E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
E. TÜMG. ARMAĞAN KULOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mart 2019 Perşembe

Rum Siyasetine güvenilmez, Aldanmayın

Rum Siyasetine güvenilmez, Aldanmayın




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
15 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 


Uzun bir süredir Yunanistan ile olan ilişkilerde bir yumuşama olduğu ve iki ülkenin sorunlarını barışçı yollardan, müzakerelerle çözümleyebileceği düşüncesi kamuoyuna pompalanmakta, sürekli olarak dostluk mesajları ve görüntüleri verilmeye çalışılmaktadır.Yürütülen dış politika gereği, komşularla iyi ilişkiler kurulması, sorunların çözümlenerek ortadan kaldırılması, her zaman için geçerli olan bir konudur. 

Ancak sorunlar sizden kaynaklanıyorsa ve bugüne kadar haksız taleplerde bulunmuşsanız bu husus geçerlilik kazanır. Türkiye bugüne kadar hiçbir ülkeye karşı haksız bir talepte bulunmamış ve daima adil olmayı gözetmiştir. İlişkilerde, sorunların çözülmesine ilişkin müzakereler yapılması doğaldır. Ancak haklı olan siz olduğunuzda, çözüm için ısrar etmek taviz vermek demektir. Üstelik bunu sağlamaya çalıştığınız ülke Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ise, bunu bir kere daha düşünmek ve ilişkilerin ayarını ona göre düzenlemek ve ihtiyatı hiçbir zaman elden bırakmamak gerekir.Yunanistan, tarihi süreç içinde sürekli olarak Türkiye’ye karşı olmuş ve doğuya doğru genişlemiştir. Kıbrıs’ı, insanlık dışı davranışlarla ve emrivakilerle kendine bağlamaya çalışmıştır. Yunanistan ve GKRY, Türkiye’yi zayıf duruma düşürmek için PKK terör örgütüne doğrudan ve dolaylı destek vermişlerdir. Yunanistan bu konuda Suriye ile işbirliği yapmıştır. 

Türkiye 1990’lı yıllarda; 

Yunanistan ve Suriye’yi tam, PKK’yı yarım tehdit kabul ederek, savaş planlarını iki buçuk muharebe doktrinine göre yapmak durumunda kalmıştır.Yunanistan, Türkiye’nin AB adaylık sürecini 1999 yılına kadar veto etmiş, Türkiye ile olan sorunlarını kendi çıkarına çözemeyeceğini anlayınca vetoyu kaldırmış ve o tarihten itibaren Türkiye-Yunanistan arasındaki sorunları, Türkiye-AB arasındaki sorunlar platformuna taşıyarak, süreci dışarıdan yönlendirmeye çalışmıştır. GKRY’nin Kıbrıs Cumhuriyeti adı ile AB’ye üye olarak kabul edilmesinden sonra bu iki üye, güç birliği içinde, Türkiye’nin AB üyelik arzusunu, sorunların kendi çıkarlarına çözümü için koz olarak kullanmışlardır.Yunanistan, Türkiye’nin İsrail’e eğitim için tahsis ettiği hava sahasını, Türkiye’nin İsrail’le arasının bozulmasını fırsat bilerek, daha önce Suriye ile yaptığı gibi “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışıyla, kendi hava sahasını İsrail uçaklarına açmıştır. Gerek Ege’deki, gerekse Kıbrıs’taki sorunların hiçbiri Türkiye’den kaynaklanmamıştır. Yunanistan doyumsuz bir tutumla, karasuları, kıta sahanlığı, hava sahası, aidiyeti belli olmayan adacık ve kayalıklar, adaların silahsızlandırılması, şimdi de GKRY ile birlikte münhasır ekonomik bölge ve sürekli olarak da Kıbrıs konusunda tavizler koparma peşindedir. 

Türkiye’nin mevcut sistem içindeki haklarını korumasını, tahrik ve tecavüz olarak nitelemekte ve kendisinin haklı olduğu anlayışını, uluslararası kamuoyuna taşımaya çalışmaktadır.Şimdi de Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözümü için iki ülke arasında müzakerelerin yapıldığı söylenmektedir. Bu görüşmelerde, kabul edilen statünün dışında Türkiye’nin bir taviz vermesi söz konusu olamaz. Aksine Yunanistan’ın silahsız olması gereken adalardaki durumu düzeltmesi ve fiili olarak uygulamaya çalıştığı statü dışı davranışlara son vermesi sonucunun alınması beklenebilir.Yunanistan Başbakanı, Erzurum’da biraz da abartılı şekilde karşılanmış ve itibar görmüştür. Bu durum Türk Milletinin dostluk ve misafirperverlik anlayışının bir göstergesi olarak algılanmalıdır. Yunanistan özellikle içinde bulunduğu ekonomik zor durumdan çıkma çabasındadır. Ancak onun beynine ve ruhuna işlemiş siyasi anlayışından uzaklaşacağını beklemek büyük bir yanılgıdır. 

Erzurum’da da kendisini tutamamış ve bekleneni en hafif şekliyle dile getirmiştir. Aksini söylemiş olsa dahi, Rum siyasetine güvenilmemeli, aldanılmamalı dır.

Türkiye AB veya ikili müzakerelerin aksayabileceği çekincesi içinde olmamalıdır. Türkiye, ordusuyla, ekonomisiyle, politikasıyla, psiko-sosyal durumuyla güçlü olduğu, içteki kutuplaşmaların ve gerginliklerin üstesinden gelebildiği, birlik ve beraberliğini sağlayabildiği taktirde, kimse Türkiye ile sorun çıkarmaya cesaret edemez. 

Sorunlar da kendiliğinden çözümlenmiş olur. 

Kaynak Yeniçağ: 
Rum siyasetine güvenilmez, aldanmayın 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/rum-siyasetine-guvenilmez-aldanmayin-16559yy.htm

***

Kıbrıs Olmazsa olmazdır,

Kıbrıs Olmazsa olmazdır,




Armağan KULOĞLU 
oakuloglu@gmail.com
08 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 



Kıbrıs Türkiye için tarihi mirastır. Kıbrıs Türkiye’nin güvenlik ve güvenirlik konusudur. Kıbrıs deyince Türk Milleti heyecanlanır, duygusallaşır. Onun için Kıbrıs, sadece adadaki Türklerin güvenliği, can ve mal emniyeti, yönetimdeki hak ettikleri konumda bulunması değil, onunla birlikte ve onun da ötesinde Türkiye’nin meselesidir. Hata kaldırmaz.Umarım AB’den müzakere tarihi almak için, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) gemi ve uçaklarına, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelen, limanlarımızın açılmasını öngören anlaşmaya imza atma gibi yanlış bir daha yapılmaz. 

Ne olursa olsun bu anlaşma uygulamaya konmaz. AB için feda edilme anlamına gelen böyle bir tutuma bir daha rastlanmaz. Daha sonra da KKTC’ye uygulanan izolasyonların kaldırılmasının karşılığında bunun uygulamaya geçirileceği gibi daha da vahim bir yanlış içine düşülmez.Bu iki konunun birbirinin alternatifi olmayacağı aşikârdır. Birisi GKRY’i, adanın egemen gücü sıfatıyla, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımak, diğeri ise zaten olmaması gereken bir fiili durumu ortadan kaldırmaktır. Şimdi de, Ankara’ya ek protokolün kısmen hayata geçirilmesi karşılığında AB ile duran müzakerelerin bazı başlıklarda açılabileceği ve birkaç iyileştirme de sağlanabileceği teklif edilmektedir. Umarım bu teklife de olumlu cevap verilmez. Adada BM gözetiminde yıllardır yapılan görüşmelerden bugüne kadar bir netice alınamamıştır. Son görüşme de BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un öncülüğünde yapılmış ve taraflara, görüşmelerin sonsuza kadar devam etmesinin mümkün olamayacağı, Ocak 2011 sonuna kadar görüşmelerin yoğunlaştırılarak devam ettirilmesi ve tekrar bir araya gelineceği bildirilmiştir. Bu durum Rum tarafının pek işine gelmemiştir. Onlar hâlâ, BM ve AB’nin Türkiye’yi zorlayacağını ve çözümün Kıbrıs Cumhuriyeti şemsiyesi altında ve Rumların hâkim olacağı bir düzenle sonuçlanacağını beklemektedir.Esasen bu durum, Annan Planı adı altında ve maalesef Türkiye’nin de, KKTC’nin de mutabakatı alınarak referanduma sunulmuştur. 

