Selcan Taşçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Selcan Taşçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

Faşizme Karşı Omuz Omuza.,

Faşizme Karşı Omuz Omuza.,


Selcan Taşçı
21 OCAK 2014


50, bilemedin 100 kişiydiler;

Yumrukları havada, -aklı selim kimsenin itiraz etmeyeceğini düşündüğüm-  “malum slogan” la yürüyüşe geçtiler:
- Faşizme karşı omuz omuza!
Sonra bir kız çocuğu çıktığı karşılarına;
Onun da yumruğu havada.
O da, kendi manifestosunu ilan etmek istedi Kadıköy Meydanı’nda:
- Mustafa Kemal’in askerleriyiz!
O, 50-100 kişi bir anda “kendileri gibi düşünmeyen” o kız çocuğuna yöneldi, diklendi;
100’e 1; orantısız tehdit!
Kim “faşist” şimdi?
“Faşizme karşı omuz omuza”, kim, kimle mücadele etmeli?

***
Adımdan olduğum kadar eminim ki, o kız çocuğu  “Atatürk”te birleşmekten değil de  “Öcalan”la bölmekten yana olsaydı; manşetlerin büyük bölümü yıkılırdı... Günler, geceler boyu ekran ekran kınanırdı:
- Açılıma darbe vurmak isteyen karanlık odaklar yine iş başında sayın seyirciler...
- 23 yaşındaki üniversiteli kız, Kadıköy’ün göbeğinde ırkçı bir grubun linç girişimine uğradı sayın seyirciler...
Kaldı ki , “yok sayılmakla”, “arada kaynatılmak”la “kurtardığı” için -şikayet ne haddine(!)- yatıp kalkıp şükretmeli!  “Faşizme karşı omuz omuza” verdiklerini ilan ederken ellerinde ırkçılığın da, faşizmin de, katlin, vahşetin ve her türlü insanlık suçunun da daniskasına imzasını atan Öcalan’ın posterlerini taşıyan  “sözde öğrenci”  gruba karşı çıktığı için saldırıya uğrayıp, üzerine “saldırgan” olarak da yaftalanabilirdi.
Olmamış şey değil; hatta daha yeni, bir iki gün önce yaşandı çok daha trajik bir örneği:

Marmara Üniversitesi’nde uğradığı saldırıda yaralanan ülkücü genç hastanede can çekişirken; haber metinleri  “ülkücü saldırganlar”, “eli satırlı ülkücü grup”, “faşist saldırı” vurgularıyla bezendi. 

Doktorlar Mustafa’yı uyutuyordu; medya koca bir ülkeyi!
Ülkücü olduğu bilinen bir gencin, bir üniversite öğrencisinin, üniversitede, sol göğsünden, kalbinin hemen altından bıçaklandığı, Türkiye’den saklandı!
Bir tek televizyon kanalı bile ameliyata alındığı hastanenin önünden “Mustafa yoğun bakımdan henüz çıkabilmiş değil sayın seyirciler” diye başlayan anonslar geçmedi... Bir tek gazeteci, spiker, yorumcu, her şeyi bilen adam/kadın çıkıp da “dualarımız onunla” demedi mesela... Hiç kimse -ne demek kalbinden bıçaklamak- cana kast eden bu katiller kimdir, nedir, üniversiteye nasıl girmiştir sorgulamadı! 

Terör örgütü yanlıları/mensupları, masum masum elma şekeri yerken mahallenin  “çamur tipleri” tarafından ezilen, dövülen “zavallı” çocuklarmış gibi; sizin, bizim dişimizden tırnağımızdan artırdıklarımızla okutmaya çalıştığımız çocuklarınız, çocuklarımız da şehir eşkıyası gibi konumlandırıldı; “her zamanki öğrenci kavgalarından biri”  varsayılmasına çalışıldı,  “dosya” el çabukluğuyla kapatıldı.

Sahi, Mustafa’ya kim saldırdı?

Üniversitelerin her yanını donattıkları  “güvenlik” kameralarına bakıldı mı mesela; soda şişeli, taşlı, sopalı, bıçaklı saldırganların öğrenci olup olmadıklarının tespiti yapıldı mı?
Öğrenci değillerse, üniversiteye nasıl girdiklerine, girebildiklerine dair bir soruşturma başlatıldı mı mesela?
Mesela o “saldırganlar” arasında KCK sanığı var mı? 
Ya da daha net sorayım;
Mustafa’yı bıçaklayanlardan kaçı KCK sanığı?
Polisin neredeyse “kuşatma” altında tuttuğu; o derece alarmda olduğu gün terör örgütünün şehir uzantıları, hem de onca “cephane!” ile üniversiteye nasıl sızdı?
Üniversitelerde milli hassasiyetleri yüksek olduğu bilinen öğrenci gruplarıyla, öğrenci olmayan, “bindirilmiş bölücüler” karşı karşıya getirilirken ne amaçlandı?
Bu sorular da önemli ama kendi adıma hem üniversite yöneticileri hem de “güvenlik-emniyet” görevlilerinin cevaplandırmalarını istediğim “öncelikli” soru başka:
O rektör  “Ya Mustafa benim oğlum olsaydı...” diye kendi kendisine bir sorabilir mi acaba?
O polisler “Ya adı anons edilen benim çocuğum olsaydı...” diye sorabilirler mi?
Yerde kanlar içinde bulduğumuz bizim çocuğumuz olsaydı?
Tamam “bakan evladı” olmayabilirler ama “vatan evladı” her biri! Ve anaları “yem” olsunlar  diye doğurmadı hiçbirini!

