Cem Boyner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cem Boyner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Eylül 2020 Perşembe

İmamoğlu bu kayığa binmez.

 İmamoğlu bu kayığa binmez. 



Miyase İlknur,

CUMHURİYET

06 NİSAN 2019

Seçim gecesinden beri medyamızın muhterem temsilcileri gerek köşe yazılarında gerekse ekranlarda daha mazbatasını almadan İmamoğlu için “Türkiye bir lider kazandı”, “İşte CHP’nin başına geçecek adam”, “CHP aradığı lideri buldu”, “2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İmamoğlu CHP’nin adayı olmalı” türünden abartılı pohpohlamalar da başladı.

 Bayılıyorum bizim bu mahallenin sakinlerine. Kadim alışkanlığımızdır huyumuz kurusun. Çok kolay lider yaratır, üç günde de en ufak bir hatasında diri diri mezara gömeriz. Yahu bu millet İmamoğlu’nu İstanbul’a belediye başkanı seçti CHP’ye genel başkan değil. Hele bir makamına otursun, icraatlarını görelim, gelecekte ne olacağını kim bilebilir? Ne kadar meraklıyız siyaseti dizayn etmeye...

 Yakın tarihimize şöyle bir dönüp bakalım, medyamız kimlere gaz verip lider adayı, iktidarın alternatifi olarak göstermedi ki? Basının pohpohlamasına kendini kaptıran nice isim yok olup gitti. Mehmet Ali Bayar, Cem Boyner, Kemal Derviş, Bedrettin Dalan, Ali Müfit Gürtuna ve daha niceleri. Belediye başkanı olup da liderlik rüyaları görenleri ve medyanın desteğiyle boş havuza atlayan nicesinin kafası gözü yarıldı unuttunuz mu? 

Belediye başkanlığından geliep siyasette tutunabilen tek isim Tayyip Erdoğan. Ancak onun başarısının arka planında, bölgesel ve küresel bir projenin olduğu da unutulmamalı.

Belediye başkanları medyaya iplerini kaptırınca oturdukları koltukları da bir süre sonra kaptırıveriyorlar. Çünkü belediye işlerinden çok siyasetle haşır neşir olunca başarılı olamıyor ve altlarındaki koltuk da gidiyor. Oysa o koltukta bir değil birkaç dönem başarılı işler yapınca seçmen de, mensubu bulunduğu partinin üyeleri de zaten kendisini ödüllendiriyor.

İmamoğlu, medyanın siyasette yeni parlayan ya da seçim kazanmış her ismi, bindirip açık denize saldığı kayığa binmez, binmemeli. Yaşı çok genç. Siyasette de eğer halk ve partisinin tabanı isterse elbette başka görevlere de gelebilir. Neden olmasın? Ama o konu, bugün, bu yıl, bu dönem konuşulacak iş mi Allah aşkına? 

Bakın Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’e; dört dönemden beri görevini başarıyla sürdürüyor. Hem de belediye meclisinde AKP ağırlığına rağmen.

DSP, 2002’de baraj altında kalınca kendisine genel başkan adayı olması konusunda onca baskıya karşın, liderlik hayallerine kapılmayıp görevini sürdürdü.

Bugün Türkiye’de Yılmaz Büyükerşen’i tanımayan ve hangi partiden olursa olsun takdir etmeyen bir kişi var mı?

İlk gün İmamoğlu’nu göklere çıkarıp CHP’ye lider yapan, hatta hızını alamayıp 2023’te potansiyel Cumhurbaşkanı adayı yapanlar Anıtkabir ziyareti ve “mazbatamı verin” diye haklı çıkış yaptığında bir günde itibarsızlaştırma yarışına girdiler. Seçim gecesi “Hakkımı yedirtmem” dediğinde dirayetli ilan ettiğiniz,

Muharrem İnce’ye örnek gösterdiğiniz İmamoğlu, bu tavrını sürdürünce neden yanlış yapmış olsun ki? 

YSK verilerine göre “Adam sandıktan birinci çıkmış” ve hakkının teslimini istiyor. 

Ne var bunda? 

Yok, bir günde göklere çıkarır, bir günde de ipini çekeriz biz. Sadece siyasete özgü de değildir bu yanlış tavrımız. Sporda, sanatta da benzer yanlışları yaparız. Doğulu toplumlara özgü oryantalist bir davranış biçimidir bu. Acımızı da, sevincimizi de, başarı ve başarısızlığımızı da aynı davranış kalıplarına uygun abartılı göstermeye bayılırız. 