Bu plan adanın hâkimiyetinin zaman içinde, Rumların eline geçmesine imkân tanıyan bir plandı. 

Ancak Rumlar beklemeye tahammül edememişler, AB üyesi olmanın avantajlarını kullanıp, Türkiye’yi ve KKTC’yi zorlayacaklarını ve kendilerini tanımak mecburiyetinde kalacaklarını ümit etmişlerdir. Plan, Türk kesimi tarafından kabul edilmesine rağmen Papadopulos’un da diretmesiyle GKRY tarafından kabul edilmemiştir. Hatta son olarak bu planın Rum yetkililer tarafından okunmadığı dahi itiraf edilmiştir.Gerek Papadopulos’ın, gerek şimdiki Rum lider Hristofyas’ın tutumu Türkiye ve KKTC için bir şanstır. Bizim yapamadığımızı onlar yapmışlar ve Türk tarafına avantaj sağlamışlardır. Devam eden müzakerelerden, tarafların derin görüş ayrılıkları nedeniyle bir sonuç alınması beklenmemektedir. Hatta Hristofyas, elinde başka bir enstrüman kalmadığı için “Türkiye’nin AB üyeliği elimizde” kozunu kullanmak istemektedir. O zaman KKTC için yeni bir dönem başlayacaktır.Yeni dönem KKTC’nin, Türkiye’den başka ülkeler tarafından tanınmasını sağlayacak girişimlerde bulunulmasını gerektiren bir dönem olacaktır. Artık adada iki devletten söz edilmektedir. Kosova örneği önümüzdedir. 

Türkiye’nin dış politikada ağırlığı olan bir ülke olduğu ifade edilmektedir. 
Türk dış politikası artık ağırlığını, kendisini çok yakından ilgilendirmeyen konular yerine, kendisini doğrudan etkileyen KKTC’nin, güç odağı ülkeler başta 
olmak üzere tanınmasını sağlayacak tarzda hissettirmesi, ulusal menfaatlerimiz açısından gerekli dir. KKTC’nin tanınması konusunda ortaya 
çıkabilecek zorlukları aşabilmek için, bizim de KKTC’nin tanınması karşılığında, GKRY’yi mevcut fiili sınırları içinde, Kıbrıs Cumhuriyeti adı ile tanımamızın 
bir sakıncası olmayabilir. O zaman adada, KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında iki ayrı egemen devlet bulunur. Ancak bu durumun BM tarafından da 
bir daha sorun olmayacak şekilde tescil edilmesi gerekir. Neticede kendimizin yaratamadığı, ancak Rumların açmaza düşerek sunduğu ortamı akıllıca 
değerlendirmemiz gerekir. 

Türkiye için AB olmasa da olur. 
Hatta çok da iyi olur. 
Ama Kıbrıs olmazsa olmaz.   

Kaynak Yeniçağ: 
Kıbrıs olmazsa olmazdır 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/kibris-olmazsa-olmazdir-16465yy.htm

***


Asker Rahatsızlığı

Asker Rahatsızlığı





Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
01 Ocak 2011 
Kaynak Yeniçağ: 


Bazı çevreler, amaçlarının önünde engel olarak gördükleri için askerden rahatsızlık duymakta, bu nedenle son yıllarda askeri itibarsızlaştırarak arkasındaki Türk Milletinin desteğini ve sevgisini çekmeye çalışmaktadır. 


Bu amaçla yapılan çeşitli söylem ve eylemler topluma yansımaktadır. 
Son bir ay içerisindeki bazı uygulamalar, rahatsızlığın boyutlarının daha da tırmandığını gösteren algılamalara sebep olmaktadır.Geçenlerde bir şehrimizden ihtiyatla karşılanacak bir uygulama haberi gelmiştir. Bu şehirdeki yönetim tarafından, İstanbul’da meydana gelen elim bir olayın ardından asker uğurlamalarına bazı kısıtlamalar getirildiği açıklanmıştır. Uğurlama adı altında, trafiği ve toplumu tehlikeye sokacak tarzda araç konvoyları oluşturmak ve gerek araç, gerek vatandaş olarak tehlikeli davranışlarda bulunmak tabii ki kabul edilemez. 

Bu konudaki aşırılıklar zaten rahatsızlık yaratıyordu ve önlem alınması kadar haklı bir durum olamazdı. Ancak Türk Milleti’nin ananelerinden olan ve başka hiçbir ülkede örneği bulunmayan “Asker Uğurlama” törenlerini yapılamayacak duruma getirecek kısıtlamalardan da kaçınılmalıdır.Asker uğurlamalarında kına yakılır, davul zurna çalınır, dua edilir, Türk Bayrağı açılır, İstiklal Marşı söylenir, tezahürat yapılır ve araç konvoyu teşkil edilerek askere gidenler ulaşım merkezinden uğurlanır. Bu uygulama, askerlik hizmetinin Türk Milleti için kutsal olduğunu ve milletin askere olan sevgisini gösterir. 


Bu gelenek Türk Milleti’ne özgü bir davranış tarzıdır. Bu sevgi Türk Milleti’nin genlerinde vardır. Beklentimiz, bu uygulamanın, haklı olarak alınması gereken tedbirlerin abartılmasıyla asker uğurlama törenlerini yapılamayacak duruma getirmemesi ve yaygınlaşmaması, gerekli önlemler alınarak bu coşkulu uğurlama törenlerine devam edilmesi ve Mehmetçik olmanın gururunun milletçe yaşanmasıdır.Diğer bir uygulama da 27 Aralık 2010’da, Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 91’inci yıldönümünün kutlanması törenlerinde yaşanmıştır. Bu törenlerin bir bölümü olan  “Garnizon Koşusu”, kullanılacak güzergâhın tahsis edilmemesi nedeniyle yapılamamıştır. Gerekçe olarak da, valilik tarafından, trafiğin ve toplum yaşantısının aksamaması için yakın bir zaman önce yayımlanan genelge gösterilmiştir.Ankara’da yollar çeşitli nedenlerle ve özellikle trafiğin yoğun olduğu saatlerde geçici olarak kapatılır ve zaman zaman sıkıntılar da yaşanır. 

Ancak halkın beğendiği, gurur duyduğu, alkışladığı ve hatta geçerken gözleri yaşaranların olduğu, büyük bir coşku ve sevgi ile izlediği Mehmetçiğinin ve bunun içindeki Harbiyelilerin o güven telkin eden heybetli koşusunun, trafiğin de yoğun olmadığı bir saatte, sıkıntı ve rahatsızlık yaratacağını ileri sürmek haksızlıktır.  Bu gibi uygulamaların, Türk Milleti’nin askere olan sevgisini azaltmayacağı, aksine daha da güçlendirileceği bilinmelidir. Demokrasiye ve hukuka olan inancını ve saygısını tekrar tekrar ifade eden ve uygulamaları ile de bunu gösteren Türk Ordusu’na haksızlık edilmemelidir. 

Bu ordunun Milletin ordusu olduğu unutulmamalıdır. Ona yapılan haksız davranışların ve uygulamaların, Türk Milleti’ne yapılmış sayılacağı dikkate alınmalıdır.Dilerim ve ümit ederim ki, vatanımız ve milletimiz için zararlı olan ve milletin duygu, düşünce, gelenek ve beklentilerine ters düşen bu gibi yanlış uygulamalar itibar görmeyecek, varlığımızın, bütünlüğümüzün ve güvenliğimizin sembolü Türk Silahlı Kuvvetleri’ne olan sevgi ve muhabbet daha da güçlenerek devam edecektir. 

‘Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye’ demektir. 

Askerden rahatsızlık duyanların kendilerini bir kere daha sorgulaması ve bu yanlıştan dönmesi gerekmektedir.Yeni yılın vatanımız ve milletimiz için hayırlı olmasını diliyorum. 

