Bulgaristan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bulgaristan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 9


Nice Zirvesi'nde Neler Oldu ya da Geleceğin Avrupa'sında Yerimiz Var mı? 





Türkiye'ye Katılım Ortaklığı Belgesi verildikten sonra Aralık 2000'de yapılan Nice zirvesinde, bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin gelecekte Avrupa Parlamentosu'nda sahip olacakları sandalye sayısı belirlendi. Nice'te Ecevit'in fotoğrafı ile duvara asılan Türk bayrağı vardı ama Türkiye yoktu. Nice'de de Türkiye'ye bir takvim verilmedi. Evet, Türkiye aday bir ülkeydi ancak yapılan sandalye dağılımı ile bizim görüşme randevumuz 2010 yılına atılmıştı. Nice Zirvesi'nde alınan önemli kararlardan birisi de "Güçlendirilmiş İşbirliği" olmuştur. Buna göre, "AB içinde 8'den fazla üye ülke, kendi aralarında anlaşmaya vardığı takdirde bu ülkeler diğer ülkeleri beklemeksizin, kendi aralarında ve seçtikleri konularda daha yakın işbirliği ve entegrasyona gidebilecekler. Ancak savunma konuları, güçlendirilmiş işbirliği" dışında bırakılacaktır. 

Bu madde ileride Türkiye ve KKTC açısından büyük önem arz edecektir. 8 üye ülkenin bir araya gelip, savunma konuları dışında istedikleri her konuda diğer üye veya aday ülkeler için karar alıp, blok olarak hareket edebilecekleri düşünüldüğünde yeni sürprizlerle karşılaşmamız, gerçekten sürpriz olmayacaktır. Nice Sözleşmesi'ne göre, AB ülkelerinin genişleme sonrası parlamentodaki oy dağılımı şöyle belirlendi: Almanya, İngiltere, Fransa ve İtalya'ya 29 oy. İspanya ve Polonya'ya 27 oy, Romanya'ya 15, Hollanda'ya 13, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Macaristan, Portekiz'e 12 oy, İsveç, Bulgaristan, Avusturya'ya 10 oy, Slovakya, Danimarka, Finlandiya, İrlanda, Litvanya'ya 7 oy, Letonya, Slovenya, Estonya, Kıbrıs Rum Kesimi ve Lüksemburg'a 4 oy. Malta 3 oy. Böylece Avrupa Parlamentosu'nun şu anda 626 olan sandalye sayısı genişleme sonrası 732'ye çıkmış olacak. (EK-3)
Nice Zirvesi'nde, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinden de dışlandık. AB üyesi olmayan ülkelerin karar mekanizmalarında bulunmaması kararlaştırıldı ve yine Yunanistan'a taviz verildi. ABD, İngiltere ve Türkiye arasında AGSP konusunda belli bir mutabakata varıldı ancak Avrupa Ordusu'nu hem Türkiye'ye, hem de KKTC'ye karşı kullanma kararlılığında olan Yunanistan bu anlaşmayı da beğenmedi. Aralık 2001'de yapılan Laeken Zirvesi'nde Yunanistan ikna edilemeyince Avrupa Ordusu'nun kurulması gecikti. 2002 Barselona Zirvesi'nde Yunanistan'ın uyarılması kararı alındı ancak bu konunun nasıl bir seyir izleyeceği ve AB'nin uyarısının işe yarayıp yaramadığı önümüzdeki süreçte görülecektir.
Türkiye'nin, AGSP'nin karar mekanizmalarından dışlanmasından sonra NATO'daki veto hakkımızın da elimizden alınması için de uğraşıldı. Ancak özellikle Genelkurmay Başkanlığı yoğun ve haklı bir direnç gösterdi. Aralık 2001'de Türkiye, ABD ve İngiltere'nin ortak bir metinde uzlaştığı açıklandı. Bu metin hakkında açıklama yapılmaması ise tedirginlik yarattı. Eleştiriler üzerine Dışişleri Bakanı İsmail Cem, açıklamanın kararın onaylanmasından sonra yapılacağını söyledi. Onaylandıktan sonra yapılacak açıklama ne işe yarayacaksa... Oysa bu, TBMM başta olmak üzere toplumun tüm kesimlerince tartışılması gerekecek önemde ve özellikte bir konudur. Özellikle Cem'in, İngiltere Başbakanı Tony Blair'in mektubunun güvence olduğu yolundaki açıklaması tartışmaların merkezine oturdu. 1980'de Yunanistan'ın NATO'ya alınmasında dönemin NATO Genel Sekreteri Rogers'ın, 1999'da Helsinki Zirvesi'nde Kıbrıs'ın ön şart olmadığına ilişkin Dönem Başkanı Finlandiya Başbakanı Lipponen'in mektuplarına rağmen bu iki konuda gelinen nokta ortadaydı. Türkiye üçüncü kez "hiçbir fonksiyonu olmayan" mektup diplomasisi ile karşı karşıyaydı. AB'nin, Yunanistan'la birlikte bu konuda karar verirken, Blair'ın mektubunun hatırlanıp hatırlanmayacağını hep birlikte göreceğiz. 

Zirve sonuçlarına dönersek; AB Dönem Başkanı sıfatıyla 10 Aralık 2000 tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, Nice belgesinde Türkiye'ye yer verilmemesini şöyle açıkladı: 
"Türkiye'nin konumu diğer aday ülkelerden farklı. Çünkü diğer adaylarla üyelik müzakereleri başlamış bulunuyor. Türkiye farklı, özel ve ayrı bir duruma sahip. Helsinki'de Türkiye'ye adaylık statüsü tanındı, ancak bildiğiniz gibi Türkiye ile üyelik müzakereleri henüz açılmadı." 
Helsinki'deki adaylık ilanımızın oyalamadan ibaret olduğu herhalde bundan daha açık izah edilemezdi... 

Türkiye'nin "Sanal Aday" Olduğunu Kim İlan Etti?