Medyanın mümtaz temsilcileri, adam öğütme makinelerinde İnşallah İmamoğlu’nu da kısa sürede kıyma haline getirip bir kenara atmazlar. Gerçi bu İmamoğlu’nun elinde biraz. İzlediğimiz kadarıyla bu kıyma makinelerine kolunu kaptırmayacak ferasette bir kişilik. Umarım yanılmayız.

***


1 Mart 2018 Perşembe

Asıl Cemaat’le işbirliği yapanlar oy bölmesin!

Asıl Cemaat’le işbirliği yapanlar oy bölmesin!

Levent Kırca,

Türkiye özgür değil. Seçimlerden sonra Twitter açılacaktır. Maksat seçime kadar ortalığı karıştırmasın. Benden bir öneri: Eğer Twitter’ı açmak zorunda kalırsa Tayyip, mutlu olmuş gibi yapsın. Twitter’dan özgürlük mesajları atsın. Değil mi? İstiklal Marşı ile Türk Bayrağı’nı anayasaya aykırı olduğu halde seçim malzemesi yaparak sömürmedi mi? O kadar yolsuzluk yap, sonra dön marşımız ve bayrağımızı aklanmak için malzeme yap. Neyse şaşırmıyoruz artık. Ona da şaşırmayız. Twitter açılınca sevinç mesajları atsın Tayyip. Desin ki, tüm bunlar Cemaat denilen bu örgütün işi.
Hazır her şeyi Cemaat’in üstüne atıyor. Nasılsa inanan çıkıyor.
Sonuç olarak, ortada hukuki bir karar yok. Bu kararıyla kendini rezil rüsva etti.
Yandaşları; başbakan yumuşamış, yenilenmiş, tazelenmiş, aklı başına gelmiş gibi gösteredursun. O, ısrarla; “Hayır ben diktatörüm. Benim astığım astık, kestiğim kestiktir” demeye devam ediyor.

Huylu huyundan vazgeçer mi?