***
Velhasıl; 
Belli ki sizin elinizde bir “kaos planı” var...
Velakin;
Bizim evimizde size verecek “figüran” yok...


***

14 Ekim 2019 Pazartesi

Bana en Büyük Cezayı şimdi verdiler.,


Bana en Büyük Cezayı şimdi verdiler.,


Selcan Taşçı

Yargıtay 9. Ceza Daire’nin Balyoz davasıyla ilgili hükmünü açıkladığı 9 Ekim günü, Silivri cezaevinin önünde tahliye olan yakınlarını bekleyenlerle, mahkumiyeti onananların açık görüşüne gelen aileler arasında yani  “araf”ta yazdığım yazıda üç yıldır  “hasret”i paylaşıp, şimdi “vuslat”ta ayrılanları yazmıştım ya, 11 Şubat 2011’den 9 Ekim 2013’e kadar kendini dışarıda yüreği zindanda tutsak asker eşlerinden birinden cevap geldi.
Muvazzaf albay olan eşi tahliye olmuş ama “Tutuklu kaldığı süre boyunca çok az gözyaşı döken ben şimdi ağlıyorum. Bize en büyük ceza bu” diyor.
Bakın neden:

“Evet, biz yola çıktığımız 11 Şubat 2011’den bu yana büyük bir aile olduk.  
Bu davaya kadar bir çoğumuz hiç tanışmıyorduk bile, ama kader bizim yollarımızı bir şekilde kesiştirdi. Ve bizler, sizin de dediğiniz gibi bazılarımız aynı lojmanda, birlikte ağladık, birlikte güldük. Her koşulda birbirimize destek olduk. 
O kadar güzel ifade etmişsiniz ki, benim 9 Ekim’de yaşadığım duygu karmaşasını, sanki ben bunları size anlatsam ancak bu kadar yazabilirdiniz. 
Ben 2,5 seneyi aşkın süredir bunları yaşarken çok az gözyaşı döktüm. Çünkü bir tek biz değildik; yüzlerce insan aynı kaderi paylaşıyordu. 
Eşlerimizin sağlıklarına duacıydık. Nasıl hepsi birden tutuklandıysa, hepsi de birden bırakılacaktı. Evet bizim için dün tahliye kararı çıktı.
Ama ben 2.5 yılın en büyük acısını da dün, tahliye haberiyle birlikte yaşadım. Ne 11 Şubat 2011’de, ne de 21 Eylül 2012’de içim bu kadar yanmamıştı. 
Ama dün, avukatımız tahliyeyi haber verdiğinde neye uğradığımı şaşırdım. 2,5 senedir hiç yapamadığımı yaptım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. 

Sizin de yazdığınız gibi sevinçten değil, kaderdaşlarımızın hükmü onanırken, kendi eşimin tahliyesine sevinemediğimden. 

Ve dedim ki;

Verilecek en büyük ceza, kardeşlerimizin hükmü onanırken, yıllarca yolunu beklediğim sevdiğimin tahliyesine sevinememek!..” 
Teşekkür, takdir satırlarını makaslayıp, mektubun üç yıla yakın tutukluluktan sonra eşine kavuşan bir kadının “sevinemeyişi”ni anlatan kısmını olduğu gibi aktarmaya çalıştım.

Not: Onlar karı-koca bu davanın başından beri yazdılar, çizdiler, haykırdılar; bu anlamda mücadeleci kişiliklerini sayısız defa ortaya koydular. Keza bu mektupta da kimliklerini gizleme ihtiyacı duymadılar. İmzalarıyla yolladılar. Ama söz konusu komutanın TSK’daki görevine dönecek bir muvazzaf subay olduğunu ve özellikle son dönemde aileleri hedef alan iğrenç saldırıları göz önünde bulundurarak ben bir tercih yaptım ve bu onurlu ailenin adını kendime saklamayı yeğledim. 

Nefret suçu

Daha  “paket”ten birkaç gün önce kameraların karşısına  geçip  “nefret suçları”  konusunda düzenleme yapacaklarını  “müjdeleyen(!)”  Bülent Arınç, CNN Türk’te Taha Akyol’la  karşılıklı iltifatlaşma programlarında, basın özgürlüğünü   konuşurken  “bazı gazeteciler” için aynen şu ifadeyi kullandı:
“Öylelerinden nefret ederim şahsen!” 
Bu durumda Arınç milyonlarca insanın şahitliğinde   “suç”  işlemiş olmadı mı?
Peki, gereği yapılacak mı?

Gereğini yapacak kimse var mı?

***

2 Aralık 2018 Pazar

Yeni yıl Neşesi Niyetine,

Yeni yıl Neşesi Niyetine,

Selcan Taşçı,

Yılın ilk gününe -vurgunun, talanın, yalanın, dolanın, gafletin, ihanetin, dalaletin, sefaletin gölgesinde ne kadar mümkünse- neşeli başlayalım ki bütün senemiz tebessümle dolsun diye dünkü gazete köşelerinden bir seçki yaptım sizin için...
İlki Zaman’dan Abdülhamit Bilici’den. Özetle  “PKK ile bile müzakere yapılırken, camiayı Türkiye için en büyük tehdit gibi gösterme seferberliği ibretlik...” diyor.
İlahi Sayın Bilici, “PKK”  kim-ne-hani nerede? Öyle bir  “şey” var mı ki! “Süreç” kapsamında  “İmralı” diye değiştirmemiş miydiniz ismini? 

