1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 10




AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 10


    Aday ülkelerin müzakere takvimi belli olduktan sonra adeta şekil şartlarının yerine getirildiği görülüyor. Kaldı ki, aday ülkelerin AB'ye uyumun gereklerini yerine getirmesi için malî yönden desteklenmesi gerekmektedir. AB'nin Türkiye Komisyonu Temsilcisi Karen Fogg'un söylediği gibi, Türkiye, büyük ve yapacak işi çok olan bir ülkedir, ancak Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri malî desteği daha çok hak etmektedirler. Çünkü bu ülkeler için "özel ihtiyaçları" gibi bir gerekçe bulunmuştur. Ayrıca katılım müzakerelerine başlamak için Türkiye'ye sürekli olarak siyasî kriterler şart koşulurken, diğer ülkeler için ekonomik kriterler esas alınmaktadır. Evet Türkiye'nin siyasî sorunları bulunmaktadır ama bunların temelinde de ekonomisinin geri kalmışlığı bulunmaktadır. AB, bu gerçeği, üstelik de kendisinin Türkiye ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisini hiç dikkate almamaktadır. Türk ekonomisinin düzelmesi için parmağını oynatmayan AB, siyasî kriterlerle oynamayı tercih etmektedir. Oysa şu gerçek çok açık bir biçimde ortada durmaktadır; Türkiye'nin Gümrük Birliği'nden kayıplarına ilave olarak, AB beğenmese de sadece Ulusal Programı'nda öngördüğü reformları yapması için 15 milyar dolara ihtiyacı bulunmaktadır. Bugüne kadar Polonya'ya 20, Yunanistan'a adaylık döneminde 25 milyar Euro olmak üzere bugüne kadar toplam 50 milyar Euro, Türkiye'ye ise sadece 1.5 milyar Euro verilmiştir. AB ile 1964 yılında imzaladığımız Ankara Anlaşması'nın 3. Maddesi şöyledir: "Hazırlık döneminde Türkiye geçiş dönemi ve son dönem boyunca kendisine düşecek yükümlülükleri üstlenebilmek için topluluğun yardımı ile ekonomisini güçlendirir." 




Türkiye gibi 15 yıl, hem de Avrupa destekli bir terörle mücadele etmiş, bu yüzden ekonomisi ağır darbe almış, halen de terör tehdidi altında olan, ayrıca AB'nin ayrıcalıklı adaylarının hepsinden de büyük bir ülkeden istenenler ile, diğer adaylardan istenenlerin ve verilen desteğin orantısızlığı tartışılmayacak kadar açıktır. Türkiye, bütün ülkelerden çok önce başladığı AB maratonunda, hem statü, hem kriter ve hem de malî destek açısından AB eliyle haksız rekabete maruz bırakılmıştır.

Diğer Aday Ülkelerin Katılım Ortaklığı Belgelerinde Öncelikler Neler Olmuştur? 

AB'nin Türkiye'ye verdiği ve siyasî kriterler ön şartları ile başlayan Katılım Ortaklığı Belgesini daha önceki bölümlerde ele aldık. Türkiye'nin ilerlemesi KOB'a göre takip edilmekte, buna göre de Kopenhag Kriterlerine uyum sağlayıp, sağlamadığımıza karar verilmektedir. Bilindiği gibi Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin yerine getirilmesinin müzakerelere başlamak için ön şart haline getirilmesi sadece Türkiye için alınmış bir karardır. Diğer adaylar ile müzakerelere başlanması için herhangi bir şart koşulmamış, Katılım Ortaklığı Belgeleri de müzakereler devam ederken verilmiştir. Türkiye'ye müzakerelere başlamadan verilen Katılım Ortaklığı Belgesi'nde yer alan yüzlerce "şartın" yerine getirilmesi halinde takviminin belirleneceğinin söylenmesi işi iyice yokuşa sürmek, hatta sonuca ulaşılmasını açıkça engellemekten başka bir şey değildir. 

Türkiye KOB'unun tümüyle siyasî kriterlere dayandırılması sebebiyle tüm ilerleme raporlarının başlangıç cümlesi, Türkiye'nin Kopenhag Kriterlerine uymadığıdır. Diğer aday ülkelerin ilerleme raporlarının başlangıcı ise, hemen altta yer alan ve kriterlere uyulmadığını gösteren ifadelere rağmen "Kopenhag Kriterlerine uydukları" şeklindedir.

AB'nin, aday ülkelere desteğindeki farklılıklara, kriterlerdeki farklı yorumlamalarına ve her aday ülkenin önceliklerinin tesbitindeki farklı tutumuna rağmen, Türkiye, bu ülkelerle aynı kefeye konularak, "Onlar yapmış, biz de yapmalıyız. Hiçbir ülkeye farklı davranılmıyor, hiçbir ülkenin özel durumu dikkate alınmıyor" şeklinde yanlış ve haksız değerlendirmeler yapılmaktadır. AB'nin diğer aday ülkelere büyük malî destek verdiğini ve bu ülkelerin özel durumlarını dikkate aldığını, Kopenhag Kriterlerini farklı süreçte ve şiddette uyguladığını geride kalan bölümlerde gördük. AB Katılım Ortaklığı belgeleri için de farklı ölçüler belirlemiştir. İşte diğer ülkelere 1999 yılında verilen KOB'lardaki öncelikler: 

Kısa vadeli öncelik örnekleri 

Bulgaristan: ekonomik kriterler: İş ortamının iyileştirmek, yurtiçi ve yurtdışından gelen yatırımları harekete geçirmek için önlem alınması. 

Kıbrıs: iç piyasa: Standardizasyon ve sertifikasyon için çerçeve müktesebatın kabul edilmesi; standart ve indirilmiş oranlar açısından KDV'nin uyumlu hale getirilmesi; mevzuatın aynı düzeye getirilmesi; ve deniz taşımacılığında emniyet standartlarının uygulanmasının güçlendirilmesi. 

Çek Cumhuriyeti: ekonomik kriterler: Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasının tamamlanması (geri kalan iki büyük bankanın özelleştirilmesi; tahsili şüpheli kredi sorununun çözümlenmesi). 

Estonya: siyasî kriterler: Ülke vatandaşı olmayanların entegrasyonu için, dil eğitimi dahil olmak üzere somut önlemlerin uygulanması ve gerekli malî desteğin sağlanması. 

Macaristan: adalet ve içişleri: Sınır karakollarının ve "yeşil sınır kontrolünün" kalitesinin yükseltilmesi; ve Schengen Bilgi Sistemi'ne tam katılımı sağlayacak veri ve haberleşme altyapısının iyileştirilmesi.

Letonya: siyasî kriterler: Ülke vatandaşı olmayanların entegrasyonu için, dil eğitimi dahil olmak üzere somut başka önlemlerin uygulanması ve gerekli malî desteğin sağlanması. 

Litvanya: enerji: Nükleer Güvenlik Hesabı anlaşması paralelinde kapsamlı bir enerji stratejisinin uygulanmaya başlaması, özellikle Ignalina Nükleer Enerji Tesisinin 1 Numaralı Ünitesinin kesin olarak kapatılması ve işletme faaliyetinin sona erdirilmesi için hukukî ve teknik hazırlıkların yapılması. 

Malta: çevre: Özellikle, gerekli uygulama düzenlemelerini ve kapasite geliştirme gereksinimlerini hazırlamak, çerçeve mevzuatı ve sektör mevzuatını geliştirmek suretiyle, AB çevre müktesebatının aktarılması, uygulanması ve yürütülmesi için bir strateji ve yönergeye-özgü ayrıntılı bir program benimsenmesi. 

Polonya: Endüstriyel yeniden yapılanma: Çelik endüstrisinin yeniden yapılandırılmasına ilişkin gözden geçirilmiş programın uygulanması (özelleştirmenin tamamlanması ve yaşama kabiliyetine geri dönüşün başlatılması). 

Romanya: ekonomik kriterler: Özellikle yapısal reform uygulanarak makro-ekonomik istikrarın yeniden sağlanması ve orta vadeli bir strateji belirlenmesi; Avrupa Komisyonu ile ortak bir değerlendirme üzerinde mutabık kalınması.

Slovak Cumhuriyeti: ekonomik kriterler: Şeffaf malî reform, finansal kuruluşların özelleştirilmesi ve şüpheli alacakların tahsiline ilişkin mekanizmalarla desteklenerek, rekabetin teşvik edilmesi.

Slovenya: idarî kapasite: Devlet memuriyeti yasasının uygulamaya konması dahil olmak üzere, kamu yönetimi reformunun hızlandırılması. 

Türkiye'nin KOB'unda da ekonomik, idarî veya adlî kriterler bulunmaktadır. Ancak önceliği siyasî kriterlerdir. Temel farklılık buradadır. Ayrıca Estonya ve Letonya örneklerinde görüldüğü gibi siyasî kriterler de farklı değerlendirilmektedir. Türkiye'de sanal azınlıklar yaratmaya çalışan ve bunu belgelerine koyan AB, bu ülkelerde entegrasyonu istemekte ve desteklemektedir.

Uluslararası Anlaşma ve Sözleşmelere Göre İnsan Hakları ve Azınlıklar Konuları Nedir?

Türkiye'nin önüne devamlı konulan insan hakları ve azınlık meselelerinin ne olduğunu, AB'nin Türkiye'de yaratmak istediği "sanal azınlıkların" bu kapsama girip girmediğini değerlendirmek için uluslararası anlaşma ve sözleşmelere bakmak gerekmektedir. 
Türkiye, özellikle terör olaylarının sistematik olarak başlatıldığı 1984 yılından itibaren demokrasi ve insan hakları konularında uluslararası platformlarda haklı haksız ağır eleştirilere uğramış, bu durum da uluslararası ilişkilerini olumsuz bir şekilde etkilemiştir. 
Uluslararası kurumların en ılımlısı olan AGİT Parlamenterler Meclisi bile, Güneydoğu sorununa ilişkin olarak 9 Temmuz 1996'da aldığı son kararında, "şiddete başvurmadıkları halde fikirlerini ifade ettiği için tutuklu bulunan aralarında 3 eski milletvekilinin de yer aldığı bütün mahkumların serbest bırakılmasını" istedikten sonra, Türkiye'de binlerce insanın hayatına mal olan terör ve şiddetten duyulan endişeyi dile getirmiştir. Kararda özellikle PKK gibi radikal gruplarca uygulanan terör olayları başta olmak üzere, terörün her türü kınanmış ve bazı devletler tarafından yapılan malî ve lojistik desteklerin derhal sona erdirilmesi istenmiştir. 
Bir diğer uluslararası kuruluş olan ve Türkiye'nin de üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ise, 1996 yılında DEP'li milletvekillerinin özel veya genel afla serbest bırakılmasını istemiştir ancak, 26 Nisan 1995 tarihli kararında, şu görüşlere de yer vermiştir: 

- Meclis, merkezî hükümet güçleri ile PKK ve Kürt milliyetçileri arasındaki silahlı çatışmalar sonucu Türkiye'de, özellikle ülkenin güneydoğusundaki insan hakları ihlallerinden derin endişe duyar.

- Meclis, diğer her ülke gibi Türkiye'nin de milletlerarası hukuk ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi sınırları içinde, terörizmle mücadele hakkına sahip olduğunun altını çizer. 

Üyesi olmaya çalıştığımız AB'nin Parlamentosu ise insan haklarını adeta tümüyle güneydoğu sorunu ile sınırlandırmış, ileriki bölümlerde detaylı bir şekilde görüleceği gibi Kürt vatandaşlarımızı ısrarla azınlık görmeye ve göstermeye çalışmıştır.

Tümüyle siyasî bir organ olan parlamentonun, herhangi bir ülkenin insan hakları alanındaki düzenleme ve uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerinin hukukî değerinin olmadığı ve subjektif nitelik taşıdığı bilinmektedir. Bağlayıcılığı olsun olmasın aldığı kararlarla, Türkiye'yi devamlı uluslararası platformlarda "sabıkalı" göstermeye çalışan AB Parlamentosu'nu ve diğer kuruluşları, yine kendilerinin hazırladığı uluslararası anlaşma ve sözleşmelerle cevaplandırmak gerekmektedir. Bu anlaşma ve sözleşmelerin tamamı, ülkelerin toprak bütünlüğü ve egemenlikleri temeline oturtulmuştur. Gerek insan hakları, gerekse de azınlıklar konuları bu temel üzerine inşa edilmiştir.

Türkiye'nin gündemini bugün tümüyle "AB'nin sanal azınlıkları" oluşturduğundan, öncelikle bu konu üzerinde durmak istiyoruz. Azınlıklar konusunda bugüne kadar en kapsamlı çalışmayı Birleşmiş Milletler yaptırmıştır. Bu amaçla İtalyan Francesco Capotorti, "Yabancıların Korunması ve Ayırımcılığın Önlenmesi Alt Komitesi'ne" özel raportör olarak atanmıştır. Raportör, dünya ülkelerindeki azınlıkların durumunu ve uygulamaları inceledikten sonra, 1977'de BM'e sunduğu raporda, bütün devletlerce itirazsız olarak genel tasvip görecek bir azınlık tanımı yapmanın imkânsız olduğu sonucuna varmış, ancak objektif ve subjektif olmak üzere iki kriter teklif etmiştir.

Objektif kriterler; 

- Bir devletin nüfusu içinde farklı dil, din ve etnik kökene mensup grupların mevcut olması ve bunların nüfusun geri kalan kısmından kesin çizgilerle ayrılmış olması,

- Bu grupların sayıca nüfusun geri kalan kısmından az olması,

- Bu grupların nüfusun geri kalan kısmına göre hakim pozisyonda olmamasıdır. Çünkü hakim durumundaki azınlık gruplarının zaten korunmaya ihtiyaçları yoktur. 

Subjektif kriterler;

- Bu grup üyelerinin kendi özelliklerini muhafaza hususundaki ortak iradeye sahip olmaları, 

- Dil, din ve ırk açısından farklı kimliğe sahip bir grup genel nüfus içinde kendisini kabul ettirmişse, bu kimlik grup üyeleri arasındaki dayanışmayı doğuran ve bunun sonucu olarak azınlık grubu kendi farklı niteliklerini muhafaza konusunda ortak iradeye sahip olurlar. 

Özel raportör, bu tesbitlerden hareketle, şöyle bir azınlık tarifi yapmıştır:

 "Azınlıklar, bir devletin vatandaşı olmakla beraber, nüfusun geri kalan kısmına oranla azınlıkta olan, hakim pozisyonda bulunmayan, nüfusun geri kalan kısmına göre farklı etnik, dil ve din özellikleri taşıyan ve kendi kültür, gelenek, dil ve dinlerini muhafaza konusunda dayanışma ve ortak iradeye sahip gruplardır."
Sonraki bölümlerde de görüleceği gibi, AB İlerleme raporlarında dahi, PKK'nın bağımsız bir Kürdistan kurmayı amaçladığı belirtilmektedir. Bu tesbit ışığında, öncelikle AGİK Helsinki Sonuç Belgesi (1 Ağustos 1975)'ndeki, "Kimlerin azınlık sayılacağına, belgeyi imzalayan devletin kendisi karar verecektir" şeklindeki karara işaret etmek istiyoruz. Sonuç belgesi, egemen devletlerin ülke bütünlüğünü açıkça güvence altına almıştır. Bu durumda değil sanal azınlıklara, millî azınlıklara dahi ülkenin bir bölümünde bağımsız bir devlet kurma hakkı tanınması, egemen devletlerin toprak bütünlüğüne saygı ilkesiyle bağdaşmamaktadır. 

Helsinki sonuç belgesinin hazırlık çalışmaları sırasında yapılan müzakereler de oldukça tartışmalı geçmiştir. Müzakerelerde, BM Sözleşmesi'nin self determinasyon (Kendi kaderlerini tayin hakkı ki, sanal değil, kabul edilmiş millî azınlıklar için söz konusudur ) ilkesinin devletin ülke bütünlüğünü ihlal etmeyeceği ve dolayısıyla bölünme hakkını içermediği açıkça belirtilmiştir. 
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi'nin içtihadında da, "AİHS'nin hiçbir şekilde özel statü sağlamaya yönelik taleplere âlet edilemeyeceği" belirtilerek, "egemen bir devletin, sınırları içinde yaşayan millî azınlıkların self determinasyon isteklerine ilişkin başvuruları kategorik olarak" reddedilmektedir. Örneğin Komisyon, eskiden Çekoslovakya'da yaşayan Almanlar ve Surinam'lılara ilişkin davalarda, sözleşmenin, millî azınlıkların kendi geleceklerini belirleme hakkını güvence altına almadığını belirterek, reddetmiştir. (Milletlerarası Hukuk Açısından Güneydoğu Sorunu ve Terörle Mücadele, Dr. Şeref Ünal) 

BM Genel Sekreteri 1949'da, "Azınlıkların Korunması ve Ayırımcılığın Önlenmesi Komitesine" sunduğu ayrıntılı raporda, azınlıkların tanımlaması ve sınıflandırmasını yapmamıştır. Komisyon, 1954'te azınlığı, "genel nüfus içinde hakim pozisyonda olmayıp, çoğunluğa oranla farklı dil, din ve etnik özelliklerini koruma arzusunda bulunan gruplar" olarak tarif etmiştir. Ancak bu tarif üzerinde devletler arasında bir uzlaşma sağlanamamıştır. Devletler özellikle, nüfusun belirli bir kesiminin özel nitelikleri ve ortak çıkarları olduğu kabul edildiği takdirde, bunun farklı hukuk sistemlerinin kabulüne yol açacağı ve istisnaî uygulamalara neden olacağı endişesiyle, genel bir azınlık tanımlamasından kaçınmışlardır. 

Görüşleri sorulan BM üyesi devletlerin cevaplarındaki farklılıklar da, devletlerin bu konudaki duyarlılıklarını ortaya koymuştur. Örneğin Yunanistan,

"Farklı dil, din ve etnik kökene mensup insanlardan oluşan grupların azınlık sayılabilmesi için sayı olarak kolayca tanınması gerekir. Ayrıca grubun karakteristik özellikleri çoğunluğunkinden açıkça ayrılabilir nitelikte olmalı ve grup kendi gelenek özelliklerini muhafaza arzusunda bulunmalıdır. Böyle bir grubun uluslar arası sözleşmeler tarafından azınlık olarak kabul edilmesi de gerekmektedir." 
demiştir. 

Bulgaristan ise,"raportörün azınlık tanımlamasının ülkelerdeki farklı özel durumlar dolayısıyla istenmeyen sonuçlar doğuracak şekilde yorumlanabileceği tehlikesine" işaret etmiştir. 
O dönemde farklı dil, din ve etnik kökene mensup 118 grubu bünyesinde bulunduran Sovyetler Birliği,"ülkesinde özel korumaya muhtaç farklı din, dil ve kökene mensup hiçbir azınlık bulunmadığını" bildirmiştir. 

Fransa ise, azınlıkta olsun olmasın, ülkesinde hiçbir etnik grubun varlığını kabul etmemiştir. Din ve devletin resmî dilinden farklı diller açısından da,
"Bu ikisinin devletler hukukunun konuları değil, vatandaşlara tanınan kamu özgürlüklerinin özel uygulamalarının bir tezahürü olduğu" görüşündedir. Fransa,
"mahallî dillerin kullanılmasının bilimsel amaçlar dışında, hiçbir şekilde bir grubun kimliğini belirlemede bir kriter olarak kabul edilmesinin mümkün olamayacağına " 
dikkati çekmiş ve "kaldı ki, bireysel olarak kullanılan bu diller ve lehçelerin, teknik olarak düşüncelerin geliştirilmesi açısından yetersiz kalması, bu dil ve lehçeleri kullananların Fransız milletine karşı bir azınlık sayılmasına da engeldir." demiştir. 

Fransız Anayasa Konseyi, Mayıs 1991'de verdiği bir kararla, "Menşe, ırk ve din ayırımı gözetilmeksizin, tek ve bölünmez bir Fransız milleti bulunduğunu" kabul etmiştir.



11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder