DTP dışında bağımsız adayların seçildiğini de unutmamak gerek. Bu sonuçlar Türkiye'nin birlik ve beraberliğinin kanıtı. Ama aynı zamanda DTP'nin, Kürt kökenli vatandaşlar adına Cumhuriyet'in temellerini ilgilendiren demokratik özerklik gibi, muhtevası şu anda bilinmeyen değişiklikler isteme yetkisinden de yoksun bulunduğunun kanıtı. Çünkü bu vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunun böyle bir talebi yok. Olmadığı son seçimlerdeki tercihlerinden belli.

DTP'nin temsil kabiliyeti

Türk siyaseti öteden beri Kürt sorunu konusunda DTP'yi veya seleflerini muhatap alıyormuş gibi bir izlenim yaratmakta. Bu izlenim DTP'nin de Kürt konusu benden sorulur şeklinde bir vehme kapılmasına yol açıyor. Aynı zamanda uluslararası çevrelerin de aynı izlenimi edinmelerine sebep oluyor. Oysa DTP'nin Kürt kökenli vatandaşlarımızın tümünü temsil kabiliyeti yok. Aldığı oy miktarı belli. Bu durumda terör örgütünün, toplumun hassasiyetlerini DTP üzerinde yoğunlaştırarak içerde ve dışarıda yalnızlıktan kurtulma hedefini gütmesi doğal. DTP'nin Meclis'te, terör örgütüne rağmen yasama görevini sürdürebilmesi, terör örgütünün bu siyasetini bozar. Evet DTP ile terör örgütü ilişkisi açık ama DTP'yi sırf terör örgütünü temsil eden bir siyasi parti olarak görmek de yeterli olmuyor. Örgütün içinde ve dışındaki alternatif kimlik taleplerinin DTP vasıtasıyla TBMM'ne kanalize edilebilmesi toplumumuz içindeki gerginlik ve kutuplaşmaları azaltmakta ve aşırı görüşlerin şiddet yoluyla ifade bulmasını zorlaştırmakta. Terör örgütünün yalnız bırakılması gereği açık. Bu gereği DTP'nin Meclis'te kalması ve örgüte rağmen politika üretebiliyor olması sağlar. 

Muhalefet partileri

Kürt kökenli vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu illerimizde AKP ve DTP dışındaki partilerin hemen hiç varlık gösterememiş olması son seçim sonuçlarının diğer bir ilginç özelliği. Bu durum muhalefet partilerinin Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsilde en azından önemli bir sorunla karşı karşıya olduklarının kanıtını oluşturuyor. İktidar partisinde bu temsil DTP'yi dengeler ve kontrol eder bir güç yansıtırken, muhalefet içerisinde seçmen desteği temelinde temsilin ise düşük olduğu gözlemleniyor. Ancak Güneydoğu Bölgemizden yeterli oy almamış olsalar bile TBMM'de temsil edilen muhalefet partilerimizin yine de bu bölgemizdeki yurttaşlarımızı temsil eden siyasi partiler olduğu açık. Temsil hiç şüphesiz sırf bölge, il ve etnik kökene indirgenemez. Milletvekilleri sadece seçildiği illerin değil Türkiye'nin tüm halkının milletvekilleridir. Aynen AKP kadar, CHP ve MHP de Kürt kökenli vatandaşlarımızın milletvekilleri. Aynı şekilde temsil sırf rakamsal bir veriye de indirgenemez. Kürt kökenli bir milletvekili veya bakan olmak Kürt kimliğinin temsilcisi olmak anlamını taşımaz. 

Fırsat

Seçim meydanlarında kimliğin rakamla değil içerikle tanımlanmasında yaşanan zorluklar var. Eğer bugün Güneydoğu'da seçim kampanyalarında Kürtçe propaganda yapılamamasına rağmen yöre halkı alternatif kimlik öneren bir partiden başkasına oy vermişse, bu tercih yöre insanının iş, aş ve hizmeti ön plana koyduğunu kanıtlıyor. Bu da hiç şüphesiz siyasi partilerimizin üzerinde durmaları gereken bir fırsat. 

Kürt kimliği

Bugün hemen bütün siyasi partilerimiz içinde Kürt kökenli vatandaşlarımız var. AKP ve CHP içindeki Kürt kökenli milletvekillerinin sayısı birleştirildiğinde TBMM'de oldukça yüksek bir sayıya ulaşılıyor. Bu partilerimizin kendi içlerindeki Kürt kökenli milletvekillerine daha fazla kulak vermelerinin lüzumu açık. Onların yerel ihtiyaçları en iyi hisseden, yapılmasına gerek duyulan fakat şimdiye kadar yapılmayan şeylerin neler olduğunu da en iyi bilenler olduğu muhakkak. Kürt kimliğinin dile getirebilirliği ve bunun siyasal düzlemde temsilinde sorunlar olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu sorunların çözümü kısa dönemde mümkün değilse de akut bir yara haline dönüştürülmemesi mümkün.

Yerel sorunlardan kopuk tartışmalar: Güneydoğu'da sıradan vatandaşın artık yorgun düştüğü ortada. Gerginliklere ve kutuplaşmalara ihtiyacı yok. On beş-yirmi yıldan beri Türkiye'de orta sınıf güçlendi ve yaygınlaştı. Son beş yılda Güneydoğu Bölgemizde de gelişmeler var. Türkiye'deki orta sınıf içine bölgedeki vatandaşlarımızın tümünü entegre etmek önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız en önemli sorunumuz olabilir. Oradaki vatandaşımız toplumdan ve toplumsal sorunlardan kopuk bir rejim tartışmasından bıktı. Kavga gürültü değil hizmet bekliyor. Kısa dönemli değil, uzun dönemli yaklaşımlar arıyor. Ankara'yı, vatandaş olarak, kendi arkasında görmek istiyor. Bu desteği söz olarak değil, yakınlık olarak, hizmet olarak hissetmek istiyor. Devlet aslında o bölgeye şimdiye kadar büyük yardımlar ve yatırımlar yaptı. Ama devlet sadece bir yardım gücünü ifade etmez. Ayni zamanda geleceğe dönük bir güvencedir. Güneydoğu'daki vatandaşımız bu güvenceyi hak ediyor.

Özdem Sanberk: Emekli Büyükelçi, eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı,

http://www.radikal.com.tr/yorum/cozum-demokraside-833017/


***

6 Ocak 2019 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ

 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ  BÖLGESELLEŞMESİ 





Özdem SANBERK 
E. Büyükelçi 
RAPOR NO: 21 
İSTANBUL 
2010 


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ 
Hazırlayan: 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK 
RAPOR NO: 21 

SUNUŞ 

Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge 
adamların bulunduğu görülmektedir. Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmaktadır. Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir. 

Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik 
Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. BİLGESAM’ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri, teşkilatı ve yayınları http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır. 

E. Büyükelçi Özdem SANBERK tarafından hazırlanan “Türk Dış Politikasının 
Bölgeselleşmesi” isimli rapor; Türkiye’nin son yıllarda izlediği Ortadoğu eksenli aktivist dış politika ve neticesindeki Türk dış politikasında Ortadoğu ekseninin ağırlık kazanmasının sebep ve sonuçları, Türkiye’nin iç ve dış politika dinamikleri açısından değerlendirilerek Türkiye’nin yeni dış politika vizyonunu değerlendirilmeye çalışılmıştır. 
Raporun Türkiye’nin önünü açarak gelişim sürecine katkı yapmasını diler, raporu hazırlayan E. Büyükelçi Özdem SANBERK’E teşekkür ederim. 

Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Bşk. 


 TÜRK DIŞ POLİTİKASININ BÖLGESELLEŞMESİ*
* Bu yazı 5 ve 6 Ocak 2010 tarihlerinde Radikal Gazetesi’nde yayınlanmıştır. 

Türkiye Avrupa Birliği'nden beklediği karşılığı görerek, katılım sürecine ve tam üyelik hedefine tekrar kilitlenebilirse, o zaman Türkiye'deki demokratik atılımlarla siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin yaratacağı dinamiklerin tüm Ortadoğu'da ve daha geniş bir alanda barış, istikrar, refahı ve demokratik atılımları tetikleyeceği açıktır. 

Eksen Tartışmalarının Altındaki Gerçekler 

Türk dış politikasında eksen tartışmaları 2009 yılının büyük bölümüne egemen oldu. Bu tartışmalar hala sürüyor. Muhakkak olan bir şey varsa son yıllarda ve özellikle 2009 yılında dış ilişkilerimizin uygulama alanı genişledi ve yönü en azından görünürde, büyük ölçüde bölgeselleşti. Önceliklerimizde Ortadoğu ağırlık kazandı. Değişen dünya koşulları bu gelişmede hiç şüphesiz önemli rol oynadı. Ama dış ilişkilerimizde görünürdeki bu değişikliğin ötesinde daha ciddi bir bu rota değişikliği var mı? Eğer varsa bu değişikliğin nedenleri ve yeni dönemin geride bıraktığımız yıllardan farkları nelerdir? 
Her şeyden önce unutulmaması gereken bir gerçek var: Dış politika, kendi içinde dondurulmuş, durağan bir politika olamaz. Kendini her gün yeniden yaratan bir dünyada yaşıyoruz. Dış ilişkilerini değişen koşullara uyarlayamayan ülkeler bunun bedelini öderler. Yalnız, ideolojik, dogmatik devletler ve dış dünyaya kapalı olan antidemokratik rejimler değişen dünya gündemini, güç dengelerini ve değişen dünya değerlerini umursamaz. 

İç Dinamikler 

Dış politika aynı zamanda bir ülkenin iç dinamiklerinin de bir sonucudur. 
Yine son yıllarda ve özellikle 2009’da iç siyaset sahnemizde dış ilişkilerimizi 
etkileyen değişiklikler oldu. 

Bunlardan Birincisi Ahmet Davutoğlu faktörüdür. Geçen mayıs ayında Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu Türk dış politikasının yeniden ele alınmasını ve kavramsallaştırılması gerektiğine inanan bir akademisyen. Türkiye’nin dünya sahnesinde bir rol oynaması zamanın geldiğini düşünüyor. Davutoğlu’nun, göreve gelir gelmez bu düşüncesini süratle gerçekleştirmeye koyulduğunu görüyoruz. 

İkincisi, yedi yıldır iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kimliği ile ilgili. Ak Parti, Türkiye’nin Avrupa ve Atlantik toplumu içindeki yerinin önemini reddetmeyen, ama aynı zamanda gerek bölgemizde, gerek dünyada İslam dayanışmasına da önem veren bir kimliğe sahip yöneticilerden oluşuyor. Son yıllarda İsrail ile aramızda açılan mesafe, hükümetimizi oluşturan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu özelliğini kanıtlamakta. Bu partinin bölgemize ve Müslüman ülkelere ilgisi sadece İslam dayanışmasıyla sınırlı değil. Erdoğan hükümeti bölgemizde ve Rusya, Kafkasya ve Orta Asya’yı da kapsayan daha 
geniş alanda ticaret ve ekonomik işbirliği ve enerji alanında mevcut olanakların ve potansiyelin bilincinde ve bu olanakların ve potansiyelin değerlendirilmesini hedeflemektedir. 

