18 Ekim 2019 Cuma

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE., BÖLÜM 1

BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE., BÖLÜM 1





BÜTÜN BOYUTLARIYLA SURİYE KRİZİ VE TÜRKİYE*
Atilla SANDIKLI** 
Ali SEMİN***
* Bu makale BİLGESAM tarafından 2012 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanan çalışmanın gözden geçirilmiş şeklidir.
** Doç. Dr., BİLGESAM Başkanı, Haliç Üniversitesi Öğretim Üyesi
*** BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı


    Arap dünyası, 2011 yılından itibaren otoriter iktidar yapılarına karşı gelişen halk hareketleriyle birlikte siyasi bir dönüşüm sürecine girmiştir. 
Arap halkları, demokratik ve ekonomik hak ve özgürlük taleplerini sokak yürüyüşleriyle dile getirmeye, otoriter iktidar yapılarına itiraz etmeye başlamıştır. 
Tek adam ve aile yönetimlerinin tahakkümüne, sıkıyönetim uygulamalarına başkaldıran Arap toplumları insan haklarının korunması, siyasi özgürlüklerin 
sağlanması, gelirlerin adil paylaşılması ve işsizliğin giderilmesi için değişim istemektedir. 

    Reform taleplerinin seslendirildiği gösteri yürüyüşleri ile başlayan ve bazı ülkelerde silahlı isyan hareketlerine dönüşen Arap uyanışı Tunus, Mısır, Libya 
ve Yemen’de iktidarların devrilmesine yol açmıştır. Yönetimin değişmediği Arap ülkelerinde ise halkın taleplerinin ayaklanmaya dönüşmesini engellemek 
maksadıyla iktidarlar, siyasi reformlara ve ekonomik destek seçeneklerine yönelmiştir.

    Arap uyanışı sürecinin 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta üniversite mezunu seyyar satıcı Muhammed El-Buazizi’in kendini yakmasıyla başlayan gösteri 
yürüyüşleriyle ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Tunus’ta başlayan gösteriler neticesinde Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011 tarihinde 
23 yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Mısır halkının Kahire’de Tahrir Meydanı’ndaki gösterileriyle 30 sene Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek, 
11 Şubat 2011’de istifa etmiştir. Libya’da Muammer Kaddafi iktidarına karşı başlayan halk hareketi silahlı isyana dönüşmüş, NATO öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerinin müdahalesi neticesinde Kaddafi Ekim 2011’de devrilmiştir. Yemen’deki halk hareketi Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’i, 
23 Kasım 2011 tarihinde Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) barış planı çerçevesinde Riyad’da yetkilerini devretmeye mecbur bırakmıştır.

    Demokratikleşme istikametinde müspet bir gelişme olarak değerlendirildiği için çoğunlukla “Arap baharı” ifadesiyle isimlendirilen süreç, Orta Doğu’da 
aynı zamanda istikrarsız bir döneme yol açabilecek dinamikler ortaya çıkarmıştır. Dini, mezhepsel ve etnik farklılıklar temelinde beliren bu dinamikler, 
bölgede yeni çatışma alanlarına zemin hazırlarken bölge dışı aktörlerin de Orta Doğu’daki gelişmeleri yönlendirebileceği bir konjonktür meydana getirmiştir. 
Tunus ve Mısır’daki olumlu süreçlerin aksine Arap devriminin çıkmaza girdiği Suriye krizi bu açıdan kritik bir örnektir. Rusya’nın Akdeniz’deki tek 
askeri üssüne ev sahipliği yapan, İran’ın Arap dünyasındaki tek müttefiki olan Suriye’deki süreç Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.

Suriye’de Baas rejimine karşı gelişen halk hareketi, reform talepleri ve kitlesel yürüyüşlerle başlamış, iktidarın muhalefeti şiddetle bastırma yoluna gitmesiyle 
silahlı isyana dönüşmüştür. 
Beşşar Esed iktidarının muhalefet gösterilerini bastırma hedefiyle halka karşı şiddete başvurması, yerleşim yerlerini bombalaması 10 binlerce Suriye vatandaşının ölümüne, 100 binlerce vatandaşın ise ülkeyi terk etmesine yol açmıştır. Özgür Suriye Ordusu’nun kurulması ve Esed’e bağlı güvenlik güçlerinin mukavemetini nispeten koruması ile de kriz bir iç savaş halini almıştır. Dış aktörlerin gerek Esed rejimi gerekse muhalefet tarafında müdahil oldukları kriz ülke çapında bir sıcak çatışma alanı doğururken, Suriye üzerinde bölgesel ve küresel düzeyde bir nüfuz mücadelesi başlatmıştır.

Bu Makalede; Suriye krizinin seyri, diğer Arap devletlerindeki değişim süreçlerinden ayrılan yönleri ve sonuçları değerlendirilmekte, Esed rejimine karşı gelişen muhalefet hareketi silahlı gücü ile birlikte incelenmektedir. Raporda kriz, bölgesel ve küresel ölçekte ele alınmakta, krizin Türkiye’ye etkileri 
değerlendirilmekte ve krizin seyrine ilişkin senaryolar geliştirilmektedir.

1. Suriye Krizi,

Türkiye, Irak, Ürdün, İsrail ve Lübnan’la sınırı, Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan Suriye, Orta Doğu bölgesinde ve Arap dünyasında stratejik bir konuma 
sahiptir. İsrail-Filistin çatışma alanına yakınlığı, Şii jeopolitiği hattında İran-Irak-Hizbullah irtibatındaki işlevi ve Türkiye ile oldukça uzun bir sınıra sahip 
olması Suriye’yi Tel Aviv, Tahran ve Ankara için önemli kılmaktadır. Türkiye ve İsrail’in güvenliği ve İran’ın dış politika hedefleri için hassas bir coğrafi 
konumda yer alan Suriye, Lübnan’daki istikrarı da doğrudan etkileyebilecek bir aktör statüsündedir.

Esed yönetimi Arap ülkelerindeki halk hareketlerinin ortaya çıktığı ilk dönemde bu değişim rüzgârının Suriye’yi etkileyeceğini hesap etmemiştir. Beşşar 
Esed, 31 Ocak 2011 tarihinde Wall Street Journal gazetesine verdiği röportajda Mısır, Tunus ve Yemen’deki protesto gösterilerinin, Orta Doğu’da “yeni 
bir çağa öncülük ettiğini” ve Arap yöneticilerin halkın siyasi ve ekonomik isteklerini yerine getirmek için daha fazlasını yapması gerekeceğini ifade etmiştir.1 

Ancak gösteri ve yürüyüşlerin 2011 yılının Şubat ayında Der’a şehrinde başlaması ve 15 Mart’tan itibaren ülkenin diğer bölgelerine yayılması 
Arap uyanışı sürecinin Suriye’yi de etkisi altına aldığını göstermiştir. Esed iktidarına bağlı güvenlik güçleri, ilk etapta silahsız kitle gösterileri şeklinde 
ortaya çıkan muhalefet hareketini bastırmak için ateş açmaya başlamış, böylece kriz büyümüştür. Güvenlik güçlerinin muhalif gösterileri şiddet ve baskı ile 
engelleme teşebbüsü, ülkedeki halk hareketinin Şam, Halep, Hama ve Humus gibi Suriye’nin diğer kentlerine yayılmasına yol açmıştır.

Suriye’de halkı sokaklarda kitlesel yürüyüş eylemleri yapmaya sevk eden temel neden, Esed iktidarının reform yapması yönündeki taleplerdi. Suriye halkının 
talep ettiği reformlar dört başlık altında değerlendirilebilir:

• 8 Mart 1963 tarihinden beri ülkede uygulanan olağanüstü halin kaldırılması,
• İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere, çeşitli hükümet kurumlarının sivilleştirilmesi, güvenlik birimlerinin görev alanlarının yeniden tanımlanması, yasama, yürütme ve yargı organlarının yapılandırılması ve yargının bağımsızlaştırılması,
• Bireysel hakların tanımlanması (Suriye kimliği olmayan Kürtlere vatandaşlık hakkı tanınması) ve ülkedeki gelir dağılımında adaletin tesis edilmesi,
• Siyasi partiler yasasında değişiklik yapılması ve iktidardaki Baas Partisi’nin gücünün sınırlandırılması.2 

Bu talepler karşısında Esed iktidarı, ağırdan alarak da olsa bazı reformlar yapmaya başlamıştır. 29 Mart 2011 tarihinde görevdeki hükümet istifa etmiş, 
14 Nisan 2011 tarihinde bir önceki hükümette Tarım Bakanı olan Adil Safer başkanlığında yeni bir hükümet kurulmuştur.3 

Şam’da kurulan yeni hükümette Dışişleri Bakanı Velid Muallim ve Savunma Bakanı Ali Habib yerini korumuştur. 
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, 16 Nisan’da kurulan yeni hükümetten, ülkede 48 yıldan beri uygulanan “olağanüstü hal” durumunun bir hafta içinde kaldırılmasını talep etmiştir.4 Suriye’deki olağanüstü hal durumu Esed’in isteği doğrultusunda yeni hükümet tarafından kaldırılmıştır. 
Yurttaşlık hakkına sahip olmayan ve büyük çoğunluğu ülkenin kuzeydoğusunda yaşayan yaklaşık 300 bin Kürt kökenli Suriyeliye kimlik verilmiştir.