Ayy pardon 

 “İmralı” Öcalan’ın kod adıydı; PKK  “Kandil” diye anılıyordu değil mi?

Bir diğer “yüzümüzü güldüren(!)” adam İhsan Dağı. “İster cemaate mensup olsun, ister Kemalist, ülkücü veya Alevi, vatandaşların kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğraması kabul edilebilir değil” miş. E, kendi gazetenin referandum öncesi yargıyı hedef alır biçimde ‘Alevilerin arka bahçesi’ manşetleri atmasını niye kabul ettin o zaman? Yine kendi gazetende “Alevi subaylar”a dönük kara propaganda yapılmasını niye kabullendin? 1 Ocak bugün, ama belli ki sen bu satırları 1 Nisan sanıp da “şaka” niyetine yazdın!

Üçüncü  “gülmece-güldürmece”  Bülent Korucu’dan.  “Gazetecilik mesleğinin yediği darbe” den muzdarip beyefendi:

“Yalan haber diz boyu...” 

Yahu senin gazeten, hem de o darbe yemesine dertlendiğin gazetecilik mesleğini onuruyla, şerefiyle yapan insanları -alenen yalan söyleyerek- hedef gösterdi! Yalan haberlerle linç etti, itibarsızlaşmayı denedi! Daha fenası, senin gazeten, haberinin “yalan”  olduğu belgelenmesine rağmen “yalanından mağdur olan gazeteci meslektaşlarından”  bir özür dahi dilemedi. Düzeltme yapmak yerine sağıra yatmayı tercih etti! Şimdi sen böyle boğazına kadar yalana batmış sayfalardan “yalan diz boyu” diye çığlık atarken kendin karikatürize ediyorsun kendini!

Veee işte o; 007 Taha Kıvanç kod adlı Fehmi Koru;

“Paris’teki PKK bürosunda işlenen üç cinayete dahi Câmia’nın işi denmesi” ni hayretler içinde anlatıyor;

“Ergenekon” adı takılan  “torba dava”yı  “Agarta”ya dayandıran -hiç ucu Tibet’e, Mu’ya, Atlantis’e varan zırvaları anmıyorum bile- Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerinden Dersim’e ve hatta PKK’nın kuruluşu da dahil, neredeyse esen yelin bile, Silivri’de zulüm gören milliyetperver insanlara yamanmaya çalışıldığı ülke Papua Yeni Gine değildi herhalde!

İyi ki bittin 2013...

Türkiye Cumhuriyeti’ni uçuruma sürükleyenler ve işbirlikçilerinin kendi kendilerini yalanlayacağı, birbirlerinin maskelerini düşüreceği, itirafçıya dönecekleri daha nice aylara inşallah; bu  ülkenin yeni “çağı”nın başlangıcını 31 Mart sabahı kutlamak ümidiyle...

İstihbaratçısın haberin yok!

Başbakan “12 Eylül referandumunda yanlış yaptık” dediğine göre şimdi sıra “yanlış yapanı destekleyerek”  daha büyük yanlış  yapan “yüzde 50”de!  “30 Mart” gibi bulunmaz bir “yanlıştan dönme” fırsatı var  önlerinde.
Dünkü gazetelerde, Mersin ve Gaziantep’teki “dinleme skandalları” -bu tür olaylar muhaliflere yönelikse etinden, sütünden, sesinden, görüntüsünden her türlü nemalandıktan sonra sümenaltı ediliyor da, iktidardakiler ’mağdur’olduğu vakit ’skandal’oluyor ne hikmetse- üzerine  “Dinleme işlemlerinin yapıldığı birimlere, ucunun nerede olduğu tahmin edilen, ’Paralel bir hat’çekildi mi?”   diye soruyordu AKP’nin kalemşorlarından biri.

İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın dikkat çektiği gibi bir  “paralel istihbarat”  mevcutsa “bunu yapanların yakasına yapışılıp hesap sorulmasını” istiyordu?
Böyle bir durumda -öncelikle- hesap sorulması gereken bir ülkenin istihbarat ağını bertaraf etmeyi becerebilenler midir yoksa kendi mahremini bile korumayı beceremeyen istihbarat servisi mi?

Yine yeni bir “bahçıvansın biberin yok” hikayesi;

Bahçıvansın biberin yok, biricik işi  “haber almak” olan, bunun için her türlü imkan, kadro ve yetkiye sahip olan istihbarat teşkilatısın haberin yok!
Başka  “skandal” arama!

***

28 Ocak 2018 Pazar

Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek,

Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek,


Selcan Taşçı
23.11.2013

Ta 1966’da
"İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız.
'Kürdistan’ haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz.
Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır.
Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir"
diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani’nin; Türkiye’yi, "PKK’ya dönük operasyonlarını durdurmazsa Diyarbakır ve diğer kentlerine karışmakla" tehdit eden oğlu Mesut Barzani, meğer " Terörle mücadelemizdeki müttefikimiz"miş! 
— Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek 

— Selcan Taşçı - Yeniçağ

Açik Istihbarat'in Resmi
E-Posta Grubu
Açik İstihbarat Türkiye'ye 
www.acikistihbarat.com 
23.11.2013


Başbakan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan bir tür " Önleyici Müdahale "de bulunarak 
"Erdoğan-Barzani buluşmasının Diyarbakır’da olmasına negatif anlamlar yüklenmesinin haksızlık olacağını" söylüyor.
Yarası olan gocunur.

