ÜMİT Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÜMİT Özdağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2017 Pazartesi

Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek BÖLÜM 2

Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek BÖLÜM 2

Aslında İsrail’in Gazze’ye saldırması beklenmedik bir gelişme değildir. 

13 Aralık’ta İsrail, Hamas’ın da onayıyla ateşkesin devam etmesini istediğini açıklamıştır. 

Ancak daha önceki açıklamalarında da ateşkesin devam etmesini halkının istemediğini söyleyen Hamas, 20 Aralık’ta, İsrail’in sınırı açmaması nedeniyle ateşkesi sürdürmeyeceklerini belirterek İsrail’e havan ve roket atışlarını başlatmıştır. Hamas, ateşkesi bozmalarının sebebinin Gazze sınırının 
açılmaması, dolayısıyla sadece insani yardımların ulaşması olduğunu açıklamıştır. İsrail, Hamas’ın roket ve havan atışları ile silah kaçakçılığını durdurması halinde sınırı açacağını belirtmiştir. 

Hamas’ın razı gelmemesi üzerine Gazze ablukası devam etmiştir. 
23 Aralık’ta İsrail Ordusu Gazze sınırına patlayıcı yerleştirmeye çalışan üç Filistinliyi öldürmüştür. 

24 Aralık’ta 24 saat içinde İsrail’e 700’den fazla roket düşmüştür. 26 Aralık’ta İsrail, beş geçiş kapısını, insani yardımlar için Gazze’ye açmıştır. Bu hamleye rağmen Gazze’den bir düzine civarı roket ve havan mermisi ateşlendi. İsrail, bunun üzerine 27 Aralık 2008’den 18 Ocak 

2009’a kadar süren Dökme Kurşun Harekatı’nı başlatmıştır. İsrail saldırısı sırasında üçte biri çocuk olmak üzere 1300 Filistinli öldürülmüştür.10

Olmert’in Ankara ziyaretinden bu yana Türk-İsrail ilişkilerinde somut olarak ne değişmiştir? Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinde milli-stratejik menfaatleri olarak tanımlanan hususlarda ne değişmiştir? 

Eğer Olmert ziyaretinde Telaviv ile Şam arasında arabuluculuk yapan Ankara’ya İsrail’in Suriye’ye yapacağı bir saldırı konusunda bilgi vermediyse, Türkiye’yi kandırmış ve istismar etmiş olurdu. Erdoğan, konuşmada Hamas konusu ele alınmasına rağmen, Olmert’in kendisine Gazze’ye yönelik dört gün sonra başlayacak İsrail saldırısı konusunda bilgi vermemesine kızgın ise 
kızgınlığın meşruluğu yoktur. Türkiye’nin Hamas konusunda arabuluculuk teklifini reddeden Tel Aviv’in böyle bir yükümlülüğü olduğu söylenemez. Öte yandan AKP’nin İsrail’in Gazze saldırısına tepkisinin kontrolsüz olduğunu söylemek de mümkün değildir. Öyle ki, AKP Hükümeti İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sert bir dille eleştirirken CHP’nin TBMM’de getirdiği “İsrail’i 
kınama” önerisi AKP oyları ile reddedilmiştir. 

Bu noktada cevaplandırılması gereken husus, Gazze savaşı 
sonrasında ve Davos zirvesi öncesinde, Türk-İsrail ilişkilerinde, 
Ankara’nın sert tepkisinden kaynaklanan “tamamen duygusal bir kriz”in mi yaşandığı yoksa olayların öylesine geliştiği veya görünenden daha farklı bir gerçeğin mi söz konusu olduğudur. Eğer Türk-İsrail ilişkileri bir kriz yaşıyor 
ise bu kriz, ilişkilere kısa süreli zarar vermekle birlikte Türkiye’nin retoriğinde geri adım atması sonucunda aşılabilirdi. Aşılmadığına göre başka bir senaryo söz konusu olabilir mi? 

Davos Krizi Öncesinde İsrail 

Ankara’da gerçekleşen Erdoğan-Olmert görüşmesinden bir gün sonra, 24 Aralık 2008’de, Jerusalem Post’ta yazan Herb Kinon, “(İsrailli) üst düzey yetkililer, Erdoğan’ın ülkede yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledi.” bilgisini aktarmaktadır.11 24 Aralık 2008’de Jerusalem 
Post’ta, İsrailli üst düzey yetkililerin, Erdoğan’ın Türkiye’de yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledikleri iddia ediliyordu. 



İsrailli yetkililerin kast ettiği başarı, acaba Türkiye’nin aracılığı ile İsrail-Suriye barışının mı sağlanmasıdır? Siyasette gerçekçilik ekolüne bağlı bir politikacı olan Erdoğan’ın kısa zaman içinde bir Suriye-İsrail barışı ve bunun sağlayacağı iç politik getiriye çok güvenmemesi gerekir. 

Çünkü Türkiye’de Kıbrıs Barış Harekatı hariç tutulur ise dış politikanın genellikle iç politika üzerinde büyük sonuçları yoktur. Peki, Erdoğan bir başka uluslararası başarı mı aramaktadır? 
AKP Hükümeti’nin İsrail Hükümeti’ni sert bir dille eleştirdiği ve hükümet yanlısı bir haber sitesinin “Başbakan Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i sıkıştıracak” manşetini attığı bir ortamda Davos zirvesi gerçekleşmiştir.12 Davos öncesinde TRT-2’de konuşan bazı Amerikalı gazeteciler, “İran’ın Müslüman ülkeler üzerinde önemli itibarı var. 

Bu itibarın kaldırılması gerekir. 
Bize Türkiye gibi her tarafta eşit ilişkisi olan ılımlı Müslüman bir ülke lazım” görüşünü savunmuşlardır. 
Bu açıklamaların P. Besnainou’nun 18 Ocak 2007’de Ankara’da Erdoğan ile Ankara’da yaptığı görüşmelerde savunduğu görüşle örtüşmesi ilginçtir. 

< 24 Aralık 2008'de Jerusalem Post'ta, israilli üst düzey yetkililerin, Erdoğan'ın Türkiye’de yükselen laik muhalefet karşısında meşruiyetini sağlamlaştırmak için yüksek profilli bir uluslararası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledikleri iddia ediliyordu >


Davos Krizi ve Ahmedinejat’ın Arap Caddelerinden Silinmesi (30 Ocak 2009) 
AKP’nin İsrail’i sert şekilde eleştirdiği fakat TBMM’de bu ülkenin resmen kınanmasına karşı çıktığı bir ortamda, Davos’ta Erdoğan ve Peres’in katılacağı bir panel talebi Türkiye’den gelmiştir. 
Böyle önemli bir paneli yönetmesi gereken Davos Başkanı Klaus Schwab, panelden bir kaç gün önce panel yöneticiliğinden çekilmiştir. Yerine Ermeni kökenli Amerikalı yazar Ignesius geçmiştir. Sanki Klaus Schwab patlayacak bir paneli yönetmekten kaçınmıştır. Türk tarafı buna itiraz eder gibi görünse 
de bu değişikliğin üzerinde çok durmamıştır. Davos Başkanı Klaus Schwab, panel yöneticiliğinden çekilmiş ve yerine Ermeni-Yahudi kökenli Amerikalı yazar Ignesius geçmiştir. Schwab patlayacak bir paneli yönetmekten kaçınmıştır. 
Toplantıdan önce Türk tarafı Erdoğan ve Peres’in bir araya gelerek kısa bir görüşme yapması doğrultusunda gelen teklifi reddetmiştir. Oysa bu tür bir ön görüşmenin taraflar arasındaki tansiyonu düşüreceği bilinmektedir. Adeta Erdoğan, tansiyonun düşmesini istememekte, bir sert çıkışa hazırlanmaktadır. 
Doğrusu Peres’in içerik açısından sınırdaki ancak sesinin yükselmesi ve vücut dili açısından tahrik edici yaklaşımına, panel yöneticisinin zaman konusundaki hassasiyetsizliği ile el-kol hareketi eklenince Erdoğan, düşündüğünden de gergin bir ortama girmiştir. Erdoğan’ın verdiği tepkinin en önemli bölümü, “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. 

Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum” cümlesidir. 
Ancak bu cümle dinleyicilere “Sahillerde ölen çocukları hatırlıyorum” şeklinde tercüme edilmiştir. Olaydan hemen sonra düzenlenen basın toplantısında ise Erdoğan, tepkisinin İsrail halkına, Peres’e ve Musevilere olmadığını söyleyerek, “Benim tavrım moderatöre” açıklamasını yapmıştır. 

İlginç olan bir husus da, böylesi bir diplomatik kriz sonrasında bile BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un Erdoğan’a “Ortadoğu’da liderliğinize ihtiyaç var” demesidir. Olmert ise kabinesini, “Türkiye aleyhine konuşmayın” diyerek uyarmıştır. İsrail belirgin ve alışılmadık bir şekilde alttan almıştır. 

Davos zirvesindeki “One Minute” çıkışının şüphesiz en belirgin sonucu Ahmedinejat’ın Arap dünyasındaki popülaritesinin sona ermesi ve Arap sokaklarında artık adı haykırılan politikacının Erdoğan olmasıdır. “One Minute” çıkışının şüphesiz en belirgin sonucu Ahmedinejat’ın Arap dünyasındaki popüleritesinin sona ermesidir. Ankara’da P. Besnainou ile Erdoğan arasında 18 
Ocak 2007’de yapılan ve içeriği Besnainou tarafından “İslam Dünyasının sözcülüğünü, Ahmedinejat’tan daha çok hak eden Erdoğan’ın alması” projesi gerçekleşmiştir. İsrail karşısında kendi siyasetçilerini ezik gören sokaktaki Arap kitleleri, Erdoğan’ın Davos’ta sergilediği performans karşısında adeta büyülenmişlerdir. 

Ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri Davos’ta “One Minute” çıkışının AKP açısından bir iç politik sonucu da olmuştur. Davos ile Davos Başkanı Klaus Schwab, panel 
yöneticiliğinden çekilmiş ve yerine Ermeni-Yahudi kökenli Amerikalı yazar Ignesius geçmiştir. Schwab patlayacak bir paneli yönetmekten kaçınmıştır.

Yeni bir rüzgarı arkasına alan AKP oylarının yüzde 47’den aşağıya doğru kayışını yüzde 38’de durdurmuştur. Herb Kinon’un bahsettiği dış politika başarısı 
AKP için bir can suyu niteliği taşımıştır. 

Davos rüzgarı olmasaydı AKP’nin oylarının yüzde 30’lara doğru inecek ve Hükümet ağır bir psikolojik darbe alacaktı. 

Davos’tan Mavi Marmara’ya Uzanan Yolda Kontrollü Gerilim Stratejisi 
Türkiye ile İsrail arasındaki Davos krizini izleyen dönemde ABD-İsrail ilişkilerinde hiç görünmeyen bir gerilim yaşanmaktadır.13 Bu durum AKP Hükümeti’nin İsrail’e karşı sert bir söylem geliştirmesine yardımcı olmuştur. Bazı çevrelerde İslam dünyası ile ilişkilerini geliştirmek isteyen Obama’nın tavrının 
da AKP’yi İsrail’den uzaklaşmaya cesaretlendirdiği ileri sürülmüştür. 

Ocak 2009 sonrasında Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin de sürekli bir gerginlik yaşanmıştır. Türkiye’de İsrailli askerleri katil olarak gösteren bir dizi televizyonda yayınlanmıştır. Telaviv ise Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi’ni İsrail Dış İşleri Bakanlığı’nda küçük düşürülmeye çalışmış ancak eline yüzüne bulaştırmış, Türkiye’den özür dilemek zorunda kalmıştır. 

Ankara, Ekim 2009’da Konya’da yapılacak Anadolu Kartalı adlı Türk-Amerikan-İsrail ortak hava tatbikatından İsrail’i çıkarmıştır.14 İsrail ise Heron insansız hava araçlarının Türkiye’ye teslimini geciktirmiştir. Türkiye, İran’ın nükleer güç haline gelmesi tartışmaları çerçevesinde İsrail’in nükleer silah sahibi olmasını sert bir şekilde eleştirmiştir. Kontrollü Gerilim İçinde İsrail’e 44 Seneliğine Toprak Vermek (Mayıs-Haziran 2009) İsrail ile süren gerilime rağmen AKP Hükümeti, 1958’de Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak ile Suriye arasındaki 350 metre derinliğinde ve 877 kilometre boyundaki 216 
bin dönümlük alana yerleştirilen 600 bin mayının temizlenmesini bu arazinin İsrail firmasına verilmesini Mayıs 2009’da gündeme getirmiştir. Bu projeye karşı ortaya çıkan toplumsal muhalefeti ırkçılık yapmakla suçlayan AKP Hükümeti, olağanüstü stratejik öneme sahip olan bu alana İsrail firmasının dolayısıyla İsrail devletinin yerleşmesini kabullenmiştir. Demek ki, ilişkiler göründüğü kadar kötü değildir. İki ülke arasındaki gerilim, her iki tarafın da kontrolden çıkmaması için çalıştıkları gerilim, 29 Mayıs 2010 Mavi Marmara gemisine gerçekleşen baskın ile ilk kez kontrol dışına çıkmıştır. 