Türkiye'nin AB nezdindeki statüsü gerçekten ilginç bir seyir izlemiştir. AET ile imzaladığımız ve 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması'nda "Tam üye adayı" olan Türkiye, tam üyelik için 1987 yılında yaptığı müracaata 1989 yılında verilen cevapta, "Topluluğa katılmaya ehil bir ülke ancak hem Türkiye, hem topluluk bu katılıma hazır değil." konumda görüldü. Türkiye için, Lüksemburg Zirvesi'nde (1997) "üyelik için ehil", Cardiff Zirvesi'nde (1998) "Üyelik adayı", Helsinki Zirvesi'nde (1999) "Aday ülke" ve yukarıda görüldüğü gibi Nice Zirvesi'nde (2000) "Farklı aday ülke" nitelendirmeleri yapıldı. Almanya'nın dönem başkanlığında Alman Dışişleri Bakanı Fischer ise (1999) "Türkiye aday bir ülke, ancak özel sorunları olan bir aday ülke" dedi. 
Ancak en gerçekçi ve samimi isimlendirmeyi 15 Eylül 1999'da göreve başlayan AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi yaptı. Prodi, göreve başlaması münasebetiyle Parlamento'da yaptığı konuşmada, AB'nin katılım müzakerelerini sürdürdüğü ve AB üyeliğine hazırlık açısından en ileri düzeyde olan adaylar için Aralık ayında gerçekleştirilecek Helsinki Zirvesi'nde geçiş süreleri uzun olsa dahi, kesin bir üyelik tarihi tesbit edilmesini istedi. Üyeliğe hazırlık çalışmalarında daha az ilerleme kaydeden, bu nedenle daha uzun vadeli bir üyelik perspektifi olan aday ülkeler için ise Komisyon Başkanı, "sanal üyelik" olarak tanımladığı bir yaklaşım teklif etti. Bu tanımlamaya ismi zikredilmese de öncelikle giren ülkenin Türkiye olduğu muhakkaktır. Çünkü uzun vadeli perspektifi olan tek ülke Türkiye'dir. Laeken Zirvesi'nde de (Aralık 2001) Türkiye için, "görüşmelere yakın" ifadesi kullanıldı. 
Türkiye sanal değil de gerçekten aday bir ülke olsa AB'nin pek çok yükümlülüğü yerine getirmesi gerekirdi. Malî yardımlar gibi anlaşmalarla belirlenmiş en temel görevini yapmayan AB, serbest dolaşım hakkını da tek yanlı ve hukuksuz bir biçimde askıya almıştır. 1970 yılında imzaladığımız AET-Türkiye Karma Protokolü'nde yer alan işgücü serbest dolaşım hakkımız 1986 yılında şartları yerine getirmediğimiz gerekçesiyle uygulamaya konulmamıştır. Ülkemize yönelik eleştirileri ile tanınan Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Daniel Chon Benditt bile, Kasım 2001'de CNN-Türk'te Mehmet Ali Birand'ın "Manşet" Programında serbest dolaşım hakkının verilmemesi ile ilgili olarak "Bu bir rezalettir. Bu rezalet ortadan kaldırılmalıdır." demek durumunda kalmıştır. 
Öte yandan Türkiye, AB'de kişilerin serbest dolaşımı yönünde atılmış önemli bir adım olan Schengen Anlaşması'nın da dışında tutulmuştur. Aşamalı tedbirleri öngören (sistematik denetimlerin kaldırılması, formalitelerin kolaylaştırılması, vize düzenlemelerinin uyumlaştırılması, sınır polisleri arasında yakın işbirliğinin sağlanması) anlaşması diğer aday ülkeler için uygulamaya konulmuştur. 
Bu durumda da adaylığımızın gerçek olup olmadığının bir kez daha sorulması gerekmektedir.
AB, tüm aday ülkelerin malî yardımlarını eksiksiz yerine getirirken, anlaşmalarda öngörüldüğü halde Türkiye için yardımları da, son bir yönetmelik değişikliği ile Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesine bağlamıştır. İlerleme raporlarında Türkiye'yi her konuda kelimenin tam anlamı ile didik didik eden AB, yine anlaşmalarla kendi yükümlülüğünde olan konuları ise, "Malî olmayan hizmetler ve kişilerin serbest dolaşım alanlarında uyumlaştırma çok erken bir aşamadadır." ya da "Kişilerin serbest dolaşımı konusunda raporlama döneminde, müktesebatın bu alanında önemli herhangi bir gelişme görülmemiştir. İşçilerin serbest dolaşımı konusuyla ilgili olarak gelişme olmamıştır. Schengen anlaşmasıyla uyumlaşma alanında, herhangi bir ilerleme olmamıştır" şeklinde kısa cümlelerle geçiştirmektedir. 

Kopenhag Kriterleri 

Gerçekten Esas Alınıyor mu? Tüm Adaylara Eşit Muamele Yapılıyor mu? 
Resmî açıklamalarda Kopenhag Kriterlerinin tüm aday ülkeler için geçerli olduğu, her ülkeden aynı taleplerde bulunulduğu ve herhangi bir ayrımın sözkonusu olmadığı vurgulanmaktadır. Uygulamada ise durum böyle değildir. Daha önceki bölümlerde de izah edildiği gibi Kopenhag Kriterleri siyasî, ekonomik ve mevzuat düzenlemeleri ile bir bütündür. 1993 yılında, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri'nin istedikleri takdirde AB'ye üye olabilecekleri kararı alınmış, bunun ne zaman olabileceğini kararlaştırmak için de Kopenhag Kriterleri tesbit edilmiş ve "Ortak ülke gerekli ekonomik ve siyasî şartları yerine getirerek, üyelik yükümlülüklerini üstlenecek seviyede olur olmaz katılım gerçekleşecektir." denilmiştir. Bu konu çok önemli olduğu ve bugün Türkiye'deki tartışmaların merkezini oluşturduğu için sık sık vurgulama gereği duyuyor ve kısaca yeniden hatırlatmak istiyoruz. 1993 yılı itibariyle Kopenhag Kriterleri, AB'ye üye olarak alınmanın şartlarıdır. 1997 Lüksemburg Zirvesi'nde Kopenhag Kriterlerinin tümünün yerine getirilmesinin üyelik müzakerelerine başlanması için, son olarak 1999 Helsinki Zirvesi'nde de Kopenhag'ın siyasî kriterlerinin tamamlanmasının müzakerelere başlanması için şart olmasına (sadece Türkiye için) karar verilmiştir. 

AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verhaugen ise adaylara öncelikle şu konulara eğilmelerini tavsiye etmektedir: 