Oğlu Bilal’le yaptığı telefon konuşmasına montaj diyen, dublaj diyen, bu vesileyle olayı kapatıp kendini aklamaya çalışan, ama çabaladıkça daha da batan bir diktatörle karşı karşıyayız. Ülkeyi Cemaat’le iç içe yönetirken, Türk subaylarını, Türk aydınlarını zindanlara dolduruyor. “Ben, Ergenekon’un savcısıyım” diyordu. Sonra, avukat oldu. Sonra, Cemaat’le bozuşunca “Kumpas” dedi. “Cemaat yaptı bunu” dedi. Hapishanelerden çıkan yurtseverler için; “Ben onları serbest bıraktım. Bana bir telefon edip teşekkür etmediler” dedi.
Gezi Parkı
Gençlerin Gezi Parkı yasal eylemlerine polisini saldı, saldığı polise; “Destan yazdınız” dedi, ikramiyeler verdi. Şimdi, “Gezi Parkı’nda gençleri ezen de Cemaat” diyor. Oysa; “Emri ben verdim” demişti. O gün kahraman dediği polis, hükümetin bakanlarının aile boyu hırsızlıklarını ortaya çıkardığında, dahası, hırsızlıkları ortaya çıktığı için, ifadeye çağrılan oğlunu korumak için, önce kahraman dediği polislere, şimdi; “Güvenmiyorum. Bunlar Cemaat’in polisi” dedi. Ne kadar polis, savcı varsa hepsini kafasına göre ordan oraya sürüp durdu. Yok ettiği adaleti için de, bir zamanlar kankası olan Cemaat’i suçladı.
Âlem adam, şu Tayyip Erdoğan...
Tayyip’in yandaşları
Sırıtarak, utanmadan “Biz yandaşız” diyorlar. Ve elbette ki, son çabalar...
Başbakanlarını iyi göstermek, olup bitenin tek suçlusu Cemaat’miş gibi gösterme çaba ve gayretindeler. Onlar öyle yapadursun, Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak ve pek çoğu, hemencecik Cemaatçi olmuşlardı bile.
Halktan oy istiyorlar
“Daha yapacak çok işimiz var” diye yazılı, AKP bezlerinin altından geçiyorum arabamla. Yapacak çok işleri varmış... İçimden; “Haklısınız” diyorum. Size, daha çook ayakkabı kutusu lazım.
‘Kemal Abim’ ne diyor?
“Açılım süresi devam edecek” diyor. Yani, ülke bölme çalışmaları sürecek. Bundan böyle Amerika emiri Tayyip’e değil, Kemal’e verecek. Haa, yeni akillerimizde olacak. Gene Kemal Abi’nin dediğine göre; Öcalan’la görüşme sürecini, Yeni CHP’nin “Yeni Akilleri” sürdürecek.
Anlaşılan Yeni BOP Eşbaşkanımız Kemal Kılıçdaroğlu. Amerika Tayyip’le başaramadığı ülke bölme eylemlerini, bu kez Kemal Kılıçdaroğlu’yla sürdürecek.
Sarıgül
Çok sinirli. Mitinglerde vatandaşları dövüyor. Sonra da; “Ben” diyor, “Öyle hızlı yumruk atarım ki, bunu fotoğrafçılar böyle bile yakalayıp çekemez.” Kendisini alkışlamayan bir vatandaşa; “Ortada teneke gibi durma” diyor. “Çek, git.”
İnsanlara kötü davranmayı alışkanlık haline getirmiş. Belli ki sinirleri çok gergin. Ee, kolay değil Cemaat’in adayı olmak. Geçen sene Ahmet Hakan kendisine yayında soruyor: “ Cemaat’in adayı mısınız?” Lafı çevirip, başka şeyler anlatıyor. Tekrar soruyor Ahmet: “Cemaatin adayı mısınız?”... Gene başka bir cevap geliyor.
Şunu açıkça söyleyecek kadar delikanlı olsa keşke... Bu yazı kulağına giderse, belki karşılaştığımızda beni de yumruklar.
Oy bölmek
Aynı dünya görüşünde olan, aynı fikirde olan partiler ancak, birbirlerinin oyunu bölerler.
Biz İşçi Partisi olarak; “Atatürk Devrimleri” diyoruz. “Ülke bölünmesin, Cumhuriyet yaşasın” diyoruz.
CHP’nin söyleminde; “Atatürk” yok. Onlar iktidar olmak için, Amerika’yı ve Cemaat’i destek aldılar. Onlarla işbirliği yapıyorlar. Gördüğünüz gibi, görüşlerimiz tamamen farklı. Onun için de, birbirimizin oyunu bölmek söz konusu olamaz.
Ah... Bir de beni çok seven, benim de çok sevdiğim Fazıl Say bunu anlayabilse...
Benim başkanlığıma gelince...
Dolaştığım, gezdiğim her yerde çok sevildiğimi görüyorum. İnsanlar, bunu kâh dillendiriyorlar, kâh kucaklıyorlar, kâh “Oyumuz senin” diyorlar. Ola ki kazanırsam, kazandığım gün, demokrasinin yeniden gündeme geldiği gün olur. Halk kendisi için, nasıl canla başla çalışıldığının tanığı olur.
Dürüst, Atatürkçü İşçi Partisi’nin az sonra hükümet olacağının ilk adımı olur. Atatürk dirilir, Cumhuriyet yaşar. Hukuk, gene üstünlüğünü kazanır.

Cem Boyner

Atatürk’ü, çürümüş patatese benzeten Boyner, AKP’ye verdiği oyu her bulduğu fırsatta deklare eden Boyner, tekrar Atatürkçü olmaya karar verdi.
Gezi Olaylarını uzaktan seyredip, asla bulaşmayan muhterem, Berkin’in ölümünde mağazalarında yas ilan etmiş, müzik çaldırmamış.
Bir ciddi değişikliği de, Ertuğrul Özkök yaşıyor. Artık şaraplı, seksli yazıların yerine; Tayyip’e bindirmek yazıları kaleme alıyor. Yani güle güle Tayyip, hoş geldin Cemaat.