Mavi Marmara Baskını (29 Mart 2010) 

AKP, İHH’nın Gazze’de İsrail ablukasını kırmaya yönelik insani yardımdan çok siyasi girişim niteliğindeki bu adımı destekleyerek, Telaviv’i köşeye sıkıştırmak için bir adım daha atmıştır. 
Bunun üzerine Tel Aviv, beraberinde getirdiği bütün risk ve İsrail’e vereceği zararları göze alarak, Mavi Marmara gemisine saldırmış ve İsrail Ordusu 9 silahsız aktivisti öldürmüştür. Haaretz’e göre bu saldırı, ihanete verilen bir çeşit cevap olmuştur.15 

İsrail’e Karşı Alınmayan Önlemler 

Mavi Marmara saldırısından hemen sonra, Türkiye Tel Aviv Büyükelçisini Ankara’ya çekmiştir. BM’de konuşan A. Davutoğlu olayı “devlet tarafından işlenmiş cinayet” olarak nitelemiş, İsrail’in özür dilemesini ve BM’nin soruşturma yapmasını istemiştir. ABD’nin karşı çıkışı sonucunda, BM’den İsrail’in kınanması yerine sadece kimi kınadığı belli olmayan bir başkanlık açıklaması çıkmıştır. 2 Haziran 2010’da BM İnsan Hakları Komitesi İsrail’in saldırısının uluslararası 
ve tarafsız bir komisyon tarafından incelenmesini kabul etmiştir. 

TBMM, İsrail’i kınayan, Tel Aviv’in resmen özür dilemesini ve tazminat ödemesini talep eden, İsrail ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkilerin gözden geçirilmesini isteyen bir bildiri yayınlamıştır. 
Diplomatik kaynaklar ise İsrail’e karşı önlemleri “ikili ilişkiler” ve “uluslararası 
düzeyde” olmak üzere ikiye ayırarak sürdüreceğini açıklamıştır. Bu çerçevede İsrail ile ilişkiler büyükelçilik seviyesinden müsteşarlık düzeyine indirilecektir. Mevcut anlaşmalar sürdürülecek ancak yeni anlaşma imzalanmayacaktır. 

Bu çerçevede İsrail’den alınması planlanan Spike güdümlü tanksavar füzeleri ile Barak-8 uçaksavar füze sistemleri ve ağır piyade muharebe araçları ve elektronik savaş sistemlerinin alınması askıya alınmıştır. Ancak iki ülkenin üçüncü ülkeye satmak için ortak üretimleri iptal edilmemiştir. 
İsrailli firmalara “kırmızı liste” uygulanarak iş verilmeyeceği ileri sürülmüştür. Enerji Bakanı T. Yıldız, İsrail ile Manavgat Suyu Projesi ve Mavi Akım’ın İsrail’e uzanması projelerini durdurduklarını açıklamıştır. Ancak Yıldız, özel sektörü İsrail anlaşmalarını iptal için yönlendirmediklerini eklemiştir. 

6 Haziran 2010’da Davutoğlu, saldırının Türkiye’nin 11 Eylül’ü olduğunu, Türkiye’nin bölgesel ve küresel bakışını etkileyeceğini ve “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı anlamına geldiğini” açıklamıştır. AKP Hükümeti 16 Haziran’da İsrail’e karşı önlemleri bir paket haline getirmiş ve özür dilenmesi, tazminat ve uluslararası komisyon kurulması şartlarının 30 gün içinde yerine getirilmemesi durumunda önlem paketinin yürürlüğe sokulacağını açıklamıştır. Ancak daha 
sonra kimse hangi önlemlerin akıbetini sormamıştır. 

İsrail’den ise Türkiye ve AKP’ye karşı şaşırtıcı bir şekilde herhangi bir tepkinin gelmediği görülmüştür. Bir kısım Yahudi Amerikalı analizci ve gazeteci düşük yoğunluklu bir “Türk dış politikasında eksen kayması tartışması” başlatırken, Telaviv’den gelen tek tepki, İsrail askeri istihbarat şefinin Amerikalı yetkililere 
“Türk Ordusu daha ne bekliyor?” sorusunu sorması olmuştur. Ancak Yahudilerin çok etkili olduğu küresel enformasyon ağında AKP karşıtı bir kampanyanın başladığını söylemek mümkün değildir. Yahudiler çok etkili oldukları küresel enformasyon ağında AKP karşıtı bir kampanya başlatmamışlardır. 

Öte yandan AKP Hükümeti, Mavi Marmara saldırısı sonrasında bir yandan siyasal ümmet dayanışmasını yansıtan bir söylem zemininde, anti-İsrail ve Arap/İran yanlısı politikaları meydanlara iç politik malzeme olarak taşırken, Ortadoğu’da BOP kapsamında ABD ve İsrail ile eşgüdüm içinde yürüttüğü politikalardan kopma görüntüsü sergilemiştir. Ancak, bu görüntü sergilenirken AKP Hükümeti, 
İran’ın nükleer gücünün ABD’nin istediği çerçeveye çekilebilmesi için Washington ile ortak hareket sürecine devam etmiş ve NATO füze kalkanı konusundaki iç politika merkezli bir sert söylem sonrasında NATO stratejisine eklemlenmiştir. 

İsrail’de çıkan orman yangınına yardım için yollanan iki yangın söndürme uçağı sonrasında İsrail’den AKP Hükümeti’nin ilişkilerin normalleşmesi için öne sürdüğü iki temel şart olan tazminat ödenmesi ve Türkiye’den özür dilenmesi şartlarını kabul edebileceği sinyalleri gelmiştir. Gerçi Netanyahu, 
tazminat ve özür dilenmesi iddialarını şiddetle reddetmiştir ancak yine de bazı çarkların dönmeye başladığı görülmektedir. 

Sonuç 

İsrail’in AKP ile yumuşama adımı şaşırtıcı değildir ve Ortadoğu’daki politik öncelikleri ile uyum içindedir. Telaviv açısından Ortadoğu’daki iki öncelik, sırası ile İran’ın nükleer güç politikasının durdurulması ve Kürt sorunun İsrail’in milli güvenliğini uzun vade güvence altına alacak şekilde çözülmesidir. 
Erdoğan’ın Ortadoğu sokaklarında Ahmedinejat’ı silmesi Telaviv’de İran’ın yalnızlaştırılması olarak görülmektedir. İran’a yönelik bir askeri saldırıyı sürekli gündeminde tutan bir İsrail için bu çok önemlidir. İsrail’le ilişkileri kesmeyen ancak zaman zaman kontrolden çıkmış gibi görünen gerilim, 
şu aşamaya kadar İsrail’e bir zarar vermiş de değil. Aksine İran modeline karşı Ortadoğu’ya örnek oluşturması için şekillendirilmesi gereken bir Türkiye yaratma planlarını da besliyor. Öte yandan onlarca yıldan bu yana Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletini destekleyen ve 1990’lı yıllardan itibaren Ankara’daki “dostlarına” “Şimdi siz Kürtlere verebileceklerinizi verin, yarın onlar istediklerini alırlar” telkininde bulunan Tel Aviv, AKP’nin Kürt açılımının da kendi stratejik 
çıkarları ile uyum içinde görmektedir. 

Eski İsrail Dış İşleri Bakanlığı müsteşarı ve eski Ankara Büyükelçisi Alon Liel Ha’aretz gazetesinde 13 Eylül 2010’da Tel Aviv’in AKP’nin Kürt politikasının nasıl okunduğunu şöyle ifade etmiştir: “Erdoğan, “bir Kürt eyaleti yaratmaya ya da en azından Türkiye’nin Kürtlerini ulusal bir azınlık olarak tanımaya hazır, fakat ülkesi değil. Kürt misyonunu tamamlamak için bir görev dönemine daha ihtiyacı var. Gelecek Temmuz’da kazanırsa, bu gerçek bir ihtimal haline gelebilir.” 
Özetle, Tel Aviv’in Ankara’da AKP Hükümeti’ne bir süre daha ihtiyacı var görünmektedir. Tel Aviv, büyük bir ihtimalle 12 Haziran 2010 seçimlerinden önce, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden önce olduğu gibi Türk ve Ortadoğu siyasetinde “One minute” etkisi yaratacak bir hamle ile “AKP’den” 
özür diler ve tazminat ödemeyi kabul ederse şaşırtıcı olmayacaktır. 21. YÜZYIL 

Yahudiler çok etkili oldukları küresel enformasyon ağında AKP karşıtı bir kampanya başlatmamışlardır.

DİPNOTLAR;

1 Thedore Herzi’nin 1906’da kurduğu AJC (ABD) Yahudi Kongresi’nin 104 yıldır sadece 10 kişiye verilen “Üstün Cesaret Madalyası’nın 11.sini 2005 yılında Erdoğan’a verilmesi TBMM’de 3 Haziran 2010’da bir soru önergesi ile (esas 
no:7/14876) sorgulanmıştır. Bkz. TBMM resmi internet sitesi http://www.tbmm.gov.tr Cevapsız bırakılan önergede, 
2 Anılan tarihte İran’ın nükleer güç politikaları için bkz.Mustafa Kibaroğlu, İran’ın Nükleer Programı: Aktörler ve Etkileri, Kaosa doğru İran-Güncel İran İncelemeleri, (ed.)Osman Metin Öztürk-Yalçın Sarıkaya, Ankara 2006 içinde s. 71-120
3 Bu konuda Türkçe’deki en kapsamlı çalışma için bkz. Avrasya Dosyası Şii Jeopolitiği Özel Sayısı, Cilt 13, sayı 3, 2007 
4 “Avrupa Yahudi Konseyi Başkanı Pierre Besnainou, Başbakan’la yaptığı basına kapalı toplantıyı çıkışta, “çok ilginç” diye yorumladı.”, Yeniçağ, internet sitesi, 18 Ocak 2007 
5 Harettz 15.02. 2007’den nakleden M. Yıldız, agk. veya makalenin orijinali için Pierre Besnainou, “The Turkish alternative”, Harettz, 15.02.2007.
6 www.defenceturk.com/index.php?topic=2066.0 
7 “İsrail basını: Peres uzlaştırıcı, Abbas sert”, Hürriyet, 14 Kasım 2007
8 M.K.Bhadrakumar, “Turkish snub changes Middle East game”, www.atimes.com 
9 “Büyük Davos Senaryosu ve de Altın Vuruş”, Açık İstihbarat, 30 Ocak 2009,
10 Wikipedi, Gazze Savaşı
11 Jerusalem Post, 25.02.2009 
12 Aktifhaber, 28 Ocak 2009 
13 Bkz. Bu konuda Şanlı Bahadır Koç, ABD-İsrail İlişkilerinde ‘Normalleşme’ Sancıları, 21. Yüzyıl, Sayı 17, Mayıs 2010, s. 23-32 
14 Kaya Erdem, Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yeni Dönem, www.bilgestrateji.com/store/dergi2/Erdem.pdf 
15 Mavi Marmara baskını ve sonuçları konusunda bkz. Ümit Özdağ-Şanlı Bahadır Koç, “Mahalleye hoş geldin”-Türkiye’nin 
Ortadoğu’da İlk Günü, 21. Yüzyıl, Haziran 2010, Sayı 18, s. 5-12 
“One Minute” çıkışının şüphesiz en belirgin sonucu Ahmedinejat’ın Arap dünyasındaki popüleritesinin sona ermesidir.




***

Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek BÖLÜM 1


Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek, BÖLÜM 1


Ankara ile Tel Aviv Arasındaki Kriz Ne Kadar Gerçek? 
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı, 
uozdag@21yyte.org 



Bütün dünyada ilgi ve ayrıca Batı dünyasında endişe ile izlenen Türkiye ile İsrail arasındaki gerilim ve kriz süreci, 30 Ocak 2009’da Davos’ta gerçekleşen 
“One Minute” çıkışından bu yana yaşanmaktadır. Erdoğan, İsrail’e kafa tutan lider olarak Arap sokaklarında büyük bir popülerite kazanmıştır. Mavi Marmara 
saldırısı sonrasında bütün dünya Türk-İsrail ilişkilerinin içine girdiği ağır krizin nasıl biteceğini heyecanla izlemeye başlamıştır. 

Oysa, AKP iktidarı bazında ele alındığında, ikili ilişkilerin “kötü” olarak nitelenebilecek durumda olmadığı görülmektedir. AKP’nin iktidara gelmesi ve 57. Hükümet’ten farklı olarak Irak’ın işgalinde Amerikan Ordusu’na Türkiye’den geçiş imkanı vereceğini açıklaması, Saddam Hüseyin’in devrilmesini milli hedef haline getirmiş olan İsrail’de büyük bir sevinç ile karşılanmıştır. 
AKP, Tel Aviv’den gelen sıcak karşılamayı karşılıksız bırakmamıştır. İsrail ile var olan anlaşmalar AKP Hükümeti tarafından devam ettirildiği gibi yeni anlaşmalar da imzalanmıştır. 2002 sonrasında Türkiye-İsrail ticari ilişkileri sürekli artmıştır. Türkiye, İsrailli firmaların faaliyet gösterdiği ülkeler sıralamasında üçüncü sıraya yükselmiştir. Anılan dönemde Türk-İsrail ekonomik ilişkileri de sürekli artmış ve 2008’de 3.4 milyar Dolar seviyesine çıkmıştır. Türkiye, İsrailli turistler için önde gelen çekim merkezi olmaya devam etmiştir. 