"AB ülkeleri içinde ve dışında rekabete dayanabilecek, sürekli bir pazar ekonomisi kurmaları. Kopenhag'ın ekonomik ve Maastricht kriterlerine saygılı davranmaları." 
Görüldüğü gibi Verheugen, AB ile ilişkilerde gerçek, olması gereken ölçülere işaret etmektedir. Esasında zaten ekonomik bir birlik olan AB için, ekonomik ve mevzuat kriterlerinin yerine getirilmesi önceliklidir. Siyasî kriterlerin, bu temellere oturtulması daha sağlıklı bir yapılanmayı getirmektedir. İşe siyasî kriterlerden başlanması, hem çok önemli ve bir o kadar da zor olan diğer kriterlerin yerine getirilmesini geciktirmekte ve hem de AB'nin yapılanmasına ters düşmektedir. Nitekim, AB'nin diğer aday ülkelerle ilişkilerinde ekonomik ve mevzuat kriterlerine öncelik verilerek normali yapılmaktadır. Ancak konu Türkiye olunca siyasî kriterler dayatılarak, normalin dışına çıkılmaktadır. Lüksemburg Zirvesi'nde de müzakerelerin, özellikle aday ülkelerin topluluk mevzuatını kabul etme, uygulama ve yürütme şartları üzerinde odaklanması, bu düzenlemelerin kapsam ve süre açısından sınırlı olması kararlaştırılmıştır. Bu durumda Türkiye, müzakerelere başlamak için takvim alsa bile çok kısa sürede topluluk mevzuatına uyum sağlaması istenecektir. Bilindiği gibi AB, yasalardaki değişikliği yeterli görmemekte, uygulamanın belirleyici olacağını da söylemektedir. Bu durumda bugüne kadar siyasî kriterlerle uğraştırılan Türkiye'nin, eğer AB'den randevu almayı başarırsa, müzakere sürecinde ne kadar başarılı olacağı ya da AB'yi ne kadar memnun edeceği tartışmalıdır. 
Kopenhag kriterleri ortada yokken ölçü neydi ve nasıl bir yöntem izleniyordu? Bunun cevabını, Türkiye'nin 1987 yılında yaptığı tam üyelik müracaatına 1989 yılında verilen Komisyon "Görüşü"nde buluyoruz. Komisyon, o dönemde tam olarak şu değerlendirmeleri yapmıştır:
"Türkiye'nin özel durumunda, bu iki husus daha da önemlidir zira Türkiye büyük bir ülkedir - herhangi bir topluluk üyesi devletten daha büyük bir coğrafi alanı vardır ve ileride daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır (1988'de 53 milyon; 2000 yılında tahmin edilen nüfus 68 milyon). Genel gelişmişlik düzeyi Avrupa ortalamasının bir hayli altındadır. 1989'un son çeyreğinde Komisyon'un değerlendirmesine göre, Türkiye'nin ekonomik ve politik durumu, son zamanlardaki gelişmelerin olumlu taraflarına rağmen, eğer topluluğa katılırsa Türkiye'nin karşılaşacağı intibak sorunlarının orta vadede aşılabileceğine Komisyon'u ikna etmemektedir. Katılma müzakerelerinin başlatılması için, ilk varsayım, geleneksel bir geçiş döneminin sonunda, halen üye devletler için geçerli olan tüm kısıtlar ve disiplinlere uyma kabiliyetine sahip olduğu düşünülmelidir, aksi takdirde topluluğun gelecekteki ilerlemesi engellenecektir. İkinci varsayım ise, topluluğun, adayın tedricen olsa da katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek bir durumda bulunmasıdır." 

Görüldüğü gibi, Kopenhag kriterlerinden önce, Türkiye için "büyüklüğünden duyulan korku" ifade ediliyor, hemen ardından da yeni üyelerin "geleneksel geçiş döneminden" sonra üye devletlerin seviyesine gelmeleri ve ikinci olarak da "topluluğun yeni üyenin katılmasının getireceği sorunlarla başa çıkabilecek durumda olması" gibi "varsayımlara"dayanan kriterler geliştiriliyordu. Özellikle ikinci ölçü 1999 Ekimi'nde belirlenen "Genişleme Stratejisi" ile örtüşmektedir. Yeni düzenleme ile, aday ülkenin istenilen bütün şartları yerine getirse bile, AB içinde sorun yaratıyorsa, üyeliğe alınmaması karara bağlanmıştır. Daha önce de işaret edildiği gibi bu Türkiye için hayatî önemde bir maddedir. AB için sorun ifadesi çok geniş bir kavram olduğundan, bunun içine her türlü gerekçeyi koymak mümkündür. 
Tekrar tekrar vurguluyoruz: Bugün Türkiye'nin önüne konan Kopenhag Kriterleri tümüyle Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırlanmıştır. Demirperdenin eski ülkelerinin sosyal, siyasî ve ekonomik durumlarına göre belirlenen kriterlerin Türkiye gibi büyük, özellikle de yıllarca terörle mücadele eden bir ülke tarafından da aynen kabul edilmesi istenmektedir. Kriterlere temel oluşturan ülkelerin hiçbirisinde terör hadisesi yaşanmamıştır. Bu farklılık bile tek başına önemlidir. 
Kaldı ki, AB, söylediği gibi bu ülkeler ile Türkiye'ye eşit şartlarda yaklaşmamaktadır. Çünkü AB üyesi devletler 1993'de Kopenhag Avrupa Konseyi'nde, yani kriterleri belirledikleri toplantıda, "Orta ve Doğu Avrupa'daki ülkeler istedikleri takdirde AB'ye üye olabilirler" diyerek, bu ülkelere bir anlamda garanti vermişlerdir. AB, bu ülkeler için "ortak ülke" ifadesini kullanmaktadır. Aynı yaklaşım Türkiye için sözkonusu değildir. AB Komisyonu'nun, Merkezi ve Doğu Avrupa ülkeleri için hazırladığı 2000 Yılı İlerleme Raporu'nda aynen şöyle denilmiştir: 
"1993 yılında Kopenhag Avrupa Birliği Konseyi, `İsteyen Orta ve Doğu Avrupalı ülkeler Birlik üyesi olacaklardır. Katılma, bir ülke ekonomik ve siyasal koşulları yerine getirerek üyelik yükümlülüklerini üstlenmeye hazır olur olmaz gerçekleşecektir.' şeklindeki tarihi sözü verdi. En yüksek düzeyde yapılan bu siyasal beyan, yerine getirilecek ciddi bir sözdü." 
Uygulamadaki gerçek duruma bakarsak; 1998'de 6 ülke ile katılım müzakereleri başladığı, diğer 6 ülke ile de 15 Şubat 2000'de başlaması kesinleştiği halde, Avrupa Komisyonu Ekim 1999'da Avrupa Konseyi'ne şu tekliflerde bulunmuş, söz konusu teklifler Helsinki Avrupa Konseyi'nde onaylanmıştır: 

• Bulgaristan'la müzakerelerin açılması, Bulgar yetkililerin 1999 yılı sona ermeden önce, Kozloduy nükleer enerji tesisinin 1-4 numaralı ünitelerinin kabul edilebilir kapanış tarihleri konusunda karar almaları ve ekonomik reform sürecinde kaydedilen önemli gelişmenin teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır. 
• Romanya için müzakerelerin açılması, Romen yetkililerin 1999 sonundan önce çocuk bakım kurumları için yeterli bütçe kaynağının sağlanması ve yapısal reform uygulanması için etkin önlem alınacağına ilişkin duyurularının teyid edilmesi koşuluna bağlı olacaktır; müzakerelerin açılması ayrıca, makroekonomik durumla ilgili uygun önlemlerin alınmış olacağı beklentisiyle, müzakereler resmen açılmadan önce ekonomik durumla ilgili yeni bir değerlendirme yapılması koşuluna da bağlıdır.
• Her aday ülke ile ard arda açılacak müzakere konusu bölümlerin sayısı ve niteliği AB tarafından, ayırt etme ilkesi uygulanarak, bir başka deyişle, her aday ülkenin Kopenhag Kriterleri çerçevesinde üyeliğe hazırlanmada kaydettiği gelişme tam olarak dikkate alınarak belirlenecektir.