Zorlu PSM

Nazif Zorlu’nın kızı Şule Hanım’ın yönetimini üstlendiği, muazzam tiyatro salonunu anlata anlata bitirememiştim bir yazımda. “Sizin gibi ustalarıda, burada görmek isteriz” demişlerdi. Salonlardan birini kararlaştırıp, kirasını dahi konuşmuştuk. Bazı günleri oynamam için bana tahsis edeceklerdi.
‘’Bu, gün adedini artırmaya uğraşacağız, bizden haber bekleyin” dediler. Bekleye bekleye ağaç oldum. Hem de, çınar ağacı. Şimdilerde telefonlarıma dahi çıkmıyorlar. Ee, yürek ister... Türkiye’nin sorunlarını oynayan Atatürkçü, Devrimci, Tayyip tarafından da afaroz edilmiş bir sanatçının muhalefet yapan oyununu, Zorlu PSM’de oynatacaksın... Öyle ya, sonra Tayyip ne der?
Bizim mangal yüreğimize karşı, bunlarınki!...



***

7 Mart 2016 Pazartesi

HANÇERDE Kİ PARMAK İZLERİ...




HANÇERDE Kİ PARMAK İZLERİ...

 ( BU KİTABI ALIP MUHAKKAK OKUYUNUZ )





