POLİTİKA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
POLİTİKA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2018 Çarşamba

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 2


WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 2



   Beyanatların ötesine geçen Türkiye, yeni rolüne uygun somut adımlar da atmaktadır. 

Örneğin; 

1-Bölge devletleri ile ticari ilişkilerini yeniden geliştirmek için, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı düzeyinde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmektedir. 
Bu amaçla Türkiye, Devlet Bakanlığı bünyesinde somut adımlar atmaya hazırlanmaktadır. 

2-Türkiye, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde "Transit Petrol Boru Hatları Daire Başkanlığı" ile "Transit Petrol Boru Hatları Kurulu" oluşturmuştur ve Bakü-Ceyhan Boru hattı projesinin hayata geçirilmesi için siyasi ve diplomatik temaslarda bulunmaktadır. 

3-Harp Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı "Deniz Harekat Ortamına Yönelik Gelişmeler ve Deniz Kuvvetleri’nin Özellikleri" adlı rapora göre, Türkiye, 21. yüzyıldaki milli çıkarlarını Basra Körfezi’nden Atlas Okyanusu’na kadar genişletmelidir. Raporda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, 21. yüzyılda, şu sorunlar ile meşgul olması istenmektedir: Bölgesel sorunlar, hukuk dışı davranan 
ülkeler ile mücadele, çevre, su, petrol, etnik hizipler ve anlaşmazlıklar, ve terörizm gibi. Raporda ayrıca belirsizlik ve istikrarsızlık sonucu bölgesel çatışmaların arttığı ifade edilerek, gelecek yıllarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin alçak yoğunluklu çatışmalara yönelik askeri harekat kabiliyetinin arttırılması gerektiği belirtilmektedir.20 Bu çerçevede Türkiye askeri harcamalarını 
arttırmakta ve 1000 tank alımı ihalesini gerçekleştirmektedir.21 

Erro-2 anti füze sistemleri ile 145 saldırı helikopteri alacaktır. Diğer bir ifadeyle Türkiye 2000 yılında 7.61 milyar dolar askeri harcamada bulunacak ve askeri kuvvetleri modernleştirme programı çerçevesinde önümüzdeki 30 yıl içerisinde 150 milyar dolar askeri harcama yapmayı planlamaktadır.22 

4- Amerikan desteğinde hareket eden Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile siyasi istişareler bazında "Altılı bir Pakt" kurma girişiminde bulunmuştur.23 AGİT bünyesinde kurulması teklif edilen Pakta, diğer devletlerde dahil olabilecektir. Yine de Türkiye bu teklifiyle bir yandan Rusya’ya durması gereken nokta konusunda imada bulunmuş, öte yandan da resmen Güney Kafkas devletlerinin güvenliğine kefil olduğunu deklere etmiştir.24 

5- Rusya’nın Amerikan Planı’na Bakışı ve Putin’in Hesapları 

1995 seçimlerinden sonra Rus siyasi hayatında etkili konuma gelen aşırı milliyetçi ve komünist gruplar, Amerika tarafından empoze edilmeye 
çalışılan ve kendilerini Orta Asya steplerinden uzaklaştıracak bu plana hiç bir zaman olumlu yaklaşmadılar. Bu yöneticilere göre, Rusya hala dünya siyasetinde belli bir etki gücüne sahip ülkedir ve aslında Batı , Rusya’yı "kendi etki sahasından uzaklaştırarak", zayıflatmak istemektedir. 
Bu nedenle, bu gruplara göre, Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında, Orta Asya ve Kafkas devletlerini, kendi hegemonyası altında yeniden biraraya getirmeli ve karşı-stratejik ittifaklar zinciri oluşturarak, ABD ve Batılı devletleri dizginlemelidir.25 

1991 yılında uygulamaya konan pazar ekonomisi anlayışından zarar gören ve fakirlik sınırının çok altında yaşamaya mahkum edilen Rus halkı da Avrasyacı olarak adlandırılan ve yayılmacı emeller güden bu grupların politikalarını desteklemektedir. 

Bu desteği arkasına alan Rus yöneticiler zaman içerisinde giderek sertleşme eğilimi göstermiş ve Batı’nın politikalarına ve NATO’nun genişlemesine karşı bölge devletleri ile askeri ve siyasi sahalarda işbirliği anlaşmaları imzalamaya çalışmış, Hindistan, İran ve Çin yönetimiyle karşı ittifak için stratejik işbirliği içine girmeye gayret göstermiştir.26 Hatta eski Devlet Başkanı Boris Yeltsin , Batı’ya karşı nükleer silah tehdidini de savurmuştur.27 

Ailevi sebepler sonucu istifaya zorlanan Yeltsin’den sonra başa geçen ve ülke kaderinde önümüzdeki yıllarda Devlet Başkanı sıfatıyla resmen söz sahibi olmaya hazırlanan Vladimir Putin, diğer bir ifadeyle Tilki Putin, Yeltsin’den bir adım öteye geçerek, halkın istekleri paralelinde yeni bir dünya düzeni için kollarını sıvamıştır. Bizim görüşümüze göre, Tilki Putin Hasta Yeltsin’den daha tehlikelidir. 
Çünkü 
Putin genç olmanın verdiği dinanizmi kullanarak ve arkasına "Rus Oligarklarının" desteğini alarak, daha radikal ve kararlı adımlar atmaktadır. Yine de Putin uzun vadeli stratejisini oluştururken, aşağıda ifade edilen iki gerçeği daima gözönünde bulundurmaktadır. 

1-Rusya ekonomik açıdan zayıftır. Hatta ihracaat gelirlerinin yüzde 80’inini oluşturan petrol ve doğal gaz kaynaklarının işletilmesi için acilen 90 ila 130 milyar dolarlık yatırım gerekmektedir. Ülke genelinde ekonomik ve sosyal şartlar ağır ve halk fakirlik sınırının çok altında ezilmektedir.28 O nedenle Batılı devletlerin finansal desteğine ve yüksek teknolojisine Rusya muhtaçtır. Öte yandan halk tamamiyle serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı bir ekonomik sisteme de alışık değildir. Bu nedenle devletin kontrolünün hala devam ettiği bir ekonomik sistem içerisinde, Batı ile ticari ve ekonomik ilişkiler arttırılmalıdır. 

2-Halkın ve ağırlıklı olarak siyasetçilerin özlem duyduğu nokta "Rusya Federasyonu’nun eskiye dönüşüdür". Rusya Batılı’ların ve özellikle Amerikan yönetiminin empoze etmeye çalıştığı yeni rolü kabul edemez. Rusya güçlüdür ve kendi etki sahasıyla birlikte, Batı’yla eşit seviyeye gelmelidir. 

Bu iki noktanın çizdiği sınırlar içerisinde uzun vadeli stratejisini oluşturan Putin’in kafasındaki yeni dünya düzeni bizce şöyledir: 

Putin bir yandan Batılı devletler ve uluslararası finans kuruluşları ile ticari, finansal ve ekonomik sahalarda işbirliğini arttıracak ve devlet kontrolünün devam ettiği "liberal ekonomi anlayışını" kendi ülkesine yerleştirecektir. Bu amaçla Rusya Devlet Başkanı, Amerikan Devlet Başkanı’na işbirliğine hazır olduklarını ve Batı’yla ticari ilişkilerini sürdüreceklerini ifade etmiştir.29 Böylece Rusya mevcut ekonomik ve sosyal sıkıntılarını, Batı’nın desteğiyle aşacaktır. 

Diğer yandan ise Putin eski Sovyetler Birliğini canlandıracak ve ABD’yi dizginleyecek girişimlerine de ağırlık vermektedir. Bunu içinde Putin iki yol izlemektedir: İç ve Dış. 

İç yollar konusunda, Putin öncelikle Çeçenistan üzerine tam hakimiyetini kurmaya çalışmaktadır ve böylece ülkesinin karşı karşıya kaldığı yeniden dağılma tehlikesini ortadan kaldırmaya gayret etmektedir. Çünkü Çeçenler karşısında yenilgiye uğrayan ve bu nedenle bu devletin bağımsızlığını onaylayan Rusya, Çeçenistan ile aynı özelliklere sahip 19 Cumhuriyetinde harekete geçmesi halinde topraklarının %28’sini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.30 Bu durum Rusya’nın yeniden dağılması ve toprak açısından daha kuzeye çekilmesi anlamına gelmektedir. 

Daha kuzeye çekilmeye zorlanan Rusya, Hazar havzasından tümüyle uzaklaşmış olacaktı. Bu durumda Güney Kafkaslar’daki Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan, Rus baskısından kurtularak Batı’yla ilişkilerini arttırma imkanı bulacak ve aynı zamanda Batılı petrol şirketleri Hazar havzasında daha rahat hareket edebileceklerdir. 

