Cüneyt Arcayürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cüneyt Arcayürek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Nisan 2020 Pazartesi

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK?

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? 


Cüneyt Arcayürek Detay Yayımcılık-Şubat 2008 
Derleyen: Halit YILDIRIM 
22 Ağustos 2008 
www.altinicizdiklerim.com 


Mustafa Kemal Paşa, çağdaş bir cumhuriyete yönelen bütün devrimlerini 1922 ile 1932 yılları arasında, on yıla sığdırdı. Devrimleri bu kadar kısa süre içinde gerçekleştirmesi, kimi yazarlar tarafından, yaşama veda ettikten sonra eleştirildi. 
Dediklerine göre, devrimler zamana yayılarak gerçekleşseydi, ulus tarafından sindirilecek, daha az saldırıya uğrayacak, daha az eleştiri konusu olacaktı. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın bildiği bir gerçek vardı: kafasında yılardır kurguladığı çağdaş cumhuriyeti oluşturacak devrimleri ancak kendi zamanında, sarsılmaz iradesiyle gerçekleştirip uygulamaya koyabilirdi. 
Öngördüğü devrimler kendisinden sonra acaba gerçekleşebilir miydi? 
Evet, Gâzi gerçekçi idi. Nitekim bir ara CHP ile ilgili bir konuyu önüne getiren Recep Peker, 
“Paşam neden Cumhuriyet Halk Partisi yazıyorsunuz. Benim partim yazsanıza!” demiş, Mustafa Kemal'den şu kısa yanıtı almıştı: “Cumhuriyet Halk Partisi'nin (veya fırkasının) benden sonra benim partim olarak kalacağını nereden bilebilirim?” 

Dün Söylediklerinden Bugüne Bakarsak... 

2 Temmuz 1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi'nin son günlerinde Atatürk, tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gâzi Orman Çiftliği'nde çaylı bir toplantıya çağırdı. İki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk'e sordu: 
· “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? 
· Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?” 
Atatürk, bu sorulara şu yanıtı verdi: 
“Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur. Din, Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Dinden maddi çıkar sağlayanlar (bugünküler gibi) alçak 
kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız... 
... (Bugün de AKP gibi) bütün hükümdarlar hep dinî alet edindiler... 
... Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, (bu sözü sanki bugünleri görüyormuş gibi 1932'de söylüyor) halkın cehaletinden ve taassubundan istifade ederek, bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve yarar için dinî alet ve vasıta olarak kullanmak girişiminde bulunanların... varlığı... bizi bu zeminde söz söylemekten henüz alıkoyamıyor... 
... Masum halka... beş vakit namaz dışında... vaaz ve nasihat etmek... belki ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?...”
Sonuç olarak: Atatürk, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid'atlere, hurafelere, dinin yarar ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. 
Atatürk dinin değil, din istismarcılarının karşısındaydı. 
“...Duraklamaksızın diyebilirim ki, bugünkü İslam dinî başka, Peygamber'in zamanındaki İslam dinî başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder...” 
Prof. Fahri Kayadibi, Atatürk'ün dinî, gerçek dindarı ve din adamını öven... Müslümanlıktan dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözü ve konuşması olduğunu yazıyor. “O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Din istismarcılarının karşısındaydı. Atatürk'ü din düşmanıymış şeklinde göstermek ya kasıtlıdır ya da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır” diyor. 
Yaşamı boyunca, Türk halkına gerçek dindarlığın, “bugünkü İslam dininin başka, 
Peygamber'in zamanındaki İslam dininin başka olduğunu, mantıklı bir din olan gerçek İslamiyet'in düşleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmediğini, özellikle nefret ettiğini” anlatmaya çalıştı. 

Atatürk'ün yanından ayrılmayan, yanından ayırmadığı Ali Kılıç (Kılıç Ali) anlattı: 
“İlk Meclis'te bir gün lâiklik konuşuluyordu. Gâzi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir üye kürsüye geldi. Alaylı bir tavırla:

'Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor. Affedersiniz ben bu lâikliğin anlamını anlayamıyorum' diye söze başlarken oturuma başkanlık yapan Mustafa Kemal Paşa, dayanamadı, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:'Adam olmak demektir Hocam, adam olmak!’ Soru yanıtlanmıştı”.  Uzun İnce Bir Yol 

Lâiklik resmiyet kazanacağı tarihe kadar ince uzun bir yolda çeşitli aşamalardan geçti. 
1920'de kurulan TBMM'de kabul edilen anayasada egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesiyle lâikleşme sürecinde ilk adım atıldı. 
Dinci devletin dayanağı olan saltanatın 1922'de ortadan kaldırılmasından ve yerine ulusal egemenlik temeline dayanan Cumhuriyet'in 1923'de ilan edilmesinden sonra, 1924'de halifelik de kaldırıldı. 
Böylece, dinin devlet üzerindeki etkisi kırıldı, 1928'de Anayasa'dan “Devletin dinî İslamdır” maddesi kaldırılarak anayasa, bu süreçte devlet, hukuk, eğitim ve kültür lâikleştirildi. 

Hukukun lâikleştirilmesi Şeriye Vekâleti'nin (bakanlığının) kaldırılması ile başladı. Bunu yasalar izledi. 

1924'de dinî içerikli hukuk kitabı olan mecelle kaldırıldı. Şeriye Mahkemeleri kapatıldı. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun'la kadın haklarında yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. Bunu borçlar, ticaret ve ceza yasaları izledi. 
1931 ve 1934'de kadınlara seçme-seçilme hakları verilerek hukuk alanında lâikleşme tamamlandı. 

Bu gelişmenin önderliğini yapan Atatürk, eğitim sistemindeki lâikleşmeyi, din etkisinden arındırılmış okullar ve eğitim programlarına çağdaş öğeleri ve kuralları yerleştirerek sağladı. 

Bir dizi devrim sırasıyla yasalaştı. 

Örneğin bin yıllık Arapça yazısına son verilerek kültür alanında lâikleşmeye ilk adım atıldı. 
Ve... 
Atatürk'ün ölümü üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra dinci gelişmelerin odak noktasında duran Erdoğan; meydanlarda, resmî demeçlerinde “Elhamdülillah şeriatçıyım...Millet isterse lâiklik elbette gidecek” diyebilme özgürlüğüne kavuştu. 
Anadolu insanının başörtüsünü siyasal simge türbanla özdeşleştirdi. 
Bugün Atatürk'ün bin bir emekle kurduğu “modern Türkiye”nin cumhurbaşkanı ile başbakanın eşleri çağdaş Türk kadınını türbanlı başlarıyla yurt dışında da temsil ediyor. AKP'li bakanların ve milletvekillerinin eşlerinin çoğunluğu halka Kuran emri diye yutturdukları türban takıyor.
Atatürk'ü sâdece yakından tanımak mutluluğu dışında Atatürkçülüğü, devrimlerini ve lâik Cumhuriyet'in kazanımlarını ve nimetlerini sindiren usta bir yazarın, F.R. Atay'ın, O'nun ölümünün 20'nci yılındaki yazısından – izninizle – kimi alıntılar yapmak istiyorum. 

“Keşke 1938'den On Yıl Sonra Ölseydi...Kurtuluşumuzu tamamlardık...” 
“Keşke 1919'dan on yıl önce Türklüğün başına geçseydi... Ne Baykan Savaşı'na fırsat verirdik, ne de Birinci Dünya Savaşı'na girerdik. Ve keşke 1938'den sonra ölseydi... Kurtuluşumuzu tamamlardık. 
Söyleyiniz bana, sağdan yazı devam etseydi Latin alfabesini alabilir miydik? Medeni Kanun'u alabilir miydik? Eğitim birliğini yapabilir miydik? Medreselerin yeniden hortlamasına engel olabilir miydik?.. 
... Atatürk, 1965 Türkiyesi ilim ve teknik kadrosunun dörtte birini bulsaydı, çoktan bütün işlerimizi bitirmiş olurduk. Meclislerimizde kürsü arkasına eskiden Arapça 'Danışınız!' sözünü asardık. Sonra onu 'Hakimiyet milletindir' sözü ile değiştirdik... 

