Polonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Polonya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2020 Cumartesi

ALEYHİMİZE PARLAMENTO KARARLARINI KINAMIŞIZ

ALEYHİMİZE PARLAMENTO KARARLARINI KINAMIŞIZ 


M. Arif DEMİRER
11 Mart 2019 Pazartesi

Kınama Mektubu, Bülent ARINÇ, İsviçre, Polonya, Slovakya, Lübnan, Kanada, Arjantin, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Yunanistan, Uruguay, İsveç, 
Rusya Federasyonu,Venezuela, Dış politika malzemesi, TBMM Başkanı Bülent ARINÇ, 2007 (Kınama Mektubu)
“Tarihin hiçbir döneminde Türk milleti, kendi içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarına soykırım yaşatmamıştır.

“16 Ülkenin Parlamentosu, Türkiye’yi soykırım yapmakla itham eden bir kararı kabul etmişlerdir. Bu karar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından 
büyük bir tepki ve infialle karşılanmıştır. TBMM Başkanı olarak, bu 16 ülkenin Parlamento Başkanlarına ayrı ayrı kınama mektubu gönderdim. 

“Bu Ülkeler; İsviçre, Polonya, Slovakya, Lübnan, Kanada, Arjantin, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, Yunanistan, Uruguay, İsveç, 
Rusya Federasyonu ve Venezuela’dır”

TBMM Başkanı, Köksal TOPTAN, 2008 (Kibarca ayıplıyor) 

“Bilinen tarihi gerçeklere rağmen, bazı devletlerin çarpıtılmış Ermeni iddialarını iç ve dış politika malzemesi olarak kullanmaları ve parlamentolarında ülkemiz 
aleyhine kararlar almaları düşündürücüdür.

“Türkiye, geçmişin tartışmalı dönemleri hakkında yasama organlarınca karar verilmesinin yanlış olduğu, tarihin tarihçilere bırakılması gerektiği görüşündedir.
“Asılsız Ermeni iddialarına destek çıkan ülkelerin parlamentoları, tarihin siyasi istismar vasıtası olarak kullanılmasında çok ciddi bir sorumluluk yüklendiklerini 
bilmelidirler…” 

TBMM Başkanı, Cemil ÇİÇEK, 2011 (Milletin Şiddetli tepkisi. Mazur görmüyor) 
   “TBMM Başkanı olarak vurgulamak iterim ki, geleneksel dostluk ve ittifak ilişkileri içinde olduğumuz ülkelerin parlamentoları, Türkiye’ye karşı kin ve husumetin yandaşı olmamalıdırlar. 
Aziz Milletimiz, bazı ülkelerin parlamentolarında 1915 olayları üzerine alınan sözde soykırım kararları karşısında çok şiddetli tepki göstermektedir. Türkler bazı mihraklarca, işlemedikleri bir cürümle suçlanmaktadır, bunun mazur görülmesi mümkün değildir…” 

YORUMLAR: 

BİR - Dostumuz Maduro, Sayın Arınç ( “Tarihin hiçbir döneminde Türk Milleti, Kendi içinde yaşayan Ermeni vatandaşlarına soykırım yaşatmamıştır.”) ile aynı görüşte değil. Altında imzası bulunan 2005 tarihli Venezuela kararının birinci maddesi şöyle: 
“İnsanlık tarihinin ilk planlı ve organize genositinin, 90 yıl önce Pantürkizm ideolojileri kapsamında Genç Türkler rejimi tarafından Ermenilere karşı uygulandığı ve yaklaşık iki milyon kişinin öldürülmesi ile sonuçlandığı dikkate alınarak…” 

2007 Yılında kınama mektubu göndermiştik Bay Maduro’ya.

2011 Yılında da işlemediğimiz bir cürümle suçlandığımızı, bunu mazur görmeyeceğimizi ilan etmiştik. 

İKİ – 2007 Yılında 16 ülke bizi suçlamıştı. 2019’da ise 28 artı Vatikan.
ÜÇ – 2018/2019 kınamadığımız ve mazur görmeyeceğimiz Maduro’yu hem mazur gördük hem de dost olduk. Bize “tarihte ilk soykırımcı” dediğini de unuttuk. 
DÖRT – Ben, bu tür parlamento kararları “çok şiddetli tepki gösteren” milletin bir ferdi olarak, tek başıma, 14 Temmuz 2005 tarihli Venezuela’nın Asamblea Nacional Kararının iptali için elimden geleni yapacağım. 

Her türlü destek için peşin teşekkürler.

Alıntıların kaynakları: TBMM Yayın Kurulu’nun üç kitabının Sunuş yazıları. 
 
http://www.anayurtgazetesi.com/yazar/Aleyhimize-parlamento-kararlarini-kinamisiz/33513/

***

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 14


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 14


KIBRIS (RUM KESİMİ)

1998 İlerleme Raporu- Komisyon, Kıbrıs'taki politik durum nedeniyle, inceleme çalışmasının bir bütün olarak Kıbrıs adasını kapsamadığını ve Kıbrıs Türk toplumunun temsilcilerinin müzakerelere dahil edilmesi yolunda Kıbrıs hükümetince yapılan davetin kabul edilmediğini kaydetmiştir. Komisyon, "katılım yönünde ilerleme ile Kıbrıs probleminin kalıcı ve âdil bir çözümü yönünde ilerlemesi doğal olarak birbirini takviye edecektir" düşüncesinde Konsey ile aynı görüştedir. Kıbrıs raporu, adanın iki kesimi arasındaki ekonomik dengesizlikler konusunda 1993 Görüşü'nün analizini doğrulamaktadır. Son iki yılda gerçek GSYH önemli ölçüde düşmüş olsa da, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ekonomisi Görüş'ten bu yana nisbeten iyi bir performans göstermeye devam etmiştir. Tarım ve turizm, olumsuz gelişmeler yüzünden zorluklarla karşı karşıyadır. Son dönemdeki maliye politikası gevşekliğine rağmen, otoriteler, istikrarlı makroekonomik ortamı ve olumlu bir iklimi muhafaza etmeye kararlıdırlar.
Son yıllarda Kıbrıs geleneksel sektörlerde (sanayi ve turizm) rekabet gücü kaybına uğramıştır; AB'ye katılım dikkate alındığında bu sektörlerde bir yeniden yapılanma ihtiyacı vardır. Ancak, ekonominin turizme aşırı bağımlılığını azaltmak için çabalar sarf edilmiş olduğu halde, üçüncü sektörün önemi artmaya devam etmiştir. Adanın kuzey ve güney kesimleri arasındaki ekonomik dengesizlik, 1993'ten beri daha da artmıştır. Bununla beraber, Kıbrıs'ın kuzey kesiminin entegrasyonu büyük ekonomik zorluklar yaratmamalıdır.
Müktesebat ile ilgili olarak, müktesebatın kademeli biçimde uyarlanması için gerekli olan araçların çoğu, Ortaklık Anlaşması'nda ve 1998 tarihli Protokol'de zaten vardır. Bu araçlar temelinde, Kıbrıs, özellikle gümrük birliği bağlamında müktesebatın benimsenmesinde önemli ilerleme kaydetmiştir. Ancak, iç pazar alanında girişilecek büyük çabalar vardır; Topluluk'ta geçerli bankacılık mevzuatıyla tamamen uyumlu gibi görünmeyen malî aktivitelerin olduğu kıyı bankacılığı sektörü bakımından bu husus özellikle önem taşır. Deniz taşımacılığı, telekomünikasyon, adalet ve içişleri ise özel endişe konusu diğer alanlardır. Şimdiden incelenmiş bulunan 16 fasıl açısından, Kıbrıs, müktesebatın benimsenmesinde büyük sorunlarla karşılaşmamalıdır. Genel olarak, Kıbrıs idaresi, müktesebatın doğru uygulanmasını sağlamaya hazır görünmektedir. 
AB'nin Kıbrıs Rum Kesimi ile ilgili ilk raporunun değerlendirilmesine, son cümleden başlarsak açık bir kayırma görülmektedir. Müktesebatın benimsenmesinde büyük sorunlarla "karşılaşmamalıdır" deniliyor, konu Kıbrıs İdaresinin "iyi niyetine" bırakılıyor. AB'nin tüm malî yardımlarına karşılık Rum kesiminin ekonomik kriterler açısından hâlâ sıkıntılı olduğu görülüyor, bu kesimdeki kara para, kaçakçılık ve terörle ilişkisi ise üstü kapalı geçiştiriliyor. 
Raporda, Rum kesiminin katılım yönünde ilerlemesi ile problemin kalıcı ve âdil çözümünün birbirini takip edeceği vurgulanmaktadır. Yani AB'ye katılımı öne alınmış, problemin çözümünün onu takip etmesi öngörülmüştür. Türkiye'ye olduğu gibi problemin çözümü "şart" koşulmamaktadır. 
Kıbrıs'ın iki kesimi arasındaki ekonomik dengesizliğe işaret edilirken, ambargoyu uygulayan tarafın kendileri olduğu unutulmakta, üstelik de iki ayrı milletin entegrasyonundan bahsedilebilmektedir. Her yönden birbirinden ayrı iki toplumun entegrasyonunu savunan AB'nin, Türkiye'de gerçekte birbiri ile bütünleşmiş grupları ayrıştırmaya çalıştığını bir kez daha hatırlatmak isteriz.
1999 İlerleme Raporu- Kıbrıs, mevzuatın uyumlulaştırılmasında ilerleme kaydetmiştir. Ancak, önemli miktarda mevzuat henüz aktarılmamıştır. Bu husus, çevre, sosyal politika ve adalet ve içişleri alanlarında kaygı vericidir. Bu alanlardaki mevzuatın kabul edilmesindeki gecikmeler, uygulamada zincirleme etki yapabilir. Çünkü aktarım için öngörülen tarihler, Kıbrıs'ın katılım için belirlemiş olduğu hedef tarihten hemen öncedir. Son dönemde, bir parlamento seri çalışma usulünün oluşturulması, mevzuat çıkarma hızını arttırmıştır. Aktarmanın hızlanmasına da katkıda bulunmalıdır. Kıbrıs, idarî kapasite ile ilgili olarak, iyi bir temelden yola çıkmakla beraber, telekomünikasyon, malların serbest dolaşımı ve adalet ve içişleri alanlarında kurumlar oluşturmalıdır. Deniz ulaşımı ve çevre sektörlerinde daha fazla takviye gereklidir. 
1999 yılı değerlendirmesinde de ekonomik kriterler üzerinde durulmuştur. İlginç olan "Kıbrıs'ın mevzuat düzenlemelerini, katılım için belirlemiş olduğu tarihe yetiştirememesinden" ne kadar endişe duyulduğunun ifade edilmesidir. Rum kesiminin "iyi temelden yola çıktığı" ve "takviye gerektiği " ifadeleri de AB'nin özellikle Rum kesimi için nasıl "himayeci" bir üslup geliştirdiğini ve istediği zaman ne kadar "sempatik yaklaşabildiğini" göstermektedir. 
2000 İlerleme Raporu- Kıbrıs'ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. En önemli siyasal sorun, adanın bölünmüşlüğünün sürmesidir, fakat geçen yıl içinde Katılım Ortaklığı'na uygun olarak bir siyasal çözüm arayışında önemli çabalar sarf edilmiştir. Eylül ayında yapılan dolaylı görüşmelerin dördüncü turunda, iki tarafın, meselenin özüne ilişkin müzakerelere girmekte olduklarını gösteren cesaret verici işaretler görülmüştür. 
Kıbrıs ekonomisi, güçlü bir şekilde büyümeye devam etmekte ve tam istihdamda çalışmaktadır. Liberalleşme ve yapısal reformlarda ilerleme kaydedilmektedir. Yıllar süren bir gecikmeden sonra, Parlamento, faiz tavanının Ocak 2001'e kadar kaldırılması için bir takvim öngören mevzuat kabul etti. Kıbrıs makamları, sağlık sektöründe önemli bir reform başlattılar. 
Ancak, makroekonomik istikrar son zamanlarda zayıflamıştır ve maliye politikasının mevcut seviyesi ve vaziyeti orta vadede sürdürülemez niteliktedir. Kooperatif bankacılığı sektöründe denetim güçlendirilmelidir. Fiyat liberalleşmesi de tamamlanmalıdır. Bazı yapısal katılıklar ve ekonomide önemli devlet müdahalesi, rekabet gücüne köstek olmaktadır. Kıbrıs, özel sektörünü, AB'ye entegrasyonun gerektirdiği açık ortamda çalışmaya hazırlamalıdır. Ekonomik faaliyetlere devlet karışmasının ölçüsünü sınırlayan, temel sektörleri dış rekabete açan ve önemli çevresel kısıtlamaları çözen kapsamlı bir yapısal reform gündemi oluşturmak için, daha büyük siyasal uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Son bir yılda Kıbrıs, tarım alanında bir miktar uyumlulaşma mevzuatı kabul etmiştir. Ancak, yapılanlar esas olarak hazırlık çalışması niteliğindedir. Dolayısıyla, hayvan ve bitki sağlığı konularında müktesebat ile uyumlulaşma sınırlıdır. Sınır kapılarında hayvan sağlığı kontrolleriyle ilgili olarak ilave çabalar gereklidir. Ulaştırma ve balıkçılık alanlarında, Kıbrıs, idarî kapasitesini güçlendirerek ve mevzuat kabul ederek müktesebat ile daha çok uyumlulaşma sağlamak için ciddi çabalara girişmiştir. 

