Hollanda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hollanda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ALEYHİMİZE PARLAMENTO KARARLARINI KINAMIŞIZ

ALEYHİMİZE PARLAMENTO KARARLARINI KINAMIŞIZ 


M. Arif DEMİRER
11 Mart 2019 Pazartesi

Kınama Mektubu, Bülent ARINÇ, İsviçre, Polonya, Slovakya, Lübnan, Kanada, Arjantin, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Yunanistan, Uruguay, İsveç, 
Rusya Federasyonu,Venezuela, Dış politika malzemesi, TBMM Başkanı Bülent ARINÇ, 2007 (Kınama Mektubu)
“Tarihin hiçbir döneminde Türk milleti, kendi içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarına soykırım yaşatmamıştır.

“16 Ülkenin Parlamentosu, Türkiye’yi soykırım yapmakla itham eden bir kararı kabul etmişlerdir. Bu karar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından 
büyük bir tepki ve infialle karşılanmıştır. TBMM Başkanı olarak, bu 16 ülkenin Parlamento Başkanlarına ayrı ayrı kınama mektubu gönderdim. 

“Bu Ülkeler; İsviçre, Polonya, Slovakya, Lübnan, Kanada, Arjantin, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Yunanistan, Uruguay, İsveç, 
Rusya Federasyonu ve Venezuela’dır”

TBMM Başkanı, Köksal TOPTAN, 2008 (Kibarca ayıplıyor) 

“Bilinen tarihi gerçeklere rağmen, bazı devletlerin çarpıtılmış Ermeni iddialarını iç ve dış politika malzemesi olarak kullanmaları ve parlamentolarında ülkemiz 
aleyhine kararlar almaları düşündürücüdür.

“Türkiye, geçmişin tartışmalı dönemleri hakkında yasama organlarınca karar verilmesinin yanlış olduğu, tarihin tarihçilere bırakılması gerektiği görüşündedir.
“Asılsız Ermeni iddialarına destek çıkan ülkelerin parlamentoları, tarihin siyasi istismar vasıtası olarak kullanılmasında çok ciddi bir sorumluluk yüklendiklerini 
bilmelidirler…” 

TBMM Başkanı, Cemil ÇİÇEK, 2011 (Milletin Şiddetli tepkisi. Mazur görmüyor) 
   “TBMM Başkanı olarak vurgulamak iterim ki, geleneksel dostluk ve ittifak ilişkileri içinde olduğumuz ülkelerin parlamentoları, Türkiye’ye karşı kin ve husumetin yandaşı olmamalıdırlar. 
Aziz Milletimiz, bazı ülkelerin parlamentolarında 1915 olayları üzerine alınan sözde soykırım kararları karşısında çok şiddetli tepki göstermektedir. Türkler bazı mihraklarca, işlemedikleri bir cürümle suçlanmaktadır, bunun mazur görülmesi mümkün değildir…” 

YORUMLAR: 

BİR - Dostumuz Maduro, Sayın Arınç ( “Tarihin hiçbir döneminde Türk Milleti, Kendi içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarına soykırım yaşatmamıştır.”) ile aynı görüşte değil. Altında imzası bulunan 2005 tarihli Venezuela kararının birinci maddesi şöyle: 
“İnsanlık tarihinin ilk planlı ve organize genositinin, 90 yıl önce Pantürkizm ideolojileri kapsamında Genç Türkler rejimi tarafından Ermenilere karşı uygulandığı ve yaklaşık iki milyon kişinin öldürülmesi ile sonuçlandığı dikkate alınarak…” 

2007 Yılında kınama mektubu göndermiştik Bay Maduro’ya.

2011 Yılında da işlemediğimiz bir cürümle suçlandığımızı, bunu mazur görmeyeceğimizi ilan etmiştik. 

İKİ – 2007 Yılında 16 ülke bizi suçlamıştı. 2019’da ise 28 artı Vatikan.
ÜÇ – 2018/2019 kınamadığımız ve mazur görmeyeceğimiz Maduro’yu hem mazur gördük hem de dost olduk. Bize “tarihte ilk soykırımcı” dediğini de unuttuk. 
DÖRT – Ben, bu tür parlamento kararları “çok şiddetli tepki gösteren” milletin bir ferdi olarak, tek başıma, 14 Temmuz 2005 tarihli Venezuela’nın Asamblea Nacional Kararının iptali için elimden geleni yapacağım. 

Her türlü destek için peşin teşekkürler.

Alıntıların kaynakları: TBMM Yayın Kurulu’nun üç kitabının Sunuş yazıları. 
 
http://www.anayurtgazetesi.com/yazar/Aleyhimize-parlamento-kararlarini-kinamisiz/33513/

***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


Nice Zirvesi'nde Neler Oldu ya da Geleceğin Avrupa'sında Yerimiz Var mı? 





Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi verildikten sonra Aralık 2000'de yapılan Nice zirvesinde, bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin gelecekte Avrupa Parlamentosu'nda sahip olacakları sandalye sayısı belirlendi. Nice'te Ecevit'in fotoğrafı ile duvara asılan Türk bayrağı vardı ama Türkiye yoktu. Nice'de de Türkiye'ye bir takvim verilmedi. Evet, Türkiye aday bir ülkeydi ancak yapılan sandalye dağılımı ile bizim görüşme randevumuz 2010 yılına atılmıştı. Nice Zirvesi'nde alınan önemli kararlardan birisi de "Güçlendirilmiş İşbirliği" olmuştur. Buna göre, "AB içinde 8'den fazla üye ülke, kendi aralarında anlaşmaya vardığı takdirde bu ülkeler diğer ülkeleri beklemeksizin, kendi aralarında ve seçtikleri konularda daha yakın işbirliği ve entegrasyona gidebilecekler. Ancak savunma konuları, güçlendirilmiş işbirliği" dışında bırakılacaktır. 

Bu madde ileride Türkiye ve KKTC açısından büyük önem arz edecektir. 8 üye ülkenin bir araya gelip, savunma konuları dışında istedikleri her konuda diğer üye veya aday ülkeler için karar alıp, blok olarak hareket edebilecekleri düşünüldüğünde yeni sürprizlerle karşılaşmamız, gerçekten sürpriz olmayacaktır. Nice Sözleşmesi'ne göre, AB ülkelerinin genişleme sonrası parlamentodaki oy dağılımı şöyle belirlendi: Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya 29 oy. İspanya ve Polonya'ya 27 oy, Romanya'ya 15, Hollanda'ya 13, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Macaristan, Portekiz'e 12 oy, İsveç, Bulgaristan, Avusturya'ya 10 oy, Slovakya, Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Litvanya'ya 7 oy, Letonya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Lüksemburg'a 4 oy. Malta 3 oy. Böylece Avrupa Parlamentosu'nun şu anda 626 olan sandalye sayısı genişleme sonrası 732'ye çıkmış olacak. (EK-3)
Nice Zirvesi'nde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinden de dışlandık. AB üyesi olmayan ülkelerin karar mekanizmalarında bulunmaması kararlaştırıldı ve yine Yunanistan'a taviz verildi. ABD, İngiltere ve Türkiye arasında AGSP konusunda belli bir mutabakata varıldı ancak Avrupa Ordusu'nu hem Türkiye'ye, hem de KKTC'ye karşı kullanma kararlılığında olan Yunanistan bu anlaşmayı da beğenmedi. Aralık 2001'de yapılan Laeken Zirvesi'nde Yunanistan ikna edilemeyince Avrupa Ordusu'nun kurulması gecikti. 2002 Barselona Zirvesi'nde Yunanistan'ın uyarılması kararı alındı ancak bu konunun nasıl bir seyir izleyeceği ve AB'nin uyarısının işe yarayıp yaramadığı önümüzdeki süreçte görülecektir.
Türkiye'nin, AGSP'nin karar mekanizmalarından dışlanmasından sonra NATO'daki veto hakkımızın da elimizden alınması için de uğraşıldı. Ancak özellikle Genelkurmay Başkanlığı yoğun ve haklı bir direnç gösterdi. Aralık 2001'de Türkiye, ABD ve İngiltere'nin ortak bir metinde uzlaştığı açıklandı. Bu metin hakkında açıklama yapılmaması ise tedirginlik yarattı. Eleştiriler üzerine Dışişleri Bakanı İsmail Cem, açıklamanın kararın onaylanmasından sonra yapılacağını söyledi. Onaylandıktan sonra yapılacak açıklama ne işe yarayacaksa... Oysa bu, TBMM başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerince tartışılması gerekecek önemde ve özellikte bir konudur. Özellikle Cem'in, İngiltere Başbakanı Tony Blair'in mektubunun güvence olduğu yolundaki açıklaması tartışmaların merkezine oturdu. 1980'de Yunanistan'ın NATO'ya alınmasında dönemin NATO Genel Sekreteri Rogers'ın, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın ön şart olmadığına ilişkin Dönem Başkanı Finlandiya Başbakanı Lipponen'in mektuplarına rağmen bu iki konuda gelinen nokta ortadaydı. Türkiye üçüncü kez "hiçbir fonksiyonu olmayan" mektup diplomasisi ile karşı karşıyaydı. AB'nin, Yunanistan'la birlikte bu konuda karar verirken, Blair'ın mektubunun hatırlanıp hatırlanmayacağını hep birlikte göreceğiz. 

Zirve sonuçlarına dönersek; AB Dönem Başkanı sıfatıyla 10 Aralık 2000 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Nice belgesinde Türkiye'ye yer verilmemesini şöyle açıkladı: 
"Türkiye'nin konumu diğer aday ülkelerden farklı. Çünkü diğer adaylarla üyelik müzakereleri başlamış bulunuyor. Türkiye farklı, özel ve ayrı bir duruma sahip. Helsinki'de Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı, ancak bildiğiniz gibi Türkiye ile üyelik müzakereleri henüz açılmadı." 
Helsinki'deki adaylık ilanımızın oyalamadan ibaret olduğu herhalde bundan daha açık izah edilemezdi... 

Türkiye'nin "Sanal Aday" Olduğunu Kim İlan Etti?

Türkiye'nin AB nezdindeki statüsü gerçekten ilginç bir seyir izlemiştir. AET ile imzaladığımız ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması'nda "Tam üye adayı" olan Türkiye, tam üyelik için 1987 yılında yaptığı müracaata 1989 yılında verilen cevapta, "Topluluğa katılmaya ehil bir ülke ancak hem Türkiye, hem topluluk bu katılıma hazır değil." konumda görüldü. Türkiye için, Lüksemburg Zirvesi'nde (1997) "üyelik için ehil", Cardiff Zirvesi'nde (1998) "Üyelik adayı", Helsinki Zirvesi'nde (1999) "Aday ülke" ve yukarıda görüldüğü gibi Nice Zirvesi'nde (2000) "Farklı aday ülke" nitelendirmeleri yapıldı. Almanya'nın dönem başkanlığında Alman Dışişleri Bakanı Fischer ise (1999) "Türkiye aday bir ülke, ancak özel sorunları olan bir aday ülke" dedi. 
Ancak en gerçekçi ve samimi isimlendirmeyi 15 Eylül 1999'da göreve başlayan AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi yaptı. Prodi, göreve başlaması münasebetiyle Parlamento'da yaptığı konuşmada, AB'nin katılım müzakerelerini sürdürdüğü ve AB üyeliğine hazırlık açısından en ileri düzeyde olan adaylar için Aralık ayında gerçekleştirilecek Helsinki Zirvesi'nde geçiş süreleri uzun olsa dahi, kesin bir üyelik tarihi tesbit edilmesini istedi. Üyeliğe hazırlık çalışmalarında daha az ilerleme kaydeden, bu nedenle daha uzun vadeli bir üyelik perspektifi olan aday ülkeler için ise Komisyon Başkanı, "sanal üyelik" olarak tanımladığı bir yaklaşım teklif etti. Bu tanımlamaya ismi zikredilmese de öncelikle giren ülkenin Türkiye olduğu muhakkaktır. Çünkü uzun vadeli perspektifi olan tek ülke Türkiye'dir. Laeken Zirvesi'nde de (Aralık 2001) Türkiye için, "görüşmelere yakın" ifadesi kullanıldı. 
Türkiye sanal değil de gerçekten aday bir ülke olsa AB'nin pek çok yükümlülüğü yerine getirmesi gerekirdi. Malî yardımlar gibi anlaşmalarla belirlenmiş en temel görevini yapmayan AB, serbest dolaşım hakkını da tek yanlı ve hukuksuz bir biçimde askıya almıştır. 1970 yılında imzaladığımız AET-Türkiye Karma Protokolü'nde yer alan işgücü serbest dolaşım hakkımız 1986 yılında şartları yerine getirmediğimiz gerekçesiyle uygulamaya konulmamıştır. Ülkemize yönelik eleştirileri ile tanınan Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Daniel Chon Benditt bile, Kasım 2001'de CNN-Türk'te Mehmet Ali Birand'ın "Manşet" Programında serbest dolaşım hakkının verilmemesi ile ilgili olarak "Bu bir rezalettir. Bu rezalet ortadan kaldırılmalıdır." demek durumunda kalmıştır. 
Öte yandan Türkiye, AB'de kişilerin serbest dolaşımı yönünde atılmış önemli bir adım olan Schengen Anlaşması'nın da dışında tutulmuştur. Aşamalı tedbirleri öngören (sistematik denetimlerin kaldırılması, formalitelerin kolaylaştırılması, vize düzenlemelerinin uyumlaştırılması, sınır polisleri arasında yakın işbirliğinin sağlanması) anlaşması diğer aday ülkeler için uygulamaya konulmuştur. 
Bu durumda da adaylığımızın gerçek olup olmadığının bir kez daha sorulması gerekmektedir.
AB, tüm aday ülkelerin malî yardımlarını eksiksiz yerine getirirken, anlaşmalarda öngörüldüğü halde Türkiye için yardımları da, son bir yönetmelik değişikliği ile Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine bağlamıştır. İlerleme raporlarında Türkiye'yi her konuda kelimenin tam anlamı ile didik didik eden AB, yine anlaşmalarla kendi yükümlülüğünde olan konuları ise, "Malî olmayan hizmetler ve kişilerin serbest dolaşım alanlarında uyumlaştırma çok erken bir aşamadadır." ya da "Kişilerin serbest dolaşımı konusunda raporlama döneminde, müktesebatın bu alanında önemli herhangi bir gelişme görülmemiştir. İşçilerin serbest dolaşımı konusuyla ilgili olarak gelişme olmamıştır. Schengen anlaşmasıyla uyumlaşma alanında, herhangi bir ilerleme olmamıştır" şeklinde kısa cümlelerle geçiştirmektedir. 

Kopenhag Kriterleri 

Gerçekten Esas Alınıyor mu? Tüm Adaylara Eşit Muamele Yapılıyor mu? 
Resmî açıklamalarda Kopenhag Kriterlerinin tüm aday ülkeler için geçerli olduğu, her ülkeden aynı taleplerde bulunulduğu ve herhangi bir ayrımın sözkonusu olmadığı vurgulanmaktadır. Uygulamada ise durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi Kopenhag Kriterleri siyasî, ekonomik ve mevzuat düzenlemeleri ile bir bütündür. 1993 yılında, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri'nin istedikleri takdirde AB'ye üye olabilecekleri kararı alınmış, bunun ne zaman olabileceğini kararlaştırmak için de Kopenhag Kriterleri tesbit edilmiş ve "Ortak ülke gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getirerek, üyelik yükümlülüklerini üstlenecek seviyede olur olmaz katılım gerçekleşecektir." denilmiştir. Bu konu çok önemli olduğu ve bugün Türkiye'deki tartışmaların merkezini oluşturduğu için sık sık vurgulama gereği duyuyor ve kısaca yeniden hatırlatmak istiyoruz. 1993 yılı itibariyle Kopenhag Kriterleri, AB'ye üye olarak alınmanın şartlarıdır. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Kopenhag Kriterlerinin tümünün yerine getirilmesinin üyelik müzakerelerine başlanması için, son olarak 1999 Helsinki Zirvesi'nde de Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin tamamlanmasının müzakerelere başlanması için şart olmasına (sadece Türkiye için) karar verilmiştir. 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verhaugen ise adaylara öncelikle şu konulara eğilmelerini tavsiye etmektedir: 

"AB ülkeleri içinde ve dışında rekabete dayanabilecek, sürekli bir pazar ekonomisi kurmaları. Kopenhag'ın ekonomik ve Maastricht kriterlerine saygılı davranmaları." 
Görüldüğü gibi Verheugen, AB ile ilişkilerde gerçek, olması gereken ölçülere işaret etmektedir. Esasında zaten ekonomik bir birlik olan AB için, ekonomik ve mevzuat kriterlerinin yerine getirilmesi önceliklidir. Siyasî kriterlerin, bu temellere oturtulması daha sağlıklı bir yapılanmayı getirmektedir. İşe siyasî kriterlerden başlanması, hem çok önemli ve bir o kadar da zor olan diğer kriterlerin yerine getirilmesini geciktirmekte ve hem de AB'nin yapılanmasına ters düşmektedir. Nitekim, AB'nin diğer aday ülkelerle ilişkilerinde ekonomik ve mevzuat kriterlerine öncelik verilerek normali yapılmaktadır. Ancak konu Türkiye olunca siyasî kriterler dayatılarak, normalin dışına çıkılmaktadır. Lüksemburg Zirvesi'nde de müzakerelerin, özellikle aday ülkelerin topluluk mevzuatını kabul etme, uygulama ve yürütme şartları üzerinde odaklanması, bu düzenlemelerin kapsam ve süre açısından sınırlı olması kararlaştırılmıştır. Bu durumda Türkiye, müzakerelere başlamak için takvim alsa bile çok kısa sürede topluluk mevzuatına uyum sağlaması istenecektir. Bilindiği gibi AB, yasalardaki değişikliği yeterli görmemekte, uygulamanın belirleyici olacağını da söylemektedir. Bu durumda bugüne kadar siyasî kriterlerle uğraştırılan Türkiye'nin, eğer AB'den randevu almayı başarırsa, müzakere sürecinde ne kadar başarılı olacağı ya da AB'yi ne kadar memnun edeceği tartışmalıdır. 
Kopenhag kriterleri ortada yokken ölçü neydi ve nasıl bir yöntem izleniyordu? Bunun cevabını, Türkiye'nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik müracaatına 1989 yılında verilen Komisyon "Görüşü"nde buluyoruz. Komisyon, o dönemde tam olarak şu değerlendirmeleri yapmıştır:
"Türkiye'nin özel durumunda, bu iki husus daha da önemlidir zira Türkiye büyük bir ülkedir - herhangi bir topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve ileride daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır (1988'de 53 milyon; 2000 yılında tahmin edilen nüfus 68 milyon). Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının bir hayli altındadır. 1989'un son çeyreğinde Komisyon'un değerlendirmesine göre, Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu, son zamanlardaki gelişmelerin olumlu taraflarına rağmen, eğer topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyon'u ikna etmemektedir. Katılma müzakerelerinin başlatılması için, ilk varsayım, geleneksel bir geçiş döneminin sonunda, halen üye devletler için geçerli olan tüm kısıtlar ve disiplinlere uyma kabiliyetine sahip olduğu düşünülmelidir, aksi takdirde topluluğun gelecekteki ilerlemesi engellenecektir. İkinci varsayım ise, topluluğun, adayın tedricen olsa da katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek bir durumda bulunmasıdır." 

Görüldüğü gibi, Kopenhag kriterlerinden önce, Türkiye için "büyüklüğünden duyulan korku" ifade ediliyor, hemen ardından da yeni üyelerin "geleneksel geçiş döneminden" sonra üye devletlerin seviyesine gelmeleri ve ikinci olarak da "topluluğun yeni üyenin katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek durumda olması" gibi "varsayımlara"dayanan kriterler geliştiriliyordu. Özellikle ikinci ölçü 1999 Ekimi'nde belirlenen "Genişleme Stratejisi" ile örtüşmektedir. Yeni düzenleme ile, aday ülkenin istenilen bütün şartları yerine getirse bile, AB içinde sorun yaratıyorsa, üyeliğe alınmaması karara bağlanmıştır. Daha önce de işaret edildiği gibi bu Türkiye için hayatî önemde bir maddedir. AB için sorun ifadesi çok geniş bir kavram olduğundan, bunun içine her türlü gerekçeyi koymak mümkündür. 
Tekrar tekrar vurguluyoruz: Bugün Türkiye'nin önüne konan Kopenhag Kriterleri tümüyle Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırlanmıştır. Demirperdenin eski ülkelerinin sosyal, siyasî ve ekonomik durumlarına göre belirlenen kriterlerin Türkiye gibi büyük, özellikle de yıllarca terörle mücadele eden bir ülke tarafından da aynen kabul edilmesi istenmektedir. Kriterlere temel oluşturan ülkelerin hiçbirisinde terör hadisesi yaşanmamıştır. Bu farklılık bile tek başına önemlidir. 
Kaldı ki, AB, söylediği gibi bu ülkeler ile Türkiye'ye eşit şartlarda yaklaşmamaktadır. Çünkü AB üyesi devletler 1993'de Kopenhag Avrupa Konseyi'nde, yani kriterleri belirledikleri toplantıda, "Orta ve Doğu Avrupa'daki ülkeler istedikleri takdirde AB'ye üye olabilirler" diyerek, bu ülkelere bir anlamda garanti vermişlerdir. AB, bu ülkeler için "ortak ülke" ifadesini kullanmaktadır. Aynı yaklaşım Türkiye için sözkonusu değildir. AB Komisyonu'nun, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırladığı 2000 Yılı İlerleme Raporu'nda aynen şöyle denilmiştir: 
"1993 yılında Kopenhag Avrupa Birliği Konseyi, `İsteyen Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler Birlik üyesi olacaklardır. Katılma, bir ülke ekonomik ve siyasal koşulları yerine getirerek üyelik yükümlülüklerini üstlenmeye hazır olur olmaz gerçekleşecektir.' şeklindeki tarihi sözü verdi. En yüksek düzeyde yapılan bu siyasal beyan, yerine getirilecek ciddi bir sözdü." 
Uygulamadaki gerçek duruma bakarsak; 1998'de 6 ülke ile katılım müzakereleri başladığı, diğer 6 ülke ile de 15 Şubat 2000'de başlaması kesinleştiği halde, Avrupa Komisyonu Ekim 1999'da Avrupa Konseyi'ne şu tekliflerde bulunmuş, söz konusu teklifler Helsinki Avrupa Konseyi'nde onaylanmıştır: 

• Bulgaristan'la müzakerelerin açılması, Bulgar yetkililerin 1999 yılı sona ermeden önce, Kozloduy nükleer enerji tesisinin 1-4 numaralı ünitelerinin kabul edilebilir kapanış tarihleri konusunda karar almaları ve ekonomik reform sürecinde kaydedilen önemli gelişmenin teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır. 
• Romanya için müzakerelerin açılması, Romen yetkililerin 1999 sonundan önce çocuk bakım kurumları için yeterli bütçe kaynağının sağlanması ve yapısal reform uygulanması için etkin önlem alınacağına ilişkin duyurularının teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır; müzakerelerin açılması ayrıca, makroekonomik durumla ilgili uygun önlemlerin alınmış olacağı beklentisiyle, müzakereler resmen açılmadan önce ekonomik durumla ilgili yeni bir değerlendirme yapılması koşuluna da bağlıdır.
• Her aday ülke ile ard arda açılacak müzakere konusu bölümlerin sayısı ve niteliği AB tarafından, ayırt etme ilkesi uygulanarak, bir başka deyişle, her aday ülkenin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde üyeliğe hazırlanmada kaydettiği gelişme tam olarak dikkate alınarak belirlenecektir.


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

7 Temmuz 2017 Cuma

PKK Türkiye için Dış Tehdittir

PKK Türkiye için Dış Tehdittir


Adnan Tanrıverdi Tarafından yazıldı. 
Aktif 
08 Eylül 2015. 
Yayınlanma Makaleler




1.     PKK DIŞ TEHDİTTİR

Bir kısım silahlı unsurlar, başka bir ülkede teşkilâtlandırılıyor, eğitiliyor, donatılıyor, silahlandırılıyor, sınırlarımızdan içeri gayri meşru yollardan sokuluyor, 

devletin meşru düzenine karşı silahlı eylemlere girişiyor ve bütün bu faaliyetler yabancı ülkenin topraklarında üslenmiş kadrolar tarafından yönetiliyorsa, bu 
açıkça kökü dışarıda bir asimetrik savaş uygulamasıdır.
Türkiye, Güneydoğu sınırlarımızın dışında üslenmiş, uluslar arası güçlerin desteklediği bir terör örgütü ile sınırlarımızın içinde ve dışında asimetrik 
(Gayri Nizamî) bir savaşın tarafıdır. 

Terör örgütünün Lider kadrosunun yerleştiği ana üssün, eğitim merkezlerinin ve diğer tesislerinin bulunduğu Irak’ın, düzenli ordularının, Türkiye topraklarına 
taarruz etmesi ile PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi) Türkiye’ye karşı asimetrik savaş uygulaması arasında tehdit değerlendirmesi bakımından bir fark görülebilir mi?
Türkiye Irak’ın düzenli ordularının taarruzuna hedef olduğu zaman ne yapması gerekiyorsa, Kandil’de ve Kuzey Irak’taki üslerden hareket eden PKK terörüne 
karşı da aynı mücadeleyi vermesi gerekir.

2.     SINIR ÖTESİ TEHDİTLERE KARŞI ULUSLAR ARASI HUKUK

Birleşmiş Milletler (BM) Anlaşmasının ikinci maddesine göre devletler, aralarındaki ihtilafları barışçı yollarla halletmeyi taahhüt etmektedirler. [[i]]
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenliğine, toprak bütünlüğüne, iç barışına, kamu güvenliğine yapılan silahlı saldırıların önlenmesinin başka bir 
yolunun bulunmaması nedeni ile PKK’nın IRAK Coğrafyasında üslendiği alanları taşmayacak şekilde ve uyguladıkları asimetrik savaş kurallarına uygun olarak, 
Türkiye’nin Irak’taki PKK varlığına karşı kara, hava ve gayri nizami kuvvetlerini kullanarak, meşru müdafaa hakkı bulunmaktadır. Bu hakkı BM Andlaşmasının 
51. Maddesi üyelerine vermektedir.

Uluslar arası hukuk terör örgütlerini bir savaşın tarafı olarak muhatap almamaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin, Irak’ı yok sayıp, sınır ötesinde PKK yönetimini savaşın tarafı sayması ve askeri güç kullanması halinde, hem Irak’ı hem de Uluslararası toplumu haklılığına inandırması gerekmektedir.

3.     TÜRKİYE’NİN GÜNEY SINIRLARI İLE İLGİLİ HUKUKİ MEVZUAT[[ii]

Irak’ta Sınır ötesi harekâtın uygulanması hususunda Türkiye ile anlaşma yapabilecek bir otoritenin olduğunu söylemek güçtür.

Irak’ta otorite, Bağdat Hükümeti, Bölgesel Kürt Yönetimi ve PKK tarafından ve bunların da üzerinde, İngiltere ve Almanya’yı yedeğine alan ABD tarafından
 temsil ediliyor denilebilir.

Sonuçta, Bölgesel Kürt Yönetimi sınırları içinde kalan PKK üslerine yapılacak sınır ötesi kara harekâtına esas muhalefetin PKK ile ABD, Almanya ve İngiltere’den 
geleceği değerlendirilmelidir. 

4.     BÖLÜCÜ TERÖR VE ÇÖZÜM SÜRECİ:

Türkiye, Osmanlı Devletine katılırken aşiretlere tanınan, mahalli yönetim yetkilerinin kısıtlanmaya ve Merkezi Yönetime kaydırılmaya başlandığı Tanzimat 
hareketi ile birlikte başlayan, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması ile artan, Kürt Aşiretlerinin ayaklanmalarına sahne olmuş ve 14 Ağustos 1984 
tarihinden itibaren de silahlı bölücü terör örgütünün uyguladığıasimetrik savaşa taraf olmuştur.

Dolayısıyla meselenin iki boyutu bulunmaktadır.

Birincisi, Devletin de yanlış uygulamaları ile temel hak ve özgürlükleri kısıtlanan ve bunun tabii sonucu olarak da Devlete karşı aidiyet duyguları azalan, aynı zamanda dış güçlerin desteği ile oluşturulan terör örgütü tarafından uygulanan bölücü propagandanın hedefi haline genel bölge halkının kavmiyetçi 
duygularının gelişmesi ile ortaya çıkan Kürt Meselesidir.

İkincisi de; Dış güçlerin kontrolünde ve kökü dışarıda, sorunları istismar ederek bölge halkı üzerinde de otorite tesis etmeye çalışan silahlı bölücü terör örgütüdür.

Birincisi, yani Kürt Meselesi, “ Barış ve Kardeşlik Süreci ” olarak başlayan ve “Çözüm Süreci” olarak sürdürülen uygulama devam ettirilerek, devletin siyasi, 
sosyo-kültürel, ekonomik, adli güç ve imkânları kullanılarak çözülmelidir.
İkincisi, yani Silahlı Bölücü Terör ise, Örgütün Kürt toplumu ile irtibatı kesilerek içeride iç hukuk kurallarına uygun bir şekilde güvenlik kuvvetleri ile dışarıda 
ise asimetrik savaş konseptine uygun ve savaş hukuku kurallarına göre Silahlı Kuvvetler kullanılarak çözülmelidir.

5.   DIŞ MERKEZLİ BÖLÜCÜ TERÖRE KARŞI ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Bölücü terörle mücadele, ülke içinde ve sınır ötesinde (kullanılacak güç, kullanma konsepti ve yöntemi, müdahil taraflar ve dayandığı hukuk, siyasi etkenler 
bakımından)  farklı tedbirlerin alınmasını gerektirir.

İçeride ve dışarıda asimetrik savaşın güç ve kuralları uygulanmalıdır.
Asimetrik Savaşta Psikolojik Harekât, düzenli orduların mücadelesinden çok daha fazla öneme sahiptir. Bu imkânı etkili kullanan taraf mücadelenin sonucunu kendi lehine çevirebilir.

Gerek psikolojik, gerekse asimetrik harekât doğru anlık istihbarata ihtiyaç gösterir. Örgütün lider kadrosu, dış ilişkileri, iç bağlantıları, toplantıları, üsleri, eğitim merkezleri, silah ve mühimmat depoları, destekçi ve müzahirleri, intikalleri, ikmal noktaları ve faaliyetleri hakkında çok ayrıntılı ve taze haberler elde edecek şekilde haber toplama ağı oluşturulmalıdır. Harekâtta kullanılacak istihbarat milli kaynaklardan temin edilmelidir.

Asimetrik unsurlarla mücadele, özel yetişmiş iç ve dış emniyet güçleri ile başarıya ulaşabilir. Asker, jandarma ve polis özel kuvvetlerimizin miktarı, yurt içinde ve yurt dışında uygulanacak harekâtı başarıya götürecek şekilde, arttırılmalıdır.
Mücadelede planlamalar merkezi, operasyon ve uygulamalar ademî Merkezi olmalıdır.
Kullanılacak kuvvetler, tahsis edilecek hava ve kara vasıtaları, haber toplama ve istihbarat unsurları bölgede oluşturulacak bir merkezin kontrolüne verilmelidir. 
Planlama, sevk-idare, takip ve kontrol bu merkezden yapılmalıdır.

a.     SINIRLARIMIZ İÇİNDE ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Önce gerekli yasal düzenlemeler yapılarak Kürt Meselesi tarihin sayfalarına gömülmelidir.
Kürt vatandaşlarımızın Devlete karşı aidiyet duygularını arttıracak, etnik ve kültürel değerlerinin tanınıp yaşanmasını sağlayacak ve yönetime katılma yetkilerini arttıracak yasal düzenlemeler öncelikle TBMM’den geçirilmelidir.
Devletçe ilk adım atılarak terör örgütünün, mevcut hassasiyeti istismar ederek halkın desteğini alma imkanının önüne geçilmelidir.
Silahlı Bölücü Terör unsurları ile mücadele, iç hukuk kuralları uygulanarak, bu kurallara göre de yetiştirilmiş özel harekât elemanları ile yapılmalıdır.

1)       Kürt Sorunun Çözülmesi için:

Ana dilde eğitim, anayasal vatandaşlık ve mahalli idarelerin güçlendirilmesi ile ilgili anayasa değişiklikleri milli bir politika olarak deklare edilmeli ve yeni 
meclisin ilk gündem konularından biri haline getirilmelidir.

Siyasi partilerin, Milletin refahı, Devletin güvenlik ve bekâsı için tespit edilmiş milli dış politikaya uygun olarak, bölge insanının istek ve ihtiyaçları da dikkate 
alınarak Kürt Meselesinin çözülmesi ve bölücü terörle sınırlarımızın içinde ve ötesinde mücadelede uygulayacağı somut program ve politikaları bulunmalıdır.
Bakanlar kurulu asgari ayda bir defa güvenlik sorunu yaşanan bölge il ve ilçelerinde toplanmalıdır.

Psikolojik Harekât, asimetrik savaşta güç kullanmaktan daha fazla etkilidir.

Propagandanın dayanağını müşterek tarih, müşterek vatan ve mensup olduğumuz İslâm dini oluşturmalıdır.

Bölgeye ve Türkiye geneline Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlar Devlet tarafından çoğaltılmalı, Bölgenin kanaat önderleri, dini liderleri, sivil toplum 
kuruluşlarının yöneticileri bu yayın kurulunun doğru haber ve yorumlarında görevlendirilmelidir.
Bölgedeki camilerde, Şafii Mezhebine mensup ve mahalli lisanı bilen din adamları görevlendirilmelidir. Diyanet işleri Başkanlığı bu hassasiyete cevap verecek 
tarzda organize olmalıdır. Geçiş sürecinde bölgedeki medreselerde yetişmiş din adamları istihdam edilmelidir.
Merkezi idarenin temsilcileri ve bölgedeki güvenlik kuvvetlerinin yöneticileri mahalli lisana vakıf olmalıdırlar.
En küçük operasyonlar dâhil yapılacak her askeri harekâtın planına ek, operasyona katılan her bir güvenlik görevlisinin karşılaşacakları suçlu veya masun bölge insanı ile kuracağı ilişki ve vereceği mesajlar dâhil, karşılaşılabilecek en küçük ayrıntılarda uygulanacak hareket tarzları psikolojik harekât planlarında yer almalıdır.
Yargıya başvuran vatandaşların davalarının birkaç celsede karara bağlanmasını sağlayacak şekilde yerel mahkemelerin hâkim, savcı ve adli kolluk kuvvetleri, 
sayı ve teknik imkân bakımından, takviye edilmelidir.

Bölgede ve hassas illerde eğitim seferberliği yapılmalı, bölge lisanına vakıf, tecrübeli öğretmen ve idarecilerin özendirici imkânlarla bölgedeki eğitim 
kurumlarında istihdamı sağlanmalı, eğitim çağındaki çocuk ve gençlerin okula devam oranının %100’e çıkması sağlanmalıdır.

2)       Sınır İçinde Silahlı Terörle Mücadele

Güvenlik kuvvetlerinin mümkün olan en üst kademeleri bölgede oluşturulacak harekât merkezlerine intikal ettirilmelidir.

Kamu güvenliğinin sağlanması için bölgedeki kolluk kuvvetleri personel ve teknik malzeme ile takviye edilmelidir.

Polis ve jandarma özel kuvvetleri ile asimetrik savaş kurallarına uygun olarak yürütülmelidir.

Ülke içinden dışarıya ve dışarıdan içeriye izinsiz ve kontrol dışı geçişler engellenmelidir. Hudut birlikleri, sınırlarımıza yakın PKK üsleri ile sınırlarımız arasının kontrolünü, sızma ve yaklaşma yollarını mayınlayarak ve ateşle koruyarak, sağlamalıdır.

Kamu düzeni yasası tavizsiz uygulanmalıdır.

Terörle mücadelede“önce emniyet sonra asayiş prensibi”uygulanmalıdır. İnisiyatif güvenlik güçlerinde olmalıdır.

b.     SINIR ÖTESİNDE ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Kullanılacak Güç:

Asimetrik kuvvetlerle mücadele, özel yetişmiş kuvvet ve özel harekâta ihtiyaç gösterir.

Türk Silahlı Kuvvetleri özel harekât elemanlarının nitelikleri:

Türk Özel Kuvvetlerinin Subay ve astsubaylardan oluşan özel timleri, dünyanın ileri ülkelerindeki emsalleri ile her bakımdan boy ölçüşebilecek yeteneklere 
sahiptir.

Harp okulları ve astsubay sınıf okulları ile birlikte 8-10 yıl süren yoğun bir eğitimden sonra özel harekât personeli vasfını kazanabilmektedirler.
Her hava, arazi ve iklim şartlarında harekât yapabilirler.

Arazide uzun süre hayatlarını idame ettirebilirler.

Her türlü kara, hava ve deniz aracını ehliyetle kullanabilirler.

Uzun mesafeleri teçhizatları ile birlikte yaya olarak kat ettikten sonra görev icra edebililer.

Yüksek kondisyona sahip, fiziki gücü üstün, yakın boğuşma tekniklerine vakıf, her türlü silahı etkili bir şekilde kullanabilen, keskin nişancı vasıflarını taşıyan 
kişilerdir.

Ferdî olarak ve tim halinde kullanıldıklarında, sevk edildikleri görev ile ilgili olarak ani çıkan durumlarda, süratli durum muhakemesi yapıp sağlıklı kararlar 
verip uygulayabilirler.

Asimetrik kuvvetlerin ( Gerillâ, Yer altı, Yardımcı ) teknik ve taktiklerini bilerek pusu ve pusuya karşı, baskın ve baskına karşı, tahrip ve tahripten kurtulma, 
sabotaj ve sabotaja karşı savunma harekâtlarını ustalıkla yürütebilirler.
Hedeflerine karadan, havadan ( helikopter ve/veya paraşütle taşınarak veya atılarak), denizden ve su altından sızdırılabilirler.

Tim halinde kullanıldıklarında, iyi birer muharip olmanın yanında, ilk yardım ve tıbbi müdahale yapabilecek sağlık personeline, üst makamlarla kriptolu 
telsiz haberleşmesi yapabilecek muhabere personeline, tahrip maddelerini yapıp etkisiz hale getirebilecek istihkâm personeline, her türlü silah, araç ve 
gerecin bakım ve onarımını yapabilecek ordudonatım personeline ve savaş uçaklarını hedeflere yönlendirebilecek hava irtibat personeline sahip savaş 
makinesi gibidirler.

Özel Harekât Personeli İhtiyacı

Öncelikle, dış tehditlere karşı sınırlarımızdan başlayan savunma konsepti değiştirerek tehdidi kaynağında tespit ve sınırlarımızın ötesinde etkisiz hale getirme konsepti benimsenip, stratejik savunma planlarımız bu anlayışa göre revize edilmeli ve askeri gücümüz stratejik hedeflerimizi elde edebilecek şekilde 
geliştirilmelidir.

Türkiye, etki alanı (güney ve doğu sınırları öncelikli olmak üzere sınır komşuları) ve ilgi alanını (Denizleri vasıtasıyla engelsiz ulaşabildiği ülkeler öncelikli 
olmak üzere tüm İslâm ülkeleri) dikkate alarak, subay ve astsubaylardan oluşan özel tim sayısı planlı bir şekilde 1000’e çıkarmalıdır. Özel harekât tim sayısı, 
harekât ihtiyacına göre tespit edilip üçle çarpılmalıdır.Kuvvetin 1/3 görev ifa ederken ikinci 1/3’ü eğitimle meşgul olup göreve hazırlanmalı, üçüncü 1/3 ise 
izinde ve istirahatlı olmalıdır.