Kaynak Yeniçağ: 
Asker rahatsızlığı 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/asker-rahatsizligi-16371yy.htm


****

BM-İran Anlaşmasının Küresel ve bölgesel etkileri

BM-İran Anlaşmasının Küresel ve bölgesel etkileri




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 
30 Kasım 2013


Cenevre’de BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin İngiltere ve Fransa’ya ilave olarak Almanya’nın da katılımıyla oluşan altı ülkeyle İran arasındaki, İran’ın nükleer çalışmalarının kontrol altına alınmasına ilişkin müzakereler sonucunda beklenen anlaşma sağlanmıştır. Bu anlaşmanın, İran ile Batı arasındaki ilişkileri, sınırlı da olsa, iyileştirmenin yanında, bölgesel dengeler açısından da önemli anlamlar taşıdığı ve sonuçlar getireceği düşünülmektedir. Doğal olarak bu durumdan Türkiye’nin de etkileneceği beklenmektedir.***Cenevre’de sağlanan mutabakat, İran’ın nükleer programını barışçıl amaçlarla ve kontrollü olarak yürütebilmesine imkân verirken, nükleer silah elde etme ihtimalini oldukça düşürmektedir. Bu durum nükleer silah tehdidini ortadan kaldıracağından bölgedeki güvenlik endişesini de azaltmış olacaktır.İran krizinin görüşmeler yoluyla çözümlenmesi, Suriye konusunun da benzer şekilde çözülmesine örnek teşkil edebileceği beklentisini yaratmıştır.İran’ın müzakerelerde muhatap aldığı ülkelerin çapı dikkate alındığında ve müzakereden elde edilen sonuçlara bakıldığında, İran’ın bölgede zaten var olan etkisinin daha da artacağı düşünülmektedir. Bu durum, başta Suriye, Irak, hatta Lübnan olmak üzere Orta Doğu’daki birçok sorunun çözümünde İran’ın önemli rol oynayacağını göstermektedir.ABD’nin de, Orta Doğu’da dengelerin değişmesi gerektiğini düşündüğünü ve bunun sonucunda bölgedeki tek müttefikinin Suudi Arabistan olmasının sakıncalı bir durum yarattığını, İran olmadan Suriye ve Lübnan krizinin çözümlenemeyeceğini, Irak’ta da istikrarın sağlanamayacağını hesapladığı değerlendirilmektedir.ABD’nin bu yaklaşımının, ağırlık merkezini Orta Doğu’dan Asya-Pasifik’e kaydırarak Çin’i çevrelemek ve baskı altına almak düşüncesinden kaynaklandığı anlaşılmakta, ancak bunu da Orta Doğu’da kontrolü kaybetmeden gerçekleştirmeye çalıştığı kıymetlendirilmektedir. Bunu, Suriye konusunda olduğu gibi İran konusunda da, BM kapsamında Rusya’yla işbirliğine gitmesinden anlamak mümkündür.Batı’nın, özellikle ABD’nin, İran’la iyi ilişkiler içine girmesinin, İsrail’i tedirgin ettiği de bilinen ve beklenen bir gerçektir.Suriye konusunda Cenevre’de yapılması düşünülen görüşmelerin, nükleer program mutabakatının hemen ardından 22 Ocak 2014’te yapılmasının kararlaştırılması ve İran’ın, davet edilmesi halinde bu görüşmelere katılacağını beyan etmesi, Suriye yönetiminin de Cenevre’deki görüşmelere katılma kararı alması, gelinen aşama açısından önemli gelişmeler olarak mütalaa edilmektedir.Diğer taraftan Suriye’deki çözümün Esad’sız değil, yönetimden makul kişilerin de katılımıyla oluşturulacak geniş tabanlı bir hükümet kurulmasıyla, bu hükümetin seçime gitmesi ve Esad’ın seçim yoluyla yönetimden uzaklaşmasının yolunun açılmasıyla mümkün olabileceği de konuşulmaktadır. Suriye konusundaki bu gelişmelere, İran konusunda alınan olumlu sonucun sebep olduğu düşünülebilir.***İran konusunda varılan mutabakatın bölgesel güvenlik açısından yaratacağı olumlu sonuçların, Türkiye açısından da olumlu gelişmelere olanak sağlayacağı değerlendirilmektedir.İran üzerindeki ekonomik yaptırımların azalması, Türkiye için de ticari bir rahatlama ve yeni yatırım imkânları ortaya çıkaracağı beklenmektedir. 
Ancak bölgede İran etkisinin artması, Türkiye’nin etkisinin sınırlanmasını da beraberinde getirecektir. Türkiye’nin, Suriye ve Mısır’da  “Müslüman Kardeşler 
destekçisi”  olarak algılanan politikalarının bölgeden ve uluslararası diğer çevrelerden daha fazla tepki çekmeye başlayacağı düşünülmektedir. 
Türkiye’nin önce İsrail, sonra Suriye ve en son olarak da Mısır’la olan ilişkilerinin sertleşmesinin, buna karşılık İran’ın uluslararası ortamdaki yumuşama 
görüntüsü veren tutumunun, Türkiye açısından olumsuzluklar yaratabileceği hesaplanmaktadır.Görüldüğü üzere Orta Doğu’da dengeler yeniden oluşmaktadır. 

Türkiye’nin küresel ve bölgesel politikalarını yeniden gözden geçirmesinde, özellikle ideolojik ve duygusallıktan uzak, tamamen ulusal çıkarlara dayanan 
politikalar üretmesinde ve uygulamasında yarar görülmektedir. 


Kaynak Yeniçağ: 
BM-İran anlaşmasının küresel ve bölgesel etkileri - 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bm-iran-anlasmasinin-kuresel-ve-bolgesel-etkileri-28936yy.htm


***

13 Mart 2019 Çarşamba

TSK’nın Açıklaması Siyaset değildir.

TSK’nın Açıklaması Siyaset değildir.



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
25 Aralık 2010 
Kaynak Yeniçağ: 


Türkiye’deki bölücülük/Kürtçülük hareketleri yeni değildir. 

Cumhuriyet öncesinde de var olup, Cumhuriyet kurulduktan sonra da özellikle isyanlarla kendini göstermiştir. Bölücü/Kürtçü hareketler daha sonra 1960’lı 
yılların sonlarına doğru sol düşünce ve eylemler olarak, “Doğu sorunu” adı altında yeniden ortaya çıkmış, 1984’den itibaren de PKK terör örgütü ile silahlı 
propaganda faaliyetlerine yönelmiştir.Bu örgüt silahlı eylemlerle “Kürtçülük”  konusunda iç ve dış kamuoyunun dikkatini çekerken, silahlı gücünü arttırmış 
ve TSK ile bire bir mücadeleye girişmiştir. Mücadelenin boyutlarını, önce kurtarılmış bölgeler elde etme, sonra bu bölgeleri koparma düşüncesine kadar 
tırmandırmış, sürecin sonunda yenilmiş, bir müddet gündemden düşmüş, ancak 2004 yılından itibaren yeniden gündeme oturmuştur.Zaman içinde mücadele, 
terör ile birlikte siyasi alanda baş göstermeye başlamış ve son zamanlarda bölücü/Kürtçü siyaset, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulus devlet, üniter 
devlet anlayışını tehdit eden bir duruma gelmiştir.Küreselleşmenin hedefi ulus devletler ve üniter yapılar olduğuna göre, bu olgu da tehdidi artıran 
bir faktördür. 

Terör örgütü de, siyasetin tıkanması durumunda aktifleştirilecek bir tehdit aracı olarak muhafaza edilmektedir. 

Hareket, İmralı’dan da yönlendirilmekte 
ve yönetilmektedir.  

Ülkemizin yapısının, yönetiminin, rejiminin değiştirilmesine yönelik faaliyetler gittikçe artmıştır. Ülke içinde bir Demokratik Özerk Kürdistan kurulması, bu yapı içinde ayrı meclis, yönetim, bayrak, sembol, savunma gücü, dil, eğitim kuruluşları ve futbol ligine kadar uzanan bir düzene geçilmesi konusu 
gündemdedir. Şimdilik devletin ve ülkenin imkânlarından yararlanmak için bölünmeyi düşünmediklerini söylemeleri anlamsızdır.Bu düşünceler açık, 
çekinmeden ve fütursuzca dile getirilmektedir. 

Medyada tartışma konusu haline getirilip, propagandası yapılmaktadır. Kamuoyu oluşturulmaya, toplum değişim ve dönüşüme alıştırılmaya çalışılmaktadır. 