YAZAN;
SELCAN TAŞÇI, 



KÜRDİSTAN PROJESİ ÜZERİNDEN TÜRKLÜĞE VURULAN DARBENİN İZİNİ SÜRDÜ...
Bir ülke “Büyük Kurtarıcı”sı tarafından nasıl batırıldı
Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı”nı gerektirdi. “Operasyon”u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları”yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı...
Irak işgali sadece Türk ordusunun değil Türk siyasetinin de “yeniden dizaynı” nı gerektirdi. “Operasyon” u, savaşa karşı bir başbakan ve “bağımsız Kürt devleti” ihtimalinden endişeli bir koalisyon ortağına emanet edemeyeceğini anlayan ABD, Kemal Derviş üzerinden sadece tarım ve sanayi üretimini bitirip ülkeyi “tam bağımlı” hale getirmekle kalmadı, DSP’nin parçalanması ve “yeni hükümet senaryoları” yla Türkiye’yi erken seçim ile AKP iktidarına sürükleyen süreci de başlattı
Türkiye seçim yılına aldığı “balyoz” darbelerinden yalpalayarak girdi.
12 Şubat 2011’de, 163 subay birden tutuklanmış; terfi sıralaması olağan ilerlerse 2017’de Genelkurmay Başkanı olması beklenen Korgeneral Korkut Özarslan’ın annesi, tutuklama haberine dayanamamış, o gece vefat etmişti.
İşgal var Ordu yok
“Arap Baharı” nın bir anda kışa döndüğü günlerdi. Libya kaynıyor; NATO “işgal” için Türkiye’yi “operasyon üssü” olarak kullanıyor; limanlarımızda, hava sahamızda her türlü savaş teçhizatı kuşanmış yabancılar cirit atıyordu. Milli güvenliğimiz açısından bu derece kritik olan süreçte Libya’ya gönderilen gemilerin bağlı olduğu Aksaz’da bulunması gereken üs komutanı, donanma kurmay başkanı, denizaltı filo komutanı Hasdal’daydı!
Türkiye NATO’nun hava harekat merkeziydi ama bir sonraki yıl (2012) YAŞ’ta, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda tutuklanmayan orgeneral kalmadığından “kuvvet komutanı” atayamayacaktı! Korgeneral rütbesindeki subaylardan biri “mecburi orgeneral” yapılarak kuvvet komutanı olabildi!
Ki bunlar daha iyi günlerimizdi!
Sadece bir yıl sonra ülkenin başbakanı “Fırkateynlerimiz, gemilerimiz vesaire, neredeyse komuta kademesinde oralara gönderecek subay kalmıyor. Olmaz böyle şey. İçeride 400’e yakın subay var” diyecekti.
Başkomutan’ın derdi Beşiktaş
Türk ordusunun 163 subayı birden tutuklanmıştı; acaba bu trajedi karşısında “Başkomutan” nasıldı? O günlerde, Abdullah Gül ile birlikte İran’da bulunan Taha Akyol anlattı:
“Akşam, gazeteciler olarak Gül’le yaptığımız sohbette Cengiz Çandar, ” kötü haberim var “ diyor!
Eyvah, kötü bir şey mi oldu?..
Meğer Çandar, koyu Beşiktaşlı Cumhurbaşkanı’na “Beşiktaş’ın yine yenildiğini” haber verecekmiş!
Gül’ün cevabı:
- Hakikaten hayret. Bir takım üç beş maçı kazanır, bir maçı kaybeder, bunu anlarım... Ama BJK sürekli maç kaybediyor!
Doğru söze ne nedir?..”
Başkomutan Beşiktaş’a ağlarken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bir “balyoz” daha inecek; 30 Mayıs 2011’de ilk kez bir muvazzaf orgeneral tutuklanacaktı;
Hava Harp Akademileri Komutanı Bilgin Balanlı!
Balanlı ile birlikte tutuklananlar arasında Hava Harp Okulu Komutanı da vardı. Türkiye o gün haberdar değildi, aylar sonra öğrenecekti; Hava Kuvvetleri Komutanlığı İstihbarat Başkanı Tümgeneral Mehmet Yılmaz Erdoğan istifa etmişti! Dönemin KADEP Genel Başkanı ve Bağımsız Milletvekili Şerafettin Elçi, 12 Haziran 2011 seçimlerinin ardından “PKK ile AKP arasında gayriresmi bir” seçime kadar ateşkes “protokolü” imzalandığını söyledi. 26 Ekim 2011’de Kandil’den gelen açıklama da bunu doğrular nitelikteydi. Murat Karayılan “10 Mayıs 2011’de devlet yetkilileri tarafından iletilen protokoller üzerinde karşılıklı olarak üç gün tartıştıklarını ve sonuçta anlaştıklarını” iddia ederken protokollerin omurgasını “ortak bir yeni anayasa”nın oluşturduğunun altını çizdi.
