23 Aralık 2020 Çarşamba

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 1

Binbaşı Cem Ersever'i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? BÖLÜM 1
  
Hanefi Avcı, Binbaşı Cem Ersever, kim, neden,nasıl öldürdü,

cafrande.org -
20/03/2011

Cem’i sormak üzere Kemal’in evine giden Mustafa Deniz dönmemiş ve kendisinden bir daha haber alınamamış. Aynı şekilde Cem’in birlikte olduğu İstanbul’da 
bulunan Neval Boz isimli kız da Cem hakkında bilgi almak için Kemal’le görüşüp, onun yanına gitmiş ve ondan da bir daha haber alınamamış. Burada işin kilit 
noktasının Kemal olduğu anlaşılıyordu. Kemal’in evine gidenler bir daha dönmemişlerdi. (…) Birkaç gün sonra ise kafalarına kurşun sıkılmış olarak her 
birinin cesedi Ankara’nın farklı yerlerine atılmış olarak bulunuyor. Üç kişi de bu şekilde öldürülüyor.  (…) Yeşil açık açık elindeki Simit Wesson marka 
tabancayı göstererek…

Bir defasında bir olayla ilgili olarak Bölge Valiliğine gitmiştim. Görüşme 
esnasında Bölge Valisi beni o zamanki Asayiş Kolordu Kurmay Başkanının yanına 
göndermişti. Onunla görüşmek üzere gittiğimde Cem binbaşı oradaydı ve Kurmay 
Başkanı ile konuşuyorlardı. Cem “Darda kalırsam ben de Güneydoğu’da Asayiş 
Kolordu Komutanı bölgesinde şu, şu kişilerin bilgisi vardı derim. Ben de bunlara 
şahidim derim,” diyerek dolaylı yollu karşısındakini tehdit ediyordu. Olayın 
mahiyeti neydi bilmiyorum ama bunu çok net ifade ediyordu. Göründüğü kadarıyla Cem binbaşı son dönemde kendi üstleriyle veya kendi teşkilatıyla çatışma içindeydi. Oradaki görev süresi uygun olmayan bir biçimde sonlandırılıyor du. Sebebinin ne olduğunu çok iyi bilmiyorum ama kendi teşkilatı içerisinde bir 
sorun vardı. Bu sorun dolayısıyla pek uygun olmayan bir biçimde Ankara’ya tayin 
olup, orada göreve başladı.

Ben Diyarbakır’da çalışmaya devam ederken, Ankara’daki istihbarat kurslarında 
bölücü bölgeci faaliyetler, PKK faaliyetleri ve buna benzer konular ile ilgili 
dersler vermek amacıyla çağrılıyordum. Kurslara eğitmen olarak katılıp birkaç 
gün kaldıktan snra geri dönüyordum. İşte bir defasında yine Ankara’ya geldiğimde Cem’le görüştük. 

Cem binbaşı beni Kızılay’da, sanıyorum Karanfil Sokak’ta yol kenarlarında restoranların, kahvehanelerin, birahanelerin bulunduğu bir yere davet etmişti. Orada yol üzerindeki küçük sandalyelere oturup bir akşam yemeği 
yemiş ve epey sohbet etmiştik. Yanında Güneysoğu’da birlikte çalıştığı subay ve 
itirafçı ( ama JİTEM’de kadrolu çalışıyorlardı) arkadaşlarından bazı tanıdık 
kişiler de vardı. Sohbet ederken Cem binbaşı çok net olarak, Güneydoğu’yu 
kaybettiğimizi, Genelkurmay’ın ve ordunun milleti yeterince uyarmadığını, 
devletin ve hükümetin bütün kurumlarıyla her bakımdan bu olayları tam manasıyla anlayıp algılayamadığını, bu insanları uyarmak gerektiğini söyledi. Etrafta oturan, sohbet eden, yiyip içen insanları göstererek, ” Bakın, bunlar böyledir işte. Sabah akşam buraya gelirler, saatlerce oturur içerler. Ülke elden gidiyor ama kimse farkında değil. Bu insanları uyarmak için Kızılay’ın göbeğinde dev bir bombanın patlaması gerek, ancak o şekilde akılları başlarına gelir. Bu insanlar ancak bu yolla uyandırılabilir, bilinçlendirilebilir,” diyordu. Bu görüşünde 
ısrarcıydı. Böyle bir şeyin yapılması gerektiğini, Genelkurmay’ın bu konu ile 
ilgili güvenlik sisteminin halkı ve devleti yeterince uyarmadığını ve bölgenin 
elden gittiğini çok ısrarla vurguluyordu. Tabii ben bu fikirlere tam manasıyla 
katılmıyordum. Bu tür yöntemlerin hep karşısındaydım ama ülkesine olan sevgisi 
ve kendince doğru bildiği davayı bu kadar samimi, canla başla savunması 
nedeniyle bir yakınlığımız ve arkadaşlığımız oluşmuştu. Tabii bu böyle devam 
edip gitti.

Ardından ben Güneydoğu’daki hengame içerisinde göreve devam ettim, bir müddet sonra seçimler oldu ve seçimlerden sonra tayinim İstanbul’a çıktı. İstanbul’daki yoğun ortam içerisinde devam ederken Cem ve yanındakilerin görevden ayrıldıklarını, kitap yazmaya çalıştıklarını ve bir yayınevi kurduklarını ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla öğrendim. Fakat daha sonra Cem’in durumunun pek iyi olmadığını, bazı faaliyetlerden rahatsız olduğunu balahare duydum. İşte 
İstanbul’da Dev-Sol’un yürüttüğü silahlı saldırılar ve buna karşı bizim 
gerçekleştirdiğimiz operasyonlarla yoğun bir ortamda göreve devam ederken birgün Alparslan Ertuğ adlı bir ziyaretçimin lduğunu söylediler.

Alparslan Bey bana Cem binbaşının emekli olduktan sonra arkadaşları vasıtasıyla 
(ki bu arkadaşların bir kısmının zamanında o bölgede çalışan ve bugün Milli 
İstihbaratta görevli insanlar olduğunu anlıyorum) İstanbul’da bir güvenlik 
firması kurarak hayatına bu şekilde devam etmek istediğini, Ankara’da yaptığı 
işlerden ağzının yandığını, giriştiği pek çok iş ve faaliyet umduğu şekilde 
neticelenmediğinden bir anlamda dersini almış gibi gözükerek İstanbul’a 
geldiğini söyledi. Kendisinin bulduğu uygun bir yerde Cem binbaşının evinin 
olduğunu, iş yapmaya çalıştığını, bu arada askeri sırları basına vermekten 
askeri mahkemeye verildiğinianlattı. Bir gün önce Jandarma Genel Komutanlığının 
askeri mahkemesindeki duruşmaya katılması için Alparslan Bey Cem’e bir minibüs 
ayarlamış, Cem minibüs şoförüyle beraber Ankara’ya gitmiş. Ankara’da Cem 
şoförden ayrılmış. Cem’in bazı önemli döküman ve malzemeleri, görevde iken 
kendisine kalan birtakım uzaktan kumandalı patlayıcılar eskiden beri tanıdığı ve 
güvendiği Habur Gümrük Muhafaza Müdürü olarak çalışmış olan Ali Balkan Metel’in şoförü Kemal’in (Kemal Sadık Uzuner) evindeymiş. Kemal’in evinden bu malzemeleri alıp saat oniki sıralarında Kızılay yakınlarında minibüs şoförüyle 
buluşacaklarmış. Şoför bu malzemeleri alıp geri dönecekmiş. Cem de saat 1 gibi 
Kızılay’da bürosu bulunan avukatıyla buluşup sonra birlikte 13.30’da mahkemeye 
gideceklermiş. Mahkeme çıkışında ise tekrar İstanbul’a dönecekmiş. Fakat 
Alparslan Bey’in minibüs şoföründen aldığı bilgiye göre saat 12’deki buluşmaya 
Cem gelmemiş, avukata da gitmemiş.Bunun üzerine Kemal’i telefonla aradıkların da, Cem’in iki kişiyle (o zamanlar Aydınlık dergisi muhabiri olan Soner Yalçın’ı ima ederek) gelip emanetlerini aldıktan sonra Lada marka bir araçla ayrıldığı nı söylemiş. Alparslan Bey Cem’den haber alamadığı için hayatından endişe  duyduğunu, Cem’in Ankara’ya gitmeden önce İstanbul’da bulunduğu sırada kendisine herhangi bir şey olursa güvenebileceği kişinin ben olduğumu söylediği için benim yanıma geldiğini söyledi.

Ama ben Cem’in İstanbul’a geldiğini bilmiyordum. Muhtemelen daha önceki 
konuşmalarımızda ona sürekli bu işlerin yanlışlığını savunduğum, yapma etme, bu 
işin sonu insanın kendi kafasına sıkmasına gider dediğim için İstanbul’a 
geldiğinde ben sana demedim mi gibi bir tepkiyle karşılaşmaktan çekindiğinden 
benim yanıma gelmedi. Belki belli bir düzen kurduktan sonra gelmeyi düşünüyordu, bilmiyorum.

Alparslan Ertuğ’un bu anlatımlarından sonra ben hemen onun yanında (veya o 
çıktıktan sonra, tam hatırlamıyorum) Cem’i benim kadar iyi tanıyan, o dönem 
Ankara İstihbarat Şube Müdürü görevinde bulunan, daha önce Diyarbakır’da benim yardımcılığımı yapan arkadaşım Abdurrahman Toygar’ı arayıp durumu anlattım. Abdurrahman hem Cem’i hem Cem’in JİTEM’den beraber ayrıldığı Ali Ozansoy ve Mustafa Deniz’i çok iyi tanıyordu. Hatta zaman zaman Ali ve Mustafa 
Abdurrahman’ın yanına gelip gidiyordu, yakın bir diyalogları vardı. Abdurrahman 
benden çok daha fazla örgüt mensupları ve örgütü tanıyan insanlara karşı 
ilgiliydi. Örgüt mensuplarının eşkalleri, yanlarında bulunan silahların ve 
malzemelerin özellikleri, memleketleri, kısaca örgüt hakkında her şeyle ilgili 
çok iyi not tutuyordu. Bu konuda gelmiş geçmiş en kapsamlı notlara sahip olan 
kişiydi. Bu merakından dolayı da bu insanlarla sohbet etmeyi çok seviyordu.
Cem’le ilgili olayları anlattıktan sonra Abdurrahman hemen Kemal Sadık Uzuner’i 
telefonla arayıp Cem’i sormuş ve şubeye gelmesini istemişti. Kemal’in Emniyet’e 
getirilmesi talebiyle birlikte Jandarma ve JİTEM’in önemli bütün yetkililerinin 
Emniyet’e gelip bizim elemanımızı deşifre ediyorsunuz diye konuya müdahale 
ettiklerini, Emniyet Genel Müdürlüğünü Jandarma Genel Komutanlıktaki 
rütbelilerin etkilemeye başladığını söyledi. Esasen bu müdahaleyle birlikte 
Emniyet Genel Müdürlüğü – Jandarma Genel Komutanlığı – Ankara Emniyeti 
arasındaki yoğun temaslar nedeniyle Genel Müdürlükte ciddi bir trafik oluşmuştu 
ki bu da bir anlamda Cem’in aslında Jandarmanın elinde olduğunu işaret ediyordu. 

