ulus devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ulus devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mayıs 2020 Perşembe

CORONA-VİRÜS SONRASI DÜNYADA NELER OLACAK..

CORONA-VİRÜS SONRASI DÜNYADA NELER OLACAK..




CORONAVİRÜS SONRASI DÜNYADA NELER OLACAK..

Korona Süreci, Ulus-Devlet ve Uluslararası Düzeni Nasıl Etkiler?

       AA’ya Konuşan Akademisyenler, Tüm dünyayı etkisi altına alan yeni tip korona virüs sonrası dünya düzenini değerlendirdi. 


14 Nisan 2020 Salı 


Kovid-19 pandemisi, dünya genelinde her geçen gün daha fazla yayılırken kayıplar da artıyor. 

Gündelik yaşamı değiştiren salgın nedeniyle sınırlar kapatıldı, uçuşlar durduruldu, ticari faaliyetler askıya alındı. 

Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, NATO ve Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumların varlığı ve geleceği sorgulanıyor.

Uzmanlar, AA muhabirinin 

"İktisadi küreselleşme son mu buluyor?", 

"Yeni bir tür uluslararasıcılık mı doğacak?", 

"Yeni üretim modelleri ortaya çıkar mı?", 

"Neo-liberalizmin sonu mu geldi?", 

"Hükümetler içe mi dönecek?", 

"Uluslararası iş birliği için umut var mı?", 

"Hukuki düzenlemeler değişecek mi?", 

"Tarım ve gıda ile ilgili yeni düzenlemeler gelir mi?" 
Şeklindeki sorularını yanıtladı. 

"Avrupa'nın Yeni bir Yapılanmaya gideceğine inanıyorum"  

Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Nail Alkan, 
küreselleşmenin sonuna gelindiğini, Avrupa Birliği'nin (AB) zannedildiği gibi birlik, beraberlik ve dayanışma ruhu taşımadığının ortaya çıktığını 
söyledi. AB ülkelerinde herkesin kendi derdine düştüğünü, kendi çıkarını düşündüğünü anlatan Alkan, şunları söyledi:

"İtalya, İspanya'da yaşananlar herkesi çok rahatsız ediyor ama 'Herkes kendi bacağından asılır.' mantığı ile devam ediyorlar. 

Birbirlerinin maskelerine el koyuyorlar. Son derece egoist davranışlar sergiliyorlar. Yardıma ihtiyacı olan ülkelere para yardımı yapmak için 
kurulmak istenen fona Almanya ve Hollanda karşı çıkarak 'Herkes kendi başının çaresine baksın.' diyorlar. Postcorona sürecinde Avrupa'nın yeni 
bir yapılanmaya gideceğine inanıyorum.  Şu durumda AB için tünelin sonunda ışık görünmüyor. Her şey düzeldiği zaman üye ülkelerin AB'ye üyeliğinin artıları ve eksileri konusunda yeniden bir değerlendirmeye gitmeleri muhtemel. Böyle bir durumda İngiltere'nin başlattığı 'exit' fırtınasına başka ülkelerin de katılması söz konusu olabilir. Bu kapsamda AB’nin hem siyasi hem ekonomik olarak kan kaybettiği açık ve net bir şekilde ortada. Bakalım AB herkesi şaşırtıp Jean Monnet’nin söylediği gibi 'Avrupa krizlerden doğuyor.' sözünün hakkını verip, toparlanıp daha güçlü bir şekilde ayağa kalkabilecek mi?"

"NATO'nun Varlığı daha çok sorgulanacak"

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar Onay, Rusya'nın, tıbbi destek adıyla Avrupa’nın içlerine kadar asker göndermesinden dolayı NATO'nun varlığının ciddi bir şekilde sorgulamaya açılacağını ifade etti.Böyle bir dönemde 40 bin ABD’li askerin Almanya’da konuşlanmasını sadece "tatbikat" diye açıklamanın inandırıcı olmadığına dikkat çeken Prof. Dr. Onay, şunları kaydetti: 

   "Kovid-19 sonrasında ulus devletler yeniden belirgin güç olma konumlarını daha etkili bir şekilde koruyacaklar, AB, NATO gibi ekonomik ve Askeri ittifakların varlığı tartışılacak ve belki de bu yapılar dağılabilir. Eğer gidişat bu yönde olursa, dağılan AB ve NATO'ya alternatif olarak, Fransa, Almanya, Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Suriye askeri ağırlıklı yeni bir ittifak sistemi oluşturma yönünde adımlar atabilirler ki böyle bir gelişmenin, ABD’nin ve doğal müttefiklerinin küresel ve bölgesel çıkarlarıyla çatışma halinde olacağı kesindir."

"Küresel Kurumlar iflas etti"

Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilal Sambur, BM, AB, İslam İşbirliği Teşkilatı, Afrika Birliği, Dünya Sağlık Örgütü, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü ve Uluslararası Para Fonu gibi kurumların böyle bir salgın karşısında çok başarısız bir sınav verdiğini, A, B, C gibi planları ve stratejileri olmadığının çok net bir şekilde ortaya çıktığını belirtti.  Salgın sonrası dönemde tüm bu küresel kurumların varlığının sorgulanacağını belirten Sambur, şöyle konuştu:

" Postcorona dünyasında; risk yönetimi, risk iletişimi ve risk toplumu kavramlarının  hayatımıza daha fazla gireceğini düşünüyorum. Bu riskli günlerden sonra da dünya risk barındırmaya devam edecek. ABD, İngiltere, 
Almanya gibi ülkelerin, silah sanayisinde ve teknolojide bu kadar gelişmiş olmalarına rağmen sağlık ve sosyal alanda ne kadar kof olduğu 
ortaya çıktı. Bu süreçten sonra devletlerin bu kofluğu ciddi bir şekilde sorgulanacaktır.
   Ayrıca herhangi bir kriz durumunda küresel dünyanın anında refleks gösterebileceği ortak bir veri iş birliğinin olmadığını da bu salgınla bir 
kere daha gördük. Böyle bir salgının ancak küresel ortak bir bilinç ve dayanışma ile çözülebileceği ortaya çıktı. 
Bu da insanlığın küresel bir liderliğe ve küresel bir bilişime ihtiyacını net bir şekilde ortaya koydu. 
Sanırım bu süreçten sonra bu da sorgulanacaktır. 
ABD'nin veya BM'nin bir küresel lider, küresel bilişim merci olmadığı ortaya çıktı."

"Tarım ve Hayvancılık ön Plana çıkacak "

    Özyeğin Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nuray Ekşi, bugüne kadar yaşanan sorunların bir veya birkaç ülkeyi ilgilendirdiğini 
ifade ederek, Kovid-19 salgınının ise ilk defa bütün dünyayı tehdit eden ve ülkeler arasındaki dayanışmayla çözümlenmeye çalışılan bir sorun 
olduğunu söyledi.Bu salgınla beraber tarım ve hayvancılığın, tarım topraklarının, meraların, otlakların, yaylaların, sulak alanların geçmişte olduğu gibi gelecekte de büyük önem kazanacağını aktaran Prof. Dr. Ekşi, "Salgın, Tarımla ilgili alanların korunması için ciddi önlemler alınması gerektiğini ortaya koymuştur. 

Tarım ve hayvancılık, aksayan sanayi üretimi sebebiyle açlıkla mücadele edilmesinde en önemli araç haline gelecektir bundan sonra. 

Küreselleşme, uluslararası seyahatlere sınırlama getirilmesi, sınır güvenliği, göç ve iltica akımlarında devletlerin duyarlılığı artacak; bu konularda önleyici politikalar geliştirilecektir." değerlendirmesinde bulundu.

Hukukun Çerçevesi değişebilir, Yeni boyutlar kazanabilir

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Adem Sözüer, koronavirüs döneminde eğitim, öğretim dahil hemen her alanda faaliyetlerin dijital yöntemlerle yürütüldüğünü ve bunun hukuk alanında da yansımaları olacağına dikkati çekti.Dijital çağın getirdiği değişimin öneminin çok daha iyi anlaşıldığına vurgu yapan Sözüer, "Dijitalleşmenin hayatın her alanında getirdiği değişimler korona sonrası artarak devam edecektir. Bunun hukuk alanındaki etkileri de çok yönlü olarak ortaya çıkacaktır. Dijital teknolojilere sahip firmaların var olan gücü daha da artması muhtemeldir. Bu durum ise demokrasi ve kişi özgürlükleri açısından sorunlar doğurabilir." dedi.Serbest seçimlere dayalı çoğulcu demokratik rejimlerin bu güçlere karşı korunması gerektiğine işaret eden Sözüer, şöyle devam etti:Büyük krizlerin ortaya çıkmaması veya çıktığında 
önlenmesi için bilimsel bilginin değeri ve önemi anlaşıldı. En önemlisi evlerde kalınan bugünlerde özgürlüğün ne kadar kıymetli olduğu idrak edildi. 

Özgürlükleri koruma mekanizmalarının etkinliğinin artırılması önemli bir gündem olacak. Korona sonrası dönemin ana teması; vatandaşların haklarını koruyan etkin ve güçlü hukuk devletinin, dijital çağdaki çoğulcu demokrasi içindeki yolculuğu olacaktır."

"Mahkemelerde Hesaplaşma olacak"

Uluslararası Öğrenci Akademisi Asya İhtisas Programı Sorumlusu Prof. Dr. Alemdar Yalçın, koronavirüs salgını kontrol altına alındıktan sonra bilim dünyasında büyük bir tartışmanın çıkacağını belirterek, "Bu pandeminin sorumluları aranacak. Bu tartışma bizim bilmediğimiz bazı Laboratuvar 
çalışmalarının kamuoyuyla paylaşılmasına da sebep olacak." dedi.Salgın sonrası dönemde bir hesaplaşma olacağına dikkat çeken Yalçın, sözlerini şöyle sürdürdü:"Ülkelerin biyokimya ile ilgili araştırma merkezlerinde 1980'li yıllardan sonra başlayan iki temel çalışma var. 

Bunlardan birisi cep telefonu ve internet ağlarının yaydıkları mikro dalgaların insan ve çevre üzerinde etkisi. Bu konuda çok ciddi ve gizli çalışmalar var. İkincisi ise insanlara hayvanlardan bulaşan korona ve benzeri virüslerin birbiri ile genetik olarak eşleştirilerek kontrol edilmesi çalışmaları. Bu çalışmalarla ilgili bazı bilimsel makaleler yayınlandı. Kovid-19'un laboratuvar ürünü bir virüs olduğu üzerinde ciddi iddialar var. 

Sanırım bir ay içinde dünya kamuoyunda bunlar ciddi olarak tartışılacak ve uluslararası mahkemelerde hesaplaşma şekline dönecek."