Adalet ve içişleri alanında, Kıbrıs, iltica konusunda mevzuat çıkarılmasıyla ve ayrıca cezaî ve medenî hususlarda adlî işbirliği amacına yönelik olarak ilerleme kaydetmiştir. Ancak, bu alanda önemli çabalara girişilmiş olmakla beraber, Kıbrıs'ın gelecekte AB'nin bir dış sınırını oluşturacağı gerçeğini özellikle dikkate alarak, sınır kontrolü uygulanmasına ve, ayrıca, karapara aklama konusunda var olan mevzuatın etkin biçimde uygulanmasına dikkat gösterilmelidir. Kıbrıs filosunun güvenlik sicilini iyileştirmek üzere, geçen bir yıl içinde denetlenen gemi sayısı iki mislinden fazla artmış olup Kıbrıs gemileri için dünya çapındaki denetimciler şebekesi de büyümüştür. Ayrıca, vergileme ve karapara aklanması ile mücadele gibi konular için, ilave personel alınmış/eğitilmiş veya bu amaçla bütçede düzenleme yapılmıştır. Ancak, idarî kapasitenin güçlü temeline rağmen, malların serbest dolaşımı, tarım, enerji, iletişim, adalet ve içişleri sahalarında gereken düzenleyici makamların oluşturulması ve gereken kurumların tesis edilmesi henüz gerçekleşmemiştir. Şirketler hukuku, ulaştırma, vergileme, çevre, adalet ve içişleri gibi çeşitli alanlarda yeni personel alımına ihtiyaç vardır. 

2000 raporunda da Kıbrıs Rum Kesimi ayrıcalıklı konumunu muhafaza etmekte, temel ekonomik yapılanmalardaki ufak gelişmeler "ilerleme" olarak sunulmakta, uluslararası platformda sorun haline gelen kara para aklama gibi çok ciddi bir konuda mevzuatın etkin kullanılmasının istenmesi ile yetinilmektedir. Türkiye'nin "sağlık kontrolleri sebebiyle" AB'den canlı hayvan ve et ithalatını durdurmasına sert şekilde misilleme yapılırken, Rum kesiminin hayvan sağlığı ile ilgili sınır kontrollerinde ilave çabalar istenmektedir. 

Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak ise yine Rum kesimine yönelik hiçbir zorlama ifadesine rastlanmamakta, aksine "Katılım Ortaklığı'na uygun olarak bir siyasal çözüm arayışında önemli çabalar sarf ettiği" iddia edilmektedir. Kıbrıs'ın tepeden tırnağa ihtilaflı durumu Kopenhag ve Helsinki'ye tamamen aykırı olmasına rağmen, bu görmezden gelinmekte ve "Kıbrıs'ın, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam ettiği" söylenebilmektedir. 

DOĞU BLOKU ÜLKELERİNİN GÖRÜNÜMÜ

Bu bölümde AB raporlarına göre, Merkezî ve Doğu Avrupa'nın 10 ülkesinin genel görünümlerini de imkânlar ölçüsünde geniş bir şekilde ele almaya çalıştık. Önceliği de "siyasî kriterlere" verdik. Bu ülkeler için siyasî kriterlerden anlaşılan, seçimlerin demokratik bir ortamda yapılıp yapılmadığı, kimsesiz çocukların korunması, resmî azınlıkların hakları ve ırkçılığa varan Çingenelere yapılan ayrımcılık ile radyo ve tv'lerin bağımsızlığı gibi konulardır. Türkiye için belirlenen siyasî kriterlerin yanında oldukça hafif kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ülkelerle ile ilgili tesbitler şöyledir: 
1998 İlerleme Raporu (Genel Değerlendirme): 
1. Politik kriterler: Komisyon'un vardığı genel sonuç, bazı aday ülkelerin demokrasinin fiilen uygulanması ve insan haklarının ve azınlıkların korunması konularında daha fazla ilerleme sağlamaları gerekli olmakla beraber, bir tanesi hariç tüm aday ülkelerin politik kriterleri karşıladıkları şeklindeydi. Komisyon'un genel kanaati odur ki, Görüşler'de kaydedilmiş olan pozitif eğilimleri güçlendiren demokratik gelişmeler pekişirken, genel durum tatmin edici olmaya devam etmektedir. Son 18 ay içinde, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Litvanya ve Letonya'da, parlamento veya başkanlık düzeyinde, serbest ve âdil seçimler gerçekleşmiştir. Bu aday ülkeler, kamu otoritelerinin düzgün işleyişini ve demokrasinin pekişmesini sağlayan istikrarlı kurumlara sahip olduklarını kanıtlamışlardır. Slovakya'nın da bu yönde ilerlediği görülmektedir. 
Bu olumlu gelişmelere karşın, kurumsal konularda tesbit edilen eksikliklerin giderilmesi yönündeki çabalar yeterli değildir. Yargıçların eğitiminden davaların aşırı uzamasını gidermeyi amaçlayan prosedür reformuna kadar, tüm aday ülkeler için ortak bir sorun, yargının yapısal zayıflığı olmaya devam etmektedir. Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Estonya'da bu sorun özellikle ciddîdir. Slovakya için, başlıca konulardan biri, yargıçların bağımsızlığı olmaya devam etmektedir. Macaristan hukuk sisteminin işleyişini ıslah etmek için çaba göstermiştir, fakat diğer aday ülkeler pek az ilerleme kaydetmişlerdir.
 İnsan hakları bakımından, aday ülkelerde temel haklara saygı genel olarak güvence altındadır. Aday ülkelerin çoğu, önemli insan hakları belgelerini onaylamaktadırlar. Ancak, Komisyon, bazı ülkelerde radyo ve televizyon bağımsızlığının güçlendirilmesi gerektiği görüşündedir. 
Romanya'nın özel durumunda, hükümet, Phare desteğiyle, devlet yetimhanelerinde bulunan 100.000'e yakın terkedilmiş çocuğun korunmasını iyileştirmek için tedbirler almaya devam etmiştir. Bu çocukların ailelerine geri dönmelerini veya koruyucu aileler tarafından evlatlığa alınmalarını desteklemek için çabalar sarf edilmiştir.
Azınlıklar konusunda, yurttaş olmayan kişilerin ve bunların devletsiz çocuklarının yurttaşlığa alınmasını kolaylaştıracağı için yurttaşlık yasası üzerine Letonya'da kısa bir süre önce yapılmış referandumun neticesi AB tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Estonya'da ise, devletsiz çocukların yurttaşlığa girmesine imkân verecek olan yurttaşlık yasası değişikliklerinin henüz parlamentoda kabul edilmemiş olması üzüntü vericidir. 
Çingenelerin durumu problemli olmaya devam etmektedir çünkü ilgili aday ülkeler bu konuda pek az ilerleme kaydetmişlerdir. Hukukî statüleri ve hakları aynı kalmakla beraber, Çingeneler, özellikle Macaristan, Slovakya, Bulgaristan ve Çek Cumhuriyeti'nde ayrımcılığa ve sosyal dışlanmaya uğramaktadırlar. Bir kaç milyon Çingene'nin yurdu olan Romanya, bu azınlığın durumunu iyileştirme gayretlerini arttırmalıdır. 
Romanya'daki Macar azınlık için, Romanya makamlarının bir Macar-Alman üniversitesi kurulmasına ilişkin bir düzenleme bulmaya yönelik kararlılığı dahil, kamusal yaşamın tüm düzeylerinde durumun iyileştiğini gösteren işaretler vardır. Bugüne kadar, Slovakya'daki Macar azınlığın durumu endişe konusu olmuştur. Macar azınlığın temsilcilerinin yeni Slovak hükümetine katılması, Macar azınlığa, Slovakya'daki statüleriyle ilgili olumlu bir sinyal göndermektedir.
Topluca bakıldığında, azınlıklar sorunu genişleme perspektifinde kaygılara neden olmaya devam etmektedir. 

1999 İlerleme Raporu: 

Politik kriterler- Geçtiğimiz yıl, politik kriterlerin yerine getirilmesinde en kayda değer gelişmeler Slovakya'da gerçekleşti. Son Düzenli Rapor, Eylül 1998'de yapılan ve bir hükümet değişikliği getiren seçimlerden hemen sonra yayınlanmıştı. Ülke, bu dönemde iddialı bir politik reform programı izledi. Aralık 1998'de serbest ve adil belediye seçimleri yapıldı. Mayıs 1999'da, Slovak Cumhurbaşkanı'nın genel oyla seçilmesini kolaylaştırmak için anayasal düzenlemeler kabul edildi. Muhalefetin parlamento komitelerine ve denetim organlarına katılması fırsatı sağlandı. 
İlgili uluslararası kuruluşlarla yakın işbirliği içinde, hükümet, azınlık dilleri konusunda mevzuat hazırladı. Bu mevzuat tasarısı, Temmuz 1999'da Parlamento tarafından kabul edildi. Halen, yargının bağımsızlığını sağlamak için anayasada değişiklikler hazırlanmaktadır. Reform sürecinin derinliği ve başarısıyla, Slovakya'nın artık Kopenhag politik kriterlerini karşıladığı kabul edilmektedir. 

Diğer aday ülkeler, çoğulcu demokratik yönetim sistemlerinin işleyişini derinleştirmeye ve iyileştirmeye devam etmiştir. Macaristan, Litvanya ve Estonya'da, parlamento veya başkanlık düzeyinde, özgür ve âdil ulusal ve yerel seçimler yapılmıştır. Romanya, demokratik uygulamadan ve hukukun üstünlüğüne saygıdan ayrılmaksızın, grevlerden kaynaklanan iç kargaşa ve Batı Balkanlar'daki dış bunalımla başa çıkabilmiştir. 