 ***
Akdoğan, öyle bir Barzani profili çiziyor ki, hiç tanımasak, bilmesek mahallenin " Fahriye Abla "sı sanacağız ;
Ne güzel, ne şirin, ne vefalı komşumuzdun sen!..

Ta 1966’da 

 "İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız. ’ Kürdistan ’ haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz.
 Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır.
 Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir" 
 diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani’nin; Türkiye’yi, "PKK’ya dönük operasyonlarını durdurmazsa Diyarbakır ve diğer kentlerine karışmakla" tehdit eden oğlu Mesut Barzani, meğer "terörle mücadelemizdeki müttefikimiz"miş!

İnsanın aklıyla, zekasıyla dalga geçmeyin bari;

 Çok değil 2006 senesinde, aynı Barzani’ye "aşiret şeyhi, postal öpücü, terör destekçisi" diyen siz değil miydiniz?

 Peki ya, çok değil 2007 senesinde aynı Barzani için "muhatabımız olamaz, terör örgütüne yataklık yapıyor" diyen?

 "Telekinezi" marifetiyle söylemediniz herhalde bu sözleri!

 ***

 En Garabet tutum, Erdoğan’ın 

"Bir parçası Türkiye’den koparılarak kurulması hayal edilen Büyük Kürdistan’ın başkenti varsayılan Diyarbakır’da, ’Büyük Kürdistan projesi’nin taşeronu Barzani ile buluşmasından, ’Bu buluşma Öcalan’ı, PKK’yı kızdırma pahasına gerçekleşiyor’ diye bir kahramanlık(!) hikayesi çıkarmaya" 
çalışmaları!

Pardon ama;

1"Kürt sorunu"nu kim icat etti?

 ABD!

 CIA Başkanı Stansfield Turner’ın isteğiyle hazırlanan 20 Ağustos 1979 tarihli raporun başlığı "The Kurdish Problem in Perspective". "Derinlemesine Kürt Sorunu"nun ele alındığı bu raporun hemen akabinde, ABD Ankara Büyükelçiliğinden Washington’a giden kripto şöyle:

"Türkiye’nin bölünme süreci, Kürtlerin ayrı bir etnik topluluk olduğunu kabulden geçiyor!"

2. PKK’ya kim yol verdi?

ABD!

 1980’lerin başında, "ABD’nin gücünü tüm dünyaya ispat etmek ve hegemonyasını hâkim kılmak" üzere iktidara gelen neo-conlar, SSCB’nin İran’la beraber Körfez bölgesine müdahalesini engellemek için, Türk askerini SSCB birliklerinin dibine konuşlandıracak bir tehdit üretti:

 PKK Bekaa’ya Yerleştirildi.

3.Körfez işgali sırasında Irak’ı 36.Paralelin Güneyine hapsederek, " Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi " nin temelini atan ve Barzani’yi "siyasi lider"e dönüştüren kim peki?

Aaa yine ABD!

 Mazileri ta " Baba Barzani "ye kadar uzanıyor da, "Oğul Barzani "nin kaderi şüphesiz Yahudi Kökenli " Neo-con "ların işbaşı yapması ve Irak Kürtleri ile İsrail’in "ortak çıkarları"nı keşfi ile değişti.

 ABD ile Irak arasında "diplomatik ilişki"nin bulunmadığı 1983 yılında Bağdad’daki Belçika Büyükelçiliği’nin Amerikan görevlisi William Eagleton, Barzani kamplarında PKK’lılar ile "iyi ilişkiler" geliştiriyordu.

 PKK ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında imzalanan "dayanışma protokolü" ile PKK "Irak-Türkiye geçişi"ne kavuştu.

 1991’de Irak’taki otorite boşluğunu fırsat bilen KDP, Irak ordusuna ait silah ve mühimmatı PKK’ya aktardı.

PKK " Aba altındaki sopa ", Barzani " Siyasi Kukla " kılığında; ama nihayetinde ikisi de ABD’nin elinde kullanım sıraları konjonktüre göre değişen birer siyasi maşa!

İktidar bu " Kumalık yarışı" ndan Medet umacak kadar düştüyse; vah bize, vahlar bize!

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10434

***

4 Kasım 2017 Cumartesi

“Paralel devlet” paralel olduğu iddia edilen devlete karşı



“Paralel devlet” paralel olduğu iddia edilen devlete karşı

Selcan Taşçı

İlk dalgası 17 Aralık sabahı vuran “yolsuzluk-rüşvet-kara para operasyonu” nun en önemli hedeflerinden birinin “çözüm süreci” olduğunu ileri süren AKP’liler, bu tezlerini ispat için kimi şahit gösteriyorlar tahmin edin.
PKK terör örgütünün, İmralı’da tutulan elebaşı Abdullah Öcalan’ı!
“Şahidi Öcalan olanın...”  diye de devam etmek mümkün yazının bundan sonrasına ama -hoş ’dindar iktidar’ımız varken bize söz düşmez bu konularda- 40 bin insanın katlinin birinci derecede sorumlusu olan caninin “şahitliği” kabul edilir mi ki dersiniz Allah katında?
Malum insanların beğenmediği davranışlardan kaçınmış, “büyük günahlar işlememiş, küçük günahlarda ısrar etmemiş adil biri”  olmak zorunda şahit dediğin. Şimdi bembeyaz kundağa sarılı o el kadar bebeğin karnındaki kurşun deliğini gözlerinizin önüne getirin; 20’lik delikanlıların, hemşire, öğretmen pırıl pırıl genç kızların parçalanmış bedenlerini... Yanmış insan eti kokusunu içinizde hissetmeyi deneyin mesela... Adil mi?
Hem hani  “savaşan taraf” olduklarını tescilletmek için “barış” diye tutturmuşlardı; “terörist” değil  “düşman taraf”lardı hani?
“Düşman”ın şahitliği kabul edilir mi?