Bu uğurda “tasfiye” edilen sadece ordu değildi; Türk siyaseti/siyasetçileri de hedefti.
Deniz Baykal’a yapılan “kaset operasyonu” yla Onur Öymen’li, Şükrü Elekdağ’lı CHP’nin yerine Hüseyin Aygün’lü, Sezgin Tanrıkulu’lu “Yeni CHP” dizayn edilmiş; sıra MHP’ye gelmişti. Tam seçim arifesinde, yasadışı yollarla elde edilen görüntü ve ses kayıtlarına dayanan tehdit ve şantajlarla partinin üst yönetimi tasfiye edildi.
Aslında Türkiye de, MHP de, bu tür girişimlere yabancı değildi.
57. Hükümeti ABD bitirdi
DSP Genel Başkanı Masum Türker’in, 4 Şubat 2012’de Yeniçağ’da yayınlanan sözleri, Türk siyasi tarihinin en büyük “operasyon” larından birinin, yine MHP’nin de ortağı olduğu 57. Hükümete yönelik olarak gerçekleştiğinin itirafı gibiydi.
“57. Hükümetin sona ermesinin arkasında Ecevit’siz ve MHP’siz bir hükümet isteği yatıyordu” diyen Türker’e göre bu “isteğin” sahibi ABD’ydi:
“Her gün baskı vardı bize, ayrılın diye. Partinin içerisine dışarıdan baskı vardı... Bütün gazeteler yazıyordu ve Kemal Derviş yeni bir parti, yeni bir işlem yapalım diye İsmail Cem’i ikna etmeye çalışıyordu. En son Yaşar Büyükanıt, İsmail Cem, Kemal Derviş RV Restorant’ta buluşup yemek yediler. Gazetelere de yansıdı o tarihte. DSP’nin bu konuda bölünmesi ABD’ -nin isteklerinden bir tanesiydi.”
Peki ama, 1999’da AB Aday Üyelik Protokolüne, IMF ile 3 yıllık stand by anlaşmasına imza atmış, “Tahkim Yasası” nı geçirmiş; hemen her gün “Artık önümüzdeki 10 yılı görebiliyoruz” diye sevinçle el çırpan “patron”lardan övgü alan koalisyon nasıl parçalanma noktasında gelmişti?
Derviş’e dokunan yanar!
Dolar ve gecelik repo faizleri fırlarken, borsanın çakılması, vatandaş Başbakanlık önünde yazar kasa fırlatırken “vurgun ekonomisi” nin patronlarının daha da ihya olmasından çok daha tuhafı; Türkiye için hazırda tutulan “kurtarıcı” bekletiliyor olmasıydı!
2 Mart 2011’de Dünya Bankası’ndan transfer edilerek Ekonomiden Sorumlu Bakan yapılan Kemal Derviş “15 gün” de çıkarttırdığı “15 yasa” ile ilk iş Türkiye’nin tarımsal ve sanayi üretimi bitirdi!
Türkiye’deki sorunun ekonomik değil siyasi olduğunu söyleyen eski CIA ajanı Mark Parris’in, -Milliyet’te Serpil Yılmaz’ın özel haberine göre- 18 Temmuz 2011’de Ecevit ve Bahçeli’ye “Derviş’i köşeye sıkıştırırlarsa batacakları” tehdidi savurması, çiçeği burnunda “ithal bakan” ın asıl misyonuna dair ilk önemli ipucunu vermişti.
Cengiz Çandar, 7 Şubat 2002’de Yeni Şafak’ta yayınlanan yazısında, “Eğer IMF’nin 24 kişilik İcra Direktörleri Kurulu’ndaki ‘hiç kimse’ Türkiye’ye böylesine ‘rekor düzeyde’ para verilmesinde’ mutlu değil’ise, bu parayı nasıl verebildi? Bunu Washington’da IMF’nin de üzerinde bulunan bir ‘siyasi irade’ ve ‘siyasi otorite’ nin isteğiyle açıklamak uygun olur. Orası neresidir? IMF’ye düzayak beş dakika mesafede ve Amerikan Hazine Bakanlığı binasının bitişiğinde olan Beyaz Saray! (...) Bu ‘rekor meblağ’ın bir ‘dış politika faturası’ olması gerekiyor. Bu ‘fatura’ Ankara’nın Bağdat’a karşı, Washington’a vereceği desteğin faturası. Türkiye Irak’a karşı bir ‘Amerikan harekâtı’olursa, buna ‘tam destek’ verecek. Türkiye bu desteği vermeyecek olsa, bu ‘para’ gelmezdi. Artık kendimizi aldatmaya son verelim. ‘Mukadder geleceğe’ doğru hazırlanalım. Türkiye’nin geleceğini, IMF programının uygulanması ve Irak’a yönelik girişimler belirleyecek...” diyordu.