Hatta bazı yazarlar ve konuşmacılar, bölücülük/Kürtçülük yapanlara, “düşüncelerin açıklanmasında hızlı davranıldığı, bu nedenle tepkiler oluştuğu, düşüncelerin ve eylemlerin toplumun hazmetme kapasitesi dikkate alınarak alıştıra alıştıra yapılması gerektiği” yönünde telkin ve tavsiyelerde bulunmaktadırlar.İçinde bulunduğumuz durum, anayasal kurumların, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığını, bütünlüğü, kuruluş felsefesi olan ulus devlet, üniter devlet anlayışını tehdit eden bu tehlikeye karşı, daha etkin tedbir almasını gerektirmektedir. Konu doğrudan bir beka ve güvenlik konusudur. Ülkenin güvenliğinden de tabiidir ki birinci derecede yönetim sorumludur. 

Güvenliği sağlayacak anayasal kurumların başında da TSK gelir. TSK’nın bu konudaki endişelerini belirtmesi, ülkemizin kuruluş felsefesinin esaslarından 
yana olduğunu açıklaması ve devlete olan güven duygularını arttırması yönündeki davranışları yadırganmamalı, bilhassa bundan memnun olunmalı ve desteklenmelidir. 

Çünkü bu husus kesinlikle siyaset değildir. 

Her bir Anayasal kurumun ve hatta tüm vatandaşların görevidir.Bölücülere dahi bu kadar sert tepki gösterilmezken, yaptıkları demokrasinin gereği olarak algılanırken, demokrasiye ve hukuka saygılı olduğunu defalarca ifade eden TSK’ya neden bu kadar tepki gösterildiğini anlamak mümkün değildir. 

Özellikle bölücü siyaset yapanların, demokrasiyi ileri sürerek TSK’ya karşı yaptıkları kışkırtmalar dikkat çekicidir. 


Kaynak Yeniçağ: 
TSK’nın açıklaması siyaset değildir - 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsknin-aciklamasi-siyaset-degildir-16279yy.htm

***

Türk Milletinin bağışıklık sistemi çökerse!

Türk Milletinin bağışıklık sistemi çökerse!



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
18 Aralık 2010 
Kaynak Yeniçağ: 


İnsanın, çeşitli mikroplara karşı direnç göstererek onu hastalıklardan koruyan bir bağışıklık sistemi vardır. Sistem zayıflarsa insanlar hastalanır, hastalık ölümcül değilse tedavi olarak iyileşebilir. Hastalık ölümcül ise yaşam, tedavi ile bir müddet daha uzayabilir. Ancak bağışıklık sistemi çökerse kurtuluşu yoktur.Aynı insanlar gibi milletlerin de, kendilerini, ülkelerini, devletlerini, bayraklarını ve değerlerini korumak için de bir bağışıklık sistemi bulunmaktadır. Türk Milletinin bağışıklık sistemi de, tarihinden, kültüründen, geleneklerinden, kendi kutsal değerlerine olan ve aşka dönüşen sevgisi ve bağlılığından kaynaklanan duygulara dayanır. 

Özellikle son yıllarda, Türk Milleti ve Devleti, varlığını, bütünlüğünü, ulus-devlet ve üniter-devlet anlayışını ve kutsal değerlerini ortadan kaldırmaya yönelik, dışarıdan ve içeriden yürütülen, bir seri saldırılarla karşı karşıya kalmış durumdadır. Bölücü terör bu saldırılardan biridir. Ancak ondan çok daha tehlikeli olan bölücü dış ve iç siyaset, gittikçe etkisini artırmakta, eylem ve söylemleri ile milletin bağışıklık sistemini zorlamaktadır. Ülkemiz, bir numaralı tehdidi durumuna gelen Kürtçülük konusunda, hemen her gün, dışarıdan ve içeriden gelen yoğun bir propagandaya maruz kalmaktadır. 

İşte size geçtiğimiz hafta karşılaştığımız olumsuzluklardan birkaç örnek.ABD’deki düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsünde, “Türkiye’nin Kürt Sorunu: Yeni fırsat ve zorluklar” başlıklı konferans düzenlenmiştir. Bu konferansta herkesin yakından bildiği Henri Barkey’in “Kürt sorunu”nun çözümünün 10-20 yıl alabileceğini, bu sürecin Türkiye için dönüştürücü olduğunu, Kürtlerin mücadeleyi silahlı alandan politik alana kaydırdığını, Kürtlerin Türkiye’de idari ve siyasi sisteme alternatif bir sistem kurma girişiminde olduğunu, ’Pandora’nın Kutusu’nun açıldığını, artık geri dönüşün olmadığını, seçimlerden sonra yeni anayasa ile  “Kürt sorunu” na çözüm getirilebileceğini beyan etmesi dikkat çekmiştir. Aynı konferansta uzman Ömer Taşpınar’ın da, ABD, AB, İsrail gibi konuların “Kürt sorunu” ile bağlantılı olduğu, artık sorunun PKK’dan Kürt milliyetçiliğine dönüştüğü, cinin kutudan çıktığı ve Kürtlerin beklentilerinin arttığını söylemesi de bu konuları teyit etmiştir. 

ABD, AB veya Avrupa ülkeleri kaynaklı buna benzer birçok söylemlere ve bu paralelde eylemlere rastlanmaktadır. KDP’nin Erbil’de yapılan 13. Kongresindeki konuşmalar ise ibret vericidir. Kuzeydeki yönetimin lideri Barzani, Kürtlerin bir bütün olduğundan söz ederek “Birleşik Kürdistan” konusunu gündeme getirmiş, Kerkük’ün Kürdistan toprağı olmasının tartışılamaz olduğunu söylemiş, ihtilaflı bölgelerin ise kendilerine ait olmasının uygun olacağını ifade etmiş, “kendi kaderlerini tayin” haklarının olduğunu açıkça beyan etmiştir.İşin en acı yanı da, bu sözlerin ifade edildiği Erbil’deki toplantıya, Türk diplomatların ve Türkiye’den giden parlamenterlerin de katılması, hatta parlamenterlerin, Bağdat ve Erbil arasındaki ilişkilerden ve ekonomik entegrasyondan bahseden ifadelerde bulunması, bütün bu söylemlerin görmemezlikten gelinmesi olmuştur. Yurt içindeki bölücü propaganda faaliyetleri ise içler acısı durumdadır. Gerekli duyarlılık ve tepki gösterilmemektedir. Sanki kabullenilmiş gibi hareket edilmektedir. Başta TBMM olmak üzere anayasal kurumlar sessizdir.Türk Milletine karşı ve ayrı bir millet yaratmaya yönelik bu bölücü propaganda, yandaş medya tarafından doğrudan, tarafsız olduklarını beyan eden medya tarafından da, tarafsızlık ilkesi anlayışı ile dolaylı olarak desteklenmektedir. 

Toplum Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüşümüne alıştırılmaya çalışılmaktadır. Dönüşüm, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesi demektir. Hâlâ tehlikenin farkında olmayan, duyarsızlık içinde geniş bir kitle bulunmaktadır. Duyarlı olanların bir kısmı da, Nemelazımcılık, imkânsızlık, korku veya benzeri sebeplerle sinmiş durumdadır.

Türk Milletinin bağışıklık sistemi bu yoğun propaganda karşısında hasar görmüştür. Umarım hasar büyük değildir ve tamir edilerek yeniden tehlikelere karşı koyabilecek duruma gelir. Ancak en büyük tehlike bağışıklık sisteminin çökmesi olacaktır. 

Aman dikkat! 

Kaynak Yeniçağ: 
Türk Milletinin bağışıklık sistemi çökerse! 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turk-milletinin-bagisiklik-sistemi-cokerse-16172yy.htm


****

3 General olayındaki gerçekler

3 General olayındaki gerçekler




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
11 Aralık 2010 
Kaynak Yeniçağ: 


Geçen hafta içinde iki general ve bir amiral’in Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne (AYİM), açığa alınmaları ile ilgili işlemlerin iptali ve yürütmenin durdurulması için yaptıkları başvurudan, yürütmenin durdurulması hususu, mahkemece reddedilmiş tir. Bu karar, askeri mahkemelerin bağımsızlığı, etki, telkin ve yönlendirmeler ile hareket etmediği, hukukun gereklerini yerine getirdikleri hususuna iyi bir örnek teşkil ettiği gibi, bu konuda kamuoyunu yanıltmaya ve yönlendirmeye çalışanların doğru bir yaklaşım içinde olmadıklarını da ortaya koymuştur. Ancak halen işlemlerin iptali konusundaki çalışmaların devam ettiğini göz önünde tutmakta da fayda vardır.Konu esas itibariyle Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) terfisi çoğunlukla kararlaştırılan bu üç generalin Balyoz adı ile adlandırılan davada sanık oldukları gerekçesi ile masumiyet karineleri de dikkate alınmaksızın, terfi onayının yapılmamasından ve bu konudaki müracaatlarının da haklı bulunmasından kaynaklanmıştır. Hatta bu generallerin terfi için yeterli olmadıkları, diğer generaller arasında daha yeterli kişilerin bulunduğu da yönetim tarafından ileri sürülmüştür. Israr edilmesi halinde yasa çıkarılabileceği de ifade edilmiştir. Bu anlayış tarzı, yürütmenin yasamayı kullanarak yargıyı etkilemesi durumunu çağrıştırır ki, bu da parlamenter sistemin yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı prensibi ile ters düşmektedir.

YAŞ üyeleri içindeki asker kişilerin, terfisi görüşülen generalleri sivil üyelerden çok daha iyi tanıdıkları, hatta bir kısmı ile beraber çalıştıkları veya 
çalışmalarına şahit oldukları, kriterleri daha uygun değerlendirme tecrübesine sahip oldukları bir gerçektir. Sivil üyeler bazı adayların terfilerini istemeyebilirler. 

O zaman oylarını ona göre kullanırlar, hatta disiplinsizlik nedeniyle YAŞ kararı ile TSK’dan ilişik kesilmesindeki uygulamalarda olduğu gibi muhalefet şerhi de 
koyabilirler. Ancak bunun, diğer yetkiler kullanarak, bir engelleme ve gerginlik malzemesi olarak kullanılmasının doğru bir yaklaşım olmadığının dikkate 
alınmasında fayda görülmektedir. 

Burada önemli olan konu, inatlaşmak suretiyle güç ve yetki konusunda üstünlük sağlama düşüncesinin değil, TSK’daki terfi ve tayinler konusuna siyasi 
müdahalelerin yapılması düşüncesindeki yanlışlığın anlaşılmasıdır. Özellikle alt kademelerde yapılabilecek siyasi müdahaleler, TSK’daki disiplin ve görev 
anlayışının ve TSK’nın yapısının bozulmasına sebep olabilir. İsteyerek veya istemeyerek, bazı siyasilerin TSK içinden kendi düşüncelerine yakın kişilerle 
irtibat kurmasına ve onları tercih etmesine, bazı TSK mensuplarının da ikbal düşüncesi ile aynı şekilde bazı siyasetçilerle yakınlaşma teşebbüsünde 
bulunmasına yol açabilir. İşte önemli ve tehlikeli olan husus budur. 

Mutlaka kaçınılması gerekir.

Diğer taraftan YAŞ’ın yapısının değiştirilerek, asker ve sivil üye sayısının eşitlenmesi ve kararların tavsiye mahiyetinde olması için bir kanun tasarısı taslağı hazırlanmakta olduğuna ilişkin medyada haberler de çıkmıştır. 

Bu durum yukarıda ifade edilmeye çalışılan yanlışlığı daha da derinleştirebilecektir. 

TSK’nın sivil otoritenin emrinde ve kontrolünde olması ile TSK’yı doğrudan sivil otoritenin yönetmesi hususlarının birbirine karıştırılmaması gerekmektedir. TSK’nın hukuka ve demokrasiye bağlı olduğunu beyan ettiğini ve davranış biçimi ile de bunu sergilediğini görmekteyiz. Aksi iddialar ortaya atarak TSK’yı etkisizleştirmeye ve itibarsızlaştırmaya çalışmanın, ülkemizin çıkarlarıyla bağdaşmayacağı ve kimseye fayda getirmeyeceği bilinen bir gerçektir. 

Bu nedenle yaratılmaya çalışılan sivil-asker gerginliğinin mutlaka sona erdirilmesinin, siyasi rant sağlama amacıyla askeri yıpratma yanlışından biran önce dönülmesinin, olayların aklıselim içinde mantık süzgecinden geçirilerek bir kere daha gözden geçirilmesinin gerekli olduğu değerlendirilmektedir.Yaşanan olayların demokratikleşme ve normalleşme ile bir ilgisi yoktur. Bu nedenle yaşanmakta olan yanlıştan dönmek, tam aksine, ülkedeki kutuplaşmaları ve gerginlikleri sona erdirerek daha sağlıklı, huzur dolu ve demokratik bir ortama kavuşmamıza imkân yaratacaktır. 

Buna Ülkemizin ve Milletimizin şiddetle ihtiyacı vardır. 


Kaynak Yeniçağ: 
3 General olayındaki gerçekler 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/3-general-olayindaki-gercekler-16080yy.htm

***

Fırsat Kaçmasınmış!

Fırsat Kaçmasınmış!




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
04 Aralık 2010 
Kaynak Yeniçağ: 


Bölücü Siyaset, hiçbir şeyden çekinmeden devam ediyor. 

Bu siyaset Türkiye’yi 5 yönden kuşatma altına almış durumda.ABD kuşatmanın birinci ayağıdır. 

Malum haritalar, PKK’yı dolaylı himayesi ve kullanması, terörün yok edilmesine yönelik TSK’nın sınır ötesi harekatına getirdiği tahditler, Obama’nın TBMM’de 
yaptığı konuşmada vatandaşlarımızın bir kısmını “Kürt Azınlık” olarak nitelendirmesi ve bunların haklarının verilmesi talebi, PKK’nın tasfiyesi için “açılım” konusunu Türkiye’nin gündemine sokarak bölücü siyasete vize sağlaması ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi, devletmiş gibi Türkiye’ye kabul ettirmesi gibi daha da sıralanabilecek bir çok uygulama, ABD’nin bu konudaki girişimleridir.Kuşatmanın ikinci ayağı AB’dir. AB ülkelerinin bir kısmı, PKK’nın finans desteği almasına, medya organları ile propaganda yapmasına, faaliyetlerini Avrupa’da sürdürebilmesi için dernek, büro ve çeşitli enstitüler kurmasına imkân yaratmıştır. 

AB ilerleme raporlarının tümünde “Kürt Azınlık”tan bahisle bunlara hak verilmesini talep etmektedir. AP bu konuda çeşitli kararlar almakta ve bölücü siyaset yapanların parlamentoda propaganda yapmalarına fırsat tanımaktadır. Üçüncü ayak, Irak’ın kuzeyindeki yönetimdir. Bu yönetim hem Türkiye’deki bölücü hareketleri desteklemekte, hem de kendi kontrolünde tuttuğu bölgedeki PKK terör örgütünü himaye etmektedir. Irak üst yönetimindeki bazı yetkililer de 
etnik kökeninden dolayı bu duruma göz yummaktadır.Kuşatmanın dördüncü ayağı, PKK terör örgütünün kendisidir. 

Görevi, Kürtçülük konusunu iç ve dış kamuoyunun dikkatine getirmek, korku, panik, telaş, baskı ve bıkkınlık yaratarak isteklerin kabulüne ortam hazırlamak tır. Bölücü siyasetin önünü açmak, eylemsizlik kararları ile siyasi sonuçlar beklemek, siyasetin tıkanması halinde yeniden terör yapmak için varlığını devam ettirmektir. Kuşatmanın beşinci ayağı da bölücü siyasettir. Bu ayakta TBMM’de etnik/bölücü siyaset yapan siyasi parti, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), İmralı ve kısmen de Kandil vardır. 

Ayrıca bu siyaseti ve hareketi doğrudan destekleyen medya yazarları, aydın olarak nitelendirilen bölücüler ve TV yorumcuları bulunmaktadır. 

Bu hareketi dolaylı destekleyen yazar ve medya yorumcularını da dikkate almak gerekir.Yürütülen bölücü politikadan amaç, siyaset yoluyla bir Kürt Milleti 
yaratmak, bunu anayasada yapılabilecek değişiklikle gerçekleştirmek mümkün olmadığından yeni bir anayasa yapılmasına imkân sağlamaktır. Oluşumu yerel 
yönetimler kanunu ile güçlendirmektir. Demokratik Özerklik, hedef olarak alınmıştır. Bu çerçevede; ayrı bir millet, yönetim, güvenlik gücü, Kürtçenin eğitim dili olarak kullanıldığı ayrı bir öğretim teşkilatı, ayrı sosyal, kültürel ve sportif kuruluşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olanaklarından istifade eden, ancak kendi sembol ve bayrağı da bulunan bir yönetim oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Hiç çekinmeden Güneydoğu Anadolu bölgesini “Kürdistan” olarak  adlandırmaktadırlar. 