"İnsan, Ne kadar İnsan diye durup Düşüneceğiz"

Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Faik Demir, Yeni tip Koronavirüsün; 
Doğanın, teknolojiden ve bunun kölesi olmuş insandan intikamı olduğunu belirterek,
 "Kendi yaşam alanlarını yok eden insan, Sonunda, Kendisi de yok olma duygusuyla karşı karşıya kaldı.  Çaresizlik tüm Dünyaya çöktü, Zengin-Fakir, Güçlü-Zayıf, gelişmiş-geri kalmış hiç fark etmedi." dedi.  

Koronavirüs sınavını belli aşamalar çerçevesinde düşünmek gerektiğini aktaran Demir, aşamaları şöyle sıraladı:"İlk aşama, koronavirüsten kurtulma ve bu sorunun bertaraf edilmesidir. İkinci aşama koronavirüs sonrası devletlerin ve toplumların yaralarının sarılması, eski yaşama yani gündelik 
yaşama dönülmesidir. 

Ama esas sorun son aşamada; yani 'Neden bu sorun yaşandı, neden çözülemedi ve nerede yanlış yaptık?' sorularının cevaplarının aranmasında yaşanacaktır. İnsan aslında bu aşamada gördüğümüz gibi ciddi bir insanlık sınavından da geçmektedir. 

Bu sınavın sonucu da incelenecektir. Hangi hasletleri kaybettik ve acaba teknoloji robotu yaratmanın yanında insanı da mı robota çevirdik? 
'İnsan ne kadar insan?' diye durup düşüneceğiz.   

Peki koronavirüs sınavından ders çıkarmak ve bunu avantaja çevirmek mümkün müdür? 

Kuşkusuz her zaman, her sorundan çıkmanın ve mutluluğa ulaşmanın yolu mevcuttur. 

Bu süreçten ve zorluklardan çıkmanın ve ayağa kalkmanın belki de en kolay yollarından biri 'Ben' yerine 'Biz' demeyi öğrenmektir. 

'Ben' ve 'Biz' bir bölge, ülke, inanç ya da ideolojiyle sınırlı olmamalıdır. 
Tüm dünya olmalıdır. Ayrıca 'Biz' sadece insan da olmamalıdır. 

Tüm Canlılar ve Çevremizin 'Biz' olduğu Unutulmamalıdır. 

'Bir Musibet bin Nasihatten iyidir.' Sözünü hatırda tutmalı ve bu yaşanan süreçten dersler çıkarılmalıdır. 

Herkesin kendine mahkum olduğu bu dönem, bunları düşünmek için inanılmaz fırsattır."

"Ulus devletler yükselişe geçecek"

Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, Dünyayı kökünden sallayan salgın sürecinde verilen tepkilere, başvurulan 
yöntemlere ve yükselen taleplere bakıldığında, ulus devlet düşüncesinin bu kargaşadan güçlenerek çıkacağını savundu. Sokağa çıkma yasakları, karantina ve sosyal mesafe uygulamaları gibi salgının üstesinden gelmek için alınan tedbirlerin ulus devletleri kuvvetlendireceğini vurgulayan Coşkun, şunları kaydetti:"Ulus devlet kavramının yükselmesine neden olan diğer bir faktör ise bölgesel ve küresel ulus üstü yapıların bu sınavdan başarı ile çıkmamış olmalarıdır. 

    Salgın karşısında her Devlet kendi başına kaldı, her koyun kendi bacağından asıldı. 
    Dahil olunan birliklerden ve Örgütlerden beklenen ya da Umulan yardım ve destek gelmedi. 

     Mesela, 
AB'nin uzunca bir süre İtalya’ya yardım etmemesi İtalya’da hem büyük bir hayal kırıklığına neden oldu hem de AB’ye karşı öfke katsayısını yükseltti.  

BM ve Dünya Sağlık Örgütü gibi evrensel nitelikli yapılar da böylesi felaketlere etkili bir şekilde müdahale edemedi, çözüm üretmekte ve yaraları 
sarmakta aciz kaldı. 

   Koronavirüs tecrübesi, bütün herkesi tehdit eden felaketler karşısında, bir taraftan bu tehdidi bertaraf edecek dünya çapında organizasyonlara 
olan gereksinimi diğer taraftan da bu amaçla kurulan mevcut Organizasyonların yetersizliğini gösterdi. Ulus üstü organizasyonların bu yetersizliği, 
ulus devletlerin itibar tazelemelerine ve güç kazanmalarına yol açtı. 

   Devletlerin, Virüsten sonra da elde ettikleri bu Güçten kolaylıkla vazgeçmeyeceklerini öngörebiliriz." 



  https://www.haksozhaber.net/korona-sureci-ulus-devlet-ve-uluslararasi-duzeni-nasil-etkiler-125597h.htm


***

5 Kasım 2018 Pazartesi

Türkiye'nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri

Türkiye'nin Güvenlik Algılamaları ve ABD Politikalarının Güvenliğimize Etkileri




Armağan Kuloğlu  
10.04.2009

  Özet
Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmakta dır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.

Türkiye`nin politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmekte dir. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır.

Dünyanın içinde bulunduğu küreselleşme ortamı bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşma lar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.

TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI

Güvenlik ve Ulusal Güvenlik,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik, psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etki-tepki) yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak, bu mümkün olmuyorsa yönlendir mek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana boyutta önem kazanmakta dır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve/veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek bi­çimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzla­rının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir. Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket noktasıdır. 
Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi, bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmekte dir.

Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir. Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslara­rası konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedefle­rin de göz önünde bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.

Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi), Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. 
Bu suretle hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı, sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir. Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler, uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları, harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü olmak üzere politik ve askeri kapasitesinin en azından bölgesel bazda yani etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk ve Tehditler,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması, ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel Merkez’, Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin tehdit boyutu,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine, merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir. Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği, ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal, sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması; vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir. Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir. Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır. Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki ve İlgi Alanındaki Ülkeler ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru orantılıdır. 21. Yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır. Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa edilmektedir.

Dış tehditler

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan, genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı’na karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir. Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır. Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir. Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak gerekmektedir.

Ermenistan,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler. İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir. Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke konumundadır.

İran,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde, hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi, bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini, ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de, Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.

Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de düşünmek gerekir.       İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir ülkedir. Ne var ki, tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak, 

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda, henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur. Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler, anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkelerde, hem bölge ülkelerinde, hem de uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir. Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin, arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir. Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir. Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin, karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke konumunda olması önemli bir faktördür.

Yunanistan,

İki ülke arasındaki sorunlar, geçici olarak gündem dışı tutulmaya çalışılsa da, ulusal çıkarlar söz konusu olduğundan sürekli bir barış ortamının yaratılması mümkün görülmemektedir. İki ülke de NATO üyesi, biri AB, diğeri AB aday ülkesi olmasına rağmen Yunanistan’ın sorumsuz ve doyumsuz davranışları her an için bir çatışma ortamı yaratabilecek niteliktedir. Yunanistan Türkiye’nin zayıf duruma düştüğü durumlarda, üstünlük sağlamak maksadıyla “Düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket edebileceğini, Türkiye’nin terörle mücadelesindeki en yoğun olduğu zamanda Suriye ile de iş birliği yaparak göstermiştir. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için PKK terörüne destek veren ülkeler arasındadır. Kıbrıs konusu, karasuları, kıta sahanlığı, FIR hattı, adaların silahlandırılması, aidiyeti belli olmayan adalar ile ilgili tutumu, münhasır ekonomik bölge konusundaki davranışları ve GKRY ile bu konudaki dayanışması, sürekli olarak Türkiye aleyhine genişleme ve etki sahasını arttırma çabaları konularında Türkiye’ye problem çıkarmaktadır. Yunanistan hangi şartlar içinde olursa olsun tehdittir. Sürekli üstün durumda bulunmamızı gerektirir.

Bulgaristan,

Soğuk Savaş sonrası Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasını müteakip NATO’ya ve AB’ye üye olan Bulgaristan’ın oluşan şartlar itibariyle tehdit olma durumu ortadan kalkmıştır. İyi ilişkiler içinde olduğumuz dost bir ülke konumuna dönüşmüştür. Ancak eski husumetlerin yeniden ortaya çıkabilme potansiyeli olduğundan dikkatli olunmasında yarar görülmektedir.

İç Tehditler

Bölücülük Tehdidi,

İç tehditlerden önemli olanlardan biri “Bölücülük”tür. Türkiye’de cereyan eden etnik esaslı bölücülük/Kürtçülük hareketinin, Ortadoğu kaynaklı bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olduğu göz ardı edilmemelidir. Küreselleşmenin politik hedefi, ulus devlet üzerinde hegemonya yaratmak, milliyetçilik duygularını yok ederek emperyalizmin ve dolayısı ile büyük sermayelerin önündeki engelleri kaldırmaktır. Dolayısı ile küreselleşme, bölücülük tehdidinin dolaylı bir nedeni olarak görülebilir. Ayrıca insan hakları, özgürlükler ve demokrasi kavramları, küreselleşme adına hâkim unsurların dünyayı kontrol edebilmesinin bir aracı, bir paravanı olarak kullanılmaktadır.

Avrupa Birliği (AB) tarafından, azınlık olarak kabul edilmesi imkânsız olan, hatta bu toplumların büyük bir bölümü tarafından dahi reddedilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin asli unsurları Kürtler ve Aleviler gibi vatandaşlarımızı bütünden koparmaya yönelik sözde haklarının verilmesi talepleri gündeme getirilmiştir. Devleti oluşturan onurlu kurum ve kuruluşların ve Türklüğü aşağılayıcı ifadelere karşı korumayı esas alan kanunun kaldırılması istenmiştir. Bunlar insan hakları, özgürlükler ve demokrasi maskesi ile küreselleşme oluşumunun, Türkiye’yi zayıflatmaya yönelik yaklaşımları olarak değerlendirilmektedir. AB’nin bu yaklaşımları da bölücülük tehdidinin bir parçası olarak değerlendirilmektedir.

Diğer taraftan bölgesel ve aynı zamanda küresel bir hareket olan, etnik esasa dayalı bölücü ve Kürtçü hareketin Irak’taki ayağını teşkil eden kuzeydeki yapının, bağımsız “Kürdistan Devleti”ne dönüştürülmesi amacı, geçerliliğini korumakta ve bu oluşum Türkiye’ye tehdit teşkil etmektedir. ABD, kuzeydeki bu yerel yönetimi korumaktadır. Türkiye’yi bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması yönündeki oluşuma hazırlamak için iç ve dış basında çıkan yazılar, yapılan yorumlar ve konuşmalara dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin bu durumu kabullenmesi için hamilik, iyi ilişkiler gibi söylemlere itibar etmemesi ve kamuoyunun da bu konuda aydınlatılması önleyici tedbirler olarak faydalı olacaktır.