Özel Harekât personelinin Arapça ve Kürtçe lisanını öğrenmesi sağlanmalıdır.

Bölücü Terör Örgütünün Sınır Ötesi YapılanmasıBölücü terör örgütünün, Şırnak’ın Uludere İlçesi ile Hakkâri’nin Şemdinli İlçesi arasında kalan Türkiye-Irak 
Sınırının 10-20 Km. güneyi hattında, kırk bin Km2 toprağa sahip “Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi” hudutları içinde, batıdan doğuyaHaftanin, Metine, Zap, 
Gare, Basyan, Avaşin, Hınere, Hakurk bölgelerinde ve Şemdinli bölgesindeki Türk-Irak sınırının 90 Km. güneyinde Kandil Dağı Bölgesinde ana üsleri ve bu üsler civarında bulunan örgüte müzahir 30 kadar yerleşim birimlerinde eğitim merkezleri, ikmal depoları, karargahları ve yönetim birimleri bulunmaktadır.[[iii]] 

Irak’ta ABD’li özel güvenlik şirketlerine bağlı 10 000’ne yakın özel güvenlik elemanı bulunduğu, DAEŞ ’in ortaya çıkmasından sonra 400 ABD profesyonel 
askerinin Merkezi Irak Hükümetine danışmanlık yaptığı, Erbil ’de yeni bir ABD üssü tesis edildiği, Çok sayıda ABD, İngiliz, Alman ve İsrail özel kuvvetlerinin 
Kuzey Irak’taki PKK Üslerinde eğitici ve danışman olarak bulunduğu ve ABD’nin iradesinin dışına çıkan PKK yönetiminin yola getirilmesi için Erbil ve Kobani’ye,  
DAEŞ’ın ABD tarafından taarruz ettirildiği göz önünde bulundurulmalıdır.
Suriye’de yapılanan PYD (Demokratik Birlik Partisi) de PKK’nın Suriye kolu olarak düşünülerek, Suriye’deki Afrin, Kobani ve Haseke-Kamışlı kantonlarındaki 
yapılanmalar da PKK ile mücadele kapsamı içine alınmalıdır..

Kuzey Irak’taki Bölücü Terör Örgütüne Karşı Harekât
Uluslar arası antlaşmalardan doğan “ Meşru Müdafaa ” hakkı kullanılarak, Terör Örgütünün üslerine, özel kuvvetler ile asimetrik savaş prensiplerine uygun, örtülü taarruzi harekât uygulanmalıdır.

Harekâtın hedefi; Kuzey Irak’taki Türkiye’yi tehdit eden PKK varlığını, bütün destek ve kullandığı imkânlarla birlikte, yok etmek olmalıdır.

Harekât Üssü ve Komuta Kontrol Merkezi:

Kara ve hava ateş destek vasıtaları, silahlı helikopter, hedef tespit ve istihbarat unsurları ile takviye edilmiş ve kontrolüne savaş ve nakliye uçakları tahsis 
edilmiş olarak,  “Özel Kuvvetler Komutanlığı” Güney sınırımıza sıfır ve emniyetli bölgelerde tesis edilecek üs bölgelerine intikal ettirilmelidir. Komuta yeri ve 
harekât merkezi üs bölgesinde tesis edilmelidir.

Sınır ötesinde, Irak Merkezi Hükümeti, Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak Türkmenleri tarafından sağlanacak imkânlardan yararlanarak, özellikle Kandil çevresinde, havadan ikmal ve destek alabilecek ve hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracak bölgelerde,tesis edilebilecek geçici üslerden de azami ölçüde yararlanılmalıdır.

Sınır ötesi operasyonların hedefleri, öncelik sırasına göre; Örgüt liderleri, Örgüt karargâhları, silah depoları, mühimmat depoları, iletişim sistemleri, ikmal 
noktaları, ulaşım vasıtaları, ikmal yolları, eğitim kadroları, eğitim merkezleri, silahlı örgüt üyeleri ve terör örgütüne destek veren örgüt elemanları olarak 
tespit edilmeli ve öncelik sırasına göre tasnif edilerek, her biri için gerekli kuvvet ihtiyacı çıkarılmalıdır. Etkisiz hale getirilecek hedeflere taarruzun yanı sıra 
keşif ve istihbarat temini ile hava bombardımanlarının idaresi ve etkilerinin tespit görevleri için de özel timler tahsis edilmelidir.

Planlama merkezden; müstakil hareket imkânına sahip en küçük birim olan “Özel Harekât Timi” seviyesinde, hedefleri, hedefe sevk tarih ve saati, sızma 
güzergâhı, sızma vasıtası, donanımı, kara ve hava ateş destek vasıtası tahsisi, hedefe taarruz zamanı, hedefte istenen etkiler, görev sonunda geri çekilme 
zamanı, üst-ast ve komşu birliklerle iletişim bilgileri ve koordinasyon esasları belirtilerek, her safhada bütün timler farklı uzaklıktaki aynı cins hedeflere aynı 
anda taarruz edecek şekilde yapılmalıdır.
                                                                                                                    
Uygulama

Gizliliğe riayet bütün faaliyetlerin önüne geçmelidir.
Sevk ve idare ademî merkezi olmalıdır. Yani her hedefe tahsis edilen özel harekât timleri veya unsurları, merkezden yapılan planlamaya uygun olarak, kendi komutanları tarafından sevk ve idare edilmelidir.

İlk kademede kullanılabilecek özel harekât timlerinin tamamı, tespit edilen öncelik sıralarına uygun olarak hedeflere yeterli sayıda tahsis edilmeli, hedef lerin uzaklığına göre karadan, helikopterle taşınarak ve/veya helikopterden ve paraşütle hedef bölgelerine atılarak sızdırılmalı ve taarruzları eş zamanlı olarak icra ettirilmelidir. Görevlerini tamamladıktan sonra ana üslerine dönmeleri sağlanmalıdır. Her kademenin sınır ötesinde bulunma süresi tahsis edilen görevin yapılması ile sınırlı tutulmalıdır. Hedefine tevcih edilen güdümlü füze gibi her tim görevine odaklanmalı ve görev bitince ana üssüne dönüş yapmalıdır.
Tespit edilen bütün hedefler tamamen etkisiz hale getirilinceye kadar, mümkün olan sıklıkta ve gayri muayyen zaman aralıklarıyla azami sayıda özel timden 
oluşan kademelerin örtülü taarruz harekâtı devam ettirilmelidir.