Sonrası zaten bilinmektedir.Bu konunun tamamen siyasetle gerçekleştirilebileceği hususunda bölücü siyaset yapanlar arasında 
fikir ayrılıkları da çıkmıştır. İmralı, varlığını ve önemini korumak için terör örgütünün tasfiyesine sıcak bakmamaktadır. Hatta netice alınamaması 
halinde Mart 2011’den itibaren terörün yeniden gündeme geleceği tehdidinde bulunabilmektedir. DTK, mevcut ortamı bir fırsat olarak görmekte, 
bunun kaçması halinde, terörü ima ederek, arzu edilmeyen gelişmelerin olabileceğini beyan etmektedir. Kandil de, önem, menfaat ve konumunu 
muhafaza için tasfiyeden yana değildir. Türkiye Cumhuriyeti Yönetimi de maalesef terörü önleme ve   “açılım”  adı altında bölücülerle dahi müzakere 
etme yanlışı içindedir. Kürtçülük konusunda atılan adımlar, kamuoyuna marifet olarak yansıtılmaktadır.Bu gelişmeler, Türk Vatanı’nın ve Türk Milleti’nin 
varlığını, bütünlüğünü, güvenliğini, ulus-devlet ve üniter-devlet anlayışını ortadan kaldırabilecek, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine yol açabilecektir. 

Siyasilerimiz maalesef kısır çekişmeler içine girmişler, tehlikeyi fark edemez duruma gelmişlerdir. Gerçekleri görmemenin, yanlıştan dönmemenin, önlem 
almamanın, alınması için iktidar olsun, muhalefet olsun, etkin siyaset yapmamanın, halkı aydınlatacak olumlu propaganda ve faaliyette bulunmamanın ne anlama geldiğini okuyucuların takdirine bırakıyorum. 


Kaynak Yeniçağ: 
Fırsat kaçmasınmış! 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/firsat-kacmasinmis-15969yy.htm

***


Hala Akıllanmadık,

Hala Akıllanmadık,



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
27 Kasım 2010 
Kaynak Yeniçağ


     Lizbon’daki NATO Zirvesi sona erdi. İki konu bizim açımızdan önemliydi. 

Birincisi NATO-AB ilişkileri, 
İkincisi de Füze Kalkanı.

    NATO-AB ilişkilerindeki konumumuzda ve tutumumuzda bir değişiklik olmadı. Görüşmeler sonucunda “Bu iki kuruluş arasındaki stratejik ortaklık için, AB üyesi olmayan ittifak üyelerinin ortak güvenlik konusundaki çabalara bütünüyle katılımı elzemdir” ifadelerine yer verildi. 

Böylelikle AB-NATO arasında güvenlik anlaşması yapılması, Türkiye’nin silahlanma ajansına katılımı ve AB operasyonlarının karar mekanizmasında yer 
alma hususlarının dikkate alınması sağlanmış oldu. Bu konuda bir kaybımız olmadığı gibi, durumumuzun dikkate alındığı ve güçlendiğini söylememiz mümkün. 

Ancak Füze Kalkanı’nda alınan sonucu bir zafer değil, normal bir işlem olduğunu ifade etmek, basının, “istediğimizi aldık” şeklindeki söylemlerine fazla itibar 
etmemek gerekir. Bu ifadeleri basının, iç kamuoyuna, çevre ülkelere ve İslam dünyasına pompalamak istediği mesajlar olarak algılamak daha gerçekçi bir 
yaklaşımdır. Aksi taktirde Türkiye, İran’ı tehdit olarak gören ve İsrail’in savunmasına katkıda bulunan bir ülke konumuna düşebilirdi. 

Diğer taraftan yönetim de, biraz da bu düşünceyle nasıl bir davranış sergileyeceğini baştan itibaren net bir şekilde ortaya koyamadı. 

Türkiye’nin füze savunması konusundaki ihtiyaçlarını tam olarak belirleyemedi, değerlendiremedi. Ancak projeye destek vermekle de doğrusunu yaptı. 

Türkiye önce Füze Kalkanı’nı benimsemedi. Sonra bu projenin ABD projesi olmaktan çıkıp bir NATO projesine dönüşmesiyle, 27 NATO üyesi ve Rusya’nın 
kabullendiği bir projeyi reddetmesinin yaratacağı riskleri dikkate alarak, projeyi kabul etmeme düşüncesinden vazgeçti ve bir gerideki mevzide tutunmaya 
çalıştı.Bu sefer projeyi kabul edebileceğini, ancak komuta düğmesinin kendisinde olması gerektiğini söyledi. NATO kararlarının ortak ve oybirliği ile alındığı, 
hele böyle bir sistemin otomatik olacağı, bu nedenle komutanın belirli bir ülkeye verilmesinin mümkün olamayacağı, bu konuda yetkili organın NATO olacağı hatırlatılınca, yine bir sonraki mevziiye çekildi ve burada tutunmaya çalıştı. Burada, sistemin tüm ittifakı, Türkiye başta olmak üzere tüm toprakları ve nüfusu kapsaması gerektiğini söyledi.  

Bu mevzide tutundu ve istek makul karşılandı. Ayrıca İran ve Suriye hassasiyeti dikkate alınarak, projede tehdit ülke ismi zikredilmedi. 

Mali külfet ve risk paylaşımında denge sağlanması da kararlaştırıldı. Proje hakkında alınan karar, prensip kararıdır. Artık ayrıntılar görüşülecek, özellikle radar, komuta ve füze sistemlerinin konuşlanması üzerinde durulacaktır. Teknik ayrıntılara geçildikçe görüş ayrılıkları çıkabilir. İşte bu süreçte Türkiye’nin, 
füze savunmasındaki ihtiyaçları ve ulusal çıkarları ile bunların proje ile nasıl örtüştürüleceği hususu önem kazanmaktadır. Sistemin sadece radarlarının 
Türkiye’de olması avantaj mıdır? Rampaların Doğu Akdeniz ve Ege’deki yüzer platformlarda bulunması yeterli midir? Yeterli olmayacağı gerekçesi 
ile Karadeniz de gündeme getirilirse Montrö’nün delineceği hesaplanmakta mıdır? Yoksa rampaların da Türkiye’de bulunması mı daha uygundur? 

Bütün bunların değerlendirilmesine ihtiyaç var.Türkiye’nin, ulusal savunma ihtiyaçlarının tümünün NATO ile karşılanabileceği hatasına tekrar düşmemesi 
gerekir. NATO Antlaşmasının 5. Maddesindeki “Bir ülkeye olan saldırının bütün NATO’ya yapılmış sayılacağı” hususunun, söz konusu Türkiye olunca her 
zaman işlemediği görülmüştür. 

PKK saldırılarına karşı NATO kayıtsız kalmış ve bunu Türkiye’nin bir sorunu olarak görmüştür. 

Hatta NATO üyesi olan bazı Avrupa ülkeleri, PKK terör örgütüne destek vermiştir. 

Ayrıca Körfez Savaşı’nda, Türkiye’nin Saddam’ın füze saldırılarına karşı NATO’dan talep ettiği Patriot füzelerinin gönderilmesi sorun yaratmıştır. 
Bu tecrübeler NATO’ya her zaman güvenmenin doğru olamayacağı, Türkiye’nin kritik konularda kendi ihtiyacını sağlayacak imkânlara sahip olması 
gerektiği gerçeğini bize hatırlatmıştır. Bu nedenle etrafı her biri potansiyel tehdit olan füzelere sahip ülkelerle çevrili Türkiye’nin, milli ve mobil bir 
füze savunma sistemine olan ihtiyacı devam etmektedir. NATO bizim için 27 ülkeyle konuların müzakere edilebileceği bir platformdur. 

Alınacak kararları kabul etmeme (veto) yetkimiz vardır. İçinde bulunmak avantaj ve güç sağlar. Ancak fazla güvenmek de doğru olmaz. 

Artık Akıllanmış olmamız gerekir. 


Kaynak Yeniçağ: 
Hala akıllanmadık 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/hala-akillanmadik-15873yy.htm


****

12 Mart 2019 Salı

Suriye Çıkmazı: ABD ve Rusya Etkinlik, Türkiye Güvenlik derdinde.,

Suriye Çıkmazı: ABD ve Rusya Etkinlik, Türkiye Güvenlik derdinde.,



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 

Kaynak Yeniçağ: 
02 Aralık 2017

DEAŞ'la mücadele adına bölgeye gelen ve kendilerine müzahir gruplarla iş birliği yapan ABD ve Rusya'nın asıl amacının DEAŞ olmadığı, Suriye ve bölge üzerinde kalıcı bir etkinlik sağlamak olduğu açıkça görülmektedir. Türkiye ise bu zorlu süreçte bekasını ve güvenliğini sağlama peşinde dir. Soçi'de tam bir mutabakat yok Soçi'de mutabık kalınan husus, bir barış süreci oluşturulması, Suriye'nin toprak bütünlüğüne dayalı yeni bir anayasa hazırlanması, serbest seçimlerin düzenlenmesi, barış müzakerelerine de Suriye'deki çeşitli grupların katılmasıdır.Toplantı öncesi Putin-Trump arasında mutabakat sağlanmış, masada tüm siyasi eğilimlerin temsil edilmesi öngörülmüştür. Soçi'de de, müzakerelere Suriye toplumunun çeşitli etnik ve mezhepsel gruplarının katılmasını öngören 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının esas alınması kararlaştırılmıştır.Bu durumda Türkiye'nin Esad konusunda bir yumuşama gösterebileceği anlaşılmıştır.Ancak Türkiye, PYD/YPG/PKK'nın müzakerelere katılmamasında kararlıdır. Bu konu "kırmızıçizgi" olarak ilan edilmiştir.Rusya, mutabakat çerçevesinde oluşturulacak Suriye Halkları Kongresi'ne PYD'yi de davet etmiştir. Türkiye'nin itirazı üzerine Kongre, Aralık başına ertelenmiş, şimdi de Kongre'nin Şubat 2018'e ertelendiği haberi alınmıştır. Bu durum, PYD konusunda bir konsensüs oluşmadığına işarettir.BM de, İsviçre'nin Cenevre kentinde düzenlenecek zirvede muhalifler ve rejim temsilcilerinin doğrudan görüşme yapmasını teklif etmiştir. Ancak muhalif-terörist ayırımı ve hangi muhaliflerin Esad rejimiyle görüşeceği açıklığa kavuşmamıştır. Terör örgütü ve terörist kavramının, ülkelerin çıkarlarına hizmet etmesine göre değiştiği bilinmelidir. Putin'in, barış için tüm tarafların tavizlerde bulunması gerektiğini açıklaması, bu konunun daha uzun süre devam edeceğini göstermektedir.Toprak bütünlüğü de tartışmalı Toprak bütünlüğü, güçlü bir merkezi yönetimden, dini, etnik veya coğrafi temelde federasyondan konfederasyona veya otonomiye kadar uzanan bir kavramdır. Bu nedenle ABD, Rusya ve İran ile Türkiye'nin anlayışları arasında derin farklılıklar olması mümkündür. Türkiye'nin kastettiği, siyasi birlik içinde merkezi yönetime dayalı bir toprak bütünlüğüdür. Ancak PYD/YPG/PKK konusu, ABD ve Rusya arasında etkinlik çatışması yaratmaktadır. Bu durum, tarafların ara formüller üzerinde çalışma yapabileceğini göstermektedir. Türkiye bu konuda İran'la bir iş birliğine gidebilir. Çıkar çatışması had safhadaDEAŞ işgalindeki bölgenin neredeyse tamamı geri alınmıştır. Ancak militanların ne olduğu bilinmemektedir. Kaçanların veya tahliye edilenlerin bir kısmının ülkelerine döndüğü, bir kısmının da bulunduğu ortamda kendini gizlediği söylenmektedir. Fakat dinci örgütlerin yok olduğu söylenemez. Ne zaman, nerede, hangi kimlikle ortaya çıkacağı bilinmez. Ancak gerçek olan, Suriye ve Irak'ta DEAŞ tehdidinin sona erdiğidir.Şimdi sıra DEAŞ bahanesiyle önceden hazırlığı yapılan, Suriye'de kalıcı etkinlik mücadelesidir. Bu nedenle PYD/YPG paylaşılamamaktadır. Trump'ın, artık silah verilmeyeceğini açıklaması anlamsızdır. Zaten verilen verilmiştir. 
Pentagon'un PYD'ye olan desteğinin devam edeceğini söylemesi de şaşırtıcı değildir. 
ABD'nin amacı, kuzeyde federatif bir Kürt Koridoru oluşturmaktır.Rusya'nın amacı da, Afrin'de tutunarak ve müzakerelerde Kürtlere şirinlikler yaparak ABD etkisini kırmaktır. 
Merkezi yönetimle olan ilişki ve elindeki imkânlarla var olan etkinliğini, PYD'yi de ABD'nin elinden alarak güçlendirme peşindedir. 
Bu nedenle Türkiye'nin Afrin'e tek taraflı bir operasyon yapmasının zorluğu ortadadır. Nitekim son MGK toplantısında, "TSK'nın, İdlib'deki gerginliği 
azaltma görevini, Batı Halep'le Afrin yakınlarında da yerine getirmesiyle, huzur ve güven ortamının gerçek manada sağlanabileceği mütalaa edilmektedir" 
şeklinde yapılan açıklama ve operasyonun yeniden doğrudan tecavüze bağlanması, temkinli bir anlayışı işaret etmektedir. 

Kasap et derdinde, koyun can derdinde. 


Kaynak Yeniçağ: 
Suriye çıkmazı: ABD ve Rusya etkinlik, Türkiye güvenlik derdinde 
Armağan KULOĞLU 




***

11 Mart 2019 Pazartesi

Türkiye’nin Irak ve Barzani açılımı

Türkiye’nin Irak ve Barzani açılımı 



Armağan KULOĞLU 
oakuloglu@gmail.com
16 Kasım 2013


Irak’la “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği”  anlayışı çerçevesinde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar ileri götürülen iyi ilişkiler, bir müddet sonra bozulmuş, son günlerde de yeniden iyileşmeye başlamıştır. Barzani yönetimiyle olan ilişkiler ise iyileşmenin yanında bir başka boyutta şekillenmektedir. Irak’la ve Barzani yönetimiyle olan ilişkilerin değişime uğramasının arka planında, başta Suriye’deki olmak üzere bölgede meydana gelen gelişmeleri ve bunun Türkiye’ye olan etkilerini görmek mümkündür.

 *** 

Irak’la olan ilişkilerin bozulmasının sebeplerine baktığımızda; son seçimlerde Irakiye cephesinin nispeten üstünlük sağlamasına rağmen, yeni güç dengesinde bekleneni alamadığını, Maliki’nin iktidar olduğunu ve Türkiye’nin Irakiye’yi desteklemesini kendisine tehdit olarak algıladığını söylemek mümkündür.Maliki’nin Şii olmasının Türkiye’nin mesafeli davranmasına neden olduğu ve İran’la birlikte hareket ederek Suriye’deki Esad yönetimini desteklemesinin de ilişkileri zedelediği ifade edilebilir.Hakkında tutuklama kararı verilen Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye tarafından himaye edilmesi de ilişkileri gerginleştirmiştir.Türkiye’nin merkezi hükümetten bağımsız olarak Barzani yönetimiyle enerji anlaşmaları yapması, Türk Dışişleri Bakanı’nın merkezi hükümetin onayı olmadan Kerkük’ü ziyareti tepki yaratmıştır.İlişkilerin yeniden iyileşmesini sağlayacak yakınlaşmanın sebeplerine baktığımızda da; iç politika kapsamında 2014’te Irak’ta seçim olmasını ve Maliki’nin bütün kesimlerden oy almak istemesini bir gerekçe olarak algılamak mümkündür.   

Enerji bağlantısında Türkiye’nin Irak merkezi hükümetini yok saymasının, hem ikili hem de ABD’yle olan ilişkilerde sorun yarattığı görülmüştür. Bunun aşılması gerektiği değerlendirilmiştir.Irak’taki terör olaylarının güvenliği tehdit ettiği, İslami terörün bunda önemli payı olduğu, Suriye’de kurulan Irak Şam İslam Devleti’nin Türkiye ile ortak tehdit haline geldiği anlaşılmıştır. ABD ve Batı’da da bu tehdidin ön plana çıktığı görülmüş, Rusya’nın da aynı görüşü taşıması, Suriye konusunda ABD/Batı ile Rusya’yı birbirine yakınlaştırmıştır.Kerkük sorununda Irak Merkezi Hükümetinin davranış tarzının, Barzani’den farklı olduğu ve bunun hem Türkiye’nin, hem de Türkmenlerin lehine olduğu görülmüştür.ABD-İran ve Türkiye-İran ilişkilerindeki yumuşamanın Irak’a da yansıdığı söylenebilir. 

Suriye’nin kuzeyinde kurulan Kürt Özerk Yönetimi’nin (PYD) PKK destekli olması, çatışmanın, Özgür Suriye Ordusu’nun Şam yönetimini devirmesinin dışına çıkarak Kürt ve İslami grupların birbirlerine üstünlük sağlayarak egemenlik mücadelesine dönüşmesi bölgede tehdit oluşturmuştur. Bu gelişmeler iki ülkenin sorunları birlikte halletme zaruretini ortaya çıkartmış ve aralarındaki gerginliğin giderilmesinin her iki ülkenin de menfaatine olduğu anlaşılmıştır. 

*** 

Barzani’yle Diyarbakır’da buluşma ve görüşmelerden beklenen hususlar da; çözüm sürecine destek almak, enerji anlaşmaları konusunda Irak merkezi yönetimiyle mutabakat sağlanması yönünde yaklaşımda bulunmasını sağlamak, PKK’nın PYD üzerindeki etkisinin kırılmasında rol oynamasını talep etmek olarak değerlendirilebilir. İç politika olarak da, düzenlenen çeşitli etkinliklerle, yaklaşan seçimlerde Kürt kökenli vatandaşların oyunu almak üzere sempati yaratmak, onlarla empati kurmak şeklinde kıymetlendirilebilir. 

*** 

Irak’la olan yakınlaşmanın ve bölgesel konularda iki ülkenin de çıkarlarını gözetecek tarzda hareket etmenin çıkarlarımız açısından uygun olduğu değerlendirilmektedir.Ancak Suriye’nin kuzeyinde, Barzani yönetimi gibi, Türkiye’yle iletişim içinde ve kontrol edilebilir bir Kürt Özerk Yönetimin kurulmasına yeşil ışık yakacak tarzda hareket etmenin hatalı bir yaklaşım olacağı düşünülmektedir. Böyle bir yönetimin Barzani yönetimiyle irtibatlı olarak, Büyük Kürdistan projesinin güneydeki iki bacağını oluşturacağı, Barzani yönetiminin devlet gibi kabul edilmesinin de onun statüsünü yükselteceği ve bunun da yönetimin bağımsızlığa ve Büyük Kürdistan’a evrilmesini güçlendireceği hesaplanmalıdır.Çözüm süreci ve iç politika beklentilerinin bütünleşme değil, ayrışmaya yol açacağı bilinmeli, Türk Milleti olgusunun zedelenmesine fırsat verilmemelidir. 


Kaynak Yeniçağ: 
Türkiye’nin Irak ve Barzani açılımı 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiyenin-irak-ve-barzani-acilimi-28800yy.htm


***

MİRAS YEMEK.,

Miras Yemek




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
09 Kasım 2013 


İnsanlar atalarından kalan değerleri ya muhafaza ederler, ya da daha da büyütüp kendilerinden sonra gelen nesillere gururla bırakırlar. Bu değerler maddi olduğu gibi manevi de olabilir. Ancak bazıları da bu değerleri yerler, bitirirler, arkalarında bir şey bırakmadıkları gibi, kendilerinden sonra gelen nesillerin geleceklerini de karartırlar.Ülkelerin ve devletlerin davranış biçimleri de insanlara benzer. Türkiye’nin son yıllardaki durumuna bakıldığında ve yaşananlar kıymetlendirildiğinde, cumhuriyetin kurulmasından itibaren kazanılan değerlerin gittikçe kaybedildiğini değerlendirmek mümkündür. Bu değerler, politik, sosyal, hukuki, ekonomik ve diğerleri olarak nitelendirilebilir. 

*** 

Dış politika ve güvenlik konularına baktığımızda; Orta Doğu’da etkin olmak isterken Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına ve kuzeyinde tehdit olarak nitelendirdiğimiz  “Büyük Kürdistan” ın güney ayağı durumunda de facto bir devletin kurulmasına imkân yaratıldığı görülmektedir.Suriye’de  “Arap Baharı”  hareketi içinde mevcut yönetimin çabuk devrileceği düşüncesiyle muhalefete destek verilmiştir. Bunun sonucunda bir kaos yaşandığı, yönetimin kontrolü kaybetmesi neticesinde de kuzeye yakın yerlerde bir Kürt özerk yönetimi ve el-Kaide destekli cihatçı Irak-Şam İslam devleti oluştuğu bilinmektedir. Mültecilerin yarattığı sorunların yanında, etnik ve cihatçı teröristlerin ülke içinde kol gezmesi ve kaçakçılıkta yaşanan artış, bölgede hem sosyal, hem ekonomik, hem de güvenlik açısından tehlikeli bir durum yaratmıştır.Mısır ve İsrail gibi ülkelerin yönetimleriyle olan ilişkiler de ideolojik yaklaşımlar nedeniyle bozulmuştur.Azerbaycan ve Orta Asya Türk devletleriyle bağlarımızda zayıflama meydana gelmiştir.  “Dış Türkler”  politikasında bir gevşeme olmuş, bu kapsamda Irak’taki Türkmenler konusunda da, geçmişten farklı olarak,  “Türkmenlerin sorun teşkil etmemesi” anlayışı benimsenmiştir.Kıbrıs konusunda da mevcut durumdan geriye gidilmiştir. AB hayaliyle Annan Planı olarak bilinen girişime destek verilerek, büyük fedakârlıklarla kurulan, tanınan ve muhafaza edilen KKTC’nin varlığı tehlikeye düşürülmüştür. Şimdi de KKTC futbol federasyonunun GKRY federasyonuna tabi tutulmasıyla, KKTC’nin Rum tahakkümüne girmesinde bir adım daha atılmıştır. Kıbrıs’ın Türkiye için, tarihi miras, güvenlik ve güvenirlik, Doğu Akdeniz’deki etki alanının muhafazası ve milli menfaatlerinin korunması, Ada’daki Türkler için de, hür ve egemen olarak varlıklarını devam ettirebilecek bir vatana sahip olma konusu olduğu göz ardı edilmiştir.Neticede istikrarlı dış politika ve güvenlik alanında olumsuz bir ortam oluşmuştur. Yıllarınkazanımları heba edilmiş ve  “değerli yalnızlık” gibi garip bir söylem ortaya çıkmıştır. 

***

 Cumhuriyetin kazanımlarından en önemlisi olan laik devlet anlayışından sapmalar meydana gelmiş, laik devletten din devletine doğru bir kayma içine girilmiştir. Bunu kanunlarda, yönetmeliklerde, yönergelerde, uygulamalarda, devletin kurumlarında, yöneticilerin beyanlarında ve yaşamın her safhasında görmek mümkündür.Türklükten, Türk Milletinden, T.C. rumuzundan, Atatürk söylem ve sembollerinden uzaklaştırıcı düzenlemeler içine girilmiş, laikliği ve Atatürk ilkelerini benimsemiş gençlik yerine, dindar gençlik yetiştirme benimsenmiştir. Andımızdan dahi rahatsız olunmuştur. Bazı kişilerin yaşam tarzlarına, ideolojik anlayış ön planda tutularak müdahalede bulunulmaya ve toplum formatlanmaya başlanmış, böylece en önemli mirasımız olan cumhuriyetimizin kazanımları ve medeni yaşam tarzı erozyona uğratılmıştır.Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren büyük zorluk, imkânsızlık ve fedakârlıklarla kurulmuş ve daha sonra da geliştirilmiş tesisler ve kurumlar da, özelleştirme anlayışından çok farklı bir yaklaşımla, sadece gelir olması maksadıyla satılmıştır. Tam anlamıyla miras yenmiştir. 

*** 

Bütün bunlar için birçok örnek vermek mümkündür. Ancak özetle miras olarak bize intikal eden ve kazanımları için büyük mücadeleler verilmiş değerlerimiz yıpratılmakta ve yok edilmektedir. Bunu bilmeyenlerin bilmesinde, görmeyenlerin görmesinde, duymayanların duymasında, ülkemizin ve Türk Milletinin menfaatleri açısından fayda görülmektedir. 

Kaynak Yeniçağ: 
Miras yemek 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/miras-yemek-28722yy.htm


***