Bütün bunlar ilişkilerde zaman zaman sıkıntıların olmadığı anlamına da gelmiyor. Özellikle 2004’de Ankara, İsrail’in Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirdiği faaliyetlerden duyduğu rahatsızlığı iletmiştir. 2005’de Hamas liderlerinin Türkiye’ye davet edilmesine ise Telaviv tepki göstermiştir. 
Ankara da 2006’da İsrail Ordusu’nun Hizbullah’a yönelik Güney Lübnan’da başlattığı savaşa karşı tepki koymuş ve İsrail’i eleştirmiştir. Telaviv’in tepki gösterdiği gelişmelerden biri de Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşması olmuştur. Gerçi önceleri şikayet etmişse de sonra bu sürecin Şam’ı Tahran’dan uzaklaştırdığını görünce memnuniyet duymuştur. Bütün bu gerilimlerin iki 
ülke arasında ilişkilerin gelişmesini engellediğini söylemek ise mümkün değildir. Aksine AKP, ancak iki ülkenin de büyük güven duydukları zaman gerçekleştirilebilen arabuluculuk işlevini, Suriye ve İsrail gibi savaş halindeki iki ülke arasında üstlenmiştir. Şam ile Telaviv arasında arabuluculuk yapan bir Türkiye’nin aniden İsrail’e düşman olması beklenemez. Dış politikada bu kadar sert bir kırılma hayatın genel akışına aykırıdır. Dış politikalar uçak gemilerine benzer. Uçak gemileri ise sürat motorları gibi keskin virajlar almazlar, alamazlar. Kaldı ki AKP’nin İsrail ve ABD’deki Yahudi lobisi ile Türkiye’nin geçmiş bütün iktidarlarından daha özel bir ilişkisi olmuştur. 10 Haziran 2005’de ABD’nin en önemli Yahudi kuruluşlarından ADL’nin “Üstün Cesaret Ödülü” ve AJC (ABD) Yahudi Kongresi’nin “Üstün Cesaret Madalyası”1 ile ödüllendirilen Erdoğan, Yahudi olmamasına rağmen bu ödülü alan ilk ve tek şahsiyettir. 

AJC Yahudi Kongresi’nin amacının Siyonizm’i tüm dünyaya hakim kılmak olduğu ve ADL’nin verdiği “Üstün Cesaret Ödülü”nü Abraham Foxman’dan alırken Erdoğan’ın, “Bizim dostluğumuza güvenin” dediği vurgulanmıştır. 

Özetle, Türk-İsrail ilişkilerinin Davos’taki tartışma ve Mavi Marmara saldırısı eksenlerine indirgenerek anlaşılmaya çalışılması, doğru bir yaklaşım değildir. Uluslararası ilişkilerde her şey görüldüğü gibi olmayabilir. Bu çalışmada, detaylar ve kenarda kalmış bilgiler gün ışığına çekilerek ve olayların akışını bu süreçler zemininde tekrar kurgulayarak, Türk-İsrail krizine bir başka açıdan bakılmaya çalışılmıştır. 

Bu bakış açısı geliştirilirken AKP Hükümeti ve İsrail Hükümeti arasında yaşananlarda, bilinçli bir eşgüdümün sağlandığının iddia edilemeyeceğini belirtmek durumundayız. Olan, daha ziyade olayların karşılıklı olarak dengelenmesidir. Bu karşılıklı dengelemenin ne anlama geldiği bu çalışmanın ana konusudur. 

Ortadoğu’da Yükselen Şii Hilali ve Ahmedinejat Faktörü 

2005’de İran Cumhurbaşkanı olan Ahmedinejat, halefi Hatemi’nin iç ve dış politikadaki reformist çizgisini terk ederek, ABD ve İsrail ile “sürekli fakat kontrollü” bir “gerilim politikası” izlemeye başlamıştır. Tahran’ın bu siyasetten çok boyutlu kazanç sağladığı görülmektedir. Ahmedinejat, bir yandan her İran-ABD krizinde dünya petrol fiyatlarının artmasından yararlanarak 
içeride izlediği popülist ekonomik politikaları finanse edecek ek kaynak bulmakta, öte yandan ABD ve İsrail’e “kafa tutmanın” Ortadoğu’da sağladığı saygınlığın keyfini çıkarmaktadır Ahmedinejat ABD ve İsrail’e “kafa tutmanın” Ortadoğu’da sağladığı saygınlığın keyfini çıkarmaktadır. 

Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinin travmasını yaşayan Arap dünyası için Ahmedinejat hayran olunan lider profili çizmektedir. Üstelik Ahmedinejat’ın İran’ı hırslı bir şekilde nükleer güç olma siyaseti izlemektedir. Ahmedinejat’ın nükleer güç politikasından en çok korkan ülke, herhangi bir stratejik derinliğe sahip olmayan ve bir nükleer bomba ile yok edilebilecek olan İsrail’dir.2 İsrail, Ahmedinejat’ın Ortadoğu’daki saygınlığından da rahatsız olmaktadır. Çünkü Tahran, ABD’nin Afganistan ve Irak’a müdahalesini çok doğru adımlarla değerlendirmiş ve Amerikan Ordusu’nun işgal ettiği bu iki ülkede çok önemli bir etkinlik kazanmıştır. 

Ayrıca, Basra Körfezi Şiileri üzerinde etkisini de artıran Tahran, Hizbullah aracılığı ile Lübnan’a uzanmıştır. Bu durum “Şii Hilali” adlı bir yeni jeopolitik alandan bahsedilmesine neden olmuştur.3 Üstelik 2006’da İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı girişmiş olduğu başarısız askeri harekat sırasında Hizbullah’ın arkasındaki tek güç olarak konumunu daha da güçlendirmiştir. Başbakanlıkta Avrupa Musevi Kongresi Başkanı İle Görüşme veya İran’ın Yerine “Türk Seçeneği” (18 Ocak 2007) 




Ocak 2007’de Ahmedinejad’ın, Yahudi soykırımını efsane olarak nitelendirmesinden sonra 36 Avrupa ülkesindeki Yahudi cemaatlerinin çatı örgütü olan Paris merkezli “Avrupa Musevi Kongresi” Başkanı Pierre 
Besnainou, Avrupalı liderlere İran’a ambargo uygulanması çağrısında bulunmuştur. P. Besnainou, daha sonra Türkiye’ye gelerek, ABD Dış İşleri Bakanlığı Müsteşarı Nicholas Burns ile değişik görüşmeler yapmış sonra 18 Ocak 2007’de Başbakanlık’ta Erdoğan ile görüşmüştür.4 Erdoğan ile görüşmeden 
sonra Besnainou, görüşmeyi “çok ilginç bir görüşme” olarak nitelendirmiş ancak daha fazla açıklama yapmamıştır. 

Besnainou, 15 Şubat 2007’de İsrail’den yayınlanan Haarettz gazetesinde yazdığı “Türk Seçeneği” başlıklı makalede, “Erdoğan’ın Ortadoğu’da lider rolü oynayabileceğini ve İslam dünyasının Ahmedinejat’tan daha iyi bir sözcüyü hak ettiğini” ileri sürmüştür. Besnainou, “Erdoğan’ın İslam Dünyası’nın sözcüsü olması gerektiğini ve Erdoğan’ın da böyle düşündüğünü” iddia ettikten sonra, “bir sonraki Nobel Barış Ödülü’nün, Erdoğan’ı kastederek, bölgede üstlendiği   başarılı misyon nedeniyle İslami bir figüre layık görülmesini umduğunu” belirtmiştir. 

Besnainou şöyle devam etmiştir: “Ankara’ya kısa bir süre önce yaptığım ziyarette Başbakan Erdoğan’a, kendisinin Ortadoğu’da lider rolü oynayabileceğine yönelik inancımı ifade ettim. 
Körfez monarşilerinden Orta ve Doğu Asya’ya, Hamaslı İslamcılardan ılımlı Filistinlilere kadar bütün Müslüman dünyasında saygı gören Türkiye, ABD ve İsrail ile de güçlü ve sadık bir ilişki yürütüyor. Böylece Türkiye bölgedeki bütün nüfuzlu katılımcılarla etkileşime girme meşruiyetini kazanmış oluyor. Bu konumu, zararlı bir nüfuza sahip İran’ın yerine, Türkiye’yi bölgesel liderlikte doğal bir tercih haline getiriyor. Bu analize katılan Başbakan Erdoğan, hiç 
kuşku yok ki, Filistin ile İsrail arasında yakınlaşma kurulması için çaba harcamayı da arzu etmektedir. 

Bu dostane tavrı göz önüne alıp, Türkiye’nin barış sürecinde oynayacağı rolü açık fikirlilikle değerlendirmek şimdi bize düşüyor. Bu da sonuç olarak Ahmedinecad’ın önemli oranda zayıflamasını sağlayabilir.”5 

Böylece Erdoğan-Besnainou görüşmesinin Türkiye’nin Ortadoğu’da lider ülke olmasının İsrail tarafından destekleneceği ve Erdoğan’ın Ahmedinejat’ın popülaritesine son vermesi gerektiği üzerinde yoğunlaştığı anlaşılmıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’da lider ülke olmasının İsrail tarafından 
destekleneceği ve Erdoğan’ın Ahmedinejat’ın popülaritesine son vermesi gerektiği görüşülmüştür. 

Ayrıca Besnainou, Türkiye’nin İsrail ve ABD ile güçlü ve sadık bir ilişki yürüttüğünü söyleyerek sadece Tel Aviv’in değil, dünya Yahudilerinin de AKP Hükümeti’nin politikalarından ne kadar memnun olduğunu göstermiştir. 

Ahmedinejat ABD ve israil’e “kafa tutmanın” Ortadoğu’da sağladığı saygınlığın keyfini çıkarmaktadır. 

Besnainou’nun İsrail Hükümeti’nin bilgisi ve muhtemelen desteği çerçevesinde yapmış olduğu bu görüşmede, ortaya koyduğu talebi, Ortadoğu’da karşılamaya en uygun lider Erdoğan’dır. 

Çünkü Erdoğan, bir yandan NATO ittifakı ve Batı dünyası ile sıkı ilişkiler kurmuş, öte yandan AB’ye girme çabası içinde olan bir Türkiye’nin, İslamcı siyasal gelenekten geldiği için Araplara duygusal yakınlık duyan bir liderdir. Üstelik 1 Mart 2003’de çıkması için çabaladığı Tezkere, TBMM’de reddedilince, Arap dünyasında istemeden popüler olmuştur. İsrail Uçaklarının Türk Hava Sahasını İhlali (6-7 Eylül 2007) 

İsrail’in AKP Hükümeti’nin politikalarından memnun olmaması için herhangi bir gerekçe yoktur. Çünkü Türk-İsrail ilişkileri, sadece ekonomi ve turizm alanındaki gelişmelerle sınırlı değildir. 
6-7 Eylül 2007 gecesi Hatay’ın Kırıkhan ve Hassa ilçesi sakinleri, ikili kollar halinde alçaktan uçan 6 İsrail savaş uçağının, “F-151 Ra’am”ların sesleri ile uyanmışlardır. 6-7 Eylül 2007 gecesi Hatay’ın Kırıkhan ve Hassa ilçesi sakinleri ikili kollar halinde alçaktan uçan 6 İsrail savaş uçağının sesleri ile uyanmışlardır. Ertesi gün Hassa ve Oğuzeli ilçeleri sınırları içinde, Türkiye-Suriye sınırına yakın 
bir tarlada, üzerinde İbranice yazılar bulunan iki adet 600 galonluk harici yakıt tankı bulmuşlardır. Suriye, 8 Eylül’de İsrail savaş uçaklarının Suriye’nin El Ebyad bölgesinde alçaktan uçuş yaptıklarını duyurmuştur. İsrail uçaklarının El 
Kibar bölgesinde Kuzey Kore işbirliği ile yapılan bir nükleer tesisi hedef aldığı da iddialar arasındadır.6 

AKP Hükümeti’nin bu önemli gelişme ile ilgili tek tepkisi, Dış İşleri Bakanı Ali Babacan’ın “kabul edilemez” sözleri ve İsrail Büyükelçisi’nden bilgi isteneceği yönündeki açıklaması olmuştur. Ancak neresinden bakılırsa bakılsın 
olay, Ankara’nın İsrail’in bir gizli operasyonuna verdiği örtülü destekten başka bir şey değildir. İsrail uçaklarının Türk hava savunma ve radar sistemlerinin çok güçlü olduğu bir bölgede, AKP Hükümeti’nin izni olmadan uçuş yapmaları mümkün görünmemektedir. Öte yandan suçüstü yakalanan Şam, bu konuda fazla tepki vermemeyi tercih ederek konunun unutulmasını tercih etmiştir. 

Şimon Peres’in TBMM Konuşması (13 Kasım 2007) 

Türk-İsrail ilişkilerindeki gelişmenin bir göstergesi de İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in TBMM Genel Kurulunda 13 Kasım 2007’de bir konuşma yapmasıydı.7 Daha önce hiçbir İsrail yetkilisi TBMM’de konuşma yapmamıştır. Ancak AKP kendi tabanından ve muhalefetten özellikle de Saadet Partisi’nden gelen tepkileri zayıflatmak amacı ile Filistin Yönetimi Mahmut Abbas’ın 
da konuşmasını sağlamıştır. 

Bu arada, AKP Hükümeti, Suriye ile İsrail arasında barışın sağlanması amacı ile arabuluculuk görüşmelerine başlamıştır. Her iki ülke de AKP Hükümeti’nin bu girişimine olumlu cevap vermişlerdir. 

<Türkiye’nin Ortadoğu’da lider ülke olmasının İsrail tarafından destekleneceği ve Erdoğan’ın Ahmedinejat’ın popülaritesine son vermesi gerektiği görüşülmüştür. >

Türk-İsrail İlişkilerinde Sistematik Gerilime Doğru-Gazze Savaşı (27 Aralık 2008-18 Ocak 2009) 

Ankara’nın Telaviv ile Şam arasında arabuluculuk sürecini sürdürdüğü dönemde, 23 Aralık 2008’de, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ile Erdoğan Ankara’da görüşmüşlerdir. Görüşmede sadece İsrail-Suriye ilişkilerinin ele alındığı, Hamas meselesinin görüşülmediği ileri sürülmüştür. 

