Çekiç Güç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çekiç Güç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2018 Perşembe

SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN., Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor.. BÖLÜM 1

SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN., Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor..  BÖLÜM 1 




SEVR'İN ÖZLEMİ: BÜYÜK KÜRDİSTAN.,

1920'de imzalanan ve Atatürk tarafından geçersiz kılınan Sevr Anlaşması, hatırlanacağı gibi Osmanlı'nın varlığından beri, Batı'nın süregelen en büyük özlemlerini resmi olarak Türk milletinin önüne koymuştu. Ortadoğu'yu, Arap Yarımadası'nı, Balkanları ve Afrika'yı kaybetmiş olan Osmanlı'dan batıda Ege kıyıları talep ediliyor, kuzeydoğuda Ermenistan ve güneydoğuda ise Kürdistan için toprak isteniyordu. TBMM tarafından tanınmaması anlaşmayı rafa kaldırsa da Sevr'in Kürdistan özlemi hiçbir zaman sona ermedi. Çünkü bazılarına göre Mezopotamya, kehanetlerin kalbindeki bir merkezdi ve mutlaka idare altına alınmalıydı. 

Mezopotamya bölgesi, bilindiği gibi, Türkiye'nin güneydoğusu, İran'ın güneybatısı, Irak ve Suriye'nin bir bölümünü kapsayan bir bölgedir. Bu bölgenin önemli özelliği ise bölgenin etnik olarak Kürtlerin yaşadığı bir coğrafya olmasıdır. Dolayısıyla geçmişten bu yana bir kısım Evanjelik Hristiyanların ve onların politik kollarının hedefi, bölgenin güçlü devletlerinin –yani Türkiye, İran, Suriye ve Irak'ın– parçalanarak bu bölgede yeni bir Kürt devleti kurulabilmesi olmuştur. Bu devletin iki önemli özelliği olmalıdır: ABD ve Avrupa'nın kayıtsız şartsız müttefiki olmalı, dahası ABD ve Avrupa'nın tüm isteklerini yerine getiren bir piyon devlet olmalıdır. 
Bu piyon devlet, Batı'ya, Ortadoğu topraklarında oldukça stratejik bir alan sağlayacak, üsler kurabilmeleri için mükemmel stratejik coğrafya sunacak ve beklenen Armageddon Savaşı için de ortam, imkan ve mekan oluşturacaktır.
Dolayısıyla Büyük Kürdistan projesi, Sevr'den beri resmi olarak işleyen bir projedir. Kürt nüfusunu barındıran dört ülkeyi hedeflemektedir. İstikrarsızlaştırma planı dahilinde bu hedef, Irak ve Suriye açısından başarıya ulaşmıştır. Irak'ta özerk, Suriye'de ise kantonlardan oluşan bir Kürt yerleşim alanı vardır. Irak'ın her geçen gün daha da karışması Kürt Özerk Yönetimi'nin "bağımsızlık ilan edebiliriz" söylemlerine yol vermiştir. Nitekim Irak anayasası buna müsaittir. Yerel halk oyladığı takdirde, özerk yönetim Irak'tan bağımsız bir devlet olarak ayrılabilir. 

Planın ikinci aşaması olan Suriye Kürtleri açısından da beklenen ilerleme kaydedilmiş görünmektedir. Kanton yönetimlere bölünmüş olan Kürt yönetimi burada sık sık özerklik ilan etmekte, fakat Suriye'deki iç savaş sebebiyle muhatap bulamamanın bir sonucu olarak mevcut sisteme geri dönülmektedir. Fakat bu aşamada dikkat çeken bir husus vardır: Batı ülkelerinin Suriye'deki Kürt bölgesine karşı aşırı hassasiyeti. Bu konu birazdan incelenecektir. 
Hedefin üçüncü ve dördüncü safhası yani İran ve Türkiye ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, istikrarlı ülkeler olmaları bakımından önemli bir sorun teşkil ederler. Dolayısıyla ince plan şu günlerde bu iki ülkeyi dize getirmek üzerine devam etmektedir. Burada konumuz olan hedefin Türkiye yönünü ele alırken bahsetmemiz gereken temel unsur PKK'dır. Çünkü Avrupa ve ABD'nin yıllardır terör listesinde bulunan, Marksist, Leninist, komünist PKK, şu anda Türkiye'yi bölmek için Batı'ya yaranmakta; Batı'nın bazı derin güçleri ise yine Türkiye'yi bölmek için PKK'nın maskesini görmezden gelmektedir. Dolayısıyla karşımızda, PKK'nın Batı'yı, Batı'nın ise PKK'yı kullandığı tehlikeli bir ortam vardır. 

Batı PKK'yı, PKK ise Batı'yı Kullanıyor .

PKK'yı, günümüzdeki bazı gazetelerde çıkan yazılardan tanımış olan biri, gerçekte şiddet yanlısı olan bu komünist terör örgütünü kolaylıkla Batı'nın destek vermesi gereken "Kürt savaşçılar" olarak değerlendirecektir. Çünkü uluslararası ana akım medyanın, özellikle son günlerde, PKK'yı takdim edişi bu şekildedir. 

Bunun sebebi çift taraflı bir menfaat alanının doğmuş olmasıdır. Yaklaşık 40 yıldır Türkiye'den Güneydoğu bölgesini koparmaya çalışan komünist PKK ile yaklaşık 100 yıldır bu bölgeyi koparmaya çalışan Batılı derin güçler ortak paydada buluşmuştur. Batı için en büyük itiraz olan "komünizm" faktörü, PKK'nın girdiği sahte kılıklar altında sinsice gözlerden ırak hale getirilmeye çalışılmıştır. Komünist kahpe teröristler yüzlerine maske geçirmiş ve kimlik mücadelesi veren, haklarını arayan emperyalist Kürt savaşçıları görünümüne bürünmüşlerdir. Bu durum Batı'nın işine gelmiş ve PKK'yı hedeflerini gerçekleştirmek için iyi bir koz olarak görmüşlerdir. Nasıl bir belanın içine girdiklerinin farkına dahi varmadan... 

Bu belayı tarif etmemiz şarttır. Çünkü PKK, Kürt kimliğinin mücadelesini veren kahraman savaşçılar falan değil, emperyalist kılığa bürünen, gerçekte HALEN komünizmi yaymayı hedefleyen, Kürtlük veya Kürtler umurlarında bile olmayan Leninist, eli kanlı bir terör örgütüdür. Bölgede yaşayan Kürtler ile PKK'lı teröristlerin arasındaki ayrımı çok iyi yapmak gerekmektedir. 
PKK ile ittifaka girmeyi düşünen bir kısım Batılıların nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu gösterebilmek için PKK'nın emperyalizm maskesini deşifre etmek gerekmektedir. Söz konusu Batılı güçler eğer hala komünizmle mücadeleyi esas alan ideolojilerini koruyorlarsa, şu durumda onlara kötü haber: Kanlı komünistlerle ittifak içindeler!

PKK neden kuruldu?.,

Üniversitelerde bir öğrenci hareketi olarak başlayan ve 1977 döneminde kendilerine Apocular denen PKK hareketi, zaman içinde Kürt Devrimcileri veya Apocular isimlerini bırakarak Ulusal Kurtuluş Ordusu adını almıştır. Zaman içinde sol grupların birçoğu bu örgüt ile çeşitli bağlantılar kurmaya başlamıştır. Çünkü örgütün temel ideolojisi Marksizm-Leninizm üzerine kuruludur. O dönemde söz konusu grubun lideri konumunda olan Abdullah Öcalan'ın şu açıklamaları PKK'nın ilk kuruluş bildirgesi sayılabilir: 

Klasik manada bizler Marksizm ve Leninizm'i araştırıp inceleyeceğiz. Bu ideolojilerin kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin genel bir tahlilini yapacağız. Bu bakış açısına göre Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. Türkiye de sömürgeci devlettir. Ayrıca Kürdistan'ın diğer parçaları da İran, Irak ve Suriye'nin sömürgeci idaresi altındadır.7

PKK'nın amacını açıklayan diğer bir yazılı belge 1978 yılında yayınlanan Kürdistan Devriminin Yolu (Manisfesto) ile Parti Programı'dır. Parti Programı'nda daha doğrusu Öcalan'ın hazırladığı Taslak'ta PKK'nın amacı şöyle özetlenmektedir:

Kürdistan, sömürgeci 4 devlet Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından dörde bölünmüştür. En büyük parça Türkiye Kürdistanı'dır. Burada yarı feodal ilişkiler geçerlidir. Devrimde Türkiye Kürdistan'ı önderlik yapacaktır. Devrimin niteliği ulusun demokratik devrimidir. Asgari hedef, sömürgeciliği yıkarak bağımsız, demokratik ve birleşik bir Kürdistan devleti kurmaktır. Azami hedef, Marksist-Leninist ilkelere dayalı bir devlet kurmaktır. Devrime öncü güç proletaryadır. Devrimde temel güç köylüdür. Temel ittifak da işçi-köylü-aydın ittifakıdır.8
Aynı dönemde yayınlanan Tüzük ise programda belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için oluşturulacak partinin temel niteliğini açıklamaktadır. Hem Manifesto, hem Program, hem de Tüzük'te kendisini Marksist-Leninist olarak tanımlayan örgütün tüm ideolojisi "zor ve sömürge" kavramları üzerine inşa edilmiştir. Buna göre sömürgeci güçlere karşı devrimci şiddet sonuna kadar kullanılmalı ve sömürgeci güçler bu şiddet sonucunda örgütü kabullenmeye zorlanmalıdır.9 Burada, Engels'in "Zor Teorisi" esas alınmış ve Marks ve Engels'in proletarya iktidara giderken şiddetin göz ardı edilmemesine dair ifadeleri yol gösterici kabul edilmiştir.  

Abdullah Öcalan da, bu görüşlere sahip çıkarak şiddetin vazgeçilmezliğini ileri sürmüş ve Kürdistan'da Zor'un Rolü isimli kitabında bu görüşlerini açıklamıştır: 
….Biz gerilla savaşıyla hareketli savaşı bir arada uygulayarak düşmanın askeri üstünlüğünü yok etmeye ve onu daha da geriletmeye ve Türkiye'deki devrimin gelişimini hızlandırmaya çalışacağız. Bu trajik denge aşamasında Kürdistan'da devam eden gerilla savaşıyla hareketli savaş eğer Türkiye'de de gelişmiş bir devrimci savaşla desteklenirse ve Türkiye'de büyük kentlerde dahil olmak üzere bir proletarya ve halk ayaklanması gündeme gelirse bu ayaklanma durumu Kürdistan'a kadar genişletilerek, Türkiye ve Kürdistan'da girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek, devrimin siyasi üstünlüğü böylece askeri üstünlüğe de dönüştürülerek burjuva iktidarı yıkılıp devrim zafere götürülebilecektir…10 
"Burjuva"ya karşı "Proletarya diktatörlüğü" isteyen, bunun ancak bir "devrim" ve "terör" yoluyla yapılabileceğini anlatan Öcalan, Marks'ın ideallerini, Lenin'in uygulamalarını tarif etmektedir. Lenin, kendi idealindeki devrimi şu şekilde tarif etmiştir: 

Bir burjuvazi devrimi, proletaryanın çıkarları için kesinlikle gereklidir. Burjuvazi devrimi ne kadar tamamlanmış, kararlı ve tutarlı olursa, sosyalizm için proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi o kadar emin olacaktır. ... Fransızların söylediği gibi işçiler için 'tüfeği bir omuzdan diğerine almak' daha kolay olacaktır. Devrimin sağladığı özgürlük ile burjuvazi devriminin onlara verdiği silahı, burjuvazinin kendisine çevirecekler.11
Felsefesini bu fikirler doğrultusunda belirleyen Öcalan da, Marksist çizgiye gelmesini ve kendisini bu yüzyılın Lenin'i ilan etmesi zihniyetini hiçbir zaman gizlememiştir: 

...Tabii daha sonra tercih Marksizm-Leninizm'e yapılır. Sosyalizmin Alfabesi (Leo Huberman) elime aldığım ilk klasiktir. Okuduğumda yastığımın altına koydum ve bu iş burada biter dedim. Sanırım 1969'da Sosyalizm tercihi kesinleşti.12 
Lenin 1900'de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni sosyalizmi inşa ediyorum. 13
Öcalan, PKK'nın Marksizm-Leninizm geleneği üzerine inşa edildiğini ve bundan sonra da bu ilkeler üzerinde devam edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir: 
PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme yaşamıştır. Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu miras üzerine şekillenecektir.14 

Öcalan, 1 Mayıs 1982 yılında yaptığı konuşmasında ise şunları söylemiştir:
Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. Ne kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, MARKSİZM-LENINİZM'E DAYANMAK ZORUNDADIR VE DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. ... Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, MODERN DÜŞÜNCE, EN DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM kafalarımıza sıçramayacaktı.

Öcalan'ın açık izahları, örgüt Manifestosu, Programı ve Tüzüğünde yer alan bilgilere şöyle bir bakıldığında, PKK'nın nihai amacının, Marksist-Leninist temeller üzerine inşa edilmiş bir Kürdistan oluşturmak olduğu görülecektir. Bu bölgeyi içine alan İran, Irak, Suriye ve Türkiye'nin "sömürgeci" devletler olduğu belirtilmekte ve PKK, hedefini meşru kılmak için sömürge yaklaşımını temel almaktadır. Örgüt mensupları, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketlerini örnek almakta ve bu hareketleri gerçekleştirenleri müttefikleri olarak görmektedir. Amaçları, "Sosyalist Kürdistan" adı altında kurulan bir bölge içinde "sınıfsız" bir toplum meydana getirmek, komün sistemini oluşturmaktır; manifestolarında bunun için savaş çağrısı yapılmaktadır. 
Bu hedefin en önemli gereklerinden biri kuşkusuz emperyalist güçlerin tümüne karşı koyma arzusudur. Bu sebeple Amerika ve Amerika destekçisi Batı'nın tüm uygulamalarına, hatta varlıklarına karşı çıkılmıştır. Manifesto, asıl olarak Amerikan emperyalist zihniyetini yok etme hedefine odaklanılmıştır. Dolayısıyla Marksist PKK, Marksizm'in gereği olarak emperyalizme ve dolayısıyla emperyalist odak olarak gördükleri ABD'ye şiddetle karşı çıkmaktadır. 
PKK programının "Kürdistan Devriminin Görevleri" başlıklı bölümünde "sömürgeci" olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti'nin sunacağı her türlü çözüm arayışlarını (buna bölgesel özerklik de dahildir) reddetmek gerektiği bildirilmiştir. Bu reddedişteki amaç, Türkiye Cumhuriyeti'nin mutlaka parçalanması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. 
Manifestoda, Komünist Kürdistan'ı inşa edebilmek için, Türk güvenlik güçlerini kırsal bölgelerden ve Türk-Irak sınırından geri çekilmeye zorlayarak, Türkiye'nin güneydoğusunun bazı bölümlerinde askeri ve politik denetim kurmak hedef olarak belirtilmektedir. Kurtarılmış bölgeler oluşturulduktan sonra, kentlerde saldırılar ve bölge çapında kargaşa ve ayaklanmalar başlatılacaktır. PKK'nın mevcut silahlı güçleri konvansiyonel bir orduya dönüştürülecek ve hedef Türk ordusunu bozguna uğratmak olacaktır. Bütün bunların sonucunda, Türk ordusunun "Kürdistan" olarak nitelendirilen toprakları terk edeceği beklentisi vardır.15
PKK manifestosundaki bu detayları vermemizin amacı, PKK'nın Marksist Leninist bir örgütlenme olarak kurulduğunu gözler önüne sermek ve başta ABD olmak üzere her türlü emperyalist, kapitalist ülke, devlet ve sisteme karşı savaş hedefini gözettiğini belirtmektir. PKK, Türkiye'yi ve Kürtleri barındıran civar ülkeleri "yıkarak" bir komünist devlet kurma azmindedir. Kuruluş amacı budur ve bu amaçtan şimdiye kadar hiçbir şekilde vazgeçilmiş değildir. 
Dünya değiştikçe, Ortadoğu'da sınırlar hassaslaştıkça, güç dengeleri değişim gösterdikçe, PKK yıllar içinde emperyalist bir maske takma zorunluluğu duymuştur. Bunun için sebepler çoktur; bu sebepleri sonraki başlıklarda inceleyeceğiz. Burada özellikle vurgulanması gereken nokta, PKK'nın kuruluş günlerindeki Marksist görünümü ile bugünkü emperyalist maskesinin pek çok ülke ve fikir adamı için aldatıcı olmasını engellemektir. PKK, bugünkü sahte görünümü altında, hala, komünist dünya devleti kurma azminde olan Marksist Leninist bir terör örgütüdür. 

PKK'nın Emperyalizm Maskesi

SORU: Saddam'a razı olmayan Batı, niye Türkiye'nin güçlenmesini istesin ki?
ÖCALAN: Fakat bu bir Kürt özerkliği de yaratır. Türkiye'yi de zayıflatır bu, zayıflatmasını bilir.
SORU: Kürt özerkliği aynı zamanda Türkiye'yi de frenler mi demek istiyorsunuz?
ÖCALAN: Batı yanlısı bir Kürt özerk bölgesi, Batı için Türkiye'yi frenler. Arapları frenler, İran'ı frenler. Bu açıdan Batı, Kürtlerin özerkliğine sevdalanacak gibime geliyor. Bu bölgeyi Türkiye'ye doğru, İran'a doğru yayacaklar. Tabii bu, Batı'nın isteğidir.16 
PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Rafet Ballı'ya 1991 yılında verdiği röportajda sarf ettiği bu sözler, aslında konunun özünü anlamak için yeterlidir. Batı'da bir kısım güçler, Türkiye'de Kürtlerin özerkliğine sevdalanmıştır. Bunun hedefi, tam da Öcalan'ın belirttiği gibi Türkiye'yi, Arapları ve İran'ı frenlemek olacaktır. Türkiye'ye ve İran'a yayılmış olan bir Kürt bölgesi tümüyle Batı'daki söz konusu güçlerin isteğidir. Çünkü yukarıda detaylı şekilde bahsini ettiğimiz derin güçlerin çıkarları, buna son derece uygun düşmektedir. 

Söz konusu plan aslında Öcalan tarafından 90'lı yılların başlangıcında keşfedilmiştir. Bu yıllar, PKK'nın Türkiye toprakları üzerinde ciddi kayıplar verdiği, örgütün büyük oranda kan kaybettiği, taraftarlarını yitirdiği ve yeni katılımlar elde edemediği dönemdir. Kendi söylemlerine göre, Marksist ve Leninist bir örgüt olarak yaptıkları eylemler çok büyük oranda kendilerine dönmüş, güçlerini yitirmelerine neden olmuştur. 
Aynı dönem, Körfez Savaşı'nın başladığı ve bu savaşın bir neticesi olarak 36. paralelin kuzeyinde bir güvenli bölgenin inşa edildiği ve Irak Kürtlerinin korumaya alındığı dönemdir. Kan kaybeden PKK, Batı koalisyon güçlerinin Kürtleri koruma altına almasını ve Irak'ta bir Kürt özerk bölge sinyalinin oluşmasını kendisine baz alarak, dev bir taktiksel değişim politikasına yönelmiştir. Bu değişim öylesine kapsamlıdır ki, PKK, Leninist özünü hissettirmeyecek şekilde bir maske takmış, emperyalizm kılıfı altına gizlenmiş ve başta ABD olmak üzere tüm Batı'yı en hararetli müttefiki ilan etmiştir. Öyle ki temel hedefi emperyalizm ve onun başını çeken ABD'yi yok etmek olan PKK, ABD'nin himayesi altına girebilmek için bayrağından söylemlerine kadar her şeyi değiştirmiştir. 

PKK'ya bir Sığınak: 36. Paralelin kuzeyi .,




1991 Körfez Savaşı'nın hemen sonrasında Irak'tan kaçan Kürt mültecilerin sayısı ciddi anlamda yükselince, Irak-Türkiye sınırında bir güvenli bölge oluşturulmuştur. Nisan 1991'de, ABD yönetimi Irak'a, Kürtlerin bulunduğu bölge olan 36. paralelin kuzeyinde, karada ve havada faaliyet göstermemesi uyarısında bulunmuştur. Bu çerçevede 36. paralelin kuzeyinin Irak uçuşlarına yasaklanması, Birleşik Görev Gücü adındaki uluslararası bir askeri gücün bölgeye yerleştirilmesi ve sonraki gelişmeler, Kuzey Irak'ta fiili bir Kürt yönetiminin oluşmasını beraberinde getirmiştir. Temmuz 1991 tarihinde ise Kürtler için oluşturulan güvenlik bölgesinin korunması için aralarında Türkiye, ABD, İngiltere ve Fransız askeri kuvvetlerinin bulunduğu 77 uçak ve helikopter ve 1862 personelden oluşan Çekiç Güç, Türkiye sınırları içinde konuşlandırılmıştır. Çekiç Güç'ün buradaki varlığı ile söz konusu Kürt bölgesi özel bir koruma altına alınmıştır. 
Bu dönem, ciddi kayıplar veren ve kan kaybeden PKK'nın mecburi taktik değişiminin başlangıç dönemidir. Güvenli bölge içine alınan ve ABD denetiminde olan 36. paralelin kuzeyi, PKK açısından paha biçilmez bir fırsat olmuştur. PKK bu şekilde, barınacak, güçlenecek, hatta eğitilecek bir alan edinmiştir. Fakat bu imkanlardan faydalanabilmek için "komünizm karşıtı" olan ABD'nin gözüne girecek bir şeyler yapması gerekmiştir. Amerika yandaşı görünümü alması, komünizm adına terör gerçekleştirdiğini unutturması şart olmuştur. Eğer bunu başarabilirse, bir süper gücün desteğini almış olacaktır. Ve ne garip bir tevafuktur ABD'de bir kısım birimler, tıpkı kendileri gibi Türkiye üzerinde bir Büyük Kürdistan emeli peşinde koşmaktadır. 

İşte bu sebeplerle PKK, söylemlerini, taktiklerini, bayrağını değiştirmiş; Rus-Çin destekçisiyken bir anda ABD destekçisi olmuş; sahtekarca emperyalist görünüme bürünmüştür. Bu durum, aslında PKK gerçeğini gayet iyi bilen Amerikan derin devletinin de işine gelmiş, derin devlet, bu emperyalist maskeye çok inanmak istemiştir. Bölgede Kürt devletinin kurulması için PKK'nın kullanılmasında sakınca görmemiştir. 
Öcalan'ın, başından beri emperyalist gördüğü ABD'ye yaranmak için sarf ettiği şu sözler, bu maskenin hangi boyutlarda olduğunu gözler önüne sermektedir: 
İslam'ın unutur, inkar edilir kıldığı bu halk, tüm tarikatçı yapılanmalara karşı Armageddon'da ağırlıklı olarak Hristiyanlar ve Musevilerin yanında yer alacaktır.17 

Taktik bilindiktir: Öcalan, ABD'nin gözüne girecek şekilde İslam'ı eleştirmekte, İslam ile bütünleşmiş olarak yaşayan Kürt halkını inkar etmekte, herhangi bir dine inancı veya saygısı varmış gibi davranarak, Hristiyan ve Musevi inancının destekçisi görünmektedir. Hristiyan Evanjeliklerin Mezopotamya'da gerçekleşmesini bekledikleri Armageddon Savaşına kurnazca vurgu yapması ise kuşkusuz oldukça dikkat çekicidir. Nitekim bu taktik şu an PKK tarafından uygulanmakta, günümüzde Ortadoğu’da devam eden kanlı çatışmalarda PKK, Batılı devletlerden yardım alarak silahını Müslümanlara yöneltmektedir. 
Bu görüntü son derece göz boyayıcı olmuş, nitekim 36. paralelin kuzeyinin özel bir idareye ayrılmasının hemen ardından aniden 70 PKK kampı ortaya çıkmıştır.18 Jay Walker adlı bir araştırmacı, PKK kamplarındaki gözlemlerini ‘’Türkiye'de Kürt Ayaklanması’’ adlı yazısında şöyle aktarmıştır: “...sınır boyunca 20 PKK eğitim kampı gördüm. Kamplarda Fransız peynirleri yenmekte, Amerikan kakao ve kahveleri içilmekteydi.’’19
PKK, bu dönemde, özellikle ABD'nin büyük bir risk olarak gördüğü İran'a yönelik olarak güçlendirilmiştir. Çöküş aşamasına geldikleri bir anda söz konusu güvenli bölge, adeta bir PKK özel bölgesi gibi görev yapmış ve bu sayede terör örgütü silahlanmış, eğitilmiş ve kendini toparlanmıştır. 

Bunun sonucu olarak da Çekiç Güç uygulamasının hemen ardından PKK güçlenmiş ve silahlanmış olarak Türkiye toprakları üzerinde terör eylemlerine geri dönmüştür. Nitekim 90'lı yıllar, PKK'nın Türkiye üzerinde en fazla eylem yaptığı ve en fazla can aldığı dönemdir. 

Şunu belirtelim, Kürtlerin bir devlet kurmasına itirazımız yoktur. Bilindiği gibi Irak'ın kuzeyinde hali hazırda özerk bir Kürt devleti zaten bulunmaktadır ve Türkiye bu devlet ile son derece iyi ilişkiler içindedir. Devlet Başkanı Mesud Barzani ve Başbakan Neçirvan Barzani samimi ve dindar iki önemli liderdir. Elbette ülkelerin bütünlüğünü korumaları daima isteyeceğimiz bir şeydir fakat özellikle Irak'ın içinde bulunduğu karmaşa ortamının mecburi bir getirisi olarak eğer önümüzdeki günlerde Barzani liderliğinin denetiminde Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürdistan kurulursa, buna da desteğimiz elbette olacaktır. Fakat bunun için öncelikle o bölgeden de PKK tehdidinin temizlenmesi ve özellikle bu tehdidin Barzani ailesinin üzerinden kalkması gerekmektedir. Görülebileceği gibi itirazımız bir Kürt devleti kurulmasında değil, fakat iki önemli noktadadır: 

1. Türkiye topraklarına göz dikilmesi 
2. Kürdistan kurma hayalinin PKK ile gerçekleştirilmek istenmesi. 

Türkiye, Kürtleri ile bir bütündür. Bin yıldır bu topraklar üzerinde Kürtler ve Türkler birlikte yaşamışlardır ve kardeştirler. Türkiye'de hiçbir Kürt, kendi anavatanından ayrılmaya niyetli değildir. Türkler de Kürtleri bırakmak niyetinde asla değildirler. Kürt kardeşlerimiz tedirgin olmamalıdırlar; Türkiye devleti içinde çöreklenmiş ve şu anda yargı önünde olan Ergenekon terör örgütünün mensuplarının geçmişte Kürtlere yönelik ayrımcı ve zulüm dolu bir politika izlemiş oldukları bizim tarafımızdan gayet iyi bilinmektedir. İlerleyen bölümlerde bu konuya kapsamlı yer ayrılmış ve Türk hükümetinin ve milletinin bu konuda yapması gerekenler tarif edilmiştir. 

Fakat şu bilinmelidir: O dönemde Ergenekon terör örgütünün yaptıklarının tüm Türkiye'ye mal edilmesi hatalı olacaktır. Bölünme, başından beri PKK terör örgütünün dillendirdiği bir söylemdir. Bu terör örgütünün, Kürt milliyetçiliğiyle ise alakası yoktur. Aksine bu terör örgütü asıl zulmü daima Kürtlere yöneltmiştir. Dolayısıyla Türkiye'nin güneydoğusunda Türkiye'den ayrılmak isteyen bir Kürt etnik grubu olduğu tümüyle yalandır. Doğrudur, Kürtler, çoğunlukla Türkiye'nin güneydoğusundadırlar. Fakat aynı zamanda Kürtler Türkiye'nin her yerindedirler. Yine güneydoğuda da Kürtlerden farklı olarak Zaza, Türkmen, Arap, Süryani, Ermeni nüfuslar yoğunluktadır. Dolayısıyla Türkiye, her metrekaresinde farklı halkların yaşadığı ve tüm halkların iç içe var olduğu bir bütündür. Kürt ayrımcılığı şimdiye dek hep Ergenekon ve PKK çetelerinin söylemleriyle gündeme gelmiştir. Irkçılık yapan ruh hastalarının zihinlerinde yer almıştır. Günlük hayatta hiçbir zaman Kürt-Türk ayrımı diye bir şey yoktur. Buna iznimiz de yoktur. Kürtler Anadolu topraklarının güzel bir süsü; maddi manevi önemli birer değeri; dostluğun, dürüstlüğün, maneviyatın, vefa ve sadakatin mühim birer sembolüdürler. Kürt kardeşlerimizi bizden ayırmaya kalkan zihniyet, asla ve asla başarılı olamayacak daima hüsranla karşılaşacaktır. 
Dolayısıyla Amerika derin devletinin planladığı Büyük Kürdistan hayalinde, Türkiye olmayacaktır. Amerika ve onu destekleyen Avrupa ülkelerinin derin devlet yapılanmalarının en büyük hatası, kurguladıkları Kürdistan hayalinin PKK ile gerçekleşeceğine inanmalarıdır. Bu hatadır çünkü PKK, belki de geçmiştekinden çok daha güçlü olarak Marksist temeller üzerinde varlığını sürdürmektedir. Emperyalizm maskesi kullanarak yaptığı ise, tarihte tüm ünlü komünistlerin başvurduğu kirli bir taktiktir. 