Esed yönetimi, muhalefetin reform talepleri üzerine yasal çerçevede bazı düzenlemeler gerçekleştirdiyse de bu reformları hayata geçirmemiş, iktidarının 
devamını sağlayacak tedbirlere yönelmiş ve gösteri yürüyüşlerine şiddetle mukabele etmeye devam etmiştir. Mesela, 2014 yılındaki devlet başkanlığı 
seçimleri için adil ve serbest bir seçim vaat eden Esed, diğer taraftan reform adı altında gerçekleştirdiği anayasa değişikliği ile iktidarda kalabileceği süreyi 
2028’e kadar uzatmıştır. Esed rejimi, olağanüstü hal uygulamasına son verdikten sonra “toplu cezalandırma” yaklaşımıyla muhalefetin güçlü olduğu 
yerleşim yerlerine dönük saldırıları artırmış, 10 binlerce sivilin ölümüne yol açmıştır. Vatandaşlık kimliği verilen Kürtler ardından askere alınmış, Kürt 
kökenli Suriyelilerin muhalefet saflarına katılmasını engellemek maksadıyla ülkenin kuzey ve kuzeydoğusunda PKK/KCK terör örgütü ve PYD ile işbirliğine 
gidilmiştir. Suriye’de halk hareketi bu nedenle süreç içinde hem hedef değiştirmiş hem de farklı bir nitelik kazanmıştır.

Başlangıçta reform isteyen halk kitleleri, iktidarın baskısına maruz kalınca Esed iktidarının devrilmesini talep etmeye başlamıştır. Esed iktidarına bağlı güvenlik güçlerinin gösterilerin sona ermesi ve muhalefetin bastırılması amacıyla halka karşı silahlı güç kullanması, Suriye’deki Baas rejimi ile halk arasındaki ilişkilerin kopmasına yol açmıştır. Nitekim gelinen aşamada Suriye halkı Beşşar Esed’in devrilmesini yeterli görmemekte, Esed’in ve katliamlardan sorumlu Baas mensuplarının cezalandırılmasını istemektedir.

Esed iktidarının reform taleplerini dikkate almaması, halk kitlelerinin muhalefetine şiddetle karşılık vermesi Suriye’deki sürecin niteliğini de değiştirmiştir. 
Esed yönetimine bağlı güvenlik güçlerinin (polis, ordu ve istihbarat) gösterilere şiddetle mukabelede bulunmasıyla muhalif unsurlar silahlı mücadeleye yönelmiştir. 
Kitle yürüyüşleri biçiminde ortaya çıkan muhalefet hareketi böylece Baas rejimine karşı silahlı bir ayaklanmaya dönüşmüş ve taraflar arasındaki 
çatışma süreç içinde ülke geneline yayılarak iç savaş halini almıştır. Güvenlik güçlerinin muhalefet hareketini bastırmak için uyguladığı şiddet ve müteakiben 
başlayan çatışmalar sonucunda 10 binlerce Suriyeli hayatını kaybetmiş ve yaralanmış, 10 milyondan fazla vatandaş yurtiçinde yerlerinden edilmiş ve 
100 binlerce kişi ülkeyi terk etmiştir.

Suriye’de iç savaşa dönüşen kriz ülke sınırlarının ötesinde sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Kriz; bölgesel ve küresel bir anlaşmazlığa sebep olmuş, Orta 
Doğu’da Şii-Sünni gerilimine zemin hazırlamış, Suriyeli sığınmacılar sorununu doğurmuş, PKK/KCK terör örgütüne farklı bir hareket alanı sağlamış 
ve böylece Türkiye’yi güneyde meşgul edecek bir istikrarsızlık meydana getirmiştir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

14 Ekim 2019 Pazartesi

Softa Sevici.,

Softa Sevici.,


Necati Doğru.


Bir haftadır Türkiye, büyük devlet adamı, eski Milli Eğitim Bakanı ve AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in “TV’deki sunucu kızın meme çatalı komiserliğine soyunması” konusunu konuşup yazıyor.
Olmaz ki…

Böyle giyinilmez ki…

AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın “softa azarlaması tonu verilmiş ikazı” etkisini hemen gösterdi.

Yapımcı şirket korktu.
Yayımcı kanal titredi.

Tiyatro eğitimi almış 30 yaşında genç sunucu Gözde Kansu’yu işinden dakikasında kovdular. TV’ye çıkan hanım sunucuların “kaç derecelik firikik verdiklerinin keskin gözlemcisi” iktidar partisi önde geleni, sonuç aldı. Sunucu Gözde Kansu; “Ben genç bir insanım. Eğlence programı sunuyorum. Memelerim aslında küçük… Ama görüntüsü büyük ülke meselesi oldu…” diyerek şaşırdığını anlatmaya çalışıyor.

* * *
Şaşırma insanlık hali.

11 yıldır iktidarlar. Başta AKP’nin kurucuları, genel başkanı ve öne çıkan tüm lider kadrosu; çok yoğun biçimde “yaratılan seviciliği” propagandası yapıyorlardı. Hemen her gün bir önde gelen AKP’li, TV’de, radyoda, gazetede, miting meydanında kürsüde, tarikat toplantısında, kültür törenlerinde, sanat şölenlerinde konuşurken söze “Yaratılanı severiz, Yaradan’dan ötürü…” diye başladı. Başbakan’ın kendisi; “Bizim İlkemiz: Yaratılanı severiz. Yaradan’dan ötürüdür” ilanı yaptı.
Yani biz demokratız.
Din diktatörü değiliz.
İnanç baskısı kurmayız.
Yaşam tarzına karışmayız.
Giyime yasak koymayız.
İran’a özenmeyiz.
Suudi’ye öykünmeyiz.
Birlikçiyiz. Bütünlükçüyüz.
Ayrım yapmayız.
Yunus Emre‘nin ilahi aşkla söylediği; “Elif okuduk ötürü. Pazar eyledik götürü. Yaratılanı hoş gördük. Yaradan’dan ötürü…” sözlerini değiştirip; “Yaradılanı severiz, Yaradan’dan ötürü” diye parti sloganı haline getirmişlerdi.

* * *
Gerçekte Yunus’un ilahi aşkı onlarda yoktu. Yunus’un sözlerine sarıldılar. Yaradan’ın yarattığı her şeye hoşgörüyle sevgiyle bakan, demokrat, birlikçi, bütünlükçü politikacılar oldukları görüntüsü vererek zaman kazanmaya oynadılar.
İktidar sağlama alındı.
Demokratlıkları, hoşgörüleri, birlik ve bütünlükçüleri TV sunucusu genç kızın meme çatalında eriyiverdi.
Hani yaratılanı seviyordun.
Softa sevici komiser oldun!

* * *
Hüseyin Çelik, iğne deliğinden deve geçirecek yetenekte yılların siyasetçisi. Softa tonuyla söylediği; “Böyle de giyinilmez ki…” azarlamasının atv adlı kanalın sahiplerini korkudan titreteceğini bilir.
atv, devletindi.

Devlet bankaları Başbakan’ın çok yakın arkadaşı işadamına kredi açtı. Başbakan’ın yakın arkadaşı devlet bankası parasıyla atv’nin yeni sahibi oldu. MHP Kütahya Milletvekili Alim Işık‘ın soru önergesine verilen cevaba göre atv’nin RTÜK’e 7 milyon liralık borcu var.

11 yıldır ödemiyor.

Soru!

Eski bakanlardan Rıfat Serdaroğlu, şöyle yazdı: “Sayın Başbakan Erdoğan, siz Bakanlar Kurulu kararı ile “Kamuda Sıkmabaş Serbestliği” getirdiniz. 

Bu problem Bakanlar Kurulu kararıyla çözülüyor idiyse niçin 11 senedir çözmediniz. 

Bakanlar Kurulu kararı ne zamandan beri, Anayasa Mahkemesi kararlarından ve yasalardan üstün hale geldi? 

Müslüman bilerek yasaları çiğner mi? Her gün “Müslümanım” demekle Müslüman olunur mu? ”


***

Ya, Siz Kimsiniz Ya

Ya, Siz Kimsiniz Ya,

Rifat Serdaroğlu


İstanbul İmamı Başbakan Erdoğan, yeni icat edilen “Kız Çocuklarını anma” gününde yine “sinirlenip” şunları söyledi;

“Ya, siz kimsiniz ya? Millet bu işin kararını vermiş, bu iş bitmiş. Artık bu ülkede ulusalcı-mulusalcı diye bir şey yok, bu ülkede millet gerçeği var, bunu göreceksiniz.”

Deveye sormuşlar “Boynun neden eğri”, “Nerem doğru ki” diye cevap vermiş!
İstanbul İmamı Erdoğan, millete sorduk diyor. Nasıl sordunuz? İstihareye mi yattınız, rüyasını mı gördünüz? Neyi sordunuz, adını söyleyemediğiniz
Türk Milletine?