Gerçekte Atatürk partisi millet içinde değil, Atatürkçülük dediğimiz her şey kendi partisi içinde azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü bu inançsızların eline geçti. Ne yazık ki Atatürk'ün başladıklarını severek, bilerek, benimseyerek tamamlayacak olanlar, o öldükten sonra yetişmişler ve Onsuzluk yüzünden eski şekilci ve statükocu Tanzimat bürokratları engelini sökememişler, sonunda da henüz ne devrimlere ısınan, ne eğitimden geçen halk yığınları çoğunluğunun seli içine atılmışlardır...

... Bugün kendilerine reformcu diyen korkak ikbalcilere bakınız: Türk çocukları nın on binlercesine medrese ilkokullarında medeniyet düşmanlığı ve Türkiye halkının milyonlarcasına cami kürsülerinde Atatürk devrimleri düşmanlığı telkinleri yapıldığı bilinirken susmakta değil midirler?...” 

Karşı Devrimin Başlangıcı 

Kimi bilim adamlarına göre; karşı devrim hareketleri, Atatürk'ün ölümünden sonra başladı (1938) ve çok partili yaşamla birlikte, 1945-46'da ilk meyvelerini verdi. 1950, 14 Mayıs seçimlerinde 27 yıldır süregelen CHP iktidarını deviren Demokrat Parti iktidarında ivme kazandı. 
DP iktidarını izleyen iktidar dönemlerinde de gelişti... 
Karşı Devrim Uygulamaları Karşı Devrim Kronolojisi” listelerinde şu tarihler dikkati çekiyor: 

· 4 Şubat 1949: İki “meczup” Meclis'te ezan okuyor. 
· 15 Şubat 1949: İlkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerine başlanması önerildi. 
· 1 Mart 1950: (27 Mayıs seçimlerine iki ay 27 gün kala) Millî Şef İnönü'nün 
    Cumhurbaşkanı, CHP'nin tek başına iktidarda olduğu tarihte, hükümet, Atatürk'ün çıkarttığı Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Yasa'yı yürürlükten kaldırdı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Millî Eğitim Bakanlığı'nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19. 
· 12 Nisan 1950: Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dinî siyasete alet ederek gövde gösterisi yaptı. 
· 1948 – 1949: İlkokullara, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu. 
· MEB'e bağlı “İmam-Hatip Yetiştirme Kursları” açıldı. Hacca gideceklere döviz 
verilmesi için izin çıktı. 
· Ankara Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. 
· İmam Hatip Kursları okula dönüştürüldü. 
· 1950: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun'da değişiklik yapıldı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar MEB'ce halka açıldı. 

Ve... Gerçeği Yansıtan Sonuç 

Prof. Dr. Çetin Yetkin bir dönemin ayrıntılarını açıklayan değerli Karşı Devrim – 1945–1950 kitabının hemen baş sayfalarında, “araştırmanın İsmet İnönü'yü eleştirmek amacıyla yapılmadığının” altını çiziyor ve şunları yazıyor: 
“İnönü, Atatürk değildir. Öyle olmadığı gibi, bu kitabın sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz ki, Atatürk'ün birçok eserini ters yüz eden, yıkan da İnönü'nün ta kendisidir. Hemen söyleyelim: 

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin, tekke ve zaviyelerin açılması, okullara din dersi konulması ve birçok geriye dönüşler, İnönü zamanında gerçekleştirilmiştir... 

Karşı devrim, 

Atatürk'ün ölümü ile eş zamanlı olarak gündeme gelmiştir...” 
Yargıtay Başkanı İmran Öktem, 1 Mayıs 1969 günü öldü. 3 Mayıs 1969'da Ankara Maltepe Camisi'nde yapılan cenaze töreninde büyük olaylar çıktı. Bir “kalabalık” cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalıştı. Cami görevlileri görevlerini yerine getirmekten kaçındı. Olaylar sırasında camide bulunan ve saldırganlar arasında kalan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'yü korumak amacıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı Topçu Dairesi Başkan Vekili Tuğgeneral Nabi Alpartun tabancasını çekti. İnönü – yakınında bulunanların söylediğine göre – CHP Ankara İl Başkanı Rauf Kandemir'e “Namazı kılınacak, namaz kılınmadan gitmem” dedi. 
Gericiler grubunun baskısından etkilenen veya onlara uyan imamlar da direnişe katılınca, namazı 27 Mayıs Millî Birlik Komitesi Hükümeti'nin bakanlarından Abdullah Polat Gözübüyük'ün ağabeyi İzzet Gözübüyük kıldırdı.

Olay, tam anlamıyla bir irtica olayı idi. İsmet İnönü, olayları değerlendirirken “Her manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası'dır” dedi. 
1965'teki genel seçimde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin genel başkanı Süleyman Demirel, başbakandı. Olay hakkında “Hadise gayet üzücüdür” demekle yetindi. 
7 Mayıs 1969'da Yargıtay Başkanı'nın cenaze töreninde, camide yaşanan irtica olayını ve olaylarını yaratanları protesto etmek için hukuk adamlarının geniş ölçüde katıldığı ve Anıtkabir'de sonuçlanan görkemli bir yürüyüş yapıldı. 

Cenaze töreninde alışılmışın dışında bir eylem gerçekleştiren gericilerin bu hareketindeki nedeni açıklamak gerekiyor. 

Olaydan bir yıl önce Yargıtay Başkanı İmran Öktem; lâikliği yorumlarken ünlü Fransız düşünürü Voltaire'in bir sözünü tekrarlayarak “Tanrı'yı da insan yaratmıştır” demiş, bu sözü “malum” çevrelerin tepkisine yol açmıştı... 
İmran Öktem, ölümünden bir yıl önceki konuşmasında şunları söylemişti: 
“...Cumhuriyet rejimini yıkmak ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti'ni dinî esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczup, ruh hastası veya dinî, kazanç meta haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar – o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat 
dindar görünürler - evet bunlar ve bir takım hurafeleri dinî esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır...” 

Yüreğimde, kafamda ve anılarımdaki İsmet İnönü'yü... 

Ölümünün 34. yılında (2007), İsmet İnönü ve başarıları, hizmetleri üzerine pek çok şey söylendi. Anıtkabir'deki mezarında yapılan törene, Cumhurbaşkanlığı dâhil devletin sivil asker önde gelenleri, tabii Ömer ve Erdal'ın ölümünden sonra hayattaki son evladı Özden Toker ve çocukları katıldı. 

Buraya ölümünün 34'üncü yılında bir belediye başkanının, İsmail Ünal'ın sözlerini almayı yeğliyorum...İnönü'yü kısa fakat özlü biçimde anlatıyor: 

“...İsmet İnönü, önce asker, sonra Cumhuriyet'in iki numaralı kurucusu, siyaset adamı, Mustafa Kemal'in başbakanı, daha sonra iktidarını çok partili rejime geçişte devreden lâik bir devlet adamı, muhalefet lideri ve partisinin genel başkanlığını devrederken de yeni genel başkanını ceketini ilikleyerek karşılayan dev bir liderdi. İşte bugün böyle bir dev lideri anıyoruz. CHP'nin önderini 
anıyoruz...” 

...Ve Liste 

İmam Hatip Açan hükumetler: 

1951-1959: Adnan Menderes 19 adet 
1962-1963: İsmet İnönü 7 adet 
1965-1971: Süleyman Demirel 46 adet 
1974-1975: Bülent Ecevit 29 adet 
1975-1978: Süleyman Demirel 233 adet 
1978-1979: Bülent Ecevit 4 adet 
1979-1980: Süleyman Demirel 36 adet 
1984-1989: Turgut Özal 90 adet 
1990-1992: Mesut Yılmaz 23 adet 
1992-1993: Süleyman Demirel 12 adet 
1994-1995: Tansu Çiller 13 adet 
1995-1997: Diğer hükumetler 97 adet 

Rekor Süleyman Demirel'de: 327! 
Kenan Evren: “Cennetlik” 

1982 Anayasası'na okullarda zorunlu din derslerini koyduran asker; Kenan Evren' dir.

Danışma Meclisi anayasa üzerindeki çalışmalarını bitirmiş ve metin son şekli verilmek üzere beş orgeneralden kurulu Millî Güvenlik Konseyi'ne sunulmuştur. 
Tutanaklara göre, din dersleri konusuna gelindiğinde Kenan Evren; - diğer generallerin karşı çıkmasına karşın – din derslerinin zorunlu olmasında ısrar etmiştir. Söylediği özetle şudur: 

Babalardan annelerden mektuplar alıyorum. Öldüğümüzde çocuğumuz başımız da dua edemeyecek mi? 

Bu gerekçe ile millî eğitimde zorunlu din dersleri anayasaya konuldu. 
Milliyet'in İnternet sitesinde yayımlanan bir röportajda; Fethullah Gülen, Kenan Evren için şöyle konuşuyor: 

“...Evren Paşa demokrasinin kesintiye uğraması ve daha pek çok açıdan tenkit edildi. Ancak din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştı. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasip almışlardır. Yaptığı iş o kadar büyüktür ki, doğrusunu Allah bilir, hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yeter. Cennete gidebilir...” 

...Bay Fethullah Gülen geliyor! 

Amerika'da ABD'nin himayesinde bir çiftlikte yaşıyor; ancak Gülen cemaati, TV 
istasyonları, dergileri, gazeteleri ve kaynağı asla anlaşılamayan maddi olanaklarıyla hemen her yerde, devlet içinde, medyada, hâttâ futbol kulüplerinde söz ve etki sahibi. 
“Laik devlet yapısını değiştirerek dinî kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasa dışı örgüt kurup bu amaç doğrultusunda faaliyette bulunmaktan” sanık olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde muhakeme edilen Fethullah Gülen; 10 yıl kadar hapis cezası ile yargılandı. Ancak karar kesin hükme bağlanmadan Rahşan Affı ile ve beş yıl içinde aynı suçu işlememek kaydıyla cezası ertelendi. 

İddianamede yazıldığına göre, günümüzde Nurcular; “Gazeteciler, Şuracılar, Fethullah Gülen' ciler, Yazıcılar” olarak faaliyet göstermektedir. 
Yine iddianamede yazıldığına göre; Nurculuğun lâik cumhuriyete ve Atatürk'e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir. 

Barla Mektupları sayfa 53: 

Atatürk'ü kastederek “Tek gözlü Deccal, ya iman et, ya dünyanın maskarası olacaksın” denilmiştir. 

“Sönmez” adlı risalede (sayfa 21-22) Atatürk kastedilerek “Ayasofya Camisi'ni put haneye, meşiat makamını kızlar lisesine çeviren bu adamı sevmemenin bir suç olması imkânı var mıdır” denilmiştir. 

İddianamede “Fethullah Gülen Grubu” çeşitli yönleriyle anlatılıyor: 

“Amaç: Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğü kurmaktır” denildikten sonra ayrıntılara geçiliyor: “Fethullah Gülen, demokratik usuller ile ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi... Toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurt içi ve yurt dışındaki okulları vasıta olarak kullanması... 

Papa ile görüşerek sâdece Türkiye'de değil, dünyadaki Müslümanları yönetmeyi amaçlayan ruhani liderliğe olan ilgisi...  Siyasî parti, kişi ve bâzı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi... dinî ve siyasî yapısını sürekli canlı tutan kaynağı 
belirsiz finans kaynağı ile... Ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma olarak değerlendirilmiştir”. 
Stratejisine gelince: Fethullah Gülen, İslamcı ideolojik bir yaklaşımla, bulunduğu legal yolu muhafaza ederek sahibi olduğu etken mali gücü ile: 

A) Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dershaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak, 

B) Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Millî Eğitim Bakanlığı ve Emniyet teşkilatında kadrolaşmak, 

C) Yurt dışında, Türkiye'de kurulacak siyasal İslam'a sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak istemektedir. 

Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bâzı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.

Cumhuriyet düzenine 'kefere düzeni' diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek bâzı kesimleri bu davranışına inandırabilmekte dir. 

Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkânlar ile kendisine bağlamaktadır. Gülen'in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk devrimleri ile toplumun İslam'dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahir zamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır. 
Gülen Grubu planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri 'ni görmektedir. 

...Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir... 
...Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanı sıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadır... 
...Silahlı Kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı hazırlayacak bir yapılanmaya 
gitmiştir. 

Fethullah Gülen bu yöntemle 10 yıl içinde (demek ki yaklaşık 2010'larda) Türk Silahları Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır... 
Yurt dışı faaliyetleri: “...Gülen Grubu 1992 yılında başlattığı yurt dışına açılım sonucu 35 ülkede 6 üniversite ve yüksek okul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı dil ve bilgisayar merkezi, 6 üniversiteye hazırlık kursu, 21 öğrenci yurdu olmak üzere toplam 279 eğitim kurumunu faaliyete geçirmiştir...” 

“Fethullah Gülen'in oluşturduğu örgüt... devletin lâik yapısını yıkmak amacıyla kurulmuş olup, istişare kurulu, bölge imamları, semt imamları, ev imamları gibi illegal yapılanmayla bütün ülkeyi bir ağ gibi sarmıştır...” Ve lâkin: 
İstediği zaman yurda dönmesine yeşil ışık değil, ışıklar yakılmasına karşın... orada yaşamını sürdürüyor ve bir rivayete göre, Molla Humeyni'nin Tahran'a dönüşüne benzer görkemli bir karşılamayla Türkiye'yi onurlandırmayı düşünüyormuş!... 

Bu Memleketi 1960'lar dan bu yana yönetenler: 

Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'ten sonra Recep Tayyip Erdoğan da Fethullah Gülen'e şapka çıkardı. Yalanlanmayan haberlere göre ABD gezilerinden birinde Hoca Efendi'yi ziyareti bile programlamıştı. 

Yıllardır Türkiye'yi Nakşi-Süleymancı-Milli Görüş desteği ve dayanışması altında AKP'nin de, özellikle Güneydoğu kökenli milletvekillerinin çok büyük bölümünün Fethullahçı olduğu biliniyor. 

Eski Dış işleri Bakanı Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül'ün dış işleri bakanlığı döneminde 2003 yılında dış işleri görevlilerine gönderilen bir kripto ile, diplomatlardan bir cemaati desteklemelerini istediği bilinmekte. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin 10'uncu, lâik, demokratik, sosyal ve hukuk devletinin Çankaya'daki son savunucusu ve koruyucusu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer; görev süresinin sona ermesine yakın bir tarihte...13 Nisan 2007'de İstanbul Harp Akademileri'nde ulusal ve uluslararası konulara ilişkin görüşlerini açıklayan önemli bir konuşma yaptı. 

Sayın Sezer; “...Türkiye'yi çağ dışı rejime sürüklemek isteyenlerin demokrasiden söz 
etmelerinin bir oyun olduğu görülmektedir...” diyor ve şunları söylüyordu: 
“... Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Lâik Cumhuriyet 'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir”.

“...Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin 'lâik Cumhuriyet'ten 'demokratik Cumhuriyet' adı altında, 'Ilımlı İslam Cumhuriyeti'ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. 
Ilımlı İslam, devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. 
Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da , Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle 'irticai' bir modeldir.” 

“Üç Önemli Gerçek” 

“...İşin dikkat çekici yanı, Türkiye Cumhuriyeti rejimini Ilımlı İslam'a dönüştürmek için dış ve kimi iç odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır. 
Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: 

1. Birincisi, ister 'ılımlı', ister 'köktenci' olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. 

2. İkincisi, Ilımlı İslam'ın çok kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmaz dır. 

3. Üçüncüsü de, Türkiye devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. 

Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleriyle Atatürk ulusçuluğuna bağlı, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir. 

Türk devriminin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu 
çağdaşlaştırmaktır...” 

İŞTE: RECEP TAYYİP ERDOĞAN'IN SÖYLEMLERİYLE ATATÜRK'TEN SONRA GELDİĞİMİZ “ BUGÜNLERİ ” SERGİLEYEN KANITLAR 

“...Kendi yaptıkları Anayasa'ya sâhip çıkmıyorlar. Demek ki ayık kafayla değil sarhoş kafayla hazırlamışlar. Dört senede delik deşik olmasının nedeni bu...” 
“...Atatürk'ün önünde sap gibi duruyorlar...” 
“...Yahu bu millet istedikten sonra lâiklik tabii elden gidecek yahu... Sen bunun önüne geçemezsin ki... yâni zorla bu milleti elinde tutmaya gücün yetmez. Millete rağmen bu iş yürümez zâten...”
“...Ben diyorum ki Türkiye'de laisizm şeriatı var, var mı var...” 
“...Hem lâik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya lâik. İkisi bir arada ters mıknatıslanma yapar...” 
“...Türkiye'de yaşayanların yüzde 99'u Elhamdülillah Müslüman olduğunu söylüyor. O zaman yüzde 99'un 'Elhamdülillah şeriatçıyım' demesi de lâzım. Ben elhamdülillah şeriatçıyım...” 
“...Benim referansım İslam'dır...” 
Millî egemenlik, millî devlet, lâiklik gibi kavramların “kimsenin tekelinde” olmadığını söyleyen Erdoğan: “Bu kavramların demokratik gelişmeye paralel şekilde yeni anlamlar kazandıkları, hayatın ve dünyanın bütün ile değişime açık oldukları unutulmamalıdır...” diyor. 

AKP hükümetinin sessiz kaldığı Kemalizme karşı AB'den sesler: 

Türkiye-AB Ortak Parlamento Komitesi Başkan Yardımcısı Andrew Duf
“...Kemalist Milliyetçi sorunuyla yüzleşmeli... Atatürk'ün Devlet binalarındaki fotoğrafları artık indirilmeli...”


***

27 Mart 2020 Cuma

Hangisi Paralel Devlet?

Hangisi Paralel Devlet?



Cüneyt Arcayürek
21 OCAK 2014

Savcılar Yerinden oynatıldı. 

Emniyet’te 3 bine yakın polis görevinden alındı. 
Emniyet müdürleri, kimi valiler ya merkeze ya da başka illere gönderildi.
Medya haberlerine göre sıra hâkimlerde. 
Haftalardır Başbakan, yargıda Emniyet’te, hatta bürokraside estirdiği fırtanın nedenini açıklıyor: 
Devlet içinde devlet olan, paralel devletin bütün marifetlerini gösteren; savcılara, Emniyet’e, hatta Ergenekon, Balyoz gibi davalara bakan hâkimlere direktif vererek yüzlerce masum insanı yıllardır haksız yere hapishanelerde yatmasına… 
….bir türlü adını, liderini açıklayamadığı devlet içinde yuvalanmış “bir örgütün, bir çetenin” neden olduğunu söylüyor. 

***
Bu filmin bir benzerini yıllarca önce izledik ve bugünlere geldik.
Başbakan RTE, yıllarca adını dilinden düşürmediği, darbe yapmakla suçladığı Ergenekon adında bir örgüt olup olmadığını, davayı gören Silivri özel mahkemesi İçişleri Bakanlığı’na sordu. 
Bakanlık, mahkemeye devletin kayıtlarında bu isimde bir örgüt olmadığını bildirdi. 
Ama Başbakan Nuh dedi peygamber demedi. 
Ergenekon adında bir örgütün var olduğunu savundu. 
Ancak şimdi durum farklı. Ad vermeden bir örgütün, çetenin hükümeti devirmek için harekete geçtiğini yineleyip duruyor ama… 
…. din kardeşi olduğu, yıllarca el ele gönül birliğiyle devletin temel kurumlarında kurulan kumpaslara göz yumduğu resmen… ...bir örgüt, bir çete yok ama…: 
…Başbakan, suçladığı örgüt, cemaat ve çete reisini de, saygılarını iletmekten yorgun düştüğü Fethullah Gülen’i…
….neden isimleriyle açıklamaktan, yargıya teslim etmekten çekiniyor? 
Zira RTE için öncelikle seçimlerde oy sorunu ön planda.
Paralel çete, cemaatin önderlerini, liderini hukuk devleti olmanın gereği yargıya teslim etmek, elbette işine gelmiyor. 

***
Doğal olarak devlet içinde gerçekten paralel devlet yok mu, sorusu akla geliyor. 
Bu soruyu yanıtlayacak olaylar Güneydoğu’da yaşandı, yaşanıyor. 
Daha önce bir TIR ve iki otobüste silah ve mühimmat ele geçirildi. 
Hatay’da da bir TIR. 
Daha sonra durdurulan 4 TIR’dan 3’ünde savcının emriyle jandarmanın araştırma yapmasına izin verilmedi.
Zira TIR’lar MİT’e aitti.
Şu gerçek ortaya çıktı: 
Böylece: MİT, yasayla devlet içinde devlet olan bir örgüt!
MİT Yasası’nın galiba 26’ncı maddesi Başbakan’ın izni olmadan MİT TIR’larında devletin savcılıları emriyle devletin jandarmasının araştırma yapmasına izin yok!

***
Başbakan, silah ve mühimmat yakalanan TIR’ların Suriye’de Türkmenlere yiyecek götürdüğünü söyledi. Türkmen örgütleri, bu açıklamanın mürekkebi kurumadan Başbakan’ı yalanladı. 
Ne var ki, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik, MİT TIR’larında araştırma yapılamayacağını öylesine savundu ki, böylece devlet örgütünün devlet içinde devlet olduğunu kanıtladı... 

H. Çelik, TIR’lara arama emrini vererek durduran savcı ile herhalde bu emre uyarak araştırma yapmaya girişen jandarmayı “haddini bilmezlikle” suçlayarak… 

***
Devlet içinde, üstelik yasayla devlet olan bir örgüt… bir de örgüt kanalıyla Suriye’ye gönderdiği silahlarla yüz binlerce insanın katledilmesine yardımcı olan, ne var ki devlet içinde devlet olan bir örgütten ve çeteden yakınan bir hükümet var önümüzde... 
Yasayla paralel devlet konumuna gelen MİT’in TIR’larında değil araştırma yapmak… 
…yolundan alıkoyarak durduranların hadlerini bilmediklerini parti sözcüsüne söyleterek aşağılatıyor, suçluyor.  


****

14 Ekim 2019 Pazartesi

İleri Diyor Ama...

İleri Diyor Ama...

Cüneyt Arcayürek.,


Dört ya da beş yılda bir, hangi parti iktidarda olursa olsun mutlaka vaat pazarı açılıyor.

Pazara mal süren ise iktidardaki parti ve hükümeti oluyor.

Örneğin AKP.

76 milyonun yararlanacağını öne sürdüğü, oysa önümüzdeki yıl seçimlerinde kullanacağı, daha çok Kürt oylarını tavlamaya yönelik vaatleri içeren demokratikleşme paketini açıkladı.

On bir yıldır Başbakan ama kentin duvarlarına asılan dövizlere bakarsanız, iki portre yan yana.

İstanbul’un iki belediye başkanı var: 

Kadri Topbaş ve RTE!

Zaten RTE de pek çok konuşmasına “Ben İstanbul belediye başkanı iken…” diye başlamıyor mu?

Ama unutmamak lazım. Bir başka övüntüsü daha var.
İmam hatipliden mahalle muhtarı bile olmaz dediler; bak şimdi Başbakanım” diyor.

Ya Allah bismillah diyerek bir de Cumhurbaşkanı A. Gül’ü, bu partide biz değil, ben varım diyerek, bir güzel sollayıp adaylığını ilan eder, AKP oylarıyla Çankaya’ya kapağı atarsa… Muhtar bile olamaz dedikleri bir imam hatipli, devletin, cumhurun başkanı oldu, diyecek.

***
Kimileri bu yıl, geçen yıllara oranla imam hatip okullarına, liselerine anormal sayıda başvuruya neden hayret ediyor, anlamak olanaksız...

Neden ortada: Her imam hatipli öğrenci RTE’yi örnek alarak kendini müstakbel başbakan, cumhurbaşkanı görüyor şimdi.

1960’ta 27 Mayıs devrimini yapan kadronun önde gidenlerinden rahmetli Orhan Erkanlı’ya bir gün; pek çok genç subayın sağ ellerini kalpleri üzerine neden koyduklarını sordum.

“Harp Okulu’nu bitiren her genç teğmen kendini biraz Napolyon sanır da ondan” diye yanıtlamıştı soruyu.

Bu örneği bugüne indirgeyebiliriz:

Birinden kurtulmaya çalıştığımız şu günlerde...

... Pek çok gencimiz zahir geleceğin RTE’si olacağını düşleyerek imam hatip okullarına koşuyor!

***
Genç, hatta orta yaşlı nesillerin anımsayacaklarını sanmıyorum.
Çocukluğumda öğretmen olan annem, yasak olan kırmızı boyunbağı ya da bere takanların izlendiğini söylerdi evde.
Kırmızı komünist olmanın işareti imiş!..
Bugün Antalya’da, Gezi Parkı eylemlerinde tutuklanan 3 kişiye, terörle mücadele şubesinde, “Neden sosyalist örgüt simgesi kırmızı fular taktıklarının” sorulduğu… 
... Geçmişe hakaretler savuran bugünkü iktidarın, yarım yüzyıl geride kalan, çoktan modası geçmiş bir anlayışı, bir davranışı benimsediği haberini şaşkınlık içeren duygularla okudum.
Ne çare Türkiye ileri demokrasi namı altında geriye koşan, demokrasinin önde giden ilke ve koşullarının bir bir silindiği bir ülke.
İktidarın bu yolda geri adımlar atmasına, Meclis’teki çoğunluğuna dayanarak yürürlüğe koyduğu antidemokratik uygulamalara suskun kalan TBMM Başkanı Cemil Çiçek; “vücut bütünlüğü için sünnet yapılmasını” savunan, kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ne tepki gösteren bir mektup yazıyor.

Hayret, şaşkınlık! 

Bu sözcüklerin artık değeri kalmadı!..

***
Tarihsel olaylara reva görülen haksız saldırılar yetmiyormuş gibi; iktidarın başı, Cumhuriyetin yetiştirdiği değerli isimleri karalamayı bir görev, doğrusu bir marifet sanıyor.

Dr. Reşit Galip’i ezanın Türkçesini yazdı diye karaladı.

Oysa günlerdir, örneğin dün, kimi gazetelerimiz Reşit Galip’in yaşamına tam sayfa yer ayırdılar.
Adı ve eserleri sınırlarımızdan öteye geçmeyen, hiçbir ülkenin tanımadığı, bilmediği kimilerini, ama ya İslama ya da Osmanlı’ya gönül verenleri yaşarken de öldükten sonra da sıcak üslupla anımsayan AKP Genel Başkanı’nın...
... Atatürk’ü ve devrimlerini övmesinden çoktan vazgeçtik.

Lozan’da bu ülkenin bağımsızlığını emperyalist ülkelere masada kabul ettiren İsmet İnönü’yü bile; anlaşmanın imzalandığı günün yıldönümlerinde anmıyor.
Sözüm ona ileriye, oysa sürekli geriye koşuyor. Cumhuriyetin temellerinde kendine aykırı bulduğu ilke ve koşulları, benimsediğini söylediği “dava” uğruna aşama aşama ana gövdeden ayıklıyor ve...

... Bırakın tarihsel değerlerden söz etmemesini bir yana; dünyaya Türk sözcüğünü ve sanat değerini tanıtan bestekâr, piyanist Fazıl Say’ın adını görmeye dayanamayan bir tavır, bir tutum sergiliyor.

***
20. yüzyılın önemli sopranolarından biri olarak ünlenen Leyla Gencer’i, 85’inci doğum gününde bizdeki ilgili kurumlar, örneğin Kültür Bakanlığı değil ama Google...

... Hazırladığı ana sayfada anıyor, anlatıyor.

Değerbilirlik de sözcüklerde kaldı!

***

2 Aralık 2018 Pazar

Yeni Yıl

Yeni Yıl

Cüneyt Arcayürek.,

Bugün yeni yılın ilk günü. 

Bir gazetemize göre birçok il ve ilçede belediyeler sokakları ışıklarla süsledi. 
“Işıl şıl yeni bir yıl” diyor başlığında. 
Sokaklar ışıl ışıl. Peki, ya kafalar, yürekler?.. 
Aynı gazetenin bir yazarı eski yılı özetliyor: 
“On bir yılda (RTE’nin) inşa ettiği kibir dağlarına kar yağdı” diyor. 
Kâğıttan karizma dağıldı ve bir daha kendine gelemedi. 
Kötü bir yıldı! 

Artık Partinin adındaki “ak”; ak değil! 

***

Yeni yıl daha iyi mi olacak? 

RTE devam ettiği sürece yeni yılın daha aydınlık günler içermeyeceğini söylemek için falcı olmaya gerek yok. 
Korku imparatorluğunun uygulamaları nedeniyle medyamızda görülmeyen yorumlar yoğun biçimde yabancı basında yer alıyor. 
RTE’nin geleceğinin artık parlak olamayacağını gerçekçi anlatımlarla yorumlayan bazılarından birkaç örnek verelim: 
Financial Times’da yayımlanan yazı “Erdoğan’ın sonu mu” diye soruyor başlığında. 
“Erdoğan’ın ustalık döneminin bitmesine Türkiye’nin ihtiyacı var.”(Bloomberg) 
“Gönüllü sürgündeki imam Türkiye Başbakanı’na meydan okuyor.”(Christian Scienne) 

***
Kibir ve burnu Kafdağı’ndaki Başbakan hataları kendinde ve yönetiminde olduğunu kabul etme erdemini göstereceği yerde tam 11 yıldır hatalarına yenilerini ekliyor.. 

İşte son örnek. Yolsuzluk soruşturmasını başlatan, dört bakanın hükümet dışına atılmasına neden olan ve oğlumuz Bilal’in da adı geçen bir ikinci 10 milyar dolarlık yolsuzluk dosyasını açan savcının, başsavcılıkça engellendiğini içeren yazıyı basına dağıttığı bahanesine sığınarak savcılık kurumunun yetkilerini kısıtlayan ve hatta yürütmenin denetime alan yasal olanaklar hazırlığına girişiyor. 
Yolsuzlukları ortaya çıkaran savcıya veya savcılara teşekkür edeceğine, savcıların üzerine giden açıklamaların yarattığı olumsuz havayı dağıtmak amacıyla özür dileyeceği yerde, demokrasiyi sindiremeyen zorbacı doğasının emrini yerine getirecek kısıtlayıcı yeni önlemler düşünüyor, tasarlıyor. 

***
Siyaset erbabı, tabii başta Başbakan RTE, yaptığı hatalardan dönerken türlü çeşit nedenlerle üstünü örteceğine, hatadan dönmeyi fazilet bilip halktan özür dilemeyi başarabilmeli. 
Örneğin milyonlarca oyu temsil eden ana muhalefet liderini küçümseyici sözcüklerle, genel başkanı yerine genel müdür gibi anlamsız, söylediğini değil söyleyeni küçülten yakıştırmalar yapmaktan da vazgeçmeli. 
Özür dilemeyi etik bir davranış olarak sindirebilmişse, jet bombalarıyla Uludere’de öldürülen 34 insanımızın ailelerinden… 
…emrindeki devletin istihbarat kurumlarının hataları yüzünden Reyhanlı’da patlayan bombayla ölen 35 insanımızın ailelerinden özür dilemeli... 

***
Bu ülkeyi yönetenler, yandaşları ve çok yakınları, zaten yaptıkları hatalardan dönerken özür dilemeyi erdemli olmanın gereği saymıyorlar. 
Örnek çok ama yakın günlerden bir örnek verelim: 
Başbakan’ın siyasal başdanışmanı Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan; “milli orduya kumpas kurulduğunu” itiraf etti. 

Yılın itirafıydı bu söz! 

TSK’ye yönelik bu suçlama, Balyoz davasının eleştirilere neden olan geniş içeriği yeni tepkilere yol açınca; Yalçın Akdoğan “İfadem maksadını aşan biçimde gündeme taşındı” diye bir açıklama yaptı. 

Hatasını kabul ederek özür dilemesi beklenirken; hayır, neredeyse kumpas vurgulamasının sorumluluğunu, amacına uygun biçimde yorumlayanlara yüklemeyi yeğledi. 
Bu ülkeyi yönetenler hatadan dönerken özür dilemekle değer yitireceklerini sanıyorlar ve tabii yanılıyorlar. 
Siyaset dışı bir örnek vereyim: 
Mesleksel sorumluluğunun bilincinde olan bir gazeteci olarak dünkü yazımda AKP Genel Başkan Yardımcısı M. Ali Şahin’e ait sözleri; İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya aitmiş gibi yazıp yorumlayarak sehven yaptığım hata nedeniyle okurdan özür diliyorum. 

***

4 Kasım 2017 Cumartesi

Darbe Mi, Suikast Mı, Ne?


Darbe Mi, Suikast Mı, Ne?

Cüneyt Arcayürek


31 Aralık’ta gece boyunca Cumhurbaşkanı Gül’ün, Başbakan RTE’nin yeni yıl mesajlarında bireylerin elbette haksız yere suçlanamayacağı, korunacağına ilişkin demeçlerini ekranlarda izlerken…
...Manisa’da evinin balkonundan ayakkabı kutusu göstererek Başbakan’a protestoda bulunan Nurhan Hanım’ın iki saat karakolda sorguya çekildiğini içeren haberlerin artık geride kaldığı, bu türden toplum mantığına aykırı düşen haberlerin basında yer almayacağı umuduyla 2013 yılını kapattığımızı sanırken…..
…2014 sabahı Antalya’da Devlet Senfoni Orkestrası’nın yılbaşı konserinde sahneye notaların konulduğu ayakkabı kutusuyla çıkan ‘Vokaliz Grubu’ hakkında soruşturma açıldığını ve böylece yeni yılda da hiçbir şeyin değişmeyeceğini öğrenmiş olduk!

***
Yurdun dört tarafında Gezi eylemlerini şiddetle bastırmalarını emrettiği, daha sonra kahraman ilan ettiği polisin şube müdürlerini, her ilde hemen hepsini hükümete suikast diye damgaladığı yolsuzluk soruşturmasına katıldılar mı katılmadılar mı açıklamadan görevlerinden almaya ve…
…polisi “sivilleştirmeye” girişti...
İlk olarak, polisi ancak sokak kapısında nöbet beklerken gören ve polislik mesleğinin p’sine bile aşina olmayan bir valiyi İstanbul Emniyet Müdürü atadı.
Sonra şube müdürlerine sıra geldi. İstanbul’dan başlayarak birçok ilde emniyet şube müdürlerini görevden almaya başladı.
Hükümete yolsuzluk soruşturmasıyla vurulmak istenilen darbeyi tezgâhlayanları temizlemek gerekçesiyle savcıların da polisin de elini kolunu bağlayıcı yasal önlemler almaya girişti.
Şayet hazırlığını yaptığı önlemler gerçekleşirse, elbette savcılardan gelen talimatları polis “yukarıya” sormadan işleme koyamayacak.
Buna koşut olarak savcılar da soruşturma açabilmek için başsavcıdan, o da herhalde Adalet Bakanı’ndan izin talebinde bulunacak ve...
…bilumum soruşturmalar hükümetten ruhsat almadıkça asla açılamayacak!

***
Başbakan, son günlerde poliste ve savcılıktaki depremi, devlet içinde paralel devlet olmaya girişen çeteleri temizlemek için başvurulan önlemler diye savunuyor.
Önceleri hükümete darbe dediği; “gerek Gezi eylemlerini gerekse 17 Aralık soruşturmasını” şimdi “komplo” diye niteliyor.
Bu komploları oraya çıkaracak soruşturmaların henüz sonuçları alınmadan, çeteleri oluşturanlar bir bir saptanmadan, yargıya teslim edilmeden; Başbakan kesin ifadelerle “komploların Türkiye içindeki aktörleri, ajanları, maşa ve taşeronları saptanmış” gibi TV’lerde açıklamalar yapıyor...
Suçlular, sorumlular saptanmış, hatta failleri yakalanmış izlenimi veren bir üslupla; “yargı ve emniyet başta olmak üzere, devlet içinde yerleşmiş (hangi?) örgüt, dışarıdan (kimden veya kimlerden) aldığı talimatlarla Türkiye’nin istikrarına, vs vs’lere suikast girişiminde bulunmuştur” diyor.
Başbakan’ın TV’deki konuşmasını dinleyenler doğal olarak devlet içine yerleşmiş örgütlerin veya örgütün, ajanlarıyla, taşeronlarıyla saptandığı izlenimi edinirler.
Ama Başbakan dışarıdan talimat alan örgütün adını bile veremiyor.
Yurtdışında kurulan Gezi ve 17 Aralık “suikastları” düğmesine Türkiye dışında kimlerin bastığını da açıklayamıyor.
Ama “yargı ve emniyet başta olmak üzere devlet kurumları içine yerleşmiş ‘bu örgüt’..” diyor da başka bir şey söylemiyor.

***
Dışarıdan düğmeye basanları bildiğin anlaşılıyor, açıklasana!
Yok hayır!
Belki hâlâ bilmiyor. Biliyormuş gibi konuşuyor!..
Üstelik Gezi eylemleriyle başlattığı, dışarıdan emir alan içimizdeki örgütleri iki yıla yakındır araştırıyor, arıyor ama bir türlü bu örgütleri bulamıyor, açıklayamıyor...
Şimdi yine aynı türküleri söylüyor.
Devletin savcısını, polisini allak bullak eden uygulamalarına kılıf olsun diye adını sanını açıklayamadığı devlet içindeki ve dışarıdaki örgütlerden, ajanlardan, dışarının içerideki taşeronlarından söz ediyor.
Esen rüzgâra göre dün darbe dediğine bugün suikast diyor.
RTE bu! Yarın ne söyleyeceğini kim bilebilir? 

***

9 Mart 2017 Perşembe

RTE’nin Müjdelerizle Geldi 2014!...



RTE’nin Müjdelerizle Geldi 2014!...


Cüneyt Arcayürek

Her geçen gün bir önceki günü aratıyor.
Oysa Başbakan’a bakılırsa ohooo Türkiye ve halk refaha doğru almış başını gidiyor.

Her yeni yıl insanlarımıza daha bir zenginlik, daha ferah günler vaat ediyor. Yaşamsal sıkıntıların, bunalımların giderek azaldığı günler müjdeliyor.
Başbakan’ın ağzından ballar gibi akan bu sözleri dinliyor, rahatlıyorsunuz belki ve bir de uyanıyorsun ki, 1 Ocak sabahı hükümet, ne zorba rejimden geri adım atıyor, ne yaşam sıkıntılarının giderileceğini öngören kararlar açıklıyor ne de zamlardan... ekonomi ve mali baskın önlemlerinden bir adım geri atıyor!
İşit de inanma derler ya bazılarının sözlerine.
Bu sözün doğruluğunu kanıtlama görevini üstlemiş bir başbakanı var bu ülkenin.
Her sözü Allah’la başlayıp biten Başbakan, zamlara da Allah’ın emri gereğidir derse şaşıracak mısınız?

***
Bu iktidar zaten uzun zaman yeni yıl kutlamalarını İslama aykırı diye propaganda yapanlara sesini çıkarmayarak destek verdi
Halkın yollara, sokaklara dökülerek istediği gibi bağırıp eğlenmesine TOMA’larla, biber gazıyla müdahale etmedi, tabii bir geceliğine.
31 Aralık’ın 1 Ocak’a bağlandığı gece zorbalığı hiçe saymanın tadını çıkardı halkımız ve öyle ki TV’ler, örneğin Kanal D, yılbaşı gecesinin ertesi akşam haberlerinde bütün önemli haberleri bir yana attı, 25 dakika yılbaşının, özellikle İstanbul’da, kısaca tüm Türkiye’de nasıl coşkuyla kutlanıldığını yayımladı.
Oysa o sabah orta sınıfa, ortanın altındaki milyonlara darbe vuran zamlar açıklanmış, yürürlüğe girmişti ama... ne gam Kanal D’ye ve diğerlerine...
Zamların halkın güncel, aylık hatta yıllık olanaklarına vurduğu darbeyi yorumlayan tek bir haber yayımlanmadı.

Milyonları Etkileyen TV’ler bu kafayla giderlerse seçimlere...

... RTE korkusundan sıyrılacak havayı nah yakalarlar demek geliyor insanın içinden!

***
Geçende particilik nedeniyle siyasal mantığını yitirmeyen bir muhalif milletvekili bana köyde kentte bire bir görüştüğü insanların, örneğin bir çifçinin, bu Başbakan’ın zamlarla canlarına okuduğunu söylediğini, ama yine gözlerinin içine bakarak aynı çiftçinin muhalefet partilerine oy vermeyeceğini belirttiğini anlattı.
Benim Müslüman vatandaşımdı, şaşırmadım.

Toplum ayakta... İktidar elinde cop, yasa yoksa yeni yasa çıkararak demokratik hak ve özgürlüklere, yaşam sıkıntılarına zamlarla her gün yeni bir darbe vuruyor.

Böyle bir manzara çizen Batılı demokrasilerde böyle bir hükümet ve başbakanı acaba bir gün görevde kalabilir mi?

***
Bu ülkede üç ay önce, Taksim’deki sapanlı görüntüleri nedeniyle polis operasyonunda tutuklanan Emine Hanım gibi kadınlarımız, toplumsal bir güç olarak bu iktidarın lanetlediği, darbe dediği, suikast diye tanımladığı Gezi eylemlerinin sadece bir iki ağaç için değil, haksızlığa ve adaletsizliğe isyan olduğunuve Gezi eylemleri başlasa yine katılacaklarının açıklayıcı işaretlerini verebilseler...
... ya da Edirne’de kendini çay içmeye davet ettirmeye çalıştığı evin hanımının Çay yok, Evime gelmeniz de İstenmezdiye balkonundan iktidar bakanına ve tabii iktidara duygularını ifade eden yanıtını örnek alarak kadınlarımız topyekûn harekete geçebilseler.....

Bu iktidar ne yaparsa yapsın, zorbalığını dikta rejimlerini aratmayacak düzeyde uygulasın; kadınlarımız, Edirne’deki hanımla Emine Hanım gibi davransalar...

... Oy yitirmeyeceği sanısıyla sandık da sandık diye meydan okuyan AKP iktidarına önce yerel sonra genel seçimlerde okkalı bir Osmanlı tokatıyla gidiş yolunu gösterebilirler.

***
Durup durup insanların özel yaşamlarına müdahale etmediklerini söyler başbakanları.

Oysa son zamlarla bir kez daha bir bakıma insanların yaşamlarına müdahalenin, hatta koşullarını yaşanmaz durumuna getirmenin dik âlâsı uygulamalar yapıyor.
Sigara adamın keyfi... Bira içip rahatlıyor... Sağlığını koruyoruz diyebiliyor...
Hadi canım sende!..

Sen Bütçendeki açığı kapatmak amacıyla insanların güncel yaşamlarına bal gibi müdahale ediyorsun.

Yakındır, bu zamların gerekçesini açıklarken halka hizmet verebilmeyi sağlamak için başka olanak bulamadığını söyleyebilir
Özel yeni uçaklara, makam arabalarına şuna buna hazineyi çarçur ettiğini örtmek için son zamları getirdim diyebilir mi?
Hatta uygulamaya koyduğu dolaylı dolaysız vergileri, aman ha bana hizmet diyen halk beni zamlara zorladı, diye de savunabilir
Her şey beklenir bu iktidardan...
... Demokrasinin temel kurallarını uygulamadan gayri!  


***


20 Ocak 2017 Cuma

Dünden Bugüne…




Dünden Bugüne…



12 Mart geçti. 27 Mayıs geldi. 12 Eylül sırada.

Sağcısı solcusu, ortadaki, ortanın sağındaki dinci medyada eline kalemi alan ya köşelerinde ya da manşetlerde 12 Mart’ta izlediğimiz gibi şimdi 27 Mayıs’a veryansın ediyor.

Yassı ada duruşması tutanaklardan gün ışığına çıkarılıyor.
Utanç verici fotoğraflar yayımlanıyor.
Ama 27 Mayıs’tan önceki günlerden, köşe yazılarında, manşet haberlerde, tek satırla söz edene rastlanmıyor.

Örneğin o günlerin medyasını anımsayalım.
Milli Birlik Komitesi Adnan Menderes’in sehpada sallanan resimlerini dağıttı.
Bir siyaset adamını, bir döneme 10 yıl başbakanlık yapan bir insanı idam sehpasında sallanırken gösteren fotoğrafı gazetelerin hepsi yayımladı. Gazetenin patronu Haldun Simavi emri ile yalnız Hürriyet yayımlamadı.
Başta Celal Bayar, bütün Demokrat Parti milletvekilleri Kayseri Cezaevi’ne gönderildi.
Hürriyet, Kayseri’den muhabiri Berberoğlu’ndan DP’lilerle ilgili her gün aldığı haberleri yayımladı.
O günlerden DP’yi değil övmek, DP’lilerden tarafsız bir gözle söz eden bir haber, bir yazı yazmak suçların en büyüğü idi ve -isimlerini yazmak istemediğimiz- kimi CHP milletvekilleri ima yoluyla da olsa böyle izlenim veren gazetecilere sokaklarda bile “kuyruk, kuyruk” diye seslenirlerdi.

***
Yıllarca sürdü husumet. Yıllarca eski DP’lilere, Adnan Menderes’e olumsuz baktı medya.
Bu geçmiş günlerin bir yüzü.
Bugün medya 12 Mart’ı, 27 Mayıs’ı eleştiriyor. Türkiye’ye olumsuz etkilerini sıralıyor, yazıyor.
Elbette o günleri, darbelerin ülkeye bir şey kazandırmadığını, tersine pek çok evrensel değerleri alıp götürdüğünü yazmak, yeni nesillere ders çıkarmaları için anlatmak bir görev.
Ne ki, bu anlatımın bugün eksik bir yanı var: 12 Mart’a, 27 Mayıs’a nasıl geldik?
Darbelere gerekçe oluşturan olaylar nelerdi?
Öncesi ve sonrası birlikte sorgulanmadıkça, topluma her açıdan gerçeği nasıl anlatacağız?

12 Mart, 27 Mayıs ve (sırada 12 Eylül) sonrası yazılıyor, irdeleniyor, eleştiriliyor, hatta lanetleniyor. Elbette darbeler, irdelenmeli, eleştirilmeli.
Ama 12 Mart muhtırası sırasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, siyasal durum neden yazılmıyor, irdelenmiyor.
27 Mayıs’ı anarken önceki günler anımsanmıyor bile; tek yanlı yayınlar sürüyor.
Yakın tarih tek yanlı anlatılacaksa… tarihe tanıklık eden gazetecilik de buysa…

***
Dün Zaman gazetesi “Darbenin 50. yılında ilk kez yayımlanan fotoğraflarla Yassıada – İşte 27 Mayıs’ın utanç belgeleri” başlığı altında bir diziye başladı.
Yassıada gerçeğini topluma duyurmak elbette gerekli bir gazetecilik görevi.
Ama günümüzün sivil darbe heveslilerinin, Meclis’teki çoğunluğuna dayanarak sivil darbe girişimlerini yazılara, dizelere konu yapmak gerekmiyor mu?
12 Mart, 27 Mayıs (12 Eylül) öncesi toplum kamplara bölünmüştü. Bugün de!
Tek adamlığa soyunanlar o günlerde de vardı. Bugün de!
O günler başka, bugünler başka diyorsanız eğer; mantık buysa, tek adam heveslilerinden kurtulmamızın olanağı yok!

***
Brezilya yolunda Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerine ne diyeceğini soran gazeteciyi RTE, “Başbakan ne diyor sen ona bak!” diye tersledi.
Aynı soruyu yinelemek isteyince gazeteci, RTE yine, bu kez sesini yükselterek, “Başbakan ne diyorsa ona bak!” dedi.
Bu küçük örnek bile tek adamlığa hevesli, “Benden başka konuşacak, sözü dinlenecek yok” diyen bir kafanın ürünü değil mi?
Ana muhalefet genel başkanının toplumsal açılımlarını “hakara makara” gibi, -Cüneyt Özdemir’in CNNTürk’teki programında, bütün çabalarına, araştırmalarına karşın- argo sözlüğünde de bulunmayan birtakım sözcüklerle hakarete varan yakıştırmalar yapması, kendinden başka siyaset adamı tanımadığına inandığının işareti değil mi?

***
Önceki gün yazdık: Prof. Hurşit Güneş, CHP Parti Meclisi’ne seçildikten sonra Milliyet’teki yazılarına son verdiğini açıkladı. Bir ilim adamının etik değerlere ne denli önem verdiğini gösterdi.
Dün de CHP Parti Meclisi’ne seçilen Anayasa Profesörü Süheyl Batum da, Vatan’da “bir dönemin sonu”nu yazdı ve gazetedeki köşesine “veda” etti.
Gazete üzerinden, gazeteyi kartvizit olarak kullanarak siyaset yapmanın etik bir davranış olmadığını sergileyen bu iki örnek, acaba köşelerinden siyaset yapmayı sürdürenlere bir ders olacak mı?


Hem siyaset hem de gazetelerde veya TV’lerdeki kadrolu görevlerine devam edenlerin kıvranmalarına bakıyorum da… umutsuzluğa kapılanlara hak veriyorum.


..

8 Ocak 2017 Pazar

Eski Çamlar...



Eski Çamlar...



Cüneyt Arcayürek
12 Temmuz 2013 Cuma


Ben inanmadım...

Ortadoğu politikası giderek dökülüyor derlerse siz de inanmayın.

Mutlaka uyduracağı bir gerekçe vardır.
Suriye’den Mısır’a, Mısır’dan Suudi Arabistan’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne ve de Kuveyt’e uzanan Ortadoğu politikaları ve de “ustanın” bölgede parlayan yıldızı giderek ayvayı yiyor derlerse bakın neden inanmayacaksınız:
İçeride oyunu artırdıkça, parlamentoda bir dediğini iki etmeyen salla başını al maaşını parti grubu emrinde oldukça kendinde... 
... içeride olduğu gibi, dışarıda da her söylediğinde bir hikmet, yerine getirilmesi zorunlu vazgeçilmez bir lider kimliği görmeye başladı.
Lakin bu afraya tafraya... Önce Suriyeli Esad şunu yap bunu uygulama dayatmalarına isyan etti.

Şimdi çorap söküğü gibi arkası geliyor.

***


Mısır’da yakın dostu Mursi cumhurbaşkanlığından indirilince darbe yapan orduya karşı konuşup duruyor. 
Bu sert çıkışlarını Arap ülkelerinin de onayladığı sanısıyla saldırılarındaki sınırı genişletti. 
Uluslararası camianın darbeye destek verdiğini öne sürerek Batı ülkelerine söylemediğini bırakmıyor...
Karşıdan tabii fanatik bir AKP’li gözüyle bakarsanız izlediği yola ve yönteme, RTE’yi “dünyaya kafa tutan adam” diye alkışlamak gerekir.
Heyhat! Henüz muhalefetimiz Gezi Parkı’nda uyguladığı orantısız şiddet, toplantı özgürlüğüne vurduğu darbeler nedeniyle Batı ülkelerinde itibar erozyonuna uğrayan RTE’nin, Ortadoğu politikasının da beklendiğinden öteye değer yitirdiğini fark etmemiş görünüyor.
Yukarıdan bakıldığında; Çankaya’daki AKP’li ile her fırsatta günübirlik ziyaret ettikleri Suudi Arabistan’ın RTE’nin dış politika kulvarındaki ayak izlerinden yürüdüğü izlenimi alınıyor.
Zaman ayırıp her hafta gidemediği Arap Emirlikleri de Kuveyt de böyle...
İyi, güzel de bütün bu mavralar da ne ki bütün çabalara karşın Mekke hastası Erbakan’dan beri başta Suudi Arabistan; üç Arap ülkesi, onca çabaya karşın Türkiye’ye ekonomik bunalımdan geçtiği dönemlerde hibe tek dolarcık göndermediler.
Gelip gidiyorlar. Boğaz’ın gözde köşelerinde arsa alıyorlar...
Ha bir de RTE’nin “ricasını” kırmayarak Suudi Kralı’nın Türkiye’nin hac kontenjanını arttırdığını unutmayalım! 
Ne var ki eski çamlar bardak oluyor.



***


RTE, tam dünyaya meydan okur, Arap devletlerinin Mısır’daki askeri darbeye karşı vaziyet alacaklarını ola ki umut ederken...
... Mursi’nin batağa sürüklediği Mısır ekonomisini kurtarmak için petrol zengini bu üç ülke, RTE’nin her türlü ilişkinin kesilerek cuntadan kurtulmayı öngördüğü 
dönemde yeni kurulan askeri hükümete 12 milyar dolar acil yardımda bulunacaklarını açıklamazlar mı?

Umut edilmez ama; evdeki hesapların dışarıya uymadığını acaba anlayacak mı?



***


Bir yandan da iç politikaya nizam vermeye çalışıyor.
Yeni anayasa üzerinde görüşlerini açıklarken yine tecâhüli ârif yaptı.
Partilerin uzlaşamadıkları 48 maddeyi, “Gelin bu yaz çıkaralım” diyerek içtenlik gösterisinde bulundu.
Oysa asıl derdi partilerin anlaşamadıkları 82 Anayasası’nın ilk dört maddesiyle, vatandaşlık tanımı.
Daha sonra açıkladı. Asıl amacı bu maddeleri kendi görüşlerine göre biçimlendirmek!..
Yıllardır TC Başbakanı. Bir kez olsun ağzına alamadığı, neredeyse nefret ettiği sanısı uyandırdığı...

... Türk ve Türklük sözcüklerini anayasadan silmek asıl muradı...
CHP ve MHP’nin bu maddelerde, Türk, Türklük, vatandaşlık kavramlarında direneceğini biliyor ve bu nedenle ola ki yeni bir oyun tezgâhlıyor...
İyi niyet gösterilerine karşın, partiler yeni anayasayı yapamadıklarına göre, buyurun AKP’nin başkanlık sistemini getirecek olan anayasasına diyecek!..
RTE’nin hangi davranışında içtenlik bulundu ki?..



***

Kritik bir kulak ameliyatı geçiren A.Gül’ün sağ kulağına seslerin beyne ulaşmasını sağlayacak “biyonik kulak” takılmış. 
Sol kulağı zaten soldan gelen seslere kapalı.
Sağ kulağı toplumda giderek yoğunlaşan olumsuz sesleri duymaya başlar... İnşallahhh!


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/433204/Eski_Camlar....html

***