Ancak Erdoğan, Davos sonrasında, Olmert ile Hamas’ı da görüştüklerini, Hamas’ın elinde esir tutulan İsrail askerlerinin kurtarılması karşılığında İsrail’in elindeki Hamas milletvekilleri ve bakanlarını serbest bırakmasını tartıştıklarını anlatmıştır. Erdoğan, bunun gerçekleşmemesi durumunda ise diğer esirleri kurtarmak için pazarlık yaptığını anlatmıştır. Olmert ile görüşmeler devam 
ederken, Erdoğan, Hamas lideri İsmail Haniye’yi Gazze’den arayarak görüşmüştür.8 

Ahmet Davutoğlu da bazı gazetecilere Erdoğan’ın Olmert’e Hamas ile de arabuluculuk yapma teklifinde bulunduğunu ancak Olmert’in bunu reddettiğini söylemiştir.9 

Görüşmeden hemen sonra İsrail’in, 27 Aralık 2008’de, Gazze operasyonuna başlaması üzerine gösterdiği ağır tepki sonrasında, Türk-İsrail ilişkileri görünürde kriz süreci içerisine girmiştir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

7 Temmuz 2017 Cuma

Konjonktüre Göre Değişen Sorun. Kürt Sorunu



Konjonktüre Göre Değişen Sorun. Kürt Sorunu

Yazar: ÜMİT ÖZDAĞ

PKK ve sözcüleri tarafından dayatılan ve bazı kesimlerce de kabul görerek adı konulan "Kürt Sorunu" ile ilgili olarak biraz geriye gidelim ve tarihi bir perspektif içerisinde günümüze değin gelişmeleri yeniden gözden geçirelim.

PKK'nın kuruluşundaki amacı ve hedefi; "Marksist-Leninist ideolojiyle yönetilen, özgür ve bağımsız bir Kürdistan" idi ve bu, kongre ve konferanslarında da açıkça belirtilmişti. Yani PKK, bugün DTP'lilerin ifade ettiği gibi, "Kürtlerin ezilmişliğinden, inkâr edilmişliğinden, haklarının verilmeyişinden" gibi benzer iddialardan kaynaklanarak doğmadı. Kuruluş amacı nettir ve belgeli olarak ortadadır; "Marksist-Leninist Kürdistan".

PKK, ağırlıklı olarak o dönemin SSCB'si başta olmak üzere, Yunanistan ve Ermeni terör örgütü ASALA tarafından desteklenip, eğitildi. Bu dönemde PKK, terör anlamında kendini tam olarak kanıtlayamadığından, diğer Batılı ülkeler nezdinde pek ciddiye alınmamış ve yeterince de ilgi görmemişti.

Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılması ile birlikte PKK'nın başlangıç ideolojisi olan "Komünizm" sevdası, böylece bitmiş oldu. Artık PKK, hiçbir söyleminde Marksizm'den ve Leninizm'den bahsetmedi. Çünkü, bahsetmesi için sebep kalmamış, sosyalist blok dağılmıştı.

Bu nedenle, M-L ideolojisini hafızalardan silmeye çalışan PKK, bu yeni dönemde kendini, Batı dünyası nezdinde kanıtlamak ihtiyacı duydu ve hatırlarsanız 1990-1994 yılları arasında eylemlerini en üst seviyelere çıkarttı ve tavan yaptı. Eylemleriyle Batı'nın dikkatini çekmeyi başaran PKK, aynı zamanda ciddiye alınmasını ve bu sayede de belli güçler tarafından desteklenmesini sağladı.

Tek süper güç kalan ABD, SSCB'nin dağılması ile birlikte, çok daha önce planlamış olduğu projesi olan BOP'u, vaktinin geldiğini düşünerek, bu dönemde yürürlüğe koymaya başladı. Çünkü, zengin yeraltı kaynaklarına sahip Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya, ABD ve Batının öteden beri cazibe merkezi durumundaydı ve daha fazla beklemenin de bir manası yoktu.

Biraz geriye gidelim ve döneme ilişkin önemli olayları yeniden hatırlayalım…

1996 yılı sonlarında ABD, Irak'ta kendisine yardımcı olan, hizmet eden 5 bin Peşmerge'yi K.Irak'tan çıkartarak, uçaklarla Amerika'ya, Guam Adası'na götürdü. Anti parantez, götürülen bu peşmergeler şu an için nerede ve ne yapıyorlar? Merak konusu!!!

1999'da Apo, Suriye'den çıkartılarak, götürüldüğü Kenya'da yakalandı.

2003 yılında ABD, kimyasal silah bulundurduğu ve dünyaya tehdit oluşturduğu gerekçelerinin yanı sıra, Irak halkına demokrasi vaadiyle Irak'a girdi.

Aynı yılın Nisan ayında Bağdat düştü, Aralık ayında da Irak lideri Saddam Hüseyin idam edildi.

Irak Yönetimi'nin başına IKYB lideri Talabani getirilirken, K.Irak Kürt Yönetimi'nin başına da KDP lideri Barzani getirilerek, "Kürdistan Özerk Yönetimi" böylece kurulmuş oldu.

Bu durum, yani "Kürdistan" durumu, PKK'yı ve yandaşlarını oldukça heyecanlandırdı. Çünkü, hayallerindeki Kürdistan kapısı nihayet aralanmış, dörtte biri açılmıştı. Üstelik bu kapıyı, süper güç ABD açmıştı ve bunu da, değil Türkiye, hiçbir güç engelleyemezdi, onlara göre. Bu da heveslenmeye ve heyecanlanmaya yeter de artardı bile.

Derken ABD, İran ile ilgili politikasını, Irak benzeri iddialarda bulunarak gündeme getirdi. Sıranın, İran'da olduğu ve peşinden Suriye'nin geleceği tartışılmaya başlandı.

K.Irak Kürt Yönetimi'nin oluşumu sonrasında, sıranın İran'a geleceğinin beklentisi, İran'daki PKK uzantısı PJAK'ı hareketlendirdi. Bu nedenledir ki, İran güvenlik güçleri ile PJAK arasında çatışmalar giderek arttı. Hatta İran ordusu, bırakın sınırları içerisindeki PJAK'ı, Kandil'deki PKK'lıları dahi bombalamaya başladı. Düne kadar PKK'yı besleyen İran, gelinen veya gelinecek olan noktayı hissetmiş veya anlamış olmalı ki, besledikleri tarafından "gözünün oyulmasına" müsaade etmeye niyeti olmadığını herkese, başta ABD'ye gösterdi.

Son dönemde, ABD, Türkiye, Irak ve K.Irak Bölgesel Yönetimi arasında gerçekleşen ikili ve üçlü diplomatik görüşmeler, gelişen sıcak ilişkiler PKK'yı oldukça rahatsız etti. Çünkü, Barzani ve Talabani, PKK'nın Irak'ta işlerine karışmasına, ortak olmasına, söz sahibi olma niyetlerine, hatta ön plana geçme arayışlarına, çok açıkça olmasa da karşı çıktı, en azından bunu hissettirdi. Üstelik PKK'nın K.Irak'taki varlığı, Türkiye ile Irak arasındaki ilişkileri de olumsuz etkiliyordu. Irak'ın, Türkiye'yi karşısına alması, asla işlerine gelmezdi. Gelişmeler sonrasında PKK, bölgede hiç kimse tarafından istenmediği düşüncesine kapıldı, ister istemez.


PKK yönetiminin, Barzani ve Talabani'yi açıkça ve son derece sert bir biçimde eleştirmeleri, Öcalan'ın, ABD ve İngiltere'ye ilişkin, "güvenilmez oldukları"na dair son dönemdeki keskin söylemleri, PKK'nın içinde bulundukları ruh halini tam olarak yansıtıyordu. Ve PKK, şiddetle yeni bir açılım yaratma ihtiyacını duydu, gerekli gördü.

Neydi bu açılım?

Bakın, PKK, dört parçada (Türkiye-Irak-Suriye-İran) "M-L bir Kürdistan" idealiyle 1978'de kuruldu. 13 yıl sonra, yani 1991'de SSCB'nin dağılmasıyla birlikte "Bağımsız bir Kürdistan" idealine yöneldi. Bundan 17 yıl sonra da, yani 2008'de, bölgede istenmediği kanaatine varan PKK, 30 yıldır sürdürdüğü toprak talebini "Türkiye'den ayrılmayı düşünmüyoruz. Sorunu içimizde çözelim" diyerek, yeni bir açılım anlamında "Demokratik Cumhuriyet" talebine çeviriverdi. 30 yıl toprak talep eden, bu nedenle ayrılıkçı-bölücü olarak değerlendirilen, bu uğurda kan döken, yuvalar yıkan PKK, nasıl oldu da birden bire yeni bir açılımla ayrılma hedefi olmadığını açıklayıverdi!!!


Peki, adını, önce APOCULAR, daha sonra sırasıyla PKK, KADEK ve son olarak KONGRA-GEL olarak koyan, idealini, önce "M-L bir Kürdistan", daha sonra sırasıyla "Bağımsız bir Kürdistan" ve son olarak "Demokratik Cumhuriyet" olarak açıklayan, 30 yıl toprak talep etmesine rağmen birden bire ayrılmayı düşünmediğini ifade eden, özetle; rüzgâragöre yönlenen ve özellikle altını çizerek belirtmek gerekir ki,seçimlerden de anlaşıldığı üzere, 10-12 milyon Kürt vatandaş arasında en fazla 2 ila 2.5 milyon kişilik bir taraftar kitlesi bulunan bir örgütün sebep olduğu bu soruna, maalesef ki bazılarımız, nasıl oluyor da halâ "Kürt Sorunu" diyebiliyoruz!!!

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/2352

***

Suriye’ye Giden Silahlar Türkiye’yi Vurur Mu ?


  Suriye’ye Giden Silahlar Türkiye’yi Vurur Mu ? 

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
ÜMİT ÖZDAĞ
16 Ağustos 2012 Perşembe


Suriye’ye Giden Silahlar Türkiye’yi Vurur Mu?

Yazar: Ümit Özdağ

Bu silahlar gittikçe sadece ağır silah tanımına giren silahları değil sofistike yani ileri teknoloji ürünü silahları da vermeye başladı. 

Silahların finansmanı Suudi Arabistan ve Katar tarafından gerçekleştirilirken onayı da ABD veriyor. Türkiye'nin rolü ise dağıtımcılık gibi görünüyor. 

İsyan ve direnişlere silah yardımı yapmanın büyük riskleri var. Çünkü isyancılara silah yardımı yapmak kurumsallaşmış bir orduya silah yardımı yapmak 
ile aynı şey değil. Ordulara yapılan yardımın kime gittiği belli.


Oysa isyancılara yapılan yardımın kimin eline ulaşacağı belli değil. ABD başta olmak üzere isyancılara yardım eden ülkelerin bunun sıkıntısını çektiği biliniyor. 
ABD tarafından Afganistan'da mücahitlere dağıtılan ve Kızılordu'nun Afganistan'da hava hakimiyetine ağır bir darbe vurarak Rus Ordusunun Afganistan'dan çekilmesinin önünü açan silah Stinger füzeleri olmuştur.

Daha sonra Taliban'ın Afganistan'ı Pakistan Hava Kuvvetleri'ni desteğinde ele geçirmesi öncesinde ABD Stinger füzelerinin mücahitlerden toplanması için 
büyük bir çaba sarf etmek zorunda kalmıştır. Bugünlerde Türkiye'den Suriyeli muhaliflere Suriye Hava Kuvvetlerine karşı kullanılmak üzere Stinger füzelerin 
verildiği haberleri basında yer almaktadır. New York Times gazetesi 15 Ağustos 2012'de sitesine Suriye muhalefetine 500 Stinger ve 1000 adet anti tank R.P.G. 7 füzelerinin verildiğini, bu silahların Suriye iç savaşını yarı yarıya kısaltacağını kaydetmiştir. New York Times anlaşılan bir uyarı üzerine bu haberi kısa bir süre sonra kaldırdı. Ancak ABD'nin en büyük bulvar gazetesi olan USA Today gazetesi, New York Times gazetesinden yaptığı alıntıyı sitesinde vermeye devam etmektedir.


Suriye'ye Türkiye üzerinden giden silahlar konusunda önemli iddialar muhalefet kaynaklarından gelmektedir. Silahların bir bölümü hiç kullanılmadan gömülmek te ve Esad sonrasında çıkacağı beklenen mezhep/etnik savaşta kullanılmaya hazırlanılmaktadır. Türkiye üzerinden gönderilen silahların bir bölümü de PKK'nın eline geçmektedir. Suriye muhalefetine Stinger füzesi verilmesi Türkiye için çok büyük bir risktir. PKK, eline 10 adet Stinger füzesi geçmesi için ruhunu bile satabilir. PKK'nın Stinger füzesine sahip olması Türk Ordusu'nun terör ile mücadelesine çok ağır bir darbe vuracaktır. TSK'nın terörle mücadelesinde 
özelikle Kara Havacılık Komutanlığına bağlı savaş helikopterleri ve taşıma helikopterlerinden oluşan filo büyük bir yarar sağlamaktadır. Birliklere büyük bir 
hareket kabiliyeti veren taşıma helikopterleri ve çatışan birliklere verdiği ateş desteğinin ötesinde birliklerin giremediği yalçın kayalık bölgelerde teröristleri 
üstün ateş gücü ile yok eden savaş helikopterleri terörle mücadelede çok büyük bir şanstır.

Üstelik PKK Stinger füzelerini eline geçiremese bile Şam Suriye Hava Kuvvetlerine karşı Stinger füzelerinin kullanılmasına PKK'ya Stinger'ların Rus muadili sayılan SA-7 füzelerinden verebilir. PKK, SA-7'leri bir kez 1990'larda çok kısıtlı miktarlarda Türkiye'nin Yugoslavya politikasına tepki gösteren Sırbistan' dan elde etmiş ve bir Süper Cobra ve bir Couger tipi Türk helikopterini düşürmüştür.


Özetle eğer New York Times'ın haberi doğru ise ki yalanlamadan sadece haberi servisten kaldırması bunu göstermektedir, Ankara çok tehlikeli bir adım atmıştır. 

Suriye'nin kuzeyinde de etkinlik kazanan, Şemdinli örneğinde görüldüğü gibi alan hakimiyeti kurma çabası gösteren, Hakkari valiliğinin "Şemdinli'de operasyon bitti" açıklamasını yaptıktan bir gün sonra yine Şemdinli'de kara yolunu keserek yok kontrolü yapan bir PKK'nın eline birde savaş uçakları, helikopterler ve tanklara karşı kullanabileceği silahlar geçer ise çok ciddi bir askeri-politik durum doğar.

Esad düşse bile önce Şam'da iktidardan düşecek ve " Nusayristan "a çekilerek oradan iç savaşı sürdürmeye devam edecektir. Bu durumda Esad, PKK'yı 
desteklemeye devam edecektir. AKP Hükümetinin böyle çılgın bir adımı atmadığı umudu ile.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2012/08/16/6712/suriyeye-giden-silahlar-turkiyeyi-vurur-mu


***

15 Aralık 2016 Perşembe

ALGI YÖNETİMİ


 ALGI YÖNETİMİ




ÜMİT ÖZDAĞ 



ALGI YÖNETİMİ “ Propaganda, Psikolojik savaş, Örtülü Operasyon ve Enformasyon Savaşı ” isimli kitap Prof. Dr. Ümit Özdağ tarafından yazılmış olup, 2014 yılında Kripto Yayınları tarafından basılmıştır.

***

Düşünceleri kendisine ait zanneden ancak başkasının istediği gibi düşünen kişi en büyük esaretin içinde yaşayan kişidir. Ancak tarih boyunca insanların büyük bölümü “düşüncelerini kendilerine ait zanneden” kişilerden oluşmaktadır.


***

Algı yönetiminin amacı, insanların en güçlü organları olan beyinlerine nüfuz ederek onların dış dünyayı “istenilen şekilde” algılamalarını sağlamak ve böylece yargılarının da istenilen yönde şekillenmesini sağlamaktır. Türkçede annelerimizin mutfakta kullandığı bir kavram vardır: ‘’Kulak memesi kıvamına getirmek’’. Bu kavram ile kastedilen yoğurulan hamurun şekil verilecek kıvama ulaşmasıdır. Algı yönetiminin amacı da insanların düşünce ve duygularının istenilen şekli alacak kıvama ulaşmasıdır. Propaganda, psikolojik savaş, örtülü operasyon ve enformasyon savaşı ise beyinleri kulak memesi kıvamına getirmenin araçlarıdır.


***

İnsanlar, toplumlar ve milletler arasında tarih boyunca gerçekleşen savaşların en büyük hedefi toprak, zenginlik, köle ele geçirmekten çok, zihinleri ve kalpleri ele geçirmek olmuştur. Çünkü zihinler ve kalpler ele geçirildiği zaman elde edilen toprakları korumak, gasp edilen zenginliği savunmak veya köleleştirilen bir gruba karşı sürekli teyakkuz halinde olmak ihtiyacı ortadan kalkmaktadır. Bundan dolayı tarih boyunca değişik isimler alan “algı yönetimi” teknikleri neredeyse insanlık kadar eskidir. Algı yönetimi, bir insanın veya bir grup insanın gerçekliği olduğu gibi değil de nasıl algılanması isteniyor ise öyle algılanması için birey/grubun algı kapasitelerine yönelik şekillendirilmiş bilgi aktarımıdır.


***

Propaganda, gerçekleştirilen odağa yarar sağlamak amacıyla, belirli bir grubun duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını özetle bilincini ve bilinçaltını etkilemek, yönlendirmek, değiştirmek için hazırlanmış, bütün bilgiler, fikirler, doktrinler veya özel çağrıların hedef seçilen toplum, topluluk veya kişiye yönelik olarak sistematik bir şekilde, uygun araç ve teknikler kullanılarak iletilmesi ve benimsetilme girişimidir.  A. Pratkanis ve E. Aronson, propaganda işgaldir, yani bir saldırgan zihnini ve düşüncelerinizi fethetmeye çalışmaktadır, derken meselenin özüne parmak basmaktadır. Başkalarının görüşlerini değiştirme çalışması daha yazı bulunmadan önce yani insanlık tarihlerinin derinliklerinde başlamıştır.


***

Tarih başından beri uygulandığını bildiğimiz kayıtlı propaganda tekniklerine eski Yunan’da Sofistlerin hitabet tekniklerinde rastlarız. Sokrates ile Sofistler arasındaki mücadele bir propaganda savaşıdır. Atinalı bir Sofist olan Gorgiyas, propagandanın gücünü anlatmak için şu örneği verir: “Bir hatiple bir hekim, bir şehre gitsinler. Bir meydan da bunlardan hangisinin hekim olduğuna ilişkin bir münazara açılsa, hatibin kendisini hekim gibi göstermeye muvaffak olacağını söyleyebilirim. Zira retorik sanatını bilen bir kimsenin, halk karşısında herhangi bir sanat adamından daha ikna edici bir şekilde bahsedemeyeceği bir konu yoktur.”


***

Tarihin ilk aşamalarından itibaren gerçekleşen savaşların bir parçası olan propaganda ve psikolojik savaşın yayılmasında kullanılan araç, insan ağzı iken takriben 500 yıl önce yazılı metinlerin de propagandanın güçlü bir aracı olduğu görülmüştür.


***

İlk modern propaganda reklamcılık şeklinde başlamıştır. 1843’de ABD/Philadelphia’da Volney Palmer adlı kişinin açtığı reklam ajansı büyük bir sektör ve yaşamın doğmasının ilk adımı olmuştur. 1850’lerden itibaren ABD ve İngiltere propagandayı bir siyasal araç olarak uluslararası ilişkilerde etkili bir şekilde kullanmaya başlamışlardır. 1890’lardan itibaren üniversitelerde reklamcılık ve propaganda ile ilgili dersler verilmeye başlanmıştır.


***

Propaganda, 20 yüzyıl boyunca geçirdiği evrim ve gelişme sonucunda artık bir kısım ikna ve pazarlama tekniklerinin ötesine geçerek, türdeş bir toplum oluşturmak ve düşman görülen toplumları psikolojik olarak çökertmek amacı ile kullanılan bir araç, gelişmiş bir bilim haline gelmiştir.


***

Propagandanın değerini en iyi kavrayanlardan birisinin Mustafa Kemal Atatürk olduğu görülmektedir. Mustafa Kemal’in İstiklal Savaşı başında Anadolu Ajansı kurduğu ve Avrupa’da Ankara dostu bir yapı oluşturmak için sistemli çalışmalar gerçekleştirdiği bilinmektedir.

Bu inançla propaganda, bilimsel yöntemler ile uygulanarak gelişen kitle iletişim araçlarından istifade eden bir araç olarak bir millî güç unsuruna dönüşmüştür. Kendi millî hedefleri doğrultusunda etkili propaganda yapamayan ve dost/ rakip/ düşman güçlerin propagandalarını etkisiz hale getiremeyen milletlerin millî hedeflerini gerçekleştirmeleri mümkün olmayacaktır.


***

Jean-Marie Domenach, “Tarih bir fikre gerçekten inananların daima diğer insanları da inandırma çareleri aradıklarını gösteriyor… Propagandanın özünde, millî hareketleri destekleyen hemen de biyolojik bir inanç mevcuttur. Propaganda kendine, gelişmesine ve geleceğine güvenen toplulukların tabiatından doğan bir faaliyettir” derken çok önemli bir gerçeğin altını çizmektedir.


***

Propagandanın hedefi, insanın aklı değil; ruhudur. Ve propagandanın temel hedefi de birey olarak insan değil, kitle içindeki insandır. Çünkü kitle içindeki insan, birey hâlindeki insandan daha kolay ikna ve sevk edilebilen bir ruh yapısına sahiptir. Kitle, sevk edilmesi kolay, propagandaya açık bir topluluk olarak, bireyden daha kolay “nasıl düşünmesi gerektiği değil, ne düşünmesi gerektiği” söylenebilen sosyal varlıktır.


***

Toplumsal psikolojiyi dikkate almayan bir propagandanın başarı şansı yoktur. Toplumsal psikolojide ölçü aydınlar değil, ortalama insandır. İkna edilmesi gereken odur. Ancak onun ikna sürecinde de iki fikir kategorisinin olduğu göz önünde tutulmalıdır. Bunlardan birisi adeta kişiliğini oluşturan derin inanışları diğer ise geçici, sathi, değişebilir, etkiye açık fikirleridir. Propagandanın ilk hedefi önce ikinci kategorideki düşünceleri hedef alarak değiştirmektir. Ancak propaganda her zaman burada kalmaz. Çoğu kez insanın kişiliğini oluşturan kategorideki fikir ve inançlarını da değiştirmeye çalışır. Bunu özellikle din ve ideoloji propagandaları hedefler.


***

Propaganda yaratıcı ve şaşırtıcı olmalıdır. Propaganda rakibin/ müşterinin/ seçmenin beklemediğini yapmalıdır. Propaganda sürprizlerle rakibin dengesini bozmayı hedeflemelidir.


***

Propagandanın Ana İlkeleri

1. Propaganda bir ana eksen fikri/ mesajı olmalıdır.
2. Propaganda merkezî planlanmalı, yerel uygulanmalıdır.
3. Propaganda profesyonel süreç olarak sürdürülmelidir.
4. Propaganda inanılır ve güvenilir olmalıdır.
5. Propaganda hedef toplumun kültürel yapısına uygun olmalıdır.
6. Propaganda onurlu/ olumlu bir önderi de bulunmalıdır.
7. Propaganda dikkati üzerine çekmelidir.
8. Propaganda sürekli olmalıdır.
9. Propaganda basit olmalıdır.
10. Propaganda bir ihtiyacı ortaya çıkarmalıdır.
11. Propaganda bir ihtiyaca cevap vermelidir.
12. Propaganda karşı tarafın propaganda stratejisini hedef almalıdır.


***

Kaynağına göre propaganda;

a) Beyaz Propaganda: Kaynağı açıkça belli olan ve resmen yapılan propagandadır. Propaganda konusu olarak ele alınan konu gerçektir.
b) Gri Propaganda: Kaynağı belli olmayan ve hedef toplumun yorumuna bırakılmış olan propaganda türüdür.
c) Kara Propaganda: Başka bir kaynağın adını kullanarak yapılan propaganda türüdür.


***

Gri ve kara propaganda yoluyla yürütülen propaganda çalışmalarına “gizli propaganda harekâtı” denir. Gizli propaganda harekâtı istihbarat servisleri tarafından yürütülür. Gizli propaganda harekâtında gizli servisler sızdıkları basın organlarını veya devşirdikleri gazetecileri etkili bir şekilde kullanırlar.


***

Gizli propaganda çalışmaları için iki başarılı örnekten biri; Romanya’da Çavuşesku rejimi devrilirken, morglardan alınan cesetlerin yollara konulması ve Çavuşesku’ya bağlı Securitat adlı istihbarat servisi tarafından yayılması olmuştur. Keza İngiliz petrol şirketlerinin faaliyette bulunduğu Kuzey Denizi’nde petrol atıklarının öldürdüğü bir kuşun filmini Saddam Hüseyin’in Basra Körfezi’ne bıraktığı petrolden ölen deniz kuşları diye dünya televizyonlarında göstermek bir başka gri propaganda çalışmasıdır.


***

Propagandanın üretiminde kullanılan belli başlı teknikler şunlardır:

a) Parlak ve genel anlamlı sözcük ve deyimlerin kullanılması,
b) Tanık gösterme,
c) Basitleştirme,
d) Halk adamı yaklaşımı,
e) Amaçlı seçim,
f) Kaçınılmaz zafer yöntemi,
g) İma yöntemi,
h) İsim takma,
i) Eğlendirme yöntemi


***

Mesaj, hedef toplumun orta yetenek ve kültür düzeyindeki kimseler tarafından kolayca anlaşılmalıdır. Bu noktada Türkiye’de akılda tutulması gereken husus, eğitim seviyesinin 4.sınıf olduğudur. Propagandanın ortalama entelektüel seviyesi bu ortalamanın çok üstünde olduğu taktirde propaganda başarısız olacaktır.


***

İnsanlar genellikle, kendi işleri dışındaki diğer uğraşların önemini kabul etmek istemezler. Bunun nedeni bilinçaltı özlemlerdir. Örneğin, “Modern sanat saçmalıktır.”, “Doktorlar hatalarını gömerler.”, “Tüccarlar avantadan para kazanırlar.”, “Avukatlar gösterişli sözlerle yasaları dejenere ederler.”, “Öğretmenler sekiz ay çalışır dört ay yatarlar.”, “Yargıçlar rüşvet alırlar.” Gibi cümleler kolayca taraftar bulabilir. Çünkü insanların bilinçaltındaki özlemleri, yapamadıkları veya bilmedikleri konuları küçük görme eğilimi yaratır.  Bu tür propaganda genellikle kışkırtıcı propaganda türünde kullanılır. Amaç, bir kısım insanı duyguları ile oynayarak hedef alınan gruba karşı kışkırtmaktır.


***

Halk adamı yaklaşımında göz önünde tutulması gereken önemli hususlar şunlardır:

1. Yerli dil, argo, deyim ve nükteleriyle birlikte doğru olarak kullanılmalıdır.
2. Uygun lehçe kullanılmalıdır. Telaffuz ve aksan uygunluğu çok önemlidir.
3. Yuvaya ve köye ait sözcük, konu ve semboller kullanılmalıdır. Bu sözcükler her yerde sempati uyandırır ve olumlu duygusal tepkiler yaratırlar.


***

Hedef toplumun ima yoluyla etkilenmesinde kullanılan bazı usuller şunlardır:

a) Belirli cevaplara götüren sorular sorma,
b) Mizah yoluyla ima etme,
c) Açık nedenler ileri sürerek ima etme,
d) İlişki kurma yoluyla ima etme,
e) Söylenti yoluyla ima etme,
f) Resim ve karikatürle ima etme,


***

Propaganda teknikleri ile birlikte ele alınması gereken husus propagandistin aklında tutması gereken dört aşamalı etkileme stratejisidir. Birinci aşama ön ikna süreci veya durumu kontrol altına almak ve vereceği mesajın olumlu olarak algılanması için ortamı hazırlamak şeklinde tanımlanabilir. (…) İkinci aşamada kaynağın güvenilirliği oluşturulur. Mesajı veren konuya ne kadar hâkim olduğunu ortaya koyar. (…) Üçüncü aşamada mesajı veren mesajı alanın dikkat, duygu ve düşüncelerini istediği noktaya yönlendirmelidir. Bu aşamada artık mesajı alanın kendi kendine verilen mesaj konusunda ikna etmesi zamanı gelmiştir. (…) Dördüncü aşamada artık mesajı alanın duyguları üzerinde yoğunlaşılır. Mesaj veren, mesajı alanda bir duygu uyandırır ve bu duygu ila baş etmenin yolunu sunarak, onu istediği gibi davranış biçimini yapmaya iter.


***

Propagandaya karşı koyma teknikleri:

1. Önleme teknikleri
2. Doğrudan doğruya çürütme
3. Dolaylı çürütme
4. Başka yöne satırda tekniği
5. Sessizlik 
6. Bağışıklık kazandırma/ aşılama tekniği
7. Kısıtlayıcı tedbirler
8. Konuyu önemsememek
9. Taklit edici aldatma


***

Bir milletin bütün kaynaklarını kullanarak ordusu ile diğer milletin ordusuna saldırmasının amacı; savaşın milleti/ orduyu karşıt olmaktan, etkili bir engel olmaktan çıkarmak, uyumlu ve bağımlı hale getirmek veya yok etmektir. Bu eyleme genellikle konvansiyonel veya nizami savaş denir. Ancak bir milletin düşman olarak gördüğü milleti karşıt güç olmaktan çıkarmak, uyumlu ve bağımlı hale getirmek hatta yok etmek için muhakkak ordusu ile saldırması, konvansiyonel bir savaş sürdürmesi şart değildir. Hasım gücün iradesini başka yöntemlerle eritmek, çürütmek, çözmek ve tahrip etmek mümkündür. Hasım gücün iradesine yönelik sürdürülen savaşa psikolojik savaş denir. 


***

Psikolojik savaşın tarihi muhtemelen savaşın tarihi kadar eskidir. Ve psikolojik savaş alanında devlet yöneticileri ve askerler yüzlerce yıl önce bugün hala imrenilen bir ustalık kazanmışlardır. Fiilleri bir psikolojik savaş taktiği olarak kullanan Kartacalı Hannibal ve Cesar dünya tarihinin gördüğü en önemli psikolojik savaş ustalarıdır. Cengiz Han dünya tarihinin en önemli psikolojik savaş dehasıdır denilebilir. Uyguladığı psikolojik savaş yöntemleri ile rakip orduları daha karşılaşmadan  yıldırmayı başarmıştır. 

Tarihteki en önemli psikolojik savaş araçlarından birisi genellikle bu açıdan bakılması da Köktürk kağanlarının diktiği Orhun - Yenisey veya Köktürk Abideleridir. Abidelerde Türk Millî kimliği, devletin misyonu ve tarihi,  devlete ve millete başta Çin olmak üzere yönelik tehditler ortaya konulmuş ve sonra alınması gereken önlemler izah edilmiştir. Sun Tzu, Savaş Sanatı adlı eserinde psikolojik savaşın temel aksiyonlarını ortaya koymuştur. Bir başka yazılı psikolojik savaş unsuru ise Machiavelli'nin "Hükümdar" adlı kitabıdır. Machiavelli, Hükümdar'da psikolojik savaşı iktidara gelme ve iktidarda kalmanın aracı olarak ele almıştır. 


***

21. yüzyıl psikolojik savaşın kazandığı imkân ve kabiliyetler düşünüldüğünde insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar bu savaş türünün etkin olacağını göstermektedir. Üstelik sadece zengin uluslar değil... Ucuz psikolojik savaş yöntemleri fakir uluslara hatta devlet dışı aktörlere de saldırı ve savunma anlamında başarılı psikolojik savaş uygulama imkânı vermektedir. 


***

Konvansiyonel savaşlar durur, ancak konvansiyonel savaş sırasında sürdürülen psikolojik savaş hiç kesilmeden barış ortamında da devam eder. Bu anlamda psikolojik savaş kesintisiz savaştır, barışı ve mütarekesi yoktur. 


***

Ulusların içinde oldukları askerî, politik, ekonomik ve kültürel mücadelede dayandıkları ulusal güçlerinin iki temel unsuru vardır. Bunlar sahip olunan maddî manevî değerlerdir. Millî gurur, devlet ve topluma karşı bireylerde yüksek sorumluluk duygusu, dayanışma, eğitim seviyesinin yüksekliği, devlete/ sisteme inancı ve bağlılığı, çalışkanlık, dürüstlük gibi özellikler bir ulusun manevî değerleridir. Maddî değerler ise sahip olunan bütün yer altı ve yer üstü kaynaklarıdır. 


***

Psikolojik savaş maddî unsurları değil, maddî unsurlarını kullanan manevî unsurları hedef alarak, maddî unsurların da hasım tarafından başarı ile kullanılmasını engeller. Psikolojik savaş ile hasmın zihni bulandırılır, şuur kaybına sevk edilir, menfaatlerini doğru tespit etmesi engellenir. Psikolojik savaş ile hasmın kendini savunma, düşmanını doğru tanımlama yetenekleri elinden alınmaya çalışılır. Psikolojik savaşı, kitlesel hipnotizma faaliyeti olarak nitelemek de mümkündür.


***

Psikolojik savaşın ne kadar önemli olduğunu bir Rus uzman, askerî araştırmalar dergisinde şöyle ifade etmiştir: “SSCB hiçbir savaşı kaybetmediği halde yenilmiştir. Çünkü politik ve askerî önderliği savaşın gerçek doğasını anlamamış, savaşı çok dar bir anlamda yorumlamış ve bunun neticesinde yaşamsal bir alan, Sovyet halkının psikolojisi güvence altına alınmamıştır. Bu hata SSCB’nin dağılmasına neden olmuştur.”


***

Düşman, kemdi sistemini en adil, en üstün, en demokratik ve en fazla refah getiren sistem olarak överken hedef aldığı ülkenin sistemini ise insanlık dışı, adil olmaktan uzak, antidemokratik ve halkı fakirliğe mâhkum edecek sistem olarak karalar. Hasım ülkenin yönetici sınıfı, karamsarlık ve teslimiyet duygusuna itilmeye çalışılır. Psikolojik savaş bir anlamda milletlerin ülküleri arasındaki savaştır. Ülküsünü yitirmiş millet veya psikolojik savaş neticesinde yanlış ülkü tespit ettirilmiş olan millet, psikolojik savaşı yitirmiştir. “Tefrika girmeden bir millete, düşman giremez. Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” mısralarının yazarı şair, psikolojik savaşın özünü kavramıştır.


***

(…) 2. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı bir dönemde Atatürk iki önemli psikolojik savaş hamlesi gerçekleştirmiştir. Bunlardan birisi, 1936’da Recep Peker’e yazarak Çanakkale muharebelerinin yıldönümünde okumasını istediği metinde Çanakkale muharebelerinde hayatlarını kaybeden İngiliz, Fransız, Avustralya ve Yeni Zellandalı annelere yönelttiği ve “Sizin evlatlarınız artık bizim evlatlarımız” şeklindeki mesajıdır. Böyle bir mesajı alan Batı kamuoyu ikinci kez evlatlarını Çanakkale önüne yığma konusunda oluşacak muhalefeti göz önünde tutmak zorunda kalacaklardır.

Atatürk’ün ikinci psikolojik harekâtı, yine 1936’da Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesidir. Böylece Atatürk, düşman psikolojik operasyon karargâhlarının elinde İstanbul’un “neden” işgal edilmesi gerektiği ile ilgili bir argümanı almayı hedeflemiştir.


***

Psikolojik savaşın özellikleri;

1. Psikolojik savaş, konvansiyonel savaştan farklı olarak belirgin bir cepheye veya cephelere sahip değildir. Psikolojik savaşta fethedilecek şehirler veya aşılacak nehirler de yoktur. Psikolojik savaşta her yer cephedir. Ancak modern psikolojik savaşta psikolojik harekâtlar, “etki merkezli operasyonlar” şeklinde “toplumsal sıklet merkezleri” diye nitelendirebileceğimiz sosyal kolonlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bundan dolayı, psikolojik savaşa karşı savunma saldırının kendisi gibi bütünsel bir nitelik taşırken, sıklet merkezlerinin savunulmasına özel bir önem verilmelidir.
2. Psikolojik savaş, konvansiyonel savaştan farklı olarak sona ermez, sadece şiddeti azalır ancak sürekli devam eder.
3. Psikolojik savaşta düşmanı üniformasından ve elindeki silahlardan tanımak mümkün değildir. Psikolojik savaşta düşman üniformasız hedef toplumla aynı dili kullanan ve bu dili ortalamanın çok üstünde iyi derecede kullanan kişilerden oluşur.
4. Psikolojik savaşta kullanılan silahlar öldürücü değil, beyinleri ve vicdanları ele geçirmeyi hedefleyen sözcükler, semboller, sloganlardan oluşan silahlardır.
5. Psikolojik savaşta zayiat hemen belirginleşmez, çünkü psikolojik savaşın verdiği zararın genellikle çok geç farkına varılır.
6. Psikolojik savaşta bu savaşın bombalarının hedefleri, askerî tesisler, köprüler, fabrikalar değil, bir milleti ayakta tutan temel manevi değerler ve özgüvenidir. Bir milletin özgüveni ağır bir yara alır veya yıkılır ise psikolojik savaş başarıya ulaşmış demektir.


***

Psikolojik savaşın sürdürülmesinin ilkeleri;

1. Psikolojik savaş bir uzmanlık konusudur ve uzmanları tarafından yürütülmelidir.
2. Psikolojik harekât uzmanlığı, disiplinler arası bir çalışma üzerine kuruludur. Bu disiplinler öncelikle psikoloji, sosyoloji, psikiyatri, siyaset bilimi, reklamcılık gibi disiplinler olmalıdır.
3. Başarılı bir psikolojik savaş ancak başarılı bir psikolojik savaş istihbaratı sonrasında gerçekleştirilebilir
4. Başarılı bir psikolojik savaşın yapılabilmesi, psikolojik savaşın hedeflerinin çok iyi tanımlanmasına, toplumsal/psikolojik sıklet merkezlerinin doğru tespit edilmesine bağlıdır.
5. Bu sıklet merkezlerine uygun araçlarla uygun psikolojik harekâtların yapılmasına bağlıdır.
6. Psikolojik savaşın süresi konusunda sabırlı olunmalıdır. En zor yenilen insan organı beyindir.
7. Psikolojik savaş devam ederken sürekli olarak hedeflere ulaşıp ulaşılmadığı konusunda değerlendirmeler yapılmalı ve gerekiyor ise yeni araç düzenlemelerine gidilmelidir.


***

NATO belgelerinde psikolojik harekâtın üç kademesi vardır. Bunlar, a) Stratejik psikolojik harekât, b) Operasyonel veya krize yanıt veren psikolojik harekât, c) Taktik veya muharebe psikolojik harekâtı. Stratejik psikolojik harekât, yüksek seviyede bir ülkenin bir başka ülkeyi hedefleyerek yaptığı uzun süreli, çok boyutlu harekâttır. Operasyonel veya krize yanıt veren psikolojik harekât konvansiyonel savaş dışındaki askerî çatışmalarda halkı kazanma operasyonudur. Taktik veya muharebe psikolojik harekâtı ise çatışma alanında düşman birliklerin çatışma iradesini kırmayı hedefler.


***

Selçuklu Ordusu’nun da muharebe öncesinde düşman orduları arasında yaptığı psikolojik harekâtın bir parçası, Selçukluların düşmanlarını yediği şeklindedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda nizami savaşta önde giden bir grup olarak “başıbozuklar” da belki örnek olabilir. Ürkütücü kıyafetleri, iri cüsseleri ve kontrol altına alınamaz duygusu yaratması ile başıbozuklar da karşı taraf üzerinde yıldırıcı bir etki yaratmıştır ve zaten bu düşünülerek başıbozuklar savaşta kullanılmıştır.


***

Türkçeye de tercüme edilerek yayınlanan Conan adlı çizgi romanda “Turanlılar iki nehrin üzerine inşa ettikleri barajlarla aşağı coğrafyada yaşayan hakları hem susuz bırakmakta hem de ezmekte, yok etmektedirler. Turanlılar ülkesinde minareler görülmektedir. Kötü, çirkin ve vahşi Turanlıları Batıdan yüce ve soylu bir beyaz, Conan gelerek yok eder”. 9-15 yaş grubuna hitap eden bir çizgi romanla Batı psikolojik operasyon karargâhları kendi gençlerinin kafalarına Türkü, İslâmı, Güneydoğu Anadolu Projesi’ni nefret edilecek şeyler olarak kazırlar. İlginç olan bu çizgi romanların Türkçeye tercüme edilerek Türk çocuklarına okutulmasıdır.


***

PKK dökümanında şöyle denmektedir: “Psikolojik savaş; düşman güçler tarafından karşılıklı olarak yürütülen ve moral bozukluğu, şaşkınlık, panik ve bozgun yaratmayı hedefleyen bir savaş biçimidir. Gelişigüzel ve her zaman değil, uygun zaman ve ortamlarda gerek düşman gücü, gerekse de kendi gücümüz hakkında, içinde gerçekleri de taşıyan propagandalar çeşitli yöntemlerle yaygınlaştırıldığında ve diğer psikolojik savaş yöntemleri geliştirildiğinde amacımız doğrultusunda olumlu sonuçlar alınacaktır. Bunun için;

a. Daha çok kitleler aracılığıyla, içinde gerçekleri de taşıyan ve düşmanı manevi alanda çökertmeyi hedefleyen propagandalar yayılmalıdır.
b. Sahte eylem ya da faaliyet planları hazırlayarak düşmanın eline geçmesi sağlanmalıdır.
c. Ulaşma olanaklarımızın çok zor olduğu ajan ve işbirlikçilerin isim listelerini hazırlayarak ellerine geçmeleri sağlanmalıdır.
d. Bizim tarafımızdan açığa çıkarılan ve etkisizleştirilen ajan ve işbirlikçiler aracılığıyla düşmana yanlış bilgiler aktarılmalıdır.
e. Açığa çıkarılan ve yargılanması yapılan düşman ajanlarının itirafları yayınlanmalıdır.
f. Düşman askerî ve siyasi yöneticileri, zayıflıkları tespit edilerek ve tehdit yoluyla sürekli baskı altında tutulmalıdır.
g. Düşmanın güvenlik güçleri içinde bulunan Kürt kökenli ögeler aracılığıyla güvensizlik, inançsızlık, cesaretsizlik yayma gibi amaçları hedefleyen propagandaların yapılması sağlanmalıdır.
h. Düşman güçlerine hitap eden bildiriler dağıtılmalı ve pullamalar yapılmalıdır.
i. Düşman güçleri içinde örgütlü olduğumuz imajı yayılmalıdır.
j. Gerçekleştirilen eylemlerden bazıları henüz kurulmamış birlikler ve komutanlıklar adına üstlenilmelidir.
k. Kitleler aracılığıyla gücümüz hakkında abartılı haberler yayılmalıdır.
l. Psikolojik savaş yürütülürken kitlelerin mücadelemize olan inanç ve güvenlerinin zayıflamasını getirecek haberleri yaymaktan kaçınılmalıdır.
m. Düşman psikolojik savaşı hakkında kitleler bilinçlendirilmelidir.

PKK’nın daha sonraki senelerde taktik psikolojik savaşı, örgüte destek veren ülkelerin düşman genelkurmay başkanlıkları ve istihbarat sevişlerinin desteği ile etkili bir stratejik psikolojik savaş zeminine yükselmiştir.

PKK’nın sürdürdüğü psikolojik savaşın çok önemli bir ayağını da şüphesiz etnik çatışma/ ayrışma zeminini beslemek adına yapılan mağduriyet psikolojisinin beslenmesi oluşturmaktadır.


***

Seçilmiş travmanın temelinde “mağduriyet psikolojisi” vardır. Zaten var olan, dönemin Başbakanı Celal Bayar’ın 1936’da hazırladığı Şark Raporu’nda “bölge insanı kendini dışlanmış hissediyor” şeklinde ifade ettiği bu psikoloji, PKK tarafından ustaca beslenmiştir. “Mağduriyet psikolojisi”nin özünde bölge insanına, bölgedeki bütün olumsuzlukların temelinde yani bölgenin geri kalmışlığının, bölgede yaşanan çatışmaların ve akla gelebilecek her türlü olumsuzluğun temelinde “bizim Kürt olmamız yatıyor” düşüncesi yatmaktadır. Mustafa Akyol, Kürtçülükteki mağduriyet yaklaşımının Hitler’in ileri sürdüğü Yahudi komplosu tezinden esinlendiğini Kürtçü ideolog Mehrdad İzady’in belirttiğini kaydetmektedir.


***

Bu mağduriyet psikolojisi etrafında PKK, Türk’ten nefret eden, başına gelen her kötü şeyin sorumlusu olarak Türk’ü gören bir ırkçı Kürt kimliği oluşturmaya çalışmaktadır. Murat Belge bu mağduriyet psikolojisini yakalamış görünmektedir.  Belge şöyle diyor: “Kimi zaman da kendini haksızlığa uğramış gören azınlığın ideolojisi yatıyor sorunun temelinde. Ve belirli durumlarda –bunu birçok somut örneği var- haksızlığa uğradığını iddia eden azınlığın ya da onun adına hareket edenlerin ideolojisi, ‘egemen çoğunluğun’ ideolojisinden daha dar, daha baskıcı, kısacası daha ‘antidemokratik’ olabiliyor.


***

Mağduriyet psikolojisinin önemli bir işlevi de PKK için “mazuriyet psikolojisine” daha farklı bir ifade ile PKK’yı mazur göstermeye el vermesidir. “Evet, PKK terör eylemleri yapmaktadır ama bunun nedeni Kürtlerin Türkler tarafından Kürt oldukları için ezilmesidir” söylemi açık kapalı Kürtçü siyasetçiler tarafından yıllardan bu yana kullanılmıştır.


***

Psikolojik savaş/ operasyonda verilen mesajlar değişik nitelikler taşıyabilirler. Bir bölge halkının bulunduğu ülkeye sadakatini azaltmaya yönelik mesajlar verebilir. Bir dış politik eylem öncesinde kamuoyu oluşturmak için politikalar uygulanabilir. Halkın kendisine ve devlete güvenini azaltmak için psikolojik operasyonlar yapılabilir. Psikolojik savaşta uygulanan bir teknik de bir ülkenin karar alıcılarını çaresizliğe sevk ederek kendilerini çaresiz, zayıf ve mağlûp hissettirmektir. Bu durumda ülke kaçınılmaz olarak bir gerileme, dağılma sürecine girecek, halkın devlete güveni ortadan kalkacaktır. 

Psikolojik harekâtta en önemli saldırı noktalarından birisi toplumu bir arada tutan kavramlardır. Kavramlar toplumları milletleştiren, onları biyolojik yığınlar olmaktan kurtarıp tasada, kıvançta, sevinçte bir araya getiren bağları çözerek, milleti yığınlaştırarak çözme girişimidir.


***

Psikolojik savunmada kullanılan temel ilkeler;

1. Devletin varlığı, milletin ve vatanın bütünlüğü, anayasal düzenin varlığının savunulması,
2. Millî menfaatlerin tanımlanmasına imkân vermeyecek düşman psikolojik operasyonlarının etkisiz kılınması,
3. Ülkenin izlediği millî hedeflerin belirsizleşmesi ve/veya yok edilmesinin engellenmesi,
4. Yurttaşların millî hedeflere bağlılığını ortadan kaldırmayı hedefleyen düşman psikolojik operasyonlarının yok edilmesi için çalışılmalıdır.
5. Olaylar, uzmanlara tahlil ettirilerek halkın sürekli doğru bilgilendirilmesi için çalışılmalıdır.


***

Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde alınan kararlar ile Türkiye kendi eli ile psikolojik savaş yeteneklerini ortadan kaldırmıştır. Millî Güvenlik Kurulu Toplumla İlişkiler Merkezi’nin dağıtılması çok vahim bir süreci tetiklemiştir. Psikolojik savaş sürecinin İçişleri Bakanlığı’na verilmesi ve valiler/ kaymakamlar aracılığı ile yapılmasının öngörülmesi zaten sıkıntıları olan psikolojik savaş sürecini tamamen zaafa sokmuştur. Oysa Türkiye gibi 25 yıldır düşük yoğunluklu çatışma sürecinden geçen ve sürekli psikolojik savaş saldırılarına maruz kalan bir ülkenin çok daha etkili bir psikolojik savaş anlayış ve mekanizmasına ihtiyaç vardır.

Bu yanlışı yani Türkiye’nin psikolojik savaş kapasitesinin tasfiye edilmesini ikinci yanlış olarak Kamu Diplomasisi Kurumunun kurulması izlenmiştir. Nedir Kamu Diplomasisi? Bu kavram İngilizce olan Public Diplomacy kavramının Türkçeye tercümesidir ve İngilizcede de 2000’li yıllarda kullanılmaya başlanmıştır. Kamu Diplomasisi, psikolojik savaşın yeni ve Amerikalıların halklara karşı sürdürülen bölümünün adıdır. Orduları, istihbarat servislerine ve devlet kurumlarına yönelik operasyonlar için hâlâ psikolojik savaş kavramı kullanılmaktadır.


***

İstihbaratın, karşı tarafın niyet ve kapasitelerini öngörme ve öğrenmenin ötesine geçip karşı tarafın eylemlerinin yönünü belirleme hedefine yönelmesi, yeni bir tür istihbarat çalışması gerektirir. Psikolojik savaşın bir parçası olan bu tür çalışmalara örtülü operasyon denilebilir. Örtülü operasyonlar öyle planlanır ve gerçekleştirilir ki destekleyicisi, gerektiğinde gayet ikna edici bir şekilde inkâr edebilir.


***

Örtülü operasyonlar, istihbarat altyapısı ve kapasitelerini, yabancı hükümetleri, olayları, örgütleri ve kişileri örtülü operasyonu düzenleyen ülkenin dış politik hedefleri doğrultusunda etkilemek için kullanılarak yapılan faaliyetlerdir. İngiliz istihbarat literatüründe, “özel politik eylem”, Rus istihbarat literatüründe, “etkin önlem” diye adlandırılan örtülü operasyonlar kültürel faaliyetlerden bir ülke içinde düzenlenen sabotaj ve suikastlere kadar geniş bir alana yayılırlar. Konvansiyonel olmayan savaş, gerilla savaşında olduğu gibi, örtülü veya gizli diğer doğrudan saldırı operasyonları ile dolaylı, yıkıcı eylemleri, sabotaj, uyuşturucu kaçakçılığının desteklenmesi, mafyanın desteklenmesi ve istihbarat faaliyetlerini kapsar.


***

Savaş, geniş kapsamlı, eksiksiz tanım ve uygulaması ile iki ordunun karşılaşması ve çatışma ile sınırlı değildir. Savaş, devletlerin rakip veya dost devletlere her türlü güç uygulaması sonucunda iradelerini kabul ettirme mücadelesidir. Orduların kullanılması, geniş kapsamlı savaşın sadece bir aşamasını oluşturur. Ancak geniş kapsamlı savaşın ustaca yönetilmesi, son aşamaya, silahlı çatışma aşamasına gerek bırakmayabilir. Etkili bir örtülü savaş, psikolojik-ideolojik saldırı, hedef alınan ülkeye silahlı kuvvetleri kullanmadan, sıcak savaş durumu yaratmadan yerleşmeyi, davetli gibi girmeyi sağlar.


***

Hedef alınan milletin birliğini, ahlâkını, moral gücünü, sağlığını, iç dayanışmasını, iş disiplinini, düzenli aile hayatını, öz değerlerine saygı ve bağlılığını, genç nesillerin nitelikli eğitim ve gelişimini zedeleyen; toplumu kötü alışkanlıklara, çalışmadan, üretmeden parazit yaşamaya, lüks tüketime, tembelliğe özendiren; hedonizmi, eşcinselliği, fuhuşu, kumarı, talih oyunlarını, içki kumar oyunlarını teşvik eden; devleti ve görevlilerini, millî savunma hizmetlerini, askerliği, yurttaşlık görevlerini aşağılayan psikolojik savaş faaliyetleri dolaylı ya da doğrudan psikolojik savaşın bir parçasıdır.

Örtülü operasyon teknikleri çok boyutludur. Örneğin, örgütlü seks ve fuhuş bunlardan birisidir. Türk gücünün Anadolu içinde hızla ilerlemesi karşısında çaresiz kalan Bizans’ın, Hassan Sabbah’ın katiller ve suikastçiler ordusunu ayakta tutmak için oluşturduğu sahte cennete binlerce sahte huri sağladığı bilinmektedir. Bu Hassan Sabbah çetesi Nizam-ül Mülk’ü bir suikast ile şehit etmeyi başarmıştır. Bu suikastten 30 gün sonra Büyük Selçuklu Sultanı Melik Şah da Hassan Sabbah çetesinin karıştığı ileri sürülen bir suikast ile zehirlenerek öldürülmüştür. Bu iki suikast ile 15 milyon kilometrekareye yayılan Büyük Selçuklu İmparatorluğu bir kaosa girmiş ve yıkılışa sürüklenmiştir.