Bu nedenle her ne pahasına olursa olsun, Çeçenistan da tam galibiyet alması gereken Rusya, insan haklarını açıkca ihlal ederek, Çeçenlere karşı kendi tezgahladığı savaşı başlattı. Bir yandan çeşitli bahanelerle Batı’yla yakınlaşma çabası içerisinde bulunan Gürcistan ve Azerbaycan üzerinde siyasi ve askeri baskı kurmaya çalıştı.31 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in Gürcistan ziyaretinde ortaya attığı ve aslında AGİT’in İstanbul zirvesinde ilk kez dile getirilen "Altılı Kafkas Paktı" fikrini ortadan kaldırabilmek ve AGİT’in girişimlerini engellemek amacıyla, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan Devlet Başkanlarını Moskova’ya davet ederek, "Mini Kafkasya Zirvesi’ni" gerçekleştirdi. Zirve sırasında Kafkaslar’da istikrar ve bölgesel işbirliği üzerinde duruldu. Rusya, Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda temaslarda bulundu. Çeçen savaşının ardından Rusya, Kafkaslarda yerel ordular oluşturmayı ve bölgede istikrarı tek başına sağlamayı düşünmektedir.32 Bu girişimlerine ilave olarak, Rusya, DağlıkKarabağ 
meselesini sürekli gündeme getirmekte ve doğrudan görüşmelere dahil olmaktadır. Böylece bölge istikrarının sağlanması ve Dağlık-Karabağ meselesinin çözümü konusunda ortaya atılan teklifleri engellemekte ve sadece kendisi ile bölge devletlerinin bulunacağı "bölgesel istikrar modeli" oluşturmaya gayret etmektedir. 

Askeri üsler konusunda Ermenistan ile stratejik işbirliğini arttıran Rusya, Gürcistan’daki askeri varlığını hukuki açılardan sağlamlaştırmaya çalışmaktadır.33 Rusya, Gürcistan ve Azerbaycan’ın da BDT Askeri İşbirliği çemberinin içine girmelerini istemektedir. 

Putin’in izlediği ikinci iç yol ise Bağımsız Devletler Topluluğunu kendi hegemonyası altında yeniden bir araya getirme gayretleridir. Bu amaçla Putin BDT üyelerini Moskova’da bir araya getirmiş ve Rusya’nın Başkanlığında daha kurumsallaşmış bir BDT oluşturmaya çaba sarf etmiştir. 
Ancak Orta Asya ve Kafkas liderleri kendi özel meselelerini dile getirmeyi tercih ederek özellikle "Ortak Güvenlik Sözleşmesi" ve "Serbest Ticaret Bölgesi" kurulması yönündeki anlaşmaları imzalamamışlar dır.34 

Yine de Rusya, bölge devletleri ile "terörizmle ve uyuşturucuyla mücadele" konularında işbirliği zemini oluşturmayı başarmıştır. Bölge devletlerinin, kendi başkanlığında, BDT mekanizmalarının içerisinde, sık sık bir araya gelmesini sağlamıştır.35 

Orta Asya devletlerini kendisine bağlamak için, Rusya, petrol ve doğal kaynaklarını, siyasi etki gücü olarak kullanmaya başlamıştır. 

Trans-Hazar projesinin yavaşlaması nedeniyle, Rusya, bir yandan Mavi Akım projesine ağırlık verdi, diğer yandan da Türkmenistan’a yıllık 50 milyar metreküp doğal gaz alımı için bir teklif sundu.36 Böylece Türkmenistan’ın yeniden Kuzey Hattı’na bağımlı hale gelmesini ve kendi fiili kontrolünün olmadığı farklı güzergahlar fikrinden vazgeçmesini arzulamaktadır. Aynı zamanda Rus petrol şirketlerinin faaliyetlerini diplomatik araçlarla kararlı şekilde desteklemeye başlayan37 Rusya, Çeçenistan’ı bypass eden, Baku-Novorossiyk boru 
hattı projesini kısa sürede yeniden tamir ve inşa ederek, faaliyete geçirdi.38 

Böylece Azerbaycan’a da petrolünü ihraç edebileceği yeni bir güzergah 
sunmuş oldu. Diğer taraftan Rus yöneticilerinin de açık desteğiyle, "Hazar Boru Hattı Konsorsiyum’unun" inşasına hız verildi. Bu projeyle, Kazakistan devleti, petrolünü, Astrakhan üzerinden Kazadeniz’e ulaştırma imkanı buldu. Türkiye’ye de Gürcistan üzerinden yeni bir boru hattıyla doğal gaz sevk etmeyi teklif etti.39 

Sonuç olarak, Rusya, mevcut boru hatlarının kapasitesini arttırarak ve yeni güzergahlar inşa ederek, Kuzey Hattı’nı, Doğu-Batı enerji koridoru karşısında avantajlı konuma getirdi. Bu sayede Rusya, Batılı petrol şirketlerinin bölge kaynakları üzerindeki ticari çalışmalarını atıl duruma düşürmek istemektedir. 

Rusya bununla da yetinmeyerek Avrupa Birliği’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ve Rusya’yı bypass eden "Tarihi İpek Yolu" projesini, kendi üzerinden geçirmek için gayret göstermektedir. Bu amaçla, "BDT sınırları içerisinde yeni demiryolu güzergahlarının" inşası fikrini ortaya atmıştır.40 Böylece Türkiye üzerinden geçecek Tarihi İpek Yolu’nun güzergahını değiştirmek için Avrupa Devletleri’nin önüne farklı seçenek sunmuş olmaktadır. Ayrıca Orta Asya devletleri de diğer devletler ile ticari ilişkilerini Rus topraklarından geçen demiryolu güzergahı 
üzerinden devam ettirmek zorunda kalacaklardır. 

Dış yol olarak, Putin, İran, Hindistan ve Çin ile askeri ve nükleer teknoloji konusunda işbirliğini arttırmıştır. Çin ile ortak füze üretimine giren Rusya, Hindistan’a da nükleer santral kurma projesi sunmuştur. Rusya silah satışı konusunda Suriye’yle de işbirliği yapmaya hazırlanmaktadır.41 

Her iki yoldaki girişimlerini desteklemek amacıyla Putin, askeri ve savunma reformlarına da ağırlık vermeye başlamıştır. Sovyetler Birliği dönemindeki eski gücüne kavuşabilmesi için hassas silah teknolojisine odaklanan Rusya, sayıca az fakat ateş gücü açısından yüksek kapasiteli profesyonel bir ordu kurmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede Rusya, 2000 yılında askeri harcamalarını %50 oranında arttırmıştır.42 

Bu gelişmelere ilave olarak Rusya yeni askeri doktrinini açıklayarak kendisine yapılacak bir saldırı durumunda nükleer silahlarını kullanacağını ifade etmiştir. Daha önceleri kendi milli çıkarlarını zedeleyecek askeri girişimler karşısında nükleer silah kullanacağını açıklayan Rusya, yeni askeri doktrininde, nükleer silah kullanımı konusunun sahasını genişletmiştir.43 

Kısacası Rusya, eski Sovyetler Birliği dönemindeki gücüne geri dönerek, Çin, İran, Irak, Yugoslavya ve Hindistan gibi ülkeleri de yanına alarak Amerika’nın dikte ettirici politikasının karşısına çıkmayı ve daha yumuşak bir soğuk savaş düzenini yeniden kurmayı hedeflemektedir. 

Çünkü artık kendi iç ekonomik ve finansal sıkıntılarını aşmak için Batı’yla işbirliği içinde olmayı kabul eden ve ABD ile eşit güce sahip bir Sovyetler Birliği olacaktır. 

6- Sonuç 

Burada sorulması gereken önemli soru bizce şudur: Rus ve Amerikan planlarından hangisinin hayata geçirilmesi mümkün görünmektedir. 

Bizce Amerikan Planı’nın ve dolayısıyla Türkiye’nin hesaplarının hayata geçirilmesi daha büyük olasılık dahilindedir. Çünkü öncelikle Orta Asya ve Kafkas devletleri, 1991 yılında kendilerini kendi kaderleriyle başbaşa bırakan Rusya Federasyonu’nun hegemonyası altında bir birlikteliğin içine girmek istememektedirler. Bu devletler doğu-batı ekseni olsun, kuzey-güney ekseni olsun her güzergahtan doğal kaynaklarını dünya piyasalarına aktararak belli bir zenginliğe ve ardından da ekonomik ve siyasi açılardan tam bağımsızlığa ulaşmak istemektedirler. Zaten son BDT toplantısında da ileriye dönük önemli kararların alınamaması da bu yüzdendir. Ancak mevcut boru hatları sayesinde 
belli bir zenginliğe ulaşamayan ve Batılı devletlerin tam siyasi, askeri ve finansal desteğini sağlayamayan bu devletler, bugünlerde mecburen 
Rusya Federasyonu ile iyi ilişkiler içerisinde bulunmaktadırlar. 