Üçüncü bir faktör, Ortadoğu’da Türkiye’nin kontrolü ve iradesi dışında meydana gelen gelişmeler. Irak’ın ve Afganistan’ın işgali, İsrail ve Filistin arasındaki ihtilafın ulaştığı boyutlar, İran’ın nükleer emellerini bunlar arasında sayabiliriz.

Türk Diplomasisinin bölgeye doğru yönelmesinde dördüncü önemli nokta, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyon idealine Sarkozy ve Merckel gibi Avrupalı liderlerin verdiği cevaplar ve katılım sürecinde bilhassa Kıbrıs sorunun çözümü konusunda Türkiye’ye verilen sözlerin tutulmaması. AB destekli BM barış ve birleşme planını reddetmiş olan Kıbrıslı Rumların Avrupa Birliğine alınarak bizim üyeliğimizi veto etmelerine yeşil ışık yakılması ve buna karşılık bu planı kabul eden Kıbrıs Türklerinin yalnızlaştırılmasına devam edilmesi bu çerçevede yer alıyor. 

Nihayet son bir nokta da, Türkiye’nin halen iç politikada yaşamakta bulunduğu inanılmaz Siyasi, Ekonomik, Sosyolojik ve kültürel değişim ve dinamizm. Bize, siyasi kutuplaşma ve ciddi gerginlikler şeklinde yansıyan ve içinde radikalleşme ve demokratikleşme tohumlarını aynı zamanda barındıran bu dinamizmin muhtevası, niteliği ve kapsamı Avrupalı ve Amerikalı müttefiklerimizce anlaşılamıyor. Burada yaşayan bu ülkenin insanları olarak bizim tarafımızdan da tam anlamıyla anlaşıldığı söylenemez. Bu dinamiklerin hangi yöne doğru 
evrileceği, yani daha fazla demokratikleşmeye mi, yoksa radikalleşmeye doğru mu gelişeceği sorusu zihinleri meşgul etmekte. 

Sabit Parametreler 

Evet, saydığımız bu faktörler Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çok boyutlu bir karakter taşıyan dış ilişkilerimizin önceliklerinde ve yönünde, gerçek hayatta ister istemez değişikliklere sebep olurken, bu değişikliklerin, dış politikamızın 87 yıldır aynı kalan bazı temel ilkeler içerisinde kaldığını gözden kaçırmayalım. Türk dış politikası geçmişte de zaman zaman bölgesel ilişkilere öncelik vermiştir. O zaman da bu temel ilkelerinden vazgeçmedi. 
Türkiye, dün olduğu gibi bu gün de, aynı ilkeler çerçevesinde, etrafını çevreleyen ülkelerin toprak bütünlüğünün korunmasına ve ekonomik refahlarının arttırılmasına katkı yapmaya çalışmakta ve bu politikaları izlerken, kendi güvenliğini ve ekonomik gelişmesini teminat altına aldığının bilinci içinde hareket etmeye devam etmekte.

Ortadoğu Politikamız, 

Türkiye 2009 yılında Ortadoğu’da, kısmen yukarıda belirttiğimiz nedenlerle daha etkili bir rol oynamaya başladı. Türkiye’nin bölgedeki politikasının, devlet dışı aktörler dâhil, bütün aktörlerle temas ve diyalog kurulması, Filistin ve İran dahil, bölgede yapılan tüm seçim sonuçlarının tanınması, bölge ülkeleri arasında ekonomik ve kültürel temasların sıkılaştırılması, bu temaslardan azami yarar sağlanması için bölge içi ve bölge dışı tüm uluslararası örgütlerle işbirliğinin artırılması gibi bazı rehber ilkeler çerçevesinde uygulanmakta olduğunu görmekteyiz. Bir ölçüye kadar Batı Balkanlar dâhil, eski Osmanlı coğrafyasına ve doğusundaki Kafkasya ve Hazar alanına ve kuzeyindeki komşu Karadeniz  Bölgesi’ne de teşmil edilebilecek olan bu ilkeler türünde başka rehber ilkelerin Batı Avrupa ve Amerika ile ilişkilerde var olmadığını görmekteyiz. 

Osmanlı Coğrafyası 

Bu gözlem de Türk dış politikasında Osmanlı coğrafyasına verilen önceliği net bir şekilde ortaya koyuyor. Tabii Avrupa ile ilişkilerinde karşılaştığı zorluklar bağlamı içinde düşünüldüğünde, Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarında haiz olduğu tarihi, insani, kültürel ve dil bağları dolayısıyla sahip bulunduğu mukayeseli avantajları kullanmak istemesinin, ideolojik veya nostaljik yanından ziyade, rasyonel ve pragmatik gerekçelerle izah edilmesi doğal olacaktır. Ayrıca, bu tarihi ve kültürel unsurlar bir tarafa bırakılsa bile, Ortadoğu, Türkiye’nin güvenliği bakımından barındırdığı tehditler ve aynı zamanda, enerji ihtiyaçları ve ekonomik kalkınması için yarattığı olanaklar ve haiz olduğu potansiyel, Türk diplomasisinin bu günkü koşullar altında bu bölgeyi en öncelikli eylem alanı olarak görmesi için yeterli sebepleri oluşturur. 

Barış Havzaları 

Bölgeselleşen Türk dış politikasının bir diğer özelliği de, Türkiye’nin, yukarıda 
belirttiğimiz gibi, büyük istikrarsızlık ve güvensizliklerle dolu kendi bölgesinde, mümkün olan yerlerde barış havzaları yaratma yolundaki çabalarıdır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu tarafından komşularla sıfır sorun politikası şeklinde kavramsallaştırılan bu ilke, tabii Türk dış politikasının yeni bir parametresi değil. Ancak Erdoğan hükümetlerinin son yedi yıldan bu yana bu ilkeyi, yeni girişimlerle zenginleştirerek, etkin bir şekilde uyulamaya koyduğu da bir 
vakıa. Bu etkiliğin son örneklerini, Ermenistan’la akdedilen protokoller, Suriye ve Irak’la ve (Libya ile) vizelerin kaldırılması ve bu ülkelerle oluşturan ortak Bakanlar Konseyleri gibi somut gelişmelerle görüyoruz. Tabii Türkiye’nin bölgede istikrar sağlayıcı ve düzen kurucu girişimleri aslında Batılı müttefiklerinin de çıkarına. Unutulmaması gerekir ki Avrupa ve Atlantik toplumunun ile Ortadoğu’nun mukadderatları birbirine çok sıkı şekilde irtibatlıdır. 
Ne var ki Fransa ve bir ölçüde Almanya gibi bazı Avrupa ülkeleri, ülkemizin bölgede kazandığı bu diplomatik etkinliği, Avrupa Birliği’nin bölgedeki ortak çıkarları açısından değil, 19. yüzyıl güç dengeleri ve rekabet yaklaşımları açısından görmeleri ve bizimle istişare etmekten dahi kaçınmaları, hatta katılım Sürecimizde enerji başlığını açamamaları talihsizlik. 

Nitekim üçüncü bir özellik de, bu bölgeselleşme nin AB ile ortak çıkarlarımızın örtüştüğü enerji boyutunu ve ekonomik işbirliği potansiyelini oluşturuyor. Erdoğan Hükümetleri, bölgeyle ve komşu ülkelerde Özal döneminden itibaren başlayan ekonomik, ticaret, enerji ve yatırım ilişkilerini geliştirme politikasını sürdürmekte ve dış ilişkilerin ekonomi boyutunu, enerji boyutunu dış siyasetimizin birer eylem araçları haline getirme stratejisini, komşularımızla mübadelelerin dış ticaretimizdeki payını büyük oranlarda arttırarak 
uygulamakta. 

 Bölgeselleşme nin Bedeli 

Türk diplomasisinin bölgedeki görünürlüğünün artmasının ve izlediği bağımsız çizginin Amerika ve Avrupalı müttefiklerimizin siyasetleriyle yer yer tam bir uyum içinde olmadığı açıktır. Ama Amerika ve Avrupa Birliği’nin Ortadoğu siyasetlerinin birbirinin aynı olmadığı da malumdur. Türkiye’nin burada Batılı müttefiklerinden ve bilhassa Amerika’dan özerk hareket etmesi kendini en ziyade İran ve İsrail - Filistin meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılıklarında gösteriyor. 

İran ile iyi ilişkiler öteden beri Türk dış politikasının ve güvenlik politikasının 
değişmeyen temel taşlarından biri. Bu ülke ile rejim farkımız ve zaman zaman doğan rekabet, görüş ayrılıkları ve hatta gerginliklerin aramızda yüz yıllardır süren barış havasını hiç bir zaman ciddi şekilde etkilemediği bilinen bir gerçek. Öte yandan iki ülke son yıllarda enerji konusunda işbirliği yapmakta ve zaman zaman da etnik terör hareketlerine karşı güvenlik konusunda benzer görüşleri paylaşmaktalar. 

Bölgeselleşme Kalıcı Olabilir 

Türkiye'nin Batı seçeneği kapanacak olursa, o zaman Türk diplomasisindeki 
bölgeselleşme nin kalıcı bir dönüşüm eğilimi içine girmesi ciddi bir olasılıktır. 
Bu takdirde orta ve uzun vadede, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki dayanışma arayışlarının, ağır basacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir. 

Eksen tartışmalarının altındaki gerçekler (2) İran’ın nükleer güç olma emellerinin Türkiye’nin çıkarına olmadığı da hiç şüphesiz ayrı bir gerçek. Türkiye bu Doğu komşusunu bu emellerinden vazgeçirmek amacıyla kendi ikna kanallarını devreye sokuyor. Uluslararası Enerji Ajansına da yarımcı olmak istiyor. Ama BMGK tarafından yaptırım uygulanmasına karşı. Yaptırım ve yalnızlaştırma politikalarının sonuç veren politikalar olmadığı görüşü Türk 
diplomasisine hâkim olan bir görüş. Bu politikaların Irak’ta ve Kıbrıs’ta sebep olduğu sonuçlar ortada iken Türk kamuoyunun BMGK tarafından İran’a yaptırım uygulanmasına destek vermesi mümkün görülmüyor. Kaldı ki İran’ın muhtemel yaptırımları ihlal etmesi halinde uluslararası toplumca atılacak adımın ne olacağı da açık değil. Askeri seçeneğin yaratacağı sonuçların tarif edilemez felaketler ve ıstıraplara yol açacağını herkes biliyor. Bu nedenle Türkiye İran’la diyalogunu sürdürerek bu anlaşmazlığın burada, yerinde yani bölge içinde çözülmesine çalışıyor. Ne var ki İran’ın oyalama siyaseti sorunun BMGK gündemine 
gelmesini kaçınılmaz kılabilecek. O zaman Türkiye’nin bugünkü tutumu ile kendini radikal ülkeler grubu içinde bulması da kaçınılmaz olacak. 

Türkiye’de İran’a yaptırım uygulanmasının sakıncaları konusunda muhalefet partilerinin ne düşündüğü halen açıkça belli değilse de, Türk halkı ve kamuoyunun, büyük bir çoğunlukla, buna karşı olduğu kesin. Bu durumda İran meselesi, doğal olarak Amerika, İsrail ve bir kısım Avrupa ülkeleri ile aramızda oldukça ciddi görüş ayrılığı yaratan bir konu haline gelmekte. 