***
“17 Aralık kalkışmasından kısa bir süre önceki görüşmede Öcalan, ’Paralel devlet’diye tanımladığı güçlere” işaret etmiş de...
“Bu Öcalan’ın uzak görüşlülüğünü ortaya koyması açısından önemli” ymiş de...
Vay be; ne yapsak bilemedim şimdi! Bu yüksek öngörülerinden(!) ötürü evlatlarımızın kanına giren caninin önünde saygıyla eğilelim mi? “Bilgeliği” karşısında hürmet seline mi boğalım gözü namusumuzda; vatan toprağında olan teröristi?

Ayıp be!
Hâlâ nasıl bakabiliyorsunuz bu milletin yüzüne?

***
Sırf “İmralı/Öcalan” da değil; zaten Kandil/PKK da söylüyormuş cemaatin “paralel devlet” yapılanması içine girdiğini; KCK operasyonları da hep bu “paralel devlet”in işiymiş, yoksa Erdoğan ve hükümetine kalsa gül gibi geçinip gideceklermiş!
Rahmetli anneannem “ölür müsün-öldürür müsün” derdi bu tip “akıl tutulmaları” karşısında? Hadi ben “güler misin-ağlar mısın” diyeyim, nemelazım -iktidar ve çözüm ortaklarına karşı nefret suçuna girmesin-!
Değil ya; hadi diyelim cemaat  “paralel devlet”;
Yok efendim “Orta Doğu’da ayakta kalmayı başarmış bir örgüt”müş de, yok efendim “Saddam yokmuş ama PKK hâlâ varmış”  da, “Bölge dengelerini ve uluslararası stratejiyi iyi okuyorlar” mış da, “Çok önemli ve bir o kadar da yerinde tespit”ler yapıyorlarmış da;
Bir “yedi dağın aslanı” ilan etmedikleri PKK’nın şehir yapılanması olan KCK ne?
Güneydoğu’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurumlarına alternatif mahkeme, kolluk, ordu kuran da cemaat değil herhalde!
Toplumun zekasıyla dalga geçmeye lüzum yok;
“Alamut Kalesi”ne çevirdiğin  “devlet”in içine sızanlarla savaşacaksan savaş, peşkeş çektiğini itiraf ettiğin “kale”yi imha etmeden, yakıp yıkmadan geri alabileceksen durmak yok bu millet de yolunda yürüsün seninle;
Ama zekamızla dalga geçme!
Ankara’da “paralel devletle mücadele” adı altında devletleştirdiğin çetelere karşı iktidar savaşı verirken, Diyarbakır’daki  “paralel devlet”in palazlanışını gizleme!
Paralel olduğunu iddia ettiğin ama yazık ki devletin kendisi haline gelmiş memur görünümlü müritlerle olan mücadelende asıl  “paralel devlet”le işbirliğine girişme!

***
İşin trajikomik tarafı;
Biz  “federasyon”a sürüklenir miyiz “üniter” yapımızı koruyup kollayabilir miyiz diye tartışırken; bu tabloya göre, birbirine savaş ilan edecek kadar örgütlenmiş devletlerden oluşan bir “konfederasyon” olmuşuz bile!

***


9 Mart 2017 Perşembe

Şarkıya Fazla Kaptırmış Kendisini,


Şarkıya Fazla Kaptırmış Kendisini,


Selcan Taşçı,


Kapatma Davası ”ndan başlayıp  “ AKP’yi Hedef alan tehditler ” diye nitelendirdiği bir dizi olayı sıraladıktan sonra “ama” diyor;

Eski Türkiye ile mücadele etmek suretiyle, Yeni Türkiye’yi inşa etTİK...  O gün nasıl ki askeri vesayete karşı mücadele ettiySEK bugün de cemaat vesayetine karşı mücadele ediyoRUZ...  BİZİM karşı olduğuMUZ Ahmet’in ya da Mehmet’in vesayeti değil, doğrudan vesayetçi yapıya karşıYIZ... Gülen hareketi kendi hesaplaşmasını yapıp (...) hukuksuz uygulamalara imza atmış olabilirler. Bu (...) BİZİM askeri vesayet ve Ergenekon’la mücadeleMİZİN yanlış olduğu anlamına gelmez. Peki bu BİZE bir mükellefiyet yükler mi? Yükler. (...) cemaat ele geçirmek istediği yerlere, Ergenekon bayrağını sallamak suretiyle sızdıysa bunu tasfiye etmek göreviMİZ olmalı. O nedenle diyorum ki, geçmişte askeri vesayete karşı mücadele verDİK şimdi de cemaat vesayetine karşı mücadele edecegiz.

Bu satırları yazan kişi Yalçın Akdoğan olsa anlarım; nihayetinde AKP milletvekili, Başbakan’ın Başdanışmanı.
Yiğit Bulut olsa -eski yazılarını hatırlayıp çok gülerim ama- anlarım; nihayetinde Başbakan’ın danışmanı.
Ne bileyim Yıldıray Oğur olsa, Hilal Kaplan olsa, Ahmet Taşgetiren olsa -kendilerine “ödenek” tahsis edilmişti- “akil”lik  kontenjanından “kadrolu” sayılabilirler; anlarım.