Diğer taraftan Rusya Federasyonu’nun tek başına yeniden Hazar Havzasında hakimiyet kurma girişimlerini, Çin, Avrupa Birliği ve diğer bölgesel ve büyük devletler, şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Özellikle Çin yönetimi çok kutuplu dünya düzeninden bahsederken Rusya’nın planlarının aksine, Orta Asya ve Kafkas bölgesine "hiçbir devletin" veya "devlet grubunun" hakimiyet kurmaması gerektiğinin altını çizmeye çalışmaktadır.44 

Avrupa Birliği de, Amerikan çizgisinde hareket etmekte ve yeni enerji kaynaklarına ve yeni pazarlara serbestçe ulaşmak istemektedir. 

Bu amaçla Avrupa Birliği, bölge ülkelerinin pazar ekonomisine geçmesini ve demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmasını sağlamak için, milyarlarca ECU’luk mali ve teknik yardımları kendi kurumları aracılığıyla bu bölgeye sevk etmektedir.45 

Sonuçta, Çin ve Avrupa Birliği ne ABD’nin ne de Rusya’nın tek başına veya birlikte bölge üzerinde hegemonya kurmalarını istememektedir. 

İran yönetimi bile ileride Amerikan yönetimi ile barışabileceğini hesaplamakta ve Rusya ile kapsamlı işbirliği içine girmekten kaçınmaktadır. 
Çünkü İran yönetimi de Batılı finans kurumlarının finansal desteğine ve uluslararası petrol şirketlerinin yüksek teknolojisine ihtiyaç duymaktadır. Hatta Cumhurbaşkanı Hatemi Amerikalı’lara karşı yumuşak mesajlar göndermekte dir.46 

Gelişmeleri Türkiye cephesinden analiz edersek, 21. yüzyılda Türkiye’nin, Avrupa Birliği bloğu içerisinde yer alarak, bölgesel güç olarak ortaya çıkması kaçınılmaz görünmektedir. Bu amaçla Türkiye bu rolü sağlıklı şekilde üstlenebilmek için iç siyasi, sosyal ve ekonomik istikrarını uzun vadeli olarak sağlamlaştırmalıdır. Bölge devletleri ile sağlam işbirliği içine girebilmek için Türkiye bölge konusunda uzmanlaşmış araştırma enstitüleri kurarak projeler üretmeli ve üretilen projelerin hayata geçirilmesi için somut adımlar atmalıdır. Sadece bölge 
devletlerinden öğrenciler getirilerek ilişkiler sağlamlaştırılamaz. TİKA daha aktif hale getirilmeli; Dış Türklerden sorumlu Devlet Bakanlığı bu bölgede yaşayan Türk işadamlarını mali ve proje bazında desteklemeli; bölgeye gitmek isteyen iş adamları için bilgi bankası kurulmalı; ve koordinasyon merkezi oluşturulmalıdır. 

Ayrıca kendi iç meselesinden sıyrılmış Türkiye, bölge devletlerine her yönüyle rehberlik edebilecek gerekli bürokratik ve askeri mekanizmalarını oluşturmalıdır. Bu devletler ile sürekli ilişki içerisinde bulunarak ortak istişare mekanizmaları kurulabilir ve bu mekanizmalar fiilen aktif hale getirilebilir. 

Kısacası Türkiye dünya için, Hazar petrolleri ve Hazar pazarları da Türkiye için önemlidir. Eğer bir rol oynamaya karar verdiyseniz o zaman gereklerini yerine getirmeniz gerekmektedir. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk zaten yapılması gerekenleri 75 yıl önce bizlere anlatmaya çalışmıştı. Biz ne yapılması gerektiğini uzaklarda değil, yanı başımızda aramalıyız. 


DİPNOTLAR;

1 Amerikan Enerji Enformasyon ‹daresi’nin haz›rlad›¤› Aral›k 1998 tarihli ve "Caspian Sea Region" isimli raporu. 
www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspian.html; 
Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin hazırladığı, Aralık 1998 tarihli ve "Caspian Tables, Maps" isimli Şeması. www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspgrph.html 
2 Ibid. 
3 Plamen Tonchev, "Rising Asian Oil Demand and Caspian Reserves", Caspian Crossroads Magazine, Vol. 3, Issue No. 3, Winter 1998, pp.1 - 7 
4 Daha detaylı bilgi için bakınız Caspian Investor, fiubat 1999, Cilt 2, Sayı 5, sayfa 10 
5 Japon Milli Petrol fiirketi Başkan Yardımcısı Akira Handa’n›n 4. Uluslararası Türkmenistan Petrol ve Gaz Konferası’nda sunduğu, "Nine Routes for Turkmenistan Gas – Assessment of the Export Pipelines" isimli bildirisi, 11-12 Mart 1999, Aşgabat, Türkmenistan. 
6 Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin hazırladığı, Aralık 1998 tarihli ve "Caspian Tables, Maps" isimli şeması. 
   www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspgrph.html 
7 Sç Rob Sobhani, "President Clinton’s Iran Option", Caspian Crossroads Magazine, Sayı 1, Kış 1995, pp. 1-8 
8 Lowell Nazis,"Turkmenistan: Niyazov Talks of Democratization and Pipelines", Radio Free Europe / Radio Liberty, 22 Nisan 1998; Jim Nichol, "Central Asia’s New States Political Developments and Implications for U.S. Interests", CRS Issue Brief, 93108, 19 Aralık 1996 
9 Jeremy Bransten, "Caucasus / Central Asia: Presidents Seek Stronger Cooperation with U.S.", Radio Free Europe / Free Liberty, 22 Nisan 1999; 
Ariel Cohen, "The New "Great Game": Oil Politics in the Caucasus and Central Asia", Backgrounder, The Heritage Foundation, Say› 1065, pp. 1-10; Julie Moffett, "Central Asia: East-West Pipeline Could Aid Independence", Radio Free Europe / Radio Liberty, 27 Ekim 1997; Washington Post, "Pipe Dreams: A British Coup-Special Report", 23 Kas›m 1998; James McDougall, "A New Stage In U.S.-Caspian Sea Basin Relations", Central Asia and Caucasus, 1998 - 1999 
10 Hazar Havzası Enerji Diplomasisi konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Başkanlığı Özel  Danışmanı Büyükelçi Richard Morningstar’ın 
23 Kasım 1998 tarihinde Kent State Üniversitesi’nde yaptığı konuşma. 
11 Amerikan Dışlişleri Bakanlığı Yeni Bağımsız Devletler Özel Temsilcisi Stephen Sestanovıch’in 30 Nisan 1998 tarihinde Amerikan Temsilciler 
Meclisi’nde yaptığı konuşma. 
12 "Transatlantic Partnership on Political Cooperation", Amerika-Avrupa Birliği Zirvesi, Birmingham, İngiltere, 18 Mayıs 1998; Enerji ve Çevre Üzerine 
Amerika-Çin İşbirliği hakkında Gore 10 / 29 Metni; "U.S.-E.U. Statement on Caspian Energy", Amerika-Avrupa Birliği Zirvesi, Birmingham, İngiltere, 
18 Mayıs 1998. 
13 Amerikan Dışişleri Bakanlığı Yeni Bağımsız Devletler Özel Temsilcisi Stephen Sestanovich’in Avrupa Olayları hakkındaki Alt Komite’de yaptığı 20 Mayıs 1998 tarihli konuşması; Hazar Havzası Enerji Diplomasisi konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Devlet Başkanlığı Özel Danışmanı Richard Morningstar’ın 7 Aralık 1998 tarihinde Washington’da gerçekleştirilen CERA Konferansı sırasında yaptığı konuşma; Amerikan Dış İşleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott’un 19 Eylül 1997 günü Stanford Üniversite’sinde yaptığı ve "The End of Beginning: The Emergence of New Russia" adlı konuşması. 
14 Ibid. 
15 Zaman, 1 Ocak 2000 
16 Hasan Ünal, "Clinton’ın Türkiye Vizyonu", Zaman, 25 Kasım 1999; Faruk Mercan, "Milenyum Türkiyesi – II", Zaman, 16 Aralık 1998 
17 Daha detaylı bilgi için Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yeralan ve Türkiye’nin hedeflerini açıklayan resmi bilgiler. 
     www.turkey.org/politics/pipeline.htm; 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/asian.htm; 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/caucasian.htm 
18 Daha detaylı bilgi için  Türk Dış İşleri Bakanlığı’nın internet sayfasında yeralan ve Türk-Rus ilişkilerini açıklayan resmi bilgiye bakabilirsiniz. 
     www.mfa.gov.tr/grupa/ae/russian.htm 
19 Zaman, 16 ve 21 Kasım 1999; Yeni Şafak, 26 Aralık 1999 
20 Mutlu Çölgeçen,"Adriyatik’ten Çin Seddi’ne", Yeni Şafak, 11 Ocak 2000 
21 Yeni Şafak, 11 Ocak 2000 
22 Zaman, 30 Ocak 2000 
23 Hürriyet, 16 Ocak 2000; Radikal, 16 Ocak 2000; Cumhuriyet, 16 Ocak 2000 
24 Sami Kohen, "Kafkasya’da Türk Rolü", Milliyet, 13 Ocak 2000 
25 Irina Zviagelskaia, "The Russian Policy Debate on Central Asia", Royal Institute of International Affairs, London, 1995, pp. 1 - 38 
26 Itar-Tass, 4 Şubat 2000 
27 Türkiye, 10 Aralık 1999 
28 Gerry Van Wyngen, "Russia at the Crossroads", Australian Financial Review, 8 Şubat 2000. 
29 Yeni Şafak, 28 Aralık 1999. 
30 Zaman, 2 January 2000. 
31 Zaman, 14 Ocak 2000; Yeni fiafak, 26 Kas›m 1999. 
32 Miviam Lanskoy, "Anti-Terrorism as Pretext: Russia Taking Aim at the South Caucasus?", Central Asia-Caucasus Analyst, 2 Şubat 2000; Vladimir 
Isachenkov, "Leaders of former Soviet Republics Meet in Moscow", Associated Press Newswires, 24 Ocak 2000; BBC, "Russia tries to see that Karabagh 
problem is solved", 24 Ocak 2000. 
33 BBC, "Russian and Armenian Security Councils Sign a Cooperation Treaty", 3 Şubat 2000; Itar-Tass, 17 Şubat 2000. 
34 Yeni Şafak, 17 Ocak 2000; Zaman, 15 Ocak 2000; BBC, "Russian: Statement Issued on Meeting of CIS Foreign Ministers", 24 Ocak 2000; BBC, "Putin Thanks CIS Leaders for his Election as Head of Presidents Council", 25 Ocak 2000; Nezavisimaya Gazeta, "Attempts at CIS Integration Give Way to Bilateral Cooperation", 25 Ocak 2000. 
35 Stratfor, "Central Asia Proving Easier Than the Caucasus for Russia to Swallow", 23 Şubat 2000. 
36 James M. Dorsey ve Bhushan Bahree, "Turkmenistan, Gazprom Near Deal for Natural Gas", The Asian Wall Street Journal, 24 Şubat 2000. 
37 Hart’s E&P Daily, "Lukoil Plans 500 New Wells", 3 Mart 2000; Michael Lelyveld, "Kremlin Determined to Stay in Race for Caspian Oil", Radio Free 
 Europe / Radio Liberty, 11 Şubat 2000. 
38 Dow Jones International News, "Russia Builds 1/3 of Chechen Bypass Oil Pipelines", 7 fiubat 2000. 
39 Zaman, 13 Ocak 2000; Segodnya, "Russia Gas to Be Transported to Turkey via Georgia", 4 Şubat 2000. 
40 Interfax, "Russia Considers TRACECA Participation", 21 Şubat 2000; ASSA-Irada, "CIS and Baltic States Sign Protocol on Railway", 15 Mart 2000. 
41 Zaman, 14 Ocak 2000; Yeni Şafak, 26 Kas›m 1999. 
42 Zaman, 18 Aralık 1999. 
43 Türkiye, 16 Ocak 2000; Zaman, 15 Ocak 2000; BBC, "Russia Nuclear Power Station Construction Continues in Iran and China", 26 Ocak 2000; SFB, 
"Russia: New Military Doctrine / "Top Secret"Nukes", 29 Nisan 1999; Power in Russia, "New Russian Military Doctrine", Kas›m 27, Sayı 46. 
44 Çin Dışişleri Bakanlığı’nın "China’s Proposition on the Establishment of a New International Political and Economic Order", ve "China’s View on the 
 Development of Multi-polarity" isimli web dökümanları 
45 Avrupa Birli¤i Komisyonu, "EU Cooperation with the NIS & Mongolia", 
    http://europa.eu.int/comm/dg1a/nis/intro 
46 Chintamani Mahapatra, "Khatami Holds an Olive Branch: Beginning of a Change in US-İran ties", Strategic 
Analysis, Cilt XXI, Sayı 11, Şubat 1998, sayfa 1593-1602. 



***

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 1

WASHINGTON’UN HAZAR HAVZASI POLİTİKASI ve TÜRKİYE BÖLÜM 1


Dr. Ertan EFEGİL* 
* Doğu Akdeniz Üniversitesi, Uluslararası ilişkiler Bölümü 
   AVRASYA DOSYASI 


"….Türkiye’nin 21. yüzyılın biçimlendirilmesinde hayati bir rol oynayacağını, …….Siz hem Türkiye’yi AB’ye katılıma hazırlamak, hem de yeni bin yılın sınavlarını karşıIamak için gerekli adımları atarken yanınızda olmayı sürdüreceğimizden emin olabilirsiniz.." 
Bill Clinton ABD Devlet Başkanı 


Amerikan Devlet Başkanı Bill Clinton, Avrupa BirIiği’nin Helsinki’deki kararının ardından, Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit’e gönderdiği kutlama mesajında bu sözleri sarfetmişti. Clinton’ın bu sözlerinden yola çıkarak, şu sonuca varmamız 
mümkündür: " Hazar merkezli, soğuk savaş sonrası yeni dünya düzeninin oluşumunda, Türkiye hayati rol oynayacaktır". 

Peki ama Amerikan yetkililerinin kafasındaki yeni dünya düzeninin parametreleri nelerdir? Bu planlar çerçevesinde, Türkiye’den, nasıl bir rol oynaması istenmektedir? Türkiye kendisinden istenen rolü oynayacak mıdır? Türkiye’nin çıkarları ile Amerikan çıkarlarında bir kesişme var mıdır? Türkiye, yeni rolü için hazırlıklar yapmakta mıdır? Bu gelişmeIer karşısında Rusya’nın planı ve girişimIeri nelerdir? 21. yüzyılda dünya nasıl bir şekil alabilir? 

1. Hazar Petrolleri’nin Dünya Devletleri Açısından Önemi 

Bu sorulara cevap verebilmek amacıyla, öncelikle Hazar bölgesinde bulunan mevcut ve potansiyel doğal gaz ve petrol rezervlerini analiz etmemiz gerekmektedir. 

Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin Aralık 1998 tarihli raporunda, Hazar bölgesinin doğal gaz ve petrol rezerv miktarları şöyledir: 

İran ve Rusya’nın da Hazar Denizi’ne yakın bölgeleri de dahil olmak üzere, Hazar bölgesinde 16 ila 32.5 milyar varil petrol rezervi bulunmaktadır. 
Bu rakamın 15.6 ila 32.1 milyar varillik kısmı, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan’a aittir. Bu rakamlarda bize Hazar bölgesinin ABD (22 milyar varil) ile Kuzey Denizi (17 milyar varil) sahalarından daha fazla petrol rezervine sahip olduğunu göstermektedir. 

Muhtemel ek petrol rezervlerinin miktarına bakarsak, bu rakam daha da yukarıya çıkmaktadır. Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan 
ve Özbekistan’ın 145 milyar varil ek petrol rezervine sahip olduğu görülmektedir. Rusya ve İran ise 1.7 milyar varil ek petrol rezervine 
sahiptir. Rakamları bir araya getirirsek, üç Orta Asya ve bir Kafkas Cumhuriyeti’nin Hazar bölgesindeki petrol rezervi, 161 ila 178 milyar 
varil civarındadır.1 

Bu rezervleri bugünkü uluslararası piyasa değerine göre parasal açıdan değerlendirirsek (1 varil = 20 dolar), bu devletlerin sahip olduğu 
petrol rezervi, 312 ila 642 milyar dolardır. Ek petrol rezervinin değeri ise 2 trilyon 900 milyar dolardır. Her iki rezervin toplam değeri de, 
3 trilyon 212 milyar ila 3 trilyon 542 milyar dolar civarındadır. 