Tarihteki Ünlü Komünist taktikler 

Lenin ve Stalin, komünizm ideolojisinin en vahşi temsilcileridir ve komünizmin gereği olarak dine de keskin bir üslupla karşıdırlar. Lenin, komünizmi Sovyet Rusya'ya yerleşik kılmak amacıyla 200 bin rahip öldürmüş, milyonlarca Hristiyan'a zulmetmiş, binlerce kiliseyi yok etmiş, bazılarını ise ateist müzelere dönüştürmüştür. Lenin'in izinden gitmiş olan Stalin'in ise din konusuyla ilgili sözleri şöyledir: 
Biz dine karşı propaganda yapıyoruz ve propaganda yapmaya devam edeceğiz. Parti dine karşı tarafsız kalamaz. Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmaktadır. 20
Bütün dinlere karşı din aleyhtarı propaganda yapmanın gerekliliğinden bahseden aynı Stalin, şaşırtıcı bir şekilde, 2. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında Rus Ortodoks Kilisesi ile bir akit imzalamış, on binlerce kilisenin yeniden açılmasına ve kilise liderliğindeki hiyerarşinin yeniden tesis edilmesine izin vermiştir. Bunun yanı sıra güneyde Müslüman şeriatına izin verilmiş, Doğu'da Budizm desteklenmiş ve antisemitizme güçlü bir biçimde karşı çıkılmıştır. Bu ilginç açılımın ise tek sebebi vardır: 2. Dünya Savaşı'nda komünizme karşı büyük bir tehdit olarak yükselen faşizmi ortadan kaldırabilmek ve Hitler'i mağlup edebilmek için başlatılan mücadeleye karşı destek alabilmek. Nazilere karşı koyabilmek için Stalin, özellikle kilisenin etkisini bu yolla uzun süre kullanmıştır. 
Lenin ise, çöküşe giden Rus ekonomisini canlandırabilmek ve kapitalist ülkelerin seviyelerine ulaşabilmek için, ekonomide kısa dönemli bir politika değişimine gitmiş ve kapitalizmin ilkelerini takip etmiştir. Yeni Ekonomi Politikası (New Economic Policy – NEP) adı verilen bu düzenlemeye göre küçük işletmelerin kapitalizmde olduğu gibi kâr mantığıyla devam etmesini içeren bir politikaya geçilmiştir. NEP politikası Bolşevikler arasında geçici bir düzenleme olarak görülmüş ve özellikle içinde barındırdığı kapitalist ekonomiye ait uygulamalar yüzünden parti içinde eleştirilmiştir. Komünist ekonomi anlayışının tamamen dışında bir politika olan NEP, bir mecburiyet olarak benimsenmiş ve yeterli ekonomik gelişme sağlandıktan sonra terk edilmiştir. Bugün, söz konusu taktiği Çin'in Hong Kong politikalarında da izlemek mümkündür. 
Komünistlerin şekil değiştirme ve geri adım politikalarıyla ilgili bir başka örnek ise aile ve devlet konusundaki yaklaşımlarıdır. Bilindiği gibi komünizm, aile ve devlet kurumlarına şiddetle karşıdır ve bu iki kurumu, komün toplumlarına geri dönüş mücadelesinde oldukça büyük engeller olarak görür. Fakat buna rağmen komünistler genellikle bir taktik uygular ve aile kurumunu ortadan kaldırabilmek için öncelikle güçlü bir devletin var olması gerektiğini söylerler. Güçlü bir devlet için ise önce aile kurumunun güçlenmesi gerekmektedir. Bu nedenle önce geri adım atarak aileyi güçlendirirler. Bu sayede komünist devlet güçlenir ve bir aşama sonra ise aile kurumu tamamen ortadan kaldırılır. Bir sonraki aşama ise devleti ortadan kaldırmaktır ki, ailenin ve dini değerlerin kalmadığı bir toplumda, artık bu komünistler açısından çok kolay aşılacak bir safhadır.21 

PKK'nın kullandığı Komünist taktikler .,


Komünist taktikler çoğu komünist lider tarafından istikrarla uygulanmış ve komünizmin kökleşerek yerleşmesi için gerekli görülmüştür. Bir başka deyişle güçlü bir komünist devlet için gereken her yola başvurulmuştur. Gerçekte Stalin'in kiliselere asla destek vermeyeceği, Lenin'in asla kapitalist bir ekonomiye mahal vermeyeceği açıktır. Fakat ortam ve şartlar gerektirdiğinde bu maske daima ustalıkla kullanılmıştır. 
Şu anda aynı yöntem PKK tarafından da uygulanmaktadır. PKK, komünist dünya devleti hedefinin birinci aşaması olan Komünist Kürdistan'ı oluşturabilme yolunun Batı ile yakınlaşmak olduğunun farkına varmıştır. Komünist kimliği ile ortaya çıkmasının, dünya süper gücü ABD tarafından tepki çekeceğini ve bu tepkinin kendilerini kaçınılmaz bir başarısızlığa götüreceğini gayet iyi bilmektedir. 
Bu taktiksel değişim içinde zikredilen meşhur kelime "özerklik"tir. Gerçekte örgüt Manifestosu'nda şiddetle karşı çıkılan bu ifade bir anda gece gündüz kullanılır olmuş, Manifesto'daki Komünist Kürdistan'ın kurulması için Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılmasını şart koşan ifadeler örtbas edilmiştir. Çünkü burada geçen komünizm ifadesinin, Batı tarafından doğrudan destek görmeyeceği örgüt tarafından bilinmektedir. Özerklik, ABD ve Avrupa için oldukça göz boyayıcı bir kelimedir; ayrıca PKK'ya Batı'nın gözünde sahte bir "Kürt halkının kurtuluş mücadelesini veren örgüt" kimliği de kazandırmaktadır. Batı'nın bu talebi demokrasinin gereği olarak görmesi ve mutlaka destek vermesi beklenmektedir. 
Öyle ki, özerklik kelimesine Türk toplumunu alıştırma çalışmaları başarısız olunca bu kelimeyi de yumuşatma politikasına başvurulmuştur. Son günlerde oldukça sık duyduğumuz demokratik özerklik, kanton, demokratik konfederalizm gibi öneriler, PKK'nın taktiksel yöntemlerinden bazıları olarak gündeme getirilmektedir. 
Ayrıca örgüt, şiddetle devlet sistemine karşı olmasına, devleti yok etmek üzere örgütlenmesine rağmen ağız değiştirmiş ve aniden Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının kendileri için garanti olduğundan bahseder olmuştur. Bu aslında kullanılan komünist taktiklerinin en bilinenleridir. Devleti yıkmak için önce güçlü bir devletin himayesinde olma planı hayata geçmiştir. Hedefteki ilk aşama olan özerklik, Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının elbette kendileri için garanti olmasını gerektirmektedir. Çünkü böylelikle, Türkiye devletinin kendilerine para, silah, altyapı sağlayacak bir ana kaynak olmasını hayal etmektedirler. Türk devletinin parasıyla ileride Türk devletine karşı kullanacakları bir ordu oluşturmayı planlamaktadırlar. Dolayısıyla şu aşamada devletin varlığının önemi PKK ve PKK destekçileri tarafından sürekli olarak dillendirilir. Fakat gerçekte amaç, güçlenip bir devlet haline geldikten sonra Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere civardaki tüm devletleri yok etmek ve komünist dünya devleti hedefine erişene kadar bu şekilde ilerlemektir. Dolayısıyla bu söylemler de bir taktikten öte değildir. 
PKK'nın emperyalizm maskesini taktıktan sonra üstlendiği diğer taktikler ise, kadınları, aileyi ve dini kullanıyor olmalarıdır. Bu taktikleri farklı başlıklar altında inceleyelim: 

1. Emperyalizm maskesi altında kadınlar.,




PKK, Marksist Leninist ideolojisini açık açık sürdürdüğü 1990'lı yıllara kadar aileyi, dini, aşiretleri ve kadınları kendi ideolojisinin zararlı elemanları olarak görmüştür. Örgüte göre, sömürgeciliğin ajan kurumu olarak gördüğü din ve aile ortadan kesin olarak kalkmalıdır. İşte bu sebeple de örgütün en önemli mücadele alanlarından bir tanesi aileler, din görevlileri ve aşiretler olmuş, oldukça fazla sayıda din görevlisi öldürülmüş, aşiretlere savaş açılmıştır.22 Öcalan, kaleme aldığı ilk yazılarında Marksist-Leninist çizginin bir sonucu olarak kadını ciddi şekilde aşağılamış, hatta kadını, ailenin içerisinde "erkeği düşüren, yozlaştıran" bir unsur olarak tarif etmiştir. Hatta örgütün içinde zararlı birer eleman olacakları endişesi, erkeklerin savaşma kabiliyetini azaltacağı ve örgüt içi iklimi bozacağı iddiasıyla kadınların örgüt içinde yer almalarına hiçbir zaman sıcak bakmamıştır.23 

Bu noktada Öcalan'ın kadınlar, özellikle Kürt kadınları hakkındaki gerçek fikirlerine göz atmak yerinde olacaktır: 

   Kürt kadınlarının çoğunun bedenleri ölü, kokuşmuş, soğuk ve çok kabadır. Fizikleri biraz böyledir, ruhları donuktur. Fikir düzeyi hiç yoktur... Bir papağan kadar bile sözcükleri tekrarlayamaz.24
Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi 90'lı yıllar, örgüt içinde kopmaların meydana geldiği, örgütün güçsüzleştiği ve küçüldüğü ve oldukça ciddi kayıplar vermiş olduğu bir dönemdir. Taktik değişimini gerektiren bu önemli sebep, PKK'nın kadınlar konusunda da bir atılım yapmasını gerektirmiştir. O dönemde ani bir kararla örgüte kadın militan alınmaya başlanmıştır. 1996 yılında örgütün küçülmeye başladığı ve kitle desteğini kaybetmeye başladığı bir dönemde ise PKK, kadınları, intihar eylemlerinde ilk defa bir araç olarak kullanmıştır.25
Terör örgütüne kadınların alınmasındaki temel amaç, yok olma tehlikesi içine giren PKK'da, erkek teröristleri teşvik amacıyla kadınların birer savaşçı olarak kullanılmasıdır. PKK, o tarihten itibaren ön plana çıkardığı kadın savaşçılar ile bir nevi rekabetin yolunu açmış ve örgüt ile bağlarını yitirmek üzere olan erkekler bu yolla teşvik edilmişlerdir. 
Nitekim, PKK'da kadınların intihar eylemlerinde kullanılma oranının, dünyadaki diğer terör örgütleriyle kıyaslandığında daha fazla olduğu görülmektedir. Gerçekleşen ve gerçekleşmek üzereyken yakalanan intihar eylemcilerinin %55'nin kadınlardan oluştuğu gözlemlenmiştir.26 Kadınlar, çeşitli aldatma yöntemleriyle bu Marksist örgütün birer maşası haline gelmişlerdir. 
Bu tarihten sonra PKK, kadınları çok çeşitli şekillerde emperyalizm maskesinin oldukça can alıcı bir parçası haline getirmiştir. Feodal görüşler ve hurafeci İslam anlayışının yanlış bir sonucu olarak özellikle kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü Ortadoğu'da kendisini, kadın haklarından bahseden, kadınları ön plana çıkaran bir grup olarak göstermiştir. Batı için bu hassas bir noktadır; PKK ise bunu ustaca kullanmıştır. PKK, Batı'nın gözünde, kadına önem vermeyen bağnaz bir coğrafyanın içinde kadın özgürlüğünden bahseden yegane topluluk olarak göze çarpmıştır. Günümüzde, PKK hareketini tam anlamıyla tanımayan Batılı yazarların en fazla kandıkları maske, düştükleri oyun budur. 
Gerçekte kadını "yozlaştırıcı bir etken" olarak gören, kadını savaşta bir tökez, önüne geçilmesi gereken "aile belası"nın da baş etmeni olarak niteleyen Öcalan, taktik değişiminin bir gereği olarak 1990'lardan sonra aniden kadınlara yönelik bir özgürlük teması geliştirmiştir. Kadını "kurtarılması gereken bir vatan gibi" göstermiş ve "özgürleşen kadın, özgürleşen Kürdistan'dır" sloganını geliştirmiştir. Çünkü bu sloganın hem örgüt içine alınacak kadın militanlar, hem de Batı nezdinde ne kadar göz boyayıcı olduğunu çok iyi bilmektedir.  
Illinois Üniversitesi yayınlarında, PKK'daki bu değişim şu şekilde ifade edilmiştir: 
Kadınlar PKK hareketinin aktif üyeleri haline gelmeden önce, yani 1990'lı yıllara kadar, tüm odaklanma erkekler üzerineydi ve kadınlar 'güvenilmemesi gereken zayıf insanlar' olarak değerlendiriliyordu. Ancak bu hareket içinde kadınların sayısı arttığında, Öcalan ve genel olarak PKK, Kürt erkeğinin geleneksel, 'feodal' iktidarını eleştirerek, kadının rolü üzerine vurgu yapmaya başladılar.27 
Şunu belirtmek gerekir. Kadın özgürlüğü ve üstünlüğünün savunucusu olmak elbette şarttır ve İslam dininin temel unsurlarından biridir. Ortadoğu gerçek anlamda bu konuda geri kalmış bir coğrafyadır ve bunun en temel sebebi İslam coğrafyasının Kuran'dan uzaklaşıp hurafelere yönelmiş olmasıdır. Hurafeci mantık, sadece kadınlar konusunda değil, kalite, demokrasi, savaş/barış, sanat, bilim gibi her türlü konuda olağanüstü derecede bir yozlaşma ve felaket getirmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, gerçek İslam dininin kadını yücelten, sanatı, bilimi ve demokrasiyi en mükemmel tarif eden anlayış olması; felaketi getirenlerin Kuran'daki gerçek İslam dininden uzaklaşıp hurafeci, sahte bir dine uyanlar olmasıdır. (Konuyla ilgili olarak bkz. Harun Yahya, "Bağnazların Kadın Nefreti", Karanlık Tehlike Bağnazlık) 
Burada şunu belirtmekte de fayda vardır. Türkiye'nin Güneydoğu bölgesinde de özellikle o dönemlerde yaygın olan kız çocuklarını okula göndermeme, küçük yaşta evlendirme, onları değersiz ve önemsiz görme, hatta töre cinayeti gibi korkunç uygulamalara maruz bırakma sebebiyle kadınların hor görüldüğü bir sistemin toplum içinde yaygın olduğu doğrudur. Ve PKK'nın bu yaygın sistemi kendisi için koz olarak kullandığı, "silahlanırsan özgürleşirsin" fikrini aşıladığı görülmektedir. Kürt köylerindeki genç kızların pek çoğu, genel olarak aile veya aşiret içindeki baskılardan kaçmak için bu özgürlük görüntüsüne aldandıklarını açıkça belirtmişlerdir. Pişman olanların arasında ise geri dönebilenlerin sayısı azdır, çünkü genellikle örgüt tarafından tehdit hatta infaz edilmişlerdir. 
Türkiye, hem İslam hem de demokrasi ülkesi olması sebebiyle, özellikle kadınlara verilen değer konusunda mutlaka öncü olmalı ve Ortadoğu'ya mükemmel bir örnek teşkil etmelidir. Bu konuda PKK gibi Batı'ya yaranma amacıyla maske takmış kanlı terör örgütlerine meydanı boş bırakmamalı, Kuran'da kadın ve demokrasi konusunda en mükemmel, en adil ve en doğru uygulamanın olduğunu tüm dünyaya anlatmalıdır. Bu, Türkiye'nin batısında da doğusunda da hakim bir uygulama olarak hayata geçirildiğinde hem Ortadoğu'nun bu beladan kurtulması için bir yol açılacak, hem de Türkiye, bunu uygulayan bir İslam ülkesi olarak Kuran'daki güzel ahlakı Ortadoğu'ya göstermiş olacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

14 Ağustos 2018 Salı

1 MART TEZKERESİNİN ÖNEMİ

1 MART TEZKERESİNİN ÖNEMİ


1 Mart Tezkeresinin Önemi

24/02/2016


YAZAR: Osman N. ARARAT


KATEGORİ: Makale
Suriye’de Son Dönemde yaşanan önemli gelişmeler  

01 Mart 2003 Tezkeresini yeniden gündeme getirdi. 01 Mart Tezkeresinin yankıları devam etmekte ve ‘‘Tezkere geçmeli miydi? geç­memeli miydi?’’ 
tartışması bugün bile  hâlâ yapılmaktadır.

Açık kaynaklara yansıyan haberlere göre, önceki hafta Latin Amerika gezisi dönüşünde gazetecilerin soruları cevaplayan Cumhurbaşkanı Erdoğan,  
1 Mart Tezkere döneminde yaşananları hatırlatarak “ 
Ben 1 Mart Tezkeresinin yanındaydım. 
1 Mart Tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. Çıkacak netice Türkiye’yi masaya getirecekti” diye konuştu. Türkiye’nin ABD 
öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesiyle büyük hata yapıldığını vurguladı. 
“1 Mart tezkeresi geçseydi ve Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak böyle olmazdı” yorumunu yaptıktan sonra, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyorum”  diyerek önemli bir mesaj verdi.

Şimdi 2003 yılına dönerek, anılan yıllarda Irak’taki gelişmeleri hafızamızda tazeleyelim.

ABD’nin Irak’ı İşgali

 Dönemin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 9 Mart 2003 tarihinde yapılan Siirt milletvekili yenileme seçimi ile parlamen­toya girmesinden sonra, 
AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Cumhuriyet Hükümeti, 11 Mart’ta istifa etti. Erdoğan baş­kanlığındaki 59. Cumhuriyet Hükümeti 
(2. AKP Hükümeti) de 14 Mart 2003’te kuruldu.

Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki yeni hükümet henüz daha kurulmadan ve güvenoyu alarak işe başlamadan çok önce, Irak krizi patlak vermiş ve 
1 Mart tezkeresi reddedilmişti. Daha sonra uzun süre tartışma konusu olan 1 Mart tezkeresinin reddi konusu, bu konusu krizi kucağında bulan yeni hükümeti 
bir hayli meşgul etmişti.

Kriz, ilgili tarafların inatçı tutumu yüzünden aşılamamış, sonuçta ABD koalisyon ortakları ile birlikte 3 Mart 2003 ta­rihinde Irak’a karşı saldırıya geçmişti. 
ABD’nin saldırı gerekçesi, Irak’ın elindeki kimyasal silahlar, 11 Eylül 2001 olayının intika­mının alınması ve Saddam Hüseyin’i devirerek Irak’a sözde 
demokrasinin getirilmek istenmesiydi. ABD, tüm dünyanın ‘demokrasi şampiyonu’ olarak sözde de­mokrasi ihraç edeceği vaadiyle ve ellerinde mevcut 
kimyasal silah aldatmacasıyla Irak’a savaş açtı.