6.     SONUÇ

Kuzey Irak’a Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 1984, 1992, 1995, 1997,  2008, 2011 tarihlerinde, Kara Kuvvetlerinin düzenli birlikleri ile hedefi ve süresi sınırlı 
kara harekâtı icra edilmiş ve kesin sonuca ulaşılamamıştır.

Sınırlı harekâtlarda bölgeye hâkim devletlerin ciddi bir itirazı da olmamıştır.
Kürt meselesini kabullenmeden, köklü çözümü için girişimde bulunmadan, dış merkezleri kurutacak tedbirleri almadan, silahlı bölücü terörle sadece içerde 
yapılan mücadele ile kesin sonuca ulaşmak mümkün değildir.

Köklü Çözüm İçin

Hazırlanacak uzun vadeli stratejik plan çerçevesinde;
Öncelikle:

Kürt vatandaşlarımızın Devlete karşı aidiyet duygularını arttıracak, etnik ve kültürel değerlerinin tanınıp yaşanmasını sağlayacak ve yönetime katılma 
yetkilerini arttıracak yasal düzenlemeler öncelikle TBMM’den geçirilmelidir.

Aynı Zamanda, Sınır ötesinde:

Kuzey Irak’taki Türkiye’yi tehdit eden PKK varlığını, bütün destek ve kullandığı imkânlarla birlikte tasfiye edinceye kadar,Uluslar arası antlaşmalardan doğan 
“Meşru Müdafaa” hakkı kullanılarak, Terör Örgütünün üslerine, özel kuvvetler ile asimetrik savaş prensiplerine uygun, örtülü taarruzi harekât uygulanmalıdır.

Sınır İçinde:

Silahlı Bölücü Terör unsurları ile mücadele, iç hukuk kuralları uygulanarak, bu kurallara göre de yetiştirilmiş özel harekât elemanları ile yapılmalıdır. 
08 Eylül 2015

Adnan Tanrıverdi
Em. Tuğgeneral
ASSAM Ynt. Krl. ve
ASDER Onursal Bşk.

[[i]] http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/35501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf

 [[ii] ] NOT:

Türkiye-Irak sınırı 5 Haziran 1926 tarihli Ankara antlaşması ile belirlenmiştir.[1]
Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasından sonra İngiltere ile üç yıla yakın bir süre yapılan görüşmeler ve Milletler Cemiyeti Adalet Divanı Kararı neticesinde 
Türkiye-İngiltere ve Irak arasında imzalanan ve üç fasıldan oluşan Ankara Antlaşmasının “Türkiye ile Irak Arasındaki İyi Komşuluk Münasebetleri” ni düzenleyen“İkinci fasıl”ın 9, 10 ve 11. Maddeleri, cürüm işleyen silahlı çeteleri, sınırın iki tarafında 75 kilometrelik bir alan içinde tarafların takip ve tedip etme, suçluları bir birlerine teslim etmeyi garanti etme imkânı vermekte idi. Antlaşma gereği ikinci fasıl imza tarihinden itibaren 10 yıl, yani 1936 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

İkinci Dünya Harbinin arkasından, Türkiye ile Irak arasında 29 Mart 1946 tarihinde  “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması” imzalanmıştır.[2] İki devlet arasındaki sınırları düzenleyen Antlaşmaya ek 6 Numaralı Protokolün 25. Maddesi, 1926 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşmasının ikinci faslını tekrar yürürlüğe sokmuştur. 

Bu antlaşmayla da sınırların iki tarafındaki 75’er kilometrelik bölümlerde iki devlete birbirine haber vererek takip ve tedip hakkı verilmiştir.

Türkiye ile Irak arasında 15 Ekim 1984 tarihinde bir “Güvenlik Protokolü” daha imzalanmıştır. Bu protokole göre Türk askeri birliklerinin Irak makamlarından izin almaksızın Irak sınırından 5 kilometre içeri girme imkânı sağlamıştır. Bu protokol 1988 yılına kadar her yıl taraflarca uzatılarak devam etmiştir.

Irak’ın 02 Ağustos 1990 tarihinde haksız yere Kuveyt’i işgali üzerine ABD, İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu koalisyon güçleri 17 Ocak / 28 Şubat 1991 tarihleri arasındaki Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmış, bu savaş sırasında Irak’ın güneyinde Şiiler, Kuzeyinde de Kürtler ayaklanmış, Irak yönetimi bu ayaklanma ları kanlı bir şekilde bastırınca Kuzeydeki Kürtler’in Türk hudutlarına yönelmesi ve 500 000 kişinin Türkiye’ye iltica etmesi sonucunda, Türkiye’nin talebi ile BM Güvenlik Konseyi harekete geçmiş ve aldığı 05 Nisan 1991 Tarih ve 688 sayılı kararla, “Güvenli Bölge” ilan edilmiştir. Bu kararla, Irak’ın askeri gücünün 36. paralelin kuzeyine ve 32. Paralelin güneyine geçmesi yasaklanmıştır. ABD, İngiltere ve Fransa’nın başı çektiği, Almanya, Hollanda, Kanada, İspanya ve İtalya’nın oluşturduğu Birleşik Görev Gücü-Çekiç Güç vasıtası ile 36. Paralelin kuzeyini kontrolleri altına almışlardır. İkinci Körfez Savaşının başlamasıyla, yani 21 Mart 2003 tarihinde, Kuzey Irak’ta BM Güvenlik Konseyinin 688 sayılı kararının uygulayıcısı konumunda olan  Çekiç Güç  Türkiye’den ayrılmıştır.

20 Mart 2003 tarihinde İkinci Körfez Savaşını başlatan ABD ve İngiltere tarafında Irak işgal edilmiş ve işgal 15 Aralık 2011 tarihine kadar devam etmiştir.

28 Aralık 2005 Tarihli Irak Anayasası, Irak’ı Federal Bir Devlet ve Kürdistan Bölgesini ve mevcut organlarını da federal bir bölge olarak kabul etmiştir.[ 3] 
Anayasa merkezi hükümetin, “ Bölgesel Kürt Yönetimi ” Bölgesine, Irak Silahlı Kuvvetlerini sokmasını engellemiştir. Silahlı Kuvvetlerin dışında silahlı milis 
oluşturmayı da engellemektedir.

[[iii]]http://www.haberturk.com/gundem/haber/1109037-pkk-kuzey-iraktaki-daglarda-bu-yontemle-saklaniyor
[1] http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_b14.htm
[2] http://www.ttk.gov.tr/templates/resimler/File/ktpbelge/belge01.pdf
[3] http://www.orsam.org.tr/tr/anasayfa.aspx


http://www.sadat.com.tr/tr/haberler/makaleler/335-pkk-turkiye-icin-dis-tehdittir.html

***