Fakat bana aktarılan şey şuydu:

 Cem’in arkadaşı sıfatıyla Alparslan Bey ve daha sonra Cem’in beraber yaşadığı 
Neval Boz telefonla aradığında Kemal Cem’in iki kişiyle beraber Lada marka bir 
arabayla gelip kendisinden malzemeleri aldığını söylemişti. Cem o dönem Aydınlık 
dergisinden Soner Yalçın’a açıklamalarda bulunuyordu. Anlatımlarda, en son 
Aydınlık dergisinde çalışan bu insanlarla birlikte gittiği algısı yaratılmak 
isteniyor gibiydi, en azından bu ima edilmeye çalışılıyordu. Ben de o zaman bu 
fikre biraz inanır gibi olmuştum. Fakat eğer böyle bir şey olsaydı, Ankara’nın 
giriş çıkışları tutulmalı, her tarf aranmalıydı. Böyle bir şey gerçekleşmedi. 
Daha sonra Abdurrahman’la görüştüğümde Jandarmanın tavrının hiç olumlu 
olmadığını, Cem hakkında olumsuz konuştuklarını öğrendim, hatta bu durum o 
tarihte gazetelere de yansımıştı. Etrafta bulunan Jandarma içinde bir iç mesele 
olduğu yönünde laflar dolaşıyordu.
Ankara’da Jandarma Genel Komutanlığı Karargahından etrafa sızdırılan bilgilere 
göre ise Cem’in yanındaki kadın vasıtasıyla muhaberat adına çalıştığı, Suriye’ye 
bilgi sızdırdığıydı. Ben zinhar böyle bir şeyin gerçek olamayacağını söyledim. 
Hatta bana Cem’in İstanbul’daki evinin bile aranması gerektiği, buna bakılabilir 
mi yollu imalarda bulunmuşlardı. Ben böyle bir şeyin olamayacağını, bunun son 
derece yanlış olduğunu söyledim. Şiddetle karşı çıktım ve böyle bir aramaya 
katılmayacağımı belirttim. Onlar ise Cem’in sanki ellerinde olduğu, biraz 
pataklayıp kötü muamele ederek bir süre alıkoyacakları, bir takım olmuş bitmiş 
olay ve eylemler hakkında devlet aleyhinde basına açıklama yapmaması konusunda gözdağı verecekleri imasında bulunuyorlardı. Ankara’da herkes öyle zannediyordu.
Sonra öğrendiğime göre Emniyetten arkadaşlar Cem’in kaybolması ile ilgili bilgi 
almak üzere Cem’ beraber hareket eden Mustafa Deniz’i de çağırıp Cem’in 
bulunamadığını anlatmışlar. ” Ben Kemal’i biliyorum, gidip konuşurum hemen, ” 
demiş. Cem’i sormak üzere Kemal’in evine giden Mustafa Deniz dönmemiş ve 
kendisinden bir daha haber alınamamış. Aynı şekilde Cem’in birlikte olduğu 
İstanbul’da bulunan NevalBoz isimli kız da Cem hakkında bilgi almak için 
Kemal’le görüşüp, onun yanına gitmiş ve ondan da bir daha haber alınamamış. 
Burada işin kilit noktasının Kemal olduğu anlaşılıyordu. Kemal’in evine gidenler 
bir daha dönmemişlerdi. Ama yine de bu olayın nasıl olduğuyla ilgili olarak 
zihnimde hala yüzde yüz bir kesinlik oluşmamıştı.

Bir süre sonra polis şehit ailelerine yardım derneğinin bir toplantısında 
Alparslan Ertuğ ile karşılaştık. Sohbet sırasında Cem’in olayı tekrar gündeme 
geldiğinde bana olayı çözdüğünü söyledi. Nasıl diye sordum. Olaydan sonra 
İstanbul’dan Ankara’ya gittiğini, orada ifadesinin alındığını belirtti. İfadesi 
alınırken cesedi bulduklarında Cem’in üstünde ne olduğunu sorduğunda kot veya 
kadife pantolon olduğu yanıtını aldığı anda olayı çözdüğünü söyledi. “Cem 
Kemal’in evine girdi ama Kemal’in evinden çıkmadı,” dedi. ” Nasıl yani?” diye 
sorduğumda şöyle anlattı: ” Cem Kemal’in evine gittiği zaman içinde siyah takım 
elbisesinin olduğu bir çantası vardı elinde. Kemal’in evinde bu elbiseyi 
giyecekti. Yani Cem’in Kemal’in evinde iki şey yapması lazımdı, birincisi 
elbiseyi giymek, ikincisi de oradaki eşyaları almaktı. Cem’in saat 12.00’de 
malzemeleri şoföre teslim edip saat 1.00 gibi avukatın ofisinde buluşacaklardı. 
Sonra da saat 1.30 gibi Jandarma Genel Komutanlığında devam eden mahkeme ye katılacaktı. Yani Cem’in elbisesini giyeceği başka bir yer yoktu. Eve girmişse 
mutlaka orada elbisesini değiştirmesi gerekiyordu. Öldüğünde üstünde eve 
girerken giydiği kot pantolon olduğuna göre, girdiği evden çıkmamıştı ve o şahıs 
doğruyu söylemiyordu.” Alparslan Bey olayı net bir biçimde bu şekilde anlamıştı.
Ben ikinci bir bağlantıyı da daha sonra çözdüm. Şoför Kemal’de bulunan Cem’e ait malzemeler içerisinde uzaktan kumandalı patlayıcılar vardı, bu patlayıcıların 
daha sonra Yeşil tarafından alındığını ve Yeşil’in bu patlayıcıları ve malzemeleri MİT’e getirdiğini Mehmet Eymür kendi beyanında ve internet sitesinde 
anlatarak doğruladı. Bu tarihlerde Yeşil Jandarmanın elemanı idi ve Jandarma ile 
birlikte hareket ediyordu. Bu da gösteriyordu ki Cem malzemeleri Kemal’in 
evinden çıkarmamıştı ve bu malzemeler Yeşil’den çıkmıştı. İşte bu olaylar ve 
bağlantılar bu şekilde çözülünce bilgisayar sorgu sistemiyle daha ayrıntılı bir 
araştırmaya giriştim. O zamanlar bilgisayar sorgu sistemini yeni kurmuştuk. 
Bu sistem sayesinde hangi telefon numarasını kimin hangi saatte aradığı, fatura 
bilgileri tüm detaylarıyla tespit edilebiliyordu. PKK o zamanlar yoğunlukla 
Güneydoğu’da mobil araç telefonlarını kullandığından ben o dönemde mobil araç 
telefonlaryla yapılan tüm konuşmaların dökümünü, kimin kimi aradığı bilgilerini 
bilgisayarımda tutuyordum. Bunlar üzerinde oturup ciddi bir çalışma yaptım. 
Cem bir mobil telefon kullanıyordu. Yeri belli olmasın diye araç telefonunu söküp 
küçük bir çanta telefonu haline getirmişti. Bu telefonla muhabere yapıyordu.  
Aynı şekilde zannediyorum Kemal’de yeri belli olmasın diye böyle bir mobil telefon kullanıyordu. Bu telefonlarla yapılan görüşmelere tek tek baktım. Ölümüne kadar Cem’in kullandığı mobil telefonu daha sonra Yeşil’in kullnadığını gördüm. 
Yeşil’in bu telefonla Jandarma Genel Komutanlığından kimlerle görüştüğünü, 
kimleri aradığını ve kimler tarafından arandığını, hatta görüşmeler esnasında 
bulunan yerlere dair bilgileri tek tek çıkarttığımda olay çok net gözüküyordu.
Daha sonra yaptığım araştırmalardan öğrendiğim bir olay da şöyleydi. 
Cem Güneydoğuda çalışırken o zamanlar bazı olaylarda (Diyarbakır Baro Başkanı’nın aracına bomba konması, HEP’in bombalanması) kullandıkları uzaktan kumandalı çok güvenilir kodla çalışan patlayıcı maddeler vardı. Ayrıca Cem ve ekibinin Kuzey Irak’ta yaptıkları faaliyetler ve muhtelif kişilerle yaptıkları görüşmelerin kayıtları, örgütten elde ettikleri dökümanlar bir dosya halinde elinde 
bulunuyordu. Ordudan ayrıldıktan sonra yayınevi kurma düşüncesinde 
olduklarından, bu materyallerin bir kısmı yayınlanacak kitaplarda kullanılabilir 
düşüncesiyle istifa ederken bütün dökümanlarla birlikte patlayıcı maddeleri de 
yanlarına almışlardı. Çünkü bunlar kayıtlı değildi. Cem istifa edip ayrıldıktan 
sonra bu malzemeleri bir müddet elinde tutmuş, ama daha sonra yayınevini devam ettiremeyeceğini anlayınca normal hayata dönmeyi düşünüp ellerindeki bu 
patlayıcıları verecek yerler aramışlardı. Emniyetten bazı güvenilir arkadaşlar 
bana bu patlayıcıları Cem’in onlara vermeye çalıştığını söylediler. Ama kimse 
almamış ve patlayıcılar Cem’in elinde kalmıştı.

Daha sonra Mustafa Deniz, Ali Ozansoy ve Cem bu malzemeleri güya aldıklarında 
Güneydoğuda çalışırken tanıdıkları, çok güvenilir olduğunu düşündükleri 
(zamanında uygulanan tüm testlerden en başarılı kişi olarak çıkmıştı) Kemal 
Sadık Uzuner’e (yani Habur Gümrük Muhafaza Müdürü Ali Balkan Metel’in şoförüne) diğer dökümanlarla birlikte vermişler. Cem İstanbul’a gelmeden önce Ali Ozansoy’u Emniyete sözleşmeli personel olarak yerleştirmişti. Orada ele geçen 
belgeleri okumak, PKKgibi örgütlerin dökümanlarını analiz etmek görevine 
getirilmişti. Cem Mustafa Deniz’e de bir iş arıyordu. Onu da bir yere yerleştirmek istiyordu, çünkü onların da kendisiyle birlikte istifa etmesini sağladığı ve peşinden sürüklediği için onlara karşı kendini sorumlu hissediyordu. Onu da belli bir işe yerleştirmek istiyordu. Bu arada Cem iş kurmak için İstanbul’a gelmişti.


2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 2



Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Silopi, Cizre, Şırnak, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,


      Yine ” Ben ihbar etmeme rağmen kimse gitmiyor, Cudi Dağı x bölgesinde PKK’lılar var,” diyen bir köylüyü, söylediğinin yalan olduğunu bilmesine rağmen gece önüne katıp Cudi dağına operasyona tek başına gidecek kadar gözü kara idi. İşte Cem böyle biriydi. Bir müddet sonra JİTEM’in kurulmasıyla birlikte, Cem’in ve bazı subayların JİTEM’in bazı kurucuları arasında olduklarını duydum. Cem’in kendisi de bu faaliyetlerin içerisinde olduğunu söylemişti. O ilk başta Silopi 
bölgesindeydi, yanında Arif Doğan vardı. Muhtemelen o zaman Arif Doğan daha üst rütbedeydi. Cem ve yanındaki birkaç üsteğmen ve yüzbaşı beraber çalışıyorlardı. 

Kendilerine bir helikopter verilmişti. Kuzey Irak’taki yönetimlerle görüşerek 
PKK hakkında bilgi toplama faaliyetlerini organize etmeye çalışıyorlardı. Bir 
defasında Kuzey Irak’ta irtibat subayı gibi görev yaptıklarını da duymuştum. 
Bir süre sonra Cem binbaşının elemanlarının Silopi, Cizre ve Şırnak bölgesinde 
bulunduklarını ve faaliyet gösterdiğini duydum. Kimi zaman karşılaşıp 
konuşuyorduk.

 Bir müddet sonra Cem binbaşı Olağanüstü Hal Asayiş Kolordu Komutanlığının JİTEM 

Grup Komutanı olarak atandı ve bir yıla yakın burada görev yaptı. O süre içinde 
bir veya iki defa kendisini ziyarete gitmiştim. Yanında askeri personel olarak, 
daha sonra adı JİTEM faaliyetlerinde adı geçen bazı subayları farklı kod 
isimleriyle tanımıştım, ayrıca askerlik görevini yapan itirafçılar da bulunuyordu. Bunların bir kısmı daha sonra uzman olarak veya farklı görevlerle resmi kadrolar alarak Cem’in yanında çalışmaya devam etmişlerdi ama daha çok istihbarat toplama faaliyetlerinde bulunuyorlardı.O da bir veya iki kebzenim ziyaretime gelmişti, tabii bu karşılıklı görüşmelerimizde birbirimize itimat ettiğimizden her şeyi çok rahat konuşabiliyorduk. Cem bir gün bana illegal örgüt mensuplarının bazılarını gizli yakaladıklarını, sorguladıklarını söyleyerek onlardan aldığı silah ve malzemeleri gösterdi.Sorgulanan bu insanların akıbetlerinin ne olduğu konusuna açıklık getirilemiyordu, fakat dolaylı olarak sonucun ne olduğu tahmin edilebiliyordu.

 Cem PKK ile mücadele etmek için kanun dışı her türlü yöntemin kullanılması 
gerektiğini, normal yol ve yöntemlerle bu işin başarılamayacağını ima etmeye, 
anlatmaya çalışıyordu. PKK ile ancak böyle mücadele edilebileceğini çünkü bu 
kişilerin mahkemelerde ceza almadığını, korktukları için kimsenin onların 
aleyhine şahitlik yapmadığını ve davacı olamadığını, olaylar gece gerçekleştiği 
için kimsenin bir şey görmediğini, hatta onlara destek veren kişilerin 
suçlarının hukuki olarak ispatlanmasının ve cezalandırılmasının çok zor olduğunu 
ve bunun için bu kişilerin infaz edilmesi yöntemlerinin kullanılması 
gerektiğini, bu örgüt mensuplarının ancak bu tür yöntemlerle durdurulabileceğini 
çok hararetle savunuyordu. Bunun üzerine ben anlattığı yöntemlerin doğru yollar 
olmadığını söyledim. Çünkü bu bölgedeki PKK varlığının artmasında birçok kişinin 
olumsuz faaliyetinin payı olduğunu, bunun içerisinde bu bölgede çalışıp rüşvet 
yiyen, hatta koruculuk faaliyetlerinde bile silah dağıtılırken para alan kamu 
görevlileri olduğunu, PKK’nın bu açıkları kullanarak taraftar bulduğunu 
belirterek terör olaylarının artmasında etkili olan buna benzer yüzlerce başka 
olayı anlattım.
“Burada suçlu kim? PKK’ya ekmek veren, onlara yardım eden köylü mü, yoksa burada rüşvet mekanizmasını çalıştırmak suretiyle yanlış uygulamalar yaparak toprak ağalarına ya da nüfuzlu insanlara karşı köylüleri yanlız bırakıp PKK’nın 
kucağına atanlar mı?” diye sordum. Cem “Evet sen haklısın,” dedi ama sonra elini 
boynuna götürerek “Ben burama kadar bu işe battım, bana anlatma. Bu işe var 
mısın, yok musun?” dedi. Ben “yokum” demekle kalmadım, yine ısrarla bu 
yöntemlerin olayları daha da azdıracağını, bizim legal yöntemler dışına 
çıkmamamız gerektiğini kendisine epeyce anlattım ama o kanunsuz yöntemlere kesin inanıyordu.
 Bir müddet sonra iki itirafçı ve bir arkadaşıyla (bunlardan bir tanesi 
sanıyorum A.A. idi, önce itirafçı olup devlete sığındı, devlet içindeki 
yanlışları da gördükten sonra yurtdışına çıktı, orada PKK hem de bu olaylarla 
ilgili tarafsız ve kapsamlı bilgi ve gözlemlerini çeşitli gazetelere anlattı) 
yanımıza geldi; dört kişilerdi. O zamanki HEP adlı partinin binasında açlık 
grevleri yapılıyordu ve polis açlık grevlerinin olduğu yerde bekliyordu. Binanın 
yakınlarına patlayıcı madde koymayı düşündüklerini, herhangi bir polisin veya 
bir devlet görevlisinin zarar görmesini istemediklerinden oradaki polisin 
çekilmesini, bu konuda yardımcı olmamı istediler. O gün uzun uzun konuştuk, 
böyle bir şeyin olamayacağını, bu yolun doğru olmadığını kendisine dilimin 
döndüğünce anlattım. Cem hararetle bu tür şeylere taraftardı. Aslında o zamanlar 
yeni gerçekleştirilmiş bazı infazlar vardı ama onların yaptığını pek tahmin 
etmiyordum. PKK’nın legal yayını görünümündeki bir dergi yayınlanıyordu. 
Derginin bulunduğu binaya gidilerek dergi tahrip edilmiş ve buraya patlayıcı 
madde konmuştu. Bu arada o zamanki Baro Başkanı ve PKK’yı desteklediği söylenen bir kişinin, polis lojmanlarının hemen yakınında Ofis semtindeki arabasının altına patlayıcı konmuştu. Telsizlerle anonslar edildi. Şüpheli bir aracın 
plakası verilmişti. Bir iki dakika geçmeden telsizi dinlediğimde polis ekipleri 
plakası verilen aracı durdurmuş, aracın içerisinde Jandarma Asayiş Komutanlığı 
JİTEM ‘de çalışan itirafçılarla bazı asker ve subayların olduğu bilgisi verilmişti. Merkez aracı ve içindekilerin bırakılması talimatını verdi. 
    Bu olayla birlikte artık zihnimde olayları tek tek birleştirmeye, bu türden 
olayları gerçekleştirenlerin JİTEM’e mensup görevliler olduğunu düşünmeye 
başladım.
 Yine bir süre sonra HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın Diyarbakır Şehitlik 
semtindeki evinden polis görünümündeki kişiler tarafından Emniyete götürüleceği 
söylenerek kaçırılmıştı. O zamanlar Cem’in yanındaki bazı kişilere uyan bir 
eşkal tarif ediliyordu. Bu eşkallere göre faillerin Cem’in yanında çalışan 
insanlardan bazıları olabileceği kanaati bende de uyanmıştı ama tam olarak 
netleşmemişti. Olaylarla ilgili tahkikat yapılıyordu ve araştırmada Ankara’dan 
görevli olarak gelen insanlar da bulunuyordu. Diyarbakır’daki soruşturmanın 
başına o tarihte Emniyet Müdür Yardımcısı olan Hüseyin Kocadağ verilmişti. 

Bir gün polis evine gittiğimde bir kenarda çalışma yapıyor, kendi aralarında 
konuşuyorlardı. Ben de yanlarına gittim ve Hüseyin Kocadağ ortaya konan en ciddi buldukları şüpheyi anlattı:

Vedat Aydın’ın cesedi, Elazığ Maden ilçesi yakınlarında yani Diyarbakır’dan 
Ergani Maden istikametine giderken Maden ilçesi sınırları içerisinde bulundu. 
Cesedin bulunduğu yerle kaçırıldığı Diyarbakır arasındaki her yere sorup 
soruşturulurken yol üzerindeki trafik ekiplerine de sormuşlardı. O gün Ergani’de 
bulunan bölge trafik ekibi, Ergani Maden arasında hemen Ergani çıkışında Çimento fabrikasının az ilerisinde yolda trafik kontrolü yapıyormuş. Bu trafik kontrolü esnasında Ergani merkezden, Bölge Trafik İstasyonuna bir anons gelmiş, Ergani Dicle istikametinde (yani ters istikamette) bir trafik kazası olduğu, oraya 
bakmaları söylenmiş. Ekip yoldaki kontrolü bırakıp Ergani’ye gitmiş, Ergani’den 
Dicle istikametine dönmüş. Belirtilen yere vardıklarında herhangi bir kazanın 
olmadığını görmüşler ve tekrar kendi görev yerlerine dönmüşler. İşte ekibin 
verdiği bu ifade dikkat çekmişti. Olmayan bir kazanın kontrol edilmesi 
bahanesiyle ekip yoldan çekilmişti. Bunun üzerine Hüseyin Kocadağ ve araştırmayı yapan diğer görevliler bu anonsu geçen Ergani polis merkezine neden böyle bir anons yaptıklarını sorduğunda ihbarın İlçe Jandarma Komutanlığından geldiğini söylemişler. İlçe Jandarma Komutanlığına sorulduğunda, bu bilginin Jandarma Bölge Komutanlığından geldiğini anlatmışlar. Jandarma Bölge Komutanlığına sorulduğunda ise bilginin Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Harekat Merkezin den geçindiğini söylemişlerdi. İşte o safhadan sonrası sorulmamıştı veya bana anlatılmadı. Ama ban anlayacağımı anlamıştım. 
Bana göre Vedat Aydın’ı kaçıranlar, onu Elazığ Maden ilçesine götürürken yolda trafik ekipleri tarafından kontrol edilme ihtimaline karşı Asayiş Kolordu Komutanlığı ara kademeler üzerinden bilgi aktararak polis ekibinin oradan çekilmesi sağlanmıştı. 

Böylece olayın artık kimin tarafından gerçekleştirildiği net olarak 
anlaşılıyordu.

 Vedat Aydın, kaçırılmasından kısa bir süre sonra Diyarbakır’dan 70-80 km 
uzaktaki Maden ilçesi yakınlarında Diyarbakır-Elazığ karayolu üzerinde Maden 
çayının kenarında kalaşnikof makineli tüfekle ile taranarak öldürülmüş olarak 
bulundu. Cesedin bulunmasıyla birlikte de fırtına koptu.

 Vedat Aydın’ın cenaze töreni, Diyarbakır’da çok ciddi olaylara sahne olmuştu. 
İlk defa Diyarbakır’da geniş bir toplumsal tabana yayılan ciddi manadabir olay 
gerçekleşmişti. HEP için Türkiye’nin her yerinden binlerce insan Diyarbakır’a 
gelip cenaze törenine katılmış, bu olay büyük bir yürüyüşe ve ciddi tepkilere 
neden olmuştu. Bütün devlet kurumlarına (TRT’ye, polise vb.) saldırılmıştı. 
Cenaze, defnedileceği yere götürülürken surlarla Mardin Kapı Karakolu arasındaki 
dar yoldan geçen cenaze konvoyundaki bazı kişiler (özellikle kontrolden çıkan 
gençler ve çocuklar) Polis Karakolunu taşlamış ve karakola saldırmıştı. 
Karakoldaki görevlilerin kendilerini korumak için silah kullanması sonucunda 
(göstericilerin de silah atması iddiaları vardı) üç kişi ölmüş, 5-6 kişi 
yaralanmıştı. Cenazenin defnedilmesinin ardından ise aynı yerden tekrar geçmek 
isteyen kalabalık karakola daha yoğun bir şekilde saldırdığında,görevlilerin 
tekrar ateş açması sonucunda (bir kısmı düşerek, bir kısmı uçurumlara 
yuvarlanarak) on dokuza yakın kişi hayatını kaybetmişti. Yüzlerce de yaralı 
vardı. Böyle ağır bir olay daha önce hiç yaşanmamıştı. Aslında bana göre o 
cenaze töreni, tören sırasında o bölgede olup biten herşeyi ayrı bir skandaldı, 
çünkü cenazenin önce köye götürüleceği köyde defnedileceği belirtilmişti ama 
sonra şehir merkezine defnedilerek inanılmaz olaylara sebebiyet verilmişti. Bu 
cenaze töreninde HEP’lilerin ve valiliğin yaptığı yanlışlar başka bir kitaba 
konu olacak kadar çok ve ibretlik olaylardan oluşmaktadır. Sonuç olarak tüm 
tarafların hesapsız ve sorumsuz davranışları 23 kişinin ölümüne sebebiyet 
vermişti. İşte Cem aslında bu olayın baş planlayıcısı ve failiydi.

İlgili yazılar:

  Hanefi Avcı anlatıyor: Binbaşı Cem Ersever’i kim, neden, niçin ve nasıl öldürdü? ,
  Birkaç Kitapta Açık Olarak Anlatıldığı Halde 20 Yıldır Çözülmeyen Musa Anter     Cinayeti, 
  Hanefi Avcı: Devletin psikolojik harekât yöntemleri, insanların olayları anlamalarını imkansızlaştırıyor ,
  Hanefi Avcı açıklıyor: ABD Kimi Destekliyor? PKK’yi mi, Türkiye’yi mi?, 
  Hanefi Avcı anlatıyor: Cemaat Nasıl Yönetiyor, Kimler Yönetiyor?, 
  Fikret Başkaya: “Çağdaşlaşma, kalkınma… Paradigmasının iflas ettiğini kabullenmeliyiz, 
  Psikolojik savaş Stratejisi ve medyanın rolü – Şaban İba 
  Yılmaz Güney: Faşizm Bütün Halkların Düşmanıdır [Siyasal Yazılar, Konuşmalar] 
Başbakanın solcusu Doğan Tarkan, Zaman’a ifade verdi: “ Bütün Sol koyun gibidir”

Sonraki İçerik
Öykü | Dur Bakalım Ne Olacak – Aziz Nesin
cafrande.org

DIEGO ARMANDO MARADONA | FUTBOL, UYUŞTURUCU, POLİTİKA VE TANRI’NIN ELİ…
MÜDAHALE ETMEK KİMİN HAKKI? BARBARLIĞA KARŞI EVRENSEL DEĞERLER – IMMANUEL WAILLERSTEIN
“SİYASİ SUÇLU” AHLAKİ VE SOSYAL BAKIMDAN SUÇLU SAYILABİLİR Mİ? – CEMİL MERİÇ
KOMPLO TEORİLERİNİ ANLAMAK TEŞHİS ETMEK VE BAŞA ÇIKMAK
ERİCH REMARQUE: “ÇOCUKLAR!” DİYORUM, NE ÖĞRETEYİM SİZLERE? “EVLERİNİZE GİDİN. BUGÜN OKUL YOK.”
KİTLE VE İKTİDAR: ELE GEÇİRME VE İÇE ALMA – ELİAS CANETTİ
© www. cafrande.org 
Farklı fikirlere, renklere ve seslere yolculuk 
Kaynak 
gösterilmeden alıntı yapılamaz | iletişim: 
cafrande.org@gmail.com, 
bariskisin@gmail.com
İranlı gazeteci Pervin Ardalan uyardı: “ Herşey yavaş yavaş oluyor gözünüz açık... ''

https://www.cafrande.org/hanefi-avci-anlatiyor-binbasi-cem-erseveri-kim-neden-nicin-ve-nasil-oldurdu/

***

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1

Hanefi Avcı nın Cem Ersever le karşılaşması, BÖLÜM 1


Hanefi Avcı, Cem Ersever, karşılaşması, Diyarbakır İl Başkanı, Vedat Aydın, Hüseyin Kocadağ, Derin Devlet, Güncel Hayat ve Siyaset, 
Haliçte yaşayan Simonlar, Halkın Emek Partisi, Jitem, Kitaplık, MİT, Öteki Tarih,

cafrande.org -
12/10/2010
Hanefi Avcı’nın Cem Ersever’le karşılaşması, HEP* Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın öldürülmesi

*HEP:Halkın Emek Partisi Vedat Aydın kimdir?.

Vedat Aydın, 1953 yılında Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Kürthacı Köyü’nde 
dünyaya geldi. 1979′da Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi Eğitim Enstitüsü 
Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. 12 Eylül harekatından sonra tutuklanıp 4 yıl 
hapis yattıktan sonra 1990 yılında Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği’nin 
kurucu üyesi oldu. 28 Ekim 1990′da İHD Genel Kurulu’nda yaptığı Kürtçe 
konuşmadan dolayı tekrar tutuklandı. Kapatılan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki 
duruşmada Türkçe konuşmayı reddetti. 5 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest kalan Vedat Aydın, İHD Diyarbakır Şube Başkanlığı’na seçildi. 1991 yılı Haziran ayında HEP Diyarbakır İl Kongresi’nde başkanlığa seçildi. Başkan seçildikten 20 gün sonra kaçırılarak işkenceyle öldürüldü. Diyarbakır’da 10 Temmuz 1991 günü cenaze töreni düzenlendi. Aydın’ın Mardinkapı Mezarlığı’na defnedilmesi sırasında çıkan olaylarda mezarlık çevresindeki Surların üzerinden kalabalığa açılan ateş sonucu 3 kişi öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

Hanefi Avcı itiraf ediyor…
Cem Ersever’in öldürülmesi Güneydoğu’daki olayları veya Türkiye’deki iç güvenlik 
anlayışını (veya JİTEM anlayışını) birçok açıdan ibret alınacak şekilde gözler 
önüne seren bir olaydı. Yalnızca bu olayın irdelenmesi ve tam manasıyla 
aydınlatılması ve faillerinin yargılanması bile Türkiye’de Susurluk ve Ergenekon 
anlayışının teşhiri ve ne olduğunun anlaşılması açısından yeterlidir. 

Ama maalesef her şeyi ile açık ve net olmasına rağmen bu olay hala istenilen 
seviyede soruşturulup, failleri yargılanamadı. Cem Ersever’in öldürülmesi ile 
ilgili olarak Meclis Susurluk Araştırma Komisyonunda ve daha sonra adliyede 
geniş olarak ifade verdim ama bu ifadeler hep resmi kalıplar içerisinde kaldığı 
için belki şimdi olayı bir hikaye ya da bir film senaryosu içerisinde anlatmak 
ve daha iyi anlaşılır hale getirmek gerekiyor.

Cem Ersever’i ne zaman tanıdım? Eruh ve Şemdinli ilçelerinin 15-16 Ağustos 
1984’te PKK gerillaları tarafından basılmasından sonra Güneydoğu illerini 
terörle mücadele ve istihbarat açısından desteklemek amacıyla yapılan 
çalışmalarda, ben de çalıştığım Mersin Terörle Mücadele Şubesinde mimlenip önce 
İstihbarat Daire Başkanlığının açtığı Yeraltı Yıkıcı Faaliyetlerle Mücadele 
(YYFM) kursuna alındım. 

   Daha sonra, 1984 yılının son günlerinde de bir grup arkadaşımla birlikte tayinim Diyarbakır’a çıktı ve hemen gidip göreve başladım. 

Yeni atanan grubun amiri bendim, ekip halinde hızlı bir şekilde Güneydoğu’daki 
olayları öğrenmeye çalışıyorduk. Diyarbakır İstihbarat Şube Müdür Vekiliydim ama Diyarbakır’dan çok tüm Güneydoğu bölgesinde görev almak gereğini duyuyordum veya Genel Müdürlük de bana biraz böyle bir görev biçiyordu. 

Tabi i sıkıyönetim komutanlığının Diyarbakır’da olması, bölgesel düzeyde bir görev olması ve bizim sıkıyönetim karargahında bulunmamız da böyle bir imkanı bize veriyordu. Göreve başlamamdan birkaç gün sonra, SASON operasyonu olmuş ve Ali Ozansoy isimli örgütün önemli kadrolarından Sason bölge komitesi sorumlusu, geniş bilgi birikimine sahip entelektüel bir örgüt yöneticisi yakalamıştı. Ali Ozansoy’un ilk sorgulanması sırasında PKK’nın kuruluşundan o güne kadarki (yani 1985 yılı itibariyle) geçmişini, varlığını, yurtdışı ve yurtiçi faaliyet ve hedefleri, bu 
yeni çıkışının amacının ne olduğunu, ne yapömak istediğini bir bütünlük içerisinde kapsamlı olarak anlatan ifadesini bir videobanda kaydetmiştik. Sonra bu kaydı sistematik yazılı bir metin haline getirip, bölgedeki görevlilere dağıtarak herkesin PKK hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştık. Bu farklı bilgi alma yöntemi, PKK’yı gösteren faaliyetimiz bize önemli bir güç ve bilgi kazandırmış, aynı zamanda Sıkıyönetim Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü düzeyinde farklı bir bakış açısı edindirmişti.
   O güne kadar bazı terör faaliyetleri gerçekleştirilmiş, Eruh ve Şemdinli 
ilçelerinin basılmış olmasına karşın güvenlik kuvvetleri karşılarındaki grubun, 
PKK’nın amacının ne olduğunu, ne yapmak istediğini bilmiyordu. Hatta birçoğu 
Eruh ve Şemdinli baskınlarını Suriye’den gelen insanların yaptığını 
zannediyordu. 
    Eruh Şemdinli baskınından sonra bölgeye gönderilen Güvenlik Kuvvetlerinin aldığı ilk ifadelerde çok ilginç noktalar vardı. İnanılmaz ve tuhaf bir biçimde ifade alınmıştı; olay bir türlü kavranamamış, olayın ne olduğu hakkında bir fikir sahibi olunamamıştı. Bu yüzden tüm yönleriyle almış olduğumuz Ali Ozansoy’un ifadesi, PKK’nın ne olduğunu, ne yapmak istediğini, gelecekte PKK’nın neler yapacağını, hedeflerinin ne olduğunu ortaya koyan çok önemli bir belgeye dönüşmüştü. PKK’nın yeni süreçteki çıkışı, o güne kadar daha derli toplu anlatılmamıştı.

İlk yıllarda Diyarbakır’da fazla bir PKK varlığı yoktu, daha doğrusu Alaattin 
Zuhurlu ve bölge halkından birkaç arkadaşından oluşan bir gerilla grubu vardı 
ama onlar da pek fazla etkin değillerdi. Eylemsel olarak da fazla bir şey 
yapmamışlardı, daha çok keşif, belki bölgeyi tanıma gibi faaliyetlerde 
bulunuyorlardı. Bizim Genel Müdürlük adına PKK faaliyetlerinin daha yoğun olduğu birçok yere ( Siirt, Hakkari ve Şırnak bölgelerine ) gidip oralarda inceleme 
yapma imkanlarımız vardı. Güneydoğu illerini gezip tanımaya ve oradaki 
meslektaşlarımızla veya askeri yetkililerle ya da sıkıyönetim görevlileriyle 
görüşerek PKK hakkında bilgi toplamaya yönelik bu tür inceleme çalışmalarının 
birinde Siirt’e gittik. O zamanlar Siirt’te Emniyet Terörle Mücadele Şube 
Müdürümüz Cafer Şahin’di. Bu konulara yatkın ve yetenekli biriydi. Zaten daha 
önce Ankara Asayiş Cinayet Masasında çalışmış, siyasi örgütleri sorgulamış 
olduğundan bu konuda oldukça donanımlı biriydi. Cafer Şahin’in örgüt mensupları, onların faaliyetleri, kod isimleri vs. hakkında tuttuğu küçük not defterinin bir fotokopisini almıştım. Bu defter bizim çok işimize yaramıştı.

İşte o arada birileriyle konuşurken, Siirt Jandarmasında sorgu operasyonları 
işlerine bakan Cem Ersever’le karşılaştım. O zamanlar üsteğmen veya yüzbaşıydı. 
Karşılaştığımızda, nereye gitse hep bizden bahsedildiğini söyledi. Genel Müdürlük adına yapılacak bazı görevler dolayısıyla defalarca Şırnak’a Hakkari’nin en ücra ilçesi Beytüşşebap’a gidiyor, buradaki meslektaşlarımızla ve halkla görüşerek bölgeyi ve insanları tanımaya, olayların iç yüzünü anlamaya çalışıyorduk. Biraz da belki Diyarbakır bölgesinde örgütün pek etkin olmamasından dolayı oradan gelmenin rahatlığıyla etrafta çekinmeden dolaşıyorduk. Birçok insan oralara gelip gittiğimizi ve adımızı biliyordu ama bizi polis değil de daha çok Milli İstihbarat Teşkilatının elemanı zannediyorlardı. Çünkü polisin oralarda dolaşması pek alışılmış bir şey değildi. 

Siirt İl Jandarma Alay Komutanlığı bölgesinde çalışan Cem yüzbaşı da tüm bölgeyi 
dolaşan, bölgede olup biten her şeyi kontrol eden gözü kara biriydi. İşte 
bölgede dolaşırken Siirt’teki bütün köylerde, mezralarda bizim adımızı duyduğunu 
söyledi. Bir süre Cem’le sohbet ettik. Kısa süre içerisinde onun işine sarılan, 
bütün mesaisini ve zamanını her şeyiyle canı gönülden işine adayan, sürekli işi 
takip eden, olayları çok önemseyen ve bu davaya inanmış biri olduğu kanaatine 
vardım.
 O da belki bende belli şeyleri gözlemlemişti. İlk karşılamamızla birlikte 
aramızda aynı inanç ve düşünceyi paylaşan insanların yakınlığı ve samimiyeti 
oluşmuştu. Görevle ilgili her konuda rahat konuşabileceğim, derdimi rahat 
anlatabileceğim, farklı konularda tartışıp fikir birliği kurabileceğim biri gibi 
görünüyordu. Çünkü biz bütün varlığımızla, bütün mealimizle üzerinde olduğumuz 
işe odaklanmamız gerektiğine inananlardandık. O da bu anlayıştaydı.
Daha sonraki dönemlerde çok sık görüşemedik. Çok nadiren birkaç defa karşı 
karşıya gelmiştik. Ama kendimizi birbirimize çok yakın hissediyor, her 
karşılaşmamızda kimseyle paylaşmadığımız sırlarımızı birbirimizle 
paylaşabiliyorduk. Aradan epey bir zaman geçti. Bu arada Şırnak’ta bir iki defa 
karşılaştık zannediyorum. O karşılaşmalarımızda çok daha kızgındı. Özellikle 
askeri birimlerin şuurlu, makul ve mantıklı şekilde hareket edemediklerinden 
bahsediyordu. Hatta ilginç denemeler yapıyordu, daha sonra uyguladığı bu 
yöntemlerin bazılarından yazdığı kitaplarda da bahsetti.
 O zamanlar Şırnak Uludere arasında gelip geçen herkes askerler tarafından 
sürekli kontrol ediliyordu. Durdurup araçları arıyorlar, yolcuların nereden 
gelip nereye gittikleri ve isimleri defterlere kayıt ediyorlardı. Ve tabii 
herkesten kimlik soruyorlardı. Cem kendisi için, PKK’nın o zamanki en önemli 
yöneticilerinden Duran Kalkan veya herkes tarafından Selim Hoca diye bilinen 
Selahattin Çelik gibi birkaç insan adına sahte kimlikler hazırlamıştı. Bir gün 
Cem otomobile sivil olarak binmiş, otomobil kontrol için durdurulduğunda 
askerlere kendi kimliği yerine bir seferinde Duran Kalkan’ın, başka bir sefer de 
Selahattin Çelik’in kimliğini göstermiş, kayıtlara da bu isimler geçmişti. Daha 
sonra tugay yetkililerine gidip, Şırnak’taki kontrol noktalarından Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın geçtiğini söylemişti.
Bunun üzerine askerler Şırnak’ın giriş ve çıkışında gelip geçen herkesin 
kimliklerinin yazıldığı defterleri getirip baktıklarında gerçekten Selahattin 
Çelik ve Duran Kalkan’ın adları yazılıydı. Cem’in göstermek istediği durum da 
buydu. Kontrol noktalarında bölgelere girip çıkanların adı yazılıyor, kimlikleri 
kaydediliyordu fakat örgüt mensupları, yöneticileri hakkında hiç kimse bilgi 
sahibi olmadığından örgütün yönetici kadrolarından ya da aranan bir kişi bile bu 
kontrol noktalarından çok rahatça geçebiliyordu. İsimler hakkında bilgi sahibi 
olmadan yapılan bu kontrol ya da kayıt tutmaların hiçbir işlevi olmuyordu. İşte 
Cem bu türden denemeler yapmıştı, kendisi bana bunları anlatmıştı, hatta daha 
sonra kitabında da benzeri şeyleri okumuştum. Kabına sığmayan sürekli koşturan biriydi.
 Bu bölgedeki terör olayları nedeniyle hepimiz örgütün yeri ve faaliyetleri 
hakkında istihbarat almaya çalışıyorduk. Bazı insanlar da bu durumdan istifade 
etme gayretindeydi. Cem yüzbaşı (bir müddet sonra binbaşı olmuştu sanıyorum) 
bunlardan bir kısmını deşifre etmişti. Bu insanlar önce Jandarma Emniyet veya 
diğer istihbarat birimlerine gidip şu kişiler PKK’ya yardım ediyor, şu gün PKK 
mensupları onların yanına geldi, şu olayda kavuzluk yaptılar, şu kişi şu olayda 
PKK mensuplarına öncülük yaptı gibi ihbarlarda bulunuyorlardı. Sonra ihbar edip 
yakalattığı kişilerin evlerini ziyaret ediyor, polis ve askerlere rüşvet vererek 
onları kurtarabileceklerini söyleyip ailelerinden para alıyorlardı. Ardından 
Jandarmaya ya da polise gidip, bu kişilerin devlete çalışarak PKKhakkında tekrar 
bilgi aktaracaklarını söyleyerek onların salıverilmesini sağlıyorlardı. Masum 
insanları örgütle irtibatlı oldukları iddiasıyla yakalatıp daha sonra onları 
kurtarma vaadiyle yakınlarından para alan bu kişiler bu işi meslek haline 
getirmişlerdi. Bu yöntem maalesef bu bölgede çok yaygındı. Kimileri de önce 
jandarmaya gelip bir müddet bilgi vererek Jandarmayı oyalıyor, sonunda verdiği 
bilgilerin yanlış olduğu ortaya çıkıyordu. Bu defa Emniyete gidiyor, bir süre 
aynı şekilde emniyet mensuplarına bilgi veriyor, Emniyet bu kişilerin sahtekar 
olduklarını fark edince bu kez Milli İstihbarat Teşkilatına yöneliyorlardı. 
Orada da bu insanların üçkağıtçı oldukları anlaşılıncaya kadar epeyce bir zaman 
geçiyordu. İşte Cem binbaşı bunlardan bazılarını ilçe merkezlerine götürüp,” 
Sizi ihbar eden, hakkınızda iftira atan ve bize ihbar mektubu yazan üçkağıtçılar, sahtekarlar bunlar,” diyip onları kahvelerin orta yerinde teşhir etmişti.


***

21 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİ VE BİR KAÇ SORU İŞARETİ

ÇÖZÜM SÜRECİ VE BİR KAÇ SORU İŞARETİ


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
01.06.2013 


Kişilikli,  kendi farklılığını ifade eden ve farklılığı kabul edilen ilişkilerin olması gerekiyor. Eğer bir taraf diğer tarafı baskı vs yoluyla veya ona başka bir yol bırakmamak şeklinde hareket ediyorsa kendi iradesini ona kabul ettirme çabası olduğundan dolayı bu ilişki biçimi eşit bir ilişki biçimi değildir. Bunu bu şekilde kabul edenler de eşit ilişki içinde olmadıklarının farkındalar. O nedenle onun istemlerinden çok ona bahşedilenden söz etmek daha doğru olacaktır. Beşir Atalay barış sürecini tek taraflı yaptıklarını söylemekten çekinmekle kalmıyor BDP’yi kendileri tarafından atanmış siyasi bir muhatap olduğu şeklinde sözler sarf ediyor Bunun anlamı devlet tarafını üstün görme anlayışının devam etmesidir. Bu da eşitliğe dayalı ilişkiyi dışlayan bir tavırdır. Bu şekildeki tavırlar siyasi ilişki geliştirmek o ilişkiyi başından beri sancılı hale getirir, gelecekte ilişkilerin yürümemesi riskini kendi içinde taşır. Bu şekilde hareket etmenin bir başka olumsuz tarafı da bu tarz ilişkilerin zamana yayılarak farkına vardırmadan onu etki altına almak, bunu bu şekilde tasfiye yöntemi olduğunun anlaşılması durumunda karşısında muhatap olarak yer alanların kandırılmışlık konumuna düşürüldüğünün anlaşılması durumudur. Bu aynı zamanda iki toplum arasında güvensizlik bunalımına yol açar ki gelecek yıllarda çatışma riskini daha fazla içinde taşımasına neden olur. Bu nedenle eşit ilişki temeline dayanılmadığı durumda muhatap olarak kabul ettiğinizi bir taraf olarak da görmekten uzaklaşırsınız bu da sağlıklı ilişki ve iletişimin temeli olan samimiyetin de olmadığını ifade eder.

Beşir Atalay, süreci ayakta tutmak için büyük çaba sarf ediyor. Ancak etrafında dönen oyunları engelleyecek gücü de yoktur,  önemli istihbarat birimleri kendisine bağlı olmasına rağmen bunları etkili bir şekilde kullanamıyor, pratik yönü oldukça zayıf; en önemlisi siyaseti de iyi bilen birisi değil. Bilindiği gibi KCK Operasyonları soruşturması 2007 yılında start aldı. Bir söylentiye göre bu operasyonlarda gözaltına almaları o dönemde Beşir Atalay’ın engellediği söyleniyor ancak bunun doğru olmadığını söyleyebiliriz. Durdurma, yavaşlatma olmuşsa da bu taktiksel bir durdurma, yavaşlatma olduğu söylenebilir. Yerel seçimlerin sorunsuz atlatılması hedeflenmiş olabilir. Nitekim seçimlerden hemen sonra gözaltıların başlamış olması bunun seçimlere dönük bir yavaşlatma olduğunu ortaya koyuyor ayrıca soruşturmanın geniş kapsamlı oluşu da dikkate alınırsa bir yavaşlama ya da durdurmadan söz etmek de mümkün değildir. Böyle bir soruşturma için geçen süre o kadar uzun bir süre de sayılmaz. 

Beşir Atalay’ın yumuşak söylemlerine kanmamak, hükümetin yumuşak yüzü şeklinde bakmak bizi yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Onun söylemlerine inanılarak Kürtler üzerinde rehavete de yola açabilir. Bu kadar KCK adı altında operasyonlar yapılırken bunda yer alan aktörlere hiçbir şey olmadan onlar kendi konumlarını devam ediyorlarsa politik olarak farklı bir yönelimin olmadığını bize gösteriyor. Ya da somut adım atılıp bu davaların doğrudan düşmesini sağlamaları gerekiyor madem ki bu operasyonların yapılmasının yanlış olduğu söyleniyorsa o zaman bunca insan neden mağdur edilmeye devam ediliyor, normal yargılama sürecinde dahi tutukluluğun bu kadar uzun sürmesi mümkün değilken, açılımın konuşulduğu bir dönemde hiçbir eyleme karışmamış insanların bu kadar uzun süre tutuklu kalmalar burada bir oyalamanın, zamana yayarak unutturma, onların içerde oluşunu normalmiş gibi topluma yedirme anlayışının hakim olduğu görülüyor. Devlet, bir anlamda Kürt siyasi kadrolarını dizayn etmeye çalışıyor, adeta birilerinin önü kapatılırken birilerinin önü açılıyor benzeri bir durum var. Kürt siyasetinin bir bölümünde çözüm olsun da ne olursa olsun anlayışının giderek etkisini gösterdiği, AKP’nin kendisini egemen güç haline getirip her şeye hükmedebileceği anlayışının kabulüne benzer eğilimlerin Kürtlerin devrimci mücadelesiyle çelişmektedir. Kürtler bulundukları konum, mücadele dinamikleri, dört ayrı ülke içinde etkili siyaset yürütebilmeleri siyasetin Kürtlerin konumuna göre yapılmasını gerektiriyor. Zaten Kürtler bu konuda kararlı bir duruş sergilerse diğer güçlerin Kürtlerin konumuna göre siyaset yapacakları belli olmasına rağmen Kürtlerin bu güçlerinin farkında olmayışları, geçmişin acı olaylarının yarattığı izler nedeniyle kendilerine olan güvenlerini kaybetmeleri konusundaki psikolojileri de bunda etkili olabiliyor. Yapılması gereken en önemli husus birliktelikten ve birlikteliğe dayalı örgütlülüğü daha da geliştirmektir. Geçmişte AKP’ye sonuna kadar kapıyı sonuna kadar kapalı tutmaları nasıl normal değilse AKP’ye kapıların tamamen açık tutulması da normal değildir. Geçmişten bir dakika durun, AKP’yi anlamaya çalışın denildiğinde içinde AKP geçen ne varsa elinin tersi ile geri çeviriyorlardı. Şimdi Reyhanlı olayında dahi AKP’ye yönelik ciddi bir eleştiri yapılmayışı bu söylemle ilgili olabilir. 

Bu Kürt siyaseti için tehlikelidir çünkü kendi içinde tartışmayı ve şeffaflığı da ortadan kaldıran bir durumdur. Eleştirilmesi gereken bir husus da “biz Öcalan’a güveniyoruz, geri çekiliyoruz, Öcalan’a güveniyoruz demokratik siyaset yapıyoruz” söylemidir. Bunu Kürt halkına anlatmak kolay ancak başkalarına bunu inandırmak o kadar kolay olmamaktadır. Onlara da “bu sürecin arkasında Öcalan var, ondan dolayı herkes rahat olsun” diyemiyoruz. Onlar daha somut belirtiler görmek istiyorlar ve bunda da haklılar. İşte böyle bir durumda daha önce Kürtlere yakın durmuş devrimci demokratik çevreler giderek Kürt siyasal hareketinin giderek AKP’yle aynı zemine geldiklerini düşüneceklerinden dolayı Kürtlerin sürekli yaratmak istedikleri birlikteliklere de zarar verecektir. Zarar vermekle kalmayacak bu çevrelerin AKP’nin oluşturmak istediği muhafazakar otoriter yapı karşısında ulusalcı güçlerin yanına savrulmasını da beraberinde getirmektedir. Kürt siyasal hareketi ile AKP arasındaki ilişkilerde eşitlik temelinde gelişmediği için bunun Kürtlerin siyasal varlığına zarar vermeye başladığını görmek gerekiyor.
< Kürdistan Ortadoğu’nun yıldızı veya Kürt sorununu çözen Türkiye Ortadoğu’da güç olacak gibi görüşlerin yoksul Kürde bir faydası yoktur. Kürtler kendi çabasıyla neden Türkiye’yi güç haline getirsinler ki Kürtler neden göbeklerini Türkiye’den koparmıyorlar Türkiye’yi büyüten Kürtlere Türkler ne verecek? >

Verecekleri özgürlük olmayacağı kesin. Verebilecekleri bahşişten öte bir şey olmaz Kürtler, Türklere Anadolu topraklarını açtıkları zaman kazançları ne oldu güçlü bir devlet haline gelen Selçukluların karşısında Bisans gerilemiş oldu daha sonraki aşamalarda Selçuklu çökünce Kürtlerin de çöküşü oluyor ancak Türkler Osmanlı’yı kuruyorlar. Osmanlı zayıf Bisans’ı kolayca yeniyor önünde en büyük engel İran’dı İran’a karşı Osmanlı birlikteliği Osmanlı’nın egemenliğini sağlamakla kalmıyor, Osmanlı İran’ı da arkasına alacak şekilde genişlemesine devam ediyor. 

Ondan sonraki tarihi süreç içersinde Osmanlı ile İran’ın savaşmayışı Osmanlı’nın genişlemesi üzerindeki etkisindendir. Bu şekilde İran siyasi varlığını devam ettirmiştir. Bu kadar önemli siyasal sonuçların oluşmasını sağlayan Kürt-Osmanlı anlaşmasından Kürtler lehine siyasal/tarihsel bir kazanımın çıkmayışı üzerinde Kürtlerin iyi düşünmesi gerekiyor.  Kürtlerin kalıcı bir başarısı yok sadece kendi bölgesinde özerklik(beylik)  benzeri bir durum var. İran’la birlikte olmuş olsalardı daha büyük imkanlar elde edebilecekler miydi? Bunun cevabını vermenin bir anlamı yoktur. Önemli olan bunun bilincine varabilmektir.  Osmanlı’nın son dönemi de Ermeni vs. gelişmelere de bu kapsamda bakmakta fayda vardır. Unutulmaması gereken bir şey varsa o da  yoksul halka dayalı bir hareketi getirip egemenlerin hizmetine koymanın halkların kalıcı barışına bir katkı sunmadığıdır.
Başbakan Erdoğan, 2009 yerel seçimlerinden önce Diyarbakır için Ortadoğu’nun parlayan yıldızı demişti. 

Diyarbakır demek Kürdistan demek olduğu için Demirtaş’ın sözleriyle Erdoğan’ın sözlerinin benzerliği ikisinin hedeflerindeki benzerliği ortaya koyuyor. 

PKK'nin 2004 yılında getirilmek istendiği duruma geldiği görülüyor o dönem ki koşulların uygun olmayışı nedeniyle Öcalan buna karşı durmuştu ya da bundan haberdar edilmemişti yani örgüt bölünürken Öcalan haberdar edilmemişti. 

Bu da yapılmak istenilenin yapılmayışı anlamına geliyordu. Kürdistan konumu ile dünyanın yıldızı durumu da olduğu için rahat yüzü görmüyor Kürdistan’ın suyu, petrolü ve çıkarılmayı bekleyen yer altı zenginlikleri ve uranyumu onu başlı başına yıldız yapıyor. Bu aynı zamanda Kürdistan’ın şanssızlığıdır herkesin Kürdistan’a el atmasının da yolunu açıyor Kürdistan’ın bölünmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Kürtlerin yapması gereken onları bölenlerden uzak durup bölgenin yoksul ezilen halklarıyla birlikte mücadele edebilmektir. Yoksul Kürdün kanını dökerek mücadeleyi getirdiği aşamayı birine teslim edip onların koruyuculuğuna girmenin Kürtlerin ve Kürdistan’ın kurtuluşu ile ilgisi yoktur. Öteden beri yapılmak istenen, istenilene katılma söz konusudur. Ortadoğu’daki mevcut güçlere yapılan müdahalenin siyasi biçimi Kürtlere ve onun örgütlerine uygulanmıştır, dayatma ile karşı karşıyalar. Ne yazık ki bu dayatma karşılığını bulmuş sivri uçlar törpülenmiş, yumuşak uçların önü açılmıştır. Öcalan da buna ikna olmuştur şimdi yapılmak istenilen 2004'te yapılmak iste istenilenin gerçekleşmiş halidir.

Suriye konusunda Türkiye ile ABD aynı düşünmüyor görünürde he ikisi de Esad’ın gitmesi konusunda görüş birliği içinde ancak ABD, Esad sonrası Suriye’de etkili olacak radikal İslam’dan dolayı endişeli İsrail’in radikal İslam’ın denetiminde güvenliğinin ne olacağı ABD için önemli bir kaygı. Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerginlik de dikkate alındığında Türkiye’nin denetleyebileceği bu şekildeki Suriye’nin güvenliği için olası zorluklar ABD’nin Türkiye’nin istekleri doğrultusunda hareket etmesini önlüyor. ABD’nin öncülüğü Türkiye ile İsrail’in ilişkilerini düzeltmektir. Ondan sonra çözüm de kolay olacaktır. Türkiye’nin radikal unsurlarla ilişkisini kesmesini istiyorlar aynı şekilde Mısır’ın da mübarek dönemine dönmesini istiyorlar kendi başına hareket eden bir Filistin’i istemiyorlar. Bunun ilk adımı HAMAS’ın Şam’ı terk etmesiyle atılmıştı. Böylece Filistin’i koruyucu gücü haline gelen Lübnan Hizbullah’ının etkisi kırılmaya çalışılıyor. Filistin konusunda mezhepçi yönelimlerden uzak kalan Hizbullah mezhep batağına çekilerek etkinliği ve saygınlığı sıfırlanmaya çalışılıyor. Hizbullah bu halde Suriye’ye girip savaşırsa karşısında Sünni güçleri bulacaktır. HAMAS’ın ve FKÖ’nün de Sünni olduğu dikkate alındığında Filistin davası için meydana gelen birlikteliğin mezhep temelli ayrışması ve çatışması büyük bir kaos demektir böylece saflar giderek derinleşirken İsrail kendisini daha fazla güvence altına alacaktır. Kürtlerin Ortadoğu devriminde öncü rolü vardır. Bunu saptırmanın başkaca güçlerin hizmetine koşturmanın bir anlamı yoktur. Aynı şekilde Arap baharındaki halklara verilen devrim umudunun tüketilmesi de bununla bağlantılıdır. Kürtler kendi devrimlerinin Arap baharı gibi amacından saptırılmasına izin vermemelidirler. Kürtler bunu Türkiye Ortadoğu’nun bir gücü haline gelsin diye bu mücadeleyi vermediler. Güçlü bir ülke haline geldikçe Türkiye’nin Kürtlere yaptıklarını hiç bir zaman unutmamaları gerekir. Güçlü bir devlet haline gelecek bir Türkiye Kürtlere ne verecek Kürtlerin güçlü bir Türkiye’den alacağı bir bahşişten öteye geçmeyecek tir. Bu da ulusal olmayacaktır geçmişte devletle işbirliğine giren ağa ve şeyhlerin konumuna düşülecektir. Belki özerklik benzeri uygulamalara geçiş olsa bile bunun üzerindeki etkili idari ve mali vesayetle kendisine bağımlı hale getirmeye devam edecek.

“Kürtler İstanbul’dan, İzmir’den, Adana’dan neden vazgeçip de Hakkari’ye mahkum olsunlar.” şeklindeki görüşlerin Kürtler tarafından dillendirilmesinin Kürt toplumunun toplumsal-tarih bilinci üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde de durulması gereklidir.  Neden bir Kürt başkasının ülkesini kendi ülkesinden daha çok sevsin ki eğer Kürdistan bu kadar kötü veya geri ise TC neden orayı terk etmiyor ki! Kendi askeri gücünün yarısını orada tutuyor ki o zaman Kürdistan bu kadar geri ve kötüyse neden devlet orada kalıyor ki, onlar Kürtlerin kaşı gözü için mi orada kalıyorlar durum böyle iken Kürtler aptal mı ki İstanbul’u bırakıp Hakkari ile yetinsinler demenin bir anlamı var mı? Kürtler acaba İstanbul’da hangi şartlarda yaşıyorlar? Ekonomik imkanları nedir? Nasıl bir eğitim görüyorlar? 
Bunu biliyorlar mı? Böyle diyenler gönüllü asimilasyona razı olanlardır.

***

GEÇMİŞLE YÜZLEŞME

GEÇMİŞLE YÜZLEŞME


Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ


Başta Mustafa Suphi’nin katledilmesi olmak üzere Şeyh Sait, Seyit Rıza, Sabahattin Ali olmak üzere bu olayların açıklığa kavuşması, bunun hukuksal sonuçlarından çok yüz yıla yakın bir süreçte yaşananların tarih önünde mahkum edilmesi geleceğe güvenle bakılması için önemlidir. Türkiye’de insanların tarihiyle yüzleşmesi önemlidir. Ermeni soykırımının tanınması, yüzüncü yıl dönümüne yaklaştığımız bir süreçte Ermeni ve diğer azınlıklardan özür dilemenin de toplumsal zemini oluşacaktır.