10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Temmuz 2017 Cuma

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.



1. Türkiye’de Devlet Geleneği ve Demokrasi 

Doğu geleneğinin son mirasçısı ve temsilcisi olan Osmanlı rejimi, büyük Asya geleneğinin İslâmlaşmış türü olarak Batı’ya en çok yaklaşmış, hatta onun alanına kadar girmiştir. Osmanlı devleti Batı geleneğinin kapı komşusu olduğu halde, hatta tarihinin başında ondan etkilenmiş de olduğu halde, batılılaşma anlamında çağdaşlaşması tarihinin sonuna dek olamamıştır. 
Hâlbuki Avrupa’dan çok uzakta olan, örneğin Japonya gibi bir Uzakdoğu ülkesi için bu çabuk ve kolay olmuştur. Osmanlı, bir siyasal güç ve örgüt olarak sömürgecilik aşamasına varan Avrupa devletlerinin işgali altına girmemiş olduğundan, rejiminin ekonomik yanları bozulduğu halde siyasal yanları bozulmamıştır. Avrupa devletleri Osmanlı ekonomisini kendi çıkarlarına göre değiştirme isteğinden hiç şaşmadıkları halde onun siyasal ve kültürel anlamda çağdaşlaşmasıyla hiç ilgilenmedikleri gibi iç işlerine karıştıkları zamanlarda da bunu yapmayı istememişlerdir. Çağdaşlaşmış bir devletin siyasası altındaki bir toplumun ekonomisine hükmedemeyeceklerini biliyorlardı. Bu paradoks, Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde yaşadığı zikzakların bir açıklaması niteliğindedir.2 

Militarizm, Soğuk Savaş ve Uluslararası Sistemin Darbelerdeki Rolü 

Demokratikleşemeyen Cumhuriyetin önündeki en büyük engelin adı militarizmdir. 
Militarizm ve militaristleşme, askeri değer ve pratiklerin yüceltilmesi ve sivil alanı şekillendirmesi olarak tanımlanır. Bu şekillendirme süreci bazen darbe dönemlerinde olduğu gibi ordu veya askeri kesimin militaristleşme süreçlerinde doğrudan etkin bir rol oynamasıyla gelişirken bazı durumlar da öznesi belli olmayan, sivillerin aktif katılımı ve rızasını içeren süreçlerle yaygınlaşır. Bu bağlamda militaristleşme kültürel, kurumsal, ideolojik ve ekonomik boyutları içermektedir. Bu boyutların bütünüyle işlediği bir yerde bireyler ve toplum askeri varsayımları, sadece değerli değil, normal olarak da görmeye başlar. 
Söz konusu normalleştirme süreci bilinçli bir politikayı gerektirdiği kadar, aynı zamanda bu söylemin kusursuz işleyebilmesi, arkasını büyük bir sessizliğe dayamasıyla mümkündür. Diğer bir ifadeyle militarizmin etkinliğini mümkün kılan en önemli saiklerin başında militarıstleşme süreci karşısındaki entelektüel, politik, ekonomik ve toplumsal düzlemde işleyen birçok sessizliğin varlığı gelir. Bu bağlamda 1960-1983 arası dönemde militarist söylemi hâkim kılan 
şey sadece militarizmin sivil alanı kontrolü altına alması değil aynı zamanda bu kontrole yönelik ciddi bir itirazın gelişmemiş olmasıdır. “Metodolojik militarizm” olarak tanımlanabilecek bu kabul biçimi nedeniyle özellikle 1980’lerin sonuna kadar ordunun sivil alandaki nüfuzuna yönelik ciddi bir eleştirel analiz yoksunluğu ve militarizm ile militaristleşme tartışması eksikliği vardır. 

Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan 1947-1987 arası yıllar, militaristleşen devlet sistemlerinin sayısının katlanarak arttığı dönemdir. Militarizm özellikle az gelişmiş ülkelerde askeri müdahaleler ya da ordunun politik alanı dolaylı kontrolü yoluyla dönemin karakteristiği halini alırken, militaristleşme daha çok gelişmiş ülkelerde etkin bir söylem biçimi olmuştur. Samuel P. Huntington, otoriter tek partiye, askeri veya kişisel diktatörlüğe dayalı rejimlerden çok partili demokratik düzene geçişi, tarihsel süreç içinde üç ana dalgada  değerlendirmek tedir. Demokrasiye geçişte Amerikan ve Fransız devrimleri önemli birer dönüm noktaları olmuşsa da Birinci Demokratlaşma dalgası ancak 1828 yılında ABD’de 
başlamıştır. 19. yüzyılın bitmesinden önce İsviçre, deniz aşırı İngiliz dominyonları, Fransa, Büyük Britanya ve Bazı küçük Avrupa ülkeleri demokrasiye geçmişlerdir. 1920'lerde sona ermiş olan bu dalgayı bir geriye dönüş dalgası izlemiştir. Diğer taraftan İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan ve nispeten kısa süren İkinci Demokratlaşma Dalgası süresince Müttefiklerin işgaline giren İtalya, Almanya, Japonya, Avusturya ve Kore'de demokratik 
kurumlar teşvik edilmiş, Türkiye ve Yunanistan'da çok partili hayata geçilmiş; Güney Amerika’da Uruguay, Brezilya, Kosta Rika, Arjantin, Peru, Kolombiya ve Venezüella’da seçimlere dayalı sistemler kurulmuştur. Asya'da da bazı gelişmeler gözlenmiş ve bu süreç 1960'ların başında tersine dönmüştür. Üçüncü Demokratlaşma Dalgası ise 1974 yılında Portekiz diktatörlüğünün sona ermesiyle başlamış ve bu süreçte pek çok ülkede demokratik sistemler kurulmuştur. Halen devam etmekte olan Üçüncü Dalga Orta ve Doğu Avrupa'yı derinden etkilerken henüz İslâm dünyası ile Konfüçyüs kültürünün etkisindeki Çin'i pek fazla etkisi 
altına almış değildir. Üçüncü Dalganın ne zaman sona ereceği ve bir geri dönüş dalgasının başlayacağı belli değildir. Huntington'un analizine göre Türkiye ikinci Demokratlaşma Dalgası sırasında çok partili demokrasiye geçmiş ve demokrasiyi işletme konusunda ciddi geriye dönüşler yaşamıştır.3 

1960’larda ve 1970’lerde demokrasilerden küresel düzeydeki uzaklaşma, çarpıcı nitelikteydi. 1962’de dünyada 13 yönetim hükümet darbeleri ürünüydü. 1975’de bunların sayısı 38 oldu. 1958’de dünyadaki 32 işler demokrasiden üçte biri, 1970’ler boyunca rejim değişikliklerinin en yaygın yöntemi olarak işleyişe girmiş ve Eric Hobsbawm’ın “askeri hükümetlere yönelik görülmemiş bir global moda” olarak adlandırdığı süreç yaşanmıştır. Militarizmin hâkim söylem halini almasında askeri müdahaleler olmaksızın politik ve sivil alanın bizzat kendisinin 
militarist bir söylem geliştirmesi de bu dönemde etkili olmuştur. Bu da demokrat ik rejimlerin varlığına rağmen militarist söylemin dönemin hâkim söylemine nasıl dönüştüğünü açıklıyor.4 Demokrasinin tarihi, Huntington’a göre yavaş ve kesintisiz bir ilerleme olmayıp, ilerleyen, geri çekilen, sonra toplanan ve tekrar yükselen bir dalgalar dizisidir. Huntington’a göre, geçmişte olup bitenlerden kalkarak, demokrasinin gelecekte pekiştirilmesini ve yaygınlaşmasını etkileyen en belirleyici etkenler; ekonomik kalkınma ve siyasal önderliktir. 
Demokrasiyi, ekonomik kalkınma mümkün kılar; siyasal önderlik ise gerçek kılar.5 
Klasik Militarizmlerde ordunun bizzat yönetime el koyması gerekmez. Ordu, militer ideoloji ve değerler, devlet aygıtının işleyişine ve özellikle eğitim sistemine nüfuz ettiği için hükümet kadrolarının sivilliği ve hatta ortada çok partili bir rejimin olması sorun yaratmaz. Ordu gündelik politikanın içinde asla görünmez. Ordu komuta ‘kast’ı, organik bir parçası olduğu aristokrasinin sivil siyasi parti veya kadroları ile arasındaki iş bölümü ve hiyerarşikuralları uyarınca, siyasi çatışma alenen silahlı mücadeleye dönüşünceye kadar sahneye çıkmaz. Bu çıkışta da kendi sivil siyasi kadrosunu, partisini bertaraf ederek değil, onu saflarına katarak, yani -yönetici- sınıfın silahlı güç, topyekûn savaş hali örgütlenmesi olarak nihai hesaplaşmaya girer. Türk militarizminin ilk safhasında klasik militarizmlerden esasta farklı olan ilk yönü aristokratik bir kökeninin, dayanağının olmamasıdır. Ancak bu dönem boyunca ordu subay kadrosu bir kast görünümü de vermekteydi. Mensuplarını çoğu alt-orta sınıf mensuplarından 
devşirilmekte, subaylar -görev yerleri sık değiştirilmekle birlikte- “halkın içinde” 
yaşamaktaydı. 1980’lerle birlikte ise hem subay kadrolarının orta-üst sınıf mensuplarından devşirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapıldı hem de subay-astsubay çocuklarının “kadro”daki oranın sürekli artmasına çalışılarak ve bu arada subayların büyük çoğunluğunu lojmanlara, boş zaman ihtiyaçlarını karşıladıkları orduevlerine çekerek, adeta subaylığın dışa kapalı bir kast haline gelmesine yönelik yol izlenmeye başlandı. Bugünkü haliyle bile ordu, “Savunma Sektörü”ne bağlı işletme ve organizasyonlarda çalışan, bir kısmı emekli asker 
personelin bir toplumsal destek veya çıkar grubuyla çevrelediği, ayrıcalıklı, dokunulmaz haklara sahip bir kesim görünümündedir. Bu konumu kendisini devletle özdeşleştirmiş ve siyaseten toplumun üzerinde konumlanmış bir kesimin tıpkı aristokrasi gibi toplumla arasına mesafe koymasını andırmaktadır. 

Milletle, halkla araya konulan “mesafe”, sıradan militarizmlerin yeri geldiğinde açıkça ifade etmekten çekinmedikleri bir fikrin, inancın da yansımasıdır. Sıradan militarizmlerin kendi ayrıcalıklı ve üstün konumların meşruluğuna kendilerini inandırabilmek için ürettikleri bu fikir, özetle; kendi halklarının değer, yetenek ve nitelikler bakımından zayıf, gelişmemiş ve hatta gelişmeyecek olduğu yolunda dır. Bu haliyle halk, millet tekinsiz, güvenilmez bir sürüdür. Bu sürünün iktisadi seçkinlerinin (burjuvazi ve mülk sahiplerinin) vurgunculuğu, 
politik seçkinlerinin -partilerinin- yolsuzlukları ve geniş yığınların bu durumda çaresizce debelenmeleri, militer zümre için bu fikrin, inancın doğrulanmasından başka bir şey değildir. 
Böylesi durumlarda yapılan askeri darbelerle kendi imtiyazlı konumunu daha da pekiştirmek fırsatı bulan militarizmler, askeri rejimden “normal”e geçildiğinde, eskisine benzer hatta daha beter bir gidişatın ortaya çıkması karşısında, bunu kendilerinin düzenleme istek ve yeteneklerinin olmayışını değil, milletin o ezeli ve onulmaz aczine, gelişmemişliğine atfetmeye zaten hazırdırlar. Latin Amerika’da, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki sayısız askeri darbenin ve Türkiye’deki darbelerin bilançosu budur.6 

Militarizm aynı zamanda, kadim zihniyetlerden biri olan otoriter zihniyetin çocuğudur ve otoriter davranış ve algılama kalıpları içinde anlam kazanır. Tarih boyunca birçok sivil, yığınlar halinde militarizme destek vermiştir. Diğer bir deyişle militarizmin çekiciliği, asker sivil arasındaki zümresel ve sınıfsal çelişkilerden çoğu zaman çok daha baskın çıkmıştır. 

Çünkü militarizm kendi arka planında yatan otoriter zihniyet içinden üretilecek ideolojilerden sadece biri, muhtemel bir uzantısıdır. Esas olan ise daima zihniyettir. Ve otoriter zihniyetteki sivillerin bu nedenle kendilerini ‘askeriyeye’ ideolojik olarak yakın hissetmelerinin şaşırtıcı bir yanı yoktur. Militarizm, yönetenlerde ve yönetilenlerde simetrik nitelikler gösteren; konjonktürel olmakla birlikte kendisini kalıcı kılacak araçlara sahip olan, otoriter zihniyete 
dayanan bilimsel ve siyasi her türlü ideolojiyle bütünleşme istidadına sahip bir ‘mikro’ ideolojidir. Kendi hakkında sahip olduğu güçlü ve başarılı tarihsel imgeyle, yaşadığı koşulların ima ettiği zayıflık ve başarısızlık arasında sıkışmış; edilgen, ‘özneleşmemiş’ toplumlarda kendisine uygun bir ortam bulur. Bu nedenle militarizm bir iktidar ideolojisi olduğu kadar, bir toplumsal eziklik ideolojisidir de.7 
Son kırk yılda olduğu gibi ordu, toplum hakkında giderek yüksek sesle konuşsa, ordu mensupları toplumun hemen her sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirme yetkisini kendilerinde bulsalar da, bu durumun tersi söz konusu olduğunda akan sular durur. Toplumun üyeleri veya siyasal temsilcileri, benzer bir yukarıdan sesle, hatta çok daha pes sesli bir ifadeyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tasarruflarını sorguladığında ordunun kurumsal olarak ilk refleksi bu girişimde “tahkir ve tezyif” unsurları aramaktır. Bu tehdidin yeterli veya mümkün olmadığı yerde TSK’nın psikolojik harekât stratejisinin uygulayıcıları doğrudan veya   dolaylı olarak devreye girerler. TSK, diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan bir kurumdur. Demokrasilerde genel olarak ordudan siyasal ve toplumsal konularda dilsiz olması istenir. Türkiye’deki otoriter demokraside ise, asıl istenen toplumun ordu konusunda ya dilsiz olması ya da konuştuğunda övücü sözler dışında bir şey söylememesidir.8 