Hamas, 

Ortadoğu’da, Amerika ve İsrail ile aramızda yaşanan bir diğer görüş ayrılığı ise 
Türkiye’nin Hamas ile kurduğu ilişki. Türkiye’nin bu bölgede Filistin meselesinde devlet dışı bir aktör olan bu örgüt ile uluslararası toplum arasında bir nevi muhatap rolü üstlenmek istediği anlaşılıyor. Ancak böyle bir girişimden hem İsrail ve Amerika’nın, hem de Ortadoğu’daki öteki bir kısım Arap rejimlerinin rahatsız olmaya devam ettiklerini görmek zor değil. Tabii bu rolün bölgede barış şansını arttırması halinde, Türkiye’nin tüm tarafların takdirine mahzar olacağına şüphe yok. Hamas ile temas konusu son zamanlarda Avrupa Birliği’nce üzerinde ciddi şekilde durulan bir konu. Bu durum ise, bu örgütle ilk temas eden ülke olan Türkiye’nin politikasının isabetini kanıtlıyor. 

Amerika İle İlişkiler 

Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri, Amerika ilişkilerinde her zaman önemli bir yer tutar. Geçmişte Türkiye ile Amerika arasındaki münasebetler, Türkiye’nin Ortadoğu’da pek fazla aktif olmayan ve daha ziyade tarafsız bir çizgi izlemesi siyasetine dayalı ve İsrail ile de iyi ilişkiler ve hatta fiili bir ittifak temelinde sürdürülmekteydi. Bu kere bu durumun tamamen değişmiş olduğunu görüyoruz. 
Başkan Obama’nın ilk ziyaretini Türkiye’ye yapması, 1 Mart tezkeresi krizinden sonra bu ülke ile aramızda patlak veren krizin etkilerinin en azından Hükümetler düzeyinde tamamen silindiğini göstermekte. Taraflar bu krizin etkilerini zaten daha Bush döneminde de, PKK’ya karşı anlık ortak istihbarat paylaşımı gibi işbirliği önlemleriyle geniş ölçüde bertaraf etme iradesini ortaya koymuşlardı. Bu gün akla gelen soru, Türkiye Ortadoğu’da Amerika’dan bağımsız bir aktör olarak, İsrail ile münasebetleri düşük seviyede tutarken, İran ile ilişkilerinin düzeyini yükseltmek gibi farklı politikalar izlemeye devam ettikçe, iki ülke arasında şimdi yeniden başlayan bu karşılıklı güvenin sürdürülebilir olup olmayacağıdır. 

Çıkar ve Sorun Alanları 

Başbakan Erdoğan’ın son Vaşington ziyareti bu farklılıklara ve Türkiye’nin Orta 
Doğu’daki yeni bağımsız politikalarına rağmen, karşılıklı güvenin devam edeceğini gösteren önemli bir işaret oluşturuyor. Zira Türkiye ile Amerika arasında mevcut konular sırf İran’la ve Filistin meselesi ile sınırlı değil. Her şeyden önce Türkiye ve Amerika NATO üyesi içinde çok önemli müttefikler. Başta Afganistan olmak üzere iki ülke, geleceğe dönük bir bakışla bölgede beraber çalışmanın ortak çıkarlarına hizmet edeceği inancını taşıyorlar. Bazı 
konulardaki görüş ayrılıklarının yanı sıra Irak, Kafkasya, enerji işbirliği gibi başka birçok alanda ise görüş birliği içinde olduklarının bilinci içindeler. 

Etnik Lobiler 

Bununla birlikte Amerika’da, Vaşington’un Ankara ile münasebetlerinin bozulmasını isteyen etkili muhalif siyasi çevrelerin ve güçlü etnik lobilerin varlığı da bir gerçek. Türk Amerikan münasebetlerinde 2010 yılının Vasington’da Türkiye karşıtı bu çevreler ve lobilerle Obama Yönetimi arasında aynen geçen yıl ve yıllarda olduğu gibi bir güç mücadelesi şeklinde geçeceğini tahmin etmek zor değil. Türkiye’nin kendi bölgesinde izleyeceği politikalarda göstereceği basiret ve başarılar Vaşington’daki bu güç mücadelesinin sonucunun tayininde de 
etkili olacak. 

Dünya Gücü mü? 

Nihayet 2009 yılı Türk dış politikasının BMGK geçici üyeliğine ve G20’ler arasında yer aldığı, aynı zamanda Afrika, Güney Amerika ve Okyanusya’ya açılışına başladığı bir yıl oldu. 
Ülkemizin bir dünya gücü olması kuşkusuz hepimizin arzusudur. Ne var ki, Türkiye henüz ne Amerika ne Çin, ne de Hindistan. Sınırlı kaynaklarının rasyonel tahsisi ilkesi, dış politika da geçerli bir ilkedir. Önceliklerini iyi saptaması ve önceliklerine odaklanması muhakkak ki akılcı bir davranış tarzı olur. 

 Sonuç 

Her ne kadar bir yandan Ortadoğu’da ve bölgemizdeki olaylar ve gelişmeler ve öte yandan Ak Parti hükümetlerinin izlediği politikalar Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyası’ndaki profilini yükseltmiş ise de, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik ve stratejik çıkarları, Türkiye ve Avrupa/Atlantik dünyasını daha uzun yıllar karşılıklı dayanışma içinde aynı ittifak çerçevesinde bir arada tutmaya devam edecektir. 

Bununla birlikte eğer Türkiye’nin Batı seçeneği şu veya bu sebeple kapanacak olursa, o zaman Türk diplomasisindeki bölgeselleşme nin kalıcı bir dönüşüm eğilimi içine girmesi ciddi bir olasılıktır. Bu takdirde orta ve uzun vadede, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki dayanışma arayışlarının, Avrupa tarafından dengelenmeyen çekici gücünün ağır basacağına muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu durum dış ilişkilerimizdeki bölgeselleşme nin dış politikamızda radikalleşmeyi tetiklemesi şaşırtıcı olmaz. İç politika ve dış politika dinamikleri birbirini etkiler. Dış politikada radikalleşme, içerde radikalleşme riskini beraberinde getirir. Böyle bir gelişmenin ilk zayiatının Türkiye’de çağcıl demokrasi hedefine yönelik reform çabaları olacağına şüphe yoktur. Bu zayiattan bölgedeki demokratik eğilimler de payını alır. 
Buna mukabil eğer Türkiye Avrupa Birliği’nden beklediği karşılığı görerek, katılım sürecine ve tam üyelik hedefine tekrar kilitlenebilirse, o zaman Türkiye’deki demokratik atılımlarla siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelerin yaratacağı dinamiklerin tüm Ortadoğu’da ve daha geniş bir alanda barış, istikrar, refahı ve demokratik atılımları tetikleyeceği açıktır. 
2010 yılı sarkacın hangi tarafa doğru evrilme göstereceğinin muhtemelen ilk işaretlerini verecektir. 

 E. Büyükelçi Özdem SANBERK 

Dışişleri Bakanlığı Eski Müsteşarı E. Büyükelçi Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan Özdem Sanberk, Dışişleri Bakanlığı memuru olarak Madrid, Amman, Bonn ve Paris Büyükelçiliklerinde ve OECD ve UNESCO Daimi Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulunduktan sonra, 1985–1987 yılları arasında zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını yapmıştır. 

Sanberk 1987–1991 yılları arasında Avrupa Topluluğu nezdinde Büyükelçi Daimi 
Temsilci, 1991–1995 yılları arasında Dışişleri Müsteşarı ve 1995–2000 yılları arasında da Londra Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 

2000 yılında emekliye ayrılan Sanberk, 2003 Eylül ayına kadar Türkiye Ekonomik Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Direktörlüğü görevinde bulunmuştur. Halen BILGESAM, GPOT ve GIF gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında çalışmalar yapmakta, yazılı, sözlü ve görsel yayın organlarında makaleleri ve görüşleri yayınlanmaktadır. Özdem Sanberk Sumru Sanberk ile evli olup Nazlı Sanberk Altılar’ın babası ve Umut Altılar’ın dedesidir. 


***

13 Aralık 2017 Çarşamba

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde,

Çözüm Sınır Aşan Vicdanların Harekete Geçirilebilmesinde, 



Özdem SANBERK

14 Haziran 2010


















Bugün Obama yönetiminin, bölgede bir dünya gücüne düşen liderlik rolünü yerine getirememesi, Ortadoğu’da tırmanan gerginliğin başlıca nedenleri arasında yer alıyor. Bölgede etkin bir Amerikan liderliği olmadan Ortadoğu’daki sorunların çözülmesi mümkün değil. İsrail’in bir ölçüye kadar kulak vereceği tek ülke Amerika. Ama Amerika Ortadoğu’daki politikalarını İsrail’in izlediği çizgiden ayıramıyor. Bunu ayıramadığı müddetçe de Amerika, bölgede iki ata aynı zamanda binmeye çalışan bir süvari görüntüsünden kurtulamıyor. Amerika’nın Ortadoğu’daki asıl çıkarları Arap Yarımadası’nda ve Körfez’de yatıyor. Yönetim en çetin mücadeleyi bu Körfez bölgesindeki çıkarlarını korumak için verecektir.

Obama yönetiminin, Amerikan dış politikasını yönetmekle görevli kurumlarına hakim olmakta başarısız kalması bölge ve dünya barışı için potansiyel tehlikeleri barındırıyor. Bunu en son örneğini çok kısa süre önce İran’la takas anlaşması konusunda Obama’nın Lula ve Erdoğan’a gönderdiği mektup olayında yaşadık. Şimdi de yardım konvoyları krizinde yaşamaktayız. Sebepleri ne olursa olsun bu kriz Amerika’nın bölgedeki en eski iki müttefikinin arasının açılması sonucunu doğurdu. Bu sonuç bölgedeki dengeleri kökünden değiştiriyor. ABD Başkanının Ortadoğu’daki başarısızlığı, kendinden sonra Cumhuriyetçilerin daha sert politikalarla ve Bush sonrası yeni muhafazakâr bir gündemle sahneye çıkmaları sonucunu doğurur.


Birleşmiş Milletler’in İşlevsizliği

İsrail Gazze kuşatması sırasında kullandığı aşırı güç dolayısıyla uluslararası hukuku ihlal etti. Bu ihlal BMGK’nin görevlendirdiği Güney Afrikalı Yahudi asıllı Hollandalı hukukçu Goldstone başkanlığında kurulan komisyon raporu ile kanıtlandı. Ancak İsrail Amerika’nın da yardımıyla bu raporun BMGK de görüşülmesini engelledi. Oysa bu raporun tartışılması engellenmeseydi belki de Gazze’ye uygulanan ambargo hafifletilecek ve böylece bu günkü gibi bir kriz yaşanması ve dokuz can kaybı belki de önlenmiş olacaktı. Esasen Birleşmiş Milletler de esasen bunun için var. Ama görevini yapamadığı sürece işlevsizleşmiş durumda. Barış ve istikrarın kurulmasına yardımcı olamamakta. Aynen 2004’te Kıbrıs’ta Rumların adanın birleşmesini öngören Kapsamlı Barış Planını referandumda reddetmelerinden sonra, o zamanki BMGS Annan’ın, Rumları sorumlu tutan raporunun Güvenlik Konsey’inde görüşülmesinin yine daimi üyelerden bazılarının (bu kere Rusya ve Fransa’nın) engellemeleriyle önlenmiş olması gibi.


Öte yandan ine BMGK’nin bir başka kararı ise uluslararası toplumunu, Gazze’ye insani yardım yapılmasını zaten öngörüyor. İsrail donanmasının yardım götüren Mavi Marmara ve yanındaki gemilere hücum botlar ve helikopterlerle saldırması bu kararı da hiçe sayıyor. İsrail’in Gazze’yi kuşatma altında tutması ve sivil halk üzerinde baskı ve tecrit politikaları uygulamaya devam etmesi sadece moral bakımdan sorunlu olmakla kalmıyor. Aynı zamanda, yine aynen Rum Yönetiminin, barış ve birleşmeye evet diyen Kıbrıs Türklerine uyguladığı kuşatma politikası gibi ahlaka aykırı olduğu gibi, siyasi bakımdan da yararsız.


Her iki ambargo da sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. Tabii bu arada Kıbrıslı Türklerin şu anda, ikinci dünya savaşından beri, Saraybosna’dan sonra, Avrupa’da kuşatma altında yaşayan son halk olduğunu da, dünyada, başta biz kendimiz olmak üzere, hatırlayan kimse yok, Biz dahil, hatırlatmaya çalışan da yok. Türkiye Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız ambargoyu dünya gündemine getirmekte geç kaldığı sürece, başkalarının Kıbrıs’ın işgalden kurtarılması gibi tutarsızlıkları gündeme getirmesine hayret etmemeli.


İsrail’in Meşruiyet Zemini

İsrail vahim bir kuşatılmıştık psikolojisi içinde. Sırtını Amerika’ya dayayarak uluslararası kuruluşların kararlarını hiçe sayıyor. Bu davranışı ile bölge barış ve istikrarını zehirliyor. Aynı zamanda kendi güvenliğini de zaafa uğratıyor. İsrail’in güvensizlik duygusunun bilhassa 1970’lerde Enver Sadat’la barış fırsatı kaçırmasından sonra artarak kötüleşti. Oysa İsrail, barış için ikinci fırsatı iki kutuplu dünyanın sona ermesi ve Körfez Savaşı sonrasında Oslo süreci ile elde etmişti. Bu süreç Türkiye ile ilişkilerin normalleştirilmesinin de meşru zeminini oluşturmuştu. Ne yazık ki İsrail bu süreçte sert ve yayılmacı stratejisini terk etmedi. Özellikle yeni yerleşim birimleri kazanma politikalarını ve sırf Arap alemi için değil, tüm İslam alemi için mukaddes sayılan ve bu nedenle çok hassas olan Kudüs’teki kazılarını sürdürdü. 2006’da Lübnan’a saldırması ve nihayet Hamas’ın roket saldırılarına karşılık son Gazze bombardımanı ve sonrasında sivil halka uyguladığı ambargo dünya kamuoyunu olumsuz etkiledi. Bu politikalar aynı zamanda İsrail kamuoyunda da ciddi eleştirilere yol açtı.


İsrail Halkının Sorumluluğu

Asırlarca büyük haksızlıklara, ayırımcılıklara maruz kalmış ve kitlesel ıstıraplar çekmiş bir halk olan Musevilerin, ikinci dünya savaşından sonra kendi devletlerini Ortadoğu’da Arap toprakları üzerinde kurmaları, muhakkak ki tartışılması daha uzun sürecek bir tarihi vakıa oluşturmakta. Bu tartışmayı sona erdirmek ve artık herkesin bu gerçeği kabul edip Yahudilerin ana vatanı olan bir İsrail devletiyle barış içinde yaşama iradesine kavuşmasına sahip olmasına yardımcı olmak, geniş ölçüde İsraillilerin elinde.


Bütün mesele İsrail hükümetlerinin ve bu ülke halkının, aşırı güç kullanma ve yeni yerleşim birimlerine devam edilmesi gibi, uluslararası toplum tarafından mahkum edilen politikalarının barış sürecini sürekli akamete uğratmaya ve dolayısıyla Ortadoğu’yu zehirlemeye devam etmesinin önüne nasıl geçileceği konusunda atık bir karara varabilmesi.


Türkiye

Türkiye’nin kendi iç sorunları var. Bu sorunların önemli bir kısmının kökleri kendi sınırlarımızın dışına taşıyor ve bölgemizdeki sorunlara karışıyor. Biz artık kendi sorunlarımızı biriktirmek istemiyoruz. Bu nedenle bu sorunların iltisaklı olduğu çevremizdeki sorunları da, barış girişimleri olsun, arabuluculuk çabaları olsun, kalıcı şekilde çözme iradesini sergiliyoruz. Bu amaçla Erdoğan hükümeti, hem içerde hem dışarıda ciddi açılımlara girişti ve ciddi süreçler başlattı. Fakat süreçler uzuyor. Uzadıkça da kamu oyu desteğini muhafaza etmek güçleşiyor. İsrail’in Ortadoğu’da barışın kurulmasına iştirak etme fırsatını kaçırması, sorunların birbirleriyle iç içe geçmiş olması nedeniyle, bize de ülkemizde istikrar ve refahı sağlamaya, işsizlik ve yoksulluk gibi temel meselelere odaklanma fırsatlarını kaçırtıyor. Ortadoğu’daki bütün sorunların gelip dayandığı Filistin sorunu çözümlenmeden bölgede güvenlik sağlanamaz. Bölgede barış ve güvenlik sağlanamadan Türkiye bölge sorunları ile iç içe geçmiş olan kendi dahili sorunlarının üstesinden gelemez ve tüm enerjisiyle temel ekonomi ve demokrasi hedeflerine kilitlenemez. Bu nedenlerle Türkiye bölgede kurulacak barışın biri nevi hissedarı durumunda. Bu nedenle bölgede düzen kurucu bir rol oynamak istiyor. Yine ayni nedenle de burada barışın temeli olan Filistin meselesi, duygusal yönlerine ilaveten, bizim için bir milli mesele.


İsrail

İsrail Netenyahu hükümetinden ibaret değil. Bu ülkede de barış isteyen insanlar, aydınlar ve güçlü siyasi çevreler olduğunu biliyoruz. Bu çevreler daha huzurlu bir Ortadoğu kurulması için Türkiye’nin etkin ve yapıcı bir rol oynayacağının farkındalar ve buna inanıyorlar. Örneğin Amos Oz, David Grossman ve Gideon Levy bu aydınlardan bir kaçı. Ayrıca İsrail işçi sendikası Hisdradut var.


Daha İsrail devleti kurulmadan mevcut olan en eski ve nüfuzlu kurumlar arasında yer alıyor. Dünyanın en köklü ve etkili sendikalarından biri. İşçi Partisi’nin de güç kaynağı, sosyalist ve sosyal demokrat ideolojisi ile barış kampının başını çekiyor. Muhakkak ki İsrail’de adlarını bilmediğimiz ve şu anda ortalarda fazla görünmeyen başka kişiler ve sivil toplum kuruluşları da var.


Barış ve uzlaşma arayan, çaresizlik içinde olanlara yardım elini uzatmak isteyen insanlar hiç şüphesiz bölgedeki başka komşularımızda, Lübnan’da, Mısır’da Ürdün’de de bulunuyor. Hangi ülkeye mensup olurlarsa olsunlar, bu insanların amaçlarını paylaşmaları, çabalarını birleştirmeleri sağ duyunun bir gereği. Ne yazık ki Mavi Marmara’da dökülen kan bu kapasitenin kullanılmasını şimdilik geniş ölçüde sekteye uğratmış durumda. Bu fırtınanın sebep olduğu yıkımın kaldırdığı toz bulutları önümüzü görmemize izin vermiyor. Hasarların tamir edilmesi lazım. Bu tamirat mevcut şartlar altında bu hemen gerçekleşecek bir şey değil. Bu aşamada devletlerden ve resmi teşebbüslerden medet ummak yersiz. Hükümetlerin şimdi muhtemelen ihtiyatla beklemekten ve olayları dikkatle izlemekten başka çareleri yok.


Sivil Toplum

Ne var ki tarih süratle hareket ediyor. Kendi hızına yetişemeyenleri affetmiyor. Barış fırsatları kaçıyor. Bu fırsatları kaçırmanın, maliyeti başta Filistin halkı olmak üzere herkes için çok ağır olabilir. Gazze’de ıstırap çekenlerin, devletlerin harekete geçmesini bekleme lüksü yok.


Bugün dış politika artık sadece devletten devlete yapılmıyor. Düşünce kuruluşları, mesleki teşekküller, yardım kuruluşları, işadamları, doktorlar, gazeteciler, sendikalar artık dış ilişkilerin devlet dışı aktörleri haline gelmiş bulunuyorlar. İşte sırf bir IHH’nın bir eylemi, Gazze dramını dünya gündeminin en üst sırasına çekebildi. BMGS tecridin sona ermesi çağırırsında bulundu. Daha şimdiden refah kapsısını açtırdı.


Türkiye’nin bundan sonra izleyeceği yol haritası da İsrail ile ilişkilerin koparılması gibi, çatışmacı ve menfi bir gündem üzerine değil, değerli diplomat ve siyaset adamı Mehmet Ali Bayar’ın geçen pazar akşamı bir TV programında önerdiği gibi, insanlık sorumluluğuna dayalı sınır tanımayan vicdanlar üzerine kurulmalı ve bizim sivil toplumumuzla, İsrail’de Netenyahu hükümetine karşı çıkan zinde sivil kuvvetleri arasında bir dayanışma işbirliği gerçekleştirilmesi zeminine oturtulmalıdır. Böyle bir dayanışma muhakkak ki ancak demokratik ülkelerde yapılabilir. İsrail’in, her şeye rağmen bir demokrasi olduğu ve saldırıya uğrayan yardım konvoyunda İsrail vatandaşlarının bulunduğu gerçeğini unutmayalım.


Türkiye ile İsrail arasında bir sivil dayanışmanın uluslararasında büyük yansımalar yaratacağından ve uluslararası sivil toplum dünyasına hale hale yayılacağından kimse şüphe etmesin. Böyle bir girişim aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da yumuşak güce dayalı düzen kurucu rolünü uygun düşeceği gibi Başbakan Erdoğan’ın Netenyahu Hükümetiyle İsrail halkı arasında mesafe koyan tutumunu da teyit edecektir.


* Bu yazı Radikal Gazetesi'nde 12 Haziran 20010 tarihinde yayınlanmıştır.


http://www.bilgesam.org/incele/1268/-cozum-sinir-asan-vicdanlarin-harekete-gecirilebilmesinde-/#.WjFEofBl8dU

28 Kasım 2017 Salı

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığına Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 2


Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığına   Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 2
       






“Diplomasimizle Kendi Kendimizi Orta Doğu’dan Diskalifiye Ettik”

- Sizce AKP dönemini ayrıştıran bu eğilimi mi oldu?

Orta Doğu bağlamında en önemli farkın bu oduğu söylenebilir. Ama önemli bir ortak payda vardı: İsrail’in Kudüs’ü işgali ve 1969’dan itibaren, İslam Konferansı Örgütü. Çünkü Kudüs sırf bir Arap davası değil, Arap olmayan Müslümanları da ilgilendiren ortak bir dava. Asırlarca mukaddes toprakların bekçiliğini yaptığı için tarihi de bir bağlantısı olan Türkiye, burada din değişkenini dış bir politika eylem aracı olarak kullandı. Ama bu girişim, ideolojik bir motivasyondan çok tarihi ve real politika temeline oturan bir dış politika eylemidir. Kudüs’ün korunması ile barış  görüşmelerine etkin olabilme amacı ağır basar. AK Parti’nin Orta Doğu politikası, her ne kadar başlangıçta aynı amacı güttü ise de bugün geldiğimiz noktada Orta Doğu ile ilişkilerimizi daha karmaşık hâle getirdi. Bölge dinamikleri ve komşu Arap ülkelerin aralarındaki çekişmelere ve iç politikalarına karışan diplomasimizle kendi kendimizi Orta Doğu’dan diskalifiye ettik. Bu sebeple Kudüs’e ve Filistinlilere de pek bir yararımız dokunamıyor. Bizim boşluğumuzu, gölge içinden İran, bölge dışında Rusya ve Amerika dolduruyor. Atatürk’ün, yıllar önce zamanın Dışişleri Müsteşarı Numan Menemencioğlu’na verdiği talimatlardan biri olan “Arap ülkelerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarına ve iç işlerine karışmayalım, bize bir şey sormazlarsa onlara bir tavsiyede bulunmayalım” şeklindeki düşüncesinin isabeti de şimdi büyük bir anlam kazanıyor.

- AKP’nin dış politikada dini şimdiye kadarkinden farklı kullanmasının örnekleri arasına İslam İşbirliği Teşkilatı (İTT) son deklarasyonunda İran hakkında yazılan maddeleri de koyuyor musunuz? 

Koyuyorum, Türkiye Sünni-Şii şeklindeki mezhep ayrımına zaman dış politikasında hiçbir zaman girmemeye özellikle gayret göstermiştir, ama ideoloji ve mezhep değişkeni dış politikanın uygulanmasında bu kere resmen değilse bile fiilen bir rol oynamış bulunuyor. Bunu kimsenin reddetmesine imkân yok.

- İİT açılış konuşmasında “Ne Sünni, ne Şii, ben Müslümanım” diyen Erdoğan, sonuç bildirgesine geldiğinde Sünni mi oldu sizce?

Bu suale birçok şekilde cevap verilebilir. İİT’ye katılan ülkelerin çoğunluğu Sünni olduğu için ideolojik bir ayrımın ötesinde aritmetik olarak da bakabilir ve “Çoğunluk bu şekilde karar verdi” de diyebiliriz.

“ABD’nin Suriye manevrasıyla Türkiye biraz ortada kalmış oluyor”

- Türkiye’nin öncelikleri arasında saydığınız Suriye politikasına dair yazdığınız Kasım 2014’teki Analist yazınızdan bir alıntı: “ABD önderliğindeki koalisyona dâhil olan Avrupa ve Körfez ülkeleri şu anda hem Esad’a hem Esad ile savaşan IŞİD’e karşı olmak gibi çelişkili bir durumda bulunuyor. Aslında aynı çelişkiyi Türkiye de yaşıyor. Uluslararası Koalisyon bu çelişkiyi uzun bir süre devam ettiremez. Yarın Esad Batı’ya yaklaşmak için politikalarını biraz daha esnetir ve IŞİD de tehdidini biraz daha artırırsa o zaman müttefiklerimizin tercihleri de değişir. IŞİD’e karşı Esad ile aynı cephede yer alabilirler. O zaman Türkiye daha da yalnız kalabilir.” Sizce ABD’nin Esad rejimi lehine son manevrası bu söylediklerinizin teyidi mi?

Bunları bilmek için alim olmaya gerek yok.  

- Alim olmaya gerek yoksa bunu sizce Türkiye yönetimi neden göremedi?  

Bütün dünyanın gördüğünü Türkiye de elbet gördü. Burada iki noktanın altını çizebiliriz. Birincisi, Esad’ın kendi halkına reva gördüğü zulmün derecesi, kendisinin cezasız bırakılmasına Türk dış politikasını yönetenlerin vicdanı razı olmadı. Bu nedenle hükümet pragmatik olmak yerine vicdanının sesini dinledi. Bu noktada ideoloji de rol oynamış olabilir mi? Belki... İkinci nokta kendimizi sorgulamamamız. Bu bizim milli hasletlerimizden biri. Aslında başka bir yapısal sorunumuz.

- Sizce ABD’nin Suriye politikasının değişimi Türkiye’yi ‘ortada bırakan’ nitelikte mi?

Gerçek hayatta biraz ortada kalmış oluyor, evet. Ancak ABD politikalarını oluştururken Türkiye’nin değil, kendi kendi önceliklerini göz önüne alıyor. Obama’nın ikinci döneminde stratejik önceliklerinin sırasını değiştirdi ve Güney Doğu Asya’ya ve 21. yüzyılda Çin ile rekabetine kaydırdı. Geçmiş tecrübelerinden de hareketle Orta Doğu’ya kara gücü konuşlandırmayacağını ilan etti.

“‘Ey Amerika’, ‘ Ey Avrupa’, ‘ Ey Mısır’ Mesajlarını terk etmeliyiz”

- Bu Aşamada Türkiye’nin alabileceği yaklaşımlar sizce neler olabilir, bir tavsiye verseniz ne olurdu?

Tavsiyem tabii gerçekçi yaklaşımladan ayrılmamak. Suriye sorunu askeri yöntemlerle çözülmez. Tek çözüm yolu diplomasiden geçiyor. Bu yol da çok engebeli bir yol. Türkiye’nin bölgesel, hatta küresel kuvvet dengelerini diplomasi yoluyla lehine çevirmesi  lazım. Bunun ön şartı da Türkiye’nin bölge içi ve bölge dışı partnerleriyle arasında mevcut bulunan karşılıklı itimat krizini aşmak. Türkiye gerek ABD dahil, hemen tüm Batılı müttefikleriyle, gerek Rusya’nın da dahil olduğu bölgesel partnerleriyle ciddi bir güven krizi yaşıyor. Orta Doğu’da kaç ülke başkentinde büyükelçimiz bulunmadığını hepimiz biliyoruz. Bu güven krizi aşılmadan Türkiye’nin bölgede ve dünyada kendi çıkarlarını ilerletmesi ve hedeflerine ulaşması, başka deyişle Suriye sorunun çözümünde etkili rol oynamsı mümkün değil. Bu kriz nereden kaynaklanıyor? Öncelikli olarak, sert mesajlarımızın diplomatik kanallar yerine basın yoluyla ‘ey Amerika’, ‘ey Avrupa’, ‘ey Mısır’ gibi gibi gerginlik yaratan ifadelerle mesaj verilmesi politikamızı terk etmemiz gerekir. Bu tür mesajların muhatabı dışarıdan ziyade içerisi oluyor. Sert beyanlar bizi rahatlatır. Fakat sorunları çözmez. Güven bunalımını keskinleştirir. Diplomatik kanallar yerine muhtevasına özen gösterilmeden verilen sert mesajlar, partnerlerimiz korkutmaz. Bu tür politikalar hem askeri, hem daha önceki sivil dönemlerde uygulandı. Ayrıca her ülke de zaman zaman bu gibi yöntemlere başvurur. Ama bunu çok sık yaparsanız esasen pek az olan etkisi tamamen yok olur. Ayrıca güven ortamı da yavaş yavaş erir.

“Türkiye ‘Esad’ı kabullenmek zorunda”

- Genel tavsiyenizi Suriye için somutlaştırmanızı istediğimizde söyleyecekleriniz arasında “Türkiye, Esad’ın, Suriye halkının ya da kendisinin iradesiyle gideceğini kabullenmek zorunda” mesajı da yer alır mı?

Şu sırada başka çıkar bir yol göremiyorum. Orta Doğu’da dünyevi ihtiraslardan kaynaklanan ve karşılıklı toprak taleplerinin dahil olduğu etnik, mezhepsel ve kanlı çatışmalar bir kere başladıktan sonra 5-10-20 sene sürüyor. Lübnan ve Ürdün örneklerinde gördük. Dolayısıyla Suriye meselesinin çözümünde askeri yöntemler tercihi sürdürülecek olursa çözüm ancak taraflar karşılıklı olarak tükenince mümkün olur. Bu tercihin bedeli tüm böge için ağır olur. Onun için burada diplomasiye ağırlık vermek, değişen şartları öngörebilmek ve mümkünse önceden bu değişimlere uygun pragmatik diplomatik önlemler almak gerekirdi.

Biz aslında Suriye’de iyi başladık, dedik ki “Değişin, durum kötüye gidecek.” Ama Arap Baharı’nın başarısızlığıyla birlikte şartlar 180 derece değiştikten sonra şartlar değişmemiş gibi politikamızı yürütmeye devam ettik. Şimdi bu ısrarın bedelini ödüyoruz. Bir ülkenin tutarlı politika izlemesi hiç şüphesiz iyidir, ama başta Esad hakkında bizim gibi düşünen dünya devletleri bölgedeki kuvvetler dengeleri değişirken biz “Önce Esad gitsin” politikamızla kendimizi tecrit etmiş oluyoruz. Dünyayı kendimize uydurmak istememiz güzel, ama yapabilirsek. Bunu nasıl yapacağız? Haklı olduğumuza  partnerlerimizi ikna edebilmemiz lazım. Bu da konuşmayla, karşılıklı güvenin sağlanmasıyla olur.

- Türkiye bu dış politikanın ‘bedel’ini sizce nasıl ödüyor ve ödeyecek?

Bölgede ve dünyada yalnız kalarak. Yalnızlık güvenliği, işbirliği ve dayanışmayı, ticareti ve refahı arttırmaz.

“ YPG’ye yaklaşımımız ‘ Terörist’ten ‘ Kardeşim’e gelebilir ”

- Bir dış politika imkânı olarak YPG’ye yaklaşım, sizce Irak Kürdistanı’ndaki gibi, başlangıçtan çok farklı, düşmanlıktan yakın ilişkiye doğru bir finale varabilir mi?

Varabilir.  

- Süreç ‘terörist YPG’den ‘kardeşim YPG’ye gelebilir mi?

Gelebilir. Çünkü onlar da tutumlarını değiştirebilirler.

- Uzun sürer mi?

Uzun sürebilir. Bu hem bize, hem YPG’ye bağlı, hem de bölgedeki kuvvetler dengesine bağlı. Türkiye’nin şu an bir Kürt vizyonu yok. Bu vizyonu ilk defa ortaya atan Turgut Özal’dır. Ondan sonra bunu Demirel ve Erdal İnönü pragmatik bir ifadeyle Kürt realitesi şeklinde ortaya koydular. Ama bugün senin ülkende şu kadar Kürt asıllı Türk vatandaşı varsa, şu an 59 milletvekili TBMM’deyse, komşularında da kimlik temelinde yaşayan bir Kürt toplumu varsa, bu toplumun sana getireceği fayda ve zararları ölçerek bir vizyon oluşturman lazım. Senin milli birliğin ve toprak bütünlüğün için oluşan tehlikeyi savuşturmak için yapılabileceklerin arasında sadece askeri yöntemlerle veya tedip yolu yok. Diplomatik, ekonomik, sosyal, insani ve kültürel boyutlar da var. Küresel koşullara da katkısı olabilmesi için şu anda kullanmadığımız bu beş boyutun her birini kullanmamız gerekir. Bunu zaman içinde Kuzey Irak’ta Barzani’yle, Talabani’yle yaptık. Ve bu girişimlerimiz hem bölgede bir istikrar sağlanmasına sebep oldu, hem karşılıklı ekonomilerimize çok önemli katkıda bulundu. Elbette askeri yöntemlerin şu sırada haklı sebepleri var; PKK,  Esad’ın kendi halkına yaptığı zulümü kendi tabirleriyle ‘kendi halkı’na reva görüyor.

Cizre’de, Nusaybin’de ve öteki şehirlerde olup bitenler, bir terör örgütü olarak PKK’nın acımasız niteliğini ortaya koyuyor. Örgüt, 2013 Ocak’tan 2015 Haziran ayına kadar devam eden barış sürecinde Güneydoğu’daki kentlerin altını silah depolamak üzere zaman kazanımı olarak kullandı. Barışa değil, savaşa hazırlandı. Bu silahların bir kısmı çatışmak üzere tüfek, tabanca nevinden hafif silahlar. Çok daha yıkıcı olan ağır silahları  evlerin altlarında kazdığı yerlere sakladı. Ayrıca yine buralara bubi tuzaklamalarıyla patlamaya hazır yüzlerce ton bombalar yerleştirdi. İlaveten konutların içerisinde buzdolapları başta olmak üzere birçok eşyanın da tuzaklamalarla patlamaya hazır bomba haline getirildiği anlaşılıyor. Hayatını kaybeden sivil halkın kadın ve çocukların büyük çoğunluğu, örgütün kenti terk etmek isteyenlerin bir kısmını canlı kalkan olarak kullanmasından, diğer mühim bir kısmı da örgütün yerleştirdiği tuzak bombalardan meydana geldi. PKK bu silahlanmaları egemen bir ülkenin topraklarında ve kentlerinde gerçekleştirdi. Örgüt bu kalkışmayı Kürtlerin tüm Orta Doğu coğrafyasında siyasal temsil ve haklarını demokratik yollarla ifade edebildiği yegane ülke olan Türkiye’de gerçekleştirdi. Güvenlik güçlerinin yasaları neden uyguladığından şikâyet etmeleri anlam taşımıyor.

Esasen bunun içindir ki silahlı mücadelesine toplumsal başkaldırı ve toplu isyan desteği bulamıyor.

“Kürtlerin 100 yıl içinde bağımsız devlet kurmaları mümkün değil”

- Kürt hareketinin de Güneydoğu’daki sürece dair farklı bir kronolojisi olduğunu ve Irak’ta özerklik üzerinden Kürtlerin siyasi haklarını kullandıklarını not düşerek devam edelim, sizi yanlış mı anlıyoruz; YPG’ye yaklaşımın değişmesi gerektiğini mi söylüyorsunuz yoksa başka bir yol mu öneriyorsunuz?

YPG’yle yaşadığımız sorunun da çok temel bir sebebi var, PKK’yla organik lişkisi. Her iki örgütün de Türkiye’deki tabanı aynı. Moral liderleri Öcalan. Türkiye’nin YPG’ye karşı tutumunun değişmesi için Suriye’deki şartların değişmesi lazım. Bu askeri çözümle değişmeyecek. Bu noktada bizim de dış polikamızda bir maharet göstermemiz lazım. Bunun da yolu yukarıda da söylediğim gibi bölgesel muhataplarımız ve Batılı müttefiklerimizle karşılıklı güven temelinde işbirliğinden geçiyor. Bölgesel partnerlerimiz arasında sadece Suudi Arabistan’la sıkı bir işbirliği içindeyiz. İran’la temasımız var, bu da çok önemli. BM Cenevre görüşmelerinde belki çok fazla bir ilerleme kaydedilmeyecek. Bu aşamada Esad’la bir kanal açılabilir mi, zannetmiyorum çünkü o aşamaları geçtik artık. Bir tıkanıklık görüyorum, buna önerecek bir çarem yok. Dışişleri’nin hazırlıkları vardır belki, onları hükümetin dikkatine  getiriyorlardır. Ama gerek hükümetin içindeki siyasi dengeler, gerek bölgede hâlen kuvvetler dengesi burada yeni bir adım atma imkânını vermiyor.

- Dışişleri’ndeki senaryolar arasında Suriye’de, Irak’ta ve Türkiye’de bağımsız Kürtler ihtimali, muhtemel senaryolar arasında mıdır?

Evet, muhtemel senaryolar arasındadır. Zaten senaryo denilen düşünce egzersizi bu tür ihtimalleri anlamak için yapılır. Korkunun ecele faydası yok, bunları soğuk kanlılıkla düşünmek lazım. Muhakkak ki yanlış olabilir ama benim düşünceme göre, bölgede Türkiye, İran ve Araplar olmak üzere üç ayrı siyasi birimi kapsayan ve denize çıkşı bulunmayan topraklarda ve ayrıca yekpare bir bütün oluşturmayan Kürtlerin önümüzdeki 100 yıl içerisinde bağımsız bir devlet kurmaları mümkün değil. Böyle bir devleti ilan edebilirler. Ama sürdürebilir olmaz. Ayrıca Kürtlerin yaşadığı topraklarda bölge içi ve dışı başka ülkelerin gözlerini diktiği zengin enerji kaynakları  da bağımsızlık ideallerini kolaylaştırmıyor. Kaldı ki bölgedeki Kürtler arasında da bir husumet, bir kan geçmişi de var. Eğer Türkiye bölgedeki tüm Kürtleri kapsayan bir barış vizyonunun avukatlığını yapabilirse bu hem bizzat Türkiye, hem Kürtlerin tümü, hem de bölge ve dünya barışı için son derece önemli önemli olacaktır. Kendi hayal gücümüzü zorlayıp bu vizyonu gerçeğe dökebilme kapasitesini gösterebilmemiz lazım.

“Vize kalkarsa çok büyük bir başarı olur, ben ümitliyim”

- Sizce AB ülkelerinde Türk vatandaşlarına uygulanan vize kalkacak mı?

AB ve Dışişleri bakanlarımıza bakarsak kalkacak. Ve eğer kalkarsa çok büyük bir başarı ve sembolik etkisi son derece önemli olur. AB biraz ayak sürecektir ama ben ümitliyim. Hükümet burada büyük bir başarı gösterdi. Şart koşulan 72 kriteri de yerine getiriyor.  

- “Büyük başarı olur” demenize rağmen bir yazınızdaki “Vize serbestiyeti hakkımızdı, Geri Kabul Anlaşması’yla koşullandırılmasını kabul etmek Türkiye’nin tampon ülke statüsüne kendi rızasıyla boyun eğişi olur” mealindeki ifadelerinizi hatırlıyoruz. 

O ayrı bir nokta. Türkler, 1950’den 1980’e kadar bugün AB üyesi olan çoğu ülkeye vizesiz girme hakkına sahipti. Ancak 1957 Avrupa Konseyi Anlaşması’nın da dayanak olduğu bu hak, 1980 askeri darbesiyle askıya alınmıştı. Fakat 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’deki ‘geriye dönük kötüleştirme yasağı’ maddesine istinaden bir TIR şoförü Almanya’da dava açtı, bir başka dava da Hollanda’da görüldü. Yıllarca süren davalar Türkiye lehine sonuçlandı. Ancak başvurulan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) 2013’te politik bir karar alarak bunu onaylamadı. Orada mesele hâlâ sallantıda duruyor. (Konuya ilişkin daha geniş bilgi için Sanberk'in Milliyet gazetesinde yayımlanan makalesi: Hukuk ve vize hakkı) Bu mesele hukukun karmaşık labirentlerine yuvarlandığı için bizim hükümet daha pratik bir doğrultuya yöneldi ve “Göç anlaşmasını ben yaparım, ama bunun karşılığında sen de bana vize serbestiyeti verirsin. Zaten hakkımı yiyorsun” dedi. Bunu söyleyerek aslında biz hukuken kuvvetli olduğumuz bir kanun maddesinden kendi rızamızla vazgeçmiş oluyoruz. Bundan sonra bir daha o anlaşmaları ileri süremeyeceğiz.

- Dolayısıyla süreç ‘diplomatik bir başarı ama hukuki boyun eğiş’ mi?

Boyun eğiş belki doğru bir tanımlama değil. Belki pragmatik bir adım. Ama yasal bir hakkımızda feragat ettiğimiz açık. Bununla beraber hükümetin bu yönelimini doğru buluyorum. Hakikaten insanların kapılarda sürüklenmeleri büyük bir hüsrandı. Hakkımız olan vize serbestisini elde edememiş olmak geçmiş hükümetlerin de sorumluluğunu beraberinde getiriyor. “Vize için hukuku bekleyelim” dersen de olmuyor çünkü Avrupa’da sağ ve yabancı düşmalığı yükseliyor ve Türklere nasıl olumsuz baktıklarını biliyoruz. Ben girilen yoldan ümitliyim. Gerçekleşirse hükümet için hakikaten başarı olacak.

“Vize kalksa da bürokratik yük çok azalmayacak”

- “Geri Kabul Anlaşması hâlen vize kolaylığını Türk vatandaşlarının tamamına değil bazı meslek gruplarına tanıyor” ifadeniz nedeniyle soracağız, olası muafiyette bir meslek ayrışması mı olacak?

Pratikte öyle oluyor; iş adamları, sanatçılar bu hakları kullanıyor.  

- Ancak öyle bir hüküm yok, değil mi?

Hayır, öyle bir hüküm yok. Ancak dünya kadar belge istemeye devam edecekler. Bürokratik yük çok azalmayacak.

- Meksika’yla yapılan elektronik onay benzeri bir sistem kurulamaz mı?

Belki olabilir. Ama şimdi mesela evin varsa tapuların isteniyor. Bir kısmı istenmeye devam edecek, onların hangi belgeler olduğu henüz açıklanmamış olabilir.

- Göç ve vize anlaşmalarının gözden kaçan başka artı ve eksileri neler?

Avrupalılar, göç krizi çıkınca haklı bir paniğe kapıldılar. Zaten Yunanistan başta olmak üzere Euro krizinden dolayı sallantıdaydılar, ayrıca İngiltere’nin AB’den çıkmayı tartıştığı Brexit, sağın yükselişi, yerleşik partilerin güç kaybetmesi, başta Almanya için olmak üzere büyük bir tehlike ifade eden güçlü bir ırkçılık akımı karşısındalar. Bu soruların bütünü Avrupa Birliği için yaşamsal bir kriz oluşturuyor. AB’nin ulusüstü bir kurum olarak dönüştürücü gücünün devam etmesi Avrupa bakımından hayati, ki dünya ve bizim için de öyle. Merkel’in cesaretli girişimi sonucunda Türkiye ile akdedilen bu anlaşma bu bakımdan çok önemli. Almanya Başbakanı kimsenin gözyaşına bakmadı, hedefe kilitlendi. Ama bir yandan da “Türkiye’nin üyeliğine de taraftar değilim” diye açıkça söylüyor. Bu girişime karşı bizim reaksiyonumuz çok akıllıca ve vizyoner oldu. Türkiye “Ben bir Lübnan veya Ürdün değilim. Seninle aramda bir tam üyelik süreci var. Biz bu işe taktik olarak bakmıyoruz” dedi ve şantaj yapmadı. “İstediğimiz şey AB’nin de buna stratejik bakması” diyerek sorunu tam üyelik sürecimizin canlandırılması çerçevesine oturtan bir stratejik yaklaşım gösterdi. Ve şunu söyledi: “Kapattığınız fasıllar var. Sen bunu Kıbrıs gibi exogen dinamiklere bağladın. Birincisi, bunları tek tek kaldır. İkincisi, sana gelecek göçmenlerin burada kalmalarını sürdürebilmek için gerekli finansmanı sağla. Ve vizeyi kaldır.” Merkel, “Türkler stratejik bakıyor, haksız da değiller’’ görüşünü ortaklarına kabul ettirmeyi başardı. Ama bu zor anlaşıldığı için üç günde bir buraya geliyor ve bunu canlı tutuyor.

“Bölge için küresel düzeyde yeni bir Marshall Planı seferberliği”

Türkiye’den Yunanistan’a giden mülteci sayısının azaltılması ancak Yunanistan dışındaki Avrupa ülkelerinin daha fazla mülteci almayı kabul etmeleriyle mümkün olabilir. Üye ülkeler şimdi ayak sürüyorlar. Fakat Yunanistan-Türkiye yolu kapatılırsa bu kez Kuzey Afrika-İtalya yolu açılacak. O zaman da karşılarında anlaşma yapabilecekleri başka bir devlet bulamayacaklar. Bu sorunu çözmek için bize bir yerde mahkûm oldukları için kızgın bulundukları açık. “Türkiye bize şantaj yapıyor” diyorlar. Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, “Türkiye’ye söyleyenecek hiçbir şey yoktur, bundan daha iyisini kimse yapamaz” dediğinde doğru söylüyordu.

Göçmen krizinin çözümü Avrupa’nın daha fazla göçmen kabulüne bağlı. Bu konuda belki söylenece son söz şudur: 500 milyon nüfuslu AB ve zengin Körfez ülkeleri birleşerek göçmen meselesinin temel nedenleri olan kitlesel yoksulluk konusunu ele almak cesaretini gösteremezse bu kriz hiçbir zaman çözülemez. Bunun anlamı bölge için küresel düzeyde yeni bir Marshall Planı seferberliğidir.

- Erdoğan’ın Mart 2016’da vize muafiyeti ve üyelik hakkında konuşurken “AB yine sözünü tutmayacak” demesine yol açan AB’nin geçmişte attığı güven sarsıcı adımlar neler oldu?

Pek çok örnek var, ama sadece birkaç somut örnek vereyim: 2004’te Annan Planı’nın kabulü halinde KKTC’ye konulan ambargonun kaldırılacağı ve evvelce vaat edilen yardım ve imkânların yürürlüğe konulacağı sözü verilmişti. Ama Avrupalı liderler sonra geri adım attılar. Türkiye GB Protokolü’nü, söz verdiği gibi 25 Temmuz 2005 tarihinde imzaladı. Ama bunun karşılığında AB, verdiği sözlerin aksine ne ticaret tüzüğünü çıkardı, ne de yardımları yürürlüğe koydu.

3 Nisan 2003 tarihli AB Genişleme Antlaşması’na ek 10 No’lu Protokolu, Kıbrıs’ın mevcut üyeliğinin geçici bir durum olduğunu söyler, çözüm geçekleşene kadar AB mevzuatının sırf güneyde geçerli olacağını belirtir ve bu mevzuatın, adanın bütün yurttaşlarının yararına olmasını öngörür. Bu zaman zarfında AB’nin adanın kuzeyinde yaşayan Türklerin de kalkınmasına katkıda bulunmasını ve adanın entegrasyonu için özel bir ticaret rejimi uygulanmasını ve AB nin kuzeye doğrudan yardım yapmasını ve BM’nin süreci desteklemesini öngörür. Protokolün 2. maddesi, bunların yerine getirilmesi için Komisyon’un Konsey’e öneride bulunmasını ister. Nitekim

Konsey, 2004 yılında gerçekten de Komisyon’a bu öneride bulundu ve Komisyon’dan doğrudan ticari ve doğrudan ulaştırma yönetmenliğini çıkarmasını ve kuzeye koşulsuz yardımların başlatılmasını istedi. Doğrudan ticari yönetmenliği, doğrudan ulaştırma  yönetmenliği hâlâ çıkmadı, yardım ise kısıtlı ve koşullu başladı.

“Türk toplumunun otoriterliğe zaafı var”

- Türkiye’nin AB adaylığında ciddiyeti göstermek için şu sorunların çözülmesi gerektiğini söylediniz: 
1) PKK ile mücadelede güvenlik güçlerinin maruz kaldığı ithamlara inandırıcı cevap verebilme, 
2) Yayın yasakları, 
3) Tartışma sınırlamaları, 
4) Yıllarca sonuçlanamayan yargılama süreçleri, 
5) Uzun tutukluluk, 
6) Gazeteci, yazar, aydın ve akademisyenlerin yargı karşısına çıkma sıklıkları, 
7) Sosyal medyayı sınırlama, 
8) Yolsuzluk iddialarını takipsizlik ve en önemlisi 
9) Halkın bütününde demokratik topluma dönüşme heyecanının olmaması ve partilerin buna öncülük etmede isteksizliği.

Bu maddeler çok önemli ve sonuncusu belki en önemlisi. Halkımızın demokratik talebi yoksa yapacak bir şey yok. AB tam üyelik süreci bu nedenle de, yani Türkiye toplumunun  değişmesini ve dönüşmesini doğal bir sürece soktuğu için çok önemli.

- Bu görüşünüzü açan bir alıntınız daha: “Türkiye demokrasisini derinleştirmeden, dış politikasında ağırlığı Ortadoğu politikasına verir, önceliğini bu bölgeye kaydırırsa,  korkum otoriter bir Ortadoğu ülkesi olma cazibesinin toplumumuzda da giderek güçlenmesi. Aslında böyle bir cazibenin mevcudiyetini bugün dahi hissetmemek mümkün değil.” Sizce Türk toplumunun otoriterliğe bir zaafı mı var?

Evet, var.

- Açar mısınız?

Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana devlet kavramı süreklilik taşıyor. Unutmayalım, Osmanlı İmparatorluğu bir ordu devletti. Türkiye hiçbir zaman sömürge olmadı, yabancı tahakkümü altında kalmadı. Türküyle Kürdüyle her zaman bağımsız ve birarada yaşadılar. Bağımsız devlet kavramı, Tükiye için tarihi bir özellik taşıyor. Türkiye’nin bu özelliği, dünyada çoğunluğu Müslüman olan bugünkü devletler arasında tek örnek olması. Türk milleti Osmanlı döneminden beri devleti eleştirir.  Tarihte zaman zaman mevzii ayaklanmalar da oldu. Bugün de var. Bugün dahi devlete dair her şeyden, hastanesinden postahanesine, karakolundan konsoloshanesine kadar şikâyet ederiz. Ama devletin varlığı ne zaman bir ciddi tehditle karşı karşıya kalsa halkın hiç şüphesiz yüzde 100’ü değil ama hatırı sayılır bölümü devlete taraftar çıkıyor. Bu şunu gösteriyor; evet, Türkiye’de bugün büyük bir kutuplaşma yaşıyoruz. Ama bu kutuplaşmaya rağmen en son kamuoyu yoklamaları halkın yüzde 84’ünün en güvendiği kurumun silahlı kuvvetler olduğunu ortaya koyuyor. Devlete karşı kalkışma geleneği var, ama çoğunluğumuz bölünmeye de taraftar değil. Başka deyişle kitleleri dini, mezhepsel veya etnik nedenlerle devlete karşı topyekûn seferber etme ideali bir ütopya. Bu nedenle bölünme korkusundan kurtulmamız lazım. Buna mukabil otoriter bir yönetim altında yaşama alışkanlığımız var. Bu da bizim 21. yüzyılın gerektirdiği siyasi ve sosyal reformaları ve dönüşümleri yapmamızı kolaylaştırmıyor. Hep otoriter bir yapılar içinde yaşayan toplumlar kendilerini  kolayca dönüştüremiyor.

“Türk halkının önemli bir bölümünün ilave demokrasi talebi yok”

Almanlar bunu yaşadı, otoriter yönetimler yüzünden başlattıkları iki büyük savaş kaybettikten sonra kendi kendilerini milli bir değişikliğe evirdiler. Japonlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ama biz cumhuriyetten sonra yukarıdan aşağı devrimlerle modern bir devlet yaratmak için otoriter bir sisteme yöneldik ve bu devrimleri 20. yüzyılın ilk 20-25 yılında dondurduk. Bu otoriter geleneğimiz bizde hâlen devam ediyor. Türk halkının önemli bir bölümünün ilave demokrasi talebi yoktur dememizin sebebi bu. Çünkü bizi ancak yukarıdan bir gücün dönüştürmesi lazım. Biraz Rus dünyasıyla bu konuda benzerliğimiz var. Rus devrimleri dün ve bugün hep yukarından aşağı  gerçekleşmekte. Türkiye de AB katılım sürecine devam edebildiği ölçüde modernleşme reformlarını sürdürmesi mümkün olacak. Sürecin özü, önemi de burada, yani devamlılığında yatıyor zaten.

- Umut ettiğiniz yine Türk toplumunun dışarıdan/yukarıdan dönüştürülmesi. Bunları söylerken cumhuriyetin kurucularının demokrasi gibi bir dertlerinin olmadığını da söylemiş oluyor musunuz?

Böyle bir dertleri vardı. Ama stratejik bir vizyon olarak. Değişim eş zamanlı olmuyor. Atatürk dönemini kimse bir liberal demokrasi olarak adlandırmıyor, İnönü dönemi de böyle bir şey değildi, ama orada büyük bir dönüşüm oldu. İlk defa serbest seçimler yapıldı. 46’da hile vardı, ama 50’de serbest seçimle iktidar değişti. Bu Müslüman bir ülkede ilk kez oldu. Dönüşüm bu demektir. Değişimler her yerde büyük dirençle karşılanıyor. Biz daha çağdaşlaşmayı tamamlamadan Orta Doğu’ya doğru yönelirsek, ki yöneldik, doğal naturamız olan otoriterleşmeye çok daha kolay kayarız. AB’ye girdikten veya reform sürecinde ileri aşamalara ilerledikten sonra bunu yapsaydık bu kadar sıkıntı olmayabilirdi. Liberal demokrasi her iklimde yeşeren bir bitki değil.

“AK Parti Dönemi bir hayal kırıklığı oldu”

- Çok partili seçimlerden sonra her 10 senede bir asker Kemalist değerleri de öne sürerek iktidarını konsolide etmeye çalıştı. Bugün “Kemalizmin hatalarının bir sonucu olarak da AKP’de otoriterlik görüyoruz” der misiniz, Hasan Cemal’in ‘dindar Kemalistler’ çıkışına katılır mısınız?

Ben Kemalizm diye bir bilimsel bir düşünce sisteminin olduğunu kabul etmiyorum. Atatürk düşüncesi var, bu düşünce moderniteye, yani yaşanılan çağın gereklerine ve değerlerine erişilmesi, yani gerisinde kalınan dünya standartlarının yakalanması için pragmatik yol haritası. Ataürk’ün yetiştiği dünya içerisinde liberal demokrasi yoktu. Hedef moderniteydi ve bu, yaşanan çağın standartlarında temel hakların geçerli olacağı, hukukun üstün olacağı bir sistemdir. 1923’teki modernite vizyonu da bugünkünden çok farklıydı. Ve biz değişimleri sancılarla yaşadık, yaşıyoruz; gerek sivil, gerek askeri dönemlerde. Menderes’in, İnönü’nün, Atatürk’ün dönemi de otoriter bir dönemdi. AKP iktidara geldiği vakit demokrasi, özgürlükler ve modernitenin 2000’li yıllardaki anlayışıyla yönetime kavuşacağımız beklentisine kapılmıştık. Bir hayal kırıklığı oldu. Bu neden oldu? Bizde muhalefet partileri de otoriter geleneklere yatkındır. AB Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki maddeleri uygulamamız moderniteyi iyi kötü yakalamamız için aslında yeterli olur.

“Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü görmekten hâlâ rahatsız oluyorum”

- Sizin dönüşümüzü de merak ediyoruz; 2010’da Hürriyet Okur Temsilcisi Faruk Bildirici’ye Cumhurbaşkanlığı’nda başörtüsü görmekten rahatsız olduğunuzu söylemiştiniz. Bugün rahatsızlığınız geçti mi?

Bu görüşümde büyük bir değişiklik yok. Ben bir kadının başörtüsü takmasını kendi rızasıyla özgürlüklerinden bir fedakârlık olarak görüyorum.

- Kişinin kendi iradesini neden azımsıyor musunuz?

Azımsamıyorum. Kişisel tercihler saygıya layıktır. Ne var ki eleştiriye de kapalı olmamalı.

- Bildirici’yle konuşurken sözlerinize şöyle devam ediyorsunuz: “Cumhurbaşkanının eşi bir rol model. Davranışları,  giyimi, görüşleri ülkenin bütün hanımlarına örnek olur. (…) Şunu unutmayalım:  Cumhuriyetimiz sadece açık olanların Cumhuriyeti değil.  Başörtüsü Çankaya’ya çıkınca Cumhuriyet şimdiye kadar erişemediği ve kendini dışlanmış hisseden kitlelere uzandı, dolayısıyla güçlendi. Bu da, benim başörtüsü veya türban konusundaki görüşlerim ne olursa olsun, 100.yılına yaklaşırken Cumhuriyetimizin olgunlaştığını kanıtlıyor.” Kendi görüşünüzün uygulanmadığı bir Cumhuriyeti olgun olarak tabir etmek nadir rastlandığı için sizin tabirinizle sorsak...

Türkiye 78  milyon nüfuslu bir ülke. Ben herkesin benim gibi düşünmesini nasıl beklemiyorsam, milyonlarca kişinin de benim kendileriye aynı düşüncede olmamamı beklemelerinin doğal olduğunu düşünüyorum.

- Örneğin Emine Erdoğan, kıdemli bir diplomattan bunu duymayı varoluşuna da bir saldırı olarak görmez mi?

Başörtüsü tartışmasını artık geride bıraktığımızı düşünüyorum. Bence alıntıladığınız sözlerimin devamı görüşlerimdeki dengeyi sağlıyor. Bu görüşümü biraz daha açayım isterseniz. Burada mesele şu: Başörtüsü sorunu Türkiye’de artık kitlesel bir ayrışma olmaktan çıktı. Bu konuyu yeniden gündeme getirmekte bir yarar yok. Geçmiş yıllarda dini geleneklerine bağlı muhafazakâr orta sınıfın büyük kısmı cumhuriyetin kadın-erkek eşitliği ve laiklik gibi temel ilkelerinin devrimsel uygulamasını uzun zaman yukarıdan aşağı bir dayatma gibi hissetti. Geniş kitlelere yayılan bu duygular tabii cumhuriyetin ülke çapında geniş ve kapayıcı bir entegrasyon sürecinde kolayca ilerlemesine yardımcı olmadı. Oysa şimdi dindar muhafazakâr görüşleri savunan bir politikacının cumhuriyetin en üst makamına halkın oylarıyla geçmesiyle bu kitlenin cumhuriyeti bir bütün olarak daha sıkı sahiplenmelerine yol açmakta.

Bu da cumhuriyetin sentez yoluyla bütünleşme sürecini güçlendiriyor. Ne var ki bugün sahiplenilen bu cumhuriyetle kuruluş yılları sırasındaki cumhuriyet arasında 100 yıllık bir fark var. Bu fark dünya koşullarında da var.

“Emine Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’e yapılanlar cumhuriyetimizin ayıplarıydı”

- Başörtüsü nedeniyle Emine Erdoğan’ın GATA’ya alınmadığını, Hayrünnisa Gül’ün asker istemediği için Çankaya’da bazı noktalardan geçemediğini duyduk.

Bu yanlışlar cumhuriyetimizin ayıplarıydı.  

- Dışişleri’nde başörtüsüne benzer bir ayrımcılık yaşandı mı?

Hayır.

“Yarın Türkiye’nin başörtülü bir büyükelçisi olabilir, neden olmasın”

- Sizce Türkiye’nin ne zaman başörtülü bir büyükelçisi olur?

Yarın olabilir. Neden olmasın?

-2013’te kamu personelinin başörtüsü takmasının önü açıldığı ve diplomasi bir kariyer mesleği de olduğu için başörtülü bir büyükelçinin yurt dışına tayin  edilmesi ne kadar zaman alır?

Kadın büyükelçilerimizin tercihlerine ve hükumetin büyükelçi kararnamesi çıkarabilmekteki süratine bağlı. Türkiye’de askerler zamanı gelir, terfi ederler. Biz de, yani sivil bürokraside de terfiler yapılır ama yurt içine ve dışına tayinler çeşitli sebeplerle gecikebilir. Benim bildiğim bir seneden beri kararname çıkmıyor, sebebi de iç problemler. Ama Türkiye’de kadınların en fazla görev aldığı ve terfilerinin normal yapıldığı kurumlardan biri de Dışişleri Bakanlığı’dır. Son yıllarda bakanlığa giren gençlerin yüzde 40’a yakını kadın. Önemli sayılarda kadın büyükelçimiz de var.

- Cengiz Çandar, Hasan Cemal’in bugünü açıklamak üzere kullandığı “Ben değil, Erdoğan değişti” tezine dair bir parantez açarak “Türkiye’deki siyasal İslam’ın otokrasiye evrilme ihtimalini öngöremediklerini” söyledi. Murat Belge, referandum sürecinde ‘kandırılmış’ hissettiğini, Adalet Ağaoğlu da yetmez ama evet diyerek ‘enayilik yaptığını’ söyledi. ‘AKP’nin birikmiş sorunları çözme iradesi’ ve AB’ye katılım çabalarını takdir eden sizin süreç için benzer bir özeleştiriniz var mı?

Özeleştiri yapma konusunda hiçbir kompleksim yok. Benim için AK Parti’nin özellikle ifade ve basın özgürlüğü konusunda kendinde en ufak bir yanlışlık olmadığı görüşünü savunması, ‘onlar gazeteci değil terörist’  gibi beyanlarla yetinmesi büyük bir hayal kırıklığıdır. Kırılma noktamı sorarsanız, o da 2005’te AB müzakerelerine başlaması gibi tarihi bir sonucu elde ettikten sonra bu sürece birinci öncelik verilmemesi ve sürecin hangi sebeple olursa olsun duraklamasına izin verilmesidir. Bu duraklama, katılım sürcinin gereği olan toplumsal dönüşümü de yavaşlattı. Ne var ki bu sürecin durdurulmasına muhalefet de ciddi bir tepki göstermedi. Süreci sahiplenmedi. Demek ki  muhalefet de aslında kendisinin nüfuz edemediği o muhafazakâr dindar tabanı dönüştürmek istemedi.

Türkiye halkı olarak nasıl bir toplum modeli istediğimiz konusunda bir mutabakatımız yok. Kutuplaşmanın sebebi de bu. Toplum modelimizi bir dindar toplum olarak mı kurmak istiyoruz, yoksa temel haklara, sekülerizme dayalı bir toplum olarak mı? Modeli çoğunluklu anlayış temelinde dayatarak mı, yoksa yurttaşların gönüllü rızasına dayalı ve farklı görüşlere saygı temelinde mi kuracağız? Bu konulardaki zihin karışıklığı giderilmeden de anayasa değişikliği çok kolay yapılmaz.

- Erdoğan eleştirilerinize karşı o ünlü cümlesini tekrarlasa ve “Bizim yaptıklarımızı diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar” dese? 

Diyebilir. Dışişleri’nde ve muhtemelen bazı çevrelerde çok büyük bir coşku yaratmaz. Bazı çevrelerde ise yaratır. Toplumumuzdaki kutuplaşmaları azaltır mı? Bu sorunun yatını da size bırakayım.

“İsrail, Türkiye ile Anlaşmak için Gazze Ablukasından vazgeçmez”

- Bu yaklaşıma rağmen BM Soruşturma Komisyonu’ndaki Mavi Marmara incelemesinde Türkiye temsilcisi oldunuz. Bu teklif size nasıl geldi?

Dışişleri Bakanlığı bildirdi.

- İbrahim Kalın geçen hafta içinde “İsrail’le müzakerelerin son aşamasındayız” dedi ve Gazze’ye ablukanın kaldırılması dahil 2 maddede mutabakat sağlandıktan sonra anlaşma imzalanacağını söyledi. Sizce abluka maddesinde bir mutabakat olası mı?

Çok zor. İsrail için bu bir güvenlik meselesi. Güvenliğimi sağlayacağım diye bütün bir Filistin halkını insanlık dışı cendere altında tutması kabul edilebilir bir şey değil.

- İsrail, sizce Türkiye’yle Anlaşma için bu Politikasından vazgeçer mi?

Geçmez.

- Dolayısıyla anlaşma imzalanmayacak mı sizce?

Bir ülkenin bir diğer ülkeyle gül bahçesi ilişkisi olmaz, birçok sorunu olur. Türkiye’nin İsrail’den başka bir çok devletle ciddi sorunları var. Örneğin Rusya ile Yunanistan’la, hatta Amerika’yla... Ama başkentlerimizde büyükelçiler görevlerine devam ediyor. Böylece sorunlarımızı doğal yollardan çözümlemeye çalşıyoruz. İsrail’le de yapılacak iş, tüm sorunların çözümünü beklemeden artık süratle karşılıklı büyükelçi değişimlerinin gerçekleştirilmesi. Bu şekilde Gazze ablukasının kaldırılması veya hafifletilmesi politikamızın uygulanması için geniş hareket alanı kazanırız.


http://t24.com.tr/haber/ozdem-sanberk-gulen-cemaati-uyeleri-disisleri-bakanligina-abdullah-gul-doneminde-girdi,338609


***