Doğal gaz rezervlerine bakarsak, bölge devletleri, dünya devletlerinin her geçen gün artan doğaI gaz ihtiyaçlarını karşılayacak yeterli rezerve sahiptir. Yine Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nin verilerine göre, Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan ve Özbekistan, mevcut 236 ila 337 trilyon cubic feet doğal gaz rezervine sahiptir. Bu ülkelerin 317 trilyon cubic feet ek doğaI gaz rezervine sahip olduğu tahmin edilmektedir. Böylece bu ülkeler toplam 553 ila 654 trilyon cubic feet doğal gaz rezervine sahiptir.2 

Bölgenin sahip olduğu yeraltı kaynaklarına dünya devletleri acilen ihtiyaç duymaktadır. Yapılan hesaplamalara göre, 2015 yılında dünya genelinde ihtiyaç duyulan günlük petrol miktarı, 103 milyon varil civarındadır. Orta Asya bölgesine coğrafik açıdan oldukça yakın olan Asya devletlerinin günlük ihtiyacının 25 ila 28 milyon varil; Avrupa devletlerinin ise 15 ila 18 milyon varil olması tahmin edilmektedir. Bu rakamı, OPEC ülkelerinin tek başına karşılaması ise mümkün görünmemektedir.

2015 yılından itibaren Asya devletlerinin günlük petrol ihtiyacları ile Hazar havzasının mevcut ve ek petrol rezervlerini matematiksel olarak karşılaştırır  sak, karşımıza şöyle bir sonuç çıkmaktadır: 
Hazar havzası, mevcut ve ek petrol rezervleriyle, Asya devletlerinin 2015 yılından itibaren günlük petrol ihtiyacını tek başına 18 iIa 20 yıl boyunca karşılayabilmektedir. Avrupa devletlerinin ise 30 ila 33 yıllık petrol 
ihtiyacına cevap verebilmektedir. 

Doğal gaz açısından da durum benzerlik göstermektedir. Çünkü sanayi sektöründe ve konutlarda doğal gaz kullanımına ağırlık veriIdiği için, doğal gaza duyulan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır. Örneğin Türkiye’nin 2020 yılı itibarıyle doğal gaz ihtiyacı yıllık 78 ila 80 milyar metreküptür. 46 milyar metreküplük kısmı, imzalanan anIaşmalar ile bir nebze olsun garanti altına alınmıştır.4 Ancak geriye kalan 32 milyar metreküplük kısmın karşıIanması için yeni kaynakların acilen bulunması gerekmektedir. Avrupa Devletleri içinde durum aynıdır. 2020 yılında Avrupa Devletleri’nin yıllık doğal gaz ihtiyacı 456 milyar metreküp dolayındadır ve bu rakamın yüzde 55’lik kısmının ithal 
edilmesi gerekmektedir. Bu durumda Avrupa Devletleri, 2020 yılından itibaren artan oranlarda yıllık 251 milyar metreküp doğal gaz ihtiyacını dışarıdan karşılayacaktır.5 

Dünya devletlerinin petrol ve doğaI gaz ihtiyaçlarını yerinde tespit eden uluslararası petrol şirketleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, hiç vakit kaybetmeden harekete geçerek hayati derecede öneme sahip petrol ve doğal gaz boru hatlarının inşası işlemine girişmişlerdir. Yine Amerikan Enerji Enformasyon İdaresinin verilerine göre, petrol boru hatları için bu şirketlerin gerçekleştirmeye çalıştığı projelerin toplam tutarı 20,112 ila 23,812 milyar dolar civarındadır. 

Doğal Gaz boru hatları projelerinin değeri ise 16,890 ila 18,190 milyar doları bulmaktadır. Toplam değer ise 37 ila 42 milyar dolardır.6 

Bu rakamlar, Orta Asya ve Kafkas bölge kaynaklarının, dünya ekonomi ve enerji sektörleri açısından önemini ortaya koymaktadır. 

Ayrıca bölgenin diğer önemli noktaları da şunlardır: 

1-Bu kaynakları güvenli şekilde ve Rusya’nın kontrolü olmaksızın dünya piyasalarına sunabilen Batılı devletler, petrol ve doğal gaz konusunda hem Rus hem de Orta Doğu hakimiyetinden ve bağımlılığından kurtulacaktır. Ayrıca yeni arz nedeniyle petrol ve doğal gaz fiyatlarında belli bir düşüş yaşanabilir.7 

2-Mevcut kaynaklarını dünya piyasalarına sunarak belli bir zenginliğe ulaşan bölge devletleri, dünya devletleri için yeni Pazar anlamına gelmektedir. 

3-Eğer bölge devletleri ekonomik ve siyasi açıdan kendi egemenliklerini sağlamlaştırırsa, Rusya’nın bölge ve bölge kaynakları üzerindeki hakimiyeti tümüyle kırılacak ve Rusya’nın yeniden süper güç olması engellenebilecektir. Böylece bölge devletleri ile serbestçe ilişkiler kurulurken, yeniden soğuk savaş dönemine dönme ihtimali azalacaktır. 

2. 1997 Tarihli Amerikan Planı ve Hazar Merkezli Yeni Dünya Düzeni 

Bağımsızlığın ilk yıllarından 1997 tarihine kadar Amerika, bölge devletleri ile temkinli ilişkiler kurmayı ve petrol şirketlerinin çıkarlarını koruyacak dış politika izlemeyi tercih etti. ABD, bu dönemde, bölge devletlerini, otoriter rejim ile yönetilmekle ve insan haklarını ihlal etmekle suçladı ve hatta Azerbaycan’a ekonomik ambargo uyguladı.8 Ancak gerek bazı akademik çevrelerin baskıları ve gerekse uluslararası petrol şirketlerinin telkinleri neticesinde9 İkinci Bill Clinton yönetimi Orta Asya politikasını 1997 yılında radikal şekilde değiştirdi. 

Böylece Amerikan Yönetimi’nin yeni dış politikası dört temel prensip üzerine oturtuldu: 

1. Bölge devletlerinin demokratikleşme ve Pazar ekonomisine geçme süreçleri hızlandırılacak ve sağlamlaştırılacak. 
2. Hazar enerji kaynaklarının güvenliği sağlanacak. Bunun içinde Hazar Denizi enerji kaynakları, Rus kontrolü olmaksızın farklı güzergahlardan 
dünya piyasalarına serbestçe sunulması garanti altına alınacak. 
3. Bölgesel çatışmalar, barışcı yollarla çözüme kavuşturulacak ve bölge devletlerinin önce kendi aralarında daha sonra da diğer 
devletler ile entegrasyonu sağlanacak. 
4. Amerikan ve diğer ülkelerin şirketlerinin bölgedeki ticari faaliyetleri desteklenecek.10 

     Amerika’nın 1997 tarihli dış politika prensiplerini dikkatlice analiz ettiğimiz taktirde, aslında İkinci Clinton Yönetimi’nin Hazar merkezli yeni dünya düzeninin kurulmasını hedeflediğini görebiliriz. 

1997 tarihli Amerikan planının başarıya ulaşabilmesi için, öncelikle bölge kaynaklarının Rusya’nın kontrolü olmaksızın farklı güzergahlardan dünya piyasalarına ihraç edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle Amerikan yönetimi ısrarla iki projenin gerçekleşmesi için elinden gelen gayreti göstermektedir: Bakü-Ceyhan petrol ve Trans-Hazar doğal gaz boru hatları projeleri. Doğu-Batı istikametlerinden petrol ve doğal gaz kaynaklarının dünya piyasalarına sunulması neticesinde elde ettikleri gelirlerle, bölge devletleri Rusya’nın kontrolünden çıkacaktır. Aynı zamanda bu devletler, kendi ülkelerinde sosyal barışı sağlama imkanı da bulacaklardır. Bu devletler bir yandan demokratikleşme yönünde önemli adımlar atarken, öte yandan mevcut bölgesel sorunları barışcı yollarla çözeceklerdir. Örnegin, Dağlık-Karabağ, Güney Osetya ve Abhazya meseleleri gibi. Mevcut bölgesel etnik sorunları aşabilen bölge devletleri, kendi aralarında, Rusya’dan veya diğer bir ifadeyle Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan farklı olarak bir ekonomik entegrasyon sürecine girecekler. Zaten boru hatları sayesinde bir nevi birbirine bağımlı hale gelen bu devletlerin, hem bölgesel çatışmaları barışcı yollarla çözmesi, hem de bölgesel ekonomik entegrasyona girmesi kolaylaşacaktır. 
Bu aşamayı da gerçekleştiren bölge devletleri, ekonomi, ticaret, enerji ve siyasi sahalarda diğer devletler ile ilişkilerini arttıracak ve "karşılıklı işbirliği" prensibi üzerine oturtulmuş yeni dünya düzeninin bir parçası olacaklardır. 