Bölücü terör hareketinin hedefi, öncelikle ulus devlet ve bilahare üniter devlet yapısının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik kimliklerinin anayasal güvenceye kavuşturulması talebi, doğrudan ulus devlet yapısını hedef almaktadır. Sonraki hedef de üniter devlettir.

Etnik esasa dayalı bölücülük yapanlar, silahlı propaganda aracı olarak kullanılan terörü, siyaseti veya her ikisini birbirini destekleyecek şekilde kullanmakta ve konuyu kamuoyuna kabul ettirmeye ve ortamı uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük, terörden çok daha tehlikelidir. Bu tehlike hem iç siyaset, hem de dış siyaset açısından geçerlidir. Konunun boyutları siyasi dış müdahaleden, ekonomik, sosyal ve fiili dış müdahaleye kadar uzanabilir. Halen yerel yönetimlerin bölgede etkili duruma gelme çalışmaları, hatta bu yönetimlerin merkezi devlet yönetimine alternatif olma çabaları gözden kaçmamaktadır. Hareket, etnik esaslı siyaset yapan bir siyasi parti ile de desteklenmektedir. Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim de Türkiye iç siyasetini etkileme çabasındadır. Bu nedenle “terör yapma, siyaset yap” anlayışının ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu aşikârdır. Türkiye, hem iç hem de dış gelişmelerden etkilenen ve birinci derecede tehdit oluşturan bölücülüğe karşı tedbir almalıdır. Bu kapsamda; siyasi kararlılık en önemli faktördür.

Bölücülük tehdidine karşı yapılan mücadelede dış tedbirler olarak; ABD ile ilişkilerde, müttefiklik anlayışına uygun, birbirlerinin menfaatlerine zarar vermeyen sahalarda al-ver ilişkisine dayanan bir iş birliği gerçekleştirilmelidir. Zarar veren konularda ise verimkâr olunmaması, egemen bir ülke olarak hareket edilmesi esas alınmalıdır. AB ile ilişkilerde, Türkiye’nin güvenliğine doğrudan ve dolaylı etki eden her konuya sınırlama getirilmelidir. Çevre ülkelerle diyalog içinde olunmalıdır. Bölgedeki istikrar için ortam yaratma teşebbüslerine, aşırılığa kaçmadan ve muhtemel sonuçlarını değerlendirerek devam edilmelidir. Niyet ve maksadımız net olarak anlatılmalı, güvenliğimizin hiçbir ülke veya yönetimin inisiyatifine bırakılamayacağı açıkça belirtilmeli ve bunun da arkasında kararlılıkla durulmalıdır.

Yine bu kapsamda yapılacak müdahalede iç tedbirler olarak; devlet otoritesi her yerde kayıtsız ve şartsız sağlanmalıdır. Küreselleşmenin paravanı olarak kullanılmak istenen demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerin güvenliği ve devlet otoritesini sarsmasına müsamaha edilmemelidir. Kritik olarak tanımlanan bölgelere tecrübeli bürokratlar atanmalı ve devletin varlığını göreceli olarak hissettirecek imkânlar götürülmelidir. Yargının caydırıcı olacak şekilde hukuk devleti anlayışından sapmadan süratli hareket etmesi de bu konuda önemli bir etkendir. Güvenlik güçlerinin terörü önlemede yetkili ve etkili olabilmesi için bir takım hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu da bir gerçektir. Bu konuda tedbir alınmasından çeşitli düşüncelerle imtina edilmemelidir. Bölgede askeri tedbirlerin yanında eğitim seferberliği ve nüfus kontrolü tedbirlerinin alınması zarureti de bulunmaktadır. Bu tedbirleri ekonomik ve sosyal tedbirlerin takip etmesi de gerekmektedir. Mücadeledeki en etkin faktörün, kamuoyu desteği olduğu, halk tarafından benimsenmiş ve devletin tüm organları ile koordineli olarak desteklenmiş bir mücadelenin mutlaka başarıya ulaşacağı bilinmelidir. Kamuoyu desteği kazanmanın ve hareketin halk tarafından benimsenmesi için de karşı propaganda ve psikolojik harekâtın etkili olacağı değerlendirmektedir.

İrtica tehdidi,

Diğer bir iç tehdit de “irtica"dır. Toplumun önemli bir kesiminin; eğitim düzeyinin düşük olması, modern yaşam tarzının dışında bulunması, geleneklere bağlı olması, değişime adapte olamaması veya çarpık adaptasyona tabi olması, açık ve gizli işsizliğin yaygınlığı ve fakirlik, istismara müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu durumda din olgusu etken bir faktör olarak ön plana çıkmaktadır. Din konusu Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar bazı çevreler ve oluşumlar tarafından istismar edilmiştir. İktidar olabilmek ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmıştır. Siyasete alet edilmiştir. Fırsat buldukça devletin kadrolarına sızmış ve genişleme temayülü göstermiştir. Demokrasi adı altında laik sistem erozyona uğratılmaya çalışılmaktadır. İrticai unsurlar laiklik karşıtı faaliyetlerini; vakıf, dernek vb. isimler altında bir takım yasal oluşumlar vasıtasıyla yurt içinde ve dışında sürdürmeye devam etmektedirler. Ülkemizdeki etnik ve dini yapı ve bu konudaki kültürel zenginliğimiz, bazı dış destekli çevreler tarafından istismar edilmeye çalışılmaktadır. Anayasal bütün kurumların laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin koruyucusu durumunda olması, demokratik sistem içinde irtica ile mücadele etmesi gerekmektedir. Bu konuda yapılacak mücadele, samimi dindarların, maneviyata önem verenlerin ve genel anlamda toplumun duygu ve düşüncelerini rencide etmemelidir.

ABD’nin Yeni Politikalarının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri
ABD, Türkiye’nin önemli tehdit algılamalarından olan PKK bölücü terör örgütü ile sınır ötesindeki mücadelesine, 5 Kasım 2007 tarihindeki Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra, Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimi kabullenmesi ve onunla iletişim kurması, iyi ilişkiler oluşturması ve muhatap olarak kabul etmesi karşılığında müsaade etmiş ve yardımcı olmaya başlamıştır. Yeni ABD yönetimi de önceki yönetimin son zamanlardaki politikası yönünde davranış göstermiş ve Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimle başlayan diyalogun devam ettirilmesi ve güçlendirilmesine destek veren bir yaklaşım içinde olmuştur.

Türkiye’nin de bu anlayış içinde hareket etmesi ve PKK terörünün sonlandırılması için her çareye başvurulabileceği yönündeki davranış tarzı, Irak’ın kuzeyindeki yönetim, Irak merkezi yönetimi ve ABD tarafından olumlu karşılanmıştır. Ülke içinde, hatalı bir yaklaşım da olsa, zaman zaman “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan konuya, çözüm adı altında birtakım açılımlarda bulunabileceği yönünde çalışmalar yapıldığına ilişkin, devlet yetkililerinin ifadelerine de rastlanmaktadır. Bu durum “Terörle bir yere varılamaz” anlayışına ters düşmektedir. Terör yerine siyaset yapılması, bu maksatla PKK teröristlerine af çıkarılması yönünde isteklerle karşılaşılmaktadır. Bu konu ABD’nin bazı devlet yetkilileri tarafından da sık sık dile getirilmiştir. Bölücü terör hareketinin ara hedefinin konuyu siyaset alanına taşımak, hatta kendisinin siyaset sahnesinde rol almak olduğu dikkate alınmalıdır. Siyaset yolu ile yapılan bölücülük faaliyetinin bölücü terörden daha tehlikeli olduğu unutulmamalıdır. Obama, Türkiye ziyaretinde, Kürtçe TV’nin açılmasını olumlu karşıladığını, eğitim dahil Kürtlere tanınan hakların arttırılmasını beklediğini söylemiştir. Bu konunun aynı zamanda terör örgütünün taleplerinden olduğu ve bölücülüğe hizmet ettiği unutulmamalıdır. Siyaset yolu ile bölücülük yapılmasına asla müsaade ve müsamaha edilmemelidir. ABD’nin Kürt konusundaki yaklaşımlarında, iç hassasiyetler de dikkate alınarak ihtiyatlı olunması zarureti bulunmaktadır.

ABD’nin yeni Başkanı Obama’nın açıklamalarından ve Dışişleri Bakanı Clinton’un Türkiye ziyaretinden ve yine Başkan’ın Türkiye’ye yaptığı ziyaretteki ifadelerinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin Türkiye hakkındaki düşüncelerine ilişkin ana politikasında bir değişiklik olmadığı sonucuna varmak mümkündür. ABD’nin bölgeye ilişkin ana politikasının, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak Türkiye’nin jeopolitik durumundan yararlanıp bölge üzerinde kontrol sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Önceki dönemde bu politikayı gerçekleştirmek için “ılımlı İslam” anlayışının hâkim kılınması strateji olarak benimsenmiş, ancak tepki çektiği anlaşılınca, yeni yönetim tarafından bu yaklaşımdan vazgeçilerek, “laik anayasa ve demokrasi” tabirine vurgu yapılmıştır. ABD Başkanı’nın ziyaretinde kullandığı “Model Ortaklık” tabirini değerlendirmekte fayda görülmektedir. ABD ile “Stratejik Ortak” olmadığımız ve olamayacağımız bilinmektedir. İlişkilerimiz, ikili ve NATO çerçevesinde “Stratejik Müttefiklik” düzeyindedir. Bu durum, belirli sahalarda müşterek hareket etmeyi öngörür. Ancak ilişkilerin tek taraflı değil karşılıklı menfaat ilişkisine oturtulmasını, al-ver durumunu birbirine zarar vermeden gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. “Model Ortaklık” tabirinin “Stratejik Müttefiklik” ile eşdeğer kabul edilebileceği düşünülebilir. ABD’nin Türkiye’ye olan davranışlarında değişiklik yapmasının, değişik bir strateji ile yaklaşmasının altında birçok beklentisinin olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu beklentilerinin neler olabileceği hususunda aşağıdaki değerlendirmeleri yapmak mümkün olabilecektir.

 ABD’nin Irak’tan askeri kuvvetlerini bir plan dâhilinde çekeceği ve 2011 yılı sonuna kadar bu işlemi tamamlayacağına ilişkin iki ülke arasında yapılan SOFA antlaşmasında hüküm bulunmaktadır. Yeni yönetimin, kuvvetinin önemli bir kısmını erken çekme arzusunu gerçekleştirecek bazı değişiklikler olabileceğini dile getiren açıklamaları olduysa da, bu plana ana hatları ile uyum göstereceği anlaşılmıştır. ABD, Irak ordusunun yeniden yapılandırılması, organizasyonu, lojistik desteği için istekte bulunmuştur. Bu maksatla Türkiye ile Irak arasında bir protokol imzalanmıştır. Önümüzdeki dönem için de ABD, askeri kuvvetlerinin Irak’ı tamamen terk etmesi veya mevcudunun azalması halinde çeşitli şekillerde ortaya çıkabilecek kuvvet zafiyetini Türkiye vasıtasıyla giderme konusunda ön talepte bulunabilecek, doğabilecek bir çatışma ortamında Türkiye’den destek isteyebilecektir.