BATIDAKİ METROPOLLERE GÖÇ EDENLERİN., SORUNLARI AYRIMCILIĞA SON VERİLMESİ

1990’lı yıllarda Kürdistan’da sürdürülen kirli savaş kitlesel göçlere neden oldu. 

Göç edenlerin aile yapıları dağıldı, ekonomik yaşam alanları yok edildi, hayvanları telef edildi, en önemlisi yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalan ailelerin birinci ve ikinci nesilleri üzerinde etkisi daha büyük oldu. Özellikle Türkiye’nin metropollerine akan yüz binlerce birinci ve ikinci nesil Kürtlerin asimilasyonuna hız verilmiş oldu. Kürdistan’daki kentlere göç eden Kürtlerde kentin özellikleri, aile ilişkileri bir şekilde devam ettiği için asimilasyona direnç gösterilirken Batı kentlerinde buna direnç göstermek imkansız hale geldi. Kürt çocukları üzerinde devletin uygulamalarının ötesinde toplumsal baskı da dikkate alındığında bu sürecin Kürt çocukları üzerinde yarattığı tahribatın boyutunu görmek gerekiyor. 

Bu nedenle devletin Kürtlerin haklarını tanıması yetmiyor bunun toplumun geneli tarafından da benimsenmesi gerekmektedir. Ana dilinde eğitimin metropollerdeki özel durumuna özgü çözümlerin olması gerekmektedir. Çift dilli eğitimin bu konuda başarılı olduğu görülmektedir. Bazı kolejlerin Türkçe/İngilizce çift dili eğitim sistemi neden Türkçe/Kürtçe çift dilli şeklinde uygulanmasın.
Yargının devleti koruyan refleksinden toplum ve bireyi koruyan refleksine geçmesi gerekmektedir.

Kürt olmaktan dolayı kamu ve özel kesimlerde büyük bir ayrımcılık uygulanmakta dır. Bu konuda eşitliğin olmadığı görülmektedir. Kürt dili ve kimliği önündeki engeller kaldırıldıkça Kürt’ün kendi kimliğini özgürce yaşayarak kamu ve özel kesimde daha da faydalı olacağının da bilinmesi gereklidir. Kendi dilini ve kimliğini saklayarak kamu veya özel kesimlerde çalışan bir kişinin verimli olmayacağının da bilinmelidir.

Türkiye’deki toplam nüfus dağılımı içinde Kürtlerde genç ve çocuk nüfus oranı daha yoğundur. Bu da Kürtlerin mevcut sorunlar dışında işsizlik ve benzeri sorunlar yönünden büyük tehlike altında olduğunu göstermektedir. Kimliğinden doğan haklarla birlikte kendisine ekonomik bir gelecek de sağlanmadığı takdirde bunun yeni sorunlara neden olacağının da bilinmesi gerekmektedir. Başta uyuşturucu, fuhuş olmak üzere onlarca tuzağın mağduru olabilirler. Sadece hukuksal düzenlemeler buna çözüm getirmeyecektir. Gerçek anlamda kadın ve çocuk haklarının güvence altına alınması zorunludur. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini esas alan sivil ve demokratik anayasa bu sorunlara çözüm getirecektir. Yerel yönetimlere, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel alanda serbestlik tanındıkça genç nüfusun istihdamı da kolay olacaktır.

SÜRECE DEĞİŞİK KESİMLER KATILDIKÇA BARIŞ KALICI OLACAKTIR

İslami kesimin sürece dahil olması çok önemlidir. Akil insanlar içindeki İslami kesimin yoğunluğu önemlidir. İslamcıların bu şekilde Kürt sorununa dahil olmaları onların ayrıca demokratikleşmesini de sağlar. AKP aslında kararlı bir parti değildir. Çözüme pek inanmamakta ancak İslami kesimlerin katılımı artıkça AKP de adım atmak zorunda kalacaktır. Öcalan da AKP’nin önünü açmak, onun sorunu çözme gücü olduğunu göstermek istiyor. Kürt sorununu çözenin kalıcı olacağını, çözüm yanlısı olmayanların gidici olduğunu görüyor. CHP içinde çözüm sürecindeki kopmalar, çözümün karşısında bulunanların dağılmaya başladığını gösteriyor.

SİYASİ TUTUKLULARLA DA GÖRÜŞÜLMELİ

Cezaevinde bulunan siyasi tutuklu ve hükümlülerin başlattığı açlık grevleri barış sürecinin başlangıç noktasıdır. Sırf cezaevinde bulunanlarla görüşme yapacak cezaevleri akil insanlar heyeti de oluşturulmalıdır. Onların da görüşleri alınmalı, sürece katkıları sağlanmalıdır.

Kürtler gerek devlet nazarında gerekse Türkler nazarında eşit olarak görülmediler. Toplumun genelinde kadın ve çocuğa nasıl bakılıyorsa Kürtlere de öyle bakıldı. Onlara şiddetin her türlüsü uygulandı. Fiziksel şiddetle birlikte psikolojik olarak baskı altına alma, korkutma, sindirme, aşağılama, ayrımcılık, alaylı yaklaşım, bir işe girmesini engelleme, kimliğinden dolayı teşhir etme gibi fiziksel olmayan şiddet de uygulandı. Bunu toplum adeta içselleşmiş şekilde yapmış oldu. Bu da şiddeti adeta meşrulaştırdı. Normal bir tutummuş gibi davranıldı. Anayasa’da Kürt kimliğinin tanınması veya Türklüğe dayalı vatandaşlık tanımlanmasından vazgeçme tartışmalarına sert karşı çıkış bununla bağlantılıdır. Eşitliğe dayalı olacak yeni düzenlemeler Türk’ün hassasiyeti adı altında Kürt düşmanlığının devam etmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

GEÇİŞ DÖNEMİNDE ADALET DÜNYA DENEYİMLERİ VE TÜRKİYE

Daha önceki yıllarda savaş ve çatışmalı alanlarda savaş ve çatışma sonrasında kalıcı bir barışın tesisi için büyük tecrübe sahibi olan Güney Afrika Cumhuriyetindeki ırk ayırımcılığından doğan çatışmalardan, Bosna Savaşına, Güney Amerika’daki çatışmalara kadar bir çok çatışmalı ortamdan normal ortama geçiş sürecinde rol oynamış bu konuda deneyim sahibi olan  İsveç Sınır Tanımayan Avukatlar Birliği’nin TOHAV ile birlikte böyle bir toplantıyı düzenlemiş olması oldukça önemlidir. Çünkü Kürt sorunu nedeniyle yıllardır süren çatışmalı bir ortam vardır. Atılacak adımlarla bu çatışmalı ortamın ortadan kalkma olanağı doğmuştur. Bunun sonucunda, çatışmalı ortama neden olanların yargılanmasından mağdur olanların zararlarının tazmini gereklidir. Bunu yıllardır sorunların çözümü yerine sorunları daha da ağırlaştıran ve kendisi de bir sorun olan 12 Eylül Anayasa ve Hukukuyla çözüm bulmak mümkün değildir. 12 Eylül’le hesaplaşan, Evrensel hukuk ilkelerine uygun, adil bir yargılama yapabilecek hukuk mekanizmalarının oluşması halinde geçiş dönemindeki adalet ulusal hukukla da çözülebilir. Bu imkan olmadığı gibi çatışmalı ortamın devamını sağlayan güçlerin halen devletin temel yapısında yer almalarının devam etmiş olması Geçiş Dönemindeki Adalette uluslar arası hukukun müdahalesinin ne kadar gerekli olduğunu da göstermektedir. Türkiye’nin AB’ye girme süreci de bunu gerektirmektedir.

Prof. Said  Mahmoudi konuşmasında “Geçiş Döneminde Adalet, savaşın veya çatışmanın yaşandığı ülkelerde çatışma veya savaşın sonucunda yeni bir dönem başlamaktadır. Bu dönem genel olarak Uluslar arası kuruluşların müdahalesinin olduğu bir dönemdir. Ancak ilgili devletlerle birlikte sürdürülmektedir. İlgili devletlerin kabul etmemesi halinde geçiş döneminde adaletten söz edilemez. Geçiş Döneminde Adaletin amacı, gerçeğin ortaya çıkması, geçmişle yüzleşme, mağdurlara tazminat ödenmesi, rehabilitasyon, hakkaniyete uygun tatmin, geçiş döneminden önceki uygulamaların tekrarlanmaması için gerekli uygulamaların sağlanmasıdır.”
Prof. Said Mahmoudi’ye göre “Geçiş Döneminde Adalet, bir ülke hükümetinin kendisinin veya kendisinden önceki otoritenin tamamen adaletli olmadığının fark edilmesidir. Farklı nedenlerden insan haklarına saygı duyulmadığı ve artık mevcut durumu demokratik bir duruma getirilmesi zamanının geldiğinin anlamasıdır. Devletlerin savaştan barış dönemlerine geçmelerinden dolayı muhtemel geçmiş insan hakları ihlallerini kabul etmektir. Geçiş Döneminde Adalet 20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkmış olup, ilk olarak ikinci dünya savaşından sonra gündeme gelmiştir. Daha sonra Yunanistan, İspanya, Latin Amerika(Şili, Arjantin, Uruguay, Peru), Afrika, Asya, Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanmış olup halen de uygulanmaya devam edilmektedir.”

Mahmoudi’ye göre her ülkenin özellikleri, savaş veya çatışmanın süresi gibi nedenlerle Geçiş Döneminde Adalet zor veya kolay bir süreçtir. Örneğin Yunanistan’da çok kısa süreli olduğu halde Şili gibi bir ülkede zorlu bir süreç olduğunu söylemektedir. “Çatışmanın yaşandığı bu ülkelerde en büyük zorluk bu ülkelerdeki mahkeme sisteminin yetersizliğidir. Bu yetersizlik adaletin gerçekleşmesi önünde büyük bir engeldir. Bu nedenle bu ülkelerde başkaca adalet mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Buralarda Doğruyu Bulma Komisyonları kurduk.
Teoride ve pratikte Geçiş Döneminde Adalet dört ayrı mekanizmadan oluşmaktadır. Bunlar: İhlallerin Mahkemelerin önüne çıkarmak, Soruşturma Kurulları (örneğin Hakikati Soruşturma Komisyonları), Mağdurlara tazminat ödenmesinin sağlanması ve ülkede adalet reformlarının sağlanmasıdır. Sistemi revize etmek bu şekilde bağımsız hareket etmesini sağlamaktır. Bu dört mekanizmanın işlev kazanması ilgili devletlerin Uluslar arası yükümlülüklerini kabulüne bağlıdır. Bu kurulların oluşması hükümetlerin iznine bağlıdır.”
“Geçiş Döneminde Adaletin gerçekleşmesi için devletlerin tazminat ödemesi yetmez. İhlali yapanların cezalandırılması da gerekmektedir. Demokrasinin tam olarak yerleştiği yerlerde Geçiş Döneminde Adaletin bu şekilde bir garantisi vardır. Demokratik kuralların henüz işlemediği yerlerde geçiş döneminde binlerce mağdur ve suçlu vardır. Geçmişin taciz edici güçleri hala politik ve askeri güce sahip olabilirler. Polisten, savcılara mahkemelere kadar kurumlar zayıftır. Yozlaşmaya açıktırlar. Anahtar belgeler yok edilebilir, tanıklar potansiyel baskı altında olabilir, savcılar ölüm tehdidi alabilir, ceza hukukunun uygulanması için hem mağdur ve yargılama erki için çok engel vardır. Devlet af çıkarabilir, zamanaşımı, kurallarla belli suçluların yargılanması zorlaştırılabilir,  bazen devlet uluslar arası hukukun gereklerini tam olarak yerine getirmeyebilir.

Bireysel suçlarda Geçiş Döneminde Adalet, ceza adaleti bakımından kolayca sonuç alınabilir. Toplu suçlarda bu zordur. Bu suçlarda cezalandırma yerine Hakikati Araştırma komisyonları kurularak ihlali yapanlar O özür dilemeye teşvik edilebilir, bunu neden yaptığını açıklamaya zorlanır. Bu iki sistem hem cezai hem de restorasyon anlamında adalet(itiraf, özür) her ikisi durumu nötralize edebilir.”
Av. Claes Forsberg ise kısa bir konuşmadan sonra Prof. Said Mahmoudi’nin görüşlerine aynen katıldığını söyleyerek sözü Sınır Tanımayan Avukatlar Üyes Av. Marie Alwa von Baltenau’ya bıraktı.

Av. Marie Alwa von Baltenau konuşmasında “Geçiş döneminde Adaletin gerçek anlamda gerçekleşmesi,  barış süreçlerinden iyi bir sonuç alınması hem zihinsel hem de duygusal bir çaba gerektirir. Bu süreç zaman alıcı bir süreç olup sabır gerektirmektedir. Diğeri ümittir. Geleceğe inanmalısınız bazen ümidinizi kaybedebilirsiniz. İyileştirmek ve tarihle başa çıkmak (yüzleşmek) için suç işleyenler adaletin önüne çıkarılmalıdır. Gerçeği de bulmak gerekiyor. 

Mağdurların kendi geleceğini yönetecek duruma gelebilmelidir.

Güney Afrika’da gerçek iyileştirme komisyonu kuruldu. Bu bir mahkeme gibiydi. Burada mağdurlar bulundu. Suçlular ifade verebilir af da dileyebiliyorlardı. Eğer ifade vermezlerse cezai soruşturmayla karşı karşıyadırlar.” Dedi.

Prof. Melek Gürgenli ‘Yüzleşme’ başlıklı konuşmasında, “Yüzleşme çatışmadan sonradır.  Ancak çatışmanın bitmesi içi yüzleşmek gerekiyor.” Şeklinde giriş yaptıktan sonra:

“Kürt sorunu 1980’den öncesine gidildiğinde cumhuriyetten bu yana Cumhuriyet fikrinin bile gönüllü olup olmadığı tartışmalı mı? Başlangıç çok tek tipçi homojen toplum ideali ile ortaya çıkmıştır. Ancak bu olmamıştır. Bu gönülsüzlük hali bir arka plan olarak görülüyor. Kürtlerin etnik, kültürel talepleri konusundan söz edilemez. Yüzleşmenin asıl objesi budur.

Güneydoğudaki savaş Batı’dan izole edildi. Bu daha sonra duyuldu. Yüzleşmek için gereken toplumsal söz birliği için gerçeği aramak iradesi gerekiyor. Sadece asker değil savaşan Kürt tarafı da yüzleşecektir. İnsanlar zorunlu askerlik sonucu askere gidiyorlar. Bu nedenle savaşın sonuçları tüm ülkeye yayılmıştır.

Yüzleşmek için tarih bilgisi ve bilincine ihtiyaç vardır.

Vicdan ve sorumluluk duygusu: Sadece iktidar sorumludur demek yanlış. Hepimizin sorumlu olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Sorumluluğun bizde olduğunu görürsek bunu çözebiliriz. Ve bu yüzleşme için ortam olur. Taraflara bırakılarak onların iradelerine bırakmak onların hamlelerine göre siyasal pozisyon almak da doğru değildir.

Kürtlerle Türklerin aralarındaki sınırların(gerçek yaşam) giderek birbirine kapanması tehlikelidir. Bu da çatışmayı içinde taşımaktadır. Bunu önlemek için çalışmak gerekiyor.”

Geçiş dönemine henüz yakın olmasak bile bunun ne kadar önemli olduğunu anlamak zorundayız. Hepimiz geçiş dönemine gidilmesi için çaba harcamak zorundayız ki, geçiş dönemi sonrası barışı kalıcı hale getirecek adaletin ne kadar lazım olduğunu şimdiden herkese gösterelim. Ve bunda yalnız olmadığımızı, zengin bir dünya deneyiminin önümüzde olduğunu da unutmayalım. Bu açıdan oldukça verimli geçen bu toplantının umudun tükendiği, sabrın zorlandığı bir anda Türkiye’de çatışma sonrası adaletin gerçekleşmesi konusunda bir ışık olabileceğine inanıyorum.
 

***

GERÇEK BİR BARIŞ İÇİN HER TÜRLÜ OPERASYONLAR DURDURULMALIDIR BUNA KARŞI DEMOKRATİK SİVİL EYLEMLER ARTMALIDIR

GERÇEK BİR BARIŞ İÇİN HER TÜRLÜ OPERASYONLAR DURDURULMALIDIR BUNA KARŞI DEMOKRATİK SİVİL EYLEMLER ARTMALIDIR




Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
05.05.2013 


Sorunu, ateşkes, geri çekilme sırasında güvenlik güçlerinin müdahale etmeyişine indirgemek, tartışmaları bunun üzerinden yürütmek doğru değildir. Eğer gerçek anlamda bir barış tesis edilmek isteniliyorsa her türlü operasyon hazırlıklarına son verilmesi gerekiyor. Örneğin Cizre’de akil insanlarla konuşan kişiler polis tarafından izlenmekte, görüntüleri çekilmektedir. Bu halkın gözünde operasyon hazırlığı anlamındadır. Her ne kadar bazı görüntüler akil insanlar tarafından polisten alınıp silinmiş ise de bunun göz boyamaktan öte anlamı yoktur. Devlet, gizli kamerası, mobese kameralarıyla gerekli görüntüleri zaten çekmektedir. Kaldı ki, orada çekim yapan polis amirlerinin emri ile çekim yapmakta, kendilerine göre delil toplama işlemi yapmaktadır. Polisin topladığı delillerin akil insanlar tarafından alınıp imha edilmesi akil insanlar açısından da suçlama konusu yapılabilir. İşte bunun önleminin alınması için polise bu konuda verilen emirlerin açıkça geri alınması gerekmektedir. Batı illerinde ise akil insanların ırkçı/ulusalcı kesimler karşısında koruma ihtiyacı vardır. Doğu illerinde ise akil insanları halk bağrına basmaktadır. Ancak bu kez polis halkı takip etmekten vazgeçmemektedir. Gizli bir faaliyeti olmayan halkın gizli polis faaliyetiyle izlenmeye devam etmesi, aleyhlerine delil toplanması devletin barış konusundaki samimiyetini de şüpheli hale getirir. Madem ki, silahlar susacak, geri çekilme başlayacak, devletin KCK benzeri operasyon hazırlıklarını andıracak soruşturmalara son vermesi gerekmektedir. Gerillalar sınır dışına çıkarken ben ona müdahale etmeyeceğim demek yeterli değildir. Bu açıdan bakıldığında geri çekilen gerillalara ateş edilmeyişi geri çekilmeyi kolaylaştırdığı için devletin de istediği bir durumdur. Bunu devletin bir lütfü şeklinde göstermenin bir anlamı da yoktur.
Barış sürecinde devlet görünürde operasyon yapmıyormuş gibi görünse normal faaliyetlerini olduğu gibi devam ettirmektedir. Cizre’de görüldüğü gibi Akil İnsanların halkla görüşmeleri bile kamera ile kayıt altına alınıyor. Yine, daha önceki yıllarda gücünü daha çok eylemleri  önlemede kullanan devlet böyle bir ortamda güçlerini diğer alanlarda daha rahat kullanma imkanına kavuşur. İstihbarat birimlerini daha etkili kullanma imkanı elde edebilir. Buna karşı en etkili yol demokratik sivil eylemlerin artırılmasıdır. Yıllardır sorunun gündeme gelişinin eylemliliklerle paralel olarak gündeme gelmesi gerçeği de dikkate alındığında sorunun çözülene kadar gündeme gelmesi demokratik eylemliliklerin oluşuyla mümkün olacaktır. Toplumda yaşanan yumuşama havası demokratik eylemlerin yapılışını dahi süreci tehlikeye sokacak bir yaklaşım gözüyle bakılmaktadır.
Kürtlerin demokratik sivil eylemlerini artırması gerekiyor. Şiddet içermediği müddetçe bu tür eylemlerin yapılması barış sürecinin motoru haline gelecektir. Zaten şiddet ortamına sürüklemenin nedeni demokratik alanın kapatılmış olması değil miydi Suriye’de demokratik ve barışçı olarak başlayan gösterilerin yerini şiddetin almasını hiçbir zaman unutmamak gerekiyor. Ortamı gerip, demokrasi dışı yollara sapıldıkça sistem de bulunduğu şartlar çerçevesinde kendisinden beklenen dönüşümü yapamaz duruma gelmektedir. Giderek halktan da uzaklaşma anlamına gelen bu durumda iplerin halk dışı güçlerin eline geçmesine neden olur.
Her şeyi süreç zarar görür perspektifiyle bakıldığında o zaman basit bir eylemi yapmakta dahi güçlük çekersiniz. Kendi kendinizi hapseder. Tek taraflı gelişme durumuna düşebilecek çözüme razı olmayı beraberinde getirir ki bu mevcut sistem yürütücülerinin dahi faydasına değildir. Onlardan kendim çaldım kendim oynadım durumuna geldikçe yaptıklarının karşılığını görmedikleri anda yeniden başa dönme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. İlişkilerin kimliklerin korunarak sürdürülmesi çok önemlidir. Bazı yönlerini törpüleme adı altında, yumuşak dil kullanacağım çabası içine girildikçe gerçek kimliğinden uzaklaşılır. Bu da yapay bir saygı gösterisinin ötesine geçmez. Asıl önemli olan farklılıkların kabul edilerek ilişkilerin devamının sağlanmasıdır. Bir taraf ben diğer tarafı kızdıracak söylemlerden bulunmayayım derken diğer taraf bunu boyun eğdirme anlayışına dönüştürebilir. Bu nedenle çözüm oluncaya kadar demokratik eylemlilik gereklidir. Bu demokrasi isteyenlerin enerji kaynağıdır. Devlet için önemli olan güçtür enerjisini nasıl o güçten alıyorsa diğer taraf da gücünü bu demokratik güçten alacaktır.

Öcalan’ın çağrısının temeli demokratik siyasettir. Bu da toplumun demokratik örgütlemesinin oluşuyla mümkün olacaktır. Barış sürecinde Kürt toplumunun daha fazla örgütlenmeye ihtiyacı vardır. Silahlı mücadelenin olduğu dönemde ister doğru ister yanlış değerlendirilsin silahlı mücadele demokratik siyasetin de motoru görevini görüyordu. Bir şekilde hareketin bir arada bulunmasını sağlıyordu. Silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesiyle birlikte silahlı güçlerin derhal gelip demokratik siyasetin başına geçmeyecekleri gerçeği de dikkate alındığında mevcut demokratik siyasal yapının kendisini yeniden örgütlemesi, örgütlemesinin kapsamını artırması gerekiyor. Bunun derhal yapılmaması durumunda Kürt siyasal hareketinin dayandığı toplumsal dayanaklarda dağılmalar görülebilir. Giderek bu dağılma sonucunda başkaca partilerin örgütlemesine yarayabilir. Güçsüzlük, örgütlemede darlaşma başladıkça barış çağrısı yapan ve buna destek verenlerin konumları tartışmaya açılabilir. Bu da devlete sahip olmak isteyip de sahip olabileceği imkanlar yaratır. Bunun çaresi demokratik örgütlülüğü artırmaktır.


***