Almanya ve Japonya’daki militarist sistemlerin sona ermesi ve Türkiye’deki militarizmin akıbeti hakkında Murat Belge şunları ifade eder: “Almanya’nın iki dünya savaşını da kaybetmesi onlar için militarizmin sonu oldu. Evet, Türkiye’de orduyu yenen olmadığı için militarizm de yenilmedi! Arjantin’de de öyle oldu. Militarist diyebileceğimiz bir rejim kuruldu, dünya kadar cinayet işlendi; Falkland Adaları’nda boyundan büyük maceralara kalkışıp İngiltere karşısında rezil olunca yıkıldı. Daha çok dış konjonktürün göçerttiği militarizmleri görüyoruz.   Türkiye’de belki dış konjonktüre gerek kalmadan toplum kendi içinde militarizmi bitirebilir. Bu şans kuvvetle var.”9 

Genel anlamda 1945-1991, dar anlamda ise 1947-1987 tarihleri arasındaki dönem soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılır. ABD ve Sovyetler Birliği arasında dünyanın temel iki kampa bölünmesi olan soğuk Savaş etkin olduğu süre boyunca ‘zamanın sistemi’ olarak işlev görmüş ve uluslararası yaşamın neredeyse diğer tüm yönlerini gölgeleyen merkezi bir rol üstlenmiştir. Bu dönem sürekli bir silahlanma yarışının olduğu, silahların bütün dünyaya dağıtıldığı, büyük ölçüde militaristleşen bir ekonominin etkinliğini sürdürdüğü, askeri darbelerin yaygınlaştığı, silah satışları için yeraltı örgütlerinin ortaya çıktığı, gerilla savaşlarının yaygınlaştığı, korku ve şüphenin hâkim olduğu, güvenliğin paranoya halini aldığı bir dönemdir. Kısacası Soğuk Savaş yılları “çevreleyici bir militarizmin” (ambient militarism) etkin olduğu bir zaman dilimidir.10 
Soğuk Savaş’ın en önemli sonuçlarından biri ABD ve Sovyetler arasındaki gerilimin yol açtığı askeri üsler yoluyla mekânın militaristleşmesi olmuştur. Üslerin, bulundukları ülkeleri militaristleştirmesinin en önemli göstergesi bu ülkelerde politik, ekonomik ve sosyal problemleri çözmede demokratik yöntemlerden ziyade askeri yöntemlerin devreye sokulması olmuştur. Soğuk Savaş’la birlikte askeri alanda yaşanan değişimler, militarist söylemi bir hayli 
güçlendirmiş ve böylesi koşullar altında “sivil hükümet yapıları daha az gelişmiş ve daha az olgunlaşmış” ülkelerde askeri darbeler daha kolay gerçekleşmiştir. Kısacası Soğuk Savaş, üçüncü dünya ülkeleri için askeri müdahalelerin mümkünlük koşullarını sağlayan en önemli yapısal unsur olmuştur. 
Askeri rejimlerin Soğuk Savaş koşulları altında onaylanması hatta bizzat süper güçlerin direkt ve dolaylı katkılarıyla kurulmaları, üçüncü dünya ülkeleri söz konusu olduğunda yaygın bir pratik olup çıkmıştır. 1960’larda Latin Amerika’da askerin politik alanda artan rolünün arkasındaki en önemli faktör ABD’nin buradaki ülkelere yönelik askeri yardım ve eğitim politikalarıydı. 1964’den itibaren ABD’nin Latin Amerika’da askeri rejimlere yönelik ilgisinin 
nedeni 1964 Küba devriminin bölgede yayılma olasılığıydı ve bu dönemde Brezilya, Bolivya, Şili, Uruguay ve Arjantin’de kurulan yeni yapılanmalar bu bağlamda anti-devrimci askeri rejimler şeklinde tanımlandı. Bu politika sonucu ortaya çıkan askeri rejimler de ABD tarafından komünist devrime karşı bir duvar oluşturdukları için meşru görüldüler. Türkiye’deki askeri darbeler ve bunların sonucunda hâkim söylem olarak işleyişe giren militarizm, doğrudan 
Soğuk Savaş geriliminin bir sonucu olmasa da, Soğuk Savaş koşullarının militarizme sağladığı onay/normallik Türkiye’de militarizmi hâkim söylem düzlemine yerleştiren en önemli unsurdu. 

27 Mayıs 1960 Darbesi, sadece iç politikanın militarist müdahaleyi onaylayıcı ortamı içinde değil aynı zamanda daha geniş perspektifte bir onayın da mümkün olduğu Soğuk Savaş koşulları içinde gerçekleşmiştir. Darbeden sadece 3 gün sonra, yeni rejim ABD ve İngiltere tarafından tanındığı gibi demokratik Batı cephesinden de darbeye yönelik bir tepki gelmedi ve müttefiklik ilişkisi olduğu gibi devam etti. Soğuk Savaş mantalitesi doğrultusunda ABD için belirsiz bir politika izleyen sivil yönetimler yerine daha “sorumlu” bir davranışı garanti 
eden geçici askeri yönetimler makul bir seçenekti.11 