Ve fakat  “birinci çoğul şahıs”  ekiyle AKP’nin bütün eylemlerini sahiplenen, kendisini de bu siyasal yapıya dahil eden kişi iktidara yakın da olsa halihazırda bir gazetenin Ankara temsilcisi. Bir gazetecinin bir siyasi yapıdan taraf olmasını dahi aylarca-yıllarca tartışmış medyamızın, meslek örgütlerinin, şimdilerde gazetecilerin “parti sözcüsü” gibi, “biz” diye manifestolar döşenmesini garipsememesi de epey garip değil mi! Ya televizyon kanallarının “Biz” diyerek AKP’ye yakın değil; resmen dahil olduğunu beyan etmiş birine hâlâ “gazeteci” sıfatıyla “propaganda” yaptırmaya devam etmesi?!
Muhalefetteki siyasi partilerden herhangi biri, gazeteciliğini AKP’nin siyasi mücadelesine adadığını ilan eden bu zatı herhangi bir etkinliğine davet edebilir mi bundan böyle? Gazetecilik yapmaya mı geliyor, ajanlık için mi; emin olabilir mi?

***
Yazıyı yazarken fonda  “Beraber yürüdük biz bu yollarda...”  çalıyordu belli ki; şarkıya fazla kaptırmış kendini!
Abdülkadir Selvi’ye AKP yöneticisi, sözcüsü, milletvekili, danışmanı, personeli vs. olmadığını sadece  “gazeteci”  olduğunu hatırlatmalı bence biri. Hayır, her şey bir yana bu “yanılsama” sağlığı için de tehlikeli...

Aydını Böyleyken, Kızılır mı Cahile

Medyanın halleriyle başladık  madem, devamını da öyle getirelim bugün.
Akif Beki ile Aslı Aydıntaşbaş’ın kısır/sonuçlanmamaya mahkum tartışmalarından birine denk geldim dün sabah.

Hafta içi hemen her sabah göründükleri ekran, Türkiye’nin sayılı haber kanallarından biri; CNNTürk. İkisi de gazeteci, yani “haberdar etmek”  öncelikli vazifeleri.

Aydıntaşbaş, güya Başbakan’ın yılbaşı gecesi yayınlanan “Millete Hizmet Yolunda” konuşmasını yorumlayacak.

Birinin, hele ki gazeteciyse, hele ki milyonların karşısına çıkıp da fikir beyan edecekse, konuştuğu konuda asgari ölçüde -ki asgari bilgi de yetmez yoruma, derinlemesine incelemeli ki çözebilmiş olsun aslında ne anlama geldiği-nasıl anlaşılması gerektiğini- bilgi sahibi olması beklenir değil mi?
Bu hanımefendide o yok işte!
Millete Hizmet Yolunda konuşması üzerine bayağı iddialı bir tonda ahkâm kesiyor ama ilk cümle şöyle
Galiba daha önce başka bir adı vardı... Şimdi adı başka...
Haydaaaa; biliyorum bu esprinin de suyu çıktı ama bahçıvansın  biberin yok, gazetecisin haberin yok demekten başka ne söylenir şimdi buna!
Ulusa Sesleniş ”ten “ Millete Hizmet Yolunda ”ya geçiş sırasında onca tartışıldı, sayısız köşe yazarı yazdı, bir dolu gürültü patırtı çıktı, ülkenin en köklü gazetelerinden birinin de yazarı olan Aslı Hanım’ın konuya alakası  “ Galiba adı başkaydı ” derecesinde! Neyse yayın sırasında biri mesajla bildiriyor da öğreniyor “Ne hakkında konuştuğu”nu!
Yorumun devamı şöyle:
Anladığım kadarıyla Duaları referans gösteriyor...
Üzerine yorum yaptığı konuşmayı izlememiş bile yani; başka gazetecilerin yorumlarından anladığı kadarıyla yorumluyor!

Dünkü Çocuk değil; Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, NTV, Sabah, Habertürk, Akşam, Milliyet, SkyTürk’ te çalışmış, Ankara ve Washington temsilcilikleri yapmış

Tecrübeli” varsaydığımız gazetecinin, ülkemizde gazeteciliğin hali bu işte!
Aydını bu seviyede olan memlekette nasıl kızalım cahile, cahilin tercihlerine!


***

29 Ocak 2017 Pazar

Önce o “ Sıradan Orta Asya Ülkeleri ” Kadar olsak da sonra Burun Kıvırsak



Önce o “ Sıradan Orta Asya Ülkeleri ” Kadar olsak da sonra Burun Kıvırsak


Selcan Taşçı

Bir panik, bir panik; Şanghay İşbirliği Örgütü’nü ağza almak bile Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştırmak demekmiş. 
Yıkılmadı gitti şu  “naif, elit, çıt kırıldım, nazik, kibar, entelektüel, medeni, demokrat, centilmen, şövalye(!), sütten çıkma ak kaşık, masum Batı”, “hunhar, cani, barbar, vahşi, ilkel, cahil, yobaz, diktatör Doğu” ya karşı önyargısı.
Bir kerecik bile sormak aklına gelmez mi insanın;
Doğuya gittikçe demokrasiden uzaklaşacağı varsayılan bir ülkede, nasıl oldu da bütün darbeler “Batı” eliyle yapıldı?
Aydın”larımızın, hâlâ bu zırvalıklarla oyalandığını ve gerçeği ve zamanı ve tarihin “aslında ne oluyor” faslına tanıklık etme şansını kaçırdıklarını görüyorlarsa, Adnan Menderes’ten tutun da Bülent Ecevit’e kadar sağdan, soldan kim bilir kaç siyasetçi mezarlarında ters dönüyordur şimdi!
Salvador Allende’den Ngo Dinh Diem’e ne kadar  “Batı’nın demokrasi cinayeti maktülü” varsa, kahroluyordur:
-  Aaaah ah; keşke bizde de mezarlarımızdan çıkıp, darbecilerimizle hesaplaşma çağrısı yapan olsa!

***
Komedi olur; tabii ki tutup da Çin’in, Rusya’nın; hatta örgütteki Türk devletlerinin insanlık aleminde birer “demokrasi anıtı” olarak yükseldiklerini iddia edecek değilim!
Ama ABD’nin Irak’a götürdüğü kadar, Afganistan’a götürdüğü kadar da mı demokrasileri yok yani!
Guantanamo’dan, Ebu
Garip’ten beter midir mesela cezaevleri?
Demokrasi” nin kutup yıldızı ABD mi, AB mi, Fransa’dan İsveç’e kadar teker teker “soykırımcı” Avrupa ülkeleri mi?
Putin kötü, fena, yaklaşmayalım aman ha da;
Beyzbol sopasıyla mesaj yollayan Obama mı iyi!

***

Sıradan bir Orta Asya ülkesi olmayalım” mış;
Tamam.
Sıradışı”  bir Orta Doğu ülkesi mi olalım;
Pakistan mesela!
Libya?
Mısır?
Dünyayı yönetmek için seçildiklerine”  inanan bir avuç ruh hastasının kuklası mı olalım peki?
Yugoslavya modeli hoşunuza gider mi?

***

Ne Şanghay; ne Washington, ne Brüksel;  “demokrasinin olduğu yer” diye bir coğrafya yok yer kürede;
Milli menfaatlerin olduğu yer”  var; tabii görebilene, cesaretle izini sürebilene!
Yüzümüzü Washington’dan Moskova’ya, Pekin’e dönmek değil, konjonktüre Ankara’dan bakabilmeyi becermek bütün mesele!
Ha yegane derdiniz  “demokrasi” ise de;
Tek kutuplu dünya”  önkabulünden daha  “anti-demokratik”  bir tutum olabilir mi; biraz düşünün bence üzerinde!

***
Keşke, “milli güvenliği” söz konusu olduğunda  “düşmanından izin almak zorunda”  olmadan tatbikatını da yapabilen, ülkesini  “işgal karargahı”  olarak kullanan yabancı askerleri kapı dışarı da edebilen, en önemlisi  “dünyanın tek efendisi vardır ve diğerlerine düşen biattır”  mantığını reddeden o  “sıradan Orta Asya ülkeleri” kadar olabilsek de sonra burun kıvırsak  “demokrasi”lerine!
Bir ucu PKK; öteki Vatikan’da...
Bence alın elinize birer kase çekirdek -patlamış mısır da olur- çitleye çitleye izleyin!
Kavga” dediğinin bir raconu vardır; bu bildiğin Laurel-Hardy itişmesi. Gülünç yani!
Dershane meselesini diyorum;  “Ya Allah” deyip kılıçları çektiler,  “Vira Bismillah”  diye donanmaları suya indirdiler de cenge girdiler ya;
Aaaa bir baktık “cephe” diye seçtikleri gazeteleri “ağlama duvarı” na çevirdiler iki haftada.

Onurlu bir hadisedir “kavga” esasında;

Çıkarsın “er meydanı”na, dövüşülecek mi dövüşürsün, çarpışılacak mı çarpışırsın; göğüs göğüse mi göğüs göğüse!
Bileğinin hakkı” diye bir şey var nihayetinde;
Kazanırsan ne ala. Kazanamazsan... O zaman, bükemediği bileği öpmek düşer kaybedenin payına... Bakın ateşkes metinlerine; devletler arasında bile böyledir uygulama.
Ama nerdeee “kaybetmeyi göze alarak” kavgaya tutuşacak o yürek “yandaşlık”la varolmuş kalemşorlarda;
İdeoloji yok ki, inanmışlık, adanmışlık yok ki; “menfaat” çoğunluğunu bir arada tutan ortak payda.

Eh böyle olunca da, bir gün biri  “kıymayın” diye gözyaşı döküyor, öbür gün diğeri “Mavi Marmara’daki Yunanlının, Gazze’deki yetimin, Arakan’daki gencin, Myanmar’da katledilenlerin umudu, BM önündeki “Rabia”ların, Gazze’deki yetimin sesi Erdoğan”a reva mı diye dövünüyor...
Buyrun şu ana kadarki en tesirli, en sarsıcı, en yıkıcı iki taarruz emri:
- PKK kadar hatırımız yokmuş!
Ve;
- Diyalog adına Vatikan’la görüşen bir ekol, ısrarla Başbakan’la diyalog kapılarını kapatmaya çalışıyor!
Bir taraf  “PKK’dan esirgenmeyen muhabbet”e hasret, öteki  “Vatikan’dan esirgenmeyen”e...
Tencere dibin kara seninki benden kara...
Hâlâ emin misin “taraf” olmak istediğine bu içi boşaltılmış kavgaya!
Seç, beğen, al vatandaş diyeceğim ama biraz olsun aşinaysam değerlerine, iki ucu da uymaz sana!


***


8 Ocak 2017 Pazar

Öcalan Şahit ki (!)



Öcalan Şahit ki (!)


Selcan Taşçı


PKK/KCK’daki “görev değişikliği!”nin “sürece zeval getirmeyeceğini” izah yarışı başladı gazeteciler arasında...
Yeni Şafak Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi “korkulacak bir durum” olmadığını anlatabilmek için “PKK’daki değişiklikler Öcalan’a rağmen yapılmış değil. Öcalan’ın iradesi doğrultusunda yapılan bir düzenleme...” diyor.
Oh be!

Gerçekten çok rahatladık şimdi!

Karayılan’ı “silahlı güç” dedikleri PKK’lı katillerin başına Öcalan getirdi demek; valla içimize su serpildi!

“Kafanız mı güzel” diyeceğim ama bunlar güya herkesten dindar arkadaşlar ya... Hele ki şu mübarek ayda... Yok yok  “oruç” vurdu zahir kafalarına!
PKK’nın Güneydoğu’da  “hakimiyeti ele geçirdiğinden”söz ediliyor,  “devlet”i gören cennetlik; kayıplarda!

Hükümet Öcalan’la İmralı’dan yönettiği terör örgütü arasında -elçiye zeval olmaz mı sanıyorlar neyse- mektuplaşmayı  “güvencesi”ne almış durumda!
Öcalan’a ev, Öcalan’a sekreter, geçenlerde MHP Iğdır Milletvekili Sinan Ogan söyledi arada kaynadı gitti Öcalan’a -evcilik oynamayacak herhalde- bebek isteniyor! Salıverileceği söyleniyor!

Yukarıdan aşağıya sıraladığım bütün bu fiiller suç!

Siyasi iktidar ve hükmettiği kamu kurumları dahil yargısı, askeri, polisi, siyasisi, gazetecisi hepsi suç işliyor.
Ve bütün bunlara rağmen, nasıl bir kanıksama haliyse, Selvi gibiler “her şeyin güzel olacağına” inanalım diye Öcalan’ı şahit gösteriyor!
PKK’yı kuran, yöneten Öcalan’ı. Unuttuysanız diye hatırlatayım Abdullah Öcalan hani; Apo, bebek katili, İmralı’daki cani, teröristbaşı... Hani 40 bin insanın katlinin birinci derecede sorumlusu... Hani devletin sınırları içindeki toprakların bir bölümünü ayırmaya kalkışmaktan yani vatana göz dikmekten ağırlaştırılmış müebbete mahkum kişi... Hani binlerce Mehmet’in katili...

Sırf Selvi mi?

Daha dün KCK’nın yeni ve eski yöneticileri bas bas tehdit ederken Türkiye’yi Aslı Aydıntaşbaş  “Çekilmenin yavaşlığından rahatsız olan Öcalan, silahlı unsurlar üzerindeki kontrolünü güçlendirecek”  yazabiliyor.

Aynı Aydıntaşbaş önceki gün Akif Beki’yle yaptıkları programda ne dedi biliyor musunuz?

“Güneydoğu’dan bazı haberler geliyor... PKK’lılar taciz ateşi yapıyor ve başka şeyler de... Medyanın ’PKK şunu da yaptı. Bunu da yaptı’ diye bu haberleri vermemesi güzel. Süreçe zarar vermemek lazım...” 
Düşünebiliyor musunuz, bir gazeteci çıkmış televizyona PKK saldırıyor, yakıyor, yıkıyor ama ne mutlu bize ki bu haberleri vermiyoruz diye anlatabiliyor gururla!
Biz şimdi  “Öcalan’ın PKK’lı katillerin başına en güvendiği adamını getirdiğine göre her şey yolunda” mantığı kurabilen kafaya mı yoksa alenen  “İşin aslı bu değil ama olsun biz yazmayalım, halkı kandıralım”  itirafı yapabilen kafaya mı yanalım!

Ha bir de bildireyim; bu taşın altından da Kandil müdavimi Hasan Cemal çıktı iyi mi?

Cengiz Çandar PKK/KCK’daki değişimin sürpriz olmadığını belgelerken  “ Hasan Cemal’in 24 Mayıs’ta başlayan ve 30 Mayıs’a dek süren T24.com.tr haber sitesinde yayımlanmış röportajları bir kez daha okunsa, ilginç ipuçları bulunabilir. Hasan Cemal’in o röportajları, Cemil Bayık, Murat Karayılan ve Sabri Ok ile, üçüyle birlikte yapılmıştı.” yazdı.

Bu, Hasan Cemal’in kamuoyunu  “yeni duruma” hazırlamak için yapılan operasyonun parçası olduğu anlamı taşımaz mı?
İstanbul Cumhuriyet Sevcısı Mehmet Demir, Mısır’daki darbeyi övmenin TCK 215. Madde gereğince “suçu ve suçluyu övme”  suçunu oluşturacağını söylüyor.
Koca yazı boyunca anlattıklarım ne peki?
Yoksa Öcalan hükmü sabit bir “suçlu” değil mi?

“Masum” mu?

Sayın Demir aylardır bir teröristi ve terör örgütünü kutsayanlar hakkında suç duyurusunda bulunmayı düşünmez mi?



***