3 Mart 2003 günü başlayan II. Körfez savaşı yapılan tahmin­lerin aksine kısa sürdü. Harekâttan önce Saddam ve yönetimi­nin ABD’ye verdikleri gözdağı 
ve bu yöndeki sözleri boş çıktı. 20 Mart 2003 tarihi itibariyle Bağdat düştü, Saddam kaçtı. Öteden beri toprak bütünlüğünden yana olduğumuz Irak, kuzeyde Kürt­ler, ortada Sünniler, güneyde Şiiler olmak üzere fiili olarak üçe bölündü. Binlerce müslüman arap kadınının namusu zedelendi, yüzbinlerce insan öldü, iki milyon çocuk yetim ve öksüz kaldı.

Bizim açımızdan ise, artık ABD’nin kontrolü altında giren ve bizi doğrudan ilgilendiren Kuzey Irak topraklarında, öteden beri varlığını sürdüren -Kandil dahil- terör yuvaları pekiştirildi, terör kamplarına iyice yerleşildi, bölgede meydana gelen istikrarsız or­tamdan yararlanan PKK yeniden palazlandı. Ortaya çıkan boşlu­ğu iyi değerlendirerek ve bunu fırsat bilerek ABD’nin gözetimi ve himayesinde yeniden derlenip toparlanmaya başladı.

Nitekim 2003 yılının ikinci yarısına gelindiğinde, terör ve şid­detin kaldığı yerden olanca hızıyla yeniden başlayacağı yönünde emareler görülmeye başlandı. Bir süredir bölgede duran kanın ye­niden akmaya başlayacağının sinyalleri bölücü örgüt tarafından verilmeye başlandı.

01 Mart Tezkeresi ve Yankıları

ABD’nin Irak’ı işgalinin bizi yakından ilgilendiren önemli si­yasi meselesi 1 Mart Tezkeresi  olayı olmuştur. 1 Mart 2003 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihi günlerinden biri­ni yaşıyordu. Hükümet tarafından Türk Askerinin Kuzey Irak’a gönderilmesi için hazırlanan tezkere ile Irak’a girilecekti. ABD’nin plânı belliydi. ABD liderliğindeki koalisyon güçleri de Türk topraklarını kullanarak kuzeyden Irak’a girecek, güneyden de Basra Körfezi ve Kuveyt toprakları kullanılarak, Irak çift taraflı bir kuşatmaya maruz bırakılacak, sıkışan Saddam direnemeye­cek ve işi çabucak bitirilebilecekti. Tüm hazırlıklarını buna göre yapmışlardı.

Bilindiği üzere, ABD Irak’a yapacağı harekât için daha önce o dönemde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki hükümet ile anlaşmaya varıl­mış, ABD ordu birliklerinin konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazırlıklar yapılmış, hatta araziler bile kira­lanmıştı.

Mart 2003 ayına gelindiğinde, Meclis’te iki parti vardı; AKP’nin sandalye sayısı 361, CHP’ninki 178’di.

Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı. Anayasa’nın 96. Maddesinde öngörülen 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere dört oy farkla reddedildi.

Savaş gemilerini İskenderun Limanı’nda tezkerenin geçmesi için bekleten ABD büyük bir hâyâl kırıklığı yaşadı. Bu hâyâl kı­rıklığını, Türkiye defterinin bir köşesine—sonradan acısını çıkart­mak üzere—not etti. Bu sonuç yapılan oylamada 95-100 civarında fire ver­diği tahmin edilen çoğunluktaki ve tek başına iktidardaki AKP’de de şaşkınlığa sebep oldu.

1 Mart tezkeresinin reddedilerek meclisten geçmemesi ülke­de büyük yankılar uyandırdı. Kamuoyu ikiye bölündü, ekran­larda ve gazete köşelerinde gelir-gider, kayıp-kazanç tabloları hazırlandı.

Türkiye ABD’yi ‘Yarı Yolda Bıraktı’

Koalisyon güçlerine Türk topraklarını, Türk askerine de Irak’ın kapısını açacak tezkerenin reddedilmesi, okyanus ötesin­de adeta deprem etkisi yarattı.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesine kadar uzanan süreci ve o dönemde ya­şananlara ilişkin düşüncelerini yıllar sonra yazdığı “Decision Po­ints’’ adlı kitabında şöyle anlatacaktı:

‘’Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin as­keri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardım­da bulunma, Türkiye’ye Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı)  Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM 1 Mart’ta tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hâyâl  kırıklığına ve hüsrana uğramış­tım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştır.’’

Şaşkınlığa uğrayan sadece Bush değildi. Dönemin ABD Sa­vunma Bakanı Donald Rumsfeld de “Bilinen ve Bilinmeyen’’ isimli kitabında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle ilgili şunları ya­zacaktı:

‘’Amerikan yönetimi emindi. Ancak TBMM, jilet farkıyla ABD’nin geçiş talebini onaylamamıştı. Bölgedeki kilit bir NATO müttefikin­den destek alınamaması, operasyonel açıdan ciddi terslik olma­sının yanında, siyasi bir utançtı.’’

 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesi, Türkiye’de de uzun süre tartışıldı. Tezkerenin reddedilmesi savaş karşıtlarını memnun ederken, bir kesim ise Türkiye’nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını sa­vunuyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, aradan 13 yıl geçtikten sonra konuyla ilgili önceki hafta gazetecilerin konuyla ilgili sorusuna karşılık şu açıklamayı yaptı.

“Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. Karşı olanlar bunu söylemediler. O zaman Bush benden bir ricada bulundu. Ama maalesef kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık. 1 Mart tezkeresi geçseydi bu Türkiye’yi masaya getirecekti. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Türkiye olarak hassasiyetlerimizi korumak zorundayız. Bu hava sahası aynı zamanda NATO hava sahasıdır. Onlar da gerekli adımları atmak durumundalar. Bunlar aynı zamanda herkes için test niteliği taşıyor. Her türlü ihtimale karşı hazır durumdayız. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemize yönelik tehditlere karşı her türlü yetkiye sahiptir.”

1 Mart Tezkeresinin Esası

Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin politik-askeri önemi, her şeyden önce o tarihlerde Türk kamuoyuna iyi anlatılmamış, halk aydınlatılmamış ve yeterince bilgilendirilmemiştir.

Türk kamuoyu tarafından o dönemde öyle sanılıyordu ki, Tür­kiye ABD’nin yanında ve koalisyon ortakları ile birlikte savaşa gi­recek, Irak’ın bir bölümünü işgal edecek ve Saddam’ın devrilme­sine ortak olacak ve Irak’a demokrasinin gelmesini sağlayacaktı. Savaşın izleri bununla da kalmayacak, ABD askerleri savaş baha­nesiyle Türk topraklarını işgal edecek, bölgeye getireceği 65 bin civarındaki askeri ile Güneydoğu Anadolu’muzun belli yörelerin­de çöreklenecek, buralarda uzun yıllar kalacak ve kolay kolay bir daha da çıkmayacaktı. Halkın nezdinde böyle bir algı oluşmuştu. Hâlbuki durum bundan farklıydı. İşin doğrusu şu şekildeydi.

Türkiye her şeyden önce savaşa, fiili çatışmaya falan girmeyecekti. ABD ve koalisyon ortakları tarafında yer almayacaktı. Sadece kendi mil­li güvenliği, bekası ve kendi menfaatleri doğrultusunda Kuzey Irak’ta sınırdan itibaren, 4-5 Tugay seviyesinde, 20- 25 bin asker ile, 15-20 km. ilerleyerek—batıdan doğuya PKK kamplarını da içi­ne alacak şekilde—en doğuda İran sınırına kadar, önceden plân­lanmış belli hatta kadar ilerleyecek, bu hatta duracak ve bölgenin emniyetini alarak belli üs bölgeleri oluşturacaktı. Bu durum bize avantaj sağlayacaktı. Zaten Özel Kuvvetlerimiz oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçişe müsait alanlar­da güvenli bölgeler tesis edilecek ve uzunca bir süre orada ka­lınacaktı. Böylece, hem geçişler kontrol altında olacak, hem de PKK Terör Örgütünün bölgedeki etkinliği önemli ölçüde kırıla­caktı.

Her ne kadar 1 Mart tezkeresinin reddiyle ABD askerlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girmeleri ve Güneydoğu Anado­lu’da üslenmeleri engellenmiş ise de, bu kez de, ABD ve koalisyon askerleri Türk hava sahasını ve Adana’da konuşlu İncirlik hava üssünü serbestçe kullandılar. Çünkü oylanan tezkerenin içeriğinde Türk hava sahasının kullanılması ile ilgili tahdit edici bir madde yoktu. Söz konusu üsten havalanan uçaklar kuzeyden Irak’ın yoğun hava bombardımanına iştirak ediyorlardı.

Esasen tezkerenin reddi bir işe yaramamıştır. Yine yabancı kuvvetler bu kez hava sahamızı kullanarak icra ettikleri harekâta istedikleri desteği rahatlıkla sağlamışlardır. Tezkereye karşı çı­kanların, İncirlik Üssünü ve özellikle I. Körfez Savaşından sonra bölgeye tarafımızdan davet edilen Çekiç Gücün varlığını nasıl iç­lerine sindirdikleri ve hazmettikleri de ayrıca merak ve tartışma konusudur.

Bunun yanında, tezkereye karşı çıkanların gözden kaçırdıkla­rı bir nokta daha var. Tezkerenin reddedilmesi durumunda Tür­kiye’nin bölgede izleyeceği politik ve askeri durum değerlendi­rilmesi yapılmamış, böyle bir durum karşısında bölgedeki yeni muhatabımız ABD’ye karşı izlenecek politik ve askeri tedbir ve öngörüler ortaya konulmamıştır. Tezkerenin geçmemesi görü­şünde olanlar tarafından, sadece tezkerenin reddedilmesi gerek­tiği yönünde kuru fikirler ortaya atılmış ve savunulmuştur.

01 Mart tezkeresinin Kabul veya Reddi arasındaki fark

Tezkerenin geçmesi durumunda Türkiye’nin izleyeceği yol, alacağı tedbirler askeri ve siyasi olarak önceden ayrıntılı bir bi­çimde plânlanmıştır. Ancak aksi durumda, yani tezkerenin geç­memesi durumunda, Türkiye’nin izleyeceği politika ve alacağı askeri tedbirler belirsizdir ve böyle bir plânlama yapılmamıştır. Bu yapılmadığı için 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi Türkiye’ye pahalıya mal olmuştur. Bir başka ifadeyle bu işin faturası ağır olmuştur. Bu faturanın neden olduğu olayları şöyle sıralamak mümkündür.

Tezkerenin TBMM’den geçmemesi, Kuzey Irak’ta belli bir hatta kadar ilerlemesi plânlanan ve en üst düzey alarm seviyesin­de hazırlık yaparak Kuzey Irak sınır hattında günlerce bekleyen birliklerimizde hâyâl kırıklığının yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, İç Güvenlik Bölgesinde ki birliklerin moral ve motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemiştir.
PKK Terör Örgütü mevcut durumdan geniş ölçüde lehine olacak şekilde yararlanmış, bölgedeki boşluktan istifade ile böl­gede cirit atmaya başlamış, silah sayısını önemli ölçüde artırmış, tam da istedikleri ortama sahip olmaları morallerinin yükselme­sine neden olmuş, yeniden derlenip toparlanarak 1999’da terö­rist başının yakalanmasıyla bölgede kısmen sağlanan sükûnetli ortam bozularak yeniden çatışma ortamına geçilmiştir. Hâlbuki Türk askeri Kuzey Irak’ta olsaydı, daha önceki yıllarda defalar­ca girip-çıktığı ve avucunun içi gibi bildiği bölge PKK’ya teslim edilmezdi.
ABD’nin PKK’ya bilinen sempatik tutumu daha da artmış, öyle ki yaptıkları silah yardımı yanında, Kuzey Irak’a gönderdik­leri bazı elemanları sayesinde PKK’ya eğitim desteği verdikleri bile tespit edilmiştir. Böylelikle, bölgede terör, şiddet ve çatışma ortamı yeniden başlamış, PKK bu kez yoğun olarak uzaktan kumanda ile patlat­tıkları mayınlar sayesinde kendini göstermiş, çok sayıda cana mal olan mayın ve bombalama eylemleri ile birlikte, güvenlik güçleri terörle mücadeleye sil baştan yeniden başlamışlardır.
Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla birlikte Erbil’de, Süleymaniye’de ve bölgenin daha birçok yerinde yapılan sevinç gösterileri ve nümayişler esnasında ne yazık ki Türk Bayrağı da ya­kılmıştır. Türkiye’ye karşı kin ve nefret tohumları yeniden yeşer­tilerek etrafa zehir saçılmaya devam edilmiş ve bölücülük had safhaya ulaşmıştır.
Daha önce Türk Askeri karşısında el-pençe divan duran Mesut Barzani ve ona bağlı unsurlar, ABD’den cesaret alarak bu sefer Türkiye’ye kafa tutmaya ve küstahça açıkla­malar yapmaya başlamış, ‘‘Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Di­yarbakır’a karışırız’’ deme cesaretini göstermiş ve bu durum ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesine kadar devam etmiştir.Bu arada yine bilindiği gibi 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de me­şum bir olay yaşanmıştır. Bu bölgede konuşlandırılmış Özel Kuv­vetlerimizin üs olarak kullandıkları binaya ABD askerleri tarafın­dan Barzani’nin peşmergeleri ile işbirliği ve koordinasyon içinde baskın düzenlenmiş, 11 askerimizin kafasına çuval geçirilerek 60 saate yakın bir süre esir alınmıştır. Bu durum, kamuoyunda geniş yankı uyandırmış, sırf 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi nedeniyle ABD askerleri tarafından yapılan bir nevi intikam alma ve cezalandırma şeklinde algılar oluşmasına neden olmuştur. Ne yazık ki, Türkiye bu durumun yarattığı ezikliğe askeri ve siyasi olarak istenilen ve gereken biçimde cevap verememiştir.

Bölgede bulunan Türkmenler tecavüz ve saldırılara maruz kalmış, binlerce Türkmen hunharca şehit edilmiştir. Irak’ın işga­linin ardından 10 Nisan 2003 tarihinde Kerkük, 11 Nisan 2003 tarihinde de Musul’da tapu kayıtlarının tutulduğu devlet dairele­rinin peşmergelerce basılarak büyük ölçüde Türkmenlere ait olan kayıtların tamamı yakılmıştır.
II. Körfez savaşından sonra 2004 yılından itibaren Kuzey Irak’taki boşluktan yararlanan PKK eylemlerini artırarak bugünlere gelinmiştir
ABD’nin Irak’ı işgali Türk ekonomisine olumsuz yönde yansımış, terörle sürdürülen mücadele maliyetinin iki kat artmasına neden olmuştur.

Pek tabiidir ki, 01 Mart tezkeresinin reddinin olumsuz sonuçları bunlarla sınırlı kal­mamıştır. Yukarda sıralanan olumsuzluklar sadece bilinen ve ba­riz olumsuzluklardır. Bunun yanında, kamuoyunca bilinmeyen siyasi ve askeri daha birçok durum Türkiye’nin aleyhine olarak gelişme göster­miştir.

Peki, Şayet tezkere geçip Türk askeri Kuzey Irak’a girseydi ne olurdu?

Her şeyden önce yukarda sıralanan olumsuzlukların hiçbiri yaşanmazdı. Terör, şiddet ve çatışma ortamı kesinlikle 2004 yılın­dan itibaren giderek tırmanan bir özellik gösteremez, hâlihazır ulaştığı seviyeye gelemezdi.
Türkiye kendi güvenliği ve bekası ile ilgili konularda daha etkili tedbirler alırdı. Kuzey Irak’ta bulunan terör yuvaları ve kamplar kontrolümüz altında bulunacağından teröristlerin ser­bestçe bölgede dolaşmaları engellenir ve PKK yeniden palazla­namazdı.
Türkiye’nin Orta Doğu’daki hâkimiyeti artar, bölge ülkeleri üzerinde müteakiben uygulayacağı politikaların belirlenmesinde etkin rol üstlenir ve söz sahibi olurdu.
Barzani ve peşmergeler, Türkiye’ye karşı bu derecede has­mane tutum gösteremez, politika izleyemez ve küstahça açıkla­malarda bulunamazdı. Bölgedeki Türkmen nüfusa vaki saldırı ve tecavüzlere mani olunurdu.
ABD askerleri sanılan ve iddia edilenlerin aksine Türkiye sınır­ları içerisinde uzun yıllar kalamazdı. Zaten Güneydoğu’da üs­lenmelerinin asıl nedeni harekâtın kuzeyden lojistik desteğini sağlamaktı. Bu maksatla Silopi, Cizre, Nusaybin ve Kızıltepe böl­gelerinde tesis edecekleri lojistik üsler geçiciydi. Harekât amacına ulaştığında çekileceklerdi.
En önemlisi de, Süleymaniye’de yaşanan ve Türk toplumunu derinden yaralayan çuval olayı yaşanmazdı.


1 Mart Tezkeresi sürecinde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki 1. AKP hükümeti tarafından yapılan en büyük hata, henüz tezke­renin akıbetinin ne olacağı belli olmadan, ABD ile yapılan anlaş­malar ve tezkerenin geçeceği yönünde verilen ümitlerdir.

Hâlbuki hükümet tarafından söz konusu tezkerenin reddedil­mesi ihtimalinin de olabileceği göz önünde bulundurularak, bu konuda ihtiyatlı bir siyasi irade ortaya konulmalıydı. ABD ordu birliklerinin temsilcileri tezkere geçmeden Türkiye’ye davet edilme­meli, İskenderun körfezinde günlerce bekletilmemeli,  konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazır­lıklara ve arazilerin kiralanmasına izin verilmemeliydi.

Tezkere sürecinde, ABD’ye karşı bu konuda istikrarlı bir irade gösterilseydi, iki ülke arasındaki ilişkilerde derin çatlaklar mey­dana gelmezdi.

Tüm bunlar gösteriyor ki, sadece dört oyla reddedilen tezke­renin Türk siyasi, askeri ve diplomasi hayatında önemi büyük­tür. Türkiye o tarihte tarihi bir fırsattan daha yararlanamamıştır. Mecliste yeterli çoğunluğa sahip iktidar partisi içerisinde tezke­reye verilen ret oylarının tamamı Güneydoğu Anadolu milletve­killerinden gelmiştir. Neden böyle olmuştur? Cevabı çok basittir. Şayet tezkere geçseydi PKK’nın bölgedeki etkinliği azalacak, yok olacak, PKK belki de silinip gidecekti.

Diğer taraftan, Silahlı Kuvvetlerin tezkere karşısındaki tutu­mu da çok eleştiri görmüş, günlerce konuşulmuş ve tartışılmıştır. ABD’nin güvenlikten sorumlu yetkili makamları, tezkerenin geç­memesinin baş sorumlusu olarak Silahlı Kuvvetleri göstermişler, sorumluluğu bu kuruma yüklemişlerdir. Tezkerenin acı faturası adeta Silahlı Kuvvetlere kesilmiştir.

Sonuç

Türkiye gerek I. ve gerekse II. Körfez Savaşın­dan sonra, bölgede doğru politikalar üretip yürütemediğinden her iki savaşın sonunda kendi beka ve milli güvenliği bakımından zararlı çıkmıştır.

Birinci Körfez savaşı sonunda o tarihte işbaşında bulunan Turgut Özal hükümeti zamanında ABD talebi uygun karşılandı ve Çekiç Güç Türkiye’ye davet edildi. Böylece Kuzey Irak’ta bir Kürt Bölgesi oluşumu gerçekleştirildi. 36. paralelin kuzeyi Kürtler için güvenli bir bölge olarak ilân edildi. O zamana kadar dağlarda yaşayan Barzani ve peşmergeleri bu fırsattan istifade ederek Ku­zey Irak’ta devlet olma istidadı göstermeye başladı. Yani ABD’nin teşvik ve desteği ile bölgede bir Kürt devletinin kurmanın temelleri ilk kez I. Körfez Savaşı sonunda atıldı.

İkinci Körfez Savaşı esnasında ise 1 Mart tezkeresi reddedi­lerek bu kez Kuzey Irak bölgesinin Türkiye’ye yakın bölümü tamamen bölücü örgütün kont­rol ve denetimine terk edildi. Terör ve şiddete davetiye çıkarıldı. Tezkerenin reddi PKK tarafından çok güzel kullanıldı ve istismar edildi. Örgüt buradan aldığı güç ve cesaret ile 2004 yılından iti­baren  kanlı eylemlerine yeniden başladı.

Türkiye, stratejik seviyede Irak ve Kuzeyi ile ilgili atması ge­reken doğru adımları ters istikamette attı. Bir yandan yıllarca “Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız’’ dedi, öte taraftan kendi iradesi ile Çekiç Gücü ülkesine yerleştirerek Irak’ın bölünmesine ve Kuzey Irak’ta Kürt Devletinin oluşumuna davetiye çıkardı. II. Körfez savaşı sırasında da 1 Mart tezkeresini reddederek kendi milli menfaatlerini tehlikeye atacak ve zarar görecek şekilde uy­gulamalarda bulundu.

   Şimdi Türkiye yukarda açıklanan ve 13 sene önce Irak’ta yaşanan olay ve gelişmelerden ders çıkararak, Kuzey Irak gibi bir ‘’Kuzey Suriye’’ oluşturulmasına seyirci kalmamalı, engel olmalı ve izin vermemelidir. Önümüzde yakın vadede Türkiye’nin güvenliği,  bekası  ve toprak bütünlüğü için askeri seçenek de dahil her türlü önlemi alınmalıdır.

http://ankaenstitusu.com/1-mart-tezkeresinin-onemi/

***

21 Aralık 2017 Perşembe

Türkiye’yi bekleyen tehditler!

Türkiye’yi bekleyen tehditler!


Naim Babüroğlu

naimbaburoglu@gmail.com

16.10.2017

1991 yılında Körfez Savaşı’ndan sonra, Kuzey Irak’taki Kürtleri o zamanki Irak lideri Saddam Hüseyin’e karşı korumak için ABD liderliğinde İngiliz, Fransız uçak ve helikopterlerinden oluşan kuvvet, Türkiye (İncirlik, Pirinçlik) üzerinden “Çekiç Güç” harekâtını gerçekleştirdi. 1991 yılında, Irak Hava Sahası’nda 36’ncı paralelin kuzeyi ile 32’nci paralelin güneyi “Uçuşa Yasak Bölge” ilan edildi ve bu bölge Irak Hava Kuvvetleri’ne yasaklandı. Bu uygulama, ABD işgalinin başladığı 2003 yılına kadar 12 yıl sürdü. Çekiç Güç, 12 yıl boyunca Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulmasına şemsiye oldu ve PKK’nın canlanmasına uygun ortam sağladı.

Kuzey Irakta ilan edilen “Uçuşa Yasak Bölge” ve “Çekiç Güç”ün varlığı sayesinde, “Hükümet Dışı Organizasyonlar (NGO)”, “yardım kuruluşları” görüntüsü altında Kürt Devleti’nin temellerini attılar.

1991 yılında, Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a saldırı öncesinde, ABD Türkiye’den cephe açmaya karar vermişti. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD Başkanı Bush’la anlaşmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri o dönemde buna karşı çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay, Cumhurbaşkanı Özal'ın Irak'taki maceraperestliğine direndi ve 1990'da istifa etti. Torumtay, 1994 yılında yayımladığı anılarında: “Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Türkiye’yi plansız, hazırlıksız ve donanımsız olarak Irak topraklarına, Irak savaşına ABD önderliğindeki saflarda dâhil etme kararını engellemenin tek yolu olarak istifayı uygun bulduğunu”(1) belirtmişti.

2003 yılında, ABD işgalinin başladığı ve Bağdat’a binlerce ton bombanın yağdırıldığı ilk saatlerde, ABD televizyon kanalı CNN’den yapılan canlı röportajda, Amerikan Kongresi’nin önemli üyelerinden Les Apsin büyük bir heyecanla: “Petrol bölgelerinin hâkimiyetinin ele geçirildiğini, İsrail’in güvenliğinin sağlandığını, Amerika’nın tek büyük güç olarak dünyaya gücünü ispatladığını” söyleyerek savaşın hedefine ulaştığını belirtiyordu.
ABD Dışişleri eski Bakanı Rice, daha Ulusal Güvenlik Danışmanı iken, 7 Ağustos 2003’te Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) kapsamında, 23 ülkenin sınırlarının değişeceğini söylemişti.(2)  Bunun için de CIA görevlendirilmiş ve operasyonlara başlamıştı. CIA’nın desteği ile BOP uygulanmaya başlanmış ve Arap Baharı fırtınasıyla, ülkeler kargaşaya sürüklenmişti.

Sonuçta:

1- Kuzey Irak’ta yapılan bağımsızlık referandumuyla, Türkiye’nin 22 ilini de içine alan Bağımsız ve Birleşik bir Kürdistan’ın önemli bir halkası tamamlanmış,
2- Kuzey Irak’tan başlayıp, Kuzey Suriye’ye oradan Akdeniz’e açılan ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü doğrudan tehdit eden bir terör koridorunun taşları döşenmiş,
3- PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG, Suriye’nin yaklaşık %30’unu ele geçirmiş ve ABD tarafından düzenli bir ordu durumuna getirilmiş,
4- ABD ve Batı ülkeleriyle kriz ya da kriz öncesi dönem yaşayan Türkiye, ABD’nin bazı yaptırımlarıyla baş başa kalmıştır.

ABD’nin önümüzdeki süreçte, Suriye'de PYD/YPG’ye desteğini artırarak NATO’da ve batı ülkelerinde Türkiye'yi yalnızlaştırma politikasını izleyeceği gerçeği de göz ardı edilmemeli. Bu arada, Türkiye’deki İncirlik üssü yerine alternatif yer çalışmasına başlandığı, ABD’deki düşünce kuruluşları tarafından dillendirilmekte.
Suriye’de, Rusya’nın savaşı kazandığını söyleyebiliriz. Putin’in Suriye’deki siyasi hedefi çok açık ve netti. Rusya'nın Suriye'ye yerleşmesi ve güvenebileceği bir yönetimin işbaşında olması. Bu yüzden Rus generalleri de askeri hedeflerin seçiminde çok rahattı. Suriye'nin başkenti başta olmak üzere, diğer kentleri teröristlerden temizlemek ve Suriye ordusunun kontrolü ele geçirmesine yardımcı olmak. Putin, ABD'ye Suriye ve Irak'ta ayar verecek kadar, az maliyetle çok kazanç elde etti. 

Bu, durup dururken olmadı. Putin, Stratejinin temel unsurlarını Kuvvet-Zaman-Mekan'ı (Yer) iyi kullandı. Suriye’den sonra, ekonomi alanındaki adımlarıyla Irak coğrafyasına da pençesini attı.

İdlib’te yürütülen operasyonların tamamlanmasıyla, Suriye'de savaşın sonuna gelineceği, fakat yer yer çatışmaların süreceği bir gerçek. Yani, Putin’le birlikte  Esad’ın da savaşı kazandığı şimdiden söylenebilir. Çatışmanın sonlandırılması ise yıllar alır.
İdlib sonrası, PYD/YPG bölgesine özerklik ya da federe bir yönetim verilmesi sürecinin tartışmalarına hazır olunmalı. ABD ve Rusya’nın, PYD/YPG'nin kontrol ettiği bölgelerde özerk/federe bir yapıyı destekleyecekleri bir sır değil. Rakka ve Deyrizor doğal gaz alanları, Kerkük’te olduğu gibi ana anlaşmazlık bölgeleri olacaktır.
Bu gelişmeler, Türkiye’nin ulusal çıkarları ve ulusal güvenliği doğrultusunda strateji geliştirmesini zorunlu kılmakta. İdlib sonrası, Afrin’in ve Menbiç’in YPG’den arındırılması ve Süleyman Şah Türbesi’nin yerine konuşlandırılması, Türkiye’nin BEKA’sı yönünden yaşamsal önemdedir. Kuzey Irak, Kuzey Suriye'den; Bağdat, Şam'dan ayrı değerlendirilmemelidir. Suriye ve Irak'ın toprak bütünlüğü, Türkiye'nin bütünlüğü açısından bir sigorta niteliğindedir. Coğrafya ülkelerin geleceğini belirler. Türkiye, Irak-İran-Suriye ile ittifak yapmalı, Irak ve Suriye’nin toprak bütünlüğü için Rusya’yla işbirliğini sürdürmelidir.

Ve, tarih ulusların tarlasıdır, ne ekersen onu biçersen… Rüzgar ekersen fırtına, fırtına ekersen deprem…

(1) Necip Torumtay, Necip Torumtay’ın Anıları, Milliyet Yayınları,  İstanbul, 1993.

(2) Washington Post Gazetesi (Transforming The Middle East), 7 Ağustos 2003.


https://www.gercekgundem.com/turkiyeyi-bekleyen-tehditler-4469yy.htm