Bu nokta da Amerika, bölgede barışı daimi kılabilmek amacıyla, bölgesel çatışmalarda NATO ile birlikte ve/veya bölge devletleri ile ortaklaşa barışgücü operasyonlarına da dahil olmak istemektedir.11 

Böylece Soğuk Savaş sonrası dönemin ardından, işbirliği temellerine oturan ve tamamiyle ticari kuralların hakim olduğu yeni bir dünya düzeni oluşmuş olacaktır. 

Ayrıca, Amerikan yönetimi, Çin, Avrupa Birliği ve Rusya’yla da yakın ilişkiler içerisinde bulunarak, işbirliği çemberine, bu ülkeleri de dahil etmektedir. Zaten Amerikan yönetimi, Avrupa Birliği ile siyasi, ekonomi ve enerji alanlarında stratejik işbirliği anlaşmaları imzalarken, Çin ile de enerji sahasında işbirliği içine girmiştir.12 

Bu denklemde Amerika, Rusya’ya da bir rol biçmektedir. Amerikan yönetimine göre Rusya, demokratikleşme ve pazar ekonomisine geçme süreçlerini tamamlamalı; ve diğer devletler ile işbirliği içine girmelidir. Hazar petrolleri konusunda her iki devletinde ticari anlamda "kazanan" durumda (win-win game) olabileceğini ifade eden Amerikan yönetimi, Orta Asya ve Kafkaslar’ın Rusya’nın arka bahçesi olduğu fikrini şiddetle red etmektedir. Bu nedenle Amerikan yönetimi, dünya ile iyi ilişkiler kurmaya çalışan, demokrasiyi ve pazar ekonomisini benimsemiş ve Hazar kaynaklarının işletilmesi konusunda ticari düşünceye sahip bir Rusya istemektedir.13 

Bu noktada, Amerika’yı en çok tedirgin eden konuların başında, tüm dünyayı yıkıma sürükleyebilecek kapasiteye sahip Rus nükleer füzeleridir. Bu amaçla "karşılıklı güven ortamı" oluşturmak için, Amerikan yönetimi, Rusya’dan, ABM, START II, Kimyasal Silahları tehdit olmaktan çıkaran anlaşmaların bir an evvel imzalanmasını ve imzalanan anlaşmaların yürürlüğe konmasını istemektedir. Amerika’nın diğer endişesi ise bu silahların, Rusya’nın yeniden parçalanması halinde kontrol altına alınması mümkün olmayan devletlere yayılmasıdır. Son olarak Amerika, Rusya’nın bu silahları ve nükleer teknolojiyi başka ülkelere transfer etmesine karşıdır.14 

3. 1997 Amerikan Planı Çerçevesinde Türkiye’nin Önemi 

Türkiye, Amerikan planının gerçekleşmesi ve dolayısıyla Hazar merkezli yeni dünya düzeninin hayata geçirilmesi için anahtar ülke konumundadır. 

Çünkü öncelikle bu planın başarıya ulaşması için doğu-batı istikametinden bölge kaynaklarını sevkedecek boru hatlarının güvenli bir ülke sınırları içerisinden geçmesi gerekmektedir. Bu ülkede bugünkü şartlarda Türkiye’dir. Ancak bu sayede Amerika, kendi planının başarıya ulaşması için rahat nefes alabilecektir. Bu nedenle, Türkiye’nin 21. yüzyılda, "enerji merkezi" olması normal bir gelişmedir. 

Ayrıca demokratik, laik, insan haklarına saygılı, serbest pazar ekonomisini uygulayan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in dediği gibi İslamiyet ile diğer dinler arasında işbirliği ortamı kurmuş bir Türkiye,15 çok rahatlıkla bölge devletlerinin "model" olarak algılayabilecekleri bir devlet olabilir. Bu açıdan da Türkiye, Amerikan Stratejisi’nin birinci prensibi için de gereklidir. Çünkü Amerika bölgesel ve uluslararası çıkarları açısından, bölgede güçlenmesi muhtemel islami akımlardan endişe duymaktadır. Bu nedenle de bölge devletlerinin 
demokratikleşmesini istemektedir. 

Türkiye, Avrupa Birliği, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Ekonomik Kalkınma Örgütü ve İslami Kalkınma Örgütü üyesi olarak, bölgesel devletlerle sıkı ekonomik işbirliği içinde bulunmaktadır ve bu örgütler aracılığıyla Türkiye bölge devletleri arasında "ekonomik entegrasyon’un" gerçekleşmesi için önemli adımlar atabilir ve attırabilir. 

Bölgesel çatışmaların barışcı yollarla çözümünde ve bu çözümlerin kalıcı hale gelmesinde Türkiye yine kilit ülke konumundadır. Çünkü Türkiye, gerek Balkanlar’da gerçekleştirilen güvenlik şemsiyesi benzeri oluşumların Kafkaslar’da ve Orta Asya’da gerçekleştirilmesi sürecine ve gerekse Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü ve NATO üyesi olarak oluşturulacak uluslararası operasyonlarda önemli görevler üstlenebilir. Ayrıca Türkiye, NATO güçlerine ve bölgeye yönelik uluslararası operasyonlara geo-stratejik konumundan ötürü hayati derecede önemli olan lojistik destek sağlayabilir. Son olarak, Türkiye, bölge devletleriyle kapsamlı askeri işbirliği içine girerek bu devletlerin kendi ordularını kurmada 
ve kendi subaylarını yetiştirmede de katkı sağlayabilir. 

Ticari açıdan Türkiye’nin stratejik konumuna bakarsak 1991 yılından bu yana Türk firmaları Orta Asya ve Kafkaslar’da önemli miktarlarda ticari faaliyetlerde bulunmaktadır. Örneğin Türkmenistan’da Ahmet Çalık hem Türkmen pamuğunu işleyecek tekstil fabrikaları kurmakta, hemde Tekstil Bakan Yardımcılığı görevini sürdürmektedir. Koç Holding, Özbekistan’da ticari faaliyette bulunurken, Yimpaş Holding’te Türkmenistan’da dev alışveriş merkezi kurmuştur. Bu faaliyetlere benzer örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Kısacası dokuz yıl boyunca 
Orta Asya ve Kafkaslar’da önemli derecede ticari faaaliyette bulunan Türk firmaları yeterli tecrübeye sahiptir ve Batılı firmalar için ideal ortak konumda dırlar. Bu açıdan da Türk firmaları Batılı devletlerin sağlıklı şekilde bölge ekonomisine entegre olmasına yardımcı olabileceklerdir. 

Yukarıda saydığımız işbirliği sahalarından ötürü, Türkiye Amerika’nın planlarında önemli bir yer edinmektedir ve Amerikan yönetimi de Türkiye’nin bu imkanları kullanmasını istemektedir.16 

4. Türkiye’nin Amerikan Planı’na Bakışı ve Girişimleri 

Amerikan planının genel hatları ile Türkiye’nin şu anda yürüttüğü Orta Asya politikasında tam bir kesişme görünmektedir. Türkiye enerji konusunda bölge kaynaklarının kendi üzerinden güvenli şekilde Batı’ya ve kendi topraklarına akmasını isterken, içinde bulunduğu ekonomik dar boğazı aşabilmek için de bölge devletleri ile sıkı ekonomik işbirliği içine girmeyi arzulamaktadır. Tarihsel, kültürel, din ve dil açısından birlikteliğin bulunduğu bu devletler ile kapsamlı işbirliği içinde bulunmak isteyen Türkiye, Kafkaslar’da ve Orta Asya bölgesinde belli bir istikrarın yerleşmesini de arzulamaktadır.17 

Rusya konusunda ise Türkiye Batılı devletler ile aynı düşünceye sahiptir. Orta Asya ve Kafkaslar bölgesine Rusya’nın yeniden hakimiyet kurmasını istemeyen Türkiye, bu devletin parçalanmasına ve aynı zamanda yayılmacı emeller gütmesine de razı değildir. Yine de bu devletle ileride sıkı ekonomik ve ticari ilişkiler içinde bulunmayı arzulamaktadır.18 

Kısacası çakışan politikaları sebebiyle Türkiye, Amerikan Yönetimi’nin kendisine sunduğu rolü oynamaya hazırdır. Cumhurbaşkanı Süleymen Demirel, Başbakan Bülent Ecevit ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in açıklamaları da bu tezimizi güçlendirmektedir.19 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

15 Kasım 2017 Çarşamba

Ortadoğu Çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı

Ortadoğu Çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı 



Bu hafta, uzun yıllar dışişlerine hizmet vermiş, bilgisi, deneyimi ve görgüsüyle genç nesillerin örnek aldığı, Emekli büyükelçimiz ve Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Özdem Sanberk´i konuk ediyoruz. Kendisi, 2016´ya gündem itibariyle hızlı bir giriş yaptığımız şu günlerde,  Diplomasi alanındaki deneyimleri ışığında Türk dış politikasının dün, bugünü ve geleceğine dair tespitlerini Şalom okurlarıyla paylaştı.

13 Ocak 2016 



 ‘ Ortadoğu Çöküş sürecinde yönümüz batı olmalı’ SELİN Nasi ve ÖZDEN Sanberk


Türkiye’nin jeopolitik konumu öteden beri dış politikada hassas dengeler gözetmesini gerektirmiştir. Deneyimli bir diplomat olarak son dönem Türk dış politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin bulunduğu arsa değerli bir arsa. Bunun değerini verdiğiniz takdirde kazanca, veremediğiniz takdirde ciddi bir yükümlülüğe dönüşür. Biz bunun değerini veremediğimiz bir dönemden geçiyoruz.

Size göre iyi bir dış politika tanımı nedir?

Dış politika genel itibariyle bir ülkenin stratejik, ekonomik ve güvenlik çıkarlarına hizmet etmelidir. Bunun dışında ideoloji, din ve popülizm gibi unsurlar izlediğiniz dış politikayı saptırma riski taşır.

Her hükümet farklı tanımlayabilir bu çıkarları…

Elbette… Yaptığım bu tanım ideal bir modeli yansıtıyor. Hiçbir zaman dış politika saf olmadığı gibi işin içine daima ideoloji, mezhep, din ve hamaset karışmıştır. Fakat bunun her zaman bir derecesi olmuştur.

AB SÜRECİ

AK Parti döneminin dış politika çizgisini değerlendirirken kırılma noktası olarak gördüğünüz olaylardan söz edebilir miyiz?

2004 Aralık ayında Avrupa Birliği (AB) tam üyelik müzakerelerine başlatma kararı alındı. Bu çok önemli, belki bin yıllık bir önyargıyı yıkan bir karardı. İlk kez Hristiyan bir topluluk, Müslüman çoğunluklu bir ülkeyi kendi içine almayı kabul ediyordu. Fakat bu kararın tarihi önemi anlaşılamadı. 

2005 yılını Türkiye, Afrika yılı ilan etti. Kendi içinde bir hayli ironik olan bu karar, Türkiye’nin geleceği üzerinde önemli ipuçları taşıyordu.

Bir dönem Türk dış politikası bir hayli övülüyor; Türkiye’nin herkesle konuşabilen bir ülke olması takdir görüyordu. Sonra ne oldu?

Türkiye’nin AB ile tam üyelik yetkisini almışken bunun yerine birdenbire bambaşka bir konuyu ön plana koyması Türkiye’nin daimi dış politikada hedeflerinin belirsizliğinden kaynaklanıyordu. Eğer sizin uzun vadeli sabit stratejik hedefleriniz belli değilse, yönünüz de belli olmuyor. Hükümet programlarına baktığınızda öncelikler açıkça belli olmalı. Bu öncelikler halkla paylaşılmalı ve halkın desteği alınmalıdır.

Peki ama AB’nin bu sürecin tıkanmasında payı yok muydu?

Vardı pek tabi. Ama AB birliğe katılmak isteyen tüm ülkelere çetin şartlar dayatmıştır. Genişleme süreci pastanın bölünmesi anlamına geldiğinden daima dirençle karşılanmıştır. Örneğin, İspanya’yı da canından bezdirmişlerdi.

AB kurallarını kabul edip etmeme bir müzakere sürecinin parçasıdır. Burada asıl sorun müzakere iradesini kaybetmeyerek görüşmelerin sürdürülmesiydi. Elbette sadece hükümet suçlanamaz. O dönem muhalefet de iktidarı açık uçlu bir müzakere sürecine evet demiş olmakla eleştirmiş, kıyameti kopartmış, hatta ihanetle itham etmişti. Avrupa Birliğindeki Türkiye karşıtlarının eline büyük bir koz verilmiş oldu böylece.

Uzun zamandır dış politikada bir revizyon beklentisi vardı. Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona aktif katılım kararı, AB ile ilişkilerin yeniden canlanmaya başlaması, İsrail ile ilişkilerin rayına oturması için kurulan temasları nasıl yorumluyorsunuz?

O büyük nehir şimdi tekrar yatağına oturuyor.

Ama bir tarafta da Katar’da askeri üs kurma ve İslam İttifakı gibi Sünni askeri oluşuma katılım kararı var. Tüm bunları tek potada eritmek mümkün mü?

Eritemeyiz. Benim gözlemim, nehir kendi yatağına dönmeye çalışıyor. Maalesef daha önce de söylediğim gibi Türkiye’nin dış politika hedefleri belli olmadığından ve karar alma süreçleri şeffaf şekilde işlemediğinden sorunlarla karşılaşıyoruz.

Yapısal bir sorundan söz etmek mümkün mü?

Diplomatların dış politikanın oluşturulma ve uygulanması aşamasının doğal aktörleri olmaları esastır. Karar alım sürecinin normal olarak aşağıdan yukarıya doğru bir yol izlemesi gerekir. Türkiye’de ise Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, nasıl reformlar yukarıdan aşağı gerçekleşmişse, dış politika kararları da çoğunlukla yukarıdan aşağıya doğru bir seyir izler. İşte yapısal sorun dediğimiz şey, siyasi karar alıcılarla, siyasi karar seçeneklerini hazırlayan diplomatlar arasında yaşanan uyumsuzluktur. Kurumsallaşma eksikliğinden kaynaklanır ve aslında kronik bir sorundur. Kurumsallaşmasını tamamlayan ülkelerde yönetim, seçilmişlerle atanmışlar tarafından birlikte gerçekleştirilir.

Sıkça Fabrika ayarlarına geri dönüşten bahsediliyor? Fabrika ayarları nedir?

Fabrika ayarları AB çerçeve Belgesinde yatıyor.

ORTADOĞU’NUN ÇÖKÜŞÜ

Nasıl bir Türkiye vaat ediyordu AB?

AB bir şey vaat etmiyordu. Türkiye eğer AB’de bir ışık görüyor idiyse, ibresini AB’ye çevirmesi gerekirdi. Nitekim şu anda yaptığı da o.

Bugün Ortadoğu büyük bir çöküş halinde. Türkiye’nin aşağıya doğru inmekte olan bu dinamiğe kendini kaptırmaması için uçurumun kenarında tutunacağı dallar bulması gerekiyor.

Türkiye coğrafi konumunun da getirdiği şartlar sebebiyle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çok taraflı bir sisteme bağlı kalmış. Bu sistemin de kurucu unsurları hala ayakta. NATO üyeliği, ABD ve Batı dünyasıyla ilişkiler... Dünya yalnız Ortadoğu’dan ibaret değil. Zaten bugün siyasi bakımdan da, ekonomik ve moral bakımdan da çöküşte olan tek bölge Ortadoğu’dur. Türkiye’nin bu çöküş sisteminin dışında kalan bölgelerle ilişkilerini güçlendirmesi, tekrar canlandırması lazım. Ve bu yönde adımlar atılmaya başlandı. Örneğin 29 Kasım’da AB ile varılan mutabakat.

Kötümser senaryolar da var. Katar’da Askeri üs, İslam İttifakı’na tam destek verilmesi ve Suudi Arabistan’la Yüksek İstişare konseyinin oluşturulması gibi girişimlerin Suriye’de olası bir kara harekâtının yapı taşları olduğu yönünde iddialar gibi... Böyle bir hamle askeri ve stratejik açıdan mümkün mü? Sonuçları ne olur?

Türkiye topraklarına doğrudan tecavüz olmazsa tek başına askeri bir harekâta girişmez. 20. yüzyılı oluşturan jeopolitik sistem 1950’lerde kurumsal yapılanmalar ile kuruldu. Şimdi bizim bugün yaşadığımız karmaşa, kurulmakta olan 21. yüzyılın yeni dünya düzeninin doğum sancıları...

Ortadoğu’nun çöküşü, ABD’nin yalpalaması, AB’nin kendi içindeki krizler, büyük bir kavimler göçünün başlaması, Rusya’nın genişlemeci bir politika izlemesi… Belirsizlikler adeta bir tsunami, büyük bir dalga gibi yükseliyor. Biz bu büyük dalgayı yönetmek yerine küçük askeri hedeflerin peşinden gidersek bu jeopolitik dağınıklık savurulmalardan kurtulamayız.

