Türkiye’nin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye’nin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Eylül 2017 Cumartesi

Riskler değişirken Türkiye’nin güvenliği


Riskler değişirken Türkiye’nin güvenliği




Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney
BİLGESAM Bşk. Yrd.


Günümüzde devlet aktörüne karşı devlet aktörünün çıktığı normal savaşların yerini artık devlet-devlet/ 
Devlete karşı devlet - dışı aktör/ devlet - dışı aktöre karşı devlet dışı aktör Mücadelesinin içiçe geçtiği asimetrik / Melez savaşlar aldı.



Türkiye'nin güneyinde güvensizliğin şeytan merdiveni yükseliyor. Suriye krizi Ankara için çetin güvenlik sorunları doğurdu: Türkiye kriz esnasında hem rejimden yönelen füze saldırıları ve diğer konvansiyonel silah saldırıları tehdidiyle baş etmek zorunda kaldı; hem de Irak ve Suriye merkez hükümetlerinin yaratmış olduğu otorite boşluğunu dolduran çeşitli terörist grupların asimetrik saldırıyla mücadele etti. Bu güvensizlik sarmalının sürmesi ne yazık ki doğal beklentimiz, çünkü ABD ve Rusya gibi bölge dışı büyük güçler, Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerde süregiden vekâlet savaşlarını kimi zaman parçası da olarak izliyorlar. Üstüne üstük bu güçler, vekâlet savaşları karşısında/içerisinde toprak bütünlüğü bozulan bu ülkelerin artık 100 sene önceki Sykes-Picot düzeniyle yönetilemeyeceğini iddia etmeye başladılar. Çıkarım yapmamız gerekirse, Washington ve Moskova'nın gelecekte oluşturmak istedikleri yeni Ortadoğu, parçalanmış devletler üzerinde yeni küçük devletçikler inşa etmek suretiyle tasarlanıyor. Aslında bu yeni plan, bölge güvenliği için başlıca istikrarsızlık kaynağı olacaktır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Kerry'nin Irak devletinin 100 yıl önce atılan temellerinin bugün artık iflas etmiş olduğunu ifade etmesinin hemen ertesinde, fiilen üçe bölünmüş Irak'ta Şii kesimler arası çatışmaların yaşanması bir tesadüf değildir. ABD'nin Irak müdahalesi sonrası çözülmekte olan bir Irak ile çoktan çökmüş bir Suriye var ve de gördüğümüz bu param parça olma hali pusuda bekleyen terörist grupları da harekete geçirdi. Irak- Suriye hattında ortaya çıkan güç boşluğu nedeniyle son senelerde terörist gruplar Türkiye'nin güney sınırına kadar geldiler ve asimetrik savaş taktikleriyle yaşam alanlarını genişletmeye başladılar. Bu çetin varoluş mücadelesi sürerken ve sürecekken farklı aktörlerce hedef olarak Türkiye'nin alınması, Ankara için acil ve sadece bugün değil geleceğe yönelik olarak da tedbir alınması gereken bir güvensizlik sorununu ortaya çıkardı.


CAYDIRICILĞI ARTIRACAK ÖNLEMLER ALINMALI

Türkiye'nin güneyinde işaretleri görünen olası bir istikrarsızlık kuşağı karşısında, bu durumun yaratacağı çeşitli konvansiyonel tehditleri bertaraf edebilmek için Ankara'nın şimdiden kendi caydırıcı planlarını hazırlaması gerekiyor. Caydırıcı olmak önemli, çünkü Türkiye sadece güney sınırlarından kendisine yönelen farklı terörist gruplarının konvansiyonel askeri saldırılarına hedef olmamakta. Ankara'nın ayrıca Suriye gibi bazı Ortadoğu ülkelerinin sahip olduğu balistik füzelerinin menzili kapsamında olduğunu unutmamak gerekir. Kısaca farklı aktörlerden kaynaklı risk ve tehditler üst üste biniyor, güvensizliğin şeytan merdivenini yeni konvansiyonel tehditler üzerinden oluşturuyor. Suriye krizi sırasında NATO caydırıcılık stratejisi kapsamında Ankara'ya yönelik tehditlerin caydırılması için temin edilmiş olan Patriot füze bataryalarının günümüz yeni konvansiyonel tehditleri karşısında yeterli olduğunu iddia etmek bu nedenle hayli zor. Dolayısıyla Ankara mevcut ve hızla değişen muhabere koşullarında daha önceki yazımızda bahsettiğimiz NATO caydırıcılık stratejisindeki açmazlar nedeniyle, ulusal savunma sanayinde yakalamış olduğu başarının getireceği motivasyonu da kullanarak ulusal güvenlik konseptinin bir gerekliliği olarak ortaya çıkan yeni ihtiyaç listesindeki önemli bazı konvansiyonel silahları (silahlı insansız hava muharebe silahları (İHA), balistik füze ve füze savunma sistemi v.b. gibi) geliştirmeye hız vermelidir. Türk Savunma Sanayisi'nde hâlihazırda gerçekleştirilmiş olan oldukça başarılı milli askeri projeler ümitvar olmamız için yeterli bir sebep.


TÜRKİYE'NİN SAVUNMA KAPASİTESİ

Türkiye'nin özellikle sınır güvenliğinin sağlanmasında hem Kilis'te karşılaşılan saldırılarda olduğu gibi Katyuşa roketleri ve benzeri konvansiyonel saldırıları durduracak hem de olası balistik füze tehdidi karşısında Ankara'ya caydırıcılık kuvveti kazandıracak yeni askeri yetenekleri geliştirip üretmesi bugün için bir zorunluluk. Bu tür savunma kabiliyetlerinin geliştirilmesi Ankara'nın müttefiklerine olan bağımlılığını azaltması bakımından da önemli. Bu yolu önermemizin en önemli nedenlerinden biri; İttifak caydırıcılık stratejisinin yaygınlaştırılmış caydırıcılık ayağında yaşanan açık. Suriye kaynaklı balistik füze tehdidi karşısında savunma amaçlı konuşlandırılmış NATO Patriot bataryalarının Ankara'ya yönelik alt seviyedeki konvansiyonel saldırıları durduramamış olması ve Türkiye'nin tüm ısrarlarına rağmen müttefiklerini Suriye'nin kuzeyinde güvenli bir alan oluşturulması konusunda ikna edememiş olması konuyla doğrudan ilintili. Bu açıklar nedeniyle Kilis'e düşen Katyuşa roketlerine karşı Ankara'nın vermiş olduğu cevap bugün için yalnızca Obüs füzeleri ve Çok Namlulu Roketatarlarla sınırlı kalmıştır. Unutulmamalı Suriye'den kaynaklanan ve Ankara'ya yönelik tehditlerle ilgili NATO'nun daha önce yapmış olduğu değerlendirme Rusya'yı kapsamıyordu. Oysa bugün Türkiye'nin güney sınırlarının yanı başında var olan Rus askeri gücü Ankara'nın Suriye'deki DEAŞ varlığına karşı bir hava harekâtını gerçekleştirmesini zorlaştırıyor. Türkiye elindeki mevcut milli İHA'yla DEAŞ varlığını tespit etmesine rağmen bunlara karşılık vermede bir alternatif olan silahlı İHA'ın kullanılması konusunda desteği müttefik güçlerinden beklemek durumunda kalıyor. Bilindiği gibi, İncirlik'te konuşlanan DEAŞ karşıtı koalisyon güçlerinden ABD'nin elinde DEAŞ'a karşı kullanabileceği hem silahlı İHA'sı hem de hava operasyonu düzenleyebilecek ciddi bir hava gücü mevcut. Biraz daha geçmişe dönersek; 2008 yılında Türkiye PKK ile olan mücadelesi için gerekli olan İHA'dan Predator'ları Washington'dan talep etmiş ama bunları bir türlü temin edememişti. Bugün DEAŞ roket saldırıları karşısında da zaman zaman Ankara'yı hayal kırıklığına uğratan durumlar yaşanabiliyor. Sözün özü; DEAŞ'a yönelik askeri mücadeleden çıkarılacak en önemli ders bugünün koşullarında Ankara'nın müttefiklerinden beklediği askeri desteğin verilmesinin her zaman garanti olmayabileceği. Dolayısıyla, Ankara'nın sahip olduğu ve de denemesini başarıyla sonuçlandırdığı İHA'nın silahlı versiyonlarının sayısını arttırıp bunları Hava Kuvvetleri envanterine katması gerçekçi bir tutum olacaktır.

Ayrıca Türkiye'nin çevresindeki ülkelerden kaynaklı balistik füze tehdidinin ülkemizin tamamını kapsamış olduğu gerçeği ile hareket etmeliyiz. Dolayısıyla karşı karşıya kalınan füze tehdidine yönelik önemli bir caydırıcı unsur olacak balistik füze teknolojisi ile balistik füze kapasitesine Ankara'nın en kısa sürede sahip olması elzem görünmekte. Bugün Türkiye'nin Ortadoğu'daki birçok komşusu sahip oldukları karadan- karaya balistik füzeleriyle diğer ülkelere karşı kullanabildikleri ciddi bir asimetrik güç elde etmekteler. Ayrıca günümüz koşullarında karadan-karaya balistik füzeler maliyet-etkin olmaları ve vuruş hassasiyetlerinin 1.6 metreye kadar inmiş olması bakımından bazı riskli askeri operasyonlarda uçaklar yerine tercih ediliyorlar. Türkiye Hava Kuvvetleri envanterine de bu türden füze kabiliyeti eklediğinde, Hava Kuvvetleri bir yandan stratejik derinlemesine taarruz konusunda oldukça güçlenecek. Diğer yandan füze teknolojisi geliştirilmesi sürecinde edinilen deneyimle Ankara'nın bir süredir ihtiyacını duyduğu ve müttefiklerinin rızasına bağlı olarak temin edilen Patriotlar yerine kendi ulusal füze savunma sistemini geliştirmesi imkânın da önü açacaktır.



YENİ GÜVENLİK KONSEPTİ

Kazanılacak deneyimden bahsetmişken Türkiye'nin füze savunma sistemi meselesinde uluslararası ihaleyi sonlandırdıktan sonra füze yapım meselesini alanında uzmanlaşmış ASELSAN ve ROKETSAN gibi yerli firmalara devretmiş olmasının ne kadar mantıklı bir davranış olduğunun altını çizelim. Keza -Hisar A ve Hisar 0 gibi havadan fırlatılan füzeleriyle birlikte uzun menzilli at-unut kabiliyeti olan SOM füzesini geliştirmiş olması da gelecek on yıllarda geliştirmemiz gereken imkânlar konusunda umutlu ve cesaretli olmamıza neden oluyor. Ki Türkiye'nin füze konusundaki bazı teknik zorlukları aşması için önünde belli bir süre (yaklaşık beş-on yıl gibi bir zaman aralığı) var. Ancak, Türkiye'de havadan-karaya atılan füze üretme konusunda bugün gelinen noktada yakalanan ivme, Ankara'nın karadan- karaya balistik füze meselesinde de ön almasında kuşkusuz itici bir güç olacaktır.

Günümüzde devlet aktörüne karşı devlet aktörünün çıktığı normal savaşların yerini artık devlet-devlet/ devlete karşı devlet-dışı aktör/ devlet-dışı aktöre karşı devlet dışı aktör mücadelesinin iççice geçtiği asimetrik/melez savaşlar aldı. Bu ortamda Ankara'nın önceliğini güney sınırında baş gösteren acil sınır güvenlik sorunlarına yöneltmesi bir zorunluluk. Bu önceleme, Türkiye'nin gelecek on-on beş yıl içinde ortaya çıkabilecek bölgesel ya da küresel tehditler ışığında komşularının ve bölgede var olan devlet-dışı aktörlerin sahip oldukları- veya olabilecekleri- asimetrik silah yeteneklerini tasavvur ederek, şimdiden hangi tür askeri silahların edinmesi gerektiğinin belirlenmesine elbette engel değil. Hatta bu iki unsuru bir arada düşünmemiz, bu bağlamda da savunma ve güvenlik alanında gelecek on yıl Ankara'nın yol haritasını çizecek ulusal güvenlik konseptinin netleşmesinde bu unsurların ve hazırlık çalışmalarının önemini kavramamız kanaatimce elzem.


http://www.yenisafak.com/hayat/riskler-degisirken-turkiyenin-guvenligi-2468752

***

8 Mart 2015 Pazar

Türkiye’nin Orta Doğu’da İzlediği Politikaların Nato Müttefikleri ve Avrupa Birliği Üyeleri ile İlişkileri Üzerindeki Etkileri,




Türkiye’nin Orta Doğu’da İzlediği Politikaların 
Nato Müttefikleri ve Avrupa Birliği Üyeleri ile İlişkileri Üzerindeki Etkileri,


Dış Politika ve Savunma Araştırmaları Grubu*
03 Mart 2015


Genel Görünüm:

Türkiye’nin 2009 yılından itibaren izlemeye başladığı dış politika başta NATO müttefikleri ve AB üyesi ülkeler olmak üzere tüm dünyanın dikkatini çekmiştir.

Başlangıçta, 2003 yılının başından itibaren bölgede izlenen proaktif dış politika uygulamaları ve “komşularla sıfır sorun” politikası kamuoyunda genellik olarak olumlu karşılanmış ve özellikle TICARIilişkilerimize belirli bir ivme kazandırmıştır. Bununla beraber, beklenmedik şekilde ortaya çıkan ve hızla gelişen “Arap Uyanışı”(Arap Baharı)nın Türkiye’yi nispeten hazırlıksız yakaladığını ve dış politika uygulamalarımızda bazı çelişkilere neden olduğunu belirtmek mümkündür.

Bu çelişkili politika uygulamaları sonucunda Türkiye’nin Orta Doğu’da zemin kaybettiği, ABD ile ilişkilerinin zedelendiği, AB ile üyelik müzakerelerindeki ivmenin de önemli ölçüde zayıfladığı görülmektedir. 


Gelişmeler:

2009-2010 yıllarında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyesi olduğu dönemde özellikle Filistin ve Arap-İsrail uyuşmazlığı ülkenin gündeminde öncelikli konular olarak yer almıştır. Bu dönemde Türkiye uluslararası ilişkiler sahnesinde devlet dışı aktörlerle, örneğin Müslüman Kardeşler,  Hamas, Al-Nusra gibi unsurlarla da temaslar kurmuş, böylelikle müttefiklerinden farklı bir politika izlemeye başladığı algısının oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu algı kısa zamanda Türkiye’nin bu oluşumlara destek verdiği şeklinde bir anlayışa dönüşmüş, algıyı değiştirmek için yeterli ve ikna edici bir çaba gösterilmemesi sonucunda bu anlayış pekişmiştir. Hamas’ın merkezinin Türkiye’ye taşınması, rejim aleyhtarı grupların, bu meyanda Müslüman Kardeşler’in Türkiye ile olan ilişkilerini görünür biçimde yoğunlaştırmaları Türkiye hakkında çeşitli ithamlara yol açmış, Batı nezdinde oluşan algısı bu defa kuşkuya dönüşmüştür. Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e verdiği destek ABD’de ve AB’de Türk dış politikasının istikameti hakkında ciddi soruların ortaya atılmasına neden olmuştur. Bu dönemde Türkiye’nin İran ile uluslararası toplum -bilhassa ABD- arasında beliren uyuşmazlıklar bağlamındaki politikaları ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde izlenen İran’ın nükleer dosyası konusundaki tutumu da Batı ile arasındaki görüş farklılıklarını artırmıştır.

2009 yılının Ocak ayında Davos’ta yaşanan “One minute” olayı, Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerinde gerginliğin başlangıcını oluşturmuştur. Ancak Türk dış politikasında asıl önemli dönüm noktasını 2010 yılında yaşanan olaylar oluşturmuştur. Bu yıl Türkiye İran’a yönelik yaptırımlar konusunda BMGK oylamasında Brezilya ile birlikte olumsuz oy kullanmış, ayrıca İsrail ile arasında Mavi Marmara vakası yaşanmıştır. Mavi Marmara krizi kapsamında Türkiye, İsrail ile ilişkilerinin düzelmesi için üç talepte bulunmuştur. Özür dilenmesi, tazminat ödenmesi ve Gazze’de ablukanın kaldırılmasından oluşan bu taleplerden ilk ikisi İsrail tarafından kabul edilmiş olup sonuncusu uluslararası alanda destek bulmadığı gibi Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin inisiyatifi ile kurulan panel de “ablukanın uluslararası hukuka uygun olduğu” görüşü benimsenmiştir. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin bozulması ülkemizin bölgesel aktör olarak gücünü ciddi biçimde etkilemiştir. Türkiye’nin Orta Doğu’daki etkinliğini, diğer hususların yanında, bölgede hem Arap ülkeleri ile hem İsrail’le ilişkilerini dengeli şekilde sürdüren tek ülke olması sağlamaktaydı. Bu durum bir yandan Orta Doğu’daki politikalarda Türkiye’yi sözü dinlenir bir ülke konumuna getirirken bir yandan da Batı gözündeki stratejik değerini artırmaktaydı. Bugün gelinen noktada Türkiye hem bölgede hem Batı gözünde bu etkisini kaybetmiştir. Bunun bir sonucu da Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji denklemi içindeki gücünün zayıflaması olmuştur.

Türkiye’nin Ortadoğu’ya giderek daha ağırlıklı biçimde yaklaşmaya başlaması sonucu oluşan algı değişikliği mensubu olduğumuz Batı camiasında Türkiye’nin bir “eksen değişikliği” içinde mi olduğu şeklinde sorgulamaların artmasına yol açmıştır. Bu sorgulamalar Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşmakta olduğu, yeni arayışlar içine girdiği, yeni-Osmanlıcı bir politika izlemeye başladığı yorumlarını yaygınlaştırmıştır.

Türkiye’nin dış politikasındaki çelişkili uygulamalara bağlı olarak oluşan bu algı değişikliği, iç politikada görülen bazı gelişmelerle birlikte okunduğunda Türkiye ’nin özellikle demokrasi, laiklik, hukuk devleti, basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gibi Avrupa Birliği değerlerinden ve prensiplerinden giderek uzaklaşmak ta olduğu izlenimini yaratmıştır.

AB üyelik perspektifinin, takriben 50 yıldır farklı iktidarlar döneminde özellikle evrensel hukuk kuralları ve demokrasi değerleri bağlamında çeşitli alanlarda iyileştirmeleri ve reformları teşvik edici rol oynamış olduğu söylenebilir. Bununla beraber, kamuoyunda zaman zaman AB’ye karşı olumsuz kanaatlerin görüldüğü de bir gerçektir. Bu kapsamda son zamanlarda yapılan anketlerin, Türk kamuoyunda AB hakkında oluşan olumsuz algının nispeten olumluya dönüşmeye başladığının işaretlerini verdiği bu noktada not edilmesi gereken bir gelişmedir.

Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin ilerlemesinin önündeki engellerin başında AB’nin GKRY’yi üye olarak kabul etmesi ve akabinde KKTC’ye karşı uyguladığı ayırımcı politikaları değiştirmeksizin sürdürmesi gelmektedir. Türkiye GKRY’nin üyeliğini müteakip AB ile bu bağlamda imzaladığı Ankara Protokolü’nü uygulamaktan imtina etmiş, bu davranışını AB’nin KKTC’ye olan ayırımcılığını sürdürmesiyle haklı göstermeye çalışmış, ancak AB meseleyi tamamen hukuki bir perspektiften algılayarak Türkiye’nin Ankara Protokolü ile ilgili yükümlülüğünü yerine getirmediği yönündeki ısrarından vazgeçmemiştir. Avrupa’da artan yabancı düşmanlığı, zenofobi ve bilhassa Orta Doğu’daki gelişmelere bağlı olarak yaygınlaşmaya başlayan İslam karşıtlığı Türkiye’ye olan bakışı olumsuz etkileyen diğer faktörlerdendir. Bunlara müttefiklerimizin PKK ve genel olarak Kürt sorunu ile ilgili bazen önyargılı yaklaşımları, Suriye konusundaki görüş farklılıklarımız, Rusya ve İran ile Batı arasında olan sorunlu ilişkilere bakışımızdaki nüanslar ve AB üyeliğimize Birlik üyelerinin kendi içlerindeki farklı yaklaşımları eklendiğinde, Türkiye-AB ilişkilerinin olumlu bir mecra içinde ilerlemesi güçleşmektedir.

Bu gelişmelerin bir yansıması olarak AB ile 2005 yılında başlatılan üyelik müzakereleri süreci ciddi bir yavaşlama geçirmiş, GKRY’nin dönem başkanlığı ile birlikte tam anlamıyla durağanlaşmıştır.

AB’nin Türkiye’ye olan bu yaklaşımı yeni açılımlar aranmasına yol açmış, bu bağlamda Şanghay İşbirliği Örgütü ile ilişkiler kurulması için kullanılmaya başlanan söylem, müttefiklerdeki endişeleri daha da artırmıştır. Bu örgüte katılmak kuşkusuz Türkiye’nin geleneksel politikaları ve Batı ile ilişkileriyle bağdaşmamaktadır.

Türkiye’nin izlediği politikalar hakkındaki endişelerin en fazla arttığı müttefiklerimizin başında ABD gelmektedir. Türkiye’nin ABD ile ilişkileri ve çeşitli alanlardaki işbirliği iniş çıkış gösterse de genellikle yoğun bir şekilde devam edegelmiştir. Ancak son zamanlarda ABD basın ve yayın organlarında Türkiye’nin dış politikada Batı ağırlıklı bir politikadan Ortadoğu/İslam dünyası odaklı politikaya meyil ettiği izleniminden, zaman zaman ortaya çıkan Osmanlı nostaljisinden, bu çerçevede Müslüman Kardeşler’e verilen destek ile din referanslı güçlere gösterilen kolaylık ve yardımlardan rahatsızlık duyulduğu açıkça ifade edilmektedir.

Türkiye’nin füze savunma sistemi kurulması için Çin ile anlaşması ABD’deki endişeyi daha da pekiştirmiş, NATO müttefiklerimizde şaşkınlık uyandırmıştır.

Bütün bu gelişmelerin Türkiye’nin Batı ile arasının giderek açılmaya başladığı şeklinde bir algı yarattığı dönemde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayan “Arap Uyanışı” Türkiye için çok önemli bir fırsat oluşturmuş ve müttefikleri ile ortak politikalar geliştirebilmesi için uygun bir zemin yaratmıştır. Ancak Türkiye’nin “Arap Uyanışı” ile karşısına çıkan bu fırsatı yeterince iyi ve olumlu değerlendirmiş olup olmadığı sorgulanmaya değer bir konu olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki yaklaşımlarında Batı camiasından farklı olarak Müslüman Kardeşler bağlantılı oluşumlara sıcak bakması -kimi zaman açık destek vermesi- müttefiklerle aramızda oluşabilecek ortak platform zemininin kısa zamanda aşınmasına yol açmıştır. 

Batı camiası “Arap Uyanışı”nı bir demokratikleşme ve otoriter/totaliter rejimlerden arınma çabası olarak görmüş, bununla birlikte yıkılan rejimlerin yerine kurulacak olan yeni oluşumların desteklenmesinde de olabildiğince ihtiyatlı davranmaya özen göstermiştir.
Türkiye de Arap Baharı’na prensip itibariyle olumlu yaklaşarak sürecin Arap ülkelerinde demokratik bir dönüşüme yol açabileceği düşüncesiyle destek vermiştir. Ancak tek başına demokratik seçimlerin totalitarizme engel olamadığı kısa zamanda görülmüştür.

2011 yılından itibaren ise Suriye’de başlayan kargaşa ve akabinde beliren -bazı yorumlara göre bir iç savaş olarak anılan- durum Türkiye ile Batı arasındaki yaklaşım farklılıklarında yeni bir safha oluşturmuştur. Suriye’de çözüme yönelik adımların atılmasında Batılı müttefiklerimizin kararsız ve mütereddit davranmaları sonucu Suriye krizi nitelik değiştirmiş, sorun Suriye içi bir kaos ortamından sınır aşan terör boyutuna dönüşmüştür. Suriye’deki kaosun yarattığı koşulları değerlendiren terör unsurlarının canlandırdığı güçler IŞİD olarak karşımıza çıktığında, bu defa Batılı müttefiklerimiz açısından da Suriye sorunu hakkındaki algı nitelik değiştirmiştir. Batı artık öncelikli olarak IŞİD terörüyle mücadeleyi hedeflerken, Türkiye Esad’ın düşürülmesine ilişkin önceliğini korumuştur. Türkiye bu konuda izlediği politikada uluslararası toplum içinde yalnız kalmıştır.

Arap Uyanışı’nın Türkiye yönünden üç farklı tehdidi beraberinde getirdiğini söylemek mümkündür. Bunlar; çeşitli din referanslı siyasi hareketlerin güçlenip iktidar olması, Suriye’deki iç savaşın yarattığı kaos ve çatışmaların sınır boyunca Türk yerleşim bölgeleri için oluşturduğu ve oluşturacağı güvensizlik ve nihayet Suriye Kürtleri’nin sınır boyunca bazı bölgeleri işgali ve buralarda özerklik ilan etmeleri olarak sıralanabilir.

Türkiye Ortadoğu’ya yönelik politikalarıyla bir yandan müttefikleriyle uyumlu bir dış politika izlemediği kanaatinin yaygınlaşmasına yol açarken, bir yandan da kendi güvenliğine yönelik tehditlerin artması ile karşı karşıya kalmaktadır.

2000’li yılların başında Ortadoğu’da yükselen Şii gücünün hamisi olarak beliren İran’ın dengelenmesi için Türkiye’nin öne çıkması gerektiğini savunan çevrelere, Ankara böyle bir misyon üstlenmek istemediği ve Ortadoğu’da bir Sünni-Şii kutuplaşmasının tarafı olmayacağı yanıtını vermekteydi. Türkiye’nin bütün gücünü ve cazibesini ise laik, demokratik, çoğulcu sivil toplum yapısı; parlamenter sistem ve hukuk devleti ilkelerini temsil etmesi; Batı kurum ve kuruluşlarındaki üyeliği ya da üyelik süreci oluşturmaktaydı. Türkiye’nin bu özellikleriyle “ılımlı İslam” modelinin yayılmasına da yardımcı olabileceği ileri sürülmekteydi. Bugün ise ülkemizin artık bir Sünni-Şii kutuplaşmasında taraf olduğu algısı yaygınlaşmaktadır.

Bunun sonucunda Türkiye Ortadoğu’da gerçek bir bölgesel güç olarak oynayabileceği rolü kaybetmekte, bölgenin sorunlarının çözümünde örnek olarak gösterilebilecek ülke konumunu da zayıflatmaktadır. Bugün artık bölgedeki toplumsal dönüşüm ve demokratikleşme bağlamında gösterilen bir örnekten söz edilirken, Türkiye’den çok Tunus’un adı zikredilmeye başlanmıştır.

Sonuç:

Tüm bu gelişmeler başta Türkiye ile ABD arasındaki bağlar olmak üzere, müttefiklerimizle ilişkilerimizi olumsuz biçimde etkilemektedir. Bu sebeple Türkiye’nin Batılı müttefikleri nezdinde oluşan olumsuz algının giderilmesi maksadıyla yapıcı adımlar atması elzemdir.

Dış politikada tarihsel nostaljiye, dinsel ve mezhepsel referanslara olduğu kadar ideolojiye de yer yoktur. Dış politika kuşkusuz aktif olmalıdır, fakat bu aktivizmin ters tepmemesine dikkat edilmesi gerekmektedir. Bugün küreselleşmiş ve şeffaflaşmış dünyada başta tarafsız ve bağımsız yargı, temel insan hakları ve hürriyetleri ve hukukun üstünlüğü olmak üzere Batı’nın değerlerine bir alternatifin olmadığını kabul edilmeli ve buna göre davranılmalıdır. Aksine bir tutumun ülkeleri ve halklarını nasıl büyük felaketlere sürüklediğinin canlı örnekleri çevremizde açıkça görülmektedir. Türkiye’nin Batı camiasından uzaklaşmaması gerektiği, zira dünya ile entegrasyonunda halen üyesi olduğu Avrupa ve Avrupa-Atlantik kurum ve kuruluşları ile AB’den başka bir alternatifi olmadığı açıktır. Bunun sürdürülebilirliği de ancak Türkiye’nin başta kuvvetler ayrımı, hukukun üstünlüğü olmak üzere çağdaşlaşmanın vazgeçilmez değerleri olan basın, fikir ve ifade özgürlükleri konusunda bir an önce gerekli yasal önlemleri alması ve ilkeli bir tutum izlemesi ile sağlanabilecektir.

Ortadoğu’da kaybettiği politik ağırlığı yeniden kazanması için Türkiye’nin bölgedeki tüm ülkelerle ilişkilerini, diyaloğunu ve işbirliğini geliştirmesi en önemli dış politika öncelikleri olarak belirmektedir. Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerini normalleştirmesi, Suriye’ye karşı daha dengeli bir politika gütmesi, mezhepçilik ithamlarına imkan vermemek için ideolojik davranmaması, İsrail ile ilişkileri eski düzeyine getirmesi, AB ile ilişkilerine öncelik tanıması, ABD ile pürüzlere meydan vermemesi, askıdaki sorunlarını çözmek için çaba sarf etmesi, iç politikadaki gerginliği ve kutuplaşmaları önlemesi gerekmektedir. Bu adımları atan bir Türkiye hem bölgesindeki saygınlığını pekiştirecek, hem müttefikleri ile ilişkilerinde daha çok dinlenir bir ortak haline gelecek, hem de içinde bulunduğu kurum ve kuruluşların politikalarının oluşumunda daha etkin bir konum kazanabilecektir.

* Dış Politika ve Savunma Araştırmaları Grubu:

Başkan: İlter Türkmen, Büyükelçi (E)-Dışişleri Eski Bakanı, 
Bşk. Yrd: Salim Dervişoğlu Oramiral (E), 

Üyeler; Fahir Alaçam Büyükelçi (E), Oktar Ataman Orgeneral (E), Cemil Şükrü Bozoğlu Tuğamiral, M. Doğan Hacipoğlu Tümamiral (E), Oktay İşcen Büyükelçi (E), Güner Öztek Büyükelçi (E), Seyfettin Seymen Hv. Tümgeneral (E), Necdet Timur Orgeneral (E), Turgut Tülümen Büyükelçi (E)
 http://www.bilgesam.org/incele/2039/-turkiye-nin-ortadogu-da-izledigi-politikalarin-nato-muttefikleri-ve-avrupa-birligi-uyeleri-ile-iliskileri-uzerindeki--etkileri/#.VPVoCuEsD_c

..

20 Şubat 2015 Cuma

Öcalan'ı Biz Teslim Etmedik. Türkiye’nin İşini Kolaylaştırdık'



Öcalan'ı Biz Teslim Etmedik. Türkiye’nin İşini Kolaylaştırdık'



'Öcalan'ı biz teslim etmedik. Türkiye’nin işini kolaylaştırdık'











ABD Büyükelçisi Ricciardone, Öcalan’ın Kenya’da yakalanışında Amerika’nın kilit ülke rolünü kabul etti, “Biz teslim etmedik, sadece Türkiye’nin işini kolaşlaştırdık” dedi...


ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Francis J. Ricciardone, Kanal D’de yayınlanan 32. Gün programında Mehmet Ali Birand’ın sorularını yanıtladı. ABD Büyükelçisinin açıklamaları şöyle:

Mehmet Ali Birand (MAB): Başbakanla şimdiye kadar görüştünüz, değil mi?

Francis J. Ricciardone (FR): Evet görüştük. Gayet güzel bir görüşme oldu.

MAB: Başbakanın size acemi elçi demesi, sizi rahatsız etti mi?

FR: Ben Türkiye’de rahat rahat bulunuyorum. Çok sayıda Türk dostumuz vardır. Daima bizi büyük bir misafirperverlikle kabul ettiniz. Sizi daima konuksever bir halk olarak tanıyoruz.

MAB: Daha sonra karşılaştığınızda “ben pek acemi sayılmam” dediniz mi?

FR: Gizli görüşmemiz vardı. İfade özgürlüğü konusunda görüşmüştük. Hakikaten de aynı fikirdeyiz. Bir noktada çok ince bir şekilde anlaştık. Sayın başbakan dedi ki; “İfade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasiden bahsedilemez.” Bu ifadeye tamamen katılıyoruz.

MAB: Başbakan, PKK ile mücadelede yalnız bırakıldık dedi. Siz de bunun büyük bir yalan olduğunu söylediniz.

FR: Hayır ben buna cevap vermedim. Başka bir şeye cevap vermiştim. İzmir’de kadın bir medya çalışanı “Niye Türkler, Amerika olarak PKK’ya silah verdiğinizi düşünüyor?” diye bir soru sordu. Ben de bilmediğimi söyledim. Biz Türkiye ile müttefik olarak çeşitli alanlarda önemli işbirliği yapıyoruz. Mesela diplomasi konusunda, Abdullah Öcalan konusunda önemli işbirliği yapmıştık. Öcalan yakalandığı zaman buradaydım.

MAB: Öcalan’ın Kenya’ya girişini ilk Amerika gördü galiba. Öyle mi?

FR: Türk, Yunan ve Amerikan, Kenya hükümetleri hep beraber istişare içinde bulunduk. Hala bu konunun hassas olduğunu düşündüğüm için ayrıntıları anlatmak istemiyorum.

MAB: Ama Amerika Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti.

FR: Biz teslim etmedik. Sadece Türkiye’nin işini kolaylaştırdık.

MAB: Bugün genel izlenim ABD’nin Öcalan’ı bulup, yerini Türkiye’ye gösterdiği şeklinde.

FR: Biraz böyle. O dönem birkaç ülke bu konuyla ilgileniyordu ve hepimiz bir işbirliği yapmıştık.

MAB: Şartı idam edilmemek miydi?

FR: İdam konusu Avrupa Birliği prensiplerinden biridir. Türkiye’de de idam konusu yasal bir meseledir.

MAB: Türkiye Öcalan’ı idam etseydi ne olurdu?

FR: O dönemki ayrıntıları hatırlamıyorum.

MAB: Tekrar istihbarat konusuna gelelim. Nasıl değerli bir istihbarat yapıyorsunuz ki, Türkiye bu sayede PKK ile mücadele edebiliyor.

FR: İstihbarat konusunda bir şey söyleyemem. Ama değeri dolarla ölçülemeyecek kadar fazla. Hayat kurtarıcı nitelikte.

MAB: Ama siz uydudan görülen detayları Türkiye ile paylaşıyorsunuz.

FR: Hep beraber yüksek teknolojiyi kullanıyoruz. Çok yakın bir işbirliğimiz var.

MAB: Çok mu değerli Türkiye açısından

FR: Türk yetkililer ne kadar değerli olduğunu biliyorlar. PKK da bu bilgilerin ne kadar değerli olduğunu biliyordur.

MAB: Siz isteseydiniz Kandil’i boşaltabilirdiniz. Değil mi?

FR: Irak’ta istikrar istememize rağmen yeterli istikrar maalesef sağlanamadı.


http://www.gazetevatan.com/-ocalan-i-biz-teslim-etmedik--turkiye-nin-isini-kolaylastirdik--377067-gundem/



31 Ocak 2015 Cumartesi

Türk Milleti Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu?





Türk Milleti.,
 Türkiye’nin Bölündüğünü Görmüyor mu?



Ümit ÖZDAĞ, 29 Ocak 2015
uozdag61@gmail.com

Seçmen oy verirken, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çoğu kez kapsamlı tek yanlı bilgilendirme ve yönlendirmenin de etkisi altında kalarak, orta ve uzun vadeli milli stratejik çıkarlar değil, kısa vadeli bireysel çıkarlar merkezli oy kullanırlar. Demokrasilerde seçmenin bir bölümü, bunun çoğunluk dahi olmasına gerek yoktur ve genellikle en büyük azınlığı oluşturan seçmen kesimi ülkenin tamamının kaderini belirler. Sonuçta herkes gibi onlar da başlarına geleni anladıkları zaman genellikle çok geç olur. Seçmende genellikle şükran duygusu da gelişmemiştir. Örneğin İngiltere’yi 2. Dünya Savaşı’ndan çıkaran İngiltere Başbakanı Churchill, savaştan hemen sonra yapılan ilk seçimleri kaybetmiştir. Keza 1922’de Mustafa Kemal Paşa, İzmir’i Yunan işgalinden kurtarmış olmasına rağmen zaten perişan olan ülke ekonomisi 1929 dünya ekonomik buhranının da etkisi ile daha da yıprandığı bir dönemde İzmir’de miting yapan muhalefet partisinin liderine İzmirliler “kurtar bizi” diye bağırmışlardır. Özetle seçmen, kendisini merkeze koyduğu bir rasyonellik ile hareket ederek oy vermektedir. 

Ekonomik sorun ağırlıkta

Ancak olağanüstü zamanlarda seçmen davranışı değişir. Seçmen, bireysel kısa vadeli menfaatlerini erteler ve uzun vadeli toplumsal menfaatleri ön plana çıkararak oy kullanır. Türkiye’de seçmenin çok önemli bir bölümü hâlâ Türkiye’nin bir beka sorunu yaşadığını düşünmemektedir. Bu da Türkiye’nin hızla çok büyük bir tehdit süreci içerisine sürüklenmesine neden olmaktadır.

Kadir Has Üniversitesi tarafından 4-14 Aralık 2014’te yaptırılan bir kamuoyu araştırmasında deneklerin %33’ü işsizliği, %12.8’i ekonomik krizi en büyük sorun olarak görürken, %13.9’u terörü, %8.6’sı Kürt sorununu en büyük sorun olarak görmektedir. Diğer bir ifade ile %45’lik bir çoğunluk ekonomik merkezli sorun algısı içinde. %8.6’lık Kürt sorunu tanımını yapanlar büyük ölçüde HDP kitlesini oluşturanlar. Türkiye’nin bir felakete sürüklendiğini görenler ise “en büyük sorun terör” diyen %13.9’luk dilim ile sınırlı kalıyor.

Oysa bir başka soruda deneklerin %46.2’si “Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu” %43.7’si “Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olmadığını” düşünürken, %10.1’i ise bu konuda fikrinin olmadığını söylüyor. Demek ki Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu düşünenlerin önemli bir bölümü, hâlâ terörü en önemli sorun olarak görmüyor. Türkiye’nin bölünme tehdidi ile karşı karşıya olduğunu düşünenlerin %74.5’i kendilerini Kemalist/Cumhuriyetçi olarak nitelendiriyor. %58.9’u milliyetçi, %54’ü sosyal demokrat, %46’sı sosyalist. Ve %23.7’si muhafazakâr olarak görüyor. Muhafazakârların %11.6’sının bu konuda bir fikri yok. %64.7’si ise bölünme tehlikesi yok diyor.

AKP’nin gizlediği gerçekler

Meseleyi sadece muhafazakârlık ile izah etmek mümkün değil. AKP’nin bir çok şeyi, laikçi tavrın en azından politik akıldan yoksun ve sosyolojik gerçeklikten uzak tavrı karşısında türbanın altına gizlediği bir gerçek. Ancak konuyu sadece türban ile izah etmek mümkün değil. AKP’nin oy tabanında sosyal yardımlar çok önemli bir temel oluşturuyorlar. Bu sosyal yardım politikasının çok akıllıca şekillendirildiğini görmek lazım. Netice olarak Gezici Araştırma Şirketi tarafından yapılan ve 26 Ocak 2015’te Sözcü gazetesinde yayınlanan araştırmadan çıkan sonuç sosyal yardım-AKP oy tabanı ilişkisini somut bir şekilde göstermektedir. Deneklerin %74.2’si sosyal yardım almadığını belirtirken, sosyal yardım alanlar %24.6’dır. Sosyal yardım alanların %88.5’i AKP’ye, %2.3’ü CHP’ye, %3.4’ü MHP’ye ve %4.6’sı HDP’ye oy vermektedir.

Muhafazakâr-sosyal yardım blokunun oluşturduğu taban, ya Türkiye’nin bir felakete sürüklendiğini a) görmüyor, b) görüyor ancak Erdoğan bir şekilde halleder diye kendisini kandırıyor, c) görüyor ve umursamıyor noktasındadır.

Önümüzdeki seçimler, Türkiye’nin uçurumdan önce son çıkışı olarak görünüyor. Bu da muhalefet partilerinin önüne çok büyük bir görev koyuyor. Türkiye’nin büyük bir kriz ile karşı karşıya olmadığına inanan muhafazakâr seçmen dilimine ulaşarak tehdidin büyüklüğü konusunda onları uyarmak. Özellikle 2007 sonrasında yapılamayanı önümüzdeki birkaç ay içinde yapmak mümkün mü? Teorik olarak mümkün. Ancak pratikte bu hedefin gerçekleşmesi için gereken medya-haber-sivil toplum örgütleri ağının mevcut/etkin olmadığı görülüyor. İnşa edilebilir mi? Evet. Ancak gerek Türkiye’nin bir felakete sürüklendiğini görenler, gerek görmeyenlerin önüne konulması gereken sadece tehdidin varlığı değil, aynı zamanda tehdidin nasıl aşılacağıdır. Muhalefet kendi çözümünü koymadığı sürece tartışma ve propagandanın çerçevesini “AKP’nin çözümü” belirliyor.


..