Ve doğruydu!

Eski ABD Başkanı Bill Clinton’un danışmanı Dick Morris’in “Türkiye, Irak operasyonuna destek verecek. Çünkü Türkiye’nin sahibi IMF’dir. IMF parasını verip, Türkiye’yi satın aldı” sözleri, yazdıklarının Çandar’ın “kişisel temennisi” nden ibaret olmadığını gösteriyordu!
Irak işgaline hazırlanan ABD için en kötü senaryo; Türkiye’nin başında “Savaşa karşıyım” diyen bir Başbakan ve müdahalenin “bağımsız bir Kürt devleti” doğurabileceğinden endişelenen bir Başbakan Yardımcısı’nın bulunmasıydı! Dönemin Milli Savunma Bakanı Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun -önceki bölümlerde ayrıntılı anlattığımız- NATO resti de cabası!..
Her Taşın altında Doğan Medyası
Operasyon günü yaklaştıkça Washington-İstanbul-Ankara hattındaki trafik de yoğunlaştı. Eski CIA Başkanı da olan baba Bush, TÜSİAD üyeleriyle yemek yiyor; o yemek masalarından kulisler aktaran köşe yazarları “Washington’un Ecevit sonrasını planladığını” haber veriyor, ABD Ankara Büyükelçisi Pearson, Mesut Yılmaz ve Kemal Derviş üçlüsünün arasından su sızmıyor, olmayan bir seçimin anketleri yayınlanarak AKP palazlandırılıyor, İsmail Cem yeni parti kurmaya teşvik ediliyor, DSP’ye bütün olarak hükmedemeyenler bölme yoluna gidiyordu... Ve bütün bu organizasyonu yürütenler; dönüyor dolaşıyor aynı adreste buluşuyordu:
Doğan Grubu’nun 4 Temmuz 2002’de Frankfurt’taki yeni baskı tesislerinin Mesut Yılmaz’lı, Tansu Çiller’li, Tayyip Erdoğan’lı, İsmail Cem’li, Tunca Toskay’lı açılışı çok tartışıldı. Özellikle MHP lideri “3 Kasım süreci” konusu her açıldığında lafı o ünlü ve gizemli “Frankfurt toplantısı”na getirdi ama dönemin aktörlerinden/tanıklarından hiçbiri o toplantıda Bahçeli’nin “ erken seçim kararı” almasına yol açacak kadar “hayati” hangi konunun konuşulduğunu açık olarak söylemedi. Bütün yazılanlar, çizilenler “iddia”dan ibaretti. Kesin olan; Bahçeli o toplantıdan birkaç gün sonra 7 Temmuz 2002’de Bursa’da 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda “dış güçler Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar istiyorlar, kararı Türk Milleti versin” diyerek “erken seçim” teklif etti.
“Ecevit’siz ve MHP’siz iktidar Senaryosu”
Bahçeli’ye göre “senaryo” şöyleydi:
“Sayın Derviş, siyasi belirsizlik dedi. Onun ardından uluslararası finans kuruluşları, şirketler, iç ve dış basın bu kavrama destek verdi. Derviş’e ‘Siyasi belirsizlik var mı?’diye sordum. Bana ‘Yeni bir hükümet senaryosu’ yanıtını verdi.
(...)
İşin gerçeği Ecevit’siz ve MHP’siz bir iktidar oluşumunun yolunu açmak. Bütün yaşananların özeti budur. Daha sonra Merkez Bankası Başkanı’na ‘Bu doların, faizin yükselişini durduramaz mısınız?’ diye sorduğumda ‘Durdurabiliriz ama yükselir’ yanıtını aldım. Nedenini sorduğumda ise ‘Siyasi belirsizlik’ dedi. Ben de kendisine ‘Eğer Türkiye’de bazı şeyler dış basınla ve finans kuruluşlarının söyledikleriyle olacaksa, bağımsız Merkez Bankası’nın görevi, sorumluluğu nedir?’ diye sordum.
Bütün bunlar yeni senaryoların gündeme sokulduğunu gösteriyor.
(...)
Millet iradesine dayanmayan değişiklikler yapılmak isteniyor. Türkiye, geleceğini Financial Times gazetesi yazarının, değerlendirme kuruluşlarının, bazı medya unsurlarının belirleme yetkisinde görmemelidir. Türkiye’nin geleceğine halk karar verir.
Türkiye’de belli çevre ve odakların yönlendirmelerine uluslararası finans kuruluşları veya basın desteğiyle Türkiye’de iktidarlara şekil verme gayreti olanlara millet olarak cevap vermeliyiz...
Sonrası çorap söküğü gibi geldi:
Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem, DSP’den ayrıldı. Cem yeni partiyi kurdu ancak onu buna teşvik eden Derviş, görevi oraya kadar olmalıydı ki geri çekildi.
“Yarı-sömürge” olmanın gereği
14 Temmuz 2002’de Türkiye, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’i ağırladı. Wolfowitz’in Mustafa Koç’un yalısında yemek yediği kadro “Yeni Türkiye” nin kimler eliyle, nasıl şekillendirileceğine dair fikir verir gibiydi:
Bülent Eczacıbaşı, Kemal Derviş, Can Paker, Mehmet Ali Bayar, Cem Duna, Cem Boyner, Şerif Egeli, Özdem Sanberk, Yılmaz Argüden, Kemal Köprülü, Cengiz Çandar, ABD İstanbul Başkonsolosu David Arnd, ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson...
Yemekte “Irak” konusu konuşulmuştu; ancak Wolfowitz’in isteğiyle konuşulanlar “o masada” kalacaktı! Çandar söz verdiği gibi “ketum” davranıp o masada konuşulanları açıklamadı ama aylar önce, 17 Mayıs 2002’de yine Yeni Şafak’ta yayınlanan “ibretlik” satırları zaten Türkiye için çizilen “yol haritası” nı çoktan açığa çıkarmıştı:
“ Eğer Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’nin ‘siyasi yarı-sömürgesi’ olmasına razı ise; geleceğini Beyaz Saray-Pentagon-IMF-Dışişleri’nden oluşacak ‘Washington eşgüdümü’ne terk ederek yol almaya bakacaktır. Bu çerçevede, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’a atfen yayılan ‘Ecevit’in çekileceğine ve yakında seçim olacağına ilişkin duyum aldıkları’ söylentilerine kulak vermek gerekir.
Böylesine ‘hasta ve hastalıklı bir siyasi sistem’in; ‘üçlü koalisyonun vazgeçilmez yapıştırıcısı’ işlevi gören Bülent Ecevit’in bu rolünü ‘terk etmesi’ halinde ’yeni bir irade’yle işlerlik kazanmasından başka şansı yoktur.
Eğer Türkiye’de ‘askeri idare’ olmayacaksa; Türkiye’nin 2004’ten önce seçime gitmekten başka çaresi gözükmüyor...”



..