20 Eylül 2020 Pazar

Yaralarım Benden Önce de Vardı...

Yaralarım Benden Önce de Vardı... Ben onları Bedenimde taşımak için doğmuşum.


Ulus Baker

17 Temmuz 2007 Salı


Metafiziği altetmek, demişti Heidegger, imkânsız! O, basit bir felsefi eğitim yöntemi değildir. Sanki birilerinin fikrini, kanaatini reddediyormuş gibi onu silip atamazsınız. Nietzsche'nin hakikat sorunu konusunda vurguladığı gibi, Dünya'nın Batısında yaşayan bir insan türü metafizik olmadan değil düşünmek, yaşayamaz bile. Bilginin bir şeyleri bilmesi modern metafizik varlıkbiliminin temelini atan Descartes'tan beri, Batı düşüncesinde neredeyse Varlığın tanımının ta kendisi haline geldi. Tanım ise kesinliktir. Freud, Heidegger ile paralel okunması gereken bir pasajında çağımızın çağrısını dışa vurmuştu: 

Bana hakikati değil, kesinliği ver. Nereden geliyor bu garip emniyet tutkusu, güvenli kesinliğe bunca yakarış? Heidegger aşağıdaki satırları yazarken, bir anlamda onun felsefi damarlarından biri olan Ernst Jünger'in erken dönem eskatolojisinden pek uzakta değildir: Varlık ilk hakikatinde olurken, istem olarak 

Varlık kırılmalı, dünya mahvolup gitmeye bırakılmalı, insanlar yalnızca emekleriyle başbaşa bırakılmalı. Ancak böyle bir çıkış sonunda Köken'in aniden bir yerlere oturması uzun bir zaman sürecek şekilde mümkün olacak... İşte bu olay daha şimdiden gerçekleşti. Bu olayın sonuçları dünya tarihinin bu yüzyılda  başından geçen olaylardan başkası değildir. Bahsedilen sonuçların Ernst Jünger'in doğumevi, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları olduğu besbelli. 

Onu Heidegger'den ayıran tek belirti, iki savaş arasının adamı olmaktan çok, savaşın kendisinin adamı olmasıdır. Birinci savaşın romantik gazisi; 

İkinci savaşın kaçağı... Ve iki savaş arasında, tıpkı Heidegger gibi, bilim ve teknolojilere dair yazıp durması da türdeş kılmıyor Jünger'in eserini -ne Heidegger'le ne de kendisiyle. Sonuç olarak 1895'te orta sınıf bir kimyacının evinde başlayıp 102 yıl savaşlarla ve barışlarla, umutsuz-umutlu çıkış ve gerileyişlerle geçen bir yaşamdan bahsediyoruz. Jünger'in dönemeçleri (Kehre) kuşkusuz Heidegger'inkinden daha fazla sayıda ve daha belirgin: Orta sınıf evde baba otoritesi (ileride Thomas Mann'ın üslubundan sürekli şikayet edecektir), artı baskıcı katolik okulları, ikili bir kaçış istemini kaçınılmaz kılacaktır: Aşırı okumalar yoluyla kaçış ve dışarıya, başka bir yaşama doğru. Birincisi yazar Jünger'i, ikincisi asker Jünger'i yaratacaktır. Aslında anti-semitizmden başka pek bir özelliği olmayan 

Wandervogel (Yitik Kuşlar) gençlik grubuna belirsizce katılışı hem aydınlık değildir hem de onu kesmez. Fransız Yabancı Lejyonuna yazılarak Afrika'ya gider, 

Kilimanjaro yollarında kaybolunca, ailesi tarafından Alman Dışişleri marifetiyle geri getirtilir. Neyse ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verir de genç adam burjuva  dünyasından bir kez daha uzaklaşmak fırsatını bulur -cephede çeşitli birliklere kumanda eder, defalarca yaralanır, savaşın sonunda Alman Ordusunun en yüksek 

Liyakat Nişanıyla onurlandırılır.

Savaşın Jünger'in hayatında bir dönüm noktası olduğunu söylemek yetmez. İki savaş arasında yazdığı ilk eserlerin temaları, bir taraftan Jung konservative  (Genç-Muhafazakar) sağcı ideolojilere bağlanıyorsa, öte yandan derinden derine bir savaş uygarlığının portresini çizerler. Üstelik, yakın dostu, Die Totale Staat'ın 

(Topyekün Devlet) kuramcısı Carl Schmitt'ten bile daha derin bir eleştiriyi burjuva romantizminin dünyasına karşı yöneltecektir: 

Bu son savaş ülkeler arasında  geçmedi - biri geçmekte olan, ikincisi gelmekte olan iki çağ ve iki yaşam tarzı arasında geçti. 19. yüzyıl burjuva ferahlığının, geleceğe yönelik orta sınıf düşleminin dünyası, bütün hatlarıyla ve kurumlarıyla geleceğin bu saldırısı altında tuzla buz olmaya gidiyorlar. Ve kazananı kaybedeni olmayacak bu savaşta geleceğin saldırısı global bir endüstriyel toplumdan gelmektedir -Der Arbeiter'da (İşçi) vurgulandığı gibi, barış zamanı emek örgütlenmesi, ağır demir-çelik ve metalurji endüstrilerinin gerektirdiği gibi, ordudaki askeri örgütlenmenin tıpkısı olmaya doğru gitmiyor mu? İşçi=asker eşitliği işte bu gelecek dünyadır. Anlıyoruz ki Nazilerle ilk flört  yıllarındaki Jünger, henüz ütopyasızdır ve bu ateş, çelik, kan dünyasını belli belirsiz bir nihilizmle onaylamış görünmektedir. Yine de Max Weber gibi liberallerle, 

Sombart gibi tutucu-devrimci iktisatçıların özellikle Alman kulaklara hoş gelen bir çözümlemesi söz konusudur yalnızca: Ağır endüstriyel kurumlaşma otoriter 

devleti, hafif endüstriyel stratejiler ise Batılı, liberal ve demokratik devleti sırtlarında taşırlar. Diyebiliriz ki faşist Jünger, liberal öncülerinden daha samimidir bu formül konusunda: Madem böyle bir gelecek kaçınılmaz bir surette yeryüzünü egemenliği altına alacaktır, o zaman her düzeyde onunla anlaşmaya çabalamak gerekir: 

Makine bireyi saracak ise, birey de makinayla bütünleşecek ve ülkelerin çelik ve asfalt damarlarından akacaktır. Bu düşüncelerin eş-titreşime girdiği bir felsefe vardır: 

Spengler ile Stato totalitario öğretmeni Giovanni Gentile... Bir de siyasal grup vardır -sonradan Hitlercilere ters düşecek Ernst Niekisch'in milliyetçi Bolşevikleri... 

Kısaca söylemek gerekirse, Jünger'in de hatırı sayılır katkılarda bulunduğu kafa karışıklığı had safhadadır.

Yine de Jünger'in kafa karışıklığı, Nazilerin yükseldiği dönem boyunca farklı türden, kendine özgüdür: Erken gençlik yıllarında başlattığı innere Emigration  (içeriden göç), onu politik eylem alanına gönül ferahlığıyla dalma konusunda rahatsız etmeyi sürdürür. Çok geçmeden, onun iki ana formülünün, şu Neue Topografie 

(Yeni Topoğrafya) ile Die Totale Mobilmachung'un (Topyekün Seferberlik) üzerine atlayan Naziler ile örtük bir bozuşma sürecine girecektir. Formül oldukça politik ve tuhaftır: Her şey tamam da Goering gibi bir adamın Reichswehr'in başında işi nedir? Sorunun daha derin çatlaklardan kaynaklandığı zamanla belli olur. 

Jünger, Hitler savaşı çıkarana dek Nazilerden gizli uzaklaşmasını sürdürür. Savaş yılları bir nevi sürgündür -Fransa ile Almanya sınırında Kirchorst'da çakılır kalır. 

1944 yılında ise, oğullarından ikisini de kaybeder -birini cephede, ötekini kendisinin de desteklediği anlaşılan Hitler suikastı sonucu, kurşuna dizilmiş olarak... 

Alman ordusu, Nazilerle süregiden iktidar mücadelesi içinde eski harb gazisine kol kanat germiştir.

Ama savaş yılları bir kez daha Kehre'ye yol açar -artık çağdaş Alman edebiyatının en güçlü yazarı sahneye girmekte, büyük dönüşüm yepyeni bir topoğrafya üzerinde tamamlanmaktadır -Auf Der Marmorklippen (Mermer Yalıyar) kitabı 1939'da, herhalde büyük bir cesaret gösterisi olarak yayımlandığında artık ikinci bir Jünger ile karşı karşıyayız. İki kardeş, Akdeniz'de bir kayalık yalıda, sakin bir köye çekilirler. Tehditkar Ormanlı'nın saldırısı yaklaşmakta, kasabanın kenarlarını sarmakta, iç huzuru mahvetmektedir. Ve iki kardeş inanılmaz bir şey yaparlar: Başka bir sakin köye çekilirler! Kaçış çizgisinin böyle bir formülü hem eşsiz hem de tuhaftır. 

Formülleri en yalın halleriyle tesbit edilmeksizin Ernst Jünger okumak, biraz edebi-şiirsel hazdan öteye eserin gerçek anlamda kavranmasına götürmeyecektir. 

İçeriden göçün formülü şudur: Saldırı baş gösterdiğinde bir adım geriye kaçacaksın...

Benzeri bir formül, o dönemin jurnallerin de de baş gösterir -savaş ve yıkım en çılgın dehşetiyle devam etmekte iken sükunet! Bu sükunet ise asla teslimiyet değildir: 

Her şey bittikten sonra savaşa sarf edilen onca ömrün ardında, alaycı, geride kalacak olan bazı şeylerle, doğayla, yollarla, tarlalarla çok gizli bir suçortaklığı vardır. 

İkinci bir formül ilkini tamamlamaya gelir: Nihilizm her türlü düşünceye oranla daha şanslıdır. Dünyanın akışının muazzam sürati, en hareketsiz parçacığı, bir tohum tanesini bile mutlak bir güce eriştirir. Artık en yumuşak en serttir...

Böylece Ernst Jünger'in eserinde bazı formüllerin işbaşında olduklarını, yazınsal uzamın içinde çoğu zaman apansız ama son derece büyük bir keskinlikle sivrilmekte olduklarını söylemiş oluyoruz, Die Glasernen Bienen (Sırça Arılar) tedirginlik verici ölçüde neşeli birkaç formül sunmaktadır -özellikle etik ve ahlak konularında. 

Her zamanki gibi bir savaş gazisidir ve harb yıllarında ince beceriler gerektiren top mermisi sanayiin de istihdam edilmiş, savaş sonrasının doğal ortamında iş bulamamaktadır... Çeşitli işler arasında söz gelimi sigortacılığı deneyecektir. Savaş sonrası için en olanaksız iş! Hangi kapıyı çalsan eksik kol ve bacaklar... 

Nihayet Hearst benzeri ütopyacı bir zenginin malikâne-fabrikasında üst düzey sekreterlik gibi bir iş bulur - hafiften kaçık patronu dev metal endüstrilerinin  korkunçluğundan uzakta, çok küçük robotçuklar yapımına tüm sermayesini vakfetmiştir: Cam arılar. Ve tıpkı Jünger gibi koleksiyon meraklısıdır: Savaş araçları, yitik organ parçaları ve savaş hekimliği malzemeleri -kopartılmış kulakların, organların vahşi sergisi şok etmişti beni, diyor Jünger. Eski savaşların imgeleri arasında (ne İlyada'da ne de başka bir yerde) savaş kol bacak kaybetmelerle, sakatlıklarla ilgilenmez. Ancak hilkat garibesi devlere ya da demonlara yakıştırılır sakatlıklar: Tantalos, Prokrustes... Oysa günümüzden şu manzaraya bakın hele: Utangaç ve övüngen, ikiyüzlü savaş hekimliğinin hemen sarılıverdiği neşter ahlakına bakın. Ya da tren istasyonlarında toplanan sakat dilenciler ordusuna. Ve işte eserin ana formülü: Sakatlıkların kazalardan kaynaklandığını düşünmek optik bir yanılgıdan başka bir şey değildir... Dünya ve tarih henüz rüşeym halindeyken sakatlanmış bir ırk olduğumuzdan gelmektedir bunca kaza başımıza... 

Böyle bir optik yanılgı teması hem poetik hem de derinden felsefi-politik mesajlar taşımaktadır: Jünger gibi I. Dünya Savaşı'nda yaralanan ve ömür boyu bir yatağın yalnızlığına terkedilen Fransız şair Joe Bousquet'nin Stoacı formülüyle buluşması şaşırtıcı değildir -yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde  taşımak için doğmuşum...

İlerlemenin, kayıp ve eksiklik üzerine kurulmuş bir uygarlığın vazgeçemediği bir efsane olması kolayca anlaşılabiliyor. Muhafazakar Jünger artık bazı tedbirler önermek zorunda hisseder kendini -Kant'ın ahlak doktrinine uygun yaşamaya çalışmak ne mene bir hayat getirir? Biraz ana-baba terbiyesi daha önemli değil mi? 

Böylece, devler dünyasına yönelen erken Jünger'in aksine, savaş sonrasının Jünger'i ısrarla küçük şeylere, ufak ayrıntılara, minimalizme yönelecektir. 

Adorno'nun Minima Moralia'sında olduğu gibi, efendiler kültünün, çağdaş tiranlıkların derin bir sosyal eleştirisidir bu.

Ernst Jünger'in Kehre'sinin mutlak olduğunu asla düşünmemek gerekir. Önce onaylayarak ortaya attığı temalar (sanayi-savaş, geçmiş-gelecek, nihilizm) geç dönem eserlerinde bir kez daha ortaya atılırlar: Bu kez derin ve minimal bir toplumsal eleştirinin yeğinliğiyle. Yazınsal saydamlık ve minimal etkilerin edebi kudreti bu eserin formüllerini gölgelememektedir. Ernst Jünger'in eseri bize şunu söyler: Dünya, Tarih ve Hayat, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta dururlar.


Birikim Dergisi

Ocak 1988, Sayı 4

https://www.birikimdergisi.com/guncel/1052/yaralarim-benden-once-de-vardi


***

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar Edilmesidir,

“Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 



Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini her gün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 

(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.

Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun,  dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye  damgalanmıyor olmalarıyla ayırd edilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.

Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 

Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”


Borges – Ulus Baker

Alçaklık ve İhanet Kuramı

www.cafrande.org


*********


BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR ;


Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum – Ulus Baker

“Masum siviller” ne kadar masum? Alçaklığın Modern Tarihi – Tarık Aygün

Sevginin Nefretle İlişkisi: Spinoza ve Aşkın Diyalektiği – Ulus Baker

Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: Hayatın Geometrisi – Ulus Baker

www.cafrande.org


   


19 Eylül 2020 Cumartesi

HİTLER VE ATATÜRK MUKAYESESİ

HİTLER  VE  ATATÜRK MUKAYESESİ.,


Adolf Hitler'in Atatürk Hayranlığı.,

04.01.2010

    Adolf Hitler’in hayranlık beslediği devlet adamı ve askerler arasında Mustafa Kemal Atatürk de vardı. Hitler, Atatürk’e hediye ettiği zırhlı bir Mercedesle de gösterdiği bu hayranlığını çeşitli vesilelerle hep yinelemiştir. Versailles Anlaşmasını yırtarken, Sevr’i kastederek `Atatürk’ün 10 yıl önce yaptığını biz şimdi yapabiliyoruz’ deyişi ünlüdür. 

Ancak, Hitler’in Türkiye’de pek bilinmeyen bir kitabında da Atatürk hakkında söyledikleri çok dikkat çekici. 

`Hitler’in Sofra Sohbetleri’ adlı bu kitap, Alman devlet adamının 2. Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken gizli karargahındaki akşam yemeklerinde yaptığı konuşmalardan oluşuyor.

Kitapta, Adolf Hitler'in Atatürk'ten bahsettiği bir kaç çarpıcı başlık

İngilizce çevirinin 3. baskısında 223. sayfada şunu söylüyor:

“Arkasında Ordusu olmayan bir kumandan uzun süre ayakta kalamaz. Atatürk de iktidarını Halk Partisi sayesinde güvenceye aldı. İtalya’da da aynı şey geçerli.”

Kitabın 607. sayfasında şunları söylüyor:

“Bizim amacımız dünyayı Nazi egemenliği altına almak ama ben Türkiye ile hiç bir zaman düşman Olmayacağım...yani, dünyada savaşmayacağım tek ülke Türkiye'dir.”

"Benim ustam Il-Duce'dir, ama onun ustası da Mustafa Kemal'dir."

"Bütün enerjimi Atatürk'ten alıyorum.O'nun hayatı bizim feyizli ışığımızdır."

“Mustafa Kemal'in ilk oğrencisi Mussolini,ikinci öğrencisi de benimdir.”


http://archive.org/details/AdolfHitlerinAtaturkHayranligi



***


18 Eylül 2020 Cuma

IRAK VE SURİYE DE NE KAZANDIK DOĞU AKDENİZ DE NELER KAYBETTİK BÖLÜM 2

 IRAK VE SURİYE DE NE KAZANDIK DOĞU AKDENİZ DE NELER KAYBETTİK BÖLÜM 2


2. DİNİ DAYATMACILIK, YAYILMACILIK VE BÜYÜK İSRAİL

Eski Türkiye mütedeyyin insanların yaşadığı Tanrı ile arasına gereksiz insan, cemaat ve dinci grupların girmediği inancını asaleti ile yaşayan insanların bulunduğu bir Türkiye idi. İslam’ı gerçek mecrasından çıkaran Emevi anlayışı ile güçlü bir şekilde mücadele edilirken ülke şimdilerde mezheplerin, tarikatların, cemaatlerin, dinci grupların devleti ele geçirmek için kıyasıya mücadele ettiği bir noktaya gelmiştir. Gözleri örtülü gruplar bu arada Hıristiyanlığın yükselişini görememişlerdir. Fıkhi ve İtikadi mezhepler ve bunların kolları arasındaki tartışmalar, tarikatlar ve onların bölümleri içindeki anlamsız siyasallaşma ve şirketleşme hareketleri Müslüman Kardeşler ideolojisi, daha da ilerisi bir Müslüman ülkenin mezhep olduğu tam olarak ifade edilemeyen Vahhabiliği ülkenin dini olarak kabul edip Müslümanlar arasında yayma isteği ve diğer bazı meseleler, İslam’ı bir mezhebe göre Cennet gidebilirsin, diğer bir mezhebe göre de Cehenneme gideceksin noktasına getirmiştir.  Sözde TANRI’nın varlığına inananların İslam’ı böylesine çığırından çıkarmaları İslam adına utanç vericidir.  İslam’ın mukaddes saydığı değerleri hiçe saymak, terör orduları kurmak, insanlığa karşı suç işlemek, adam öldürmek, şehirleri yakıp yıkmak ve de Hıristiyan dünyasından savaş makineleri almak İslam bu mudur?

Hıristiyan dünyasında neler oluyor? Aslında Ortadoğu konusunda yazılanlar, çizilenler, konferanslar, siyasi söylemlerin Hıritiyan’ların dünyaya bakış açılarından değerlendirilmesi doğru olur kanaatindeyim… Bu Hıristiyan ve Yahudi alem ne yapmak istiyor? Nereye nasıl gitmek istiyorlar? Müslümanları içinden çıkılamaz bir hale getirdikten sonra amaçlarını gerçekleştrmek için önlerinde kalan engel nedir? Neye inananarak dünyayı değiştirmek istiyorlar? Eski Ahit, Yeni Ahit, Kitab-ı Mukaddes, Vadedilmiş Topraklar, Ahit Sandığı, Kutsal Kâse, Armageddon, Metodistler, Neoconlar, Evanjelistler ve Mesih…

‘’Rab’bin Yeşu’ya buyruğudur:1.RAB, kulu Musa'nın ölümünden sonra onun yardımcısı Nun oğlu Yeşu'ya şöyle seslendi:2. "Kulum Musa öldü. Şimdi kalk, bütün bu halkla birlikte Şeria Irmağı'nı geç. Size, İsrail halkına vereceğim ülkeye girin.3. Musa'ya söylediğim gibi, ayak basacağınız her yeri size veriyorum.4. Sınırlarınız çölden Lübnan'a, büyük Fırat Irmağı'ndan - bütün Hitit ülkesi de içinde olmak üzere - batıdaki Akdeniz'e kadar uzanacak’’.

ABD ve Batılı müteffiklerinin tek gayesi kendilerine yol gösterdikleri sandıkları Tevrat ve İncil’den esinlenerek Ortadoğu’da bulunan ülkeleri ve Türkiye’yi parçalamak, bölmek, yok etmek ve de Türk’leri geldikleri yere Orta Asya’ya göndermek için ayak oyunları dâhil her türlü desiseyi politika sahnesine sürmüşlerdir. ABD ve geleneklerine sadakatla bağlı olan batılı devletlerin dini konularda ciddi yaklaşımları olduğu bilinen bir gerçektir. Katolikler, Ortodokslar, Protestanlar, Püritenler, Metodistler, Mormonlar, Neoconlar, Evanjelistler ABD’de ve de Hıristiyan dünyasında siyasetin şekillenmesinde ve yönetimde papazlarla başlayan halkı bıktıran yönetim biçimlerinden günümüze dek güçlerini kullanarak gelmişlerdir. A. de Tocqueville 1850’li yıllarda ABD demokrasisinin şekillenmesi ve demokratik rejimin gelişiminde dinin ve dini grupların önemine dile getirmiştir. Püritenler ve onların devamı olan Evanjelistler Tanrı ile Hz. İbrahim (MÖ.2000?-MÖ.3000?) arasında yapılan sözleşmenin önemini dikkate alarak din anlayışlarına katı bir çerçeve çizmişlerdir. Peki, ABD Başkanlarından Carter, Nixon, baba-oğul Bush’lar ve Trump’ı destekleyen evanjelizm nedir? Evanjelizm, kesin bir ifadeyle dünyayı Hıristiyanlaştırma hareketi olarak tanımlanmaktadır. Evanjelizm’de İsa Mesih önemli bir figür olup, Yeni Ahit’te var olduğuna inanılan İsa Mesih’in söylediği ’’ Yeryüzünde ve gökte bütün yetkiler bana verildi. Gidiniz tüm dünyada İncil’i, Hıristiyanlığı yayınız.’’ ifadesiyle ve de benzeri söylemlere dayanarak uzun süredir ABD’deki güçlerin fikir birliği, bütünlüğü içinde dünyayı yeniden kurma yolundaki bir kalkışmadır. Siyonist Hıristiyan hareketi olarak kabul edilen Evanjelizm’e göre İsa Mesih dünyaya ikinci kez geldiğinde Yahudiler ve Evanjelistler kendilerine karşı olanlarla yani Yecüc ve Mecüc ordusuyla savaşacaklar -Armageddon Savaşı, Kudüs’ün 55 Km. kuzeyinde Megiddo Ovası-ve zafer onların olacak ve neticede Büyük İsrail kurulacak devamında da Irak, Suriye başta olmak üzere tüm Arap ülkeleri Büyük İsrail’in hâkimiyetine girecektir. ABD’deki bu yapılar dikkatle izlendiğinde BOP’un, Arap Baharı’nın, K.Afrika’daki isyanların, Ortadoğu’ya terör örgütlerinin yerleştirilmesinin sebebi kolayca anlaşılmaktadır. 27 Kasım 1947’de Kudüs’ün milletlerarası statüde bir şehir olarak kabul edilmesine rağmen, 1187’de S.Eyyubi tarafından Haçlılardan alınan bu kutsal ve kadim şehir İsrail’e adeta hediye edilmek istenmektedir. 

Niçin?

Ne kadar doğrudur bilemem ama New York’taki Özgürlük Anıtı’nın ABD için kutsal görsellerle dolu bir anıt olduğunu biliyor muydunuz? Bu heykelin başında bulunan yedi tacın yedi kıtayı, sağ elindeki meşalenin barış ve huzuru, sol elinde kitap ki, üzerinde 4 Temmuz 1776 ABD bağımsızlık bildirgesinin tarihi yazılıdır ama aslında Kitab-ı Mukaddes’i temsil ettiği ileri sürülmektedir. Sayın A.R.Bayzan’ın Türkiye’de Amerikan Misyonerleri adlı çalışmasının başlangıç bölümünü tüm okurların dikkatine sunuyorum: "ABCFM'ye (The American Board of Commissioners for Foreign Missions-Amerikan Protestan Misyoner Kuruluşu)  göre Türkiye Türklerin değildir. Bir misyonerin ifadesiyle; 'Biz Türkiye'de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul, hastane açıyoruz, ilaç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türkler bizi istemeyebilir; ama oranın sahibi Türkler değil ki...' Bu güç oyuncularının hiç de acelelerinin olmadığını ve ölümü bile göze aldıklarını belirtmek gerek. Protestan bir misyoner şöyle yazıyor: Hıristiyanlığın en büyük ve en muntazam rakibi İslamiyet'tir. Türkiye en güçlü Müslüman ülkedir. Gerekirse bu amaca ulaşmak için beş yüz sene bekleyeceğiz, nihayet buna muvaffak olacağız. Ve unutmayalım ki, mukaddes hizmetimiz sona erinceye kadar pek çok şehit kanı akıtacağız’’

Bir yanda İslam’ın yüceliğini bir tarafa bırakıp teröristleşen Müslümanlar, bir tarafta krallıklarında aç yatan halkına rağmen sefa içinde yaşayan Müslüman krallar, başkanlar, yöneticiler, diğer taraftan İslam’ı yok etmek için emperyalist ülkelerle işbirliği içinde olan hükümetler. Ne oluyoruz? Dünya zevkleri ve nimetleri sanırım ahirettekilerden daha hoş geliyor? Başka bir cevabı var mıdır? Diğer yandan Tanrı’nın Hz. İbrahim ile yaptığı anlaşma sonucu Arz-ı Mev’ud-Eretz İsrail- için dünyayı yok etme pahasına savaşmak… Şayet dünyayı yönetenler akıl, bilim ve tarihi geçeklerden uzaklaşarak efsanelerle ülkelerini ve dünyayı yöneteceklerse vay halimize… Türkiye’de yönetimde söz sahibi olsun olmasın tüm siyasilerin, yöneticilerin, yazarçizerlerin, din adamlarının, komutanların ve aydınların bu meseleleri iyi öğrenmeleri geleceğimiz açısından önemlidir. Hele benim dinim kutsaldır diyenler, milliyetçilik konusunda beka ile yatıp beka ile kalkanlar ve halkçılık adına sokaklara dökülenler sizler okuyunuz, okutunuz ki gerçekleri görebilesiniz. Güçlü olamazsanız gelecek kuşakları bir kara deliğin içine atmış olursunuz…

Petrol, Doğalgaz yok, Türkiye’ye uluslararası arenada destek yok, Doğu Akdeniz’de birlikte çalışma isteği yok, Adalar Denizi’nde Yunan’a ses çıkarma yok, Türkiye’nin güney sınırlarındaki teröre şiddetle karşı çıkma aklılarına bile gelmiyor. Ama ülkeye sığınmacı ithalatına destek var. Kimdir Türkiye’nin yanında yer almayan bu ülkeler? Müslüman kardeşlerimiz! Yani ÜMMET!.

Artık bu ümmet sevdasını bir yana bırakarak, bilim adamlarının, vatanseverlerin, monşerlerin, inananların, tarihi gerçekleriyle anlatanların, Türkiye’nin geleceğini doğru tanımlayan insanların sözlerine kulak veriniz. Halk aç, bitap, güvenliğinden ve geleceğinden emin olmadan ne kadar dayanabilir?

https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/irak-ve-suriye-de-ne-kazandik-adalar-denizi-nde-ne-kaybettik-dogu-akdeniz-de-ve-libya-da-ne-alacagiz


***

IRAK VE SURİYE DE NE KAZANDIK DOĞU AKDENİZ DE NELER KAYBETTİK BÖLÜM 1

IRAK VE SURİYE DE NE KAZANDIK.,   

DOĞU AKDENİZ DE NELER KAYBETTİK., 

BÖLÜM 1


IRAK ve SURİYE’DE NE KAZANDIK, ADALAR DENİZİ’NDE NE KAYBETTİK, DOĞU AKDENİZ’DE ve LİBYA’DA NE ALACAĞIZ?

Yazan  Muhittin Ziya Gözler 

03 Şubat 2020



IRAK VE SURİYEDE NE KAZANDIK 

Türkiye’nin kördüğüm olmuş meselelerini gergin, sıkıntılı, mutsuz ve hamlelerini doğru yapabilme konusundaki tecrübesizliğini ve giderek artan yalnızlığını açıklayabilmek için içinde bulunduğu şu iki hususu dikkate almak gerekmektedir.

1. Bulunduğu coğrafyadaki enerji kaynaklarının durumu,

2. Dini dayatmacılık ve yayılmacılık ve Büyük İsrail.

1. ENERJİ KAYNAKLARI

Kalkınmanın, teknolojide önde gitmenin ve bilimsel çalışmaların öne çıktığı ülkelerde enerji kaynaklarının hem çok fazla hem de verimli kullanıldığı bilinen bir gerçektir. Bu kaynakların dünyada ki varlıklarına kısaca değinelim: Dünya petrol rezervi 244.1 milyar ton olup bu rezervin %48.3’ü olan 113.2 milyar tonu Ortadoğu ülkelerindedir. Doğalgaz rezrevi ise 196.9 trilyon m3 olup bunun %38.4’ü olan 75.5 trilyon m3’ü Ortadoğu’da bulunmaktadır. Dünya sadece bu rezervleri kullansa bu coğrafya 25-30 yıl yetecek bir potansiyele sahiptir. Diğer taraftan Afrika ülkelerindeki petrol rezrevi 14.0 milyar ton (%6.2), doğalgaz rezrevi de 14.4 trilyon m3’ tür (%7.3). Tüm dünyada petrolün %19,7’sini ABD, %15,9’unu Avrupa, %13,8’ini Çin, %5,1’ini Hindistan, %3,9’unu Japonya, %3,3’ünü Rusya tüketmektedir. Dünya petrol üretiminin %33,5’ini yapan Ortadoğu ülkelerinin tüketimdeki payı %8,8’dir. Doğalgazın tüketiminde ABD’nin payı %21,2, Ortadoğu ülkelerinin %17,8, Avrupa’nın %14,3, Rusya’nın 11,8, Çin %7,4’dür. 2018 yılında dünya elektrik üretimi 26.614,8 TWh’tır. Bunun %26,7’sini Çin, %16,8’ini ABD, %15,3’ünü Avrupa, %5,9’unu Hindistan, %4,7’sini Ortadoğu ülkeleri ve %4,2’sini Rusya üretmektedir (Petrol ve doğalgaz rezrevleri içinde dünyada mevcut 55 milyar ton olan tight oil ve 212 trilyon m3 olan şeylgaz rezrevleri dahil edilmemiştir). Bütün bu rakamlar gösteriyor ki, Batı Doğu’nun tüm enerji kaynaklarına adeta mahkumdur. Kendi kaynaklarını mümkün olduğunca az kullanarak gelecek nesillerine bırakmak ve bu Mülüman toprakları açlığa, yoksulluğa terk ederek hayallerinin gerçekleşmesi önünündeki engelleri kaldırmaktır. Zengin enerji kaynaklarının sahibi olan Ortadoğu ülkelerinin bu fakirliğinin en önemli sebebi halkın hemen her olaydan bi-haber olmasıdır. Fetvalarla idare edilen, kralın ya da otoriter liderlerin yanındaki bir avuç azınlığın ülkelerini dış güçlerin kontrolünde idare etmeleri bu ülkeleri fakirliğin pençesinde adeta kıvrandırmaktadır. Peki, dostane ilişkiler içinde olduğumuzu sandığımız bu enerji kaynağı Müslüman ülkelerinin kıyısında bulunan Türkiye’nin enerji görünümü nedir? Topraklarından 8300 km uzunluğunda uluslar arası boru hattı geçen ve boru hatları ile doğalgazda yaklaşık 108 milyar m3, petrolde 120 milyon ton kapasiteye sahip bir potansiyeli nakleden Türkiye, enerji kaynakları için yılda ortalama 45-50 milyar dolar enerji faturası ödemektedir. Ümmet diye sarıldığımız halklarını Müslümanlığı kullanarak fakirliğe mahkum etmiş bu enerji kaynağı sevimsiz ülkeler, Türkiye enerji kaynaklarını ucuza mı satmaktadırlar? Türkiye ile daha çok mu ticaret yapmaktadırlar? Türkiye’nin haklarına sahip mi çıkmaktadırlar? Emperyalizm bu Müslüman ülkeler için bir mana ifade etmekte midir?

Ortadoğu’daki tarihi olayları, gelişmeleri tarihçilerin çalışmalarına, araştırmalarına ve uluslar arası seviyedeki yorumlara bırakarak bu kadim topraklardan çekilmek zorunda bırakılan Türkiye’nin son yıllardaki Ortadoğu, Arap, Adalar Denizi, Doğu Akdeniz politkalarının sonuçlarına bakalım. Barış ilkesi niçin terkedildi? Türkiye bir şeyler kazandı mı? Bilindiği gibi TC Devleti’nin, 20 Nisan 1931’den bu yana izlediği genel siyaset ve hukuk anlayışı ’’Yurtta Barış Dünyada Barış’’ ifadesiyle resmiyet kazanmış ve de vazgeçilmez bir ilke olarak Cumhuriyet Hükümetleri tarafından sürdürülmüştür. Gerçek odur ki, Türkiye uzun yıllar komşu olsun olmasın tüm ülkelerle hiçbir zaman savaş ve sonucunda toprak ilhakı üzerine bir politika takip etmemiştir. Bütün meselelerini diplomasiyle ve barışçı bir şekilde çözülmesi konusunda dost düşman tüm ülkelere tavsiyelerde bulunmuştur. Ne var ki, 1936 yılında Churchill’in şu sözü dünya barışına indirilmiş bir darbe olarak hafızalara kazınmıştır. ’’Bir damla petrol bir damla kandan daha değerlidir’’ (şimdilerde bu kan bir milyon damlaya yükselmiştir). İşte bu anlayış giderek emperyal ülkeler ve onların ÇUŞ’ları için bir ilke olarak kabul edildiği içindir ki, dünya barışı terk etmiş ve enerji kaynakları bakımından zengin ülkelerdeki katliamlar, hükümet darbeleri süre gelmiş ve de yabancı istihbarat güçlerinin ve Hıristiyan misyonerlerin, tarikatların kötülük adına cirit attığı bri dünya meydana gelmiştir. Yeşil Kuşak Projesi, BOP, İslami Sosyalizm, Arap Baharı, Adalar Denizi’ndeki işgaller, Doğu Akdeniz çıkmazı, Kuzey Afrika ülkelerinin istikrarsızlığı, Ortadoğu’nun içine bomba gibi yerleştirilen terör örgütleri, Türkiye’den toprak alarak bir Kürt devleti kurma isteğiyle yanıp tutuşan ABD. Bu ortamda ülkelerin parçalanma planları içinde Türkiye ne yapmak istemektedir? Bugüne dek yaptıklarında kendi payına düşen nedir? Takip edilen dış politika sonuçları milli bütünlüğümüz açısından doğru mudur? Bu ve benzeri soruların cevaplarını da siyaset bilimcilere ve tarihçilere bırakarak bugüne kadar TC. Devleti’nin attığı adımların sonuçlarına kısaca göz atalım.

2003 yılında Irak’ın işgal harekâtına karşı çıkarak toprak bütünlüğünü savunarak tarihi bir görev üstlenen Türkiye geçen zaman içinde ne Irak petrolünden bir pay alabildi (Irak’ta bulunan 20 milyar ton petrolün %10’u Kerkük bölgesindendir) ne Telafar, Musul, Erbil, Kerkük, Dakuk, Tuzhurmatu şehirlerinin bulunduğu Türk Bölgesi’nde söz sahibi olup Türkmen’lerin sesi olabildi, ne de Irak’taki kargaşayı dolayısıyla terör örgütlerinin Türkiye içine sızmasını önleyebilecek tedbirler alabildi? Terör devam ediyor…

Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarıyla ışid, pkk, pyd, ypg terör örgütlerini yok etmeyi hedefine koymuş olan Türkiye Müslüman ülkelerin yeterli desteği olmadığı için ve de ABD’nin bu toprakları terk etmemesi kararlılğından, Rusya’nın da Ortadoğu’ya daha çok hakim olma istağinden dolayı istediğini elde ettiği söylenebilir mi? Işid dağıtılmışken, terör örgütleri yalnız bırakılmak istenirken Türkiye hep yalnız bırakılmıştır. Öyle ki, Barış Harekâtı Arap Birliği (Mısır, S.Arabistan, BAE, Suriye, Irak, Lübnan, Kuveyt, Bahreyn, Katar) ve İran tarafından kınanmış Türkiye adeta işgalci olarak görülmüştür. ÜMMET tarihin hangi döneminde TÜRK’ten yana olmuştur ki şimdilerde olsun… Stratejik bir yer olan İdlib’in hali ortada. Türk askerinin 12 noktadaki durumu n’olacaktır? ABD ile arası gergin olan Türkiye İdlib’de Rusya ile savaşacak mıdır? Türkiye’ye Suriye topraklarından çekilin ultimatonu gelirse ne yapılacaktır? Halep Lazkiye karayolunu kontrol altına alacak olan Rusya’ya ne cevap verilecektir? Netice: 5 milyon sığınmacının yanına 2 milyon sığınmacı kaçak daha gelebilir mi? Yeter artık… Bu kadar kaçak vatanları için savaşmak varken onlar ülkelerini terk ediyorlar. Sonra ülke insanı sıkıntıya düşüyor, huzur içinde yaşayamıyor. Bu nasıl bir tercihtir?

Kasım 2019’da Palermo’da yapılan Libya’nın yeniden düzenlenmesi toplantısında Türkiye’nin karar alma konusunda devre dışı bırakılması sonrası toplatıdan çekilmesi Türkiye’ye sizin ne işiniz var Libya’da mesajının diplomatik ifadesidir sanırım. Türkiye’nin 6.3 milyar ton petrolü ve 1.4 trilyon m3 doğalgazı rezervi olan Libya’da bir askeri üssü olmasını kim istemez ki? Türkiye Akdeniz’de kıyısı olan bütün ülklerle özelikle de Müslüman ülkelerle MEB imzalayarak Akdeniz’de bir güç haline gelebilir. Acaba fırsat kaçtı mı? Bilindiği üzere Trablus Hükümeti BM, AB, Türkiye, İtalya tarfaından desteklenmektedir. Ancak geçmişi oldukça karanlık olan Hafter’i Mısır, S.Arabistan, BAE, Kuveyt,, Fransa ve Rusya desteklemektedir. Hafter ülkedeki petrol üretiminin büyük bir kısımını kontrolünde bulundurduğu için emperyal ülkeler tarafından ciddi destek görmektedir.  Hafter’in Moskova’daki ateşkes anlaşmasını imzalamasının tek sorumlusu Putin değil midir? Zira Putin yakın bir zamanda Hafter’in Libya’ya hakim olacağını çok iyi bilmektedir.

Keçilerin otladığı adalar için savaş mı çıkaralım? Bu düşüncedeki kişilere soruyorum keçiler orada otluyorsa niçin Yunan’lılar işgal ediyor?  Vakit geçirmeden işgal edilen 18 ada ve 1 kayalığın tekrar alınması şerefimizi korumak açısından önemlidir. Konu giderek çetrefilli bir duruma dönüştüğünde Yunanlılar siz kıta sahanlığını da bize terk ettiniz derlerse o takdirde ne yapılacaktır? Adalarla oynamanın ateşle oynamaktan daha beter olduğu unutulmamalıdır. Bilimsel olarak ispat edilmiştir ki, 1.Adalar Denizi’ndeki adalar, adacıklar ve kayalıkların kendilerine ait asla ve asla birer kıta sahanlıkları olamaz, 2. Kıta sahanlığındaki Münhasır Ekonomik Bölgedeki kaynaklar sahildar ülkenin kaynaklarıdır, 3. Kara suları sınırları ülkeler arasında kara parçası sınırı olarak kabul edilemez. Yunanistan’ın kara sularını 12 mile çıkarma ve buna bağlı olarak da Uçuş Haberleşme Bölgesi’ni (FIR) daraltma çabaları uluslararası kaidelere aykırı bir davranıştır. Türkiye’nin askeri tatbikatlarını, deniz ticaretini, balıkçılık faaliyetlerini, petrol ve doğalgaz aramalarını, bilimsel ve teknik çalışmalarını engelleyecek bir karar kabul edilemez. Yunanistan’ın böylesine saldırgan bir tutum takınması ve AB’nin meseleyi bir oldubittiye getirmesinin altındaki tek sebep, Adalar Denizi üzerindeki adalar, adacıklar ve kayalıkların %90’nın Türkiye Anakarası’na ait olduğunun bilinmesidir. Kısacası Adalar Denizi’ndeki adalar Anadolu’nun devamıdır. 23 adadan 16’sının silahlandığının acaba yeni mi farkına varıldı? Ya işgal edilen adalar? Unutuldu mu? Terk mi edildi?

Mavi Vatanımızın Doğu Akdeniz Bölgesinde 7 düvelin cirit atmasının pek hayra alamet olmadığı açıkça görülmektedir.  Yıl 1979 Kıbrıs, Rum Yönetimi lideri Kiprianu Mısır’la birlikte Doğu Akdeniz’de petrol aramak için işbirliği yapılacağını duyurduktan hemen sonra RAUF DENKTAŞ karşı bir hamle ile bu hareketin bir savaş sebebi olacağını tüm dünyaya bildirmiştir. Türkiye’nin bu noktada BM nezdinde devreye girmesiyle Rum kesimi geri adım atarak gerilimi başlamadan sonlandırmıştır. Şimdi burada küçük bir soru: Eski Türkiye’deki siyasetçiler bu ÜMMET denen güruhun ne olduğunu bilmiyorlar mıydı ki, ilişkiler hep al gülüm ver şeklinde devam etti. Düşününüz... 2003 yılına gelindiğinde GKRY Mısır’la 2007’de de Lübnan, Suriye ve İsrail ile Doğu Akdeniz’de enerji kaynaklarını arama anlaşmaları yapmışlardır. 2019 Ocak ayında GKRY, Yunanistan, Mısır, Ürdün, İsrail, İtalya Kahire’de Türkiye ve KKTC’ni dışlayan Doğu Akdeniz Formunu kurdular. Ama unuttukları önemli bir husus var. BMDHS gereğince bu bölgede çıkarılacak tüm kaynaklarda Türkiye, KKTC ve Filistin’in de hakları bulunmaktadır. Yeter ki biz enerji kaynaklarına ulaşalım… Peki, bu kadar fırtına koparılan bu havzadaki enerji kaynaklarının rezervleri nedir? USGS’in 2010 yılındaki raporuna göre Leviathan havzasında teknik olarak çıkarılması mümkün henüz keşfedilmemiş 1,7 milyar varil petrol ve 3,5 trilyon m3doğalgaz, Nil Deltası’nda da teknik olarak mümkün ama henüz keşfedilmemiş 1,8 milyar varil petrol ve 6,3 trilyon m3 doğalgaz bulunmaktadır (toplamda 3,5 milyar varil-500 milyon ton- petrol, 9,8 trilyon m3 doğalgaz). Diğer taraftan Doğu Akdeniz’deki jeolojik yapının böylesine yüksek miktarda rezervlere müsait olmadığını bazı bilim adamları dile getirmektedirler. Katar petrollerinin GKRY ile anlaşarak karşımıza dikilmeleri Türkiye’nin var gücü ile bölgede faaliyetlerine devam etmesi sonucunu doğurmuştur. Ülkeyi yönetenlerin unutmaması gereken bir görüş, Türk’ün Türk’ten başka dostu var mıdır? Size soruyorum… Doğu Akdeniz’de çıkarılacak her damla petrolde, her metre küp doğalgazda Türkiye’nin hakkı vardır.

Velhasıl, Irak’ta gücümüzü tam anlamıyla gösteremedik. Ne petrolden pay alabildik, ne Türkmen’leri koruyabildik, ne de terörü yerle bir edebildik. Suriye’de 480 km. uzunluğunda ve 30 km. derinliğindeki güvenli bölge n’oldu? Libya’da ya olmalıyız, ya da hiç gitmemeliyiz. Adalar Denizi’ndeki silahlandırılmış ve işgal edilmiş adalara derhal müdahale edilmelidir. Nesillerinizin ileride utanmaması adına bunu yapınız. Doğu Akdeniz’deki kaynaklarda bizim de hakkımızın olduğunu ileride sorun çıkarılmamsı bakımından tüm dünya bildirilmelidir. Sade bir vatandaş olarak bunları istemek sanırım hakkımdır diye düşünüyorum.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

17 Eylül 2020 Perşembe

Hay hay ve Vay Vay!.

Hay hay ve Vay Vay!. 



Rahmi Turan

Sözcü Gazetesi, 

06 NİSAN 2019


   AKP umudunu masa başı oyunlarına bağladı.

Sahada kaybettiklerini masada kazanmaya çalışmanın derdi içindeler!

Muhteremlerin demokrasiden yana hiç nasipleri yok! Durum bunu gösteriyor!

“Mızıkçılık” mı demeli, “Çamura yatma” mı? Bilemiyorum!

Ülke geriliyor, insanların huzursuzluğu artıyor, birçok vatandaşın sinir sistemi bozuluyor, Avrupa gazete ve televizyonları demokrasimizle dalga geçiyor, tüm Batı dünyası ülkemizi şaşkınlık içinde izliyor, bunların umurlarında değil!

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yandaş gazetelere benziyor. Alınan kararlar hep iktidar partisinin lehine…

AKP'nin itiraz ve taleplerine büyük tolerans gösteren seçim kurullarının, muhalefet partilerinin taleplerini ısrarla reddetmesi neyi gösteriyor?

Bu, tam bir çifte standart görüntüsüdür!

İktidar partisine “Hay hay”, muhalefete “Vay vay!”

İşte bizdeki hukuk ve demokrasinin özeti!

***

Oy Kullanmanın Bedelini mi ödüyoruz.

Oy Kullanmanın Bedelini mi ödüyoruz.  



Murat Aksoy,

Artı Gerçek

06 NİSAN 2019


Oy kullanmanın bedelini mi ödüyoruz?

Bu haliyle şu çok açık ki, demokrasinin verdiği ilk temel hak olan oyumuza göz dikildi. Özellikle İstanbul’da.

Yerel yönetimlerde klasik demokrasi, yerini katılımcı demokrasiye bırakalı epey zaman oldu. Yani insanlar için artık sadece oy kullanmak yeterli gelmiyor.

Çünkü oy kullanmak, en sıradan hak olarak demokrasinin olmazsa olmazı. İnsanlar artık sadece yöneticiyi seçmiyor. Yöneticilerin kendilerini ilgilendirenkararlara, bu kararların uygulanmasına, uygulamaların denetlenmesine ve varsa eksik, hataların düzletilmesi talebinde de bulunuyorlar.

Geçtiğimiz pazar günü vatandaşlar olarak yerel yöneticilerimizi seçmek için sandık başına gittik. Klasik demokrasiden kaynaklanan en temel, en basit ve tek hakkımız olan oyumuzu kullandık.

Normal şartlarda kullanılan oylar, ilgililer tarafından sayılır, sayım sonuçları denetlenir ve en çok oyu alan kişi, sonraki seçime kadar seçildiği görevi yerine getirir.

Elbette seçilen kişi, görevi sırasında sorumsuz değildir. Seçen vatandaşlar olarak aldığı kararları ve uygulamaları denetleyemezsek de, devletin ilgili kurumları, belediyeleri ilgili yasalara göre bizim adımıza denetler. İşleyişte idari ve hukuki sorunlar varsa gereğini yerine getirirler.

YEREL DEMOKRASİ: BİR ŞANS

Türkiye’de merkezi yönetimin iyice merkezileştiği yeni sistemde doğal olarak demokratik teamüller de azaldı.

24 Haziran’da hayata geçen yeni yönetim sistemi, asgari demokrasi gereklerini dahi yerine getirmekten hayli uzak. Usuli oy verme dışında, güçler ayrılığının

ortadan kalktığı bir sisteme, asgari düzeyde demokratik demek de kolay değil. Bu yüzden yerel seçimler, demokrasinin varlığı, işleyiş için hâlâ anlamlı ve değerli.

Ve şunu da hemen ekleyelim ki, var olan sistem içinde yerel yönetim seçimlerindeki işleyiş ve demokrasi standardı bağlamında genel idareden çok daha güçlüdür.

Genel idare yapılanması ve işleyişiyle kıyaslandığında daha demokratiktir. En azından şimdilik.

Belki bu yüzden seçim gecesi Devlet Bahçeli yaptığı ilk değerlendirmede; muhalefet partilerinin kazandığı belediyelerden bahsederken, seçilen belediye başkanlarından yeni geçilen sisteme uyum sağlamaları gerektiğine özellikle vurgu yapma ihtiyacı duydu.

Bu uyum iktidar için önemli. Uyumsuzluk, genel idarenin anti-demokratik pratiklerini daha çok ortaya çıkaracağı için, iktidarın beklentisi sadece uyum değil aynı zamanda itaatdir de.

OLMAYACAK ŞEYLER OLMUŞ GİBİ

31 Mart’ta sandığa gittik oyumuzu kullandık. Elbette beklentimiz, sayımların sonunda çıkacak sonucun kabullenilmesi idi. Ama öyle olmadı. Özellikle İstanbul’da.

Hukuki olarak, olabilecek her hataya karşı tüm partiler tarafından seçim sonuçlarına itiraz edilmesi, ilgili kurulların gerektiği gördüğü halde sayımıntekrarlanması mümkün.

Ama olan bu değil. Yine özellikle İstanbul’da.

Bu haliyle şu çok açık ki, demokrasinin verdiği ilk temel hak olan oyumuza göz dikildi. Özellikle İstanbul’da.

Sandık başkanlarının devlet memuru olduğu, her partiden sandık görevlilerinin olduğu sayımda, iktidar partisinin oyunun eksik sayılması, insanın aklının kolay alabileceği bir şey değil. Ama iktidarın iddiası bu. Yine özellikle İstanbul’da.

Süreç işliyor, sonucu hep birlikte göreceğiz.

SUÇ: OY KULLANMAK

Ancak bu hukuki sürecin işleyişini beklemeden, sonucun ne olacağını bilmeden (ya da bildikleri için) medyada yazılanlara, ekranda söylenenlere bakınca insan gerçekten şaşırıyor.

Özellikle iktidardan çok iktidar, kraldan çok kralcı olan seçim sonuçlarını “darbe” olarak sunuyor. Normal bir insanın hayal etmesi güç düşünceleri, “gerçekmiş” gibi yazıyorlar.

Birbirinden farklı saiklerle oy kullanan milyonlarca vatandaşın hepsi, çıkan sonuçtan bağımsız olarak hedefe konuyor. Sadece demokrasinin en temel hakkı olan oy kullandıkları için suçlu ilan ediliyorlar. Bunu yapanların normal olduğunu söylemek de normal olmaz kanaatindeyim.

Verilen bu tür tepkilerin, akılla bağdaşmadığı ölçüde, bir açıklaması var; o da adı konulmamış bir çıkar ortaklığıdır.

MEDYANIN KENDİNİ TÜKETİŞİ

Verilen bu tepkilerin kaynağı yazılı ve görsel medya.

Kendileri dahil olmak üzere hepimiz biliyoruz ki, iktidara yakın medya, iktidarın yaşadığından daha ağır bir büzüşme yaşıyor. Bunu gazete satışlarından,

TV izlenme oranlarının düşmesinden görüyoruz.

Bu bir sonuç. Çünkü bu kurumlar, siyasi iktidarla kurdukları ideolojik ve ekonomik ilişkinin sonucu olarak; bağımsızlıklarını yitirdikleri ölçüde, gazetecilikten uzaklaştılar.

O yüzden olsa gerek, habercilik değil iktidar adına düşünen, onlar adına fikir geliştiren ve bunu topluma sunan organik kurum ve organik aydınlara dönüştüler.

Bu ise sadece kendilerine değil meslek adına da hazin bir durum.

***


İmamoğlu bu kayığa binmez.

 İmamoğlu bu kayığa binmez. 



Miyase İlknur,

CUMHURİYET

06 NİSAN 2019

Seçim gecesinden beri medyamızın muhterem temsilcileri gerek köşe yazılarında gerekse ekranlarda daha mazbatasını almadan İmamoğlu için “Türkiye bir lider kazandı”, “İşte CHP’nin başına geçecek adam”, “CHP aradığı lideri buldu”, “2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İmamoğlu CHP’nin adayı olmalı” türünden abartılı pohpohlamalar da başladı.

 Bayılıyorum bizim bu mahallenin sakinlerine. Kadim alışkanlığımızdır huyumuz kurusun. Çok kolay lider yaratır, üç günde de en ufak bir hatasında diri diri mezara gömeriz. Yahu bu millet İmamoğlu’nu İstanbul’a belediye başkanı seçti CHP’ye genel başkan değil. Hele bir makamına otursun, icraatlarını görelim, gelecekte ne olacağını kim bilebilir? Ne kadar meraklıyız siyaseti dizayn etmeye...

 Yakın tarihimize şöyle bir dönüp bakalım, medyamız kimlere gaz verip lider adayı, iktidarın alternatifi olarak göstermedi ki? Basının pohpohlamasına kendini kaptıran nice isim yok olup gitti. Mehmet Ali Bayar, Cem Boyner, Kemal Derviş, Bedrettin Dalan, Ali Müfit Gürtuna ve daha niceleri. Belediye başkanı olup da liderlik rüyaları görenleri ve medyanın desteğiyle boş havuza atlayan nicesinin kafası gözü yarıldı unuttunuz mu? 

Belediye başkanlığından geliep siyasette tutunabilen tek isim Tayyip Erdoğan. Ancak onun başarısının arka planında, bölgesel ve küresel bir projenin olduğu da unutulmamalı.

Belediye başkanları medyaya iplerini kaptırınca oturdukları koltukları da bir süre sonra kaptırıveriyorlar. Çünkü belediye işlerinden çok siyasetle haşır neşir olunca başarılı olamıyor ve altlarındaki koltuk da gidiyor. Oysa o koltukta bir değil birkaç dönem başarılı işler yapınca seçmen de, mensubu bulunduğu partinin üyeleri de zaten kendisini ödüllendiriyor.

İmamoğlu, medyanın siyasette yeni parlayan ya da seçim kazanmış her ismi, bindirip açık denize saldığı kayığa binmez, binmemeli. Yaşı çok genç. Siyasette de eğer halk ve partisinin tabanı isterse elbette başka görevlere de gelebilir. Neden olmasın? Ama o konu, bugün, bu yıl, bu dönem konuşulacak iş mi Allah aşkına? 

Bakın Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’e; dört dönemden beri görevini başarıyla sürdürüyor. Hem de belediye meclisinde AKP ağırlığına rağmen.

DSP, 2002’de baraj altında kalınca kendisine genel başkan adayı olması konusunda onca baskıya karşın, liderlik hayallerine kapılmayıp görevini sürdürdü.

Bugün Türkiye’de Yılmaz Büyükerşen’i tanımayan ve hangi partiden olursa olsun takdir etmeyen bir kişi var mı?

İlk gün İmamoğlu’nu göklere çıkarıp CHP’ye lider yapan, hatta hızını alamayıp 2023’te potansiyel Cumhurbaşkanı adayı yapanlar Anıtkabir ziyareti ve “mazbatamı verin” diye haklı çıkış yaptığında bir günde itibarsızlaştırma yarışına girdiler. Seçim gecesi “Hakkımı yedirtmem” dediğinde dirayetli ilan ettiğiniz,

Muharrem İnce’ye örnek gösterdiğiniz İmamoğlu, bu tavrını sürdürünce neden yanlış yapmış olsun ki? 

YSK verilerine göre “Adam sandıktan birinci çıkmış” ve hakkının teslimini istiyor. 

Ne var bunda? 

Yok, bir günde göklere çıkarır, bir günde de ipini çekeriz biz. Sadece siyasete özgü de değildir bu yanlış tavrımız. Sporda, sanatta da benzer yanlışları yaparız. Doğulu toplumlara özgü oryantalist bir davranış biçimidir bu. Acımızı da, sevincimizi de, başarı ve başarısızlığımızı da aynı davranış kalıplarına uygun abartılı göstermeye bayılırız. 

Medyanın mümtaz temsilcileri, adam öğütme makinelerinde İnşallah İmamoğlu’nu da kısa sürede kıyma haline getirip bir kenara atmazlar. Gerçi bu İmamoğlu’nun elinde biraz. İzlediğimiz kadarıyla bu kıyma makinelerine kolunu kaptırmayacak ferasette bir kişilik. Umarım yanılmayız.

***


MHP’nin Anadolu’daki yükselişi dikkat çekici.

MHP’nin Anadolu’daki yükselişi dikkat çekici. 



Sedat ERGİN

HÜRRİYET

06 NİSAN 2019


Yerel seçime ittifaklarla girilmesinin partilerin tek başına siyasi gücünü ölçmeyi zorlaştırdığı  aşikâr. İttifak yapılan yerlerde oylar sandıklarda ortak adaylar ve ortak listeler üzerinde iç içe geçtiğinden partilerin performansını tek başına ayrıştırabilmek güç. Ancak partilerin ittifak yapmayıp rakip olarak yarışa girdikleri yerlerde rekabetin nasıl seyrettiğini okuyabilmek pekâlâ mümkün.

Bugünkü yazımızda AK Parti ile MHP’nin bu seçimde ittifaka girmedikleri 30 ilde aralarındaki rekabetin geçen pazar günü nasıl sonuçlandığını okumaya çalışalım.

Bunu yapmak için iki partinin söz konusu 30 ilde 24 Haziran 2018 genel seçiminde aldıkları oy miktarlarıyla 31 Mart yerel seçiminde aynı merkezlerde il genel meclisi sandıklarında kendilerine çıkan oyları kıyaslamamız bize gerçekçi bir karşılaştırma imkânı sağlayacaktır.

Bu verileri incelediğimizde karşımıza çıkan tablo 30 ilin çoğunluğunda AK Parti oyları gerilerken MHP oylarının belirgin bir şekilde yükselmiş olmasıdır.

İki partinin oyunun da yerinde saydığı ya da gerilediği istisnalar olmakla birlikte, tablodaki başat yöneliş bu doğrultudadır.

*

Anlattığımız bu durumu iller bazında somut örnekler üzerinden açıklamaya çalışalım. Kaynak olarak 24 Haziran seçimleri için Yüksek Seçim Kurulu’nun web sitesini, son yerel seçim için Anadolu Ajansı’nı kullanacağız.

Önce Doğu Anadolu Bölgesi’nden Elazığ ile başlayalım. Bu ilde AK Parti’nin 24 Haziran genel seçimi ile 31 Mart yerel seçimi arasında uğradığı oy kaybı

-Rakamı yuvarlarsak- 48 binin üzerindedir. Buna karşılık MHP’nin geçen genel seçimde Elazığ’da 47 bine yaklaşan oyu, bu seçimde 91 binin üzerine çıkmıştır.

MHP’nin neredeyse iki katına yaklaşan 44 binin üzerinde bir oy artışı söz konusudur. Tabloda görüleceği gibi CHP ve HDP’nin oyları da gerilerken, İYİ Parti ve SP sandıkta oylarını arttırmıştır.

Elazığ’dan söz ederken katılımın oranındaki düşüş ve ayrıca geçersiz oyların da 15 bin dolayında artmış olması da yine bu ilde sandıktaki dip akıntıları anlamak bakımından hesaba katılmalıdır.

*

Bir başka örneği Karadeniz Bölgesi’nde Kastamonu’dan verelim. Bu ilde katılım oranı hemen hemen aynı kalırken, AK Parti’nin oyunda dokuz ay öncesine kıyasla

20 bin kadar bir gerileme meydana gelmiştir. MHP ise oyunu 34 binin üzerinde artırmıştır. Buradaki çarpıcı nokta, CHP ve İYİ Parti’nin de oy kaybına uğramış  olmalarıdır. İlginç olan, AK Parti, CHP ile İyi Parti’nin kayıplarının toplamının MHP’deki artışı eşitlemesidir. Bu durumda MHP’nin Kastamonu’da her üç partiden de oy aldığı ortaya çıkıyor.

İç Ege Bölgesi’nde AK Parti’nin 50 bin civarında oy kaybettiği Afyon’daki seçim denklemi özellikle dikkat çekiyor. AK Parti’nin oyu 248 binden 198 bine inerken, MHP oyunu 33 bin dolayında yükseltip 63 binden 96 bine çıkmıştır.

Aynı bölgeden Kütahya üzerinde durmamız gereken bir başka çarpıcı örnektir. Bu ilimizde katılım oranı 91.33’ten 89.19’a düşmüştür. AK Parti, geçen yıl

genel seçimde Kütahya’da 207 bin oy alırken, geçen pazar günü oyu 162 bine düşmüştür. Aradaki fark 45 bindir. MHP ise aynı dönemde oyunu yaklaşık 71 binden 93 bine yaklaştırmıştır. CHP’nin 4 bin, SP’nin de 12 bin dolayında artışları söz konusudur. Kütahya’nın il merkezinde belediye seçimini MHP kazanmıştır.

Keza Aksaray’da AK Parti’nin oyu 127 binden yaklaşık 99 bine inerken, MHP’nin oyu 45 binden 75 bine yükselmiştir. Yine İç Anadolu’da Tokat’ta AK Parti

cephesinde bir düşüş göze çarpıyor. İktidar partisinin Tokat’taki oyu 186 binden 160 bine düşerken, MHP’nin oyu kayda değer bir artışla 62 binden 102 bine gelmiştir.

AK Parti’nin son seçimdeki İstanbul büyükşehir belediye başkan adayı Binali Yıldırım’ın memleketi Erzincan’da AK Parti 64 binden yaklaşık 49 bine düşerken,

MHP 27 binden 41 bine yükselmiştir. AKP 15 bin düşmüş, MHP ise 14 bin çıkmıştır.

*

Tabii bütün illerde aynı kalıbın geçerli olduğunu söyleyemeyiz, istisnalar da var. Örneğin, Sivas’ta bir önceki seçime kıyasla hem AK Parti hem de MHP’nin oyları  birlikte düşmüştür. AK Parti’de 47 bin kadar bir kayıp görünüyor. MHP deki kayıp ise 22 bin dolayındadır. Geçen yıl AK Parti ile ittifak yapan

BBP bu kez seçime tek başına girmiş ve Sivas’ta il genel meclisi için 81 binin üzerinde oy alarak her iki rakibinde de ciddi bir kayba yol açmıştır. Güneydoğu’daki Adıyaman da benzer şekilde hem AK Parti hem MHP’nin gerilediği bir ildir. Birincisi 17 bin, diğeri 4 bin kadar gerilemiştir. Bu ilde HDP’nin oyunun da 51 binden 18 bine inmesi dikkat çekicidir. Bu ilde kazançlı çıkan parti ise oyunu 5 binden 46 bine tırmandıran SP’dir.

Ancak bu gibi istisnalar Türkiye genelinde ittifak yapılmayan merkezlerde ölçülebilir bir şekilde gözlenen şu kalıbı değiştirmiyor: Anadolu’nun önemli bir kesiminde AK Parti azımsanmayacak bir oy kaybına uğrarken, bu durumdan büyük ölçüde yararlanıp zemin kazanan parti MHP’dir.

Ekonomik koşullar kuşkusuz bu tablonun ortaya çıkmasında rol oynayan belirleyici faktörlerden biridir. Bununla birlikte milliyetçilik rüzgârının kuvvetlenmesi ve beka söyleminin ön plana çıkmasının Anadolu’da MHP’nin yelkenlerini doldurduğunu söylemek mümkündür.

MHP’nin Anadolu’daki yükselişi dikkat çekici.,


***


Lise., Neden Önemli.

Lise.,  Neden Önemli. 


ABBAS GÜÇLÜ

MİLLİYET

06 NİSAN 2019


   Liselere Giriş Sınavı (LGS) için başvurular yoğun bir şekilde devam ediyor.

Neden? Çünkü “İyi bir üniversitenin yolu, iyi bir liseden geçiyor! Eğer iyi bir liseye giremezseniz, iyi bir üniversiteye giremez, iyi bir meslek edinemez ve bu yüzden hayata havlu atmak zorunda kalırsınız gibi bir algı söz konusu.

Bu yüzden de hemen herkes popülaritesi en yüksek liselere girmek istiyor.

Peki, doğru olan bu mu?

Tartışılır ama çok daha önemli olan, başta öğrenciler olmak üzere, ailelerin beklentileri!

40 yıllık meslek hayatı tecrübem, iyi okul yoktur, iyi öğrenci vardır. İyi öğrenci de nerede olursa olsun, bir şekilde yoluna devam eder, zirveye tırmanır.

Eğer sınavlar ve okullar bu kadar etkili olsaydı, sadece ülkemizin değil, dünyanın vitrininde sınav şampiyonları ve belli okulların mezunları olurdu. Ama vitrin öylesine renkli ki her liseden, her üniversiteden mezunlar var. Hatta eğitimini yarıda bırakıp da kendi alanlarında dünyanın en tepesine çıkanları  görmek mümkün!..

Yani, eğitim, okul elbette çok önemli ama o liselere, o üniversitelere girip bitirdiğinizde, istediğiniz mesleği seçtiğinizde, hayat, size her şeyi sunmuyor.

Anlayacağınız, diplomayla her şey olunmuyor. O sadece bir anahtar, hangi kapıları açacağınıza siz karar verecek ve o açılan kapıdan girdikten sonra da mücadeleye hep devam edeceksiniz. Bu yüzden tüm enerjinizi, tıpkı maratonda olduğu gibi yarışın en başında bitirmemelisiniz. Daha kat edilecek çok yol var!..

Zor karar!

Yüz binlerce aile için şu günlerde çok zor soru şu:

LGS’ye başvuralım mı yoksa hiç gereği yok mu?

LGS’ye başvursalar kendilerini bir anda sınav stresinin göbeğinde bulacaklar, yok eğer vazgeçerlerse, ileride büyük pişmanlıklar yaşayabilirler!

Peki, doğru olan ne?..

Hedefler çok önemli.

“Nasıl bir lise, nasıl bir meslek, daha da önemlisi nasıl gelecek?” sorularının cevabını bulmadan lise seçmek, dolayısıyla sınava girip girmemeye karar vermek yanlışların en büyüğü olur...

Şu yaştaki bir öğrenci böylesi çok önemli sorulara nasıl cevap bulabilir diyenleriniz elbette olacaktır.

İşte bu noktada anne, baba ve öğretmenlere çok önemli görevler düşüyor.

Herhangi bir dayatma ya da yönlendirmede bulunmadan, öğrencinin kendisi için en doğru yol haritasını çizmelerine yardımcı olmaları gerekiyor.

Bu noktada başvuracakları en önemli referans, öğrencinin, ilgi ve yetenekleri ile hayattan beklentileri olacaktır...

Okulla arası çok da iyi olmayan ama zorunlu eğitim nedeniyle liseye devam etmek durumunda olan ve bir an önce işe atılmak isteyen bir öğrenciyi meslek liseleri dururken fen ya da Anadolu liselerine yönlendirmek ne kadar hatalıysa, hedefi belli öğrencilere, “Bir de şu seçeneği denemelisin” demek de bir o kadar yanlıştır.

Evet, herkes sınava girmek zorunda değil ama ortada öylesine çok belirsizlik var ki, “Girsem ne kaybederim ki?” diyen öğrencilere, “Hayır, girme” telkininde bulunmayı hiç kimse göze alamaz. Çünkü ileride yaşanabilecek bir mağduriyetin sorumluluğunu kimse almak istemez...

Sınavları ya tutarsa mantığı üzerine oturttuğumuz ve tercih edilebilecek okullar listesine her türden okul aldığımız için başvuru sayısı bu yıl da tahminlerin çok üzerinde olacaktır.

Velilere önerimiz, rahat olmaları. Çünkü o kadar fazla değişken var ki ne kadar başarılı olursa olsunlar, bazen istedikleri sonuca ulaşamayabilirler. Ve bu durum asla dünyanın sonu değildir!..

Özetin Özeti: Hani bu sınav belasından kurtulacaktık!..

***

İKİ ARADA BİR DEREDE..,,

 İKİ ARADA BİR DEREDE..,,


MELİH AŞIK.

06 NİSAN 2019


ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Rusya’dan alınacak S-400 füzeleri konusunda açıklama yaptı:

- Türkiye kararını vermeli. Ya tarihteki en başarılı askeri ittifakta önemli bir ortak olarak kalacak ya da umursamaz bir kararla ittifakımıza zarar verecek” dedi.

Pence üstü kapalı olarak NATO üyeliğimizin de son bulabileceğini anımsatıyor. E. Gen. Nejat Eslen bu tehdit üzerine:

- Sanırım Mike Pence NATO antlaşmasını iyi bilmiyor, diyor...

- Neden?

- Çünkü Amerika hatta tüm üyeler istese de bir üyeyi NATO’dan çıkaramazlar. Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 13. maddesine göre bir üye ayrılmayı ancak kendi

isteyebilir. Diğer üyeler bir üyenin ayrılmasına karar veremezler.  ABD’nin hücumları yalnızca S-400’lerden ibaret değil. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü

Robert Palladino, “Kuzey Suriye’de Türkiye’nin tek taraflı harekâtının yıkıcı sonuçları olacağını” söyledi önceki gün. Bu konuda Trump da çarpıcı bir açıklama  yapmış: “Kürtlere dokunursanız ekonominizi mahvederim” yollu bir tehdit savurmuştu. Türkiye S-400’lerden vazgeçemeyecek bir noktada bulunuyor. Bir yandan da Batı’nın finansal desteğine ihtiyaç duyuyor. Sonuçta ABD ile Rusya arasına sıkışmış durumdayız.

AVUKAT

5 Nisan yani dün “Avukatlar Günü” idi... Bir hak arama ve savunma mesleği olan avukatlık, adaletten uzaklaşıldığı için, bu ülkenin en zorlu uğraşlarından biri haline geldi. Avukat aynı zamanda insanların yalnızlığını paylaştığı kişidir. 

Bakınız ömrünün 12 yılını hapiste geçiren şair Nâzım Hikmet, avukatı

İrfan Emin’e astokrişle (adını şiirin baş harfleriyle yazarak), nasıl sesleniyor:

İyi günlerimde çok eller uzanır ellerime

Resmimi suratımı başköşeye asarlar

Fakat demir kapıların her kapanışında üzerime

Ardında taş duvarlarım her kaldığım zaman

Ne arayan beni ne soran

Eeeehh daha iyi be, bunun böyle olduğu

Minnetin ve borçluluğum yalnız sana kalsın

İyi günlerimde benim unuttuğum insan eli

Nasılsın?

ÇAKMA

Bodrum Belediye Başkanı CHP’li Ahmet Aras mazbatasını alıp göreve başladı.

Ahmet Aras bir albay emeklisi. Bodrum’un yerli ailelerinden. Emekli olduktan sonra Ortakent’te otel işletmeye başlamış. Çevresinde sevilen bir isim. Yaptığı  toplantılarda iki vaadi özellikle dikkati çekiyor. Birincisi, iki yıldır kapalı olan kaleyi tekrar turizme açacak. İkincisi, Bodrum’da çakma mal satışına son verecek. Bodrum’da sadece çakma saat satan 5-6 mağaza mevcut. Çakma giysiler, çantalar, ayakkabılar baştan başa caddeleri kaplıyor. 

Yeni Başkan çakmayla mücadelede başarılı olursa, Bodrum’a biraz daha kalite getirecektir.

SİFTAH

Bolu Belediye Başkanlığı’nı 30 yıl sonra yeniden CHP’ye kazandıran milletvekili Tanju Özcan dün görevine cuma namazının ardından Kuran-ı Kerim ve Türk  bayrağı üzerine yemin ederek başladı. CHP’nin ulusalcı kanadında yer alan Özcan’ın bu başlangıcı elbet her kesimde tartışmaya yol açtı. AKP Bolu İl Başkanı

Nurettin Doğanay tepkisini “Laiklik elden gidiyor, diyenler Kuran’a el basma noktasına geldi. Tanju Özcan, samimi ol, dürüst ol” sözleriyle dile getirdi. 

Haklıydı.

ERSEK

Kadıköy’deki Siyami Hersek Hastanesi’ni telefonla aradınız diyelim...

0216 542 44 44 numarayı derhal beklemeye alıyor ve Sağlık Bakanlığı’nın gereksiz antibiyotik kullanımının zararlarını anlatan anonsunu dinliyorsunuz. Ne kadar süreyle mi? Üç dakika, beş dakika, on dakika. Sonra kızıp kapatıyorsunuz. 

Deneyiniz...


***


Anlamsız Sorular, Anlamsız Anılar.

 Anlamsız Sorular,  Anlamsız Anılar. 


Fatih Altaylı.  

HABERTÜRK

06.04.2019 - 10:53 

Güncelleme: 06.04.2019 - 10:53

31 Mart seçimlerinden önce Teke Tek’e gelen Ekrem İmamoğlu ile program öncesi sohbet ediyorduk. 

Kendisine şöyle bir sual sordum sohbet sırasında: 

“Ekrem Bey, seçimlerde daha çok oy alıp, seçimi kazanmanız halinde İstanbul’un Büyükşehir belediye başkanlığının size verileceğini düşünüyor musunuz?” 

İmamoğlu’nun ifadesinden soruyu anlamsız bulduğu ortadaydı. 

O gün için de anlamsız bir soruydu gerçekten. 

“Elbette ki!” dedi. 

Ben de ona, “Kusura bakmayın ben bazen böyle manasız sorular sorarım” diyerek kapadım konuyu. 

Diyeceğim o ki, bugün olan bitenler arasında beni şaşırtan hiçbir şey yok. 

Beklemediğim, ummadığım hiçbir şey olmuyor. 

Dün ilginç bir de gelişme oldu. Büyükçekmece’de seçmen kütüklerinde hatalar olduğu iddiası ile AK Parti ilçede seçimin iptali ve yenilenmesiyle ilgili bir başvuru yaptı. 

İlçe Seçim Kurulu başvuruyu reddetti. 

Sonrası ne olur bilemem. 

Tabii Türkiye’de ilk defa olmuyor bir seçimin iptali veya tekrarı. 

Küçük yerleşim yerlerinde çok örneği var ama il seviyesinde benim hatırladığım çok önemli, tarihe geçmiş bir örnek var. 

Konya Belediye Başkanlık seçimi.

11 Aralık 1977 günü yapılan Konya Belediye Başkanlığı seçimi sonucunda sandıktan 1. Sırada Mehmet Keçeciler çıktı. 27 bin 556 oy almıştı. 

İkinci sırada ise CHP adayı Adnan Ertanık vardı ve 21 bin 927 oy almıştı. Adalet Partisi’nden Mehmet Ortaer’in oyu ise 17 bin 683 idi. Bazı sandıklarda itiraz edildi. 

Oydu, buydu derken süreç uzadıkça uzadı. 

Adalet Partisi ve CHP, YSK’ya itiraz ettiler ama bambaşka bir gerekçe ile. 

Keçeciler’in adaylık başvurusunun il başkanı değil, ilçe başkanı tarafından yapıldığı gerekçesi ile. 

İtiraz aslında geçersizdi çünkü seçimden önce yapılmış olması gerekiyordu. 

Ama YSK kazanan adayın hakkını yiyerek usulsüz biçimde seçimleri iptal etti. 

19 Mart 1978 günü seçimler yenilendi.

Mehmet Keçeciler bu kez 34 bin oy alarak ve farkı itiraz edilmeyecek biçimde açarak seçimi kazandı. 

Seçmen mağdur edilen siyasetçiye sahip çıkmıştı. Ancak Belediye Meclisi seçimleri yenilenmediği için orada AP ve CHP çoğunlukta idi. 

Belediye Başkanının maaşını düşürdüler, her türlü zorluğu çıkardılar. 

Ama Konyalılar seçtikleri başkana sahip çıktılar.

Sonuna kadar arkasında durdular. 

Bunu niye mi yazdım şimdi. 

Ne bileyim, bazen tarihi hatırlamakta fayda var.


***

Helal sana Ahmet Güneştekin

Sanatçı dostumuz Ahmet Güneştekin bir süre önce yaptığı İskoçya gezisinden sonra geziden aldığı esinle, “İskoçya’nın 85 lezzeti” adlı bir eser yazdı ve bunu da Çırağan Sarayı’nda verdiği büyük bir davetle tanıttı. 

Her ne kadar bu konuda kalem oynatmaya çekinmeyen meslektaşlarımın pek büyük bölümünden daha fazla bu tarz sanat ile hayır neşir olsam da, bir sanat eleştirisi yapacak düzeyde olmadığım için Ahmet’in eseri ile ilgili bir sanatsal yorumda bulunamam.

Ama sevdiğim bir arkadaşımın eseri benim için güzeldir. Çünkü ben onda arkadaşımı görürüm. 

Neyse konumuz o değil. 

Konumuz davet. 

Ahmet’in davetine çok geniş bir katılım varmış. Ben yurt dışında olduğum için gidemedim ama sosyal medyadan katılanları gördüm. 

O yüzden de başlığımı “Helal sana Ahmet Güneştekin” diye attım. 

Çünkü düne kadar Ahmet Güneştekin’e burun kıvıran, beğenmeyen, arkasından konuşan, hakkında eleştiri ötesi hakaretler sallayan kim varsa hepsi Ahmet’in  davetine koşa koşa gitmişler. 

Davetten selfieler paylaşmışlar. 

Bu nedenle helal sana Ahmet. 

Bin kere helal.

***

TAV’a tav olmuştuk

İstanbul Atatürk Havalimanı’na ilk ne zaman gittiğimi ya da bu meydanı ilk ne zaman kullandığımı hatırlamıyorum. 

Herhalde 1 ya da bilemedin 2 yaşında olmalıyım. 

Gerçi o zaman adı “Atatürk Havalimanı” değildi. 

Yeşilköy Havalimanı olarak bilinirdi. 

Küçük bir iç hatlar, hemen yanında az daha büyük bir dış hatlar terminali vardı. 

Demek ki, orayı en az 55 yıl kullanmışım. 

Karga sekmez diye bir garip terminal ile büyümeye çalıştı önce. Sonra şimdi iç hatlar olarak kullanılan bölüm yapıldı, dış hatlar olsun diye. 

Eski dış hatlar içi hatlar oldu. 

Bir kaç denemeden sonra yap işlet devret modeli ile TAV’a ihale edildi ve 20 yıl önce bugünkü meydana kavuştuk. 

TAV sayesinde Atatürk Havalimanı dünyanın en pratik, en sevimli, en iyi işletilen havalimanı olarak büyüdü büyüdü büyüdü. 

Yetmez hale geldi.

Onu büyütmek yerine, daha büyüğünü başka bir yere yapmaya karar verildi ve yapıldı. 

Şimdilik Atatürk’ten yüzde 25 daha yüksek kapasiteye sahip ama büyümeye daha müsait ve 20 yıl içinde 200 milyon yolcu kapasitesine ulaşabilecek bir hava limanımız var artık. 

Ben yine de Atatürk Hava limanını çok özleyeceğim. 

Kızım bile, “Bence bu hava limanı, dünyanın en güzel hava limanı” diye üzgündü geçen hafta son kez kullandığımızda Atatürk Hava limanını.

Ben ondan daha da üzgünüm. 

Yine de TAV’a ve TAV’ı TAV yapan Sani Şener’e çok teşekkür ediyoruz. 

Dünya ölçeğinde havacılık yapan bir Türk firması olmayı başardıkları ve bizi yıllardır Atatürk Havalimanı’nda mutlu ettikleri için.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

" Demokrasinin, Sandıkla gelme kadar Sandıkla gitme rejimi olduğunu da hatırladığımız zaman."



***

15 TEMMUZ DEVLET YALANI ÇÖKTÜ.,

 15 TEMMUZ DEVLET YALANI ÇÖKTÜ.,




RED BOOK SİLİNEN TÜRKİYE TEMMUZ 2019 SOYKIRIM KONSORSİYUMU YARGILANMALI. 

15 TEMMUZ DEVLET YALANI ÇÖKTÜ.,
3 Yıllık iftira başlarına çöktü. 15 Temmuz… TSK'daki ve Bürokrasideki tasfiyeler… 
Tüm Darbelerden daha yıkıcı oldu… 
358 Generalden 240'ı nasıl ' Cemaat'ten oldu. ?
 15 Temmuz'a İki Ana çerçevede yaklaşılabilir. 

Bunlardan Birincisi, Darbe girişiminin gerçekleşme hedefinin dir. 
İkincisi ise, sonuçlarının analiz edildiğidir. 

Kanımca Birincisi konusunda çok yararlı incelemeler mevcut. Adem Yavuz Arslan'ın 358 Generalden 240'ı nasıl “Cemaat'ten” oldu? Başlıklı yazısı dikkat 
çekicidir ve mutlaka okunabilir. Yine gazeteci-yazar Ahmet Nesin, internet TV- Programlarıyla gerek yok, 15 Temmuz'u ele alıyor. Bu bakımdan mutlaka 
takip edilmeli. Odaklı iki politika var, 15 Temmuz'u analiz eden. ilki, 15 Temmuz'un gerçek bir darbe girişimi oldugunu ve bastırıldığını kabul eden anlayışı. 

    İkincisi, 15 Temmuz'un gerçek kurbanlaştırması ve tümüyle kurgulanmış, kurbanlaştırılmış, reddetmek meşruiyet devruhlama devşirme bağlantısının 
üstlenmiş bir kalkmayı olduğu. Hangi kavramsalın tarihi gerçekçiğe tekabül kavramsal öğrenmemiz zaman alacak. Bu tür siyasi olaylar meydanaştikten 
onlarca yıl sonra netleşir. Bu belirsizlik bir süre daha devam ediyor. Fakat buna çok takılmamak lazım. İşin aslı şudur ki, hangisi olursa olsun olsun, 
sonuçları öyle bir şey değişmez. Bence Darbe Girişimi'nde, uzaklarda, genel olarak içten izahı, zor durumda olay, 15 Temmuz'un ardından en uzak yerlerde 
bir darbe yönlendirerek yapıyor. TSK içerisindeki korkunç tasfiye operasyonu, TSK içerisindeki korkunç tasfiye operasyonu, 15 Temmuz girişiminin ardından 
TSK'da bu değişim yapmayı hedeflediğini ortaya koyuyor. 15 Temmuz'a dair cevapsız sorulardan birisi de şu; İfadelerden de görüldüğü gibi, TSK'daki uzun 
yıllara dayanan bir tane 'Cemaatçi' fişlemesi yapıldı. Normalde fişleme seçeneklerininde olanları terfi etmemesi, kızak göreve çekilmesi ya da ihracı beklenir. 
Ancak 2015 ve 2016 yıllarında enteresan bir şey oluyor. Tabur komutanı atamaları Kara Kuvvetleri Komutanlığı personel başkanı Tümg Şevki Gençtürk’de MİT ile koordineli yapıldığı, gizli tanık Abdullah’ın 2014 başında başında bir listeyi MİT'e hazır biliniyor.
 
Ancak bu listede olan isimlerden bilgisayarda çok kritik görevlere atanmış. Doğal olarak '15 Temmuz da kritik görev görevlisi, haklarında cemaatçi olduklarına dair duyum, bilgi ve ihbar olanlarda olması mı amaçlandı? ' sorusu akıllara geliyor. Hatta gizli tanık Abdullah'ın isimleri de aynı yıl yapıldı, YAŞ'ta çok kritik görevlere atanıyor. mesela; Ünsal Coşkun; 2015 YAŞ'ında genel yapıldı, Kara Havacılık Okulu'na atandı, Ekrem Çağlar; 2015 yılında general yapıldı, Erzincan 3.Ordu Harekat Kurmay Başkanı olarak atandı Enver Topal; 2015'te Kara Harp Okulu alay komutanı Kutsi Barış; 2015 yılında Cumhurbaşkanlığı muhafız alay komutanı olarak atandı Ali Yazıcı; 2015'te Cumhurbaşkanı Başyaveri oldu. 

Murat Dağlı; 2016 yılında İzmir 3. Hava Alay Komutanı Deniz Aldemir; 2016 yılında Kara Havacılık'taki taburtan komutanı oldu Özcan Karacan; 2016 yılında yine Kara Havacılıkta tabur komutanı oldu. 

Atamalara ve fişleme dosyalarına bakıldığında sanki bir elin, 15 Temmuz Akşamı kritik rollere soyunacak birliklerin başında bir fişleme dosyalarında adı Cemaatle anılanlarda atanıyor organize ediliyor görünüyor. Bu durum sizce de tuhaf değil mi? 

DARBEDEN ÖNCE ' FETÖCÜ ASKERLER NASIL TUTUKLANACAK ' TOPLANTISI., 

    Geçelim bir başka tuhaflığa. Malumun bulunduğu güvenlik Terör Dairesi Başkanı Turgut Aslan koruma ve şoförüyle 15 Temmuz akşamı 22: 16'da Jandarma Genel Komutanlığı'na gitti. İçeriye girmesine izin verilmeyince Jandarma Harekat Başkanı Tümg. Arif Çetin'le görüşmeye geldiğini söyledi ve içeri aldı. 
Polisin operasyonu sırasında çıkan çatışmada ağır yaralandı. Koruması ise hayatını kaybetti. Ankara 23. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılan yargılamada mülaştı olarak ifade verdi. 5 Aralık 2018 tarihinde dilekçesinde “Darbe girişiminin başladığı gün, Jandarma Genel Komutanlığı'nda, emniyetin üst düzeyinde  isimleriyle gizli bir toplantı düzenledi. Fetöcü askerlerin gözaltına alma planlarının yapıldığı bir toplantıydı. Toplantıdan çıkarken bilgisayarda hareketlilik üzerine Tümgeneral Arif Çetin'i aradım. Arif Çetin olanlara henüz vakıf olduğunu ve siber saldırı olabileceğini söyledi. 

   Arif Çetin ile Jandarma karargahında Buluşmak üzere Sözleştik. “ Aslan'ın ifadesi ' Nasıl Yani ' dedirtiyor. 

Çünkü henüz darbe girişimi başlatdan gizli bir şekilde 'FETÖcü askerlerin tutuklanmasına dair planlama toplantısı' yapıyorlar. 
Üstelik terör daire başkanının böyle bir olayda yetkisi de yok. Tuhaflıklar burada da bitmiyor; 

TSK ya da TSK'da bir grup darbeye gidiyor, ancak TEM dairelerini yönetiyor iki polisle darbenin merkezlerinden birine gidiyor. Tıpkı Fidan'ın 'darbe ihbarını' 
tedavi sonra Genelkurmay Karargahı'na gidişi gibi tuhaf bir durum. Ayrıca Tümg.Arif Çetin de karargahta değil. Hem toplantı hem de Aslan'ın Jandarma 
Genel Komutanlığı'na gidişi hayli şüpheli. Ancak konu önemli ve mahkeme evrakları arasında altı çizilmesi gereken çok detay var. Mesela fişleme hazırini 
hazırlayan, bunların sayısı 15 15 Temmuz sonrası ' Ödüllendirilmiş '. Ayrıca Erdoğan ve AKP kurmaylarının 15 Temmuz'dan çok önce fişleme hazırlığından 
bahsediyorsanız emineye yer bırakmayacak şekilde netleşti. Erdoğan'ın 15 Temmuz'u eniştesinin telefonuyla duyduğu yer açıksa kimseyi etmemişti ancak 
bu mahkeme tutanakları orada ki Erdoğan sadece bilgiyi temizledi, aynı zamanda yönetin, aktif rolünü yönet. Ne hikmetse 15 Temmuz'dan çok önce 
binlerce kişiyi ayarla fişleme listeleri yapılıyor, TSK içerisine ve Havuz Medyası'nda topluma “FETÖcüler darbe yapacak” algısı pompalanıyor, Perinçek'in 
tabiriyle siyasetin köpeği olan yargı süreci tetiklemek için 'FETÖ Operasyonu' yapıyor ve tam da Erdoğan'ın beklediği bir grup asker ve harp okulu 
öğrencisi bir şeridini ulaşıma kapatıyor! Erdoğan ' Allah'ın Lütfosu ' demesin de ne desin? Hulusi Akar'ın İmzaladığı 15 Temmuz kumpasının belgesi 
Nordic Monitor'de yayınlandı. 

Hizmet'e yıkmaya çalıştıkları darbe suçu Akarcı Konsorsiyumla MİT ve Karargah üstünde kaldı. 
Erdoğan'ın ve ETÖ'nün, Perinçekcilerle hesap vereceği günleri iple çekiyorsunuz. 
NATO ve Rusya'yı kumpası tek tek döküyor. 
MİT Soykırım rejimi, hala algı peşinde aldatıyor! 
Katar'dan El Nusracı Süfyan ordusuna suç işleme özgürlüğü! 

SİNCAN; RANT'IN MERKEZ ÜSSÜ 

1-) Türkiye'de herşeyin bir rantı olduğu gibi, Sincan Cezaevi kampüsünde sayısı Darbe Davalarının da Rantı çoktan oluşmuş vaziyette. 
İnanamayacaksınız, bu biri Küfürbazlar'dan biri başı kapalı, 60 yaşlarında bir kadın. 
Bu Yaratığın, Yb.Gülşen Torunoğlu Aslan, Yzb.Burcu Doğan, Lale ve Merve Teğmen'lere sarfettiği küfürleri duyduğumda bir erkek olarak yerin dibine girmiştim. 
Kahraman kadın Subaylarımız işte bu hayasızların linçleri altında günlerini geçiriyorlar. Türkiye'de her şeyin bir rantı olduğu gibi, Sincan Cezaevi kampüsünde görüntülenen Darbe Davalarının da Rantı çoktan oluşmuş vaziyette. 
BOOMERANG @ BOOMERANG1357 

   17 Haziran Üstelik bu rantın yolu, Kahraman Silah Arkadaşlarımızı ve Ailelerini linç etmekten geçiyor. Akıncı üssü davası bu Rantçı avantacıların istilası altında. 
Bu Rantçılar için Akıncı Davası; kimine göre basamak atlamak, kimine göre kendini parlatmak, kimine göre ihale kapmak, kimine göre çoluk çocuğu çalışıyor 
sokmak, kimine göre günlük 80 TL alıyorum, kimine göre Döner-Ekmek yemek, kimine göre bedava otobüse binmek olmuş olduğu. Üstelik, ne yapıyorsun 
vatan millet için yapıyoruz diyecek kadar da pervasız bu Avantacılar. Arbedeler onu her seferinde salon boşaltılmış, salon dışına çıkan Avantacı Namussuzlar, 

Emre'nin başını okşayıp kahkahalarla “ Aferin Emre, işte böyle ” diyorlardı. Akıncı'nın Avantacılarını olursak gruplayacak; 

a) Milletvekilleri ve Bakanlar Belediye Başkanıları, 
b) Müşteki liman avukatlık yapıp, bir de vekillik, bir başkanlık, bir ihale içerisinde mi hesabındaki avukatlar. 
c) Hergün öğle yemeği akşam yemeği sırasında Türkiye'nin farklı il ve ilçelerinden salona taşınıp, binanın fotoğraflarında döner-ekmek yiyip ayrılan şu 
anda yığınlar. 
d) Son olarak; Davanın Kadrolu Küfürbazları ve Provakatörleri. 

6-) Rant ekibini sözlerle anlatmak mümkün değil. 

AKINCI'DAN HABERİNİZ OLSUN! 

Yb. Özcan Murat DOĞAN'ın sıramada çapraz sorgusu vardır,  Akp'li Avukatlar tarafından sergilenen bütün hasmane tavırlara, nezaketinden ve beyefendi üslubundan bir an olsun ödün vermeden sormuşumuzda 
sanatın tuzak sorulara ait olanın kimseye ait. Akp'li avukat boyunca geçen diyalog'dan bahsetmek istiyorum; Önce biri diğerine ” Bu adam şerefsiz yaa ” diyor, Diğeri ise ” YAPACAK BİŞEY YOK ABİ ADAMLAR ÇOK ZEKİ ” diye çaresiz bir cevap veriyor. Yiğitlerimiz karşında çok acınası haldeler, çook. Bu haksız 
davalarda ortaya çıkıyor ve net karelerden biri de şu ki; o kürsüye çoktan masumların gözlerinin içine bakamayan bir heyetin var oluşu .. 
Sanırım onu ?? Anlatıyordur. 

15 TEMMUZ SOYKIRIM KONSORSİYUMU  YARGILANMALIDIR ... 

***

16 Eylül 2020 Çarşamba

CUMHUR İTTİFAKI YÜZDE 50 NİN ALTINDA.,

CUMHUR İTTİFAKI YÜZDE 50 NİN ALTINDA.,


DENİZ YILDIRIM.,

06 NİSAN 2019

   Çoğu yorumcu AKP ile MHP’nin genel oylarını toplayıp Cumhur İttifakı’nın oyların yüzde 51.6’sını aldığını söylüyor. Hatalı; çünkü ittifak oyu, ittifak yapılan seçim bölgelerindeki kaymalarla ölçülür. İki parti tüm ülkede değil, 30 büyükşehir ve 21 ilde ittifak yaparak ortak aday çıkardı. Kaldı ki 31 Mart’tageçerli sayılan her 100 oydan 84’ünün sahibi bu şehirlerde yaşıyor. Örneklem olma potansiyeli de büyüktür. 

İkincisi, ittifak yapılmayan şehirlerde hem AKP hem de MHP adayı yarıştı. Ve MHP adayları AKP adaylarına karşı müttefik gibi değil, muhalefet gibi kampanya yaptı; AKP karşısında en güçlü aday görüldükleri kimi yerlerde CHP ve İYİ Parti seçmeninden de oy aldı. Öyleyse ittifak oyu gibi değerlendirilemez. 

Bu gerekçelerden sonra verilere bakalım. 24 Haziran verileriyle de karşılaştırarak incelediğimde ilginç sonuçlara ulaştım. 

Önce 30 büyükşehir. AKP ile MHP’nin 24 Haziran milletvekili seçimlerinde 30 büyükşehirdeki toplam oyları yüzde 52.1’di. Yani genel ittifak oyuna oldukçayakın. Ve bu pasta içinde AKP oyu yüzde 41.6, MHP oyu ise yüzde 10.5’ti. Yine bu oranlar da iki partinin ülke genelindeki oy oranlarına yakındı. 

31 Mart’ta bu 30 büyükşehirde AKP ile MHP yine ittifaka gitti. MHP birçok şehirde aday çıkarmadığı ve belediye meclis pusulasında yer almadığı için, MHP oylarının büyük bölümü AKP içinde temsil edildi. Bu çerçevede 31 Mart yerel seçimlerinde, belediye meclis oy toplamları bakımından AKP ile MHP’nin oyu yüzde 52.1’den yüzde 48.8’e gerilemiş. Bunun 43.9’u AKP oyu. Ama dikkat; içinde bu kez önemli ölçüde MHP oyu da var. 

Hesabıma göre, 30 şehirden 27’sinde MHP’li büyükşehir adayı, 17’sinde de pusulada MHP’li belediye meclis üyesi tercihi yoktu. 17 şehri baz alalım. 

   Bu 17 şehirde MHP’nin 24 Haziran oyu yaklaşık 2 buçuk milyon. 

   Bu da 24 Haziran’da bu 30 şehirde MHP’ye oy veren her 11 seçmenden 5’i demek. Yani AKP’nin yüzd 43.9’luk ittifak oyu içinde yaklaşık 5 puanlık MHP oyu bulunma olasılığı yüksek. Elbette sandığa gitmeyen ya da muhalefete oy veren MHP seçmenleriyle birlikte düşünmek gerekiyor. Tam veri elde etmek, mevcut ittifak sisteminde epey zor. Ancak bu verilere bakarak bile AKP’nin 24 Haziran’daki yüzde 42’lik genel oy oranının gerisine düştüğünü söylemek abartılı olmaz.

İşin içine büyükşehirler dışında ittifak yapılan 21 ilin il genel meclis verilerini kattığımızda da durum değişmiyor. AKP ile MHP’nin 31 Mart’ta Türkiye genelinde ittifak yaptığı 51 şehirde 24 Haziran oyu yüzde 51.7’ydi. Bugün ittifak yapılan 51 ilde ittifak oyu yüzde 49’a inmiş. Birçok şehirde MHP, AKP listesinden yarışa girmesine rağmen AKP oyu yüzde 43.4’te kalmış toplamda. Oysa MHP oyu bu şehirlerde yüzde 10’un üstündeydi. 

Diğer yandan ittifak yapılan 51 şehirdeki belediye sonuçlarına bakalım. AKP ve MHP 2014 seçimlerinde 30 büyükşehrin 21’ini kazanmıştı, bu sayı şimdi 16’ya düştü. 51 şehirdeyse toplam sayı 30’dan 23’e geriledi. İttifak yapılan 51 şehirde büyükşehir ya da il belediyelerinin yüzde 45’i Cumhur İttifakı partilerine ait. Bu oran 2014’te yüzde 59’du. Yani AKP ile MHP’nin bu şehirlerde ittifakla girmeleri, muhalefete yaramış. 

En ilginç verilerse, AKP ile MHP’nin ittifak yapmadığı 29 şehirde. Bu şehirlerde iki parti de aday çıkardı. İl Genel Meclisi seçim sonuçlarıyla 24 Haziran’da bu partilerin aldığı oyları karşılaştırdığımızda görünen şu: 24 Haziran’da bu şehirlerde AKP oyu yüzde 51.2’ydi; 31 Mart’ta yüzde 43.8’e inmiş. Yani ittifaksız yerlerde de AKP’nin 7.4 puanlık düşüşü var. MHP oyu ise yüzde 16’dan 23.6’ya yükselmiş. MHP ittifak yapılmayan, yani AKP’ye muhalif kampanya yürüttüğü

yerlerde AKP’den ciddi oranda oy koparmış. İkincisi, başta da belirttim, MHP’nin AKP’ye karşı muhalif kampanya yürüttüğü yerlerde MHP adaylarının AKP karşısındaki en güçlü ihtimal olarak görülmesine bağlı olarak, CHP veya İYİ Parti seçmeninin bir bölümü de buraya yönelmiş. İlçe bazlı incelemelerde bu kaymaları açıklıkla görebiliyoruz.

Özetle tablo, seçime ortak girilen yerlerde Cumhur İttifakı’nın oy kaybederek yüzde 50’nin altına indiğine işaret ediyor. Ancak yine de iki ittifak arası geçişlilikten daha çok ittifak içi geçişlilik lerin olduğunu ve hangi taraf öne geçerse geçsin, yüzde 51-49 yarılmasının mevcut tabloda yine de kırılamadığını görmekte yarar var. Bu denklemi çözen, Türkiye siyasetinin geleceğini belirleyecek.


***

DEĞİŞEN DÜNYAYI KAVRAMAK.

 DEĞİŞEN DÜNYAYI KAVRAMAK.,


SONER POLAT,

06 NİSAN 2019

Dünya sadece jeopolitik, siyaset ve strateji alanlarında değil, yaşamın neredeyse her alanında büyük değişimlere sahne oluyor. Bu değişim ve dönüşümü kavrayanlar siyasette öne çıkmaya, yeni siyasi oluşumlar güçlenmeye başladı. Geleneksel tüketim alışkanlıkları tepeden tırnağa değişiyor. Özellikle 18-35 yaşları arasındaki kesimin davranışları belirgin ölçüde farklılaşıyor. Dünyaya başka bir açıdan bakan yeni bir kesim belki geleceğimizi de şekillendirecek...

YENİ BİR EKONOMİK YAKLAŞIM

Bu kesim sosyal sorumluluk projelerinde görev üstlenmeyi benimsiyor. Çok hızlı öğreniyor ve bilgilerini yaptıkları işlere mükemmel düzeyde yansıtıyor.

Kariyer planlaması onlar için vazgeçilmez bir uğraş alanı! Bu nedenle üst kademelere tırmanabilecekleri ve yeteneklerini sergileyebilecekleri iş kollarını tercih ediyorlar. Günlük mesai ile sınırlanan işler onlara cazip gelmiyor. Bu çerçevede çokuluslu şirketler ya da çeşitli ülkelerde çalışma alanları olan

firmalar onlar için bir cazibe merkezi niteliğinde! Konut alarak ömür boyu ev kredisi ödemek istemiyorlar. Kiralamayı bir özgürlük olarak algılıyorlar.

Pahalı arabalar alıp uzun süre borç ödemekten kaçınıyorlar. Bisiklet ve motosikleti daha fazla tercih ediyorlar. Metro sistemlerini yaygın olarak kullanıyorlar.

Çevreye ve insan haklarına son kerte duyarlı bu kesim hayvanların korunup kollanmasına da özel bir önem atfediyor. Dünya vatandaşı olmayı hedefleyen bu

kesim dinlere ve ideolojilere uzak duruyor.

TÜKETİCİNİN DOĞASI DEĞİŞİYOR...

Bütçeleri markalı şık kıyafetlere yetse de spor ve rahat kıyafetler giymek onlara cazip geliyor. Bazı dünya markaları bu eğilimi fark ederek şimdiden onlar

için daha düşük ücretlerle satılan yeni kıyafetler hazırlamış! Pahalı ürünlerin satışındaki ciddi düşüş bu firmalar için kalk borusu niteliğinde! Yeme-içme

ve seyahat için para harcamaktan kaçınmıyorlar. Sınırsızca para harcadıkları tek alan teknoloji ve iletişim! Çünkü geleceklerini orada görüyorlar. Yatırım

yapmak yerine para kazanmak ve bu kazançla diledikleri gibi hayatı sürdürmek istiyorlar. Tasarruf yapmıyorlar. “Belirli koşullar oluşunca, tasarrufa ya

da tüketime yönelme olur!” gibi genel ekonomi teorileri anlamını kaybetmeye başladı. Çünkü tüketicilerin doğasında ve her türlü alışkanlığında büyük değişikler

oluyor. Dünya bu değişim ve dönüşümü anlamadığı takdirde, küresel ekonomide bir durgunluk yaşanacağı anlaşılıyor.

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Dünyada 1980’li yıllardan itibaren şaha kalkan küreselleşme çokuluslu şirketlerin önünü açma amacını güdüyordu. Ama sistem tıkandı. Yürüyemiyor. Her şeyi yakıp yıkarken kendini de yaktı. Ama toplumsal dinamikleri öylesine hareketlendirdi ki beklenmedik sonuçlar ortaya çıktı. Ulus devletleri yıkma amacı güden küreselleşme kısa bir süre için kısmen başarılı olsa da son dönemlerde ulus devletler yeniden ve daha güçlü bir şekilde ayağa kalktı. Küreselleşme ekonomik ilişkileri etkilediğinden doğal olarak yeni bir insan tipi ortaya çıkardı. Ancak ne yazık ki bu yeni insan tipi ne küresel elitlere ne de ulus devletlere çare oldu. Tüketim alışkanlıkları değişen bu yeni kesim küresel sistemin ezberlerini bozdu. Tüketim çarkının dişlileri arasına çomak soktu. Ama aynı zamanda kendileri açısından olumlu görülse de bireysel ve bencil davranışları ulus devletlerin doğasına pek uygun düşmüyor.

Aidiyet duygusu olmayanlar, milliyetçi eğilimleri azalanlar mutluluğu yakalayamaz. Mutluluk biraz da paylaşmaktır; içinde bulunduğu toplumun refah ve mutluluğu için fedakârlık yapmaktır. Mensup olduğu topluma karşı hiçbir sorumluluk duygusu olmayanlar, kişisel çıkar ve kişisel özgürlük peşinde koşanlar, önünde sonunda hüsrana uğrar. Zenginleşmek tek başına bütün sorunlara çözüm olamaz. Bugünlerde dillere pelesenk olan ve bir üstünlük göstergesi olarak sunulan “dünya vatandaşlığı” aslında çıkmaz bir sokaktır. Dünya vatandaşı “hiçbir yere ait olmayan” anlamındadır. Bu tercihi yapanların yalnız kalması kaçınılmazdır.

Unutmayalım, tek bir insan hiçbir değer yaratamaz. Değerler toplumsallaşma sonucu ortaya çıkar. Bunun için de birden fazla insanın bir araya gelmesi gerekir.

Türk yetkili ekonomi uzmanlarının bu değişen tüketici profilini dikkatle analiz etmesinde büyük bir fayda olduğunu değerlendiriyorum.

Yazımıza Aydın Durucan’ın dizeleri ile son verelim: “Varlığını/paranı paylaşmak/dünyanın en zengini olsan da/ne önemi var paylaşmadıktan sonra//Yaşamını/hayatını

paylaşmak/ben kendime yetiyorum diyorsan/paylaşma kalsın, dost kal yalnızlıkla//”

***

Demokrasi Duragında İnmeyin isterseniz

Demokrasi Duragında İnmeyin isterseniz




YAZGÜLÜ ALDOĞAN,

06 Nisan 2019 Cumartesi


    Tam duruma kendimizi alıştırıyoruz, tamam sakin sakin izleyelim, saya saya yorulacaklar ve alışacaklar, kabullenecekler yenilgiyi diyoruz; yatıyorlar kalkıyorlar

yeni bir numara icat ediyorlar. Dün öğle saatlerinde ülke gündemine bomba gibi düşen bir haber, seçimlerin yenilenmesi talebiydi! Sonra bütün Türkiye değil,bütün İstanbul değil, sadece Büyükçekmece için AKP İlçe Başkanlığı’nın böyle bir talebi olduğu anlaşıldı. Çünkü efendim, burada 18 bin seçmen fazla yazılmış,ne tesadüf, tam da aradaki farkı kapatacak kadar? Peki bu seçmen listeleri asıldığı zaman kimse itiraz etmemiş mi? Etmemiş. Süre bittikten sonra, helehele seçim bittikten sonra, hele hele kazanan belli olduktan sonra seçmen listelerine itiraz edilebilir mi? EDİLEMEZ! Nitekim İlçe Seçim Kurulu da itirazı

reddetti. O arada dolar çıktı, lira çakıldı, kimin umrunda? Tabii süreci devam ettiriyorlar. İl Seçim Kurulu’na ve YSK’ye kadar götürürler. Maksat, kazanmakiçin her yol mubah, ki siyasi İslam inancına göre, savaşı kazanmak için her yol mubah, devam ederler.

    Niye Muhalefetin itirazları reddediliyor? 

Zaten şu ana kadar yapılan itirazların da temeli, mantıklı dayanağı yok. Bir itiraz yapılıyor, geçersiz oylar sayılıyor. “Bu sonuç bizi tatmin etmedi, bir daha sayılsın” diye yeniden itiraz ediliyor. İyi de nereye kadar, sizin adayınız kazanana kadar mı? Özele dönersek Ekrem İmamoğlu, belediye tarihinde

İstanbul’u, 4 milyon 171 bin gibi en yüksek oyla kazanan başkan olmakla kalmadı, bu seçim geçersiz oy sayısı açısından da (318 bin) en düşük geçersiz oy sayısıdır! Ve şu anda iki aday arasındaki 19-20 bin oy bandında gözüken fark, geri kalan ilçelerdeki geçersiz oyların sayımı sonrasında da değişmeyecektir.

Her sayımda değişen rakamlar, 3- 5-10! Ha, niye CHP oyları daha az artıyor, AKP oyları daha çok? CHP seçmeni daha bilinçli olduğu için geçersiz oy oranı düşük. Arkadaşların seçmenleri tam becerememiş. Bilimsel olarak açıklamaları var; yarısında böyleyse diğer yarısında da öyle çıkar. 

Tabii bunlar mantı çerçevesinde, illa da biz kazanacağız mantıksızlığındakilere neyi nasıl anlatacaksın? Efendim, hukuki süreç devam ediyor, niye kızıyorsunuz diyorlar ya.

Adil değil. Niye AK Parti’nin itirazları dışındakiler reddediliyor? Niye mesela HDP’nin şu ana kadar hiçbir itirazı kabul edilmedi? “Muş, Tatvan, Malazgirt,Viranşehir ve daha birçok merkezde itirazlarımız reddedildi” diyor, HDP’liler? Balıkesir’de itiraz niye kabul edilmedi? İktidarınız süresinde yapılan seçimler in demokratik biçimde geçtiğini iddia etmiyoruz, ama bari oy sayım ve sonuçları kabullenme konusunda biraz sakin olun. Razı olun, mantıklı olun.

Şerif Gören yeniden film çekse 

Siyaset gündeminden kurtulsak da kültür sanattan bahsetsek? İKSV Film Festivali 38. yılında, tiyatro üzerine şahane bir filmle başladı, Cyrano de Bergerac’ın nasıl yazıldığını konu alan Edmond! Ömür Boyu Başarı Ödülü’nün Şerif Gören gibi Türk sinemasına olağanüstü filmler yapmış bir yönetmene verilmesi ne güzeloldu, belki törenin gedikli sunucusu Cem Davran’ın hatırlattığı gibi, bir prodüktör akıl eder de Şerif Gören yeniden kamera arkasına geçer! Tarık Akan’ı da yıllarca kahve köşelerinde oturttular, oynatmadılar! Kaybına ağladığımız Agnes Varda, son ana kadar film çekti. Şerif Gören, tam da ustalık çağında, niye film yaptırmıyorlar? Sinemaseverlerin günde üç film izlemek için yarıştıkları 12 gün boyunca gösterilecek 187 film içinde size de hitap edecek bir film vardır. Vakti olan kaçırmasın. İki yarışmanın filmleri ise tanıtımda gördüğüm kadarıyla pek dertli! Sanatçılar etraflarında ne görüyorsa ondan besleniyor tabii. Siyaset sahnesinde izlediğimiz türlü çeşitli entrika ve trajikomedi senaryoları bırakıp karanlık salonlarda sinemanın kollarına atılmalı yeniden.

Yaşasın 7. Sanat!

https://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1332183/demokrasi-duraginda-inmeyin-isterseniz.html


***