Romanya'da bakım kurumlarında bulunan 100.000' den fazla çocuğun durumu ciddî şekilde kötüye gitmiştir. Hükümet, çocuk bakımı için yeterli ödenek ayrılması amacıyla zamanında harekete geçmemiş ve bu konuya acilen ihtiyaç duyulan siyasî önceliği vermemiştir. Çocukların insanca yaşam şartlarına ve temel sağlık hizmetlerine kavuşma hakkı, bir insan hakları konusudur. Yetkili makamların, çocuk bakım kurumlarındaki krizle uğraşmaya öncelik vermeyi sürdürdükleri varsayımı ile, Komisyon, halen Romanya'nın Kopenhag politik kriterlerini yerine getirmeye devam ettiği düşüncesindedir. Komisyon, gerekli bütçe kaynaklarını sağlamak ve Romanya'da çocuk bakımını güvenli ve insanca bir temel üzerine ve insan haklarına tam saygı içine yerleştiren bir yapısal reform gerçekleştirmek üzere hükümetçe alınan son kararları yakından izleyecektir. 
Çoğu aday ülkede güçlü ve canlı bir medya olsa da, radyo ve televizyonun bağımsızlığı kırılgan bir görünüm arzetmektedir. Bağımsızlığı güçlendirmek ve medya kurullarında geniş bir politik yelpazeden temsilciler bulunmasını sağlamak için çabalar sürdürülmelidir. 
Son düzenli raporlarda, Azınlıklar konusunda belirlenen zaafların pek çoğu ile ilgili olarak harekete geçilmiştir. Estonya Parlamentosu, devletsiz çocukların vatandaş olabilmeleri için vatandaşlık yasasında değişiklikler yapmıştır. Slovak Parlamentosu, azınlık dilleri konusunda mevzuat çıkarmıştır. Bununla birlikte, bazı aday ülkeler, devlet dilinin meşru şekilde güçlendirilmesi ve azınlık dil haklarının korunması arasındaki dengeyi bulmakta zorluklarla karşılaşmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, Estonya'daki dil yasası ve Litvanya'daki mevzuat taslağı, uluslararası standartları karşılamanın gerisindedir. Litvanya, taslağı uluslararası standartlara ve kendi anayasasına uyumlu hale getirmek için ilgili uluslararası kuruluşlar ile birlikte taslağı gözden geçirmeye istekli olduğunu göstermiştir. Aynı esnekliği göstermeyen Estonya yasada değil, sadece uygulamaya ilişkin hükümlerde iyileştirmeler yapmaya hazırdır. 
Aday ülkelerin pek çoğunda köklü önyargılar, toplumsal ve ekonomik yaşamda Çingenelere karşı ayrımcılığa neden olmaktadır. Çingenelere karşı, etnik güdümlü şiddet olaylarında bir artış yaşanmış olup, yetkili makamlar buna gerektiği şekilde karşılık vermemiştir. Çingene toplulukları, işsizlik, kötü yaşama şartları, yetersiz eğitim ve sağlık hizmetleri ve (sosyal yardımın mevcut olduğu ülkelerde) sosyal yardıma artan bağımlılık şartları içindedir. Çingene çocukları, bazı okul sistemlerinde diğer çocuklardan ayrı tutulmakta olup pek çoğu sokak çocuklarıdır. Çingenelerin durumunu iyileştirmeyi hedefleyen özel programlar kabul edilmesi gibi, bazı aday ülkelerde cesaret verici gelişmeler olmakla beraber, bu programların gerçekten uygulanmasını sağlamak için uyumlu bir çaba hâlâ gereklidir. 
Slovakya'daki Macar azınlığın durumu, bu azınlığın temsilcilerinin Slovak hükümetine dahil edilmesiyle, hükümetin etnik gruplar arasındaki ilişkileri iyileştirmeye yönelik uyumlu gayretleriyle, azınlık kültür faaliyetleri için malî yardım politikasındaki iyileşmelerle ve özellikle azınlık dil mevzuatı kabul edilmesiyle daha iyi hale gelmiştir. Romanya makamları, bir Macar-Alman üniversitesi kurmak için bir düzenleme bulunmasına istekli olduklarını göstermiştir. Fakat bu alanda pek fazla somut gelişme olmamıştır. 
2000 Yılı İlerleme Raporu: Siyasal kriterler- 1999 yılına ait raporlarda, Komisyon'un vardığı sonuç, bazı aday ülkelerin insan hakları ve azınlıkların korunması alanında daha yapmaları gereken ilerleme olmakla beraber, halen müzakere sürecinde bulunan bütün aday ülkelerin siyasal kriterleri karşıladıkları şeklindeydi. Bu ülkeler, demokratik yönetim sistemlerinin işleyişini güçlendirmeye devam ettiler. Son Düzenli Raporlar'dan bu yana, Bulgaristan, Litvanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Slovenya'da özgür ve âdil ulusal veya yerel seçimler yapıldı.
Yolsuzluk, sahtecilik ve ekonomik suçlar, aday ülkelerin çoğunda yaygın olup vatandaşlarda güvensizliğe ve reformların gözden düşmesine yol açmaktadır. Bu alanda uluslararası araçlara katılım dahil, yolsuzluğa karşı programlar başlatılmış ve bir miktar ilerleme sağlanmıştır, fakat yolsuzluk ciddi bir endişe konusu olmayı sürdürmektedir. 
Komisyon, geçen yılki karma belgede, Romanya'da çocuk bakım kurumlarındaki sorunları vurgulamıştı. O zamandan bu yana, Romanya, bu konuyu düzeltmek için, PHARE desteğiyle, kanunî, idarî ve malî tedbirler kabul etmiştir. Ancak, bu kurumlarda bulunan 100.000'den fazla çocuğun yaşam koşulları iyileşmemiştir ve bir yapısal reform politikası ancak şimdi uygulamaya konulmaktadır. Dolayısıyla, insan haklarına tam saygı içinde, sokak çocukları problemini çözmek yanında, bu konuda somut iyileşmeler sağlamak için yeni sürekli çabalara ihtiyaç vardır. 
Kanunen yasak olmasına rağmen, kadın ve çocuk ticareti, menşe, geçiş ve varış ülkeleri haline gelmiş bazı adaylarda büyüyen bir sorundur. Uluslararası evlat edinme programlarının istismar edilmesi de bir endişe konusudur. Bu ticareti önlemek için büyük çabalar gereklidir. 

Azınlıklar konusunda, geçen yıla ait raporlardan bu yana olumlu gelişmeler meydana gelmiştir. Estonya ve Letonya, vatandaş olmayan kişilerin entegrasyonunda daha da ilerlemişler ve AGİT'in vatandaşlık ve vatandaşlığa kabul ile ilgili bütün tavsiyelerini yerine getirmeye devam etmektedirler. Her iki ülkede, dil yasası uluslararası standartlara uygun hale getirilmiştir. Macaristan ve Slovakya arasındaki temel antlaşma, Slovakya'daki Macar azınlık ile ilgili olarak uygulanmaktadır. Romanya'da, Macarca, Almanca ve Romence dillerinde öğretim yapan bir üniversite kurulmasına dair hükümetçe alınan karar aleyhine başvuruların reddinden sonra, bu projenin kısa zamanda gerçekleşmesi umulmaktadır. 
Çingeneler, geçen yıla ait raporlarda belirtildiği gibi, sosyal ve ekonomik yaşamda yaygın ayrımcılık ve zorluklar ile karşılaşmaya devam etmektedir. Bu durumun yaşandığı ülkelerin çoğunda, PHARE finansman desteğiyle ve bazı örneklerde, ulusal bütçe kaynaklarıyla, çeşitli düzenlemeler ve programlar kabul edilmiştir. Bütün ülkelerde bütçe imkânlarıyla desteklenmesi gereken bu programlar, Çingene temsilcileri ile yakın işbirliği halinde, daha sürekli bir şekilde uygulanmalıdır. AB Başkanlığı, bu amaçla, Çingene STK'lerinin katılımıyla ve Komisyon ile yakın işbirliği içinde, Haziran 2000'de Lizbon'da bir konferans düzenledi. 

Ülkeler bazındaki detaylı değerlendirmeler de şöyledir: 

Bulgaristan: Bulgaristan'ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Bulgaristan, Mülkî İdare Kanunu'nu uygulamak için gereken tali mevzuatın kabul edilmesi ve uygulanması alanında ilerleme kaydetmiştir. Çocukların korunması için bir devlet kurumu tesis eden Çocuk Koruma Yasası'nın Haziran 2000'de kabul edilmesi, bir diğer olumlu ileri adımdır. 
Genel olarak, Bulgaristan idaresi ve yargı sisteminin müktesebatın uygulanmasını sağlama kapasitesi hâlâ sınırlıdır. Çabalar mevzuat hazırlanması ve çıkarılması üzerinde yoğunlaşırken, bunun nasıl uygulanacağı ve icra edileceği konusuna yeterli ilgi gösterilmemektedir. Bu nedenle, yeterli bir yasal çerçevenin kabul edilmiş olduğu alanlarda, zayıf idarî ve adlî kapasite ve uygulama için yeterli hazırlık olmayışı yüzünden, yasaların uygulanması ve icrası yetersiz olmaya devam etmektedir.

Çek Cumhuriyeti: Çek Cumhuriyeti'nin durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Son zamanlardaki önemli gelişmeler içinde, 
özellikle, hükümet ve parlamento arasında daha etkin bir işbirliği bulunuyor. Bölgesel yönetimle ilgili yasal çerçevenin kurulmasında ilerleme olmuştur. 
Ancak, kamu idaresi reformu anlamlı bir ilerleme göstermemiş olup Katılım Ortaklığı'nın bu konudaki kısa vadeli önceliği yerine getirilmemiştir. 
Yargı reformu da, Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli bir önceliğidir. İlerleme kaydedilmiş olmakla beraber, bu reformun bazı önemli kısımlarının henüz kabul 
edilmemiş olması üzücüdür. İdare ve yargı reformları, müktesebatın etkin uygulanması ve yönetim tarzının iyileştirilmesi için elzemdir. 
Dolayısıyla, Katılım Ortaklığı'nın orta vadeli önceliklerine uygun olarak, bu alanlarda çabalar sürdürülmelidir. Ayrıca, yolsuzluğa ve ekonomik suçlara karşı 
mücadele şimdiye kadar yetersiz olmuştur. Bu alanda elle tutulur sonuçlar alınması, kamuoyunun kaygılarına yanıt verecek ve saydam bir iş ortamı 
sağlanmasına yardım edecektir.

Çek Cumhuriyeti, insan haklarına ve özgürlüklere saygılı olmayı sürdürmektedir ve bu alanda kendi kurumsal çerçevesini geliştirmiştir. Ancak, hapishane sistemindeki aşırı yığılma ve kadın ve çocuk ticaretinin sürmesi başta olmak üzere, kaygı verici konular devam etmektedir. Özellikle eğitim sistemi açısından, Çingene cemaatinin durumuyla ilgili olarak, geçen yıldan bu yana, daha büyük ve bazı alanlarda anlamlı çabalar sarf edilmiştir. Ancak, Çingeneler'in durumunda kalıcı bir düzelme sağlanması için, sürekli çaba gereklidir. Adalet ve içişleri sahasında, sınır korumasının etkinliği yetersiz olmaya devam etmektedir. Gümrük makamları ile olduğu gibi, normal zabıta ve sınır zabıtası arasında koordinasyon iyileştirilmelidir. Yolsuzluğa ve örgütlü suçlara karşı mücadelede çok büyük ilerleme olmamıştır. 
Estonya: Estonya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Estonya, dil yasasında değişiklikler yapılması, Eston olmayanlar için DEVLET ENTEGRASYON PROGRAMI'NIN kabul edilmesi, yargıçların eğitiminin güçlendirilmesi ve boş yargıç kadrolarının sayısındaki azalma dahil, bu alanda 1999 Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli önceliklerinin çoğunu ele almıştır. Ayrıca, ikamet ve vatandaşlık başvurularını yürütme konusunda Vatandaşlık ve Göç Komisyonu'nun kapasitesini arttırmak için adımlar atılmıştır. Kamu idaresinin modernleştirilmesi yönünde ilerleme sınırlı olmuştur. Farklı adalet organları arasındaki koordinasyon takviye edilmeli ve ceza hukuku ve medenî hukuk sistemlerinde reform hızlandırılmalıdır. Azınlıkların korunması ile ilgili olarak, Estonya, Dil Yasası'nın uygulanmasının, uluslararası standartlara ve Avrupa Anlaşması'na uygun biçimde gerçekleşmesini sağlamalıdır. Ombudsmanın yetkileri, özellikle azınlıkların korunması açısından, takviye edilmelidir. 

Estonya, işleyen bir piyasa ekonomisidir ve, şimdiki reform yolunda kalmak koşuluyla, yakın vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. 

Macaristan: Macaristan'ın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Yargı tatmin edici bir şekilde işlemekte ve yargıçların AT müktesebatı konusunda eğitilmesi ilerlemiş olmakla beraber, Yüksek Mahkeme'de birikmiş olan çok sayıda dava, Mahkeme icraatının birleştirilmesine ve tutarlı bir içtihadın gelişmesine engel olmaktadır. Bunu düzeltmek için gayret sarf edilmelidir. Katılım Ortaklığı'nın orta vadeli önceliğine uygun olarak, devlet memurları ve yargıçlar için eğitim programları devam etmelidir. Yolsuzluğa karşı savaşmak için bazı önemli tedbirlere rağmen, bu konu bir sorun teşkil etmeyi sürdürmektedir ve bu sorunu çözmek için yeni çabalara girişilmelidir. 

Macaristan, insan haklarına ve özgürlüklerine saygılı olmaya devam etmektedir. Ancak, hapishanelerdeki aşırı yığılma, düzeltilmesi gereken büyüyen bir sorundur. Kısa vadeli Katılım Ortaklığı önceliğine uygun olarak, Macaristan, ulusal ve yerel düzeylerde malî imkânlar ile desteklenen, Çingene toplumuna yönelik orta vadeli eylem programını uygulamaya başlamıştır. Bu program, Çingenelerin entegrasyonunu kolaylaştırmakta ve eğitim, kültür, istihdam, konut, sağlık ve sosyal hizmetler alanında ayrımcılığa karşı verdikleri mücadelede onlara yardım etmektedir. Ancak, orta vadede somut sonuçlar elde etmek için bu programın sürekli uygulanmasına gerek vardır.

Letonya: Letonya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Geçen bir yılda, yeni bir Mülkî İdare Yasası'nın kabul edilmesi dahil, Kamu Yönetimi Reformu sürecinin ileriye götürülmesinde, yargı sisteminin işleyişinin ıslah edilmesinde ve yolsuzluğa karşı mücadele çerçevesinin tasarlanmasında ilerleme kaydedildi. Bir Dil Yasası'nın ve (Letonya'nın uluslararası yükümlülüklerine ve Avrupa Anlaşması'na büyük ölçüde uygun olan) uygulama yönetmeliklerinin ve ayrıca LETONYA TOPLUMUNUN BÜTÜNLEŞMESİ PROGRAMI adlı bir düzenlemenin kabul edilmesi dahil, vatandaş olmayan kişilerin Leton toplumu ile bütünleşmesini desteklemek için bazı önemli adımlar atıldı. 

Vatandaş olmayan kişilerin entegrasyonunu kolaylaştırmak ve desteklemek için, vatandaşlığa kabul sürecinin etkinliği korunmalı ve Letonca eğitimi, 1999 Katılım Ortaklığı'nın ilgili orta vadeli önceliğine uygun biçimde devam etmeli ve genişletilmelidir. Ayrıca, vatandaş olmayan kişilerin entegrasyonuna yönelik tedbirler için yeterli kaynak tahsis edilmesini sağlamak da önemli olacaktır. Dil Yasası ve buna ilişkin uygulama yönetmelikleri, orantı ilkesini dikkate alarak ve Letonya'nın uluslararası yükümlülüklerine ve Avrupa Anlaşması'na uygun şekilde, ancak meşru bir kamu çıkarının gerekli kıldığı ölçüde uygulanmalı ve icra edilmelidir. 

Letonya işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve, yapısal reformlarının temposunu korumak ve bu reformları tamamlamak koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Bazı alanlarda, uyumlulaşma açısından ilerleme daha sınırlı olmuştur. Bunlar arasında, kişilerin serbest dolaşımı ve iletişim ve bilgi teknolojileri vardır. Bu alanda, müktesebat gereklerinden çoğunun aktarımı hâlâ gerçekleşmemiştir. Sosyal politika ve istihdam konusunda, ileriye dönük bazı çabalar sarf edilmiştir fakat temel mevzuat hâlâ çıkarılmamıştır. Bölgesel politika ile ilgili olarak, Letonya'nın AB'ye katılım hazırlıklarının takviye edilmesine hâlâ ihtiyaç vardır. 

Litvanya: Litvanya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Yolsuzluğa karşı mücadele ile ilgili olarak, şimdiye kadar alınmış olan önemli tedbirler, bir Ulusal Yolsuzluk Karşıtı Strateji'nin kabul edilmesi yoluyla ikmal edilmelidir. İlgili kurumları daha da güçlendirerek ve bunlar arasında koordinasyonu sağlayarak, icranın önemli ölçüde takviye edilmesi gereklidir. Litvanya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve, mevcut yapısal reform programının uygulanmasını sürdürmek ve gerekli diğer reformlara girişmek koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Litvanya'nın karşılaşmış olduğu bütçe kısıtlamaları, mevcut yapıların gereken takviyesi yanında yeni kurumların etkin operasyonel kapasitesini ve kültürel haklara ilişkin genel durum tatmin edicidir. Ancak, hukuk davalarındaki yığılma konusuna özel dikkat gösterilmelidir. 

Polonya: Polonya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Geçen yıl belirlenmiş olan eylem alanlarıyla ilgili olarak, Polonya, yargı reformunda ve en ivedi darboğazları gidermek için ortamın hazırlanmasında ilk adımları atmıştır. Bu tür tedbirler önemlidir, zira etkin bir yargının varlığı müktesebatın uygulanması ve icrasında çok gerekli bir unsurdur. Yolsuzluğa karşı mücadele konusunda da, ilk adımlar atılmıştır fakat, gerekli mevzuatın çıkarılması dahil, ilave çabalara ihtiyaç vardır. Fırsat eşitliğine yönelik gelişmeler pek belirgin olmamıştır. Gerekli tedbirlerin katılım tarihine kadar alınmış olmasını sağlamak için, bu eylemlerin sürdürülmesi ve yoğunlaştırılması gerekecektir. Katılım ortaklığında gösterilen orta vadeli önceliklerin henüz yerine getirilmemiş olduğu yargı reformu için bu husus özellikle önemlidir. 

Polonya, işleyen bir piyasa ekonomisidir ve, şimdiki reform çabalarını sürdürmek ve tamamlamak koşuluyla, yakın vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Ancak, bazı ekonomik dengesizlikler ortaya çıkmıştır: enflasyon yüksektir ve cari hesap açığı, sürdürülebilirlik konusunu gündeme getiren bir düzeye çıkmıştır. Orta vadeli malî sürdürülebilirliğin sağlanması gereği devam etmektedir. Çelik sektörünün özelleştirilmesinde ve tarımın yeniden yapılandırılmasında gecikmeler vardır. Devlet işletme sektörünün büyük kısımları henüz yeniden yapılandırılmamıştır. 

Romanya: Romanya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Hükümet, bakım kurumlarında yaşayan çocukların sorunlarını ele almaya yönelik siyasal bir taahhüt göstermiş ve ilerleme kaydedilmiştir. Bu kurumların sorumluluğu yerel makamlara devredilmiş, yapısal reform için bir ulusal strateji kabul edilmiş ve gerekli bütçe transferleri yapılmıştır. Romanya, böylece, 1999 Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli önceliklerini karşılamış sayılabilir. Ancak, bu olumlu politika gelişmelerinin, ilgili kurumlardaki gerçek yaşam koşullarında bir iyileşme yanında, kapsamlı bir reform ile sonuçlanmasını sağlamak için, Komisyon durumu yakından izlemeye devam edecektir.

Çingenelerin tabi oldukları muamele konusunda, devam eden yüksek düzeylerde ayrımcılık ciddi bir kaygı oluşturmaktadır. Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli öncelikleri (bir ulusal Çingene stratejisi hazırlanması ve azınlık programlarına yeterli malî destek sağlanması) henüz yerine getirilmemiş ve bu alandaki ilerleme, eğitim imkânlarına erişimi iyileştirmeyi hedefleyen programlar ile sınırlı olmuştur. Romanya'nın demokratik kurumları yerleşmiştir, fakat karar alma süreci zayıf olmaya devam etmektedir. Geçen bir yılda başlatılan girişimlere rağmen, hükümet kararnameler yoluyla mevzuat çıkarmaya bel bağlamayı sürdürmüştür ve taslak mevzuat üzerinde istişare büyük ölçüde iyileştirilmelidir.

Romanya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülemez ve orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkamaz. Ülkenin geleceğe dönük ekonomik beklentilerinde büyük bir iyileşme olmamıştır. Bir piyasa ekonomisinin işleyişini sağlamak için gerekli olan kurumlar, ya hiç yoktur, ya da etkili olamayacak kadar zayıftır. Yetersiz reformlar ve büyüyen bir yeraltı ekonomisi, makroekonomik istikrar yönünde sağlanan ilerlemenin temelini zayıflatmıştır. Sağlam ve iyi işleyen bir malî sistemin yokluğu, ekonomik faaliyete ket vurmaktadır. İşletme sektörünün çok büyük bir kısmı, yeniden yapılanmaya henüz girmemiştir veya ancak şimdi girmektedir. Yatırım düzeyi azalmaya devam etmiş ve böylece ekonominin arz yönünde gereken modernleşme gecikmiştir. Olumlu gelişmelerin not edilebileceği alanlar arasında, müktesebat ile yüksek düzeyde bir uyum sağlanmış olan rekabet ve şirketler hukuku vardır. Yukarıda not edilen olumlu gelişmelere rağmen, daha çok ilerlemenin gerekli olduğu çeşitli alanlar vardır.

Slovakya: Slovakya'nın durumu, ilk defa olarak son raporda yerine getirilmiş olduğu kabul edilen, katılım için gerekli siyasal kriterlere uygun olmaya devam etmektedir. Slovakya, demokratik sisteminin pekiştirilmesinde ve kurumlarının normal işleyişinde daha da ilerlemiştir. Ancak, reform süreci ivme kaybetmiştir. Bunun bir nedeni, koalisyon hükümeti içindeki ihtilaftır. Yargının bağımsızlığını güçlendirmek için bazı yasal adımlar atılmıştır. Ancak, aday gösterme ve deneme sistemiyle ilgili anayasa değişikliği başta olmak üzere, kısa vadeli bir öncelik olarak belirlenmiş olan önemli bazı reformlar henüz kabul edilmemiştir. Bu nedenle, yargının bağımsızlığını sağlamak için çabaların sürmesi gerekir. 

Azınlıkların sorunlarını çözmeye yönelik yaklaşımlar geliştirilmesinde ilerleme görülmektedir fakat politika formülasyonu ile uygulama arasında denklik yoktur. 1999 Katılım Ortaklığı'nın kısa vadeli bir önceliği olan, spesifik tedbirler uygulanması yoluyla Çingene azınlığın durumunda somut iyileşme sağlanması, büyük ölçüde gerçekleşmemiştir. Bu konuda, 1999 Katılım Ortaklığı'nın orta vadeli öncelikleriyle uyumlu olarak politikaların ve bütçe olanaklarının güçlendirilmesi yanında, çeşitli sektörlerde mevzuatın uygulanmasına yönelik daha büyük çabalar gereklidir. 

Slovakya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve yapısal reform gündemi tam olarak uygulanmak ve geriye kalan reformları içine alacak şekilde genişletilmek koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir. Slovakya, müktesebat ile uyumlulaşma konusunda önemli ilerleme yapmaya devam etmiş, böylece üyelik vecibelerini üstlenme yeteneğini arttırmıştır. Ancak, bu ilerleme her alanda eşit olmamıştır. Geçen yılın Düzenli Raporunda belirtildiği gibi, şirketler hukuku, tarım, ulaştırma, bölgesel politika, yapısal araçların koordinasyonu, çevre ve malî kontrol gibi bazı alanlar geriden gelmeye devam etmektedir. Aynı zamanda, mevzuatın uygulanması ve icrasından sorumlu kurumların güçlendirilmesinde kaydedilen ilerleme, genel olarak, mevzuat çıkarılmasında kaydedilen ilerleme kadar belirgin değildir. Bu zaafların düzeltilmesi gerekir. Bu amaçla uygun kaynaklar tahsis edilmelidir.

Slovenya: Slovenya'nın durumu, Kopenhag siyasal kriterlerine uygun olmaya devam etmektedir. Katılım Ortaklığı'nda orta vadeli bir öncelik olan yargı reformunda ilerleme kaydedilmiştir. Ancak, devam eden davalar yığınını azaltmayı hedefleyen yeni tedbirlerin etkinliğini ölçmek için henüz çok erkendir. 

Slovenya, işleyen bir piyasa ekonomisi olarak görülebilir ve ekonomide rekabeti arttıracak olan geriye kalan reformları tamamlamak koşuluyla, orta vadede Birlik içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri ile başa çıkabilecektir.



15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


Nice Zirvesi'nde Neler Oldu ya da Geleceğin Avrupa'sında Yerimiz Var mı? 





Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi verildikten sonra Aralık 2000'de yapılan Nice zirvesinde, bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin gelecekte Avrupa Parlamentosu'nda sahip olacakları sandalye sayısı belirlendi. Nice'te Ecevit'in fotoğrafı ile duvara asılan Türk bayrağı vardı ama Türkiye yoktu. Nice'de de Türkiye'ye bir takvim verilmedi. Evet, Türkiye aday bir ülkeydi ancak yapılan sandalye dağılımı ile bizim görüşme randevumuz 2010 yılına atılmıştı. Nice Zirvesi'nde alınan önemli kararlardan birisi de "Güçlendirilmiş İşbirliği" olmuştur. Buna göre, "AB içinde 8'den fazla üye ülke, kendi aralarında anlaşmaya vardığı takdirde bu ülkeler diğer ülkeleri beklemeksizin, kendi aralarında ve seçtikleri konularda daha yakın işbirliği ve entegrasyona gidebilecekler. Ancak savunma konuları, güçlendirilmiş işbirliği" dışında bırakılacaktır. 

Bu madde ileride Türkiye ve KKTC açısından büyük önem arz edecektir. 8 üye ülkenin bir araya gelip, savunma konuları dışında istedikleri her konuda diğer üye veya aday ülkeler için karar alıp, blok olarak hareket edebilecekleri düşünüldüğünde yeni sürprizlerle karşılaşmamız, gerçekten sürpriz olmayacaktır. Nice Sözleşmesi'ne göre, AB ülkelerinin genişleme sonrası parlamentodaki oy dağılımı şöyle belirlendi: Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya 29 oy. İspanya ve Polonya'ya 27 oy, Romanya'ya 15, Hollanda'ya 13, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Macaristan, Portekiz'e 12 oy, İsveç, Bulgaristan, Avusturya'ya 10 oy, Slovakya, Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Litvanya'ya 7 oy, Letonya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Lüksemburg'a 4 oy. Malta 3 oy. Böylece Avrupa Parlamentosu'nun şu anda 626 olan sandalye sayısı genişleme sonrası 732'ye çıkmış olacak. (EK-3)
Nice Zirvesi'nde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinden de dışlandık. AB üyesi olmayan ülkelerin karar mekanizmalarında bulunmaması kararlaştırıldı ve yine Yunanistan'a taviz verildi. ABD, İngiltere ve Türkiye arasında AGSP konusunda belli bir mutabakata varıldı ancak Avrupa Ordusu'nu hem Türkiye'ye, hem de KKTC'ye karşı kullanma kararlılığında olan Yunanistan bu anlaşmayı da beğenmedi. Aralık 2001'de yapılan Laeken Zirvesi'nde Yunanistan ikna edilemeyince Avrupa Ordusu'nun kurulması gecikti. 2002 Barselona Zirvesi'nde Yunanistan'ın uyarılması kararı alındı ancak bu konunun nasıl bir seyir izleyeceği ve AB'nin uyarısının işe yarayıp yaramadığı önümüzdeki süreçte görülecektir.
Türkiye'nin, AGSP'nin karar mekanizmalarından dışlanmasından sonra NATO'daki veto hakkımızın da elimizden alınması için de uğraşıldı. Ancak özellikle Genelkurmay Başkanlığı yoğun ve haklı bir direnç gösterdi. Aralık 2001'de Türkiye, ABD ve İngiltere'nin ortak bir metinde uzlaştığı açıklandı. Bu metin hakkında açıklama yapılmaması ise tedirginlik yarattı. Eleştiriler üzerine Dışişleri Bakanı İsmail Cem, açıklamanın kararın onaylanmasından sonra yapılacağını söyledi. Onaylandıktan sonra yapılacak açıklama ne işe yarayacaksa... Oysa bu, TBMM başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerince tartışılması gerekecek önemde ve özellikte bir konudur. Özellikle Cem'in, İngiltere Başbakanı Tony Blair'in mektubunun güvence olduğu yolundaki açıklaması tartışmaların merkezine oturdu. 1980'de Yunanistan'ın NATO'ya alınmasında dönemin NATO Genel Sekreteri Rogers'ın, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın ön şart olmadığına ilişkin Dönem Başkanı Finlandiya Başbakanı Lipponen'in mektuplarına rağmen bu iki konuda gelinen nokta ortadaydı. Türkiye üçüncü kez "hiçbir fonksiyonu olmayan" mektup diplomasisi ile karşı karşıyaydı. AB'nin, Yunanistan'la birlikte bu konuda karar verirken, Blair'ın mektubunun hatırlanıp hatırlanmayacağını hep birlikte göreceğiz. 

Zirve sonuçlarına dönersek; AB Dönem Başkanı sıfatıyla 10 Aralık 2000 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Nice belgesinde Türkiye'ye yer verilmemesini şöyle açıkladı: 
"Türkiye'nin konumu diğer aday ülkelerden farklı. Çünkü diğer adaylarla üyelik müzakereleri başlamış bulunuyor. Türkiye farklı, özel ve ayrı bir duruma sahip. Helsinki'de Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı, ancak bildiğiniz gibi Türkiye ile üyelik müzakereleri henüz açılmadı." 
Helsinki'deki adaylık ilanımızın oyalamadan ibaret olduğu herhalde bundan daha açık izah edilemezdi... 

Türkiye'nin "Sanal Aday" Olduğunu Kim İlan Etti?

Türkiye'nin AB nezdindeki statüsü gerçekten ilginç bir seyir izlemiştir. AET ile imzaladığımız ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması'nda "Tam üye adayı" olan Türkiye, tam üyelik için 1987 yılında yaptığı müracaata 1989 yılında verilen cevapta, "Topluluğa katılmaya ehil bir ülke ancak hem Türkiye, hem topluluk bu katılıma hazır değil." konumda görüldü. Türkiye için, Lüksemburg Zirvesi'nde (1997) "üyelik için ehil", Cardiff Zirvesi'nde (1998) "Üyelik adayı", Helsinki Zirvesi'nde (1999) "Aday ülke" ve yukarıda görüldüğü gibi Nice Zirvesi'nde (2000) "Farklı aday ülke" nitelendirmeleri yapıldı. Almanya'nın dönem başkanlığında Alman Dışişleri Bakanı Fischer ise (1999) "Türkiye aday bir ülke, ancak özel sorunları olan bir aday ülke" dedi. 
Ancak en gerçekçi ve samimi isimlendirmeyi 15 Eylül 1999'da göreve başlayan AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi yaptı. Prodi, göreve başlaması münasebetiyle Parlamento'da yaptığı konuşmada, AB'nin katılım müzakerelerini sürdürdüğü ve AB üyeliğine hazırlık açısından en ileri düzeyde olan adaylar için Aralık ayında gerçekleştirilecek Helsinki Zirvesi'nde geçiş süreleri uzun olsa dahi, kesin bir üyelik tarihi tesbit edilmesini istedi. Üyeliğe hazırlık çalışmalarında daha az ilerleme kaydeden, bu nedenle daha uzun vadeli bir üyelik perspektifi olan aday ülkeler için ise Komisyon Başkanı, "sanal üyelik" olarak tanımladığı bir yaklaşım teklif etti. Bu tanımlamaya ismi zikredilmese de öncelikle giren ülkenin Türkiye olduğu muhakkaktır. Çünkü uzun vadeli perspektifi olan tek ülke Türkiye'dir. Laeken Zirvesi'nde de (Aralık 2001) Türkiye için, "görüşmelere yakın" ifadesi kullanıldı. 
Türkiye sanal değil de gerçekten aday bir ülke olsa AB'nin pek çok yükümlülüğü yerine getirmesi gerekirdi. Malî yardımlar gibi anlaşmalarla belirlenmiş en temel görevini yapmayan AB, serbest dolaşım hakkını da tek yanlı ve hukuksuz bir biçimde askıya almıştır. 1970 yılında imzaladığımız AET-Türkiye Karma Protokolü'nde yer alan işgücü serbest dolaşım hakkımız 1986 yılında şartları yerine getirmediğimiz gerekçesiyle uygulamaya konulmamıştır. Ülkemize yönelik eleştirileri ile tanınan Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Daniel Chon Benditt bile, Kasım 2001'de CNN-Türk'te Mehmet Ali Birand'ın "Manşet" Programında serbest dolaşım hakkının verilmemesi ile ilgili olarak "Bu bir rezalettir. Bu rezalet ortadan kaldırılmalıdır." demek durumunda kalmıştır. 
Öte yandan Türkiye, AB'de kişilerin serbest dolaşımı yönünde atılmış önemli bir adım olan Schengen Anlaşması'nın da dışında tutulmuştur. Aşamalı tedbirleri öngören (sistematik denetimlerin kaldırılması, formalitelerin kolaylaştırılması, vize düzenlemelerinin uyumlaştırılması, sınır polisleri arasında yakın işbirliğinin sağlanması) anlaşması diğer aday ülkeler için uygulamaya konulmuştur. 
Bu durumda da adaylığımızın gerçek olup olmadığının bir kez daha sorulması gerekmektedir.
AB, tüm aday ülkelerin malî yardımlarını eksiksiz yerine getirirken, anlaşmalarda öngörüldüğü halde Türkiye için yardımları da, son bir yönetmelik değişikliği ile Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine bağlamıştır. İlerleme raporlarında Türkiye'yi her konuda kelimenin tam anlamı ile didik didik eden AB, yine anlaşmalarla kendi yükümlülüğünde olan konuları ise, "Malî olmayan hizmetler ve kişilerin serbest dolaşım alanlarında uyumlaştırma çok erken bir aşamadadır." ya da "Kişilerin serbest dolaşımı konusunda raporlama döneminde, müktesebatın bu alanında önemli herhangi bir gelişme görülmemiştir. İşçilerin serbest dolaşımı konusuyla ilgili olarak gelişme olmamıştır. Schengen anlaşmasıyla uyumlaşma alanında, herhangi bir ilerleme olmamıştır" şeklinde kısa cümlelerle geçiştirmektedir. 

Kopenhag Kriterleri 

Gerçekten Esas Alınıyor mu? Tüm Adaylara Eşit Muamele Yapılıyor mu? 
Resmî açıklamalarda Kopenhag Kriterlerinin tüm aday ülkeler için geçerli olduğu, her ülkeden aynı taleplerde bulunulduğu ve herhangi bir ayrımın sözkonusu olmadığı vurgulanmaktadır. Uygulamada ise durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi Kopenhag Kriterleri siyasî, ekonomik ve mevzuat düzenlemeleri ile bir bütündür. 1993 yılında, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri'nin istedikleri takdirde AB'ye üye olabilecekleri kararı alınmış, bunun ne zaman olabileceğini kararlaştırmak için de Kopenhag Kriterleri tesbit edilmiş ve "Ortak ülke gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getirerek, üyelik yükümlülüklerini üstlenecek seviyede olur olmaz katılım gerçekleşecektir." denilmiştir. Bu konu çok önemli olduğu ve bugün Türkiye'deki tartışmaların merkezini oluşturduğu için sık sık vurgulama gereği duyuyor ve kısaca yeniden hatırlatmak istiyoruz. 1993 yılı itibariyle Kopenhag Kriterleri, AB'ye üye olarak alınmanın şartlarıdır. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Kopenhag Kriterlerinin tümünün yerine getirilmesinin üyelik müzakerelerine başlanması için, son olarak 1999 Helsinki Zirvesi'nde de Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin tamamlanmasının müzakerelere başlanması için şart olmasına (sadece Türkiye için) karar verilmiştir. 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verhaugen ise adaylara öncelikle şu konulara eğilmelerini tavsiye etmektedir: 

"AB ülkeleri içinde ve dışında rekabete dayanabilecek, sürekli bir pazar ekonomisi kurmaları. Kopenhag'ın ekonomik ve Maastricht kriterlerine saygılı davranmaları." 
Görüldüğü gibi Verheugen, AB ile ilişkilerde gerçek, olması gereken ölçülere işaret etmektedir. Esasında zaten ekonomik bir birlik olan AB için, ekonomik ve mevzuat kriterlerinin yerine getirilmesi önceliklidir. Siyasî kriterlerin, bu temellere oturtulması daha sağlıklı bir yapılanmayı getirmektedir. İşe siyasî kriterlerden başlanması, hem çok önemli ve bir o kadar da zor olan diğer kriterlerin yerine getirilmesini geciktirmekte ve hem de AB'nin yapılanmasına ters düşmektedir. Nitekim, AB'nin diğer aday ülkelerle ilişkilerinde ekonomik ve mevzuat kriterlerine öncelik verilerek normali yapılmaktadır. Ancak konu Türkiye olunca siyasî kriterler dayatılarak, normalin dışına çıkılmaktadır. Lüksemburg Zirvesi'nde de müzakerelerin, özellikle aday ülkelerin topluluk mevzuatını kabul etme, uygulama ve yürütme şartları üzerinde odaklanması, bu düzenlemelerin kapsam ve süre açısından sınırlı olması kararlaştırılmıştır. Bu durumda Türkiye, müzakerelere başlamak için takvim alsa bile çok kısa sürede topluluk mevzuatına uyum sağlaması istenecektir. Bilindiği gibi AB, yasalardaki değişikliği yeterli görmemekte, uygulamanın belirleyici olacağını da söylemektedir. Bu durumda bugüne kadar siyasî kriterlerle uğraştırılan Türkiye'nin, eğer AB'den randevu almayı başarırsa, müzakere sürecinde ne kadar başarılı olacağı ya da AB'yi ne kadar memnun edeceği tartışmalıdır. 
Kopenhag kriterleri ortada yokken ölçü neydi ve nasıl bir yöntem izleniyordu? Bunun cevabını, Türkiye'nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik müracaatına 1989 yılında verilen Komisyon "Görüşü"nde buluyoruz. Komisyon, o dönemde tam olarak şu değerlendirmeleri yapmıştır:
"Türkiye'nin özel durumunda, bu iki husus daha da önemlidir zira Türkiye büyük bir ülkedir - herhangi bir topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve ileride daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır (1988'de 53 milyon; 2000 yılında tahmin edilen nüfus 68 milyon). Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının bir hayli altındadır. 1989'un son çeyreğinde Komisyon'un değerlendirmesine göre, Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu, son zamanlardaki gelişmelerin olumlu taraflarına rağmen, eğer topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyon'u ikna etmemektedir. Katılma müzakerelerinin başlatılması için, ilk varsayım, geleneksel bir geçiş döneminin sonunda, halen üye devletler için geçerli olan tüm kısıtlar ve disiplinlere uyma kabiliyetine sahip olduğu düşünülmelidir, aksi takdirde topluluğun gelecekteki ilerlemesi engellenecektir. İkinci varsayım ise, topluluğun, adayın tedricen olsa da katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek bir durumda bulunmasıdır." 

Görüldüğü gibi, Kopenhag kriterlerinden önce, Türkiye için "büyüklüğünden duyulan korku" ifade ediliyor, hemen ardından da yeni üyelerin "geleneksel geçiş döneminden" sonra üye devletlerin seviyesine gelmeleri ve ikinci olarak da "topluluğun yeni üyenin katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek durumda olması" gibi "varsayımlara"dayanan kriterler geliştiriliyordu. Özellikle ikinci ölçü 1999 Ekimi'nde belirlenen "Genişleme Stratejisi" ile örtüşmektedir. Yeni düzenleme ile, aday ülkenin istenilen bütün şartları yerine getirse bile, AB içinde sorun yaratıyorsa, üyeliğe alınmaması karara bağlanmıştır. Daha önce de işaret edildiği gibi bu Türkiye için hayatî önemde bir maddedir. AB için sorun ifadesi çok geniş bir kavram olduğundan, bunun içine her türlü gerekçeyi koymak mümkündür. 
Tekrar tekrar vurguluyoruz: Bugün Türkiye'nin önüne konan Kopenhag Kriterleri tümüyle Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırlanmıştır. Demirperdenin eski ülkelerinin sosyal, siyasî ve ekonomik durumlarına göre belirlenen kriterlerin Türkiye gibi büyük, özellikle de yıllarca terörle mücadele eden bir ülke tarafından da aynen kabul edilmesi istenmektedir. Kriterlere temel oluşturan ülkelerin hiçbirisinde terör hadisesi yaşanmamıştır. Bu farklılık bile tek başına önemlidir. 
Kaldı ki, AB, söylediği gibi bu ülkeler ile Türkiye'ye eşit şartlarda yaklaşmamaktadır. Çünkü AB üyesi devletler 1993'de Kopenhag Avrupa Konseyi'nde, yani kriterleri belirledikleri toplantıda, "Orta ve Doğu Avrupa'daki ülkeler istedikleri takdirde AB'ye üye olabilirler" diyerek, bu ülkelere bir anlamda garanti vermişlerdir. AB, bu ülkeler için "ortak ülke" ifadesini kullanmaktadır. Aynı yaklaşım Türkiye için sözkonusu değildir. AB Komisyonu'nun, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırladığı 2000 Yılı İlerleme Raporu'nda aynen şöyle denilmiştir: 
"1993 yılında Kopenhag Avrupa Birliği Konseyi, `İsteyen Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler Birlik üyesi olacaklardır. Katılma, bir ülke ekonomik ve siyasal koşulları yerine getirerek üyelik yükümlülüklerini üstlenmeye hazır olur olmaz gerçekleşecektir.' şeklindeki tarihi sözü verdi. En yüksek düzeyde yapılan bu siyasal beyan, yerine getirilecek ciddi bir sözdü." 
Uygulamadaki gerçek duruma bakarsak; 1998'de 6 ülke ile katılım müzakereleri başladığı, diğer 6 ülke ile de 15 Şubat 2000'de başlaması kesinleştiği halde, Avrupa Komisyonu Ekim 1999'da Avrupa Konseyi'ne şu tekliflerde bulunmuş, söz konusu teklifler Helsinki Avrupa Konseyi'nde onaylanmıştır: 

• Bulgaristan'la müzakerelerin açılması, Bulgar yetkililerin 1999 yılı sona ermeden önce, Kozloduy nükleer enerji tesisinin 1-4 numaralı ünitelerinin kabul edilebilir kapanış tarihleri konusunda karar almaları ve ekonomik reform sürecinde kaydedilen önemli gelişmenin teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır. 
• Romanya için müzakerelerin açılması, Romen yetkililerin 1999 sonundan önce çocuk bakım kurumları için yeterli bütçe kaynağının sağlanması ve yapısal reform uygulanması için etkin önlem alınacağına ilişkin duyurularının teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır; müzakerelerin açılması ayrıca, makroekonomik durumla ilgili uygun önlemlerin alınmış olacağı beklentisiyle, müzakereler resmen açılmadan önce ekonomik durumla ilgili yeni bir değerlendirme yapılması koşuluna da bağlıdır.
• Her aday ülke ile ard arda açılacak müzakere konusu bölümlerin sayısı ve niteliği AB tarafından, ayırt etme ilkesi uygulanarak, bir başka deyişle, her aday ülkenin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde üyeliğe hazırlanmada kaydettiği gelişme tam olarak dikkate alınarak belirlenecektir.


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Temmuz 2017 Cuma

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.



1. Türkiye’de Devlet Geleneği ve Demokrasi 

Doğu geleneğinin son mirasçısı ve temsilcisi olan Osmanlı rejimi, büyük Asya geleneğinin İslâmlaşmış türü olarak Batı’ya en çok yaklaşmış, hatta onun alanına kadar girmiştir. Osmanlı devleti Batı geleneğinin kapı komşusu olduğu halde, hatta tarihinin başında ondan etkilenmiş de olduğu halde, batılılaşma anlamında çağdaşlaşması tarihinin sonuna dek olamamıştır. 
Hâlbuki Avrupa’dan çok uzakta olan, örneğin Japonya gibi bir Uzakdoğu ülkesi için bu çabuk ve kolay olmuştur. Osmanlı, bir siyasal güç ve örgüt olarak sömürgecilik aşamasına varan Avrupa devletlerinin işgali altına girmemiş olduğundan, rejiminin ekonomik yanları bozulduğu halde siyasal yanları bozulmamıştır. Avrupa devletleri Osmanlı ekonomisini kendi çıkarlarına göre değiştirme isteğinden hiç şaşmadıkları halde onun siyasal ve kültürel anlamda çağdaşlaşmasıyla hiç ilgilenmedikleri gibi iç işlerine karıştıkları zamanlarda da bunu yapmayı istememişlerdir. Çağdaşlaşmış bir devletin siyasası altındaki bir toplumun ekonomisine hükmedemeyeceklerini biliyorlardı. Bu paradoks, Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde yaşadığı zikzakların bir açıklaması niteliğindedir.2 

Militarizm, Soğuk Savaş ve Uluslararası Sistemin Darbelerdeki Rolü 

Demokratikleşemeyen Cumhuriyetin önündeki en büyük engelin adı militarizmdir. 
Militarizm ve militaristleşme, askeri değer ve pratiklerin yüceltilmesi ve sivil alanı şekillendirmesi olarak tanımlanır. Bu şekillendirme süreci bazen darbe dönemlerinde olduğu gibi ordu veya askeri kesimin militaristleşme süreçlerinde doğrudan etkin bir rol oynamasıyla gelişirken bazı durumlar da öznesi belli olmayan, sivillerin aktif katılımı ve rızasını içeren süreçlerle yaygınlaşır. Bu bağlamda militaristleşme kültürel, kurumsal, ideolojik ve ekonomik boyutları içermektedir. Bu boyutların bütünüyle işlediği bir yerde bireyler ve toplum askeri varsayımları, sadece değerli değil, normal olarak da görmeye başlar. 
Söz konusu normalleştirme süreci bilinçli bir politikayı gerektirdiği kadar, aynı zamanda bu söylemin kusursuz işleyebilmesi, arkasını büyük bir sessizliğe dayamasıyla mümkündür. Diğer bir ifadeyle militarizmin etkinliğini mümkün kılan en önemli saiklerin başında militarıstleşme süreci karşısındaki entelektüel, politik, ekonomik ve toplumsal düzlemde işleyen birçok sessizliğin varlığı gelir. Bu bağlamda 1960-1983 arası dönemde militarist söylemi hâkim kılan 
şey sadece militarizmin sivil alanı kontrolü altına alması değil aynı zamanda bu kontrole yönelik ciddi bir itirazın gelişmemiş olmasıdır. “Metodolojik militarizm” olarak tanımlanabilecek bu kabul biçimi nedeniyle özellikle 1980’lerin sonuna kadar ordunun sivil alandaki nüfuzuna yönelik ciddi bir eleştirel analiz yoksunluğu ve militarizm ile militaristleşme tartışması eksikliği vardır. 

Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan 1947-1987 arası yıllar, militaristleşen devlet sistemlerinin sayısının katlanarak arttığı dönemdir. Militarizm özellikle az gelişmiş ülkelerde askeri müdahaleler ya da ordunun politik alanı dolaylı kontrolü yoluyla dönemin karakteristiği halini alırken, militaristleşme daha çok gelişmiş ülkelerde etkin bir söylem biçimi olmuştur. Samuel P. Huntington, otoriter tek partiye, askeri veya kişisel diktatörlüğe dayalı rejimlerden çok partili demokratik düzene geçişi, tarihsel süreç içinde üç ana dalgada  değerlendirmek tedir. Demokrasiye geçişte Amerikan ve Fransız devrimleri önemli birer dönüm noktaları olmuşsa da Birinci Demokratlaşma dalgası ancak 1828 yılında ABD’de 
başlamıştır. 19. yüzyılın bitmesinden önce İsviçre, deniz aşırı İngiliz dominyonları, Fransa, Büyük Britanya ve Bazı küçük Avrupa ülkeleri demokrasiye geçmişlerdir. 1920'lerde sona ermiş olan bu dalgayı bir geriye dönüş dalgası izlemiştir. Diğer taraftan İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan ve nispeten kısa süren İkinci Demokratlaşma Dalgası süresince Müttefiklerin işgaline giren İtalya, Almanya, Japonya, Avusturya ve Kore'de demokratik 
kurumlar teşvik edilmiş, Türkiye ve Yunanistan'da çok partili hayata geçilmiş; Güney Amerika’da Uruguay, Brezilya, Kosta Rika, Arjantin, Peru, Kolombiya ve Venezüella’da seçimlere dayalı sistemler kurulmuştur. Asya'da da bazı gelişmeler gözlenmiş ve bu süreç 1960'ların başında tersine dönmüştür. Üçüncü Demokratlaşma Dalgası ise 1974 yılında Portekiz diktatörlüğünün sona ermesiyle başlamış ve bu süreçte pek çok ülkede demokratik sistemler kurulmuştur. Halen devam etmekte olan Üçüncü Dalga Orta ve Doğu Avrupa'yı derinden etkilerken henüz İslâm dünyası ile Konfüçyüs kültürünün etkisindeki Çin'i pek fazla etkisi 
altına almış değildir. Üçüncü Dalganın ne zaman sona ereceği ve bir geri dönüş dalgasının başlayacağı belli değildir. Huntington'un analizine göre Türkiye ikinci Demokratlaşma Dalgası sırasında çok partili demokrasiye geçmiş ve demokrasiyi işletme konusunda ciddi geriye dönüşler yaşamıştır.3 

1960’larda ve 1970’lerde demokrasilerden küresel düzeydeki uzaklaşma, çarpıcı nitelikteydi. 1962’de dünyada 13 yönetim hükümet darbeleri ürünüydü. 1975’de bunların sayısı 38 oldu. 1958’de dünyadaki 32 işler demokrasiden üçte biri, 1970’ler boyunca rejim değişikliklerinin en yaygın yöntemi olarak işleyişe girmiş ve Eric Hobsbawm’ın “askeri hükümetlere yönelik görülmemiş bir global moda” olarak adlandırdığı süreç yaşanmıştır. Militarizmin hâkim söylem halini almasında askeri müdahaleler olmaksızın politik ve sivil alanın bizzat kendisinin 
militarist bir söylem geliştirmesi de bu dönemde etkili olmuştur. Bu da demokrat ik rejimlerin varlığına rağmen militarist söylemin dönemin hâkim söylemine nasıl dönüştüğünü açıklıyor.4 Demokrasinin tarihi, Huntington’a göre yavaş ve kesintisiz bir ilerleme olmayıp, ilerleyen, geri çekilen, sonra toplanan ve tekrar yükselen bir dalgalar dizisidir. Huntington’a göre, geçmişte olup bitenlerden kalkarak, demokrasinin gelecekte pekiştirilmesini ve yaygınlaşmasını etkileyen en belirleyici etkenler; ekonomik kalkınma ve siyasal önderliktir. 
Demokrasiyi, ekonomik kalkınma mümkün kılar; siyasal önderlik ise gerçek kılar.5 
Klasik Militarizmlerde ordunun bizzat yönetime el koyması gerekmez. Ordu, militer ideoloji ve değerler, devlet aygıtının işleyişine ve özellikle eğitim sistemine nüfuz ettiği için hükümet kadrolarının sivilliği ve hatta ortada çok partili bir rejimin olması sorun yaratmaz. Ordu gündelik politikanın içinde asla görünmez. Ordu komuta ‘kast’ı, organik bir parçası olduğu aristokrasinin sivil siyasi parti veya kadroları ile arasındaki iş bölümü ve hiyerarşikuralları uyarınca, siyasi çatışma alenen silahlı mücadeleye dönüşünceye kadar sahneye çıkmaz. Bu çıkışta da kendi sivil siyasi kadrosunu, partisini bertaraf ederek değil, onu saflarına katarak, yani -yönetici- sınıfın silahlı güç, topyekûn savaş hali örgütlenmesi olarak nihai hesaplaşmaya girer. Türk militarizminin ilk safhasında klasik militarizmlerden esasta farklı olan ilk yönü aristokratik bir kökeninin, dayanağının olmamasıdır. Ancak bu dönem boyunca ordu subay kadrosu bir kast görünümü de vermekteydi. Mensuplarını çoğu alt-orta sınıf mensuplarından 
devşirilmekte, subaylar -görev yerleri sık değiştirilmekle birlikte- “halkın içinde” 
yaşamaktaydı. 1980’lerle birlikte ise hem subay kadrolarının orta-üst sınıf mensuplarından devşirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapıldı hem de subay-astsubay çocuklarının “kadro”daki oranın sürekli artmasına çalışılarak ve bu arada subayların büyük çoğunluğunu lojmanlara, boş zaman ihtiyaçlarını karşıladıkları orduevlerine çekerek, adeta subaylığın dışa kapalı bir kast haline gelmesine yönelik yol izlenmeye başlandı. Bugünkü haliyle bile ordu, “Savunma Sektörü”ne bağlı işletme ve organizasyonlarda çalışan, bir kısmı emekli asker 
personelin bir toplumsal destek veya çıkar grubuyla çevrelediği, ayrıcalıklı, dokunulmaz haklara sahip bir kesim görünümündedir. Bu konumu kendisini devletle özdeşleştirmiş ve siyaseten toplumun üzerinde konumlanmış bir kesimin tıpkı aristokrasi gibi toplumla arasına mesafe koymasını andırmaktadır. 

Milletle, halkla araya konulan “mesafe”, sıradan militarizmlerin yeri geldiğinde açıkça ifade etmekten çekinmedikleri bir fikrin, inancın da yansımasıdır. Sıradan militarizmlerin kendi ayrıcalıklı ve üstün konumların meşruluğuna kendilerini inandırabilmek için ürettikleri bu fikir, özetle; kendi halklarının değer, yetenek ve nitelikler bakımından zayıf, gelişmemiş ve hatta gelişmeyecek olduğu yolunda dır. Bu haliyle halk, millet tekinsiz, güvenilmez bir sürüdür. Bu sürünün iktisadi seçkinlerinin (burjuvazi ve mülk sahiplerinin) vurgunculuğu, 
politik seçkinlerinin -partilerinin- yolsuzlukları ve geniş yığınların bu durumda çaresizce debelenmeleri, militer zümre için bu fikrin, inancın doğrulanmasından başka bir şey değildir. 
Böylesi durumlarda yapılan askeri darbelerle kendi imtiyazlı konumunu daha da pekiştirmek fırsatı bulan militarizmler, askeri rejimden “normal”e geçildiğinde, eskisine benzer hatta daha beter bir gidişatın ortaya çıkması karşısında, bunu kendilerinin düzenleme istek ve yeteneklerinin olmayışını değil, milletin o ezeli ve onulmaz aczine, gelişmemişliğine atfetmeye zaten hazırdırlar. Latin Amerika’da, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki sayısız askeri darbenin ve Türkiye’deki darbelerin bilançosu budur.6 

Militarizm aynı zamanda, kadim zihniyetlerden biri olan otoriter zihniyetin çocuğudur ve otoriter davranış ve algılama kalıpları içinde anlam kazanır. Tarih boyunca birçok sivil, yığınlar halinde militarizme destek vermiştir. Diğer bir deyişle militarizmin çekiciliği, asker sivil arasındaki zümresel ve sınıfsal çelişkilerden çoğu zaman çok daha baskın çıkmıştır. 

Çünkü militarizm kendi arka planında yatan otoriter zihniyet içinden üretilecek ideolojilerden sadece biri, muhtemel bir uzantısıdır. Esas olan ise daima zihniyettir. Ve otoriter zihniyetteki sivillerin bu nedenle kendilerini ‘askeriyeye’ ideolojik olarak yakın hissetmelerinin şaşırtıcı bir yanı yoktur. Militarizm, yönetenlerde ve yönetilenlerde simetrik nitelikler gösteren; konjonktürel olmakla birlikte kendisini kalıcı kılacak araçlara sahip olan, otoriter zihniyete 
dayanan bilimsel ve siyasi her türlü ideolojiyle bütünleşme istidadına sahip bir ‘mikro’ ideolojidir. Kendi hakkında sahip olduğu güçlü ve başarılı tarihsel imgeyle, yaşadığı koşulların ima ettiği zayıflık ve başarısızlık arasında sıkışmış; edilgen, ‘özneleşmemiş’ toplumlarda kendisine uygun bir ortam bulur. Bu nedenle militarizm bir iktidar ideolojisi olduğu kadar, bir toplumsal eziklik ideolojisidir de.7 
Son kırk yılda olduğu gibi ordu, toplum hakkında giderek yüksek sesle konuşsa, ordu mensupları toplumun hemen her sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirme yetkisini kendilerinde bulsalar da, bu durumun tersi söz konusu olduğunda akan sular durur. Toplumun üyeleri veya siyasal temsilcileri, benzer bir yukarıdan sesle, hatta çok daha pes sesli bir ifadeyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tasarruflarını sorguladığında ordunun kurumsal olarak ilk refleksi bu girişimde “tahkir ve tezyif” unsurları aramaktır. Bu tehdidin yeterli veya mümkün olmadığı yerde TSK’nın psikolojik harekât stratejisinin uygulayıcıları doğrudan veya   dolaylı olarak devreye girerler. TSK, diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan bir kurumdur. Demokrasilerde genel olarak ordudan siyasal ve toplumsal konularda dilsiz olması istenir. Türkiye’deki otoriter demokraside ise, asıl istenen toplumun ordu konusunda ya dilsiz olması ya da konuştuğunda övücü sözler dışında bir şey söylememesidir.8 

Almanya ve Japonya’daki militarist sistemlerin sona ermesi ve Türkiye’deki militarizmin akıbeti hakkında Murat Belge şunları ifade eder: “Almanya’nın iki dünya savaşını da kaybetmesi onlar için militarizmin sonu oldu. Evet, Türkiye’de orduyu yenen olmadığı için militarizm de yenilmedi! Arjantin’de de öyle oldu. Militarist diyebileceğimiz bir rejim kuruldu, dünya kadar cinayet işlendi; Falkland Adaları’nda boyundan büyük maceralara kalkışıp İngiltere karşısında rezil olunca yıkıldı. Daha çok dış konjonktürün göçerttiği militarizmleri görüyoruz.   Türkiye’de belki dış konjonktüre gerek kalmadan toplum kendi içinde militarizmi bitirebilir. Bu şans kuvvetle var.”9 

Genel anlamda 1945-1991, dar anlamda ise 1947-1987 tarihleri arasındaki dönem soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılır. ABD ve Sovyetler Birliği arasında dünyanın temel iki kampa bölünmesi olan soğuk Savaş etkin olduğu süre boyunca ‘zamanın sistemi’ olarak işlev görmüş ve uluslararası yaşamın neredeyse diğer tüm yönlerini gölgeleyen merkezi bir rol üstlenmiştir. Bu dönem sürekli bir silahlanma yarışının olduğu, silahların bütün dünyaya dağıtıldığı, büyük ölçüde militaristleşen bir ekonominin etkinliğini sürdürdüğü, askeri darbelerin yaygınlaştığı, silah satışları için yeraltı örgütlerinin ortaya çıktığı, gerilla savaşlarının yaygınlaştığı, korku ve şüphenin hâkim olduğu, güvenliğin paranoya halini aldığı bir dönemdir. Kısacası Soğuk Savaş yılları “çevreleyici bir militarizmin” (ambient militarism) etkin olduğu bir zaman dilimidir.10 
Soğuk Savaş’ın en önemli sonuçlarından biri ABD ve Sovyetler arasındaki gerilimin yol açtığı askeri üsler yoluyla mekânın militaristleşmesi olmuştur. Üslerin, bulundukları ülkeleri militaristleştirmesinin en önemli göstergesi bu ülkelerde politik, ekonomik ve sosyal problemleri çözmede demokratik yöntemlerden ziyade askeri yöntemlerin devreye sokulması olmuştur. Soğuk Savaş’la birlikte askeri alanda yaşanan değişimler, militarist söylemi bir hayli 
güçlendirmiş ve böylesi koşullar altında “sivil hükümet yapıları daha az gelişmiş ve daha az olgunlaşmış” ülkelerde askeri darbeler daha kolay gerçekleşmiştir. Kısacası Soğuk Savaş, üçüncü dünya ülkeleri için askeri müdahalelerin mümkünlük koşullarını sağlayan en önemli yapısal unsur olmuştur. 
Askeri rejimlerin Soğuk Savaş koşulları altında onaylanması hatta bizzat süper güçlerin direkt ve dolaylı katkılarıyla kurulmaları, üçüncü dünya ülkeleri söz konusu olduğunda yaygın bir pratik olup çıkmıştır. 1960’larda Latin Amerika’da askerin politik alanda artan rolünün arkasındaki en önemli faktör ABD’nin buradaki ülkelere yönelik askeri yardım ve eğitim politikalarıydı. 1964’den itibaren ABD’nin Latin Amerika’da askeri rejimlere yönelik ilgisinin 
nedeni 1964 Küba devriminin bölgede yayılma olasılığıydı ve bu dönemde Brezilya, Bolivya, Şili, Uruguay ve Arjantin’de kurulan yeni yapılanmalar bu bağlamda anti-devrimci askeri rejimler şeklinde tanımlandı. Bu politika sonucu ortaya çıkan askeri rejimler de ABD tarafından komünist devrime karşı bir duvar oluşturdukları için meşru görüldüler. Türkiye’deki askeri darbeler ve bunların sonucunda hâkim söylem olarak işleyişe giren militarizm, doğrudan 
Soğuk Savaş geriliminin bir sonucu olmasa da, Soğuk Savaş koşullarının militarizme sağladığı onay/normallik Türkiye’de militarizmi hâkim söylem düzlemine yerleştiren en önemli unsurdu. 

27 Mayıs 1960 Darbesi, sadece iç politikanın militarist müdahaleyi onaylayıcı ortamı içinde değil aynı zamanda daha geniş perspektifte bir onayın da mümkün olduğu Soğuk Savaş koşulları içinde gerçekleşmiştir. Darbeden sadece 3 gün sonra, yeni rejim ABD ve İngiltere tarafından tanındığı gibi demokratik Batı cephesinden de darbeye yönelik bir tepki gelmedi ve müttefiklik ilişkisi olduğu gibi devam etti. Soğuk Savaş mantalitesi doğrultusunda ABD için belirsiz bir politika izleyen sivil yönetimler yerine daha “sorumlu” bir davranışı garanti 
eden geçici askeri yönetimler makul bir seçenekti.11 

12 Mart 1971 öncesinde yaşananlara dikkat çeken Rıdvan Akar, ABD ve NATO’nun etkisini şöyle izah eder: 

12 Mart döneminde, iki farklı cunta kendi aralarında ciddi bir rekabet 
gerçekleştiriyorlar. Biri 9 Mart Cuntası diye bilinen daha sol, daha radikal 
bir asker grup, diğeri 12 Mart cuntası diye bildiğimiz o ünlü muhtıranın 
sahipleri. 9 Martçıların çok çarpıcı bir durumu var: Faruk Gürler Paşa ikisi 
arasında gidip geldiği bir dönemde Faruk Gürler’e geliniyor ve deniyor ki: 
“Paşam, DEV-KUR harekete geçti.” DEV-KUR, 1962-63 yılında NATO 
tarafından Türkiye’de oluşturulan “devleti kurtarma planı.” Yani bir darbe 
girişimi olduğunda devlet hangi refleksleri gösterecek, nereyi kontrol 
altında tutacak ve darbeyi nasıl savuşturacak? Bu tamamen NATO 
tarafından planlanmış olan ve doğrudan da fiilî olarak NATO tarafından 
da harekete geçirilmesi istenen bir plan. DEV-KUR’un harekete 
geçmesiyle birlikte 9 Martçılar tasfiye ediliyorlar. Çünkü DEV-KUR 
refleksini ortaya çıkaran şey 9 Martçıların radikal dünya görüşleri ve 12 
Mart galebe çalıyor. Şimdi, dolayısıyla, ben her darbe sürecinde mutlaka 
Türkiye’nin stratejik müttefiki olan Amerika’nın şu veya bu şekilde bu 
sürecin içerisinde olduğu ya da şu veya bu biçimde bu süreci engelleyip 
manipüle edebileceği duygu ve düşüncesine sahibim.12 

Türkiye’nin dış politikasının inşasında ordunun ağırlığı ve etkililik düzeyi ele alınmaya değerdir. Ordu, tıpkı iç politikada siyasetin sınırlarını belirleyip siyasal parti ve aktörlerin bu sınırlar içinde politika yapmasını istediği gibi, dış politikada da Kürt sorunu, İsrail ile ilişkiler, Kuzey Irak Politikası, Kıbrıs ve Ege sorunları gibi kritik konuları kendi yetki alanı içinde gördü. Sonuçta ortaya siyasal iktidarların, ana eksenlerini ordunun belirlediği çerçeve içinde dış politika oluşturabildikleri bir yapı çıktı. Dışişleri bürokrasisi doğal olarak bu politikaların 
oluşturulma sürecinin bir parçasıydı, ama zaman zaman görüş ayrılıkları belirdiğinde askerlerin çıkışıyla karşılaştı. Siyasetin üstünde bir devlet politikası anlayışının sonuçta seçim ve iktidarların değişmesi olgusunu anlamsız kıldığı ortadadır.13 Ordu, Kıbrıs ve Ege, İnsan Hakları Dairesi, Doğu Çalışma Grubu gibi birimler oluşturarak ve SAREM14 gibi merkezler kurarak bu önemli konularda politika oluşturmaktadır. NATO ve silahlanma ile ilgili konular tamamen askerlerin eline bırakıldı, Kuzey Irak politikası 1996’daki bir Özel Millî Siyaset 
Belgesi ile Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Kuvvetlere havale edildi.15 
Soğuk savaş ve sonrası dönemdeki dinamikler 11 Eylül ile birlikte önemli bir değişime uğradı. Balkanlar’da belirleyici gücün AB olmaya başladığı ve belli bir istikrarın sağlandığı, İsrail ile ilişkilerin 1990’lardaki önem ve hızını yitirdiği bir ortamda ABD’nin Türkiye’ye özel ve ayrıcalıklı bir müttefik gibi davranmasının anlamı kalmamıştı. Ayrıca, ABD kendisine yeni ve çok daha hevesli müttefikler bulmuştu. Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Özbekistan ve Tacikistan ABD’yle askeri ve siyasal alanda işbirliği yapmak için kendileri önerilerde bulunuyorlar, ABD Almanya’daki birliklerini Polonya’ya kaydırıyor, Irak’ta kullanabileceği muhalif unsurları Macaristan’daki üste eğitiyordu. Yani, Doğu Avrupa’dan başlayan bir hat boyunca, Türkiye’yi de içine alan ve Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Afganistan’a uzanan bir eksende, Avrasya Bölgesinde ABD, askeri ve siyasal olarak konumunu pekiştirmişti. Ayrıca, ABD için 1990’ların başından beri yaşamsal önem taşıyan Irak, doğrudan ABD yönetimi altına girmişti. İşte böyle bir stratejik yeniden yapılanmada Türkiye zincirin halkalarından birine dönüşmüştü ve ABD’li yetkili ve yazarlar bunu farklı şekillerde, ama açıkça belirtmişlerdi. Örneğin, Brooking Institute’den Philip Gordon “Türkiye’nin askeri değerinin çok fazla olduğu efsanesinin yıkılmasının iki ülke arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması için zemin oluşturacağını” yazdı (America’s Partnership With Turkey is Still Valuable,” International Herald Tribune, 6 Ağustos 2003). Eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris ise ABD’nin Türkiye’ye bakışının Irak savaşından önce değişmeye başlamış olduğunu ve artık stratejik ortaklıktan söz etmenin bir anlamı olmadığını söylüyor (Starting Over: US-Turkish Relations in the Post Iraq War Era, Turkish Studies Quarterly, Nisan 2003). 

Silahlı Kuvvetlerin dış politikayı ve özelde Türkiye’nin dış politikasını nasıl algıladığı üzerinde durmak gerek. Dünyanın her yerinde askerlerin sivillerden farklı bir zihin yapısına sahip oldukları kabul edilir. Askeri zihniyet (military mind) olarak da adlandırılan ve dünyayı güvenlik penceresinden gören bu yaklaşımda genel hatlarıyla belirleyici olan dost-düşman ayrımıdır ve 
gri tonlar pek bulunmaz ki, bu da alınan eğitimin ve ordunun işlevinin gereğidir. Dış politika alanında güvenlik merkezli bu bakış açısı teorik karşılığını realpolitik’te bulur ve uluslararası ilişkiler literatüründeki bütün eleştiri ve gelişmelere rağmen askerlerin bakış açılarına en uygun şemayı bu yaklaşım oluşturur. Yaratılan kuşku ve korku Türkiye’nin demokratikleşmesini ve insan haklarının gelişimini engelleyen en önemli etkenlerden biri oldu. Dünyanın en büyük emperyalist güçlerine ve onların içte ve çevremizdeki uzantılarına 
karşı savaş veriliyorsa, demokrasiden ödün verilmesinden doğal bir şey olmazdı. Sonuçta, askerler insan hakları ve demokratikleşme ile etkin çatışma ve parçalanma arasında birebir ilişki kurarak, bu konuda Batı’dan gelen eleştiri ve baskıları doğrudan bölünmeye giden yolu açmak olarak değerlendirdiler. O yüzden de insan hakları ve demokratikleşme kendi içinde insanlığın oluşturduğu bir değer olarak alınmak ve cumhuriyet projesinin en önemli parçası olarak kabul edilmek yerine, Batı’nın özellikle Türkiye’ye karşı kullanmayı seçtiği emperyalist araçlarından biri olarak görüldü, diğer konular gibi güvenlik alanına hapsedildi.16 
Mahir Kaynak; Türkiye’nin Batı’yı bir bütün olarak göremediğini, Batı’nın içinde ciddi rekabetler olduğunu ve Türkiye’deki darbelere de Amerika - Avrupa (özellikle İngiltere) çekişmesinin sirayet ettiğini, yine Türkiye’de komünistlerin varlığından bahsedilebileceğini ancak bir komünist hareketin hiç olmadığını, özellikle sol bir tehlikenin yaşanmadığını bunun abartılarak kullanıldığını ifade etmiştir. Düşüncelerinin devamında: 
Türkiye’nin dünya politikasındaki yerine dair büyük hatamız Batı’yı bir bütün 
olarak görmemiz ve her şeyi Batı-Doğu şeklinde analiz etmemiz. Hâlbuki Batı’nın içerisinde ciddi rekabetler vardır. O zamanki Cumhuriyet Halk Partisi -şimdi de öyle ya- Avrupalıydı. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye İngiltere’nin nüfuz alanı içerisinde, onun dediklerini yapan bir ülke olarak bilinirdi. Fakat Amerika Birleşik Devletleri askerî olarak Orta Doğu’ya ve Türkiye’ye girdi. Türkiye’ye girince de giderek Türkiye içerisindeki etkileri artmaya başladı. Bu etkileri artınca hemen bir darbe hazırlığı olmaya başladı. Yani oradaki mesele Amerika’nın Türkiye’deki etkinliğini bertaraf etmekti. Daha ziyade İngilizler ama birçok Avrupa ülkesi de işine geldiği zaman onunla birlikte hareket eder. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Özetle, 1960 darbesi Amerika’nın Türkiye üzerindeki etkinliğini azaltmak amacıyla yapılmıştır. Sorun Türkiye’nin Batı’nın içerisinde Avrupalı veya Amerikalı olup olmamasıyla ilgilidir. Dünyadaki mücadelenin bir de bu tarafı vardır. Kimse buna bakmaz. Bu yüzden yaptılar ve Amerika’ya daha yakın olan Demokrat Partiyi bertaraf ettiler, İsmet Paşa geldi. 12 Mart 1971 darbesi, benim katıldığım darbe de bu sürecin bir devamıdır. Neden? Amerika’nın etkinliğini iyice azaltmak için sol bir cunta hazırladılar. Sol cuntanın özelliği, solculuğun Amerika karşıtı olmasıydı. Bu solcu olmaya yetiyordu.17 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Darbe: Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi. Devrim: Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme. İhtilal: Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim. (Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük). 
2 Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 34. 
3 Davut Dursun (1999); 27, 28. 
4 Ali Balcı; Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi, Kadim Yayınları, Ankara, 2011, s. 14, 15, 19, 20, 21. 
5 Türk Demokrasi Vakfı (1992); s. 57. 
6 Ömer Laçiner; Türk Militarizmi, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 14, 24, 26. 
7 Etyen Mahçupyan; Bir Mikro İdeoloji Olarak Militarizm, Zihniyet, Özne ve Etik Meseleleri Üzerine Bir Not, Bir 
Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 120, 133. 
8 Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu; Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 7-9 
9 Muhsin Öztürk; 27 Mayıs Devleti 1960-2011, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012, s. 124, 125. 
10 Ali Balcı (2011); s. 19, 20. 
11 Ali Balcı (2011); s. 26, 28, 29, 32. 56. 
12 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 24. 
13 İlhan Uzgel; Ordu Dış Politikanın Neresinde, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 313. 
14 Genelkurmay en çok tartışılan birimini kapattı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından açılışı 8 
Ocak 2002’de yapılan Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM) 2011 Kasım ayında faaliyetlerine son verdi. SAREM'in adını gündeme getiren en önemli gelişme ise 2007 yılında yaşandı. Türkiye üzerine 'felaket senaryoları'nın 
konuşulduğu ABD'deki Hudson Enstitüsü'nde düzenlenen toplantıya, dönemin SAREM Başkanı Süha Tanyeri'nin katıldığı ortaya çıktı. Uzun süre tartışılan senaryolara göre; dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu suikasta kurban gidecek, Beyoğlu'nda düzenlenecek canlı bomba saldırısını terör örgütü PKK üstlenecek, ardından da TSK 50 bin askerle Kuzey Irak'a girecekti. Basına sızan senaryonun ardından Genelkurmay bir açıklama yaparak Tuğgeneral Tanyeri'nin, bir dizi temasta bulunmak üzere ABD'de olduğu, Hudson Enstitüsü'ndeki toplantıya da bu çerçevede katıldığını duyurdu. 
(http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-en-cok-tartisilan-biriminikapatti/
siyaset/siyasetdetay/20.01.2012/1491491/default.htm Milliyet Gazetesi, 20 Ocak 2012, Erişim: 1 Temmuz 2012) 
15 İlhan Uzgel (2009); s. 314, 315, 325, 328, 329, 334. 
16 İlhan Uzgel (2009); s. 315, 325. 
17 Mahir Kaynak, İktisat Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 14 Ekim 2012, s. 3-4. 



***