 ABD’nin, kuvvetlerinin önemli bir kısmının Irak’tan çekilmesini Türkiye üzerinden yapma talebinde bulunduğu düşünülmektedir. Böyle bir talebin, bir işgale son verme anlamını taşıması itibariyle olumlu karşılanmasında mahsur olamayacağı değerlendirilebilir. Ancak bunun şartlarının uygun planlanması, zaman, mekân, çekilme süresi ve kuvvet değerlendirmesinin iyi yapılması ve kontrolünün tam sağlanması zarureti bulunmaktadır.

ABD, Irak’ın kuzeyindeki yönetim ile ilişkilerimizi geliştirme, tehdit olarak algılamamıza engel olma, bir noktada bu yapıya hamilik yaparak yaşamasına imkân sağlama konusunda garantiler alma ve destek olma isteklerinde bulunabilecek, Kürtlerin yaşam sahasının olgunlaştırılmasını talep edebilecektir. Nitekim Obama Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarette bu çerçevede ifadelerde bulunmuş. Hatta PKK ile mücadelede Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile de işbirliği yapmasını öngörmüştür.

ABD, İran ile diyalog kurma ve müzakere etme konusunda yaklaşımlarda bulunmaktadır. İran ise rejimin devamının, ABD ve Batı ile yakınlaşmamasına bağlı olduğuna inanmaktadır. Bu konuda sertlik yanlıları ile orta yolu izlemek isteyen siyasetçiler arasında çekişme yaşanmaktadır. ABD, İran ile münasebet konusunda bölge ülkesi olan Türkiye’nin, İran ile iyi olarak nitelendirilen ilişkilerinden istifade etmek istemektedir. Ancak Obama Türkiye ziyaretinde, İran’ın nükleer teknoloji çalışmaları konusunda BM tarafından uygulamaya konabilecek yaptırımlara Türkiye’nin uyması ve batı bloğu içinde yer almasını çağrıştıran ifadelerde bulunmuştur. Bu konu önem arz etmektedir. Ayrıca ABD’nin son tahlilde askeri müdahale gerektiğinde yine Türkiye’nin desteğini talep edebileceği de göz önünde tutulmalıdır.

Aynı şekilde ABD, Suriye konusunda da politika değişikliğine gitmiş ve bu ülkeyi de şer ekseninden çıkararak diyalog kurma, ehlileştirme ve uluslararası sisteme monte etme niyetini belli etmiştir. Bu konuda da Suriye ile iyi ilişkiler içinde olan Türkiye’den istifade etmek istemektedir.

ABD, Türkiye’nin, son yaşanan gerilimler dışarıda tutulmak kaydıyla, İsrail ile uzun bir dönemdir kurduğu olumlu diyalogdan ve ilişkilerden istifade ile Suriye-İsrail barış sürecine katkısının devamını talep etmektedir.

ABD, Türkiye’nin Hamas üzerindeki etkisinden istifade ile Hamas’ı ehlileştirme, Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında bir anlaşma sağlanmasına katkıda bulunma ve dolayısı ile İsrail-Filistin anlaşmazlığında olumlu rol oynama konusunda isteklerde bulunabilir.

Afganistan konusu NATO açısından başarılı veya başarısız olma durumuyla eşdeğer tutulmaktadır. Bu nedenle ABD Afganistan konusuna önem vermekte ve kendisi askeri katkısını arttırdığı gibi müttefiklerinden de destek vermelerini ve mevcut desteklerini de arttırmalarını talep etmektedir. Bu konuda Afganistan’a önemli katkılarda bulunan Türkiye’den de desteğini arttırmasını talep etmektedir. 3-4 Nisan 2009’da yapılan NATO Zirvesi’nde yine dile getirilmiş ve müttefiklerin 5000 asker daha göndermeleri kararlaştırılmıştır. Tarihi boyutta Türk-Afgan ilişkilerinin seyrine bakıldığında dostluk ve yardımlaşma söz konusudur. Afgan halkı Türkiye’ye sempati duymakta ve güvenmektedir. ABD Türkiye’nin Afganistan’daki sempatik ve kabul görme durumundan istifade etmek istemektedir. Ayrıca Türkiye, güvenlik sağlama faaliyetine ilave olarak Afganistan’da istikrarın sağlanmasına, ülkenin yeniden inşası ve yapılanmasına parasal destek de dâhil önemli katkılar sağlamakta, ülkeye ve ülke halkına çeşitli yardımlarda bulunmaktadır. ISAF’ın komutasını da iki defa üslenmiştir. Komutayı yeniden üstlenmesi de gündemdedir. Komuta Türkiye’ye geçtiğinde 750 kadar olan asker sayımızın doğal olarak bir miktar artacağı 1000 civarına çıkacağı düşünüldüğünde, NATO’nun 5000 asker arttırma isteğinden payımız düşenin karşılandığı kabul edilebilir. Ancak görevlendirme yine Kabil ve civarının güvenliği çerçevesinde olmalı, çatışma sahasında Türk askerinin bulunmamasına özen gösterilmelidir. Bu çizginin dışına çıkmak, her iki toplum için de sakınca doğurur. Ayrıca Türkiye-Afganistan- Pakistan arasında bir müddettir yapıla gelmekte olan üst düzeydeki temas ve toplantıların da, hem Afganistan’da, hem de Pakistan’da istikrara hizmet ettiği dikkate alınmalıdır. Taliban, çıkış noktası olan ve Afganistan’da olduğu kadar Pakistan’da da problem yaratmaktadır. Taliban’ın militan olmayan kanadının siyasete çekilmesi, terörle mücadelede kolaylık sağlayacağı düşünülmekte, bu konuda Türkiye’nin Afganistan ile birlikte Pakistan ile olan dostluk ve kardeşliğinin de önemli rol oynayacağı değerlendirilmektedir. Bu gelişmede elde edilecek olumlu sonuçlar, Türkiye’ye uluslararası ortamda prestij sağlayacak, bölge üzerinde sevgi, sempati ve hoşgörüye dayanan bir etkinlik oluşturulmasına imkan yaratacaktır. Bu durum, Afganistan’daki istikrarın sağlanmasına hizmet edeceğinden, aynı zamanda NATO ve müttefiklere de katkı sağlama, yardımda bulunma anlamına gelecektir. Türkiye’nin Afganistan konusundaki katkılarını sadece muharip asker katkısı ile ölçmek mümkün değildir. Türkiye’nin bu konudaki girişimleri son derece etkin ve olumlu sonuç almaya yöneliktir.

Genel olarak ABD, Arap ve Müslüman dünyası ile ilişkilerde Türkiye’nin bir bölge ülkesi olmasından, nüfusunun büyük bir kısmının Müslüman olmasından ve göreceli olarak muhafazakâr yaklaşımlar sergileyerek bölgede sempati toplamasından, ancak aynı zamanda laik ve demokratik yapısı ile Batı değerlerini taşımasından istifade etmek istemektedir. ABD ölçüsüz güç kullanarak kontrol sağlama konusunda netice alınmayacağını idrak etmiş durumdadır. Ayrıca yaşanan küresel ekonomik krizden en fazla etkilenen, hatta krizin kaynağı olan ülke konumundadır. Bu nedenle bir müddet için daha yumuşak politikalar uygulayarak zaman içinde yeniden politik, ekonomik ve askeri alanlarda güç toplamayı tercih etmektedir. Bu nedenlerle uygulayacağı politika ve stratejilerde Türkiye’nin jeopolitik durumuna, tarihi ve kültürel değerlerine önem veren bir anlayışla hareket etmektedir.

Kırgızistan, ABD’ye ait Manas askeri üssünü kapatma kararı almıştır. Manas, Afganistan’daki Amerikan üslerine lojistik destek sağlaması açısından önem taşımaktadır. Bu durumda ABD’nin, ikmal konusunda Türkiye’den de talepte bulunabileceği değerlendirilmektedir. Ancak Kırgızistan, Manas üssü konusunda, ABD’nin girişimi ile bu konuyu yeniden görüşmeye niyetli görünmektedir.

Diğer önemli bir konu da “Sözde Ermeni Soykırımı” ve “Ermenistan ile ilişkiler” meselesidir. Obama’nın seçim kampanyalarında güçlü şekilde dile getirdiği konulardan biri de Ermeni soykırımını tanıyacağı sözüdür. Obama her ne kadar Türkiye ile stratejik ilişkileri geliştireceği ve güçlendireceğini ifade etse de bu durum, Türkiye-ABD ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir. Diaspora bu durumda etkisini arttırabilir, Ermenistan bundan güç alabilir. Tanınmadan sonra sırada olduğu nitelendirilen tazminat ve toprak konuları zaman içinde gündeme getirilebilir. Bu durum Türkiye’yi politik açıdan meşgul ve rahatsız edebilir. Aslında bu konu ABD’de birçok eyalette kabul görmüşse de, merkezi yönetimde böyle bir karar alınması, önemli olarak mütalaa edilmektedir. Seçim döneminde söylenenlerle, icraatta karşı karşıya gelinen gerçeklerin birbirini tutmadığı geçmişte yaşanmıştır. Bu konudaki beklenti, başkanların tutumlarında değişiklik olabileceği yönünde olmasına rağmen, bu kadar güçlü bir vaatten nasıl vazgeçileceği bilinmemektedir. Yeni ABD yönetimi bir taraftan bölgede istikrar sağlanmasını arzu ederken, diğer taraftan da seçmenine ve genel olarak halkına karşı, sözde Ermeni soykırımının ABD Meclisi’nde kabulü sözünden vazgeçmeyi nasıl savunacağının hesabını yapmaktadır. Vazgeçmenin Türkiye açısından bedelinin olabileceği düşünülmektedir. Ermenistan ile olan ilişkilerde yeni ve karşılanması zor taleplerde bulunulabilir. Bu nedenle tasarının çıkmasını önleyici, çıkması durumunda da karşı koyucu önlemler konusunda değerlendirmeler yapılması gerekli görülmektedir. Bu konuda Obama’nın Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşma şüpheler yaratmıştır. Tarihle yüzleşmekten çekinilmemeli demiş, 1915’de arzu edilmeyen olayların yaşandığını ifade etmiştir. Ancak diğer taraftan da bu meselenin Türkiye ile Ermenistan arasında çözümlenebileceğini, ABD olarak karışılmaması gerektiğini de belirtmiştir. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yeni açılımları desteklediğini ve ilerlemesini arzu ettiğini de açıklamıştır. Ancak bu gelişmelerin Azerbaycan’ı gücendirdiği de dikkate alınmalıdır. Azerbaycan’dan hiçbir temsilcinin İstanbul’da yapılan Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmaması manidardır. Ermenistan’ın soykırım iddiasından vazgeçmeden, sınırlarımızı tanıdığını ve Doğu Anadolu topraklarında iddiası olmadığı açıklamadan ve bunu teyit etmeden, Azerbaycan’da işgal ettiği topraklardan çıkmadan Türkiye’nin tek taraflı açılım yapması durumu, yeniden değerlendirmeye ihtiyaç gösteren bir konu olarak karşımızı çıkmaktadır. Batı, AB, ABD istedi diye karşılıksız açılımda bulunulması prestij kaybına, dostları kaybetmemize, zaman içinde tehdit oluşmasına yol açacağından üzerinde tekrar tekrar düşünülmesini zaruri kılmaktadır.

Obama, seçim konuşmaları esnasında Türkiye’yi, Kıbrıs’ta işgalci güç olarak nitelendirmiştir. Bu durum, hem Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, hem Yunanistan’ın, hem de AB’nin yaptırımlar ve tavizler kapsamında Türkiye’ye karşı elini güçlendirmektedir. Esas itibariyle ABD’nin Kıbrıs politikasına baktığımızda ABD; Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri, Doğu Akdeniz güvenliğinin bir parçası olarak algılamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’a ilişkin bir çözüm, ABD için ikinci önceliktedir. ABD, Türkiye-Yunanistan arasında meydana gelebilecek bir çatışmayı, sadece NATO müttefikleri olmaları açısından değil, aynı zamanda ABD için hayati öneme haiz bölgelerin güvenlik ortamını doğrudan etkilemesi ve kendi çıkarları açısından önlenmesi gereken bir durum olarak da görmektedir. Diğer taraftan İngiltere, garantörlük hakkını, Adadaki üslerinin korunmasına yönelik bir imtiyaz olarak görmekte, çözümde de İngiliz çıkarlarının korunmasını esas almaktadır. Bu nedenle İngiltere AB’ye üye olurken üsleri, AB statüsünün dışında bırakmaya özen göstermiştir. ABD’nin de bu üslerden yararlanması, onun da meseleye İngiltere gibi bakması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Obama Türkiye ziyaretinde, Kıbrıs konusunda, birleşik, iki federasyonlu bir yapı oluşturma yönünde devam eden müzakere sürecini desteklediğini ifade etmiştir. İzolasyonların kaldırılmasından söz etmemiştir. Türkiye’nin, ABD’nin Kıbrıs konusunda olabilecek yeni bir yaklaşımlarını, yukarıdaki argümanları kullanarak karşılamasının uygun olabileceği değerlendirilmektedir.

Sonuç

Ulusal güvenlik kavramı çok boyutlu bir kavramdır. Mevcut ve potansiyel tehditlere karşı alınacak önlemler manzumesinin tümünü ihtiva eder. Sadece askeri tedbirler yeterli olmayabilir. Ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Ulusal güvenlik kavramının içinde ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra riskler ve belirsizlikler oluşmuş, tehditler değişik bir boyut kazanmıştır. Gelinen durum, reaktif (etki-tepki) önlemlerden çok proaktif (ön alıcı) tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Caydırıcı tedbirler önem arz etmektedir.

Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilim, teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in ve bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.

Küreselleşme bir gerçektir. Onunla birlikte yaşamak, faydalı kısımlarından yararlanmak, tehdit olan kısımlarından korunmak gerekmektedir. Küreselleşmenin başlıca hedefi ulus devlet anlayışının yok edilmesidir. Esas korunması gereken nokta budur.

Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. Bu tehditlerin çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklandığını söylemek mümkündür. Ancak bir eylem veya gücün tehdit olabilmesi için sahip olunan değerlere hasmın zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir.

Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden almaktadır. Ulus devlet, laik devlet, üniter yapı mutlaka korunması gereken değerlerdir. Türkiye’nin enerjisini, etnik, dini, çeşitli olaylardan dolayı rövanş alma, menfaat sağlama gibi düşüncelerle dışarıdan destekli veya desteksiz iç çekişmelere harcaması, ülkede kutuplaşmalar yaratmakta, birlik ve beraberliği bozmakta bu husus da güvenliği olumsuz yönde etkilemektedir. Bu gibi zararlı düşüncelerin, aklı ve mantığı esir almasına müsaade edilmemeli, aynı gemide olduğumuz hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir.

Türkiye’nin güvenlik algılamasının esasının birlik, beraberlik ve bütünlükten geçtiği, içeride yaratılacak güçlü durumun her şeyden önemli olduğu bilinmelidir.        

Faydalanılan Kaynaklar   

1. Ali Esgin ÖZ, Ulus devlet ve Küreselleşmeye ilişkin bazı tartışmalar, Erişim tarihi: 23 Mart 2009.  
2. Ali Nail KUBALI, Yeni Asır Gazetesi, Yükselen Milliyetçilik, Erişim tarihi: 25 Mart 2009.   
3. Armağan Kuloğlu, Küreselleşme ve Milliyetçilik, , Kasım 2006.  
4.  Armağan Kuloğlu,ABD’deki yeni başkanlık döneminin Türkiye’nin güvenliğine muhtemel etkileri, , 02 Aralık 2008.  
5. Armağan Kuloğlu, Ulusal güvenlik kapsamında sivil-asker ilişkileri, Ekoenerji dergisi, Aralık 2008, Sayı: 24.  
6.  Armağan Kuloğlu, Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin tehdit algılamaları ve güvenlik sorunları, Ekoenerji Dergisi, Şubat 2009, Sayı: 26.  
7.  Armağan Kuloğlu, 60 yıllık ittifak NATO ve Türkiye, Ortadoğu Analiz Dergisi, Nisan 2009, Sayı:4.  
8.  Bölgesel Sorunlar ve Türkiye sempozyumu bildirileri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi, Mayıs 2008.  
9.  Fahir ATASOY, Küresel Milliyetçilik, Tevfik DALGIÇ Batılılık, Küreselleşme ve Kemalist Milliyetçilik üzerine bazı görüşler.  
10. Gnkur.Bşk.Org.Yaşar Büyükanıt’ın Güvenliğin yeni boyutları ve uluslar arası örgütler konulu sempozyum açış konuşması, 31 Mayıs 2007. 11. M. Faruk Demir, 21. Yüzyılda Türkiye İçin Yeni Bir Milli Güvenlik Siyaseti / Stratejik Öneriler Belgesi, 2002.  
12. Sait Yılmaz, 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Milenyum Yayınları, İstanbul, Eylül 2007.   
13. Sait Yılmaz, Ulusal Savunma, Kumsaati Yayınları, İstanbul, Nisan 2009.  
14. Suat İlhan, Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.   
15. Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Sınırlarını Belirleyici Unsurlar, , 2   Eylül 2008.  
16. Yılmaz Tezkan, Jeopolitikten Milli Güvenliğe, Ülke Kitapları, İstanbul, Mart 2005.  
17. 3,4,5,6,7 Nisan 2009 tarihli gazeteler, TV ve radyo programları.     


http://orsam.org.tr/tr/turkiye-nin-guvenlik-algilamalari-ve-abd-politikalarinin-guvenligimize-etkileri/

***

11 Nisan 2017 Salı

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 3

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 3



Menfaat Odaklı Yaklaşım 

İnsanların, tarihin başlangıcından bu yana yeryüzünün kendilerinin yaşadıkları kısımlarından farklı bölgelerini de tanımak istedikleri görülmektedir. Bu arayışın primitif bir merak duygusunun ötesinde farklı bölgelerdeki olası gıda, araç gibi kaynakları keşfetme isteğine, yeni takas ve ticaret imkânlarına dayandığı savunulabilir. Antik zamandan beri göçmenler, tacirler, gezginler, askerler, yöneticiler, diplomatlar, misyonerler, hacılar ve diğer gezginler, kendi toplumlarının ötesine geçip uzak diyarları keşfetmek suretiyle kendi ülkelerine birçok yeni bilgilerle dönmüşlerdir. 

Yeryüzünün ‘diğer’ bölgeleri hakkında bir bilgi üretildiğinde zımni de olsa hep bir menfaatin gözetildiği savunulabilir. Modern öncesi seyahat formlarında, erken dönem modern etnografik çalışmalarda ya da güncel alan çalışmalarında daha geniş bir dünyaya ilişkin bilgiye erişimin menfaat temelli olması kimilerince eleştiri konusu yapılmıştır. Bu unsurlar zamana ve mekana yönelik olarak 
değişse de genel olarak devlet yönetimlerinin, iş çevrelerinin ya da misyoner grupların çıkarları, yeryüzünün geniş bir bölümü hakkında bilgi üretilmesinde önemli bir motivasyon kaynağı olagelmiştir. 

Benzer bir yaklaşım, yabancı topraklar hakkındaki bilgilerin toplanması, düzenlenmesi ve sunulması yolundaki çabaların genelde emperyalistlerin ihtiyaçlarını gözettiğini, onların bahse konu bölgelerdeki güvenliklerini ve kendine tabi olan insanları yönetmelerine yaradıklarını öngörmektedir. Bu durumun ticari faaliyetlerin ilerlemesine ve dolayısıyla kaynakların, fırsatların sömürülerinin gerçekleşmesine vesile olduğu sonucuna varılabilir. Tarih içerisinde değişik ülkelerde bazı resmi görevlilerin kendilerinin dışındaki dünyaları anlamaları için yabancı topraklar ve oralarda yaşayan 
insanlar hakkında bilgi topladıkları, gerçekleştirilen seyahatlerde yabancı ülkelere dair notların tutulduğu bugüne ulaşmış kayıtlardan anlaşılmaktadır. 

Avrupalıların ve 1800’lü yıllardan itibaren Avro-Amerikalıların; hizmetlerine sunulan siyasi tarihçiliği, Asyalı ve Afrikalı toplumlar hakkında üretilen bilgileri kendi siyasi emelleri için kullandıkları yönünde eleştiriler mevcuttur. Ne var ki bilginin üretimi konusunda menfaat odaklı yaklaşımın Batı merkezci olmadığını, Batı dışında farklı bölgelerdeki devletler tarafından da araçsallaştırıldığını savunmak mümkündür. Menfaat için bilgi üretimini yalnızca yalnızca Avrupalı ve Avro-Amerikalıların meselesi haline getirmek diğer unsurları gözden kaçırmaya sebebiyet verecektir. Siyasi tarih ya da güncel toplumsal çalışmalarda menfaat odaklı yaklaşım konusunda modern zamandan önceleri de benzer durumların yaşandığı görülmektedir. 

Çin imparatoru General Meng Tian’ın M.Ö 3. yüzyılda göçmen Hunlara yönelik politika üretiminde bu toplum hakkında ihtiyaç duyduğu bilgilerin Çinli tarihçiler tarafından sağlandığı görülmektedir. M.Ö. 1. Yüzyılda yaşamış, Çin histoğrafyasının öncüsü kabul edilen tarihçi Sima Qian’ın, tarihi ve etnografik çalışmaları Hunlar hakkında çok çeşitli perspektifleri yansıtan bilgiler içermektedir. Bu bilgilerin imparatorluğun üst yönetiminin hizmetine sunulduğunu görülmektedir. Böylece çalışmaların sunduğu veriler sayesinde Hun toplumunun kontrolünün Çin yönetimi açısından kolaylaşması hedeflenmiştir (Di Cosmo, 2002). 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin’de hüküm sürmüş olan Tand hanedanlığı döneminde ise Çin’in menfaatlerinin güneydoğu ve Merkez Asya’ya yayılmayı gerektirdiği ve ilgili çalışmaların da bu yönde yapıldığı görülmektedir (Schafer, 1985). 18. yüzyıl boyunca Mançu İmparatorluğu bünyesinde çalışan akademisyenler, dikkatlerini Çin’in güneybatısındaki topluluklara yöneltmişlerdir. Avrupalı sömürgecilerin erken modern genişlemelerine hizmet eden haritacılık ve etnoğrafya metotları, bu kez Çinliler tarafından kendi menfaatleri için araçsallaştırılmıştır (Hostetler, 2001). 19. yüzyılda ve 20. yüzyıllarda ise Konfiçyüs, Hristiyan ve Komünist grupların misyonerlik faaliyetleri, Çinlileri etnik azınlıklar konusunda çalışmaya yöneltmiştir (Harrell, 1995). 

Emperyal menfaatlerden etkilenen bilginin kesin olarak yozlaşmış, geçersiz ve yanıltıcı olduğu düşünülmemelidir. Dezenformasyon ve yanlış anlaşılmalar süzgeçten geçirildiğinde Çin imparatorluğunun resmi tarihçisi olarak kabul edilebilecek Sima Qian’ın çalışmaları, göçmen Hun toplumuna ilişkin gayet açıklayıcı bilgiler içermektedir. Sima Qian’ın çalışmalarının arkasındaki 
motivasyonun Çin’in Merkez Asya’ya yayılmasına katkı sağlamak olması, onun çalışmalarını geçersiz ya da değersiz kılmamakla beraber bu çalışmalar ancak etik açıdan tartışma konusu haline getirilebilir. Benzer şekilde M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunan tarihçi Heredot’un, yabancı toplumlara ilişkin, zamanın çok ötesinde sayılabilecek, özgün çalışmalar ürettiği görülmektedir. Çinli 
tarihçilerin örneğine paralel olarak bu çalışmaların masumane, sade bir merak eğilimiyle dünyayı anlama gayretlerinin tezahürü olmaktan ziyade Yunan siyasi ve ticari çıkarlarına hizmet ettiği anlaşılmaktadır. Akdeniz’de Yunan yayılmacılığına karşı güvenlik tehdidi oluşturan Pers İmparatorluğu bu çalışmaların gerçekleştirilmesine zemin hazırlayan önemli bir faktördür. 

Yabancı bölgelere, farklı toplumlara ilişkin yapılan siyasi tarih çalışmaları devletlerin emperyal amaçlarına yönelik olabileceği gibi devletten bağımsız özel teşebbüslere, ticari girişimlere yönelik de uygulanabilir nitelikte olabilir. Antik çağdan itibaren farklı çıkar odaklarının ticari menfaatlerine yönelik hususi bazı bölgeler üzerine araştırmalar yapıldığı görülmektedir. Bunlardan başlıcası 
modern öncesi dönemde Müslüman tacirlerin ve coğrafyacıların farklı bölgelere ilişkin yaptıkları çalışmalardır. Ticari menfaatler doğrultusunda Güney Asya ve Sahara Altı Afrikasında yaşayan toplumların özellikleri, bu toplumların ihtiyaç duyabilecekleri ürünler ve bu toplumlardan fiyat avantajıyla alınabilecek potansiyel ürünler üzerine kayıtlar tutulmuştur. Müslüman tacirlerin ve 
coğrafyacıların bu kayıtları klasik dönem sonrasının anlaşılması için önem arz etmektedir (Tibbetts, 1957). 

Tacirler ve iş dünyasının aktörleri devlet yönetimlerinin aksine fethetme ya da insanları fiilen yönetme amaçları gütmeseler de sürekli olarak bilgiye ilgi göstermişlerdir. Bu ilgi, bugün siyasi tarih çalışmaları olarak telakki edilen, o dönem için güncel iktisadi/toplumsal araştırmalar sayılabilecek olan çalışmalar vesilesiyle, dönemin farklı bölgelerdeki doğal kaynaklarını, ürün ve servislerin 
potansiyel alanlarını, ticaretin kendine has dilini, finans ve güç odaklarını yakından takip edebilmelerini sağlamıştır. Buna mukabil yapılan araştırmalardaki genel teamül, toplumların geleneklerine, özel yaşamlarına, ananelerine, ailevi değerlerine göreli olarak daha az önem verme yönünde olmuştur. Çalışmalarda bu tür konulara ancak çıkar gruplarının kar amaçlarıyla örtüştüğünde önem verildiği görülmektedir. Bu sebeple emperyal etki altında üretilen bilgiyle benzer şekilde ticari menfaat odaklı çalışmaların da siyasi tarih açısından önem arz ettiği fakat bölgeler ve insanlar hakkında ancak kısmi bir perspektifi yansıttığı düşünülmelidir. Bugün için noksanlığı daha fazla farkedilen bu noktaların küresel siyasi tarih yazımıyla doldurulması beklenmelidir. 

Siyasi tarih çalışmalarının gerçekleştirilebilmesi için iki tür menfaatin oluşmasının önem arz ettiği görülmektedir. Bunlar belirtildiği üzere devlet yöneticilerinin ve iş dünyasının menfaatleri olarak sıralanabilir. Ne var ki bu menfaatler çeşitli zamanlarda iç içe geçmiş, karmaşık bir hal almıştır. Devlet yöneticilerinin ve ticari odakların menfaatleri zaman içinde bütünleşmiş ve müşterek adımlar 
atılabilmiştir. Erken modern döneme kadar ticari menfaatlerin emperyal menfaatlere hizmet ettiği düşünülebilir. Özellikle 16. yüzyılda ticari ve emperyal menfaatler karmaşık ve birbiri içine geçmiş bir yapı halini almıştır. Avrupalılar tarafından desteklenen ve yürütülen araştırmalar, Avrupa kıtasının ötesindeki ülkeler hakkında geniş bir literatürün oluşmasına vesile olmuştur. Bu çalışmaların, iç politikaya yönelik siyasi bir propaganda üretmek adına yapılmadığı veya yurtiçinde kitleleri mobilize etmeye yönelik gerçekleştirilmediği görülmektedir. Bundan dolayı bahse konu çalışmaların farklı dünyalarla ilgili gerçek ve kapsamlı bilgiler sunma iddiasında oldukları düşünülmelidir. Netice itibariyle ortada iç siyasete ilişkin yönlendirilmesi ya da mobilize edilmesi gereken kitlelerden ziyade tamamen gerçeklere dayalı yürütülmesi gereken faaliyetler, belki de savaşlar mevzubahisdir. 

Örnekse 

Amerika kıtasındaki yerlilerin kültürleri, nüfusları, kapasiteleri, gelenekleri konusunda dezenformasyona ve tezvirata dayalı çalışmaların menfaat gruplarına herhangi bir faydası dokunmayacağı gibi kendileri açısından ölümcül sonuçları beraberinde getirmesi beklenebilirdi. 

Tarihsel süreç içinde emperyalistler ve tacirler dışında üçüncü bir grup olarak addedilebilecek olan misyonerlerin de kendilerinin dışındaki dünyaları anlama eğiliminde oldukları görülmektedir. Mürit sayısını artırmak, yeni taraftarların kazanılması, etki alanlarının genişletilmesi, bu grubun menfaat kavramları arasında sayılabilir. Farklı toplumlar hakkında doğruya en yakın bilginin kazanımı, iletişim stratejilerinin edinilen bu bilgilerin çerçevesinde yürütülmesi açısından önem arz etmektedir. Modern öncesi dönemlerden itibaren misyoner faaliyetlerin belirli bölgeler ve toplumlar üzerine çalışmalara zemin hazırladıkları görülmektedir. Budist misyonerlerin Çin’in toplumsal yapısı konusundaki çalışmaları bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu çalışmalar da evvelce belirtilenler gibi tesadüfi bir meraktan ziyade Budizm prensiplerinin Çinlilerin diline ve kültürüne uyarlanabilmeleri adına gerçekleştirilmişlerdir. Sufilerin, Müslüman öğretileri farklı toplum ve kültürlere yayma faaliyetleri de benzer yönde farklı bir örnek olarak gösterilebilir. Haçlı seferlerinin gerçekleştirildiği ve Moğol İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde ise Hristiyanlık dinine mensup Avrupalı misyonerlerin Müslüman toplumlarını dikkatle inceledikleri görülmektedir. Avrupalı misyonerlerin İspanya ve Filistin topraklarında yaşayan göçmen toplumları, Orta Asya’da Hindistan, Çin ve yakın bölgelerdeki Hindu, Budist toplumlarına dair gözlemler yaptıkları, konuyla ilgili çalışmalardan bilinmektedir. Bu çalışmaların arkasında, dinen devşirmeler gerçekleştirmek adına en uygun iletişim yöntemlerinin uygulanması ve gerekli mesajların optimum şekilde iletilmesi motivasyonu olduğu görülmektedir (Bentley, 1993). Misyoner faaliyetler bünyesinde yüzyıllar boyunca farklı toplumlar 
için çalışmalar gerçekleştirilmiş olsa da, 16. yüzyıldan evvel Müslüman coğrafyacıların yaptığı ölçüde geniş ölçekli sistematik bir çalışmanın olmadığı görülmektedir. 16. yüzyıldan sonra ise Avrupalı keşifler ve genişlemeler, küresel anlamda bilginin üretilmesine vesile olmuşlardır. Oluşan literatür, aynı zamanda misyoner amaçlar için de faydalı olmuştur. Misyoner projelerinin ruhani ve spiritüel motivasyonlarla yürütüldüğüne yönelik görüşler olsa da bu çalışmaların daha çok dünyevi menfaatler uğruna gerçekleştirildiği savunulabilir. 

Devlet yöneticilerinin ve iş dünyasının menfaatlerinin kesişebildiği vakalar daha önce belirtilmişti. Benzer şekilde misyoner faaliyetlerin de farklı menfaatlerle bir araya geldiği örnekler görülmektedir. 

Devlet bünyesinde faaliyet gösteren Hristiyan Avrupalı misyonerlerin, 16. yüzyıldan itibaren mensubu oldukları imparatorlukların ve bünyesindeki iş çevrelerinin menfaatlerini gözetmeleri adeta rutine dönüşmüştür. Devlet yöneticilerinin ve iş dünyasının menfaatlerine cevap veren çalışmalar gibi, misyoner faaliyetlerin yönlendirdiği çalışmalar da farklı kültürleri tanımak açısından önem arz etmektedir. 1529 yılında İspanyol Franciscan Bernardino de Sahagun, bölgedeki yerellere Hristiyanlık dinini yaymak adına Meksika’ya gitmiştir. Meksika’da bölgenin yerel dilini öğrenmeye gayret etmiş ve Aztek İmparatorluğu’nun kültürü hakkında önemli bilgiler toplamıştır. Sahagun’un faaliyetleri müddetince Meksikalılara sempati gösterdiği ve onlarla iyi ilişkiler tesis ettiği bilinmektedir. Sahagun’un o dönemki çalışmaları bugün halen Aztek toplumunun önemli yazılı eserleri arasında sayılmaktadır (León Portilla, 2002). Siyasi tarih açısından olumlu sayılabilecek bu çalışmaların gerçekleştirilmesine vesile olan unsurun, yazarın mensubu olduğu devletin menfaatleri olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir (Alves, 2011). 

Günümüzde küresel siyasi tarih yazımı konusunda alan çalışmaları öne çıkmaktadır. Toptan bir yaklaşımla tüm toplumları anlamaya yönelik çalışmalar yerine toplumların özelinde, müstakil olarak kültürel değerlerine odaklanan çalışmaların sayısındaki artış bu yöndeki ihtiyacın da göstergesidir. Üniversite bünyelerinde alan çalışmaları kürsülerinde faaliyet gösteren akademisyenlerin kendilerini mensubu oldukları toplumların ya da yaşadıkları ülkelerin yönetimlerinin menfaatlerine bilinçli olarak hizmet edip etmedikleri konusundan bağımsız olarak, siyasi tarih alanında yapılan çalışmaların teamüle uygun olarak önümüzdeki dönemde de benzer grupların menfaatlerine yönelik gerçekleştirileceği düşünülebilir. Bu durum, yapılan çalışmaların bilimselliğine dair bir çekince oluşturmasından ziyade etik açıdan tartışmaları beraberinde getirebilir. Diğer yandan bulguları ve araştırmaları pragmatik bir anlayışla belirli bir alanda uygulanamayacak olan kürsülerin ya da akademik faaliyetlerin devlet ya da özel sektör tarafından fonlanmasının sürdürülebilir olacağını düşünmek zor görünmektedir. Önümüzdeki dönemde yapılacak olan çalışmaların; bilginin organize edilmesi, üretilmesi ve metodolojisi açısından erken dönem emperyalistlerden, işadamlarından, misyonerlerin geniş dünyayı anlama çabalarından farklılıklar arz edecek olmasına rağmen çeşitli çıkar gruplarına dolaylı ya da dolaysız olarak hizmet etmeye devam etmeleri beklenmelidir. 

“Orta Doğu” kavramının literatürde ilk kez yer aldığı akademik makale olan ‘Basra Körfezi ve Uluslararası İlişkiler’ 1902 yılında yazılmıştır. Amerikan donanmasında görevli bir amiral ve aynı zamanda tarihçi olan makalenin yazarı, coğrafyayı göz önünde bulundurarak Amerikan menfaatlerinin gözetilmesine yönelik tavsiyelerini sıralamıştır (Mahan, 1902). Benzer şekilde Britanyalı Albay Mark Sykes, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına giden süreçte Osmanlı bünyesindeki Kürt aşiretleri hakkında saha araştırmaları gerçekleştirmiştir. 1908 yılında yayınladığı makalesinde Anadolu, Irak ve İran’da yaşayan Kürt aşiretlerinin detaylı bir listesini çıkarmış, bulgularını haritalarla desteklemiştir (Sykes, 1908). Sykes’ın çalışmalarının 1. Dünya Savaşı sonrasında 
Büyük Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecindeki ve sonrasındaki politikalarının oluşturulmasında kullanıldığı düşünülebilir. 1916 yılında henüz savaş sürerken Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının paylaşılmasına yönelik gerçekleştirilen anlaşmada Britanya’yı belirtilen çalışmaları gerçekleştirmiş olan Albay Mark Sykes temsil etmiştir. Bahse konu anlaşma, tarihe, Britanyalı temsilci Mark Sykes ve Fransız temsilci François Georges Picot’un isimlerinin birleşiminden meydana gelen Sykes-Picot Antlaşması olarak geçmiştir (Anonymous, 2015). 

Devleti yönetenlerin menfaatlerine yönelik gerçekleştirilmiş toplumsal çalışmalara insanlık tarihinin başından itibaren sayısız örnekler gösterilebilir. Bu teamülün önümüzdeki dönemde de devam etmesi beklenmelidir. Küresel siyasi tarih üretiminde bulunan araştırmacıları barındıran ya da barındırmaya namzet olan fakülteler, kendilerine genel olarak hükümetlerin ya da uluslararası şirketlerin değil üniversitelerin bünyesinde yer bulmuşlardır. Bu durum, üniversitelerin ve ilgili kürsülerin belirli gruplar tarafından finanse edildiği gerçeğini değiştirmemektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde devletlerin ve özel sektörün uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi disiplinlerinde çalışmaların yapıldığı araştırma merkezlerine sağladığı kaynaklardaki artış, bu alanların profesyonel birer akademik alana dönüşmelerinde önemli bir rol oynamaktadır. Buna göre, siyasi tarih çalışmaları ve toplumsal araştırmalar, günümüzde farklı bölgelerdeki toprakları kontrol etmek, yabancı kaynakları sömürmek, farklı coğrafi bölgelerdeki insanlarla ticaret yapmak ya da onların dinlerini değiştirmek için misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak için değil bilimin gelişmesi ve insanlığa katkı sunmak için yapılmaktaydı. Bu yaklaşıma kuşkuyla yaklaşmak gerekmektedir. Bu açıdan uygulamada fayda sağlamayacak herhangi bir üniversite kürsüsünün günümüz dünyasında finansal olarak yüksek meblağlarla sürekli olarak desteklenmesinin gerçekçiliği tartışmalı görünmek tedir. Diğer bir deyişle küresel bir anlayışla yapılan alan çalışmalarını destekleyen finansal ve siyasal organizasyonların bu çalışmalardan menfaatlerinin olması beklenmelidir. Öte yandan 2. Dünya Savaşı’nın sonra ermesinden itibaren başlayan sürecin dünyadaki tüm toplumlarla ilgili bilgi sahibi olma gerekliliğini ortaya çıkardığı savunulabilir. 

Alan çalışmalarının gösterdiği hızlı gelişimde bu ihtiyacın payı olduğu düşünülebilir. Farklı dillerin konuşulmasında uzmanlaşma, farklı toplumlar hakkında derinlikli çalışmalar yapılması yine bu kapsamda değerlendirilebilir. 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlayan ve adına küreselleşme denilen sürecin 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla hız kazandığı savunulabilir. Bu sürecin kendini iyiden iyiye hissettirdiği ve yeryüzündeki toplumların, devletlerin birbiriyle evvelce olmadığı nispette etkileşime girmeleri geniş dünyayı algılama ve anlama yönündeki ihtiyacın dramatik bir şekilde artışına vesile olduğu düşünülebilir. 

Siyasi tarih alanındaki çalışmaların insanlığın başından itibaren menfaatler ekseninde icra edildiği belirtilmişti. Küreselleşme süreciyle siyasi, askeri, iktisadi, ticari ve kültürel menfaatler boyut kazanmıştır ve birbirinin içine daha önce olmadığı kadar geçmiştir. Bu durumun, karar vericileri kendi toplumlarının ötesini anlamaya çalışma yönünde motive edeceği ve ilgili çalışmaların üzerinde 
etkisi olacağı öngörülebilir. 

Sonuçlar 

Dünyanın zaman içinde gelişimini daha çok anlama gayreti, günümüzde dar bir çerçevede yazılmış dünya tarihinden ziyade küresel tarihin yazılması gerekliliğini öne çıkarmaktadır. Dünya tarihi ve küresel tarih arasındaki farkın belirgin bir şekilde iki kavramın kullanımlarında saklı olduğu görülmektedir. Dünya kavramı daha dar bir anlamda ulus devletleri, ulusal toplulukları ya da en geniş anlamıyla Avrupa gibi belirli bir bölgeyi işaret ederken, yerküre kavramıyla ifade edilen küresel yaklaşım gezegenin tamamını ele alır niteliktedir. Dünya tarihi, tüm dünyayı ele almaktan ziyade insanlığın siyasi ve sosyal gelişimini belirli bir bölge ve ulus üzerinden okumaktadır. Küresel tarihin ise, insanlığın gelişimini tek bir ulusa odaklanmaksızın toplumlar arası etkileşime ve yerel kültürlere yer vermek suretiyle çok boyutlu bir şekilde ele alması beklenmelidir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından tek kutuplu bir uluslararası düzende bireylerin, toplumların, şirketlerin ve devletlerin arasındaki entegrasyonun artışı, aynı gezegende yaşandığına dair ortak bir bilincin gelişmesine vesile olmuştur. Bu farkındalık, genel olarak yalnızca belirli ulusların tarihinden ziyade tüm gezegenin 
tarihi konusunda öğrenme isteğine ve gerekliliğine yol açmıştır. 

Sonuç 

Bu makalede dünya tarihinin dört karakteristik özelliği ele alınmıştır. Bunlar Batı merkezci yaklaşım, ulus devlet odaklı yaklaşım, modernleşme teorisi eksenli yaklaşım ve menfaat odaklı yaklaşımlardır. 

Makalede bu dört ayrı başlıkta incelenen maddelerden menfaat odaklılık dışındaki yaklaşımların küresel tarih yazımı sürecinde belirli nispetlerde dönüşüm geçirmelerinin kaçınılmaz olduğu argümanı savunulmuştur. Batı merkezci yaklaşım, yeryüzünde insanlığın gelişiminin Batı’dan diğer bölgelere doğru yayıldığını öngörmektedir. Zımnen ideolojik unsurlar içeren bu yaklaşım, Avrupayı gelişimin merkezine oturtmakta, geri kalan Asya, Afrika, Doğu Asya gibi bölgeleri miskinliğin ve durgunluğun sembolü olarak telakki etmektedir. Tarımın, bilimin önemli unsurlarının ve temel anlamda uygarlığın Batılıların; Ortadoğu, Levant, Yakındoğu gibi isimlerle niteledikleri bölgeden türediği gibi gerçekler bu yaklaşımda kendine çok sınırlı olarak yer bulabilmektedir. Küresel tarih yaklaşımının Batı merkezci ya da herhangi bir bölgeyi merkeze almaktan imtina etmesi beklenmelidir. Buna göre siyasi tarih bölgeler arasında herhangi bir hiyerarşi oluşturulmadan gerçeklere riayet etmek suretiyle yazılmalıdır. Ulus devlet odaklı yaklaşım, 19. yüzyıldan itibaren ulus devletlerin kendi toplumlarının mobilizasyonlarına ilişkin bir araç olarak kullanılmıştır. Merkezi bir sistem üzerinden oluşturulan tarih müfredatlarının çoğunlukla icat edilmiş bir ortak geçmiş içerdikleri ve devletlerin, sınırları içinde yaşayan toplumları bu içerik üzerinden konsolide etme çabalarına giriştikleri görülmektedir. Ulus devlet odaklı yaklaşımın gezegenin ortak tarihini tüm hatlarıyla ele almak yerine daha çok tekil bir ulus üzerinden, o ulusun yaptığı savaşlar ve yakın çevresi üzerinde durduğu görülmektedir. Küresel tarih ise toplumların etkileşimlerini ve gezegendeki diğer toplumların farklı toplumlarla ilişkilerini çok boyutlu bir perspektiften propaganda unsuru içermeksizin sunma iddiası taşımaktadır. Bu anlayışa göre tek bir ulus devlete odaklanıp tüm siyasi tarihi o ulus üzerinden okuyan yaklaşımın aşılması beklenmelidir. Modernleşme teorisinin Batı merkezci yaklaşımla bağlantılı olduğu düşünülebilir. Bu yaklaşıma göre Batı medeniyeti, modernleşmenin timsali olarak yeryüzünde geri kalan tüm ülkelerin ve toplumların önüne ulaşılması gereken bir hedef olarak konumlandırılmıştır. Buna göre yeryüzünde ‘geri’ kalmış tüm ülkeler, doğrusal bir çizgi izleyerek adeta bir maraton koşusundaymışçasına yarışacaklar ve bitiş noktasında modernleşmiş, demokratik ideallere ulaşmış toplumlar haline geleceklerdir. Belirtilen önermenin gezegendeki tüm ülkeleri ve toplumsal farklılıkları göz ardı ettiği görülmektedir. Küresel tarih yazımında ise her toplumun kültür ve inanç sisteminin müstakil bir biçimde anlaşılması gerekliliği, Dünya Değerler Araştırması ve türevi çalışmaların öne çıktığı görülmektedir. Dünya tarihinin bu makalede ele alınan son karakteristik özelliği olan menfaat odaklı yaklaşım konusunda ise bir sürekliliğin beklenmesi gerekmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyanın daha büyük bir bölümü hakkında gerçekleştirilen siyasi ve toplumsal alanlardaki yoğun bilgi üretiminin akademinin alanına girmesi, akademinin çalışmalarının belirli grupların menfaatlerini yansıttığı yönünde eleştirileri beraberinde getirmiştir. Retrospektif olarak bakıldığında toplumsal alandaki çalışmaların esas itibariyle üç ana odağın menfaatleri ekseninde ifa edildiği görülmektedir. Bunlar devlet yönetimleri, iş çevreleri ve misyoner gruplarıdır. 

Bu üç grubun menfaatlerinin zaman zaman iç içe geçtiği ve çalışmalarını ortak bir zeminde gerçekleştirdikleri görülmektedir. Söz konusu çalışmalardan ticari, siyasi ya da askeri menfaat beklentisi olduğundan çalışmaların ölümcül sonuçlara varma ihtimaline binaen dezenformasyon ve propaganda içeriğinin kendiliğinden minimize olması beklenmelidir. Bu durum çalışmaların bilimsel 
niteliği konusunda bir kazanım olarak yorumlanabilecek iken bu çalışmaları etik açıdan tartışmalı hale getirecektir. Diğer yandan üniversitelerin ve kendi başına ticari bir değer üretmeyen çalışmaların belirli gruplar tarafından finansal anlamda desteklenmesi, bu çalışmaların siyasi, askeri, toplumsal bir veçheden pratik olarak uygulanabilir olma gerekliliğini önemli kılmaktadır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde küresel tarih yazım sürecinde menfaat odaklı yaklaşımın sürmesi beklenebilir. 

Kaynakça 

Adas, M. (1989). Machines as the Measure of Men : Science, Technology, and Ideologies of Western Dominance. Ithaca: Cornell University Press. 
Alves, A. (2011). The Animals of Spain : An Introduction to Imperial Perceptions and Human Interaction with Other Animals, 1492-1826 (Vol. 1). Leiden: Brill Publishers. 
Amin, S. (1997). Capitalism in the Age of Globalization : the Management of Contemporary Society. London: Zed Books. 
Anderson, B. (2006). Imagined Communities : Reflections on the Origin and Spread of Nationalism (Rev. ed. ed.). London: Verso. 
Anonymous. (2015). The Sykes-Picot Agreement. Historian(128), 23. 
Bayly, C. A. (2002). Archaic and Modern Globalization in the Eurasian and African Arena. In A. G. 
Hopkins (Ed.), Globalization in Worlds History (pp. 44-70). New York: W.W. Norton & Company. 
Bennison, A. K. (2009). The Umma in the City. In B. S. Amyn (Ed.), A Companion to the Muslim World (pp. 209-217). London: Tauria. 
Bentley, J. H. (1993). Old World Encounters: Cross-cultural Contacts and Exchanges in Pre-modern Times. New York: Oxford University Press. 
Chakrabarty, D. (2000). Rethinking Working-class History: Bengal, 1890 to 1940. Princeton: Princeton University Press. 
Chakrabarty, D. (2008). Provincializing Europe : Postcolonial Thought and Historical Difference (New ed. ed.). Princeton: Princeton University Press. 
Conrad, S. (2016). What Is Global History? Princeton: Princeton University Press. 
Di Cosmo, N. (2002). Ancient China and Its Enemies : The Rise of Nomadic Power in East Asian History. Cambridge: Cambridge University Press. 
Diamond, J. M. (2005). Guns, Germs, and Steel : The Fates of Human Societies. New York: W.W. Norton. 
Dirlik, A. (1999). Is There History after Eurocentrism?: Globalism, Postcolonialism, and the Disavowal of History. Cultural Critique(42), 1-34. doi:10.2307/1354590 
Duara, P. (1995). Rescuing History from the Nation : Questioning Narratives of Modern China. Chicago: University of Chicago Press. 
Erhan, Ç. (2001). ABD'nin Ulusal Güvenlik Anlayışı. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56(4), 1. doi:10.1501/SBFder_0000001871 
Ferguson, N. (2001). Welcome the New Imperialism. (02613077). Retrieved 10.05.2016 
https://www.theguardian.com/world/2001/oct/31/afghanistan.terrorism7 
Frank, A. G. (1970). Latin America: Underdevelopment or Revolution; Essays on the Development of Underdevelopment and the Immediate Enemy. New York: Monthly Review Press. 
Fukuyama, F. (2006). The End of History and the Last Man. New York: Free Press. 
Gills, B. K., & Thompson, W. R. (2006). Globalizations, Global Histories, and Historical Globalizations. In B. K. Gills & W. R. Thompson (Eds.), 
Globalization and Global History. London ; New York: Routledge. 
Glancy, J. (2014). Yes, History's Death Was Exaggerated. (0956-1382). Retrieved 06.07.2016 
http://www.thesundaytimes.co.uk/sto/newsreview/features/article1464230.ece 
Harrell, S. (1995). Cultural Encounters on China's Ethnic Frontiers. Seattle: University of Washington Press. 
Hegel, G. W. F. (1956). The Philosophy of History. New York: Dover Publications. 
Held, D. (1999). Global Transformations : Politics, Economics and Culture. Stanford: Stanford University Press. 
Hopkins, A. G. (1999). Back to the Future: From National History to Imperial History. Past & Present(164), 198. 
Hopkins, A. G. (2002). Globalization in World History. New York: Norton. 
Hostetler, L. (2001). Qing Colonial Enterprise : Ethnography and Cartography in Early Modern China. 
Chicago: University of Chicago Press. 
Hunt, L. (2014). Writing History in the Global Era (First edition. ed.). New York: W.W. Norton & Company. 
Inglehart, R., & Welzel, C. (2005). Modernization, Cultural Change, and Democracy : The Human Development Sequence. New York: Cambridge University Press. 
León Portilla, M. (2002). Bernardino de Sahagun, First Anthropologist. Norman: University of Oklahoma Press. 
Lovett, A. W. (1983). Braudel: Total History for Beginners. The Historical Journal, 26(3), 747-753. doi:10.1017/S0018246X00021166 
Lyotard, J. F. (1984). The Postmodern Condition : a Report on Knowledge. Minneapolis: University of Minnesota Press. 
Mahan, A. (1902). The Persian Gulf and International Relations. National Review, 40, 27. 
Mignolo, W. (2000). Local Histories / Global Designs: Coloniality, Subaltern Knowledges, and Border Thinking. Princeton: Princeton University Press. 
Novick, P. (1988). That Noble Dream : the "Objectivity Question" and the American Historical Profession. New York: Cambridge University Press. 
O'gorman, E. (1972). The Invention of America an Inquiry Into the Historical Nature of the New World and the Meaning of its History. 
Ranke, L. V. (2011). The Theory and Practice of History. London ; New York: Routledge. 
Risse-Kappen, T. (2011). Introduction and Overview. In T. Risse-Kappen (Ed.), Governance Without a State? : Policies and Politics in Areas of Limited Statehood 
(pp. 3-18). New York: Columbia University Press. 
Said, E. W. (2003). Orientalism. London: Penguin. 
Schafer, E. H. (1985). The Golden Peaches of Samarkand: A Study of T‘ang Exotics. Berkeley: University of California Press. 
Sykes, M. (1908). The Kurdish Tribes of the Ottoman Empire. The Journal of the Royal Anthropological Institute of Great Britain and Ireland, 38, 451-486. doi:10.2307/2843309 
TDK. (2011). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. 
Tibbetts, G. R. (1957). Early Muslim Traders in South-East Asia. Journal of the Malayan Branch of the Royal Asiatic Society, 30(1 (177)), 1-45. 
Tomlinson, B. R. (2003). What Was the Third World? Journal of Contemporary History, 38(2), 307-321. 
Van De Ven, H. (2004). Globalizing Chinese History. History Compass, 2(1). 
Wallerstein, I. M. (2004). World-systems Analysis : An Introduction. Durham: Duke University Press. 
Waltz, K. (2000). Globalization and American Power. The National Interest, Spring(59), 46-56. 
Waters, M. (1995). Globalization. London ; New York: Routledge. 
Weber, M. (1978). Economy and Society : An Outline of Interpretative Sociology. Berkeley ; Los Angeles ; London: University of California Press. 



***