12 Mart 1971 öncesinde yaşananlara dikkat çeken Rıdvan Akar, ABD ve NATO’nun etkisini şöyle izah eder: 

12 Mart döneminde, iki farklı cunta kendi aralarında ciddi bir rekabet 
gerçekleştiriyorlar. Biri 9 Mart Cuntası diye bilinen daha sol, daha radikal 
bir asker grup, diğeri 12 Mart cuntası diye bildiğimiz o ünlü muhtıranın 
sahipleri. 9 Martçıların çok çarpıcı bir durumu var: Faruk Gürler Paşa ikisi 
arasında gidip geldiği bir dönemde Faruk Gürler’e geliniyor ve deniyor ki: 
“Paşam, DEV-KUR harekete geçti.” DEV-KUR, 1962-63 yılında NATO 
tarafından Türkiye’de oluşturulan “devleti kurtarma planı.” Yani bir darbe 
girişimi olduğunda devlet hangi refleksleri gösterecek, nereyi kontrol 
altında tutacak ve darbeyi nasıl savuşturacak? Bu tamamen NATO 
tarafından planlanmış olan ve doğrudan da fiilî olarak NATO tarafından 
da harekete geçirilmesi istenen bir plan. DEV-KUR’un harekete 
geçmesiyle birlikte 9 Martçılar tasfiye ediliyorlar. Çünkü DEV-KUR 
refleksini ortaya çıkaran şey 9 Martçıların radikal dünya görüşleri ve 12 
Mart galebe çalıyor. Şimdi, dolayısıyla, ben her darbe sürecinde mutlaka 
Türkiye’nin stratejik müttefiki olan Amerika’nın şu veya bu şekilde bu 
sürecin içerisinde olduğu ya da şu veya bu biçimde bu süreci engelleyip 
manipüle edebileceği duygu ve düşüncesine sahibim.12 

Türkiye’nin dış politikasının inşasında ordunun ağırlığı ve etkililik düzeyi ele alınmaya değerdir. Ordu, tıpkı iç politikada siyasetin sınırlarını belirleyip siyasal parti ve aktörlerin bu sınırlar içinde politika yapmasını istediği gibi, dış politikada da Kürt sorunu, İsrail ile ilişkiler, Kuzey Irak Politikası, Kıbrıs ve Ege sorunları gibi kritik konuları kendi yetki alanı içinde gördü. Sonuçta ortaya siyasal iktidarların, ana eksenlerini ordunun belirlediği çerçeve içinde dış politika oluşturabildikleri bir yapı çıktı. Dışişleri bürokrasisi doğal olarak bu politikaların 
oluşturulma sürecinin bir parçasıydı, ama zaman zaman görüş ayrılıkları belirdiğinde askerlerin çıkışıyla karşılaştı. Siyasetin üstünde bir devlet politikası anlayışının sonuçta seçim ve iktidarların değişmesi olgusunu anlamsız kıldığı ortadadır.13 Ordu, Kıbrıs ve Ege, İnsan Hakları Dairesi, Doğu Çalışma Grubu gibi birimler oluşturarak ve SAREM14 gibi merkezler kurarak bu önemli konularda politika oluşturmaktadır. NATO ve silahlanma ile ilgili konular tamamen askerlerin eline bırakıldı, Kuzey Irak politikası 1996’daki bir Özel Millî Siyaset 
Belgesi ile Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Kuvvetlere havale edildi.15 
Soğuk savaş ve sonrası dönemdeki dinamikler 11 Eylül ile birlikte önemli bir değişime uğradı. Balkanlar’da belirleyici gücün AB olmaya başladığı ve belli bir istikrarın sağlandığı, İsrail ile ilişkilerin 1990’lardaki önem ve hızını yitirdiği bir ortamda ABD’nin Türkiye’ye özel ve ayrıcalıklı bir müttefik gibi davranmasının anlamı kalmamıştı. Ayrıca, ABD kendisine yeni ve çok daha hevesli müttefikler bulmuştu. Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Özbekistan ve Tacikistan ABD’yle askeri ve siyasal alanda işbirliği yapmak için kendileri önerilerde bulunuyorlar, ABD Almanya’daki birliklerini Polonya’ya kaydırıyor, Irak’ta kullanabileceği muhalif unsurları Macaristan’daki üste eğitiyordu. Yani, Doğu Avrupa’dan başlayan bir hat boyunca, Türkiye’yi de içine alan ve Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Afganistan’a uzanan bir eksende, Avrasya Bölgesinde ABD, askeri ve siyasal olarak konumunu pekiştirmişti. Ayrıca, ABD için 1990’ların başından beri yaşamsal önem taşıyan Irak, doğrudan ABD yönetimi altına girmişti. İşte böyle bir stratejik yeniden yapılanmada Türkiye zincirin halkalarından birine dönüşmüştü ve ABD’li yetkili ve yazarlar bunu farklı şekillerde, ama açıkça belirtmişlerdi. Örneğin, Brooking Institute’den Philip Gordon “Türkiye’nin askeri değerinin çok fazla olduğu efsanesinin yıkılmasının iki ülke arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması için zemin oluşturacağını” yazdı (America’s Partnership With Turkey is Still Valuable,” International Herald Tribune, 6 Ağustos 2003). Eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris ise ABD’nin Türkiye’ye bakışının Irak savaşından önce değişmeye başlamış olduğunu ve artık stratejik ortaklıktan söz etmenin bir anlamı olmadığını söylüyor (Starting Over: US-Turkish Relations in the Post Iraq War Era, Turkish Studies Quarterly, Nisan 2003). 