*Milli Andımızı kaldırırken Türk Milletine sordunuz mu?

*Resmi Dairelerin levhalarındaki Türkiye Cumhuriyeti(TC) adını kaldırırken
Türk Milletine sordunuz mu?

*PKK Uyuşturucu-Terör Örgütü ile bir masaya otururken Türk Milletine sordunuz mu?
*“Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısını kaldırırken Türk Milletine sordunuz mu?
*Birdenbire maaile süper zengin olurken Türk Milletine mi sordunuz?
*El-Kaide’yi, El-Nusra’yı içimize sokarken Türk Milletine mi sordunuz?
*Hizbullah Terör Örgütü militanlarını serbest bırakırken Türk Milletine mi sordunuz?
*Deniz Feneri’nin yürüttüğü milyarlarca Avro’nun akıbetini Türk Milletine mi sordunuz?
*Terör Örgütü ile canları pahasına mücadele eden kahramanları, cemaat tetikçilerine ezdirirken Türk Milletine mi sordunuz?
Yaptığınız her uygulamanın Türk Milletinin içini acıttığını görmüyor musunuz?
Siz Türk Milletini aptal-geri zekâlı mı zannediyorsunuz?
Yaptığınız yıkımların verdiğiniz zararların hesabının sorulmayacağını mı sanıyorsunuz?

Siz, Başbakan olarak Türk Milletine yalan söyleyip, bağıramazsınız. Lütfen kendinize gelin ve Türk Milletine saygılı olun. Türk Milleti “Ulusalcı-Vatansever” olurken sizden, din bezirgânlarından seccade şeytanlarından veya Pensilvanya’dan izin mi alacak?

Soruyu Türk Milleti sorar, Türk Milletinin fertleri sorar, siz ancak cevap verirsiniz.
Şimdi şu soruya lütfen cevap verin;
*Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bir karar aldı. Türkiye bu karara uyarak, “El-Kaide” ile bağlantısı tespit edilen 219 kişinin, “Taliban” ile bağlantısı tespit edilen 130 kişi ve 4 kurumun mal varlıklarını dondurdu.

Bu kişilerden biri, sizin dizinin dibine çökerek Türk Milletine “O bir kahramandı” diye anlattığınız Gülbettin Hikmetyar’dır.

Ne olacak şimdi? 

Dizinin dibine çöktüğünüz adamın “Uluslararası Terörist” olduğunu, siz hükümet olarak ilan ettiniz!

Siz Türk Milletine bağıracağınıza, akıl vermeye kalkacağınıza, nereye oturacağınıza, kimin dizinin dibine çökeceğinize dikkat edin.
Lütfen Türk Milletine karşı konuşurken sesinizi yükseltmeyin, biraz kibar olun…

“Temel gece evine dönüyor. Etraf zifiri karanlık. Yerde bir karaltı görür, eğilir eline alır, önce biraz tadar, sonra koklar ve “ Ula az daha köpek bokuna basaydım” der… 

Ülkeyi yönetenler dikkatli olup, Temel’in durumuna düşmemelidirler.

Allah kimsenin aklını alıp, onu konu komşuya rezil etmesin.

Unutmamamız gereken neydi;

Katırdan at, Bademden Demokrat, olmaz.

***

Dikkat! Demokrasi geliyor...

Dikkat! Demokrasi geliyor...


Ahmet Gürsoy.,


Demokrasi böyle gelmez.. Demokrasi, üzerinde var olacağı toplumu bölmez. İkiye ayırmaz. İki dilli, iki başlı, iki seçenekli yapmaz. Niye? Çünkü özleri gereği tüm rejimler bütünleştiricidir. Buyurun istediğiniz yönetim biçimini inceleyin. Özellikle farklılık yaratan ve yarattığı farklılıklar sayesinde varlığını sürdüren bir tek siyasi yönetim biçimi yoktur.

Demokrasinin diğerlerinden en belirgin farkı nedir biliyor musunuz? Siyasal sistem olarak insan haklarıyla kendini sınırlandırmasıdır. Hür seçim bunun içindir. Çünkü seçme ve seçilme bir insan hakkıdır. Hür adalet bunun içindir. Hür toplum bunun içindir. Hapsinin dayanağı insan haklarıdır.

Sovyet döneminde Rusya’nın dünyayı ele geçirme projesi sosyalizm/komünizmdi. Bu sayede sosyalistleştirdiği kitleleri kontrol etme gücü kazanıyordu. Kitleler; Marks’ın deyişi ile  “sınıf bilincine ulaştıkça”  sürüleşiyor, yönetilebilir hale geliyordu. Bir çeşit beyin kontrol sistemiydi bu.
Karşıtı Amerika’ya düşmandı. Sosyalistlere göre yeryüzünün bir tek emperyal gücü vardı o da Amerika’ydı.

Rusya? 

O emperyalist değil, adı üstünde üretim güçlerini burjuvalardan alıp proletaryaya teslim etmiş gerçek bir halk yönetimiydi.. Gittiği her yere cenneti götürmekteydi. Devrimlerle, işgallerle teslim aldığı her ülke aslında cennetin krallığına katılmaktaydı. Hangi ülkeyi teslim almışsa o ülkenin yer altı ve yer üstü tüm kaynakları kendisine helal olsundu..

Sovyetler karşısında Amerika’nın/NATO’nun kitleleri kontrol edip, ülkeleri ele geçirme aracı demokrasiydi.. Halen de öyle. ABD nereye demokrasi götürüyorsa bilin ki oraya aslında egemenliğini götürmekteydi. Rusya’nın sosyalistleştirerek sürüye dönüştürüp ikna ettiği halkları ABD, demokrasi ile ikna ediyordu. Mazlumlar için sonuç aynı, fakat yöntem farklıydı. Biri demokrasiyle gülümseyerek geliyordu, öbürü sosyalizmle bilenerek.

Sovyetler çöktü.

Amerika, Asya’dan başlayarak Orta Doğu’nun bütün kapılarını demokrasi diliyle dolaşmaya başladı. Çöküşten bu yana Amerika’nın elinin değdiği, kısacası demokrasisinin uğradığı her toplum, kan ağlıyor.. İşte İslam devlet ve toplumları..

Aynı yöntemi Türkiye’de RTE hükümeti modelledi. Şimdilerde tepeden inme paketlenmiş demokrasiyle milli kazanımlarımızı yok ediyor.

Hâlbuki biz bu filmi görmüştük.

Ta 1839’larda Reşit Paşa hükümetiyle başlayan süreçte, özgürlükler adına çok şey vermiştik.
Hatırlayın 1876 Islahat Fermanı’nı. Bundan gayrı  “gâvura gâvur demeyecektik.” 

Başka?

Tüm gayrimüslimler devlet memuru ve belediye başkanı olabilecekti...
Kiliseler, havralar, okullar, eğitim sistemi iki, hatta beş, on, yirmi başlı olmakta serbesti..

Gerçekten de istedikleri gibi oldular. 

1908 İkinci Meşrutiyetine geldiğimizde özgür parlamentoyu kurmuştuk hatırlarsanız. Ve o hızla II. Abdülhamit’in her yasakladığını on kat daha özgürleştirmiştik..

Sonra n’oldu?..

Alabildiğine saçılıp savrulan toplumu bir bütün olarak bir daha göremedik. Kimini yeniden yasaklar getirerek düzeltmeye giriştik.
Seçilen parlamentonun çok dilliliğinden dert yandık. Kimse kimseyi anlayamaz oldu. Meclis, tutanakları hangi dilde yazacağını bilemez oldu. Ve ister istemez  “devletin dili Türkçedir”  demek zorunda kaldılar.
Aslında sadece devletin dili değil, milletin ve toplumun kendisi de Türk’ten ibaret kaldı. He kadar özgürlük verdikse de yetkiyi alan  “Osmanlıcılıkta, İslamcılıkta”  bütünleşip milli bir toplum olmaya yanaşmadı. Çünkü özgürleşmelerle uluslaşmayı değil, ayrışmayı siyasal felsefemizin temeline oturtmuştuk. En sonunda her şeyin, herkesin aslına döndüğünü gördük. 
Şimdi RTE Hükümeti, ülkeye paket paket son dönem Osmanlı inkılâplarını armağan ediyor. Söylediklerine göre gerisi de gelecekmiş...
O günkülerin siyasal kılavuzu İngiltere’ydi, şimdikilerin mihmandarı Amerika. Dikkatinizi çekerim; tarih değişiyor ama hedef aynı: O gün Osmanlı, bugün, Türkiye Cumhuriyeti; yani Türkler!

Bilginize sunulur ey halkım...

***


İleri Diyor Ama...

İleri Diyor Ama...

Cüneyt Arcayürek.,


Dört ya da beş yılda bir, hangi parti iktidarda olursa olsun mutlaka vaat pazarı açılıyor.

Pazara mal süren ise iktidardaki parti ve hükümeti oluyor.

Örneğin AKP.

76 milyonun yararlanacağını öne sürdüğü, oysa önümüzdeki yıl seçimlerinde kullanacağı, daha çok Kürt oylarını tavlamaya yönelik vaatleri içeren demokratikleşme paketini açıkladı.

On bir yıldır Başbakan ama kentin duvarlarına asılan dövizlere bakarsanız, iki portre yan yana.

İstanbul’un iki belediye başkanı var: 

Kadri Topbaş ve RTE!

Zaten RTE de pek çok konuşmasına “Ben İstanbul belediye başkanı iken…” diye başlamıyor mu?

Ama unutmamak lazım. Bir başka övüntüsü daha var.
İmam hatipliden mahalle muhtarı bile olmaz dediler; bak şimdi Başbakanım” diyor.

Ya Allah bismillah diyerek bir de Cumhurbaşkanı A. Gül’ü, bu partide biz değil, ben varım diyerek, bir güzel sollayıp adaylığını ilan eder, AKP oylarıyla Çankaya’ya kapağı atarsa… Muhtar bile olamaz dedikleri bir imam hatipli, devletin, cumhurun başkanı oldu, diyecek.

***
Kimileri bu yıl, geçen yıllara oranla imam hatip okullarına, liselerine anormal sayıda başvuruya neden hayret ediyor, anlamak olanaksız...

Neden ortada: Her imam hatipli öğrenci RTE’yi örnek alarak kendini müstakbel başbakan, cumhurbaşkanı görüyor şimdi.

1960’ta 27 Mayıs devrimini yapan kadronun önde gidenlerinden rahmetli Orhan Erkanlı’ya bir gün; pek çok genç subayın sağ ellerini kalpleri üzerine neden koyduklarını sordum.

“Harp Okulu’nu bitiren her genç teğmen kendini biraz Napolyon sanır da ondan” diye yanıtlamıştı soruyu.

Bu örneği bugüne indirgeyebiliriz:

Birinden kurtulmaya çalıştığımız şu günlerde...

... Pek çok gencimiz zahir geleceğin RTE’si olacağını düşleyerek imam hatip okullarına koşuyor!

***
Genç, hatta orta yaşlı nesillerin anımsayacaklarını sanmıyorum.
Çocukluğumda öğretmen olan annem, yasak olan kırmızı boyunbağı ya da bere takanların izlendiğini söylerdi evde.
Kırmızı komünist olmanın işareti imiş!..
Bugün Antalya’da, Gezi Parkı eylemlerinde tutuklanan 3 kişiye, terörle mücadele şubesinde, “Neden sosyalist örgüt simgesi kırmızı fular taktıklarının” sorulduğu… 
... Geçmişe hakaretler savuran bugünkü iktidarın, yarım yüzyıl geride kalan, çoktan modası geçmiş bir anlayışı, bir davranışı benimsediği haberini şaşkınlık içeren duygularla okudum.
Ne çare Türkiye ileri demokrasi namı altında geriye koşan, demokrasinin önde giden ilke ve koşullarının bir bir silindiği bir ülke.
İktidarın bu yolda geri adımlar atmasına, Meclis’teki çoğunluğuna dayanarak yürürlüğe koyduğu antidemokratik uygulamalara suskun kalan TBMM Başkanı Cemil Çiçek; “vücut bütünlüğü için sünnet yapılmasını” savunan, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ne tepki gösteren bir mektup yazıyor.

Hayret, şaşkınlık! 

Bu sözcüklerin artık değeri kalmadı!..

***
Tarihsel olaylara reva görülen haksız saldırılar yetmiyormuş gibi; iktidarın başı, Cumhuriyetin yetiştirdiği değerli isimleri karalamayı bir görev, doğrusu bir marifet sanıyor.

Dr. Reşit Galip’i ezanın Türkçesini yazdı diye karaladı.

Oysa günlerdir, örneğin dün, kimi gazetelerimiz Reşit Galip’in yaşamına tam sayfa yer ayırdılar.
Adı ve eserleri sınırlarımızdan öteye geçmeyen, hiçbir ülkenin tanımadığı, bilmediği kimilerini, ama ya İslama ya da Osmanlı’ya gönül verenleri yaşarken de öldükten sonra da sıcak üslupla anımsayan AKP Genel Başkanı’nın...
... Atatürk’ü ve devrimlerini övmesinden çoktan vazgeçtik.

Lozan’da bu ülkenin bağımsızlığını emperyalist ülkelere masada kabul ettiren İsmet İnönü’yü bile; anlaşmanın imzalandığı günün yıldönümlerinde anmıyor.
Sözüm ona ileriye, oysa sürekli geriye koşuyor. Cumhuriyetin temellerinde kendine aykırı bulduğu ilke ve koşulları, benimsediğini söylediği “dava” uğruna aşama aşama ana gövdeden ayıklıyor ve...

... Bırakın tarihsel değerlerden söz etmemesini bir yana; dünyaya Türk sözcüğünü ve sanat değerini tanıtan bestekâr, piyanist Fazıl Say’ın adını görmeye dayanamayan bir tavır, bir tutum sergiliyor.

***
20. yüzyılın önemli sopranolarından biri olarak ünlenen Leyla Gencer’i, 85’inci doğum gününde bizdeki ilgili kurumlar, örneğin Kültür Bakanlığı değil ama Google...

... Hazırladığı ana sayfada anıyor, anlatıyor.

Değerbilirlik de sözcüklerde kaldı!

***

Erdoğan’ı buran bayram...

Erdoğan’ı buran bayram...


Ahmet Takan.,


Cumhurbaşkanlığı basın merkezi kısa bir açıklama ile duyurdu Abdullah Gül’ün Pazar günü başlayacak “Hac farizasını” .. Ankara’nın hemen tartışılan gündem maddelerinin ilk sıralarına oturdu açıklama.
Önce açıklamanın ilk bölümüne göz atalım;
“Sayın Cumhurbaşkanımız, Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in davetlisi olarak, Hac farizasını yerine getirmek üzere 13-17 Ekim 2013 tarihlerinde Suudi Arabistan’ı ziyaret edeceklerdir.” 
Yine aynı taktik!..
“Dindar Cumhurbaşkanı”..
“Meclis Genel Kurulu’nun locasında türban ile oturan ilk dindar Cumhurbaşkanının eşi Hayrünnisa Hanım” ...
Devamı da geldi.. Sanki ilk defa Hacı olacak Abdullah Gül hem de Cumhurbaşkanı kimliği ile. Öyle bir hava verilmiş rutin açıklamaya..
Abdullah Gül’ün daha önce birkaç kez Hac farizasını yerine getirdiğini bilenlerdenim. Bir defasında da Tayyip Erdoğan ile birlikte gitmişlerdi. Refah Partisi döneminde. Beraber bolca da fotoğraf çektirmişlerdi. 
Şimdi tek başına gidiyor!..

Açıklamanın çok önem arz eden ikinci bölümüne bakalım;

“Sayın Cumhurbaşkanımız, ziyaretleri kapsamında üst düzey Suudi yöneticilerle de bir araya gelecekler ve ikili ilişkilerimizin çeşitli veçhelerinin yanı sıra, güncel bölgesel ve uluslararası konular hakkında görüş alışverişinde bulunacaklardır.” 
Hac ibadeti sırasında diplomasi!.. 

Peki neyin diplomasisi?..

Önce, Abdullah Gül’ün beraberinde kimler var diye araştırdım. AKP Grubu’na sordum, “partili milletvekillerinden davet edilen oldu mu” diye. 

Cumhurbaşkanlığından bir davet gelmediğini söylediler.
Çankaya Köşkü, heyet hakkında bilgi veremeyeceğini bildirdi. İyice meraklandım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı aradım Suudi Arabistan’da olan basın Müşaviri Abdülkadir Özkan ile telefonda görüştüm “heyette kimler var” diye sordum. Aldığım cevap;

“Açıkçası Cumhurbaşkanı’nın kimler ile geleceğini, kimleri getireceğini biz bilmiyoruz. O liste Köşk’te var. Onlar tamamen resmi bir ziyaret kapsamında geldikleri için o liste bize bildirilmiyor. Onlar tamamen Kralın davetlisi olarak geldikleri için Kralın sarayında kalacaklar. Dolayısıyla kaç kişi geliyorlar, kimle geliyorlar onlar tamamen Cumhurbaşkanlığının ve buradaki heyetin bilgisinde olan konular. Bu konuda bize herhangi bir bilgi verilmedi.” 

Oldukça puslu Ankara havasında iz sürmeye devam ettim. 

Koskoca Cumhurbaşkanı bölgenin en önemli ülkelerinden birinde üst düzey konular hakkında görüşmeler yapacak ve yanında Dışişleri Bakanı olmaz mı diye. Dışişleri kaynakları, Cumhurbaşkanı’nın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile gezi hakkında sık sık görüştüğünü, Davutoğlu’nun katılıp katılmayacağının “henüz netleşmediğini” söyledi. Israrcı gazetecilik yaptım; 

“Bugün Cuma. Cumhurbaşkanı da Pazar günü gidiyor. Net bir cevap vermenizi rica edeceğim” dedim. Kısa bir süre sonra döndüler; “Ahmet Davutoğlu’nun yoğun programından dolayı geziye katılamayacağını, Cumhurbaşkanlığı Dışişleri Başdanışmanlığından bir heyetin Gül’ün beraberinde gideceğini” bildirdiler. 

Abdullah Gül’ün Suud temasları ta başından beri hep gizemlerle doludur. Ne olup ne bittiğini bir tek Kraliçe bilebilir. Takdir edersiniz ki ben de onu Kraliçe’den soramam, öğrenemem.

Hem ziyaret hem de ticaret kokan ’Hac Farizası’hakkında ne düşündüğünü öğrenmek için eski müftü CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes’i aradım. 

Özkes’in yorumu;

 “Hacca hangi vesile ile gidilebilirse gidilebilir. Davetle de olabilir bu, orada çalışmak için giden kişi fırsat bulursa da Hac ibadetini yapabilir. Bu yönde dini yönden her hangi bir sakınca yok. Davetle gitmiş olması ibadet açısından bir artı ya da eksi değil. Hac esnasında ya da Hac’dan önce ya da sonra ticaret de yapılabilir siyaset de yapılabilir. Siyaset derken Cumhurbaşkanı neticede Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanıdır. O çerçevede kendisinin çeşitli görüşmelerde bulunması doğaldır. Ancak o siyaset yapabilir derken siyasetin ülke menfaatine, insanlık adına insana yararlı anlamdaki siyaset, olumlu anlamdaki siyaseti kastediyorum. Ancak tabii siyasetin Türkiye’de bilinen yüzü ile yani istismar anlamı ile dinin istismar edilmesi anlamında siyaset doğru değil. Çünkü neticede Hac farklı bir ibadet. Bu ibadet yerine getirilirken kişi ihram giyiyor. İhram bir nevi kefeni temsil ediyor. İnsanın tamamen dünyevi ilintilerden, dünyevi işlerden ayrılarak tamamen kendisini Allaha vermesi, Allah’ın bir nevi evini ziyaret etmek, onunla hemdem olmak gibi bir ibadettir. Basit, kişisel şov, reklâm, propaganda şeklindeki bir siyasetin ibadet ile içselleştirilmesi doğru olmaz. Şunu söyleyeyim, Cumhurbaşkanı ibadetini yapabilir ama bu ibadet üzerinden siyaset yapması dinen uygun olmaz.” 
Abdullah Gül’ün Hac kamuflajlı Suudi Arabistan gezisi cadı kazanı gibi kaynayan AKP iktidarını bakalım nasıl etkileyecek.

Kesin olan bir şey var;

Abdullah Gül, Kardeşi Recep Erdoğan’a bayramı zehir etti!..

****


Özel Paşa’nın Kosova’da Ziyaret Ettiği Caminin Davut Yıldızlı Penceresi,

Özel Paşa’nın Kosova’da Ziyaret Ettiği Caminin Davut Yıldızlı Penceresi,


Mahiye Morgül

Paşamız ziyaret etmeseydi bu pencereyi göremeyecektik. Kameraman öyle bir açıdan almış ki paşamızı, anı defterine yazmakta olduğu “ Cemaati bol olsun” yazdığı anı defterini değil de tavandaki çift üçgenli pencereyi hizalamış. Bravo doğrusu. Kime ne mesaj verdiler, ben anlayamadım.

TV haberlerinde verilirken fark ettim. Bu pozisyonda koskoca kamerayı nasıl tutmuş bu kameraman diye şaşırmıştım. 

İnternete girdim, karşıma çıktı aynı kare. Bu fotoğrafı çekmek için ne kadar eğildi bu fotoğrafçı, düşündüm, eğer arkasına o pencereyi almayacak olsa bu kadar aşağıdan çekmezdi. Yazı yazdığı defter bile yok resimde, oysa yazma işini görüntülemek göreviyle oradaydı. 

Kosova’da bir şeyler mi oluyor?

Bu caminin onarımında parayı veren düdüğü çalmış olabilir. Bir süreden beri bizde de onarım gören camilerin kubbelerine birer eğri Protestan Hilali konuyor. Yoksa tamir ettiğimiz bu Sinan Paşa Camisini bu formülle bir Yahudi işadamının hibesiyle mi restore ettik? 

Bu yöntem, yani parayı verenin adını en üste yazdırması, Atinalı oligarkların Selanikli İskender’i Anadolu’ya yağmalamaya gönderdiklerinde de vardı. İskender, Efes Artemis Anıt Müzesini daha önce yıkmış yağmalamış olan Atinalı komutandan 20 yıl sonra Efes’e gelmişti. Halka demiş ki, “Size para vereyim, yeniden inşa edin tapınağınızı, üzerine benim adımı yazın.” 
Efes halkı bunun üzerine ne yapmış dersiniz? Bir düşünün. Eğer İskender’in para teklifini kabul etmiş olsalardı şu anda Efes Anıt Müzesinin adı Artemis Müzesi değil İskender Müzesi olurdu, değil mi?

Efes halkı İskender’e; “Bir tapınakta iki tanrı olmaz, defol!” demiş.
Sonra ne olmuş? 

İskender çok kızmış, yerle bir etmiş Efes’i. Halk kaçabildiği kadar dağlara kaçmış. Efe olmak bile bundan gelir. 

Atinalı ünlü hazine toplayıcısı Ekustriyani Yahudi bölüğü tüm Ege’yi talan etmiş. 
Efesliler, Atina’dan gelen her saldırıda dağlara kaçarak Beşparmak dağlarına sığınırlardı. Orada şehir kurmuş olan Selev-Kos Beyi LAZ METE (Lat Mautu, Meteoğlu) bu dayanışma töresini kayalara yazdırarak tarihe geçti. Efeslilerle kardeşlik andı yapmış, kurbanlar keserek karınlarını doyurup karşılıklı kız alıp vererek kaynaşıp Millet olmuşlar. 

Başında koç boynuzuyla altın parası olan Selev-Kos beyi odur.

Sağ elinin beş parmağını birleştirip (Pence-i Alieba) kurban kanına batırdıktan sonra evlenen çiftin yeni evinin duvarına ve gelinin alnına kurban kanı sürmek bu töreden gelir. “Kızıl el-i Ma” kavramı da budur.
İşte, Milas adı, Milet Uygarlığı, Milas’tan itibaren tüm Ege ve Karadeniz’e uzanan antik uygarlığa adını verecek kadar büyük bir kültürün kaynağı… 
Oğuz (Kos/Kios) töresi kaynaşıp millet olmaktır. “Kos-ova” adı da bu töre’nin orada tarihte var olduğunu bize söyler. 

2 bin yıldan beri Beşparmak dağlarında duran Kardeşlik Andı, 1998’de çözüldü, okundu ve 12 yıl sonra 2010 yılında kimyasalla söküldü, yok edildi. Bence, ondan korkanlar o yazıyı yok etti, düşman işi.

Aynı tarihte Kosova’da bir kültürel yok ediliş görüyoruz; antik tapınağın üzerine kendi adını yazdırmak gibi. Sanki, “güç bende” reklamı. 

Başka nerde göreceksiniz, bakın bakalım. Sakın şaşırmayın; Taksim Zafer Anıtının en üstünde ikişer tane, Hace Bektaş dergâhının girişine 1904 yılında yapılmış çeşmenin sol üst kenarında. 

Demek İskender’i üstümüze salanların yöntemleri aynen devam ediyor. Ama bizim İskender’e verdiğimiz cevap unutuldu. 

Düşmana öyle cevap vermek bizim töremizdi. 

Şimdi bunu bize hatırlatan bir olay var… Yatağanlılar Millet bayrağı ellerinde bir şey haykırıyorlar; “Buraları size yağmalatmayacağız” diye yollara düşüyorlar, dağlara çıkıyorlar… Yatağan Santralinin ve madenlerin özelleştirilmesine karşı birleşen işçilerden söz ediyorum, bildiniz.
Milas’tan elde bayrak yola düşen işçilere bin selam!
Efes Kuretler caddesindeki Üç Hilalli mermer lahitlerin işçileri gibi, Agora Caddesindeki esnaflar gibi, yağmacılardan kaçmak için Beşparmak dağlarına doğru yola çıktılar! 
Ellerinde Türk bayrağıyla önceki gün Ankara’ya kadar gelen işçiler… Onları gittim selamladım, sarıldım kucakladım. İki bin yıllık kaya yazısındaki gibi apaydınlıktı yüzleri, çok heyecanlandım.
Adreslerini aldım, bu yazımı onlara göndereceğim. Milet Uygarlığının kardeşlik andını Eğitim Küresel Piyasaya Teslim kitabımın arka kapağına koydum, iyi ki de koydum. O kardeşlik yemini, o kitabe unutulmasın, Milas’lı yiğit işçi kardeşlerim için yeniden ve ezberimden yazıyorum: 

“GELEN EFESLİ KARDEŞLERİMİZ İÇİN DERHAL KURBANLAR KESİLE,
KARINLARI DOYURULA.
TEMSİLCİLERİ LİSTE GETİRE, EVİMİZE ALACAĞIMIZ MİSAFİRLER İÇİN KURA ÇEKİLE.
ONLARA BİR YIL YETECEK KADAR EV VE AHIR YAPACAĞIMIZA;
6 YIL BOYUNCA KIZLARIMIZI OĞULLARINA, KIZLARINI OĞULLARIMIZA ALACAĞIMIZA;
6 YIL BOYUNCA HİÇ BİR ÖZEL EŞYA ALMAYACAĞIMIZA;
SÖZ VERİYORUM.”

Milas Oğuzlu Beyi Meteoğlu (Lat Mautu) MÖ.274

Biz ki böyle bir tarihten geliyoruz, kardeşlik kültürümüz böyle köklüdür, bugün 3.bin yılın saldırısı altındaysak, bu direniş tarihimizi anımsamak zorundayız. Her türlü silahlarını kuşanıp geldiler, yine bizin en büyük dayanağımız olan kültürümüzde var olan (kül-töremiz) kardeşlik andı en büyük dayanağımızdır. Bunları torunlarımıza kadar anlatalım. 

Kosova gibi tarih boyunca Roma’nın Venedik Dükalığına direnmiş Zeynep Sultan’ın torunlarının yurdu, Sarı Saltuk kolundan Oğuzlu kültürünün yaşadığı bu antik Türk şehrinde gidip de Cami defterine yazılacak söz mü kalmamış? Oysa Kosova’nın tarihinde en çok Alevi-Bektaşi kültürü vardır. 
Kosova ziyaretinin bir yönü de şudur; Camiye ziyaret edip de oradaki Bektaşi dergâhını görmeden geçmek Kosovalıları incitir. Sayın Özel Paşa sakın bu hatayı yapmış olmasın?

Devlet büyükleri bir yere gittiği zaman bunu mutlaka uzak bir yerlere bir mesajı vardır. 

Özel Paşa’nın Davut Yıldızı olan bu camiyi ziyaretinde verilen fotoğrafın mesajını çok merak ediyorum. 
Acaba’lar kafamda dolaşıyor.

***

Ana Dilde Eğitim...

Ana Dilde Eğitim...

Ahmet Sevgi.,


Bundan takriben 100 sene önce Gaspıralı İsmail Bey (1851-1914)  “dilde, fikirde, işte birlik”  sloganıyla Türk-İslâm dünyasını emperyalizme karşı uyarmaya çalışıyordu. “Kervan geri dönünce eşekler baş olur” misali yeni milenyuma girilince birlik-beraberlik de yerini bölücülüğe bıraktı.  “Mozaik”le başlayan ve  “farklılıklarımız zenginliğimizdir” ile devam eden bu ayrılıkçı söylemde  “ana dilde eğitim”e geldik dayandık.

Millî birlik ve beraberliğimizi yavaş yavaş, sindire sindire bölüp parçalama politikası öyle vahim noktalara ulaştı ki iktidar partisinin ağır toplarından Burhan Kuzu bile sonunda isyan etti. Şu sözler ona ait:

“Bana sorarsan ana dilde eğitim doğru olmaz. Ana dilde eğitim ülkeyi de huzuru da bozar. Bu ülkede 18 etnik grubun olduğu var sayılır. Bir tek Kürt’ün anası yok ki... 18 tane etnik grup anasını alıp gelirse ne olacak? Ben de anamı getirdim, ben de dilimi istiyorum derse ne yapacağız? Bunları iyi düşünmek gerek. Sonra diyorlar ki biz bölünmek istemiyoruz, böyle bir niyet yok. Yahu yok da, sonu oraya gider.” 

Doğru söze ne demeli?

“Hâfıza-i beşer nisyan ile mâlûlmüş”. Doğru... Diyarbakırlı Ziya Gökalp’in şu sözünü maalesef çok çabuk unuttuk:

“Türklüğün vicdanı bir;//Dîni bir, vatanı bir;//Fakat hepsi ayrılır,//Olmazsa lisanı bir.” 

Kanaatimizce Ziya Gökalp’in bu sözü üzerinde ciddî ciddî düşünmemiz gerekir. Dilde bir gedik açıldı mı gerisi çorap söküğü gibi gelir. Gökalp’in çok güzel ifade ettiği gibi din birliği, vicdan birliği ve nihayet vatan birliği ancak  “dil birliği” ile sağlanır. Bugün vicdanlar taşlaşmış, din sağından solundan çekiştirilmeye başlanmış ve vatan kavramı hafife alınır olmuşsa bunda dil birliğinin tartışmaya açılmış olmasının elbette büyük payı vardır. 

Şu hale bakın, bir takım  “Prof” unvanlı zevat çıkmışlar televizyon ekranlarına, çok dilliliğin faziletini anlata anlata bitiremiyorlar... Hani ilmin temelinde şüphe vardı. İlim adamı her taşın altına bakmakla yükümlüydü. Nasıl oluyor da bu kadar kesin konuşabiliyorsunuz?.. Vaz geçtik bunlardan... Ana dilde eğitim ülkeyi böler diyerek birlik ve beraberliği savunanlara bile tahammülleri yok. Hemen “ırkçı-faşist, barışa karşı” yaftasını yapıştırıyorlar. Peki, nerde kaldı “ilim adamı peşin hükümlü olmaz”  prensibi?..

Eğri oturup doğru konuşalım. Ana dilde eğitimin sonu bölünmeye gider. Bölücü mihrakın son hedefi de budur. Bugün için siyaseten bunu telaffuz etmeyişleri onların bölünme istemedikleri anlamına gelmez. Esasen bölünmek istiyoruz demelerine de gerek yok. Zira işin sonu oraya gidiyor. 

Kısacası; herkes ana dilini öğrenip konuşmakta hürdür. Lakin ana dilde eğitime gelince işin şekli değişir. Böyle bir talep iyi niyetle bağdaşmaz. Bence ana dilde eğitim bölünmenin resmen ilanı demektir. 

Son söz şairin:

“Bizde ayrılık gayrılık yoktur//Esas olan birlik-beraberlik//Lakin dil birliği sarsılırsa//Ne vatan kalır ne birlik-dirlik.” (Li-müellifihi)

***

AKP Andımız'dan Ne İstiyor?

AKP Andımız'dan Ne İstiyor?


Ataol Behramoğlu.,


İlkokul çağlarımızdan bugünlere, hemen hepimizin aklında Andımız’dan bir şeyler kalmıştır. 

Belleğimi yokladım, eksiksiz orada duruyor… 

Peki, çocukluğumuzda her okul sabahı bu sözleri yinelerken anlamlarını düşünür müydük? 

Sanmıyorum. 

Buna karşılık o erken sabah saatlerinde bir ağızdan haykırırcasına seslendirdiğimiz bu sözlerde, anlamlarından çok, onları birlikte söylüyor olmamızın coşkusunu duyumsardık. 

Sonrasında da bir anda havalanan bir kuş sürüsü gibi sınıflara dağılır, derslerimize canlılıkla başlardık. 

AKP yönetimi şimdi çocuklarımızın elinden bu yaşama sevincini, birlikte olma coşkusunu çekip alıyor. 

Tıpkı giysi özgürlüğü gibi, herkes ne istiyorsa, olanakları neye yetiyorsa onu giyinsin, kendi andı neyse içinden onu söylesin demeye getiriyor… 
Tabii bu sözde özgürlükçü, aslında yasakçı yönetimin, bununla yetinip burada duracağına inanıyorsak… 

***
Andımız “Türküm” diye başlıyor. 

Ben hiçbir çocukluk arkadaşımın bu sözcüğü söylemekten tedirginlik duyduğunu anımsamıyorum. 

Çünkü bir ağızdan söylediğimiz bu sözcükte, tıpkı siyah okul önlüklerimiz, beyaz yakalarımız gibi, yoksuluyla varsılıyla, hepimizi birleştirici, eşitleyici bir şey vardı… 

AKP yönetimi önce giysi özgürlüğü görüntüsü arkasında, bu birlikteliği, bu eşitliği kaldırma yönünde bir adım attı. 

Asıl amaç ise, birkaç gün önceki türban özgürlüğü yasası ile daha iyi anlaşılıyor, belli ki dinsel anlam taşıyan giyim kuşamı ilkokullara kadar yaygınlaştırmak… 
Andımız’ın ortadan kaldırılmasıyla da bir boşluk oluştu.

Bu boşluk da, kuşkumuz olmasın (akıl sahibi herkes bunu zaten görüyor), dinsel içerikli sözlerle, dualarla doldurulmak istenecektir. 

En azından amaç budur. 

İlkokullardan başlayarak bütün okullarımızın imam giysili din dersi öğretmenlerinin hutbeleri ve öğrencilerce de tekrarlanacak dua ve öğütleriyle açılacağı, bunların her gün tekrarlanacağı günler de uzakta değildir. 
Gelmiş geçmiş en büyük demagog, bunu da “Cumhuriyetin esasına dönüş” olarak adlandıracaktır. 

Tıpkı ihanet ettiği hocasının, pervasızca ve utanmazca, Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi demesi gibi…

***
Çok sever göründükleri Âkif’in ürünü İstiklal Marşımızda, Andımız’dakinden çok daha fazla tartışılacak sözler vardır. 

İlle de herkesin dindar ve Tanrı tanır olmadığı, olmak zorunda da bulunmadığı günümüz Türkiye’sinde, “Hakk’a tapmak” kavramı kuşkusuz ki herkesçe benimsenmeyecektir. 

“Kahraman ırk” sözü de böyle bir şeydir. Irk kavramı ulus kavramıyla bağdaşmadığı gibi, aynı ırktan bile olsalar (ne demekse bu?) kahramanlık kavramıyla söz konusu ırkı yan yana getirmek istemeyecekler de olabilecektir. 
Fakat herkes bilir ki İstiklal Marşımız çok özel koşulların ürünüdür. 

Onu bir ağızdan söylerken, tıpkı Andımız’ı bir ağızdan söyleyen çocuklar gibi, sözcüklerin anlamlarını irdelemekten çok, bir ulusa ait olmanın, omuz omuza birlikteliğin coşkusunu duyumsarız… 

Bu nedenle AKP (daha doğrusu buyruk verme konumundakiler), Andımız gibi, eninde sonunda, İstiklal Marşı’na da el atacaklardır. 
Çünkü içerik konusu bir yana, onun bütünündeki ve birlikte söylenişindeki ulusal birlik duygusuna ve coşkusuna da yabancı ve düşmandırlar… 
Özetle, bu siyasal iktidar için önemli olan Türkiye’nin ulusal birliği değil, İslam ümmetinin bir parçası olmasıdır. 

Biricik amaçları, Ulusu Ümmetleştirmek tir… 

***
Bu nedenle bu konudaki sorun, ulusal andın sözlerinin şu ya da bu yana çekilerek yorumlanıp eleştirilebilecek olması değil, AKP’nin onu hangi amaçla, neden kaldırdığı dır. 

Bugünkü siyasal iktidar tarafından ulusal andın kaldırılmasını, andın şu ya da bu yönden içeriğine takıldıkları için alkışlayan ya da bunda sakınca görmeyenler, ya bu iktidarın her anlamda ve her alanda ülkeyi bölüp parçalama amacının yeterince farkında değiller, ya da bunda da bir sakınca görmüyorlar demektir…

***


Hepsi Değişecek mi?

Hepsi Değişecek mi? 

Metin Özkan 


Mehmet Akif;
"Kükremiş sel gibiyim" derken onu anlattı.
"Bendimi çiğner aşarım" derken ondan bahsetti.
Onun bayrağa olan aşkını...
Vatan için sevdasını...
Bağımsızlık için tutkusunu...
Millete duyduğu sadakatini anlatırken,
Hep "Türk Milleti"ni söyledi.
1071'den 1299'a...
1453'ten 1923'e gelen ruh,
Hep Türklükle çalkalandı.

***
Ancak gelin görün ki,

Almanya'da yaşayan "Alman" tanımından,
İngiltere'de yaşayan "İngiliz" tanımından,
İspanya'da yaşayan "İspanyol" tanımından gocunmazken,
Birileri milletimizin adı olan "Türk" tanımından gocunur oldu.
"Türkiye Cumhuriyeti" ibaresini "tahripkar" bulanlara...
"Türk Bayrağından" rahatsız olup "adını değiştirmek" isteyenler...
"İstiklal Marşı'ndan" rahatsız olup "kışkırtıcı" yakıştırması yapanlar...
"Varlığım Türk varlığına armağan olsun" sözünü "militarist" bulup andımızdan rahatsız olanlar.
Hatırlatırım ki;
Herkes bize yüzyıllardır "Türk" dedi.

***

''Türkleri Yenemedik'' Churchil...

''Türkleri öldürebilirsiniz lakin onları yenemezsiniz'' Napolyon...
''Bizans'ı alan Türkler korkarım orada durmayacaklar'' Vatikan'nın başı...
''Savaşın zevkini almak isteyen herkes Türkler ile savaşmalıdır" Komutan Tovsend...
''Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır" Lady Mary Wortley Montago...
''Türkler cesurdur, anavatanlarını çok severler ve onun için gerekirse canlarını verirler'' Albert Einstein...

***
Son zamanların en çok tartışılan konusunu,
MHP Genel Başkan Yardımcısı Celal Adan'a sordum.
Adan dedi ki;

"Andımızın 'militarist' mesajlar verdiğini söylüyorlar. Peki, sormak istiyorum; 'Türk oğluyuz ünvanlı, namlı, şanlıyız. Allah deyu harb ederiz, var nusrete imanımız' diyerek, baştan sona Türklükle gururlanan, hatta sadece 'militarist' değil, tam anlamıyla 'mili'tarist olan ve her daim milletin adı olan 'Türklükle' gurur duyan mehter marşını da mı kaldıracağız?"
Adan, fazlasıyla rahatsızlık duyduğu bu tartışma konusu hakkında, Sözlerini şöyle sürdürdü;

"Gerçek Osmanlı Türklükten hiç gocunmadı. Ceddin Deden, Neslin Baban marşında; 'Ceddin deden, neslin baban, hep kahraman Türk milleti, Orduların pek çok zaman vermiştiler dünyaya şan, Türk milleti Türk milleti aşk ile sev milliyeti."

Sancak Marşı'nda: "Ertuğrul'un ocağında uyandın, Şehitlerin kanlarıyla boyandın, Nice düşman kâl'asına uzandın, Sana selam ey şanlı Türk sancağı" dedi.
Devlet Marşı'nda: "Türk devleti sen çok yaşa, orduların etse sefer, yol gösterir avn ü zafer, mansûr olur her bir nefer, düşman kalır bitâb-fer' diye seslendi dünyaya. 
Ne olacak yani içinde Türk kelimesi var diye bunları da mı kaldıracağız" dedi.

***
Uzun lafın kısası

Mahkemede edilen yeminin içinde Türk var...
Askerde edilen yeminin içinde Türk var...
Avukat ya da Hâkim olurken edilen yeminin içinde Türk var...
Polisin ve doktorun ettiği yeminin içinde Türk var.
Uzatın uzatabildiğiniz kadar.

Şimdi bu yeminler de mi değiştirilecek? 

***

İftiraya Davet

İftiraya Davet


Melih Aşık


Avukat Turgut Kazan, Balyoz kararıyla ilgili yazıp çizenlerin yüzde 95’inin konudan hatta hukuktan habersiz olduğuna işaret ediyor. Örneğin Radikal’de yazan bir hukukçu, iki gündür yazılarında “Yargıtay’ın kısa kararı” ve “Yargıtay gerekçeli kararı”ndan söz ediyor... Turgut Kazan diyor ki:
- Yargıtay’ın kısa kararı olmaz... Gerekçeli kararı da olmaz... Yargıtay’ın sadece “kararı” olur...

Kimi köşe yazılarında CD, DVD gibi dijital veriler sahte de olsa 2003’teki plan seminerinin bir darbe teşebbüsü olduğu öne sürülüyor...

Oysa hem mahkeme hem Yargıtay kararı dijital veriler üzerine kurulu...
Darbe teşebbüsünden söz edilebilmesi için... Darbe hareketinin başlaması... Bu hareketin sanıkların elinde olmayan nedenlerle başarıya ulaşamaması gerekiyor. Oysa ortada dışarıdan etkilerle önlenmiş bir icra hareketi görünmüyor.
Dijital verilere dönersek... Bu davada Yargıtay, dijital verilerin üzerindeki muhtemel oynamaları dikkate almadan doğruluğuna karar verdiğinden... Boğaziçi’nden Prof. Cem Say diyor ki:

- 9. Daire’nin 9 Ekim’de imza attığı “Dijital delil benim için kutsaldır, ne derse inanırım” doktrininin akıl almaz bir iftira çağını başlatmasına kimse engel olamaz. Artık ülkede kimse güvende değil, çünkü herkesin hasımlarını hapse göndermek için rahatça kullanabileceği Yargıtay onaylı bir yöntem mevcut...
İki demokratik haber

CHP Antalya Milletvekili Av. Gürkut Acar, CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay’ın soruşturma sürecinde el konulan bilgisayarının neden 4 yıldır iade edilmediğini bir önergeyle Adalet Bakanı’na sordu... Bu konu bir süre önce Mustafa’nın eşi Gülşah Balbay’la yaptığımız konuşmada da geçmişti. O zaman Gülşah Balbay çok ilginç bir şey söyledi:
- Vermiyorlar ama verseler de istemeyiz...
- Neden?
- Çünkü içine bir şey yerleştirmediklerinden emin olamayız...

***
Grup Yorum, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nu kiralıyor... Parasını yatırıyor... Konser 12 Ekim akşamı verilecek... Biletler satılıyor. Derken konsere üç gün kala İBB’den kiralama işleminin iptal edildiği bildiriliyor. Gelen yazıda gerekçe aynen şöyle belirtiliyor:
“Basında ve sosyal medyadaki haberler üzerine kiralama amacı dışına çıkılacağı ve provokasyon ihtimali ile istenmeyen olayların vuku bulacağı, etrafa zarar verileceği, bölücü ve yıkıcı, siyasi içerikli faaliyetlerde bulunulacağı endişesi taşımaktadır...”

Sizde bu kafa varken... Hangi Demokrasi?

KÖK

Erciyes Üniversitesi personel alım ilanı veriyor... 20 hemşire, 5 sağlık teknikeri yanında 1 mühendis de alınacak... Mühendisin üniversitelerin makine mühendisliği bölümünden mezun olması şart... Ayrıca, “Mekanik Tesisat Uzmanı Mühendis belgesine sahip olmak”, “Asansör Avan Proje Hazırlama Mühendisi yetki belgesine sahip olmak” gibi koşullar da aranıyor... Aranan bir diğer koşul mu? Şu:

“Kamu kurum ve kuruluşlarının Kök Hücre GMP Laboratuvarı’nda çalışmış olmak. En az 300 saat eğitim almış olmak vs...”

Makine mühendisinin Kök Hücre Laboratuarı’nda işi ne?
Belli ki geçmişte tesadüfen kök hücre konusunda çalışmış bir makine mühendisi var... İşe o alınacak.
Sayın rektör ne diyor acaba bu işe?

 SORU:

- Yargıtay’ın 50’den fazla subayın mahkûmiyetini bozması adalet terazisinin hassas tarttığını göstermiyor mu?

CEVAP:

- O suçsuzluğu anlaşılıp mahkûmiyeti bozulanlar da 3’er yıl hapis yattı... Terfileri önlendi... TSK’’yle ilişikleri kesildi...
Bu mu adalet...

HİKMET

Bakanlar Kurulu, BM Güvenlik Konseyi kararı doğrultusunda, Taliban’ı ve Gülbeddin Hikmetyar’ı terörist ilan etti ve mal varlıklarını dondurdu...

Milli Eğitim Bakanı bu kararı imzalarken ne düşündü acaba?
Çünkü daha 3 hafta önce ilkokulların açılışında dağıttıkları kitapta Taliban ve Hikmetyar’a övgüler düzülüyor:

“Adı Gülbeddin Hikmetyar, liderimiz bizim. Allah adıyla konuşur, Allah için savaşır en önde. Ona zor değil kafasını kırmak zalimlerin, daha çocukken başladı bu işe...” diye satırlar yer alıyordu...

Bakan kendi imzasıyla “terörü övdüğünü” kabul etti. 
Kitaplar ise çocukların ellerinde... 
Ne olacak o kitaplar? 
Toplamayacaklar mı?


***

Bana en Büyük Cezayı şimdi verdiler.,


Bana en Büyük Cezayı şimdi verdiler.,


Selcan Taşçı

Yargıtay 9. Ceza Daire’nin Balyoz davasıyla ilgili hükmünü açıkladığı 9 Ekim günü, Silivri cezaevinin önünde tahliye olan yakınlarını bekleyenlerle, mahkumiyeti onananların açık görüşüne gelen aileler arasında yani  “araf”ta yazdığım yazıda üç yıldır  “hasret”i paylaşıp, şimdi “vuslat”ta ayrılanları yazmıştım ya, 11 Şubat 2011’den 9 Ekim 2013’e kadar kendini dışarıda yüreği zindanda tutsak asker eşlerinden birinden cevap geldi.
Muvazzaf albay olan eşi tahliye olmuş ama “Tutuklu kaldığı süre boyunca çok az gözyaşı döken ben şimdi ağlıyorum. Bize en büyük ceza bu” diyor.
Bakın neden:

“Evet, biz yola çıktığımız 11 Şubat 2011’den bu yana büyük bir aile olduk.  
Bu davaya kadar bir çoğumuz hiç tanışmıyorduk bile, ama kader bizim yollarımızı bir şekilde kesiştirdi. Ve bizler, sizin de dediğiniz gibi bazılarımız aynı lojmanda, birlikte ağladık, birlikte güldük. Her koşulda birbirimize destek olduk. 
O kadar güzel ifade etmişsiniz ki, benim 9 Ekim’de yaşadığım duygu karmaşasını, sanki ben bunları size anlatsam ancak bu kadar yazabilirdiniz. 
Ben 2,5 seneyi aşkın süredir bunları yaşarken çok az gözyaşı döktüm. Çünkü bir tek biz değildik; yüzlerce insan aynı kaderi paylaşıyordu. 
Eşlerimizin sağlıklarına duacıydık. Nasıl hepsi birden tutuklandıysa, hepsi de birden bırakılacaktı. Evet bizim için dün tahliye kararı çıktı.
Ama ben 2.5 yılın en büyük acısını da dün, tahliye haberiyle birlikte yaşadım. Ne 11 Şubat 2011’de, ne de 21 Eylül 2012’de içim bu kadar yanmamıştı. 
Ama dün, avukatımız tahliyeyi haber verdiğinde neye uğradığımı şaşırdım. 2,5 senedir hiç yapamadığımı yaptım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. 

Sizin de yazdığınız gibi sevinçten değil, kaderdaşlarımızın hükmü onanırken, kendi eşimin tahliyesine sevinemediğimden. 

Ve dedim ki;

Verilecek en büyük ceza, kardeşlerimizin hükmü onanırken, yıllarca yolunu beklediğim sevdiğimin tahliyesine sevinememek!..” 
Teşekkür, takdir satırlarını makaslayıp, mektubun üç yıla yakın tutukluluktan sonra eşine kavuşan bir kadının “sevinemeyişi”ni anlatan kısmını olduğu gibi aktarmaya çalıştım.

Not: Onlar karı-koca bu davanın başından beri yazdılar, çizdiler, haykırdılar; bu anlamda mücadeleci kişiliklerini sayısız defa ortaya koydular. Keza bu mektupta da kimliklerini gizleme ihtiyacı duymadılar. İmzalarıyla yolladılar. Ama söz konusu komutanın TSK’daki görevine dönecek bir muvazzaf subay olduğunu ve özellikle son dönemde aileleri hedef alan iğrenç saldırıları göz önünde bulundurarak ben bir tercih yaptım ve bu onurlu ailenin adını kendime saklamayı yeğledim. 

Nefret suçu

Daha  “paket”ten birkaç gün önce kameraların karşısına  geçip  “nefret suçları”  konusunda düzenleme yapacaklarını  “müjdeleyen(!)”  Bülent Arınç, CNN Türk’te Taha Akyol’la  karşılıklı iltifatlaşma programlarında, basın özgürlüğünü   konuşurken  “bazı gazeteciler” için aynen şu ifadeyi kullandı:
“Öylelerinden nefret ederim şahsen!” 
Bu durumda Arınç milyonlarca insanın şahitliğinde   “suç”  işlemiş olmadı mı?
Peki, gereği yapılacak mı?

Gereğini yapacak kimse var mı?

***

Biz de İneğe Girdik…

Biz de İneğe Girdik…


Bekir Coşkun.

Deveye giren var…
İneğe giren var…

? Kaçan danayı kaç aile çoluk çocuk kovalıyorsa, demek ki o kadar hisse…
? “Alo dana kaçtı” hattı kuruldu…
Camdan bakıyorsun, ipi duruyor, ipin ucunda dana yoksa… Çeviriyorsun “Alo dana kaçtı hattı”nı, zabıta yetişiyor…
Tam teçhizatlı; halat, zincir, bayıltma tüfeği, minibüs, vinç, dürbün…
“Dürbün niye?” derseniz, saklanan dana da var, öyle demeyin…
? Bu bilgileri veriyorum, çünkü sizin aldığınız o yanaşma gazetede okuyamazsınız, imamın canı sıkılmasın diye kurbanda yaşanan vahşeti korkularından veremiyorlar artık…
? Dana kaçtı…

Baktın ipin ucunda yok…

İlk iş durduğun yerde diklemesine koşuyor gibi yapıp “Dana kaçtı” diye bağırmak ki “danaya giren” hisse sahipleri yetişsin…
Ve “Alo dana kaçtı hattı” nı arayacaksın…
? Unutmayın, derisi cemaatedir…
Eskiden o derilerle Türk Hava Kurumu, genç pilotlar yetiştirip, uçak modelleri geliştirip, eğitim uçakları uçururdu…
Binlerce pilot yetiştirildi bugüne kadar…
Aynı tarihlerde tarikat şıhının uçağı yoktu, onu ise müritleri uçururdu:
“Dün gece Kudüs’e vardı geldi…”
“Hicaz’a da gider gelir…”
“Hüseyin görmüş, hiç havadan inmedi dedi…”
? Ama zamanla Anadolu kentlerine charter seferleri koydular…
Müritler de uçmaya başladı…
Şıh yerde…
Herkes uçmaya başlayınca, canı sıkıldı bu işe…
Neyse ki imam yetişti…
? Kurban derilerinin tarikat ve cemaatlere verilmesini sağladılar…
Ki şıh uçsun…
Trilyonlar akacak ceplerine…
Gerici yapıyı güçlendireceği için, bir bakıma faydası dönüp dolanıp iktidaradır…
Kötürüm olsa uçar insan…
? Siz de bir canlıyı yatırıp kesmenin “ibadet” olduğuna inanıyorsanız…
Allah kabul etsin…

Çocuklar Görmesin ama…

***