***

Ülkemize karşı 19. yüzyıl başında uygulanan bir Yunan örtülü operasyonu oldukça çarpıcıdır. 1897 Türk Yunan savaşında ağır bir yenilgiye uğrayan Yunan Genel Kurmay Başkanlığı, Türk Ordusu’na karşı bir biyolojik savaş sürdürmek amacı ile Yunan istihbaratına İstanbul’da Galata ve civarında frengili Rum fahişelerin çalıştırıldığı genelevler kurdurmuştur. Bu genelevlerde çalışan fahişeler yıllarca Anadolu’dan ve özellikle Kuzey Batı Anadolu’dan İstanbul’a çalışmak üzere gelen genç erkeklere hastalık bulaştırmışlardır. Fuhuş parasının Yunanistan’a aktarıldığı çok sonra tespit edilmiş, bir Rum fahişe millî görev olarak 3000 Türk’e frengi bulaştırdığını ifade etmiştir.


***

Psikolojik operasyonları başarıya ulaştıran faktörlerden birisi de psikolojik operasyona muhatap olan kişi, kuruluş veya toplumun sağlam, iç tutarlılığı olan bir fikre, inanca sahip olmamasıdır. Bu durumda, operasyonun başarıya ulaşması daha kolay olur. Fikir ve inanç kalıpları boş olan kişi, kurum veya topluma daha kolay aşılama yapılır.


***

Türkiye’nin 1974 Barış Harekâtı sonrasında Kıbrıs’ta oluşturduğu düzen Batı ülkeleri tarafından bir Hristiyan ülkenin topraklarının bir kısmının Müslüman Türkler tarafından işgal altında tutulması olarak anlaşılmış ve sona erdirilmek için çalışılmıştır. Bu amaçla 1974 sonrasında Batı dünyasının gerçekleşen birçok girişimi Türkiye ve Denktaş siyaset bloğunun ortak karşı çıkışı ile başarısızlığa uğratılmıştır.

3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra AKP’nin iktidara gelişi ile bu blokun Türkiye ayağı kırılmıştır. AKP hükümeti, “40 yıllık sonuçsuz politikalardan” vazgeçtiğini açıklayarak, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı yalnız bırakmıştır. Böylece Annan Planı örtülü operasyonunun kökleri 1990’lı yıllara geri gitmektedir. Aşağıda bu örtülü operasyon, uygulanan psikolojik harekâtlar çerçevesinde analitik bir şekilde incelenecektir.

Rumların kurduğu Kıbrıs Komünist Partisi AKEL’in Türk mensuplarının partisi olan Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin 1990’lı yıllarda KKTC’de hükümete ortak olması ve Eğitim Bakanlığını alması sonucunda Türk okullarında tarih derslerinden Rum katliam ve politikaları sistemli olarak çıkarılmaya başlanmıştır. Böylece Kıbrıslı Türk çocukların tarih hafızası silinmeye çalışılmıştır. Bu süreçte CTP/AKEL yanlısı birçok öğretmen çok olumsuz işlev üstlenmiştir. (Gençliğe yönelik geçmişi unutturucu psikolojik hareket) 

1974 sonrasında Türk-Rum görüşmelerinin devam etmesi Kıbrıs Türklerinin “geleceği belirsiz sürekli zihni göçebe” bir toplum olmasına yol açmıştır. Bir gün Rumlarla bir anlaşma yapılacak ve onlarca seneden bu yana içinde yaşamasına rağmen “koçanı” (tapusu) kendisinde olmadığı için evinden çıkarılarak başka bir yere yerleşmeye zorlanacaktır. Bu ne kadar geç olursa gelecek o kadar belirsiz olmaya devam edecektir. Bundan dolayı aslında Rumlarla birlikte yaşamaya gönüllü olmayan ve Annan Planı’nı kabullenmeyen birçok Kıbrıs Türkü Annan Planı’na “evet” demiştir. (Toplumu huzursuzluğa sevk eden/ huzursuzluğu güçlendiren psikolojik harekât)

Kıbrıs Türk toplumu esas itibarı ile özellikle de Türkiye ile karşılaştırılınca refah düzeyinin yüksek olduğu bir toplumdur. 263 bin nüfusa 217 bin aracın düştüğü bir toplumun gelir seviyesinin düşük olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Ancak Rus kara parası, Avrupa fonları ve turizm gelirleri ile beslenen Kıbrıs Rum kesiminde gelir seviyesi KKTC’nin üstündedir. “Geleceği belirsiz sürekli zihni göçebe” topluma karşı, sürekli AB’ye girince “sizde Rumlar kadar zengin olacaksınız” propagandası yapılmıştır. (Topluma daha iyi gelecek vadeden psikolojik hareket)

Türkiye’de AKP’nin iktidara gelme sürecinde Kıbrıs Rum kesimi ile şahsi menfaatleri olan bir BM temsilcisi Türk toplumunun önüne gelecek olan Anan Planı’nı Rum kesimi ile beraber hazırlamış, plan ile ilgili onaylarını almış ve plan bundan sonra açıklanmıştır. (Örtülü operasyon)

Planın açıklanması için Cumhurbaşkanı Denktaş’ın New York’ta kalp ameliyatı geçirdiği dönem seçilmiş ve Kıbrıs Türk kesimi siyasal bir şoka maruz bırakılmıştır. (Psikolojik operasyon)

Annan Planı’nın varlığının açıklanması ile birlikte Türk ve dünya basınında planın sorgusuz sualsiz bir propagandasını hedefleyen psikolojik harekât başlamıştır. Daha planın içeriği gizli iken Türk televizyonlarında planı okumamış akademisyenler planın içeriğinin ne kadar adil ve kabul edilebilir olduğunu anlatmaya başlamışlardır. (Basın-yayın psikolojik harekâtı)

Cumhurbaşkanı Denktaş’ın hastanede iken yaptığı ve Annan Planı’nın birinci versiyonunu reddeden açıklamalarından sonra ABD merkezli olarak Denktaş ile ilgili olarak “Mr. No” lâkabı ile psikolojik harekât başlamış, Denktaş herkesin arzu ettiği barışın önündeki tek engel olarak gösterilmeye başlanmıştır. (Kişiye yönelik psikolojik harekât)

Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye dönmeye razı olan Türkiye’den göçmen Türklere büyük ekonomik yardımlar yapacağı propagandası yapılmıştır. (Şaiya psikolojik operasyon)

Turuncu Devrim diye anılan ve yukarıda da kısaca değindiğimiz ilk provası KKTC’de yapılmış, başlarını öğretmen sendikalarının çektiği on binlerce öğrenci ve AB merkezli sivil toplum örgütleri sokağa dökülmüş, “Yes be anacığım” sloganı ile psikolojik harekât yeni bir aşamaya taşınmıştır. (Siyasal iktidarı ve kitleleri etkilemeye yönelik, yandaş kitleleri mobilize etmeye yönelik psikolojik harekât)


***

İnsanlık tarihinin çok büyük bir bölümünde gerçekleşen “Birinci Dalga” savaşlar toprak elde etmek için yapılmıştır. 19. yüzyıl savaşlarının ancak yüzyılın sonuna denk düşenleri ve 20. yüzyıl savaşları “İkinci Dalga” savaşlarıdır ve amaçları, ekonomik kapasiteleri kontroldür. 20. Yüzyılın sonuna ve 21. Yüzyılın başında gelmekte olan “Üçüncü Dalga” savaşta ise amaç, bilginin kontrolüne yöneliktir. Bilgi üzerinde hâkimiyet için verilen savaşa ise “enformasyon savaşı” denilmektedir.


***

Enformasyon savaşı bilgisayar ve bilgisayar ağları üzerinde gerçekleştirilen savaşlardan daha fazla şeyi ifade eder. Irak Savaşı’nı anlatan Org. Wesley K. Clark, savaş öncesi yaptıkları, yanlış bilgi yayma, düşman haberleşmesini dinleme, madya üzerinden yapılan psikolojik operasyonlar, Iraklı liderlere e-posta yollama ve doğrudan görüşmeleri, 500 civarında iliştirilmiş gazeteciyi de Irak Ordusu’nun komuta-kontrol sistemlerine müdahale gibi, enformasyon savaşı kapsamında değerlendirmiştir.

Enformasyon savaşının örneklerinden birisi de 2008 Ağustos’unda Rusya ile Gürcistan arasındaki savaş sırasında gerçekleşmiştir. Gürcü Ordusu 8 Ağustos’ta Güney Osetya’yı bombalarken, Güney Osetya’daki bütün internet siteleri de bir siber saldırı ile kapatılmıştır. Bunu Rus internet gazetelerine yönelik bir ikinci siber saldırı izlemiştir. Ruslar bu saldırıya Gürcü devlet sitelerine aynı anda 500 merkezden yaptıkları karşı saldırı ile cevap vermişlerdir. Gürcüler ilk saldırı yapan adreslere yönelik önlem alınca başka adresler üzerinden ikinci Rus saldırı dalgası başlamıştır.


***

Sivil enformasyon savaşı hedef toplumun/grubun “algı sistemini yönetmek” amacı ile yapılan enformasyon savaşıdır. Diğer ifadeyle bir toplumun/grubun nasıl düşünmesi, hissetmesi, duyumsaması, karar vermesi isteniyor ise bu sonucu ortaya çıkarmak gayesi ile insan akıl ve vicdanına karşı onun algılama sistemini ele geçirerek yönlendirmek amacı ile sürdürülen savaşa sivil enformasyon savaşı adı verilir.


***

İnsan zihninin manipülasyona muhatap olması bir çeşit fetih gibidir. Çarpıtma/manipülasyon, dış güçlerin ya da toplumda etkin ve seçkin grupların kitleleri kendi amaçları doğrultusunda biçimlendirmesinin araçlarından birisidir. Çarpıtma yöntemi ile bilgi anlamı, gerçek içeriği dışında bir başka zemine kaydırılır. Gerçekleşen bir hadise, söylenmiş bir söz vardır. Bu veri çarpıtma eylemini bilinçli olarak gerçekleştirenler tarafından gerçek içeriğinden koparılarak kendi amaçları için ve ona uygun bir anlam yüklenerek bilgi evrenine sokulur. P. Freire göre çarpıtma; bir bilgiyi, bir veriyi, anlamı, bir haberi gerçek içeriği dışında bir alana kaydırma, yeni bir içerik giydirme faaliyetidir. Çarpıtma yönteminin diğer bir boyutu; farklı sosyal programları, etkinlikleri devre dışı bırakmak için bazı kişileri ve öncüler için gerçek dışı etiketler üretmek, övücü mitler geliştirmek, insanların uyanmasını ve gerçekleri fark etmesini önlemektir.

***

Algı yönetiminin önemli unsurlarından birisi olan yalan bilgi ve haber üretme çift yönlü işletilen bir süreçtir. Birinci yönü: yanlış bilgi vermek, mevcut durumu abartmak ya da tam tersine küçültmek, yokmuş gibi göstermektir. Bu yönlendirme biçimi yanlı bir gerçekliğe ihtiyaç duyar. Yanlış bilgiyle yönlendirmenin ve yönetmenin sürdürme imkânını veren kavram çoğu kez tarafsızlıktır. Kendi amaçlarını gerçekleştirmeye dönük olarak zihinleri yönetmek için tarafsız olduğunu, siyaset üstü durduğunu/ siyasete karışmadığını telkin etmesi ve inandırması gerekir. İkinci yüzü: Hiçbir gerçekliği yani hiçbir varlığı olmayan haber/bilgi üretmedir ki bunu adı yalan haberdir. Günümüzde yalan haber, zaman-mekânı kenetleyen iletişim ağlarıyla servis edilmekte ve “iktidar alanı” genişletilmektedir.


***

Stratejik enformasyon savaşının özellikleri R. C. Molander ve Andrew S. Riddle tarafından yedi ana başlık altında ele alınmıştır. a) Stratejik enformasyon savaşının temel araçları olan bilgi teknolojilerinin maliyeti düşüktür. b) Stratejik enformasyon savaşında geleneksel sınırlar geçerli değildir. c) Stratejik enformasyon savaşında devlet dışı unsurların da savaş alanında yeri ve işlevi vardır. d) Stratejik enformasyon savaşı yeni stratejik istihbarat modellerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. e) Stratejik enformasyon savaşında taktik düzeydeki ikazların/hücumların anlaşılması çok zordur. Saldırının arkasında kimin olduğunu bilmek imkânsızdır. f) Stratejik enformasyon savaşında tarafların birbirlerinden bilgi gizlemesinden dolayı ittifak oluşturmak zordur.


***

İnsanların Algılarını yönetmek tarih boyunca yönetici elitlerin, din adamlarının, komutanların genel amacı olmuştur. Çünkü algıları yönetenler insanları istedikleri gibi daha kolay ve zahmetsiz yöneteceklerini bilirler. Algıları yönetenler “dostlarını” algılarını yöneterek daha kolay yöneteceklerini bildikleri gibi düşmanlarını da daha kolay yeneceklerini bilmişlerdir. Yani algı yönetimi dostları yönetmek düşmanı ise yenmek için gerekli, hatta vazgeçilmezdir. Algı yönetimini gerçekleştirebilmek için ise geliştirilen teknikler, anlayışlar, yöntemler tarih içinde gittikçe gelişmiştir. Yöneticiler algı yönetimi tekniklerini mükemmelleştirmek için çalışmışlardır ve çalışmaktadırlar. Propaganda, reklam, psikolojik savaş, örtülü operasyon ve nihayet en gelişmiş şekli ile enformasyon savaşı algı yönetiminde katedilen mesafeyi göstermektedir. Ancak algı yönetimi hiçbir zaman mükemmel olmayacaktır, çünkü rakibi “insan beyni”dir. İnsan beyni vücudun en sert ve en güçlü organıdır, sürekli gelişmektedir.


.