Büyük bir maliyet öderiz diyorsunuz.

Ödüyoruz zaten. Tüm bunları yorumlarken, Ortadoğu’nun çöküşünü iyi anlamlandırmak lazım. Ortadoğu dünyada küreselleşmenin dışında kalan yegâne bölge.

Bugün Türk Dış Politikasının önündeki en büyük sorun bizim adeta kendi irademizle bu coğrafyanın çöküşünün bir parçası olma gayreti içinde olmamızdan kaynaklanıyor. Bu yangın çıkmadan önce dahi AB ve ABD kutuplarını kendi elimizle ikinci plana iterek, Ortadoğu’nun lideri olma hedefiyle Ortadoğu’ya yöneldik. Oysa Ortadoğu bizim dışımızda gelişen sebeplerden ötürü çöküş sürecine giriyordu... Ve vardığımız noktada Ortadoğu’nun dinamiklerini anlamadığımız ortaya çıktı. Türkiye zaten 2000’li yıllara kadar Ortadoğu’ya hiç bir zaman sırtını dönmüş bir ülke değildi.

Bölgedeki herbir ülkenin kendine has koşulları ölçüsünde her bir ile ikili düzeyde pragmatik ilişkileri geliştirdi. Bunu yaparken Ortadoğu’da ülkelerinin kendi içişlerine ve kendi aralarında ihtilaflara karışmamaya da özen gösterdi. Çünkü Arap ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilaflar Türkiye’nin bölgedeki tüm ülkeleri içine alacak şekilde mütecanis (homojen/bütüncül) bir politika izlemesini mümkün kılmıyordu. Bu nedenle 1950’lerden bu yana Ortadoğu ile ilişkilerimiz, İran, İsrail, Mısır, Kuzey Afrika ülkeleri de dahil… Bu pragmatik anlayışla gerçekleşti.

Türkiye bir Avrupa ülkesi olduğu kadar aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesidir, ama bir Arap ülkesi değildir. Türkiye Ortadoğu ülkeleri ile bir mezhep ve dil şemsiyesi altında bulunmuyor. Ayrıca Arap Ligi gibi aynı siyasi şemsiye altında da değil. Müslümanlık muhakkak ki güçlü bir kültür bağı oluşturuyor. Ne var ki Ortadoğu’da yaşanan keskin mezhep rekabetleri bu kültür bağını bir dayanışma unsuru olmaktan çıkardı. 

Son olarak gündemde Suudi Arabistan-İran Gerginliği var. Türkiye biraz gecikmeli de olsa arabulucu olma teklifinde bulundu.

Hiçbir etkisi olamaz. Türkiye Suudilerin önerdiği İslam İttifakı’nın bir parçası olmayı kabul ederek tarafsızlığını baştan kaybetmiş oldu. Ne Arap, ne de Pers olan Türkiye bu çekişmelerin içine girmemeli. Türkiye’nin İran-Irak Savaşı dönemindeki gibi aktif tarafsızlık politikasına geri dönmesi gerekir. Özal döneminde iki tarafa silah yollamayan, kendi ülkesinden de silah gitmesine müsaade etmeyen bir politikayla bu savaşın dışında kalmıştı.

Anahtar kelime tarafsızlık diyebilir miyiz o halde?

Anahtar pragmatizmde. Dış politikanın uygulanmasında ve oluşturulmasında akılcı ve duygusallıktan, ideolojiden uzak bir politika izlemek, mümkün olduğunca diğer devletlerin iç işlerine ve kendi aralarındaki ihtilaflara karışmamak, taraf olmaya mecbur kaldığınız durumlarda ise süreci çok dikkatli yönetmek gerekir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin düzelmesi yönünde atılan adımları Türkiye adına yine “nehrin suyunu bulmasını” sağlayan bir gelişme sayabilir miyiz?

Konuya tersten bakacak olursak, nehir yolunu bulursa ilişkilerin düzeleceğine inanıyorum.

İsrail ile Türkiye arasındaki en büyük sorun karşılıklı güvensizlik. Önce güvensizliğin onarılabilmesi lazım. Bu, şu an için mümkün değil. Birincisi, İsrail’in Filistin’e yönelik tutumu ve İsrail’in güvenlik sendromu içinde yaşayan bir ülke olması dolayısıyla. Çünkü İsrail Filistin üzerindeki baskısını devam ettirme mecburiyetinde hissediyor. Bunun haklı sebepleri de olabilir. Ama donmuş ihtilaflardan bir tanesidir. Sıcak ama çözümlenmeyecek bir ihtilaf.

İsrail’le güven iklimini sağlayamamanın ikinci bir sebebi de Filistin meselesinin Türkiye’de sırf bir dış politika değil bir iç politika konusu olması. Türkiye’de büyük bir kitle İsrail-Filistin meselesinde İsrail’i sorumlu buluyor. Yapması gerekenleri yapmaması, yapmaması gerekenleri ise yapması nedeniyle. İsrail-Filistin meselesinden kaynaklı güvensizlik, hükümetler arası ilişkilerin düzelmesine olanak vermiyor. Ama bu diplomatik ilişkiler kurulmayacak anlamına gelmiyor, gelmemeli. Diplomatik ilişkilerin olması muhakkak sorunsuz ilişkiler içinde olunmasını gerektirmiyor. Diplomatik ilişki kurulursa, ikili ilişkilerin gelişmesi için alanın açılması sağlanacaktır. Türkiye ile İsrail ortak güvenlik kaygıları olan konularda görüşmek üzere güvenlik konusunda bir kanal açabilirler. Türkiye, Filistin konusundaki kaygılarını daha rahat ifade edebilme imkânı bulacaktır.

Bence bugün Ortadoğu’da yaşanan sorunların anası dediğimiz Filistin sorunu, aynı zamanda Ortadoğu’nun çöküşünde de önemli bir rol oynuyor. Bu sorunun çözümünde Türkiye’nin etkili olabilmesinin yolu İsrail ile arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasından geçiyor. Bu yöndeki gayretlerin devam etmesi lazım.

2016’da izlememiz gereken bir diğer konu da Kıbrıs. Bu konuda umutlu musunuz?

Türkiye’nin şu sırada stratejik hedeflerinin belli olmadığını yukarıda söyledim. Birçok sorun arasında bu sorunun cımbızla çekilir gibi sonuçlanmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kere Kıbrıs sorunsalında en temel unsur Londra ve Zürih anlaşmalarının sağladığı güvenlik garantileridir. Rum-Yunan cephesinde gördüğüm eğilim, örneğin Garantör ülke Yunanistan’ın yeni Başbakanı Çipras bir süre önce bu anlaşmaları uygulamayacağını söyledi. Londra ve Zürih Anlaşmaları tüm AB ülkelerinin parlamentolarınca onaylamış ve BM’ye tescil ettirilmiş olan ve devletler hukukunda en yüksek mertebede yer alan hukuk belgeleridir. Yunanistan uygulamasa bile geçerliliği ortadan kalkmaz.

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki bu güvensizlik ortamı içinde, garantörlük anlaşmasındaki haklarından feragat edeceğini zannetmiyorum. Ama iki toplumun liderleri arasında bu tür görüşmeler devam etmeli. Toplumlar arası da diyaloğun sürmesi halklar arasında güven ikliminin yeniden canlanması açısından son derece önemli.

RUSYA İLE UÇAK DÜŞÜRME OLAYINI NASIL DEĞERLENDİRİYORSUNUZ?

Türkiye’nin bu konuda haklı olduğu şüphesiz. Ancak haklılık ve haksızlık bir yerden sonra göreceli hale geliyor. 
Ödenen bedellere bakmak lazım. Kazanımları karşılıyor mu karşılamıyor mu? Rusya’nın amacı Türkiye’yi Finlandize etmekti. 
Rusya süper güç olmak isteyen ve komşuları üzerinde hegemonya kurmak isteyen bir devlet. 
Rusya’nın tüm askeri gücüyle Suriye’ye yerleşmesi Türkiye’yi şimdi kıskaç altında bıraktı.  
Türkiye Rusya ile hem kuzeyden hem güneyden komşu olmuş durumda. Karadeniz’deki bütün işbirliği imkânları birer birer yok oluyor. 
Rusya’nın bir daha gitmemek üzere Doğu Akdeniz’e yerleşmesi, üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin denizlerde ve havada, hatta karadaki hareket kapasitesini ciddi oranda kısıtlıyor. Bu nehir şimdi her zamankinden daha fazla batıya doğru akmak zorunda.

http://www.salom.com.tr/haber-97757-ortadogu_cokus_surecinde_yonumuz_bati_olmali.html


***