KIBRIS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KIBRIS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2021 Perşembe

Biden ve Türkiye BÖLÜM 2

Biden ve Türkiye BÖLÜM 2


Joe  Biden ve Türkiye, 
Prof.Dr.Sait Yılmaz, KIBRIS, ECEVİT, Yunan ve Ermeni lobisi,

ABD, Avrupa ve Türkiye Dengeleri.. 

 Türkiye‟nin Kıbrıs‟ın kuzeyinde enerji rezervi arama çalışmaları önce Yunanistan‟ ın tepkisine yol açtı. Bir süre iki ülke arasında arabulucu olmak isteyen Avrupa Birliği (AB) dönem başkanı Almanya, daha sonra Yunanistan‟ı desteklemeye başladı. Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs‟ın etrafındaki enerji rezervleri için başlayan tartışma, Doğu Akdeniz‟de münhasır ekonomik bölgeler üzerinde yeni bir anlaşmazlığa dönüştü. Ankara‟nın Libya ve Suriye‟deki politikaları AB‟nin konuya müdahil olmasında yeni bir boyut oluşturdu. 
 Türkiye‟nin birliğe katılma hevesi kaybolunca, Avrupa Birliği‟nin Ankara üzerindeki etkisi de azaldı. Avrupa Birliği Türkiye‟ye karşı kendi içinde ikiye bölünmüş durumda. 
Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs, tamamen Türkiye karşıtı cephenin başı iken, Almanya ise çoğunlukla arabuluculuk ve yatıştırma peşinde. Avrupa Birliği için de Yunanistan, Fransa, Avusturya, Hollanda, Belçika, Baltık ülkeleri ve İrlanda; Türkiye‟ye karşı sert tedbirler istiyorlar 6. Almanya arabulucu konumu edinse de Alman diplomatlar da Türkiye konusunda büyük bir olumsuzluk içinde. Türkiye‟ye olumlu bakan ya da bundan ticari olarak zarar göreceklerini düşünen ülkeler ise İspanya, İtalya ve Polonya. 
 Avrupa ülkelerinin çoğu uzun zamandır tatilde yani savaşmayı unuttu. Rusya‟nın Kırım‟ı işgali bazılarını uyandırdı. NATO üyesi olmayan İsveç, savunma bütçesini %40 artırdı. Almanya ve bazı NATO ülkeleri savunma harcamalarını artırmaya söz verdiler. NATO uzun zamandır büyük bir askeri güç görüntüsü verse de, Avrupa‟ nın üç büyük ülkesi Fransa, İngiltere ve Almanya bir haftada bir Zırhlı Tabur, bir ayda Üç Zırhlı Tugay‟dan daha az bir kuvveti savaşa hazır hale getirebiliyorlar 7. Bu durumda, ABD‟ye Asya‟da gönülsüz destek olmaktansa, NATO için Rusya‟ya odaklanarak Çin‟in kontrol edilmesine katkıda bulunması görevi verilmesi öngörülüyor. 
Fransa başkanı Macron‟un “ölmüş beyin” olarak adlandırdığı NATO‟yu hayata döndürmek için Genel Sekreter Jens Stoltenberg kuvvetli bir reçete sunuyor. 

Yeni reformlarla birlikte yeni odak Çin olacak. Hazırlanan raporda8 yer alan 138 tavsiye, detaylı bir uygulama planı oluşturuyor. Planın içinde Çin dezenformasyonu ile mücadeleden Süveyş Kanalı‟nın ötesinde Asyalı ortaklar ile bağları güçlendirme ye kadar pek çok eylem var. Ancak, NATO üyesi ülkeler bu görevlere hazır değil. 
İngiltere‟nin savunma bütçesinde önemli bir delik var, hem konvansiyonel savaş uçağı hem de F-35 alımına öncelik vermiş durumda. Çin‟e karşı deniz kuvvetleri öne çıkıyor. 
Almanya‟nın deniz kuvvetleri çok kötü durumda olsa da diğer pek çok ülke bu alanda iyi. 
Ancak yetenekli personel orada olsa da kapasite yok, gemi sayıları yetersiz. İngiltere toplam 23 yüzey gemisine sahip olmasına rağmen bunları tamamen dolduracak askeri yok. 
NATO‟nun en kritik hassasiyeti toplam altı taarruz deniz altısının olması. 2018 yılında NATO, Kuzey Atlantik‟te devriye gezdirmek için bir deniz altıya kalmıştı. 
İtalya, Çin‟in İpek ve Yol Projesi‟ne katıldı. Balkanlardaki Çin alt yapı yatırımlarından bazı Avrupa ülkeleri de yararlanıyor. Avrupalılar geç de olsa Huawei‟nin 5G şebekesi tehlikesinin farkına vardılar ve Koronavirüs Çin hakkında şüpheleri artırdı. Bununla beraber, Çin ile karşı karşıya gelmek bir hevesleri yok. 2019 yılında Avrupa CFR‟si tarafından yapılan ankette bir ABD-Çin Savaşı esnasında Almanların %10‟u ABD‟nin yanında olacaklarını, %70‟i tarafsız kalacaklarını ifade ettiler9. Diğer 13 Avrupa ülkesinde de benzer sonuçlar alındı. 
 Modern savaşlarda A2/AD10 teknolojisinin önem kazanması ABD‟nin Avrupa‟yı destekleme kabiliyetini de engelliyor. ABD ordusunun yeni savaş konsepti, çoklu savaş ortamında büyük bir savaş için hazırlandı11. Yakın bir kıtadaki savaşa takviye kuvvet göndermek eski konsept idi. Bu durumda; ya ABD, Avrupa‟daki birliklerini önemli sayıda artıracak ya da Rusya‟yı kontrol etme sorumluluğunu Avrupalı NATO üyeleri üslenecek. En akıllı çözüm Rusya ile Çin‟in ittifak yapmasını önlemek ama Rusları yanınıza çekmeniz ya da uyutmanız gerekir. Ancak, yapılan hesaplamalar Çin ile karşı karşıya gelmede Avrupalılardan mutlaka destek alınması gerektiği yönünde. Bu da Avrupalıları uykularından uyandırmayı her zamankinden daha önemli kılıyor. 2018 yılında Amerikalı gözlemciler NATO için şöyle bir rapor verdi; “Büyük bir yalan içinde yaşıyormuşuz 12.” 

Trump Dönemi Türk-ABD ilişkileri.. 

Amerikalılara göre, geçmiş dönemde Türkiye-ABD ilişkileri değil, Erdoğan-Trump iletişimi vardı. Bu iletişim Ankara ile Washington arasındaki tek bağlantı idi13. Trump, Ankara‟yı Rusya‟dan silah aldığında, İran‟a yönelik yaptırımları ihlal ettiğinde yaptırımlardan korudu. Ayrıca, Suriye‟de Türkiye‟nin askeri harekâtına engel olmadı ve uygulanmasa da Türkiye‟nin ikna etmesi ile üç kez askerlerini çekmek istedi. 
Trump, ABD‟nin Suriye‟deki varlığı konusunda rahat değildi. Sonu gelmeyen savaşlardan biri olarak görüyordu. „IŞİD halifesi de ele geçirildiğine göre neden hala oradayız?‟ sorusunu soruyordu. Soruyu cevaplayacak olan Savunma Bakanlığı (Pentagon) idi ve onlar da „teröristler savaşmak‟ için dediler. 
Türkiye, 2018 yılında ABD‟nin Suriye‟nin kuzeyinde yeni bir oluşuma gitmesinden ve güney sınırlarındaki gelişmelerden oldukça endişeli idi. Amerikalı yetkililer, Türkiye‟nin olası harekâtını önlemek için başkan seviyesinde baskı yapmanın yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Bu amaçla, Suriye temsilcisi James Jeffrey ve güvenlik danışmanı John Bolton Ocak 2019‟da Ankara‟ya geldiler. Üzerinde çalışılan harita Amerikan askerlerinin YPG/PKK ile çizdiği harita idi14. Bolton, oralarda herhangi bir Türk görmek istemediğini söylüyordu. Sonunda haritayı göstermeme ama Türk unsurlarını haritadaki konsept çerçevesinde yerleştirme kararı alındı. Barış Pınarı Harekâtı, ABD‟nin Suriye görevi için önemli bir dönemeç oldu. Türk devriyeleri M4 yolunun güneyine, 30 km. derinliğe inebilecekti. Ancak, SDF kendi bölgelerinde emniyette olacaktı. Bu ABD için iyi bir anlaşmaydı. 
Trump ve Erdoğan‟ın 2019 yılında yaptığı görüşme dönüm noktası oldu. ABD‟den Türkiye‟nin Rusya‟dan S-400 alımına ilişkin sert yaptırımlar beklenirken tam tersine övgüler çıktı. Trump‟ın ABD Kongresi ve NATO ile S-400 konusunda aynı endişeleri paylaşmadığı düşünüldü. Öncesinde Ankara, aylardır Halkbank soruşturması için Trump‟ı sıkıştırıyordu 15. 
İki pragmatik liderin Washington‟da kapılar arkasında pek çok pazarlık yaptığı aşikardı. 
ABD‟de başta Kongre, Savunma Bakanlığı ve istihbarat teşkilleri olmak üzere “derin devlet” denilen pek çok kurum başkan Erdoğan‟a uzun zamandır olumlu bakmıyor. Biden ise onların istediği başkan ve onlara rağmen Biden başka bir yola girmez. Derin devlete göre; başkan Erdoğan şimdiye kadar boşlukları kullanarak manevra yaptı ama sınırları aştı. 
Öngörülemez biri ve kazan-kazan çözümünü kabul etmiyor. Baskı gördüğünde kararını değiştirebiliyor. Ekim 2019‟daki ateşkes görüşmelerinde olduğu gibi Erdoğan, çok baskı görmedikçe geri adım atmayacaktır. ABD, Türk ekonomisini çökertmeye hazır. 

Son NATO Zirvesi‟nde ABD dışişleri bakanı Pompeo, Türkiye‟yi eleştirmişti. Stephen Cook ve Philipp Gordon gibi önemli isimler de ABD‟nin artık Türkiye‟yi müttefik olarak görmeyeceğini söylüyorlar. Türkiye‟nin 16 Ekim 2020‟de Karadeniz bölgesinde S-400‟lerin ateşleme testlerini yapması ABD yaptırımlarını tetikledi. 

Biden’ın Kişiliği.. 

Biden, 2011-2016 arasında Obama‟nın yardımcısı olarak defalarca Türkiye‟ye geldi. Biden‟ın Türkiye ile ilgili gündeminde; Suriye‟nin kuzeyi, IŞİD ile mücadele ve ABD‟nin YPG‟ye verdiği askeri ve lojistik destek vardı. Biden‟ın işi Türkiye‟yi oyalamaktı, ABD derin devleti gibi o da Kürt projesinin peşinde idi. Washington ve Suriye‟nin kuzeyi arasında bond çantasında sakladığı gizli dosyalarda yazılı önemli işleri yaptığını düşünüyordu. Türkiye ancak Ekim 2019‟da Trump‟tan Suriye‟nin kuzeyine girmek için onay alabildi. 
Ankara‟ya göre, Biden ile ilişkilerin normale girmesi bir geçiş dönemi gerektiriyor. Biden, zik zak yapan biri; 2014 ve 2016‟da hemen öncesinde Erdoğan hakkında söylediği sözler için özür diledi. 
 Biden‟ın Kürt sempatizanı olduğu biliniyor ve bunun Ortadoğu‟daki ABD politikalarında etkisi olacak. 2000‟lerin ortasında Biden, Irak‟ın üç de-facto devlete bölünmesinden ve birinin Kürt devleti olmasından yanaydı. ABD, Suriye‟nin kuzeyinde YPG‟ye silah ve araç göndermeye başladığında da başkan yardımcısı idi. 
Aslında Biden kariyerini Türkiye‟ye geleneksel olarak düşman gruplar ve oluşumlar üzerine yapmıştı. Ekim 2020‟de seçim kampanyasında yayınladığı “Yunanistan İçin Vizyon” başlıklı resmi açıklamaya bakalım; 
“Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgali kabul edilemez. 
İki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı bir federasyon dâhilinde adayı birleştirecek bir çözümü destekliyorum.” 
Bunlar, Türk tarafını hala azınlık bir toplum olarak gören Rum tarafının birebir görüşleridir. Adada Rum yönetimi altında Türk nüfusun yutulması hedeflenmektedir. 
Biden, yakın zaman önce Trump yönetimine Türkiye‟nin Yunanistan‟a karşı provokatif davranışlarından dolayı kuvvet tehdidi de dâhil baskı yapma çağrısında 
bulunmuştu. Yetmedi, Biden İstanbul‟daki Ekümeniklik iddiasının ve 2011‟de ziyaret ettiği Patrik‟in kuvvetli destekçisi. Bartholomeos‟un Ankara‟dan isteklerini destekliyor. 
Biden, her zaman Yunan-Amerikan toplumunun bir dostu oldu ve onlardan sürekli destek aldı. 
Doğu Akdeniz‟deki gelişmeler için Yunanistan‟ın sözünü dinleyeceğinden şüphe yok. Trump‟ın tersine Biden, Türkiye‟nin uluslararası hukuka uymadığını, NATO‟ya ilişkin yükümlüklerini yerine getirmediğini, Yunan hava sahasını ihlal ettiğini düşünüyor. 
Diğer bir sıkıntılı konu Ermeni soykırımı iddiaları. Nisan 2020‟de Biden, başkan seçilirse iddiaları resmen tanıyacağını açıkladı. Bu konu, 24 Nisan‟da Biden ile Türkiye ilişkilerinde ilk önemli test günü olabilir. 

ABD‟nin Ankara‟nın liderliğine bakışı şöyle özetlenebilir; Irak, Suriye ve Libya‟dan Doğu Akdeniz‟e eski Osmanlı topraklarına dönmek isteyen, Yunanistan ile askeri gerginlik yaratan, eski Sovyet silah sistemlerini alan ve Kudüs‟ü özgürleştirerek Müslümanların başkenti yapmak isteyen bir Türkiye. 
Aralık 2019‟da ortaya çıkan bir videoda Biden, New York Times ile mülakatında; Türkiye‟deki rejimleri ile ilgili sert eleştiriler bulunuyor ve “darbe ile değil ama seçim süreci” ile iktidar değişikliğinden bahsediyordu 16. 
Başkanlık seçimi döneminde Trump‟tan yana tavrını belli eden Ankara, Biden‟ın başkanlığını en son tebrik eden NATO ülkesi başkenti oldu. 

Biden ve Türkiye.. 

Ocak ayında başkanlık görevini alacak Joe Biden‟ın önceliği ülke içi olacak; salgınla mücadele ve ekonominin düzeltilmesi en acil konular. Dış politikada ise Çin ana hedef tahtasına oturtulurken, Ortadoğu‟da hızlı değişimler bekleniyor17. Bu değişimler Türkiye ile ilişkilerinin geleceğini de etkileyecek. Trump döneminde Türkiye-ABD ilişkileri için başkanlık düzeyinde özel ilişkiler öne çıktı. Biden‟ın bu kişisel ilişkilerden hiç mutlu olmadığını ve Ankara için olumsuz pek çok görüşünü saklamadığını biliyoruz. 

ABD‟nin asker, istihbarat ve diplomasi bürokrasisi içindeki derin devlet, Türkiye konusunda ikiye bölünmüş durumda. Pragmatik olanlar Türkiye ile olan ilişkileri çok fazla bozmak istemezken, ideologlar sert yaptırımlarla kuvvetli bir mesaj vermek istiyor. Ancak iki grup şu konuda birleşiyor; “yaptırımlar Türkiye‟yi istenen yola sokacak kadar büyük olmalı”. 

Amerikalıların diğer bir değerlendirmesi ise şöyle; Rus-Türk Stratejik Ortaklığı bir jeopolitik gerçek olsa da bir yere varamaz ama Amerikan-Türk Stratejik Ortaklığı da tamir edilemeyecek kadar hasar gördü. 

Eğer Biden, seçim öncesi yaptığı konuşmalarına sadık kalırsa Türkiye‟yi değil ama hükümeti sert yaptırımlarla cezalandıracak. Her şeye rağmen, Ankara, Biden ile yeni bir çalışma trendine girebilir. Ama bunun bir bedeli olacaktır. 

Önümüzdeki dönemde Türkiye-ABD ilişkilerinde en önemli iki konu; Washington‟un YPG/PKK‟ya desteği ve S-400 konusu olacak. ABD tarafında öncelikle şu konular masaya konacak; 
- ABD ve NATO‟nun itirazlarına rağmen Rusya‟dan alınan S-400 füze savunma sistemi ile ilgili yaptırımlar, 
- Türkiye‟nin ABD‟nin Suriye‟de kendine müttefik seçtiği YPG/PKK‟ya karşı yürüttüğü operasyonlar, 
- Doğu Akdeniz‟de Türkiye‟nin ABD‟nin müttefikleri İsrail, Mısır, Yunanistan ve İtalya‟yı da içine alan enerji hakları ile ilgili anlaşmazlıklar. 
Bunları gerisinde ise; Halkbank soruşturması, ABD‟nin İran ile ilgili yaptırımlarının Türkiye tarafından sulandırılması, Türkiye‟de hapiste olan Amerikalı çalışanlar ve ABD‟nin Türkiye‟deki rejim ile ilgili (demokrasi, sivil özgürlükler, insan hakları vb.) beklentileri gündeme gelecek. 
 ABD, Türkiye ve Rusya‟ya karşı ikili çevreleme stratejisi izleyecek. Bu durum önümüzdeki 4 sene Türkiye için kuvvetli yaptırımlar demek. ABD‟nin koşulları tabii ki Rusya‟dan uzak durmak ve bağımsız politikalar izlemekten vazgeçmek ile sınırlı olmayacak. ABD ileri aşamada Türkiye‟de bir rejim değişikliği planını da devreye sokabilir 18. Gelecekte ne olacak bilemeyiz ama Türkiye-ABD ilişkileri artık hiçbir zaman eski günlerdeki gibi olmayacak. 

James Jeffrey’in Mirası.. 

 Obama döneminde Ortadoğu‟daki karanlık işlerin arkasında olan ABD büyükelçisi James Jeffrey, 2018 yılında Trump tarafından başta Suriye olmak üzere sözde Obama döneminde yolunda gitmeyen işleri düzeltmek için tekrar görevlendirildi. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile birlikte yaptıkları ilk plan; Beşar Esat rejimi BM tarafından desteklenen seçimleri yapana kadar IŞİD‟i sahnede tutmak ve böylece Suriye‟de kalmaktı. ABD Kongresi tarafından Amerikan güçlerine verilen görev tanımında ise Suriye‟nin petrol sahalarına Esat‟ın girmesini önlemek, bunun için Kürt güçlerini desteklemek ve İran‟ın Doğu Akdeniz‟e askeri olarak nüfuz etmesine mani olmak yazılı idi. Ancak, Trump bu görevi sevmedi. 

Jeffrey‟e göre, Trump sonu olmayan savaşlar ile uğraşmak istemiyordu. 
Trump, Aralık 2018‟de en üst düzeydeki danışmanlarını kovdu ve 2.000‟den fazla Amerikan askerini Suriye‟den çekeceğini söyledi. Bu süreç dört büyük güç arasındaki dengelerin değişmesi ve Kürtlerin bir kez daha yeni bir konuma zorlanması demekti. Aynı zamanda, ABD‟nin lideri olduğu IŞİD ile mücadele koalisyonunun da çökmesi anlamına gelecekti. Jeffrey, Trump‟ın kararı sonrası şöyle diyordu; “Trump’ın Afganistan ile ilgili endişelerine katılıyorum ama Suriye, elimizde tutmamız gereken bir hediyedir.” Avrupalı müttefiklerinin muhalefeti üzerine Trump kararını değiştirmek zorunda kaldı. Ekim 2019‟da Türk birlikleri Suriye sınırına tekrar yığınak yapınca, Amerikalı yetkililer Trump ve Erdoğan 
arasında yeni bir telefon görüşmesi ayarladılar. 
Türkiye‟nin Barış Pınarı Harekâtı‟nın Suriye için çok daha önemli sonuçları olabilirdi. Ama Amerikalı yetkililer en başından beri bu harekâtı nasıl yönlendirecekleri ve YPG‟yi nasıl muhafaza edeceklerini hesaplamaya çalıştılar. Jefrrey, sahada parçaları topluyordu ve bir yandan da Türkiye‟ye karşı Kongre‟yi harekete geçirmek istiyordu. Jeffrey, şimdilerde Suriye‟de Türkiye‟nin Kürtlerle mücadelesinde etkisinin azaldığını düşünüyor ve hala YPG/PKK‟nın siyasi kanadı olan SDF‟nin nasıl korunacağına ilişkin reçeteler hazırlıyor. Ona göre; ABD için Türkiye ve YPG arasındaki ilişkiler, ABD‟nin İran, Esat rejimi ve Rusya‟ya karşı kendi ve İsrail‟in çıkarlarını koruduğu karmaşık bir politika yapısı içinde sadece sorunlu bir köşe. 
2017 yılında Trump iktidarı alınca yönetim içinde özellikle İsrail‟in etkisi ile yeni tartışmalar başladı. İsrail Suriye‟ye kendi başına hava taarruzları yapıyor ve ABD‟ye askeri ve istihbarat desteği yeterli görülmüyordu. İsrail görmezden gelinecekti ama Türkiye olmadan ABD stratejisinin işlemeyeceğini düşündüler. Suriye‟nin kuzeyinde Türkiye ile işleri koymak için bir kez daha James Jeffrey‟e görev verdiler. 
Temmuz 2018‟de ABD, IŞİD ile mücadelede İran ve Türkiye‟ye rağmen ABD stratejisini sahada yoluna koymak üzere özel bir temsilci daha atamıştı. O zamana kadar Suriye stratejisi Obama döneminden kalma idi ve İran‟ı çevreleme üzerine kurgulanmıştı. 
İran gitmedikçe Esat‟a yönelik stratejinin başarılı olamayacağı düşünülüyordu. İran‟ın stratejisi Güney Lübnan üzerinden İsrail‟i uzun menzilli silahlar ile vurmak üzerine kuruluydu. ABD ve İsrail, Suriye‟de İran‟ı bloke ettiklerini düşünüyordu. Suriye‟deki varlığı İran için mali olarak çok pahalıya gelmeye başlamıştı ve bazı unsurlarını çekmeye başladı. 
Ancak, baskı yeterli değildi. İran ile ilişkiler ancak daha büyük bir anlaşmanın parçası olursa bir yola girebilirdi. 
Jeffrey, Suriye‟de kimyasal silah kullanılmaması, ABD ve Türk askeri varlığı, İsrail hava hâkimiyeti arasında bir denge sağlayacaktı. Bunların hepsi İran ve Ruslara karşı gözükse de hedefte Esat vardı. Jeffrey, Türkiye‟yi ikna ederek göreceli bir başarı sağladı. Yapılan anlaşmaya göre; Türkiye, İdlib‟in güneyinde Esat güçlerini püskürtmüştü. Amerikan tarafından Esat‟a karşı izolasyon ve yaptırım kararları geldi. Anlaşmanın gerisinde Suriye‟nin altyapısının yeniden inşası ve ekonomisinin düzeltilmesinde pasta paylaşımı vardı. 
ABD ve SDF arasında yapılan anlaşmaya göre silah ve teröristler Suriye sınırından Türkiye‟ye gönderilmeyecekti. Jefrrey‟e göre, SDF içindeki Kürtler iyi çocuklar, çok disiplinliler ve özel olarak PKK gündemini takip etmiyorlar 19. YPG sanki Amerikan askerlerini koruyacakmış görüntüsü vermiş ve Amerikalılara Türk sınırlarına dış postalar yerleştirilmesi için baskı yapmış. Jeffrey, bunlar Türkiye‟yi provoke eder diye reddetmiş. Amerikalılara Türk askerlerine ateş etme yetkisi verilmemiş ancak etrafında hareket edebilirlermiş. Özetle, Amerikalıların Türklere karşı bir planı yoktu, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. 
Esat‟a yönelik yaptırımların nedeni onu devirmek değil, davranış değişikliğine zorlamaktı. Ama Esat‟ı istenen barışa zorlama stratejisi yürümedi. Ekonomik yaptırımların ülke içindeki etkilerine yönelik bir istihbaratta yok. 
Suriye‟de Ruslar da dâhil taraflar artık askeri bir zafer olmayacağını biliyor ve mevcut durumu en iyi siyasi zafere dönüştürmenin yollarını arıyor. Ruslar, BM liderliğindeki süreçte etkili olarak, BM gözetiminde 2021‟de yapılacak seçimler ile gelecek bir çözüm peşinde iken, diğer yandan göçmenler ve diğer konuları Esat ile birlikte kendi kontrollerinde tutmak istiyorlar. ABD ise uluslararası toplumu bunlara karşı olmak için kullanıyor ve yaptırımların gevşetilmesi karşılığı Esat‟a siyasi çözüm dayatmak istiyor. ABD istekleri 2019 yılında Soçi‟de Pompeo tarafından Putin‟e iletildi ama Ruslar herhangi bir şey yapmadı. Jeffrey, Ruslara yapılan teklif hakkında konuşmama talimatı almıştı. 

Biden, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz.. 

 Biden, Ortadoğu‟da beş ülke ilişkileri yeniden kurgulayacak; Suudi Arabistan, Libya, Suriye, Katar ve İran. Suudi Arabistan‟da Salman yönetimine iyi bakmaması Türkiye için olumlu fırsatlar doğurabilir ya da bu konuda Biden yönetimi ile işbirliği yapabilir. Kaşıkçı cinayeti ve Yemen‟deki Suudi askeri harekâtı bu kapsamda gündeme gelebilir. Biden‟ın Türkiye‟nin Arap rakipleri olan Suudi Arabistan, BAE ve Mısır‟a Katar‟a uyguladıkları ablukayı sona erdirmelerini söyleyebilir. 
Suriye‟deki iç savaş ise Biden ile birlikte yeni bir aşamaya girecek. Zaten ABD ve Türkiye, İdlib üzerinden bir yakınlaşma sağlamışlardı. Altı ay önce Biden‟ın dış politika danışmanı Antony Blinken, Biden‟ın Suriye‟nin kuzeyini isyancıların elinde tutmak istediğini söylemişti. Ayrıca ABD‟nin istediği gelişmeler olmadan Beşar Esat ile görüşme yapılmayacağını da açıkladı. 
Biden, Suriye‟deki Amerikan askerlerinin sayısını Irak sınırına da yayılacak şekilde artırabilir. Ekonomik yaptırımların devam ederken, askerlerin görev tanımına; (ortada olmayan) IŞİD ile mücadele, petrol alanlarının korunması, Kürt bölgeleri nin ve diğer oluşturulan bölgelerin korunması, Rus etkisinin sınırlanması, Şam yönetimine baskının artırılması eklenebilir 20. 
ABD‟nin Suriye‟deki politikası büyük ölçüde Türkiye ve İsrail ile ilişkilerine bağlı olacak. ABD‟nin İran ile yapacağı görüşmelerin de etkisi olacak. ABD‟nin Türkiye ile yakınlaşması İsrail ve Suudi Arabistan ile uzaklaşması anlamına gelecek ya da tersi olacak. 
Şu anda Suriye‟ye en büyük tehdit ne askeri ne de ekonomik; salgın hastalık. Suriye‟de ulusal bir barış anlaşmasının içeriği ile ilgili görüşmelerden sonuç alınması zor gözüküyor. Anayasal reform konusu da yıllar alabilir. Suriye‟nin geleceğinde şu üç konu iyi anlaşılmalıdır 21; 
- Rusya olmadan siyasi çözüm mümkün değil. 
- Türkiye olmadan düşmanlıklar bitmez. 
- ABD olmadan ekonomik yeniden yapılanma sağlanamaz. 

Türkiye ile ilgili iki ana konu önemli; öncelikle Türkiye Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ‟da Rus etkisine karşı denge sağlıyor. İkinci olarak Türkiye, Rusya ile ilişkilerde Batı için yapıcı bir rol oynayabilir. Bu varsayımlarla Ankara, Biden yönetimine Rusya‟yı da yanlarına çekme önerisi getirecek. 

 Türkiye ve Rusya, her ne kadar yakın işbirliği içinde pek çok askeri ve ticari ilişki kurmuş olsalar da; Güney Kafkasya, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz‟de kendi etki bölgelerini kurmak ve çıkarları için rakipler. 
Amerikalıların Suriye‟de Ruslar, Esat ve İranlıların sevmeyeceği bir A Planı var. Bir de içinde SDF‟nin olduğu B Planı. Yani SDF, B planı için elde bulunduruluyor 22. 

A Planı nihai bir barışa esas olursa SDF‟nin Esat ile kaynaşmasında bir sorun görmeyecekler. YPG ise Kandil, Türkiye, Rusya ve ABD‟nin çıkarları içinde bir denge bulmaya, kendi nüfusunu korumaya, kontrolü altındaki bölgeleri elde tutmaya ve bölgesindeki Arapları idare etmeye çalışıyor. 
Libya‟da da ABD‟nin BM‟nin tanıdığı ve Türkiye‟nin desteklediği Ulusal Sözleşme Hükümeti‟nin yanında olacağı ve Biden‟ın Rusya‟ya karşı daha baskıcı olmasının Türkiye‟nin de işine geleceği öngörülebilir. Biden‟ın diğer NATO ülkelerini Libya‟ya silah ambargosuna zorlaması ve BAE‟yi ambargoyu ihlal etmekle suçlaması Ankara‟nın en çok mutlu olacağı politikadır. 
Biden, Doğu Akdeniz‟de Avrupa Birliği ile birlikte Türkiye‟ye karşı koordineli bir eylem planı uygulamaya hazırlanıyor. 

Sonuç; Türkiye’yi neler bekliyor? 

Uluslararası toplumun krizi, ABD‟nin kendi içinde yaşadığı kutuplaşma ve bunun yol açtığı uzman kişiler krizi ile paralel bir gelişme olarak görülmelidir. ABD kendi içinde karışmış durumda, ülke birliği büyük yara aldı. ABD‟nin temel sorunu, Çin‟in artan güç potansiyeline rağmen devam eden stratejik körlüğü ve entelektüel tembelliğidir. Diğer yandan hala dünyaya askeri müdahaleler ve bombalarla demokrasiyi yayarak, kendi düzenini kuracağını sanıyor. 
Çin, öldürdüğün insanların yeni düşmanlar yarattığı Ortadoğu değil. 

 Avrupa‟nın Türkiye‟ye karşı yaptırımları ABD‟nin yeni başkanını bekliyor çünkü bu konuda Transatlantiğin koordineli bir plan üzerinde anlaşmasını istiyorlar. 
Bu yaptırımlar bugünkü sembolik yaptırımların ötesinde kesin kırmızı çizgiler çizilerek, Türkiye‟nin uymaması halinde uygulanacak zorlayıcı tedbirleri içerecek. Yaptırımlar öncelikle Türk ekonomisini çökertmeye, turizm gelirlerinin azaltılması na ve finansal pazarlar ile ilişkilerini engellemeye yönelecek. 
Türkiye, çok önemli bir NATO ülkesi. Türkiye‟deki NATO radarları İran‟a karşı balistik savunma sisteminin merkezindedir. ABD‟nin Türkiye‟de çok önemli askeri vasıtaları var. ABD, Türkiyesiz Ortadoğu, Kafkasya ve Karadeniz‟de oynayamaz. Üstelik Türkiye, Rusya ve İran‟ın doğal düşmanıdır. Biden‟ın güç rekabeti dünyası için Türkiye oldukça önemli hale geliyor. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler iyimser bir bakışla yavaş giden iki trenin çarpışmasına benzetiliyor. Ancak sorun bu kadar basit değil, ilginç günler bizi bekliyor. 

 DİPNOTLAR:

1 Jacob Jeilbrunn, What Is the Purpose of American Foreign Policy? (December 20, 2020). 
2 Dimitri K. Simes, Why American Needs a Foreign Policy Reset, National Interest, (December 20, 2020). 
3 Paul Taylor, Turkey’s Year of Belligerence, Politico, (December 10, 2020). 
4 Michael Singh, Sinan Ülgen, Biden Can’t Avoid Erdogan, but He Can Keep the U.S.-Turkish Relationship on Track, Foreign Policy, (November 17, 2020). 
5 Janusz Bugajski, Alienating Turkey is a Strategic Mistake, Jamestown Foundation, (December 12, 2020). 
6 Gunter Seufert, Turkey is aware of how dependent it is on the EU, Qantara.de, (Dec 11, 2020). 
7 Michael Shurkin, The Abilities of the British, French and German Armise to Gnerate and Sustain Aermored Brigades in the Baltics, RAND Corp., (2017), 
   https://www.rand.org/pubs/research_reports/RR1629.html 
8 Group‟s Report, “NATO 2030: United for a New Era” (November 25, 2020). 
   https://www.nato.int/nato_static_fl2014/assets/pdf/2020/12/pdf/201201-Reflection-Group-Final-Report-Uni.pdf 
9 Susi Dennison, Give the People What They Want: Popular Demand for a Strong European Foreign Policy, ECFR, (September 10, 2019). 
   https://ecfr.eu/publication/popular_demand _for_strong_european_foreign_policy_what_people_want/ 
10 A2/AD: Anti Access/Area Denial (Giriş ve Etki Yasak Bölgesi); Bir bölgeyi kara, deniz ve hava saldırılarına karşı korumak için geliştirilmiş silah sistemi. 
11 Bakınız; Sait Yılmaz, Savaş Senaryosu Yazmak, academia.edu.tr (10 Mart 2020). 
12 Gil Barndollar, NATO's New Purpose: An Alliance Reborn to Take on China? Defense Priorities, (December 15, 2020). 
13 Giorgio Cafiero, What Biden’s Presidency Could Mean for US-Turkey Relations, Inside Arabia, ( Nov 13, 2020). 
14 James Jeffrey, Jared Szuba, Outgoing Syria Envoy James Jeffrey Reflects on “What Everyone Got Wrong”, Al-Monitor, (December 9, 2020). 
15 Burak Bekdil, What Biden’s Victory Means for Turkey, BESA Center, (November 11, 2020). 
     https://besacenter.org/perspectives-papers/biden-turkey/ 
16 Bekdil, ibid, (November 11, 2020). 
17 Washington Post, Why Biden Must Tread Lightly With Turkey, (December 12, 2020). 
18 Andrew Korybko, Russia & Turkey Stand to Lose the Most From a Biden Presidency, Astutenews, (November 13, 2020). 
    https://astutenews.com/2020/11/russia-turkey-stand-to-lose-the-most-from-a-biden-presidency/ 
19 James Jeffrey, Jared Szuba, Outgoing Syria Envoy James Jeffrey Reflects on “What Everyone Got Wrong”, Al-Monitor, (December 9, 2020). 
20 Carnegie Moscow Center, What Will Biden Offer Russia in Syria and Libya? (December 2, 2020). 
21 Carnegie Moscow Center, ibid, (December 2, 2020). 
22 Jeffrey, Szuba, ibid, (December 9, 2020). 

https://www.academia.edu/44783045/Biden_ve_T%C3%BCrkiye_

***

Biden ve Türkiye BÖLÜM 1

Biden ve Türkiye BÖLÜM 1 



Joe  Biden ve Türkiye, Prof.Dr.Sait Yılmaz, KIBRIS, ECEVİT, Yunan ve Ermeni lobisi,


Prof.Dr.Sait Yılmaz 
27 Aralık 2020 


Giriş.. 

Joe Biden, 20 Ocak‟ta ABD başkanlık görevini devralmayı beklerken, ABD dış politikası tıpkı Türkiye ile ilişkilerinde olduğu gibi gerçek bir yol ayırımında. Biden, 
Türkiye‟ye karşı hangi politikayı izlerse izlesin hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. ABD, büyük güç mücadelesi dönemine giriyor ama askeri bir çatışma dönemine henüz girmek istemiyor. 

Temel amacı, Rusya ve Çin etkisi ile mücadele ederken, kendi gündemini uygulamak ve eski güçlü konumuna dönmek. Trump, başkanlığı döneminde Amerikan Savunma Bakanlığı, Dışişleri ve istihbaratını dikkate almadı, ABD‟nin ittifaklarını zayıflattı, düşmanlarının önünü açtı ve Amerikan değerlerini hiçe saydı. Şimdi bu hataları gidermek Biden‟ın ana görevi oldu. 
Joe Biden, ülke içinde pandemi, ekonomik çöküş, ırkçı kutuplaşma yanında Amerikan demokrasisi ve birliğinin sorgulandığı bir dönemde başkan oluyor. ABD için dış politikada şu anda en önemli zorluklar; Çin, Rusya, Kuzey Kore, İran yaptırımları ve iklim konusu. Bu beşliden sonra altıncı olarak Türkiye geliyor. Çünkü Türkiye bu beşlinden ikisine doğrudan etki ediyor; Rusya ve İran. Diğer bir etkisi ise sekiz ya da dokuzuncu sırada olan terörizmle mücadele alanında. Kariyerini Türkiye düşmanlıkları üzerine yapmış, Yunan ve Ermeni lobisine yakın ve Kürt sempatizanı Biden‟ın Türkiye ile ilgili pek dostane olmayan niyetleri var. Bu makalede, önce Biden‟ın jeopolitik oyun planını sonra ABD-Türkiye ilişkilerinin yakın geleceğini inceleyeceğiz. 

Biden ve Küresel Jeopolitik.. 

2014 yılında Rusya‟nın Ukrayna müdahalesi ile Soğuk Savaş Sonrası dönemin de sona erdiğini ve büyük güç çekişmelerine yani jeopolitiğe geri döndüğümüzü söylemiştik. Nitekim o dönemde NATO, Rusya‟yı tekrar düşman listesine koydu ve ittifakın uzun zamandır atıl kalan çarkları Rusya için dönmeye başladı. Bunun sonuçlarını Doğu Avrupa‟da halen devam eden NATO alt yapı çalışmaları ve tatbikatları ile izliyoruz. Geçen dönemde NATO, siber güvenlik ve uzay gibi konuları da eylem planına dâhil etse de jeopolitik alanda ikinci düşman ülke olarak Çin‟i belirlendi. Hatta Çin, Rusya‟nın önüne geçiyor ve NATO, temel olarak Çin karşıtı bir örgüt olmaya dönüşüyor. Özetle, NATO‟da çalışanlar mutlu, aradıkları düşmanı buldular ve bu uzun vadeli bir iş. Ama ittifakta çarklar iyi çalışmıyor, önemli kabiliyet ve motivasyon eksikliği var. Bu konuya daha sonra döneceğiz. 

ABD‟nin etrafındaki aktörlerin durumu şu şekilde kategorize edilebilir; 

- Cüretkâr ve diğer ülkelerden nefret eden Çin ve Rusya gibi rakip büyük güçler, 
- NATO gibi kafası karışmış, belirsizlikler ve zorluklar içinde ittifaklar, 
- Sürekli artan bir şekilde kırılganlık eğilimindeki uluslararası toplum, 
- Etkili bir barış ve güvenlik mekanizması olmaktan çok uzak ve sadece uluslararası tartışmalara platform olan Birleşmiş Milletler. 

Çin tehlikesi, çok ciddi olduğu kadar çok da karmaşık. Çin, halen satın alma gücünde ABD‟yi geçti, askeri harcamaları ABD‟den daha hızlı artıyor, yeni ileri teknolojiye liderlik ediyor ve dünya genelinde siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştiriyor. Amerikalılar bu gelişmeler karşısında iki sorunun cevabını arıyor; 

(1) ABD, Soğuk Savaş‟ın başından beri elinde tuttuğu küresel hegemonya konumunu yeni dönemde hangi ölçüde sürdürebilir? 
(2) Çin‟in gerçek emeli nedir; dünya lideri olmak ve Amerika‟nın yerini almak mı? 
ABD, Asya-Pasifik‟te askeri kabiliyetlerini geliştirmeyi ve ülkesinin üretim kapasitesi ve know-how‟unu koruma ihtiyacı duyuyor. Çin ile rekabet şimdilik yeni bir soğuk savaş olsa da sıcak çatışmaya dönüşme potansiyeli de var. 

ABD, Çin‟e karşı şimdilerde şu kozları kullanıyor; Çin Komünist Partisi‟nin (ÇKP) otoriter bir rejim kurduğu, Doğu Türkistan‟da Uygurlara karşı soykırım yaptığı ve Çin‟den gelen virüs. Bunlar doğru olsa da hikâyenin sadece bir kısmı. ÇKP aynı zamanda entelektüel ve bireysel özgürlüklere müsaade eden bir pazar ekonomisi kurmuş durumda. Çin, İran gibi ideolojik militan bir devlet değil, diğer ülkelere ideoloji ihraç etmiyor. Hong-Kong‟daki protestolar Çin‟in otoriter baskısı kadar İngiltere‟nin kontrolündeki dönemden kalma bazı tarihsel konulardan kaynaklanı yor. Güney Çin Denizi‟ndeki Çin askeri faaliyetlerini endişe ile karşılayan ABD, Deniz Hukuk Sözleşmesi‟ni kendisi de onaylamadığı için gerçekçi değil. 

Rusya farklı kategoride bir rakip, ABD ile aynı ligde değil. Putin, ABD‟ye meydanı bırakmakta isteksiz. Az ya da çok dünyayı veya en azından kendi yakın çevresini yönetmek istiyor. Her ne kadar ABD baskısına boyun eğmeyeceği görüntüsü verse de ABD ve NATO ile sürekli karşı karşıya gelmek istemiyor. Bu yüzden, ABD yaptırımları altında iken bile silahların kontrolü ve iklim değişikliği gibi başka alanlarda işbirliği için kapıları açık tutuyor. 

ABD için Rusya‟yı düşman listesinden çıkararak, Çin‟e öncelik vermek ciddi bir seçenek gibi dursa da, ekonomik olarak zayıf ama nükleer gücü olan, askeri müdahaleleri seven bir ülke olarak Ruslar, her zaman tetikte olunması gereken bir ülke. Hâlihazırda Ruslardan gelen üç tehlike var; 

(1) ABD ve Rus askerlerinin karşı karşıya olduğu Suriye ve etrafındaki denizlerde sıcak çatışma olasılığının daha büyük bir çatışmayı tetikleme riski. 
(2) Rus elitinin Batı‟ya karşı sert güç kullanma eğilimi. 
(3) Çin ve Rusya ittifakı; bu yakınlaşma şimdilik taktik olarak görülüyor. İki ülke de aslında ABD ile işbirliğini ona karşı bir ittifaka tercih eder. Ancak, ABD‟ye olan 
güvensizlikleri bu iki ülkeyi ittifaka zorluyor. 

Bütün bunlar, ABD‟yi yeni tür bir ittifak ve müttefik anlayışına zorluyor. Uluslararası olaylar ve aktörleri siyah ve beyaz olarak görmek, NATO gibi küresel ittifak şebekelerine bel bağlamak yerine; ABD bundan sonra kendine konjonktürel vasıtaları tercih edecektir. 

Biden’ın Muhtemel oyun kitabı.. 

Biden, realist bir oyuncu olmak istiyor; güç artırmak ve güç dengelerine oynamak1. Bu anlayışla Çin‟in de kendisi gibi düşündüğünü varsayıyor. ABD yeni dönemde, Asya‟ya hükmettiği yolla Batı yarımküreye de hükmetmek; Çin‟den İran Körfezi‟ne büyük bir deniz yolu inşa etmek ve büyük bir güç projeksiyonu geliştirmek peşinde olacak. 

Biden, ABD‟nin Avrupa ve Asya‟daki müttefiklerine Trump sonrasında onları destekleyeceği sözünü verdi. Ancak, Çin ve Rusya‟nın artan bir şekilde saldırgan bir rakip olduğu dünyada bunu yapabilir mi ya da bu ABD‟nin mutlak çıkarlarına uygun olur mu? Sorulması gereken diğer önemli bir soru; Amerika‟nın çıkarları nelerdir ve ABD dış politikasının amacı nedir? 

Biden yönetimi, Trump sonrasında Amerika‟nın hegemonik liderliğini yenilemek ve “uluslararası liberal düzen” adını verdikleri kendi kurgularını dayatmayı hedefliyor lar. Bunu da savaşa gerek olmadan yani barış ortamı içinde uygulayacakları yöntemlerle sağlamak istiyorlar. Korktukları konular; nükleer silah kullanma riskinin artması, ABD politikalarına karşı artan direnç ve yapılacak müdahalelerin eskisi gibi cezasız kalmama ya da pahalıya mal olma olasılığının yüksek olması. 
Amerikan politika yapıcıları hala eski analitik kavramlarla düşünüyorlar; demokrasi, liberal uluslararası düzen, ittifaklar, saldırgan, dezenformasyon. Ancak, bunlar artık yaşanan uluslararası gelişmeleri açıklamakta ya da NATO ile diyaloga yön vermekte yetmiyor. NATO hala ABD dış politikasının vazgeçilmez bir vasıtası olarak görülüyor. Şu sorunun cevabı aranıyor 2; 

- Ortak çıkarların gerçek olmadığı yerde ittifaklar sanal mıdır? 
- NATO‟nun genişlemesi ABD-Rusya ilişkilerini zehirlemeye devam edecek mi? 
- Rusya‟nın komşularına güvenlik sağlamanın mutlak faydası nedir? 
- Rusya‟yı sürekli provoke etmenin bedeli bir nükleer çatışma olabilir mi? 
- Çin ve Rusya‟yı kendi yolundan gitmekten alıkoyacak bir kurgu var mı? 

Yeni başkan Joe Biden, ABD‟nin dünya liderliği için yeterli kabiliyete tamamen sahip olduğunu düşünüyor. Onu destekleyenler ABD liderliğine dünyanın büyük bir bölümünde ihtiyaç olduğu ve buyur edileceği varsayımında bulunuyor. Gerçekçi olanlar ise ABD gücünün sınırlı olduğunu, bunu zorlamanın çok büyük risklere girmek olacağını itiraf ediyor. 
 Çözüm olarak Çin ile dişe diş bir rekabete girmemek ve Rus sınırlarından uzak durmak ciddi bir alternatif olarak düşünülüyor. Bu aynı zamanda, ABD‟nin kurucusu George Washington‟un da politikası idi; daimi ittifaklardan uzak durmak, Avrupa‟nın işlerine müdahil olmamak. 
 ABD, küresel bir hegemon olmak yerine Rusya gibi bölgesel bir hegemon olmayı da tercih edebilir. 20. Yüzyılda Nazi Almanyası, emperyal Japonya ve Sovyetler Birliği buna örnek verilebilir. Bölgesel bir hegemon olarak ABD, başka bir ülkenin küresel bir hegemon olmasına karşı koyma stratejisi izleyerek, daha akıllı ama daha az masraflı bir seçeneği tercih edebilir. 

Amerika dünya polisliği yerine başka bir liderlik modeli de seçebilir. Bu yönde, hala ABD‟nin demokrasi yayma misyonu ilk akla gelen oyun; yani kasabanın tek oyunu olmaya devam ediyor. Bu amaçla, NED, USAID ve dış yardımlar yeni projeler içinde devreye girecek. Radio Free Europe ve Voice of America için yeni düzenlemeler yapılacak. 
John Mearsheimer gibi bunun karşısında olanlar ise ABD‟nin artık tek kutuplu değil, çok kutuplu bir dünyada yaşadığını ve Çin gibi bir aktör ile baş ederken demokrasi yayma yerine, büyük güç politikalarına odaklanılması gerektiğini savunuyor. Zaten demokrasi yayma projelerinden ortaya çıkan resim de hiç iyi değil. „Demokrasi‟ iddiası olmayacağına göre başka ülkelerin iç işlerine müdahale etmek için ABD‟nin yeni bir hikâye bulması lazım. 
2021 yılına İran ile yapılacak nükleer pazarlıklar damga vuracak. İran, yapılan anlaşma gereği olan ABD‟nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini düşünüyor. İran ile ilgili görüşmelere İsrail de müdahil olmak isteyecek. Ancak, ABD‟nin uzun vadeli önceliği Çin olacak. 
 Amerikalı planlamacıların bir kısmı Rusya ile geçici bir anlaşma yaparak, tüm kaynakların Çin ile mücadeleye ayrılması hesabını yapıyorlar. Böylece kazanılan zamanda ABD‟nin içini düzenleme imkânı da olacak. Ancak, Rusya‟nın Doğu Avrupa‟da yarattığı huzursuzluk ve işgaller nasıl çözülecek? Rusya ile Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz‟de yaşanan gerilimler nasıl aşılacak? Bu bölümde işin içinde Fransa ve İtalya da var. 

Biden, NATO ve Avrupa..
 
 Türkiye‟nin Ortadoğu‟da Suriye ve Irak‟da devam eden askeri aktivizmi daha sonra Libya ve Doğu Akdeniz‟e yayıldı. Son birkaç aydır ise Dağlık Karabağ savaşına Türkiye‟nin askeri katkısı konuşuluyor. NATO son dönemde Doğu Akdeniz‟de Türkiye ve Yunanistan için çatışmayı önleme mekanizması kurmuş gözükse de askeri gerilim yüksek. Batılılara göre Ankara‟nın 2020 yılı karnesinde şunlar yazılı 3; 
 - Libya‟daki sivil savaşa silah, drone ve Suriyeli paralı asker göndererek müdahale etmek ve güç dengesini Tripoli hükümeti lehine çevirmeye çalışmak, 
 - BM tarafından Libya‟ya silah ambargosunu denetleme görev tanımı yapılmış Avrupa Birliği misyonuna ait Fransız ve Alman gemilerinin Doğu Akdeniz‟de Türk kargo gemilerini denetlemesine mani olmak, 
 - Dağlık Karabağ‟ın ele geçirilmesinde Azerbaycan‟a yardım ve teşvik etmek, 
 - Suriye‟nin kuzeyinde Suriye Silahlı Kuvvetleri ile mücadele eden Kürt (YPG) güçleri ile çatışmak, 
 - Göçmenleri Yunan sınırına taşıyarak onlara Avrupa‟ya gitmeleri için baskı yapmak, 
 - Yunanistan ve Kıbrıs‟a ait münhasır ekonomik bölgelere silahlı gemilerle desteklenen araştırma gemisi göndermek, 
 - ABD ve NATO‟nun ikazlarına rağmen Rus hava savunma sistemlerini almak ve test etmek, 
 - Suriye‟deki YPG/PKK “terör örgütü” olarak kabul edilmediği için NATO‟nun 
Polonya ve Baltık ülkelerine yönelik savunma planlarını bloke etmek, 
 - Paris‟teki Hz. Muhammed‟e yönelik karikatür krizi sonrası Müslüman dünyasını Fransız mallarını boykota çağırmak. 
 
Biden dönemi üçüncü bir Obama dönemi olmayacak. Çünkü iki Obama döneminde Amerika‟nın lider olduğu tek kutuplu bir dünya vardı ve ortam her türlü Amerikan 
aptallığını kaldırıyordu. Biden, keskin bir şekilde Çin‟e odaklanacak ve bundan Rusya ile ilişkiler de etkilenecek. Rusya, Çin‟den bir tehlike hissetmedikçe ABD ile bu ülkeye karşı işbirliği yapmayacaktır. Ancak, NATO; Rusya‟ya doğru yaklaştıkça Çin‟i tercih edecektir. ABD politikaları Çin ve Rusya‟yı normal olmayan bir ittifaka itiyor. Çin, diplomasi mahareti ile Rusya‟yı en iyi arkadaş yaparken, ABD‟siz de ekonomide başarılı olamaz. 

 ABD muhtemelen Ortadoğu‟da yeni bir strateji uygulayacak ve bu küresel stratejinin yani Çin ve Rusya gibi büyük güçlere yönelik stratejinin bölgesel seviyede uygulamasını içerecek. Sadece Ortadoğu‟da terörle mücadele değil, bölge ülkelerinin Çin ve Rusya‟ya yakınlığı da sınanacak. Çin, Rusya, İran, Irak ve Suriye‟yi hedef tahtasına koyan ABD için Türkiye, anahtar bir konumda olacak. 
Türkiye, Çin‟in İpek ve Yol Projesi ile Rusya‟nın güneye inme stratejisinin önünde önemli bir engel olabilir. Ancak, ekonomik zorluklar içindeki Ankara, bu aralar Çin‟den yatırım ve finansal yardım almak peşinde. Türkiye‟deki dış doğrudan yatırımların %1‟i Çin‟e ait ve 61.499 yabancı şirketin sadece 960‟ı Çin şirketidir 4. Üstelik Türkiye de Çin‟in İpek ve Yol Projesi‟nin kendi çıkarına olduğunu düşünüyor. Huawei‟nin 5G teknolojisi konusunda Washington‟a kulak asmıyor. Çin‟in Uygur Türklerine yaptığı baskılar karşısında genellikle sessiz kalıyor. 

 NATO, Çin‟e karşı bir ittifak olarak yeniden doğarken durumu hiç de iyi değil. NATO, Afganistan‟dan beri “alan dışı” harekât yapmıyor, yapamıyor. Sebep ülkelerin eksikleri ve gönülsüzlükleri. İtalyanlar, 2009‟da Afganistan‟dan Taliban ile anlaşarak çekilmişlerdi. 2011 yılındaki Libya operasyonuna ise 28 NATO ülkesinden 8‟i katılmıştı. 

Şimdi bu NATO, oyun alanına bir fil yani Çin‟i alır mı? Stoltenberg‟in gerekçesi diplomatik; “Çin bizimle aynı değerleri paylaşmıyor.” Ama Avrupa ülkelerinin Çin ile mücadele etmek için motivasyonları yok. Askeri vasıtalar da önemli eksikler var, ülkelerin desteği az ve kamuoyları ekonomi ve pandemi ile meşgul. 
 Türkiye, ABD‟den sonra NATO içinde en büyük orduya sahip; İngiltere ve Fransa‟dan daha fazla asker, tank, topçu ve savaş uçağı var. Sayıca daha büyük deniz kuvvetlerine sahip. 

Türk ordusu, 100‟den fazla askeri amaçlı havaalanı ile dünyada en büyük dokuzuncu ordu 5. 
 Türkiye‟nin kaybedilmesi öncelikle NATO çerçevesinde Türkiye‟nin etrafında devam eden askeri ve istihbarat işbirliğini sekteye uğratacak, başta İncirlik olmak üzere Türkiye‟deki bazı Amerikan askeri varlığı Yunanistan‟a taşınacak. 


***

25 Ekim 2020 Pazar

YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “TANINMA” BÖLÜM 2

      YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “TANINMA” BÖLÜM 2


KIBRIS, STRATEJİSİ, TANINMA,Doç. Dr. Atilla SANDIKLI,KKTC, GKRY, müzakere süreci, Annan Planı,



4. MÜZAKEREYE TARAFLARIN BAKIŞI VE GETİRDİKLERİ ÖNERİLER

GKRY Radyo Televizyon Kurumu tarafından 18-19 Mart 2006 tarihlerinde
seçmen niteliği taşıyan 1200 kişinin katıldığı bir anket gerçekleştirilmiştir.
Söz konusu anket, Kıbrıs Rum Halkının genel olarak Kıbrıs sorununa,
Kıbrıslı Türklere, ülkemizin AB üyeliğine ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimine
bakışına dair dikkat çekici ipuçları içermektedir. Anket sonuçlarından, başta
gençler olmak üzere Kıbrıs Rum halkının önemli bir bölümünün Kıbrıslı
Türklere sempati duymadığı ve onlarla tek bir çatı altında yaşamak
istemediği ortaya çıkmıştır. Başta ABD, AB ülkeleri ve diğer ilgili taraflarca
bile uzlaşmaz tutumuyla çözüme engel olduğu dile getirilen GKRY lideri
Papadopoulos'a ve izlediği Kıbrıs politikasına destek verdikleri görülmüştür.
GKRY'de yapılan anketlerde 18-25 yaş arasındaki Rum gençlerin %61’inin
Türklerle birlikte yaşamak istemediklerini beyan ettikleri göz önünde
bulundurulduğunda, Kıbrıs sorununa BM çerçevesinde kapsamlı bir çözüm
bulunması yönündeki çabalar açısından GKRY’de yerleşen “retçi” zihniyeti
açıkça sergilemektedir.

GKRY’de 21 Mayıs 2006 tarihinde milletvekilliği genel seçimleri
gerçekleştirilmiştir. Seçimler hem Annan Planı üzerinde 24 Nisan 2004
tarihinde düzenlenen referandumlardan sonra yapılan ilk genel seçimin
galibi “Kıbrıs sorununun çözümünü reddedenler” olmuştur. 2004 yılındaki
referandumlarda Annan Planı’nı savunan ana muhalefet partisi konumundaki
DİSİ’nin oylarında 2001 yılına oranla %3.67 civarında kayıp olması dikkat
çekicidir. Seçim sonuçlarının dikkat çeken bir diğer yönü, Rum lider 
Papadopulos’un başında bulunduğu DİKO partisinin oylarını % 3.07
oranında artırmış olmasıdır. Bu partinin seçimlerde oylarını artırması, anılan
retçi zihniyetin az da olsa GKRY’de tabanını genişlettiğine işaret etmektedir.
Referandumlar sonrasında KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri
Papadopulos, 5 Eylül 2007 tarihinde BM Genel Sekreteri’nin Özel
Temsilcisi Möller’in de hazır bulunduğu bir toplantıda bir araya
gelmişlerdir. Cumhurbaşkanı Talat, toplantıda, 14 ayda 52 görüşme
yapılmasına rağmen gelişme sağlanamadığını, Rum tarafının teklifi
doğrultusunda bir-iki Teknik Komite ve Çalışma Grubu kurularak
çalışmalara başlanması ve sürecin oluruna bırakılması halinde kapsamlı
çözüm perspektifinden uzaklaşılacağını vurgulamıştır. Talat, iki tarafın
kapsamlı çözüm perspektifi üzerine yoğunlaşmalarının ve yükümlülük
üstlenmelerinin önem taşıdığının altını çizerek, iki-iki buçuk ay sürecek
hazırlık dönemini takiben müzakerelerin başlatılması ve 2008 yılı sonuna
kadar kapsamlı çözüme ulaşılması yönünde bir öneri getirmiştir. Talat
ayrıca, günlük yaşamı ilgilendiren Teknik Komitelerin de bu görüşme
sürecinden bağımsız olarak bir an önce faaliyete geçmesini teklif etmiştir.
Talat, ayrıca Ada’da kapsamlı çözümün, yerleşik BM parametreleri ve
müzakere sürecinde ortaya çıkan müktesebat zemininde gerçekleşmesi
gerektiğine dikkat çekerek, müzakerelere sıfırdan başlanmasının mümkün
olmadığını kaydetmiştir. GKRY lideri Papadopulos, Cumhurbaşkanı Talat’ın
önerilerini reddetmiş ve kısıtlı bir gündem çerçevesinde liderlerin belirli
aralıklarla bir araya gelmesi şeklinde özetlenebilecek bir tutum sergilemiştir.

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 16 Ekim 2007 tarihinde New York’ta BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’la bir görüşme yapmıştır. Talat bu görüşmede Papadopoulos’un uzlaşmaz tutumuna atıfta bulunarak, Kıbrıs Türk tarafının kapsamlı çözüme ilişkin yaklaşımını izah etmiş, ayrıca Genel Sekreter’e Kıbrıs’ta iki taraf arasında olumlu bir atmosferin tesis edilebilmesi için bir Güven Artırıcı Önlemler paketi sunmuştur.

AKEL lideri Hristofyas 17 Şubat 2008 tarihinde yapılan GKRY başkanlık
seçimlerinde ilk turunda oyların %53.37’sini alarak GKRY başkanlığına
seçilmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Talat 22 Şubat 2008’de BM Genel 
Sekreteri’ne muhatap mektubunda Kıbrıs Türk tarafının çözüm iradesini
muhafaza ettiğini ve yeni bir müzakere süreci başlatmaya hazır olduğunu
bildirmiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan da BM Genel Sekreteri, AB
Komisyonu Başkanı, BMGK daimi üyeleri ve AB devlet ve hükümet
başkanlarına muhatap 6 Mart 2008 tarihli mektubunda esas olarak
KKTC’nin çözüme yönelik yaklaşımını desteklediğini vurgulamıştır.
KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Hristofyas, 21 Mart 2008
tarihinde gerçekleştirdikleri görüşmede Teknik Komiteler ve Çalışma
Grupları kurulması ve üç ay sonra bir araya gelerek BM Genel Sekreteri’nin
‘İyi Niyet Misyonu’ çerçevesinde kapsamlı müzakerelerin başlatılması
hususlarında mutabakata varmışlardır. 23 Mayıs tarihindeki görüşmede
siyasi eşitliğe dayalı iki bölgeli, iki toplumlu federasyona bağlılıklarını teyit
etmişler ve ortaklığın eşit statüdeki Türk ve Rum Kurucu Devletleri’nden
oluşan, tek uluslararası kimlikli ve federal bir hükümete sahip olması
konusunda vardıkları mutabakatı, Ortak Açıklama’ya dercetmişlerdir.
Liderler, 1 Temmuz 2008 görüşmesi sonrasında yaptıkları Ortak
Açıklama’da tek egemenlik ile tek vatandaşlık konularını görüştüklerini ve
bu konularda prensipte anlaşarak uygulama detaylarını kapsamlı
müzakereler çerçevesinde değerlendireceklerini belirtmişlerdir. 

   25 Temmuz tarihli Ortak Açıklama’da, Liderler, üzerinde anlaşmaya varılacak 
çözümüneşzamanlı ayrı referandumlara sunulmasını ve kapsamlı müzakerelerin 
3 Eylül tarihinde başlatılmasını kararlaştırmışlardır.

   KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY lideri Hristofyas 3 Eylül 2008 
günü bir araya gelerek, Kıbrıs’ta BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde  kapsamlı çözüm müzakerelerini başlatmışlardır.

Liderler 3 Eylül’deki açılıştan sonra yapılan toplantılarda federal düzeyde
yasama, yürütme, yargı, kilitlenmeyi çözücü mekanizmalar ile bağımsız
kurumlar konuları üzerinde durmuşlardır. Yönetim ve yetki paylaşımı
konusunda üzerinde anlaşılan hususlar yanında, bazı esaslı konularda taraflar
ciddi görüş ayrılıkları içindedirler. Rum yönetimi, esas olarak güçlü bir
“Federal Devlet”in erklerinde Rum ağırlığını dolaylı ya da dolaysız garanti
altına alacak düzenlemelerde ısrar etmektedir. KKTC liderliği ise siyasi
eşitlik ilkesinin Federal yapıda aşındırılmasının önüne geçecek biçimde 
temsil ve karar mekanizmalarında Kurucu Devletlerin etkin katılımını
koruyacak ve kendilerini egemence yönetmelerini sağlayacak düzenlemeleri
BM parametrelerine uygun biçimde savunmaktadır. 

Bu bağlamda, Rum yönetimi ortak listeyle seçilecek “Başkanlık Ofisi”, Yürütme’de ortaya çıkacak tıkanıklıkların çözüm sürecinde daha uzun süre Rum tarafında
kalacak Başkanlık makamının oyunun belirleyiciliği, Yasama tıkanıklıklarında Rum ağırlıklı çözüm mekanizmasının karar alabilmesi gibi önerilerinde katı bir pozisyon benimsemekte, buna paralel olarak dış ilişkilerin yürütülmesi, hava ve deniz yetki alanları, hava ve deniz ulaşımı, liman ve hava alanlarının mülkiyeti gibi konularda da dayatmacı olmaktadır.

KKTC tarafı, Kurucu Devletlere kalacak artık yetkilerin mümkün olduğunca
geniş tutulması, Federal Yürütme’nin Annan Planı temelinde “Başkanlık Konseyi”  biçiminde oluşumu, Kurucu Devletlerin yetki alanlarına dahil konularda dış ilişkiler kurmaları ve yürütebilmeleri, Yasamada ve yarı yargısal yetkili kurumlarda siyasi eşitlik ilkesinin gözetilmesi gibi hususları savunmaktadır.

Diğer yandan, Rum yönetimi yeni ortaklığın hayata geçirilmesi ile ilgili
ilke ve prosedürlerin belirlenmesini müzakerelerin sonuna bırakma
eğiliminde ısrarcı görünmekte, KKTC tarafı ise bu noktanın bir an evvel
açıklığa kavuşturulmasının önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca, “normlar
hiyerarşisi” konusunda KKTC tarafı, AB normları ve müktesebatının
çözümün diğer veçhelerini aşındırmayacak biçimde ifade bulmasını, Federal
yasalarla Kurucu Devlet yasaları arasında ise hiyerarşi bulunmamasını
savunmaktadır.
Rum tarafı, “mülkiyet” başlığı altında yürütülmekte olan müzakerelerde,
göçmenlerin mülkleri üzerindeki haklarını kullanma biçimlerine kendilerinin
karar vermeleri üzerinde ısrarcıdır. Kıbrıs Türk tarafı ise, mülkiyet rejimine
ilişkin kriterlerin belirlenmesini, iade, tazminat ve takas yöntemlerinin
belirlenecek ölçütlere göre iki kesimlilik ilkesini aşındırmayacak biçimde
uygulanmasını, dolayısıyla yerleşik BM parametreleri ve Annan Planı
düzenlemelerine riayet edilmesini savunmaktadır. Rum liderliği bu aşamada
BM Güvenlik Konseyi tarafından da tanımı yapılmış olan iki kesimlilik
ilkesini tanımadığı da dahil olmak üzere BM müktesebatı ve kapsamlı 
çözüm süreci prensipleriyle bağdaşmayan uzlaşmaz bir tutuma yönelmekte,
Kurucu Devletler de mülkiyet çoğunluğu ölçütünü reddetmekte, nüfus
çoğunluğu ölçütünü ise tartışma konusuna dönüştürmektedir.
GKRY lideri Dimitris Hristofyas ile KKTC lideri Mehmet Ali Talat,
Kıbrıs'ın bütünleşme sürecini hızlandırmak için 11-13 Ocak 2010’da
Lefkoşa'da yoğunlaştırılmış görüşmelere katıldı. Görüşmenin gündem
maddeleri arasında hükümet yönetimi, yetki paylaşımı, ekonominin
bütünleşmesi konuları yer aldı. Rum ve Türk kesimleri liderleri ilk tur
görüşmenin sona ermesinin ardından yaptıkları açıklamalarda görüşmede
somut gelişmeler sağlanamadığını belirttiler. Görüşmeden önce Rum
kesiminin, Türk kesimi liderinin ileri sürdüğü öneri paketini açık bir dille
reddettiğini açıklaması, yoğunlaştırılmış görüşmelerden olumlu sonuçların
çıkması yönündeki beklentilere gölge düşmesine neden oldu.

SONUÇ

Açıklamalardan anlaşılacağı üzere GKRY, AB’ye dahil olduktan sonra
KKTC üzerindeki ambargo ve izolasyonların devamı yönündeki
girişimlerine devam etmektedir. Türkiye’nin AB adaylık müzakerelerinin
çıkmaza girmesi19 ve kilitlenmesi için çalışmalarına ağırlık vermiştir. Ayrıca
adadaki görüşmelerin olumsuz sonuçlanması maksadıyla ince bir siyaset
yürütmektedir. Amacı KKTC ekonomisinin gelişmesini engellemek, Türk
halkını fakir ve GKRY’ye muhtaç duruma getirmek, ekonomik olarak kötü
durumda olan halkla devleti karşı karşıya getirerek KKTC yetkililerinin
azınlık statüsü içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dahil etmektir. Bunu
gerçekleştirebilmesinin önündeki en büyük engel Türkiye’dir. Bu nedenle
19 Türkiye, 1963 Ankara Anlaşması’nı AB’ne 1 Mayıs 2004 tarihinde üye olan ve
aralarında GKRY’nin de bulunduğu on yeni ülkeye teşmil edecek olan Uyum
Protokolü’nü 29 Temmuz 2005’de imzaladı. Ayrıca bir deklarasyonla Uyum
Protokolü’nün imzalanmasının GKRY’nin siyasi olarak tanınması anlamına
gelmeyeceği kayda geçirildi. Halihazırda Uyum Protokolü paralelinde Türk liman ve
havaalanlarının GKRY gemi ve uçaklarına açılmasına yönelik baskılar, Türkiye’nin
üyelik müzakerelerine de yansıtılmakta olup, 8 Fasıl bu gerekçeyle askıya alınmış
durumdadır.

AB Müzakere sürecini kilitlemekte ve Türkiye’yi kendi beklentileri
doğrultusunda bir anlaşmaya yönlendirmeye gayret sarf etmektedir.
GKRY AB üyesi olduktan sonra yaşanan süreç bize açık bir şekilde
göstermektedir ki Kıbrıs’taki mevcut statüko GKRY’nin lehinedir. Bu
nedenle mevcut statükoyu bozmaya yönelik her girişimi engellemeye
çalışmaktadır. BM öncülüğünde bu güne kadar yapılan görüşme ve
müzakerelerde elde edilen zemini kabul etmemektedir. GKRY’yi barış
anlaşmasına zorlamak ve bebek adımlarıyla ilerlemekte olan Türkiye-AB
müzakere sürecine olumsuz etkilerini kırmak için stratejide değişiklik
yapmak gerekmektedir. Her zaman adil bir barış anlaşması peşinde gayret
sarf etmek ve bu yöndeki girişimlerine devam edeceği emareleri vermek
Rumların uzlaşmaz tutumunu kırmamaktadır. GKRY’nin uzlaşmaz
tutumunu ortadan kaldırmanın tek yolu barış anlaşmasıyla ilgili çalışmalara
devam ederken kararlı bir şekilde KKTC’nin tanınması yönündeki
girişimlere ağırlık vermektir. KKTC’nin tanınması yönündeki girişimler
barış anlaşması için yapılacak çalışmalara engel teşkil etmez. Tam tersine
KKTC’nin öne sürdüğü Annan planıyla da resmileşmiş iki kesimli, iki
kurucu devletli ve siyasi eşitliğe dayalı yapıya ve Türkiye’nin etkin
garantörlüğü tezine hizmet eder. Çünkü KKTC’nin bazı devletler tarafından
tanınması GKRY’nin en hassas tarafını oluşturmaktadır. Bu girişimler
GKRY’deki endişeleri arttıracak, stratejinin en önemli unsurlarından bir
tanesi olan ve kendi lehine işlediğini değerlendirdiği zamanın önemli bir risk
oluşturduğunu görecektir.

Tanınma Stratejisi BM Genel Sekreteri Annan’ın raporunda belirtildiği gibi “Rumlar gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istiyorlarsa
bunu sadece dile getirmelerinin yeterli olmayacağı, aynı zamanda eylemlerle bunu göstermeleri gerektiği” vurgulanmış olacaktır. Bu sayede Rumların
görüşmelerde daha sonuç odaklı ve işbirliğine açık bir yaklaşım sergilemeleri sağlanabilecektir.

Tanınma stratejisinde; KKTC’nin hukuki anlamda bazı devletler tarafından tanınmasını sağlamanın yanında, bu mümkün olmadığı takdirde tanınma imajı yaratacak sonuçlar almak da önemlidir. Tanınma stratejisinin  amacı sadece KKTC’nin tanınmasının hedeflenmesi değildir. Esas olan oluşturulacak algıyla, Rumlar’ı makul bir anlaşma imzalamaya zorlamaktır.

Bazı devletlerde ve uluslararası örgütlerde temsilciliklerin açılması, uluslararası toplantılara gözlemci olarak da olsa katılımın sağlanması bu imajı yaratacak yollar olarak sayılabilir. KKTC’de yabancı yatırımların arttırılması, uluslararası ticaret ve direkt uçuşların sağlanması ve turizmin geliştirilmesi de tanınma imajının oluşturulmasında etkili olacaktır.

Rum Yönetimi 2006 yılında Katar’da büyükelçilik açmış, buna tepki gösteren Türkiye ile ilişkilerinin bozulmasını istemeyen Katar, KKTC’ye de büyükelçilik açma izni vermişti. Rum Yönetimi 2009 yılında Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Endonezya, Küba, Brezilya ve Bulgaristan'da olmak üzere 6 büyükelçilik açtı. Fakat bu ülkelere yönelik olarak benzer bir çalışma KKTC tarafından gerçekleştirilemedi. En azından bu ülkelerde temsilcilik açılabilirdi. Şimdi ise Anadolu Ajansı'nın Rum basınına dayandırdığı haberinde, Güney Kıbrıs hükümeti, bu yıl Umman ve Slovakya'da büyükelçilik açmayı planlıyor. 2011 yılında Kuveyt ve Kazakistan'da, 2012 yılında ise Kanada'da büyükelçilik açılması programlanıyor. Dolayısıyla KKTC’nin yapması gereken girişim ve açılımları Rum Yönetimi gerçekleştiriyor. Çünkü Kıbrıs Rum Yönetimi’nin en büyük hassasiyeti KKTC’nin uluslararası alanda tanınması anlamına gelecek gelişmeler meydana gelmesidir.

Kıbrıs Rum Mahkemeleri’ni adanın geneli için yetkili kabul eden ABAD’ın Orams davası hakkındaki görüşü, 05.03.2010 tarihli Demopoulos/Türkiye  ve diğer 7 dava hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla geçersiz hale geldi. Bu karar hukuki yollarla yaratılan tanınma imajının en  yeni örneğidir. Karar KKTC’de Türkler tarafından oluşturulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nu etkin bir iç hukuk yolu olarak tanımış ve Rumlar’ın mülkiyet  meselelerini doğrudan AİHM’e getirmelerini engellemiştir. Bu elbette bir tanıma değildir, ancak Orams davasıyla Rumlar’ın lehine dönen ibreyi,  KKTC lehine çevirmiştir.

Mahkeme ‘bir yönetimin diğer devletler tarafından tanınmaması, o yönetimin yapmış olduğu idari ve hukuki tasarrufların tanınmayacağı anlamına gelmez’ demiştir. Yani KKTC’nin iç hukuk yolunu tanınmanın KKTC’yi tanımak anlamına gelmeyeceğini açıkça belirtmiştir.
 
Ancak karar bu haliyle bile GKRY üzerinde bir baskı oluşturmaya yetmiştir.
Sonuç olarak; KKTC ile GKRY arasında kalıcı ve adil bir barış anlaşması tesis etmek için mevcut statükonun değiştirilmesine yönelik yeni bir strateji
belirlenmesi gerekir. Bu stratejide KKTC’nin tanınmasına yönelik girişimlere ağırlık verilmelidir. Bu girişimler uluslararası kuruluşlar nezdinde yürütüldüğü gibi devletler nezdinde de sürdürülmelidir. Tanınma KKTC ve Türkiye üzerindeki baskıların yönünü değiştireceği gibi,  görüşmelerin ve müzakerelerin zeminini de değiştireceği için bir pazarlık marjı sağlayacaktır. Ayrıca GKRY’nin görüşme ve müzakere masasında belirli bir sonuca ulaşmak için yapıcı bir yaklaşım içine girmesi teşvik edilecektir.

Bilge Strateji, Cilt 2, Sayı 2, Bahar 2010
Yeni Kıbrıs Stratejisi “Tanınma”


KAYNAKÇA

“İslam Ülkelerinden KKTC’ye Darbe.” Gazete Vatan, 26.02.2010
“Terrorism In Cyprus.” The Grivas Diaries. H.M. Stationory Office: 1955. 1997 Yılı Sonu İtibarı İle Kıbrıs Sorunu. İstanbul: SİSAV Yayınları, 1998.
AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 2001.
Armaoğlu, Fahir. 20’nci Yüzyıl Siyasi Tarihi Cilt II: 1980-1990. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992.
Atun, Ali Fikret. İkinci Kıbrıs Seferi. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. 
Bağımsızlık Deklarasyonu’nun Metni: The Decleration and Resalution adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 Novemder 1983-For The Liberty, Equality, Dignity and Security of our People. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını.
Cemal, Hasan. “Bir Saatli Bombanın Tik Tak Sesi.” Milliyet Gazetesi, 07.07.2001.
Cemal, Hasan. “Türkiye, Tuhaf Bir Çıkmaza Girmiş Durumda.” Milliyet Gazetesi, 08.07.2001.
Deliceırmak, Orbay. Yerinde Yeller Esen Anayasa. Ankara: 1997.
Denktaş, Rauf. Hatıralar, Toplayış. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000.
Dodd, Clement H. Cyrpus, The Need For New Perspectives. England: The Eothem Press, 1999.
Dodd, Clement H. Storm Clouds Over Cyprus. England: The Eothem Press, 2001.
Evcil, Cumhur. Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi. Ankara:
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999.
Gazioğlu, Ahmet C. Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997.
Gazioğlu, Ahmet C. Enosis Çemberinde Türkler. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma
ve Yayın Merkezi Yayını,1998.
Gazioğlu, Ahmet C. Enosise Karşı Taksim ve Eşit Egemenlik. Ankara: Kıbrıs
Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1998.
Gazioğlu, Ahmet C. İngiliz İdaresinde Kıbrıs, Statü ve Anayasa Meseleleri. Lefkoşa: 1996.
Gazioğlu, Ahmet C. Two Equal and Sovereign Peoples. Lefkoşa: 1997.
Girit Oyunu ve Kıbrıs. İstanbul: Karadeniz Haber Ajansı Yayınları, 2000.
İsmail, Sebahattin. 10 Soruda Kıbrıs Sorunu. İstanbul: Kastaş Yayını, 1998.
Kabaalioğlu, Haluk. Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu. Yeditepe Üniversitesi Yayını.
Karluk, S.Rıdvan. Avrupa Birliği ve Türkiye. İstanbul: Beta Yayınları, 1998.
Kıbrıs Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998.
Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995.
Küresel ve Bölgesel Kapsamda Sorunlarımız. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. Bilge Strateji, Cilt 2, Sayı 2, Bahar 2010
Leloğlu, Duygu. “Ankara’ya Ağır Ceza.” Radikal Gazetesi, 11.05.2001.
Necatigil, Zaim M. The Cyrrus Question and The Turkish Position in İnternational Law. New York: Oxford Universty Press, 1998.
Sandıklı, Atilla. Türkiye’nin Dış Politikasında AB ve Alternatifleri. Harp Akademileri Yayınları, 2001.
Stavrinides, Zenon. The Cyprus Conflict, National Identity and Statehood. Lefkoşa: 1999.
Sürmeli, Merve N. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Sözünü Tuttu: Yetkili Kurum Taşınmaz Mal Komisyonu.” 
http://www.bilgesam.org/tr.
Sürmeli, Merve N., Aslıhan P. Turan. “Kıbrıs’ta Mülkiyet Sorunu: Loizidou ve Orams Kararları.” 
http://www.bilgesam.org/tr.
Şenoğul, Nahit. “AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye
Etkileri Sempozyumu Kapanış Konuşması.” içinde Sempozyum Kitabı.
Harp Akademileri Yayınları, 2001.
Torumtay, Necip. “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması.” içinde Kıbrıs
Sempozyumu Kitabı. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998.
Turanlı, Rana. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ülke Etüdü. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 1997.
Uçarol Rıfat. Siyasi Tarih. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987.

DİPNOTLAR;

1 Kıbrıs’ın Dünü - Bugünü-Yarını (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995), 1.
2 Cumhur Evcil, Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi (Ankara: Gnkur. Askeri
Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999), 1. Daha Geniş Bilgi İçin
Bakınız. Necip Torumtay, “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması,” içinde Kıbrıs
Sempozyumu Kitabı (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998), 15.
3 Rıfat Uçaral, Siyasi Tarih (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987), 592.
4 Ahmet C. Gazioğlu, Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi (Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997), 76.
5 Sabahattin İsmail, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu (İstanbul: Kastaş Yayınevi, 1998), 52.
6 Orbay Deliceırmak, Yerinde Yeller Esen Anayasa (Ankara: 1997), 17.
7 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (İstanbul: Alkım Yayınevi, 11. Baskı), 801-804.
8 Ali Fikret Atun, İkinci Kıbrıs Seferi (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999),113.
9 Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası (İstanbul: Der Yayınları, 2006), 414.
10 Bağımsızlık Deklarasyonu’nun metni:The Declaration and Resolituon adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 November 1983-For the Liberty, equality,Dignity, and Security of Our People, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını.
11 Armaoğlu, 20. Yüzyıl, 960. 
12 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler,” içinde Türk Dış Politikası Cilt II, ed.
     Baskın Oran (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 455-456.
13 Atilla Sandıklı, Atatürk’ün Dış Politika Stratejisi ve Avrupa Birliği (İstanbul: Beta Yayınları, 2008), 298; İsmail, 150 Soruda, 330-331.
14 Rauf Denktaş, Hatıralar, Toplayış (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000), 453.
15 Atilla Sandıklı, “Tarihsel Bir Perspektif İçinde Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliği,”
     Harp Akademileri Bülteni Sayı 200
     (İstanbul: Harp Akademileri Basımevi): 16-17.
16 Sönmezoğlu, Türk Dış, 622. 
17 http://www.milliyet.com.tr/hem-hayir-dediler-hemkorkuyorlar/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33335/default.htm?ver=07
18 http://www.milliyet.com.tr/yes-be-annem-/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33332/default.htm?ver=12

***

YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “TANINMA” BÖLÜM 1

YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “TANINMA” BÖLÜM 1


KIBRIS, STRATEJİSİ, TANINMA,Doç. Dr. Atilla SANDIKLI,KKTC, GKRY, müzakere süreci, Annan Planı,




The New Cyprus Strategy “Recognition”

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI



Özet:

Türk dış politikasında, AB üyeliğinden, güvenliğe, uluslararası hukuktaki sorumluluğa kadar pek çok konunun hallindeki en büyük kilit nokta, Kıbrıs
sorunudur. Kıbrıs sorununa çözüm arama çabaları zaman zaman kesintiye uğramış ve yeniden canlandırılmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin uzlaşmacı
tavrı karşısında GKRY’nin çözümü zorlaştıran ayak direyici tavrı Annan Planı’nı oylamasında kanıtlanmıştır. Bu makalede, Kıbrıs sorununda çözümü zor bu duruma nasıl gelindiği tarihi bir perspektifle anlatılacaktır. Ayrıca, çözüm yolları rasyonel bir projeksiyonla ve tanımaya ilişkin yeni bir strateji ortaya konularak değerlendirilmeye çalışılacaktır.

GİRİŞ

Türkiye’nin hızla gelişmesini sınırlayan en önemli sorunlardan birisi de hiç şüphesiz Kıbrıs Sorunu’dur. Türkiye ve KKTC’nin adada kalıcı ve adil bir barış antlaşması imzalanması için uyguladığı strateji ve yaptığı girişimler Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin uzlaşmaz tutumu nedeniyle hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Özellikle GKRY’nin Avrupa Birliği’ne girişinden sonra elde ettiği durum üstünlüğünü Türkiye ve KKTC üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanabilme avantajı Annan Planı gibi kapsamlı bir plana dahi hayır denmesine neden olmuştur. Kıbrıs Sorunu’nun çözümü için uygulanmakta olan mevcut strateji Rumları anlaşmaya yönlendirebilir mi?
   Sorunun ortaya çıkışından bugüne kadarki süre içinde, koşullarda ve dış politika ortamında meydana gelen gelişmeler yeni bir Kıbrıs stratejisinin belenmesini gerektirmekte midir? Yeni stratejinin hedefi ne olmalıdır?

   Ortaya konan problematiklere cevaplar bulabilmek için Kıbrıs adasının jeopolitiğini, Sorunu’nun ortaya çıkışını ve geçirdiği aşamaları incelemekte
yarar vardır.

1. KIBRIS’IN STRATEJİK KONUMU

Yüzölçümü 9251 km2 olan Kıbrıs adası, Türkiye'ye 71 km, Girit adasına
550km, Kıta Yunanistan’ına 900 km., Suriye'ye 98 km, Mısır'a 316 km.
uzaklıktadır.1 Kıbrıs adası, bu özellikleri ile; bölgede, deniz ve hava yolları
üzerinde, batmayan dev bir uçak gemisi ve füzeler için rampa; Anadolu’nun
güneyden işgali için adeta bir atlama taşı gibidir. Mersin ve İskenderun
limanlarına giriş ve çıkışları etkili bir şekilde kontrol edecek konumdadır.
Aynı şekilde Suriye ve İsrail liman ve sahillerinin güvenliği için de büyük
değer taşır. Akdeniz’in doğusundaki deniz nakliyatının kontrolü açısından
fevkalade önemlidir. Türk boğazları ile Süveyş Kanalı’nın Doğu Akdeniz’e
açılması Kıbrıs adasının önemini daha da artırmaktadır. Ayrıca Kıbrıs,
Ortadoğu petrolleri ile petrol nakliyatının kontrolü bakımından da çok
önemli bir konumdadır. Ege Denizinde Yunan adaları ile kuşatılmış
Anadolu’nun, güneyden de kuşatılmasını tamamlayan önemli bir adadır.2

2. KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN KURULMASI

307 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalan Kıbrıs’ın yönetimi 1878 yılında, hükümranlık hakkı Osmanlı İmparatorluğu’nda kalmak kaydıyla, İngiltere'ye
devredildi. Türkiye Ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Antlaşmasıyla 1923 yılında tanıdı.3

1931’den itibaren Kıbrıslı Rumlar.,

Yunanistan ile birleşme taleplerini dile getirmeye başladılar ve İkinci Dünya
Savaşı sonrasında da Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir
“Elen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan “ENOSİS”
kampanyasına hız verdiler.4 BM'den tek taraflı "self-determinasyon" (kendi
kaderini tayin etme), Enosis lehinde bir karar elde edilememesi, Kıbrıslı
Türklerin Enosis'e karşı direnişleri ve Türkiye'nin kendilerini desteklemekteki kararlılığı, Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlatılmasına imkan sağladı.
Türkiye ile Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih'te anlaşmaya vardı.
Londra'da İngiltere'nin ve Kıbrıs'taki iki toplumun liderlerinin onayı alındı.
Bu şekilde ortaya çıkan Zürih ve Londra Anlaşmaları bağımsızlık, iki toplumun ortaklığı, toplumsal alanda otonomi, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantisi ilkelerine dayandırıldı.5 Rum tarafı, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu şekilde yaşamasına şans vermedi. Kıbrıs Türklerini devlet kurumlarından dışlamaya, izole etmeye, Ada’daki varlıklarını sona erdirmeye ve nihayet Yunanistan ile birleşme yolunu açmaya yönelik olarak girişimlere ağırlık verdi. 

Kıbrıs Türk tarihine “Kanlı Noel” Adıyla geçen bu kampanya önceden hazırlanmış olan “Akritas Planı”na 6 dayandırıldı.

15 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Cuntası’nın desteğiyle EOKA lideri
Nikos Sampson adayı Yunanistan'a bağlamak amacıyla Makarios'a karşı bir
darbe gerçekleştirerek iktidarı kısa süreyle ele geçirdi. Kıbrıs'ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1960 Garanti Antlaşması çerçevesinde, önce İngiltere'ye ortak müdahale teklifinde bulundu. Türkiye, İngiltere'nin olumsuz cevap vermesi üzerine, Ada'daki Türklerin güvenliğini de dikkate alarak 20 Temmuz 1974 günü Barış Harekatı’nı başlattı.7 Böylece Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı önlenmiş ve Kıbrıs Türk halkının varlığı güvence altına alınmış oldu.

BM gözetiminde kalıcı bir barış antlaşması imzalanması için taraflar arasında çok uzun süren görüşmeler yapıldı. Bu görüşmeler süresinde zaman zaman önemli tıkanıklar ve sorunlar yaşandı. Sorunların aşılması ve GKRY’yi barışa teşvik etmek için Kıbrıs Türk Halkı, ileride kurulacak muhtemel bir federasyonun Kıbrıs Türk kanadını oluşturmak üzere, 13 Şubat 1975'de Kıbrıs Türk Federe Devletini (KTFD) kurdu.8

Zaman içinde Kıbrıs Türk halkı barış antlaşması için yaptığı girişim
GKRY tarafından samimi bir karşılık bulmadı. GKRY’yi barışa zorlamak
maksadıyla, "self-determinasyon" hakkına dayanarak ve siyasi eşitliği
vurgulayarak 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
(KKTC) kurulduğunu ilan etti.9

24 Maddelik “ Bağımsızlık Deklarasyonu” nu10 KKTC’nin bağımsız bir devlet olduğunu belirtiyordu. 

Bu yola gidilirken federasyon tezi muhafaza edildi ve Rum tarafına barış ve çözüm çağrısında bulunuldu. 

Bu nedenle tanıtım için kararlı ve yeterli girişimler yapılmadı.

3. MÜZAKERE SÜRECİ

3.1. Müzakere Sürecinin Başlangıcı

KKTC Türkiye dışında diğer ülkeler tarafından tanınmadı ancak BM Genel
Sekreteri’ni harekete geçirdi ve iyiniyet görevi çerçevesinde 1984 Ağustos
ayında yeni bir girişim başlatmasını sağladı. Bu çerçevede Kıbrıslı Türk ve
Rum yetkilileri ayrı ayrı görüşmek üzere Viyana'ya davet etmiştir. Genel
Sekreter, taraflara Viyana Çalışma Noktaları diye bilinen belgeyi sunmuştur.
Bu tarihten sonra, Kıbrıs sorununun çeşitli veçheleri tek tek değil, ayrılmaz bir bütün halinde ele alınmaya başlandı. 1985 yılında Kıbrıs Türk ve Rum taraflarında yapılan seçimleri müteakip, BM Genel Sekreteri taraflarla istişarelerde bulunduktan sonra 29 Mart 1986’da “Taslak Çerçeve Antlaşması”nı sunmuştur.11 Söz konusu Çerçeve Antlaşması, Kıbrıs’ta iki uluslu bir federal devlet kurulmasını, Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkilerinin olmasını ve Türk tarafının toprağının yüzde 29’un üzerinde bir oran olarak belirlenmesini öngörmüştür.

   KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş 21 Nisan 1986’da, Türk tarafı için önem
arz eden temel hususları dile getiren ve paketi bir bütün halinde kabul
ettiğini bildiren bir mektubu Genel Sekreter’e göndermiştir. Denktaş 27
Nisan 1986 tarihli ikinci mektupla da antlaşmayı imzaya hazır olduğunu
bildirmiştir. Rum Lider Kipriyanu ise önerilere yanıt vermeyerek uluslararası
bir konferans çağrısında bulunmuştur.

3.2. Fikirler Dizisi ve Müzakere Süreci

Kıbrıs sorununa çözüm arama çabaları 1990 yılının ilk aylarından itibaren tekrar hareketlilik kazanmış ve giderek yoğunlaşmıştır.
Bu çabaların sonucunda Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının da aktif katkılarıyla
BM Genel Sekreteri Butros Ghali, "Fikirler Dizisi" adını taşıyan ve gayrı
resmi nitelikte olan bir anlaşma çerçevesi taslağı oluşturmuş ve bunu
taraflara iletmiştir. 1992 yılının Haziran ve Kasım ayları arasında New
York'ta yapılan müzakereler, kapsamlı çözüme ilişkin özlü konular etrafında
odaklaşmış, Kıbrıs'ta kurulacak yeni ortaklığın siyasal veçhesini içeren
konular "Fikirler Dizisi"12 çerçevesinde ele alınmıştır. Fikirler Dizisi’nde
iki federe devletten oluşan bir federal yapı çözüme esas alınmış; 1960
düzeninde de öngörüldüğü üzere, 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları
muhafaza edilmiş; ayrıca “Federal Kıbrıs”ın Türkiye ve Yunanistan'a her
konuda "most favoured nation" statüsü tanıyacağı belirtilmiştir. Çerçeve
Anlaşmasının, iki tarafın mutabakatını takiben yapılacak Dörtlü Konferans'ta
nihai hale getirilmesi ve 30 gün içerisinde de iki toplumda referanduma
sunulması öngörülmüştür. Kıbrıs Türk tarafı 100 paragraflık Fikirler Dizisi ’nin 91'ini kabul etmiş, diğer 9 paragrafı müzakereye hazır olduğunu açıklamıştır. 

Rum tarafı ise, Kıbrıs Türklerinin, federe bir birim olarak da olsa, ayrı bir yapıya sahip olmalarını ve Garanti Antlaşması’nın devamını kabul etmemiştir.

Rum tarafında yapılan Şubat 1993 Başkanlık seçimlerini Fikirler Dizisi’ne karşı çıkarak kazanan Klerides, iş başına gelir gelmez Fikirler Dizisi'ni müzakere etmeyeceğini, esas tercihlerinin AB üyeliği yönündeki çabalarını yoğunlaştırmak olduğunu açıklamıştır. Nitekim bundan sonra, Rumlar AB üyeliği yönündeki gayretlerini, Yunanistan'ın da yardımıyla geliştirmeye başlamışlardır. GKRY, Mart 1995’te AB’nin adaylık statüsü vermesiyle tamamen AB üyeliğine odaklanmış ve tek yanlı bir kararla Kıbrıs Türk tarafı ile diyalogu kesmiştir.

BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Temsilcisi aracılığıyla Mart 1997'de
başlatılan dolaylı görüşmeleri takiben, BM Genel Sekreteri'nin yüz yüze
görüşmeler için yaptığı çağrı üzerine 1997 yılının Temmuz ve Ağustos
aylarında yaklaşık birer hafta süreyle Denktaş ve Klerides, Troutbeck (ABD)
ve Glion'da (İsviçre) bir araya gelmişlerdir. Troutbeck görüşmeleri sırasında
AB Komisyonu'nun genişleme konusundaki "Gündem 2000" raporu ve
GKRY ile 1998 başında tam üyelik görüşmeleri başlatılmasına ilişkin13
tavsiye kararı basına sızdırılmıştır. Türkiye ve KKTC tarafından AB'nin bu
tutumuna karşı tepki gösterilmiş, bu bağlamda, 20 Ocak 1997 tarihli
Türkiye-KKTC Ortak Deklarasyonu'nda öngörülen çerçevede, GKRY'nin
AB üyeliği yönünde atacağı adımların KKTC'nin Türkiye ile bütünleşme
sürecini hızlandıracağı 20 Temmuz 1997 tarihli Ortak Açıklamada
kaydedilmiştir. Bu doğrultuda, KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş tarafından 31
Ağustos 1998 tarihinde, soruna kalıcı bir çözüm bulunması amacıyla
Ada'daki iki devlet arasında bir Konfederasyon tesis edilmesi önerilmiştir.14
Öneri, Kıbrıs'taki iki devletin aralarındaki temel meseleleri çözmelerini
müteakip ortak bir yapılanma gerçekleştirmeleri temeline dayandırılmıştır.

3.3. Müzakere Sürecinin Kesilmesi ve Yeniden Canlandırılması

Kıbrıs müzakere sürecinin yeniden canlandırılması girişimleri 1999 yılının
ikinci yarısında hızlanmıştır. 3 Aralık 1999-10 Kasım 2000 tarihleri arasında
Cenevre ve New York’ta 5 tur aracılı görüşme yapılmıştır. Beşinci turda,
görüşmeler sürerken Cenevre'ye gelen BM Genel Sekreteri Annan 8 Kasım
günü taraflara “Sözlü İfadeler” adı altında bir kağıt sunmuştur.15Kağıtta yer
alan ifadelerin, sürecin içeriğiyle uyuşmadığı görülmüştür. 
Denktaş, Kıbrıs'ta iki ayrı egemen devlet, iki halk ve iki demokrasi bulunduğunu, aracılı görüşmelerin amacının kapsamlı görüşmelere geçilebilmesi için zemin
hazırlanması olduğunu, ancak beş turda bunun yapılamadığını, görüşmelerin
almış olduğu seyir nedeniyle ve Kıbrıs Türk tarafının ortaya koyduğu makul
ve gerçekçi parametreler kabul edilmedikçe aracılı görüşmelere devam
edilmesinde yarar görmediğini açıklamıştır.

Cumhurbaşkanı Denktaş 8 Kasım 2001 tarihinde, Kıbrıs sorununa bir
çıkış yolu bulunması amacıyla GKRY lideri Klerides’e mektup göndererek
Ada’da yüz yüze görüşme önerisinde bulunmuştur. Bu çerçevede Denktaş,
Klerides ile 4 Aralık 2001’de Ada’da ara bölgede bir araya gelmiştir.
Görüşmenin sonunda BM Genel Sekreteri temsilcisi De Soto tarafından
yapılan açıklamada, iki liderin 2002 Ocak ayı ortalarında Ada’da doğrudan
görüşmeyi kabul ettikleri kaydedilmiştir. İki taraf arasında 6 tur olarak
yapılan görüşmelerde, ağırlıklı olarak egemenlik, eşitlik, merkezi otorite ile
kurucu devletlerin yetkileri hususları ele alınmıştır. BM Genel Sekreteri
Annan, Cumhurbaşkanı Denktaş ve GKRY Lideri Klerides’le 3-4 Ekim
2002 tarihlerinde New York’ta bir araya geldi. Görüşmelerden sonra Genel
Sekreter’in yaptığı açıklamada Kıbrıs sorununun basit bir çözümü
bulunmadığı ve kapsamlı çözüme ulaşmak için taraflar arasında iki taraflı
“ad hoc” nitelikteki teknik komitelerin kurulmasına karar verildiği ifade
edilmiştir.

3.4. Müzakere Süreci ve Annan Planı

Annan, 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara, Annan Planı olarak da anılan
“Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” başlıklı belgeyi sunmuştur.16 Gerek Denktaş’ın sağlık sorunları, gerekse Ankara’da yeni hükümetin kurulma çalışmaları nedeniyle Türk tarafının plana resmi bir yanıt vermesi gecikmiştir. Bu kritik şartlarda ortaya konan plan Türk kamuoyunda şiddetli tepki görmüştür. Planı müzakere zemini olarak kabul eden Rum tarafı ise, mevcut şekliyle kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. BM, Kopenhag Zirvesi’nden iki gün önce, 10 Aralık’ta gözden geçirilmiş, üzerinde ufak-tefek değişiklikler yapılan planı taraflara iletmiştir.
Cumhurbaşkanı Denktaş, planının pek fazla değişiklik içermediğini, eski
plan olduğunu açıklamıştır. Son dakikaya kadar çözüm çabalarının sürdüğü
Kopenhag’da hem Rum hem de Türk tarafı plana imza atmayı reddetmiştir.
BM Genel Sekreteri Annan, 26 Şubat 2003 tarihinde gittiği Ada’da Annan Planı’nın üçüncü versiyonunu taraflara sunmuştur. Genel Sekreter söz konusu planı ve planda öngörülen süreci kabul edip etmediklerini bildirmek üzere iki tarafı 10 Mart 2003 tarihinde Lahey’e davet etmiştir.

Davet üzerine iki lider 10 Mart tarihinde Lahey’de bir araya gelmişlerdir.
Anılan toplantıya Garantör ülkeler olarak Türkiye, Yunanistan ve İngiltere
de katılmıştır. Görüşmeler öncesinde Papadopulos ve Denktaş, Annan
planında yapılmasını istedikleri değişiklikleri BM yetkililerine iletmiştir.
BM Genel Sekreteri, taraflara tadil edilmiş plan üzerinden 28 Mart tarihine
kadar müzakereleri sürdürmelerini ve planın 6 Nisan tarihinde referanduma
sunulmasını önermiştir. Görüşmelerde Denktaş, planla ilgili olarak Türk
tarafının kaygı ve beklentilerini gündeme getirmiş, iki tarafın mutabık
kalmasından sonra planın referanduma sunulabileceğini kaydetmiştir. 

Bu çerçevede, Denktaş, 28 Mart tarihine kadar görüşmelere devam etmeyi
kabul etmiştir. Papadopulos da plandaki mevcut boşlukların doldurulması
gerektiğini ifadeyle, görüşmelere devam etmeyi kabul etmiş, ancak Rum
kamuoyunun aydınlatılması bakımından referandum için iki aylık bir
kampanyaya ihtiyaç duyduğunu ileri sürmüştür. Yunanistan tarafından da
desteklenen bu taleple, Rum tarafının referandumu Güney Kıbrıs’ın 16
Nisan tarihinde AB’ye Katılım Antlaşması’nı imzalamasından sonraya
bırakmak istediği görülmüştür. Ancak Genel Sekreter, 11 Mart sabahı
konunun çıkmaza girdiği sonucuna vararak görüşmelere son vermeyi tercih
etmiştir.

BM Genel Sekreteri Annan 1 Nisan 2003 tarihli raporunda doğrudan
görüşmelerin sonuçsuz kalmasından Kıbrıs Türk tarafını sorumlu tutmuştur.
16 Nisan tarihinde, Atina’daki AB Zirvesi’nde diğer 9 aday ülkeyle birlikte
GKRY de AB ile Katılım Antlaşması’nı imzalamıştır. Böylece, Türk
tarafının uyarılarına rağmen, GKRY’i çözüme teşvik edebilecek önemli bir
unsur yitirilmiştir.

BM Güvenlik Konseyi’nin 14 Nisan 2003 tarihli toplantısında BM Genel
Sekreteri’nin 1 Nisan tarihli raporuna istinaden Kıbrıs konusunda bir karar
kabul edilmiştir. 1475 sayılı bu kararın işlem paragraflarında taraflardan
“BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde Annan Planı’ndan
yararlanarak kapsamlı bir çözüme ulaşılması maksadıyla müzakerelere
devam etmeleri” istenmiş ve Genel Sekretere iyi niyet misyonunu
sürdürmesi yönünde destek verilmiştir.

10–13 Şubat 2004 tarihleri arasında New York’ta yapılan görüşmeler,
Türk tarafının olumlu ve yapıcı tutumu sayesinde başarılı geçmiş ve Ada’da
müzakerelerin tekrar başlaması yolunu açmıştır. New York’ta varılan
mutabakat, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarının belli bir tarihe kadar
Annan Planı’nı müzakere etmelerini, üzerinde anlaşmaya varılamayan
noktalarda müzakerelere anavatan Türkiye ve Yunanistan’ın katılımıyla
devam edilmesini ve nihayet anlaşılamamış nokta kaldıysa bu alanlarda BM
Genel Sekreteri’nin yetkisini kullanarak formüller üretmesi ve ortaya
çıkacak nihai belgenin her iki tarafta ayrı ayrı, ancak eş-zamanlı olarak
düzenlenecek referandumlarla Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının
onayına sunulmasını içermiştir. Böylece, 1 Mayıs 2004 tarihinden önce
çözüme ulaşılması ve AB’ne birleşmiş bir Kıbrıs’ın katılımı hedeflenmiştir.
Müzakereler neticesinde nihai hale getirilen çözüm planı 24 Nisan 2004
tarihinde GKRY ve KKTC’de referandumlarla Kıbrıs’taki iki halkın onayına
sunulmuştur. Rum halkının %75.83’ü Planı reddederken,17 Kıbrıs Türk
tarafı kendileri için getireceği pek çok zorluğa rağmen %64.91 çoğunlukla
Plan’a “evet” demiştir.18 Rum tarafının Plan’ı büyük bir çoğunlukla
reddetmesinde GKRY lideri Papadopulos’un 7 Nisan 2004 tarihindeki halka
seslenişinde Rum halkını “güçlü bir hayır” demeye çağırması ve Rum
liderliğinin devlet eliyle sürdürdüğü “hayır kampanyası” da önemli bir etki
yapmıştır. Sonuçta, Rum toplumunun reddi karşısında, BM ve AB dahil tüm
uluslararası camianın desteklediği bu kapsamlı çözüm planı geçersiz hale gelmiştir.

3.5. Müzakere Süreci ve GKRY’nin AB Üyeliği

GKRY 1 Mayıs 2004 tarihinde, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ne tam
üye olmuştur. Türkiye tarafında aynı gün yapılan açıklamada, AB’ye
katılacak olan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil
etmeye yetkili olmadıkları, eşit statüye sahip Kıbrıs Türkleri veya Kıbrıs
Adası’nın tamamı üzerinde yetki veya egemenliklerinin bulunmadığı,
“Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Kıbrıs Türklerine zorla empoze edilemeyeceği,
kendi anayasal düzenleri altında ve kendi sınırları içerisinde örgütlenmiş
bulunan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil eden
yasal hükümet olarak kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Açıklamada ayrıca,
Kıbrıs Türklerinin kendi ülke sınırları ve anayasal düzenleri içerisinde
örgütlenmiş bir halk olarak, hükümet etme yetkisini ve egemenliklerini
kullanmakta oldukları, bu çerçevede Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’ni tanımaya devam edeceği ve Güney Kıbrıs’ın AB’ye girişinin
Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarına dayanan Kıbrıs üzerindeki hak ve
yükümlülüklerine hiçbir şekilde haleldar edemeyeceği ifade edilmiştir.
BM Genel Sekreteri, 28 Mayıs 2004 tarihli iyi niyet misyonu raporunda,
referandumlar sonrasında Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia
tarafından ele alınması gereğine işaret etmekte ve Kıbrıs Türklerine baskı
uygulamak veya onları dünyadan tecrit etmek için hiçbir gerekçe kalmadığını kayda geçirmektedir. Bu çerçevede Kıbrıs Türklerine yönelik ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması için uluslararası camiaya ve Güvenlik Konseyi’ne kuvvetli bir çağrıda bulunmuş, Kıbrıs Türk tarafının kalkınmasını engelleyen ve onları dünyadan tecrit eden uygulamalara son verilmesini istemiş, 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarının buna engel teşkil etmediğini vurgulamıştır.

Genel Sekreter raporunda ayrıca, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün siyasi eşitlik ve ortaklık temeline dayalı olması gerektiğini vurgulamış, Çözüm Planı’nın başarısızlığa uğramasının sorumluluğunu Kıbrıs Rum tarafına  yüklemiş, Rum tarafının tutumunu sorgulamış ve gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istemeleri halinde Rumların bunu dile getirmelerinin yeterli olmayacağını, aynı zamanda eylemleriyle de göstermeleri gerektiğini belirtmiştir. Rumların böylece Annan Planı’nı değil, esasen çözümü reddettiklerini de kayda geçiren Genel Sekreter, durumun kapsamlı bir değerlendirmeyi gerektirdiğini vurgulamış, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının müzakereler öncesinde, sırasında ve sonrasındaki olumlu tutumunu takdirle karşıladığını beyan etmiştir.


***