Silahlı Kuvvetlerin dış politikayı ve özelde Türkiye’nin dış politikasını nasıl algıladığı üzerinde durmak gerek. Dünyanın her yerinde askerlerin sivillerden farklı bir zihin yapısına sahip oldukları kabul edilir. Askeri zihniyet (military mind) olarak da adlandırılan ve dünyayı güvenlik penceresinden gören bu yaklaşımda genel hatlarıyla belirleyici olan dost-düşman ayrımıdır ve 
gri tonlar pek bulunmaz ki, bu da alınan eğitimin ve ordunun işlevinin gereğidir. Dış politika alanında güvenlik merkezli bu bakış açısı teorik karşılığını realpolitik’te bulur ve uluslararası ilişkiler literatüründeki bütün eleştiri ve gelişmelere rağmen askerlerin bakış açılarına en uygun şemayı bu yaklaşım oluşturur. Yaratılan kuşku ve korku Türkiye’nin demokratikleşmesini ve insan haklarının gelişimini engelleyen en önemli etkenlerden biri oldu. Dünyanın en büyük emperyalist güçlerine ve onların içte ve çevremizdeki uzantılarına 
karşı savaş veriliyorsa, demokrasiden ödün verilmesinden doğal bir şey olmazdı. Sonuçta, askerler insan hakları ve demokratikleşme ile etkin çatışma ve parçalanma arasında birebir ilişki kurarak, bu konuda Batı’dan gelen eleştiri ve baskıları doğrudan bölünmeye giden yolu açmak olarak değerlendirdiler. O yüzden de insan hakları ve demokratikleşme kendi içinde insanlığın oluşturduğu bir değer olarak alınmak ve cumhuriyet projesinin en önemli parçası olarak kabul edilmek yerine, Batı’nın özellikle Türkiye’ye karşı kullanmayı seçtiği emperyalist araçlarından biri olarak görüldü, diğer konular gibi güvenlik alanına hapsedildi.16 
Mahir Kaynak; Türkiye’nin Batı’yı bir bütün olarak göremediğini, Batı’nın içinde ciddi rekabetler olduğunu ve Türkiye’deki darbelere de Amerika - Avrupa (özellikle İngiltere) çekişmesinin sirayet ettiğini, yine Türkiye’de komünistlerin varlığından bahsedilebileceğini ancak bir komünist hareketin hiç olmadığını, özellikle sol bir tehlikenin yaşanmadığını bunun abartılarak kullanıldığını ifade etmiştir. Düşüncelerinin devamında: 
Türkiye’nin dünya politikasındaki yerine dair büyük hatamız Batı’yı bir bütün 
olarak görmemiz ve her şeyi Batı-Doğu şeklinde analiz etmemiz. Hâlbuki Batı’nın içerisinde ciddi rekabetler vardır. O zamanki Cumhuriyet Halk Partisi -şimdi de öyle ya- Avrupalıydı. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye İngiltere’nin nüfuz alanı içerisinde, onun dediklerini yapan bir ülke olarak bilinirdi. Fakat Amerika Birleşik Devletleri askerî olarak Orta Doğu’ya ve Türkiye’ye girdi. Türkiye’ye girince de giderek Türkiye içerisindeki etkileri artmaya başladı. Bu etkileri artınca hemen bir darbe hazırlığı olmaya başladı. Yani oradaki mesele Amerika’nın Türkiye’deki etkinliğini bertaraf etmekti. Daha ziyade İngilizler ama birçok Avrupa ülkesi de işine geldiği zaman onunla birlikte hareket eder. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Özetle, 1960 darbesi Amerika’nın Türkiye üzerindeki etkinliğini azaltmak amacıyla yapılmıştır. Sorun Türkiye’nin Batı’nın içerisinde Avrupalı veya Amerikalı olup olmamasıyla ilgilidir. Dünyadaki mücadelenin bir de bu tarafı vardır. Kimse buna bakmaz. Bu yüzden yaptılar ve Amerika’ya daha yakın olan Demokrat Partiyi bertaraf ettiler, İsmet Paşa geldi. 12 Mart 1971 darbesi, benim katıldığım darbe de bu sürecin bir devamıdır. Neden? Amerika’nın etkinliğini iyice azaltmak için sol bir cunta hazırladılar. Sol cuntanın özelliği, solculuğun Amerika karşıtı olmasıydı. Bu solcu olmaya yetiyordu.17 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Darbe: Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi. Devrim: Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme. İhtilal: Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim. (Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük). 
2 Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 34. 
3 Davut Dursun (1999); 27, 28. 
4 Ali Balcı; Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi, Kadim Yayınları, Ankara, 2011, s. 14, 15, 19, 20, 21. 
5 Türk Demokrasi Vakfı (1992); s. 57. 
6 Ömer Laçiner; Türk Militarizmi, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 14, 24, 26. 
7 Etyen Mahçupyan; Bir Mikro İdeoloji Olarak Militarizm, Zihniyet, Özne ve Etik Meseleleri Üzerine Bir Not, Bir 
Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 120, 133. 
8 Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu; Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 7-9 
9 Muhsin Öztürk; 27 Mayıs Devleti 1960-2011, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012, s. 124, 125. 
10 Ali Balcı (2011); s. 19, 20. 
11 Ali Balcı (2011); s. 26, 28, 29, 32. 56. 
12 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 24. 
13 İlhan Uzgel; Ordu Dış Politikanın Neresinde, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 313. 
14 Genelkurmay en çok tartışılan birimini kapattı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından açılışı 8 
Ocak 2002’de yapılan Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM) 2011 Kasım ayında faaliyetlerine son verdi. SAREM'in adını gündeme getiren en önemli gelişme ise 2007 yılında yaşandı. Türkiye üzerine 'felaket senaryoları'nın 
konuşulduğu ABD'deki Hudson Enstitüsü'nde düzenlenen toplantıya, dönemin SAREM Başkanı Süha Tanyeri'nin katıldığı ortaya çıktı. Uzun süre tartışılan senaryolara göre; dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu suikasta kurban gidecek, Beyoğlu'nda düzenlenecek canlı bomba saldırısını terör örgütü PKK üstlenecek, ardından da TSK 50 bin askerle Kuzey Irak'a girecekti. Basına sızan senaryonun ardından Genelkurmay bir açıklama yaparak Tuğgeneral Tanyeri'nin, bir dizi temasta bulunmak üzere ABD'de olduğu, Hudson Enstitüsü'ndeki toplantıya da bu çerçevede katıldığını duyurdu. 
(http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-en-cok-tartisilan-biriminikapatti/
siyaset/siyasetdetay/20.01.2012/1491491/default.htm Milliyet Gazetesi, 20 Ocak 2012, Erişim: 1 Temmuz 2012) 
15 İlhan Uzgel (2009); s. 314, 315, 325, 328, 329, 334. 
16 İlhan Uzgel (2009); s. 315, 325. 
17 Mahir Kaynak, İktisat Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 14 Ekim 2012, s. 3-4. 



***

25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 5


DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 5



Bu olgu, hem insan hakları ihalelerinin vahim olarak algılanmasını zorlaştırmış, hem de TSK’nın ekonomik, siyasal veya askeri başarısızlıkların müsebbibi olarak 
görülmesi ihtimalini azaltmıştır. Oysa Arjantin, Brezilya ve Şili gibi ülkelerde uzun süreli askeri yönetimler, orduların yıpranmasını kaçınılmaz kılmış böylece askeri müdahalelere karşı geniş bir toplumsal ittifakın temelleri atılmıştır.66 

TSK’yı aranılır kılan faktörlerin başında, demokratik siyasetin ve sivil kurumların etkili çalışmadığına dair yaygın kanı gelmektedir. Toplum içinde bir arada yaşama, belli fonksiyonların yerine getirilmesini gerekli kılar. Eğer bazı kurumlar kendilerinden beklenen işlevleri yerine getirmekte zorlanıyorlar ise, diğer bazı kurumların devreye girmesi temel sosyolojik aksiyonlardan biridir. Toplumsal olaylarda polis yerine, askerin çağrılması, görevini kanunlara uygun ve tarafsız bir biçimde yapması gereken emniyet teşkilatına güvensizliğin bir göstergesidir.  Mesela, demokratik siyasetin Alevilerin sorunları konusunda çözüm üretemeyeceği ne inanılması, Cem Vakfı başkanının umutlarını MGK’ya bağlamasında etkili olan faktörlerdendir.67 

Aynı minvalde başörtüsü meselesinde de sivil siyasi irade özgürlükten yana tavır koymak yerine “devlet” eksenli bir yaklaşım sergilemiştir. Üniversite kapılarından geri çevrilen, eğitim hakları ellerinden alınan kız çocuklarına okumaları için bu ülkenin dışında ülkeler gösterilmiştir. Burada paternalist (babacı) devlet bakışının bir yansıması olarak güçlü, tam itaat bekleyen, erkek egemen baba figürü anlayışının tezahür ettiği görülmüştür. Komisyonumuzca dinlenen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel şunları söylemiştir: 
Bir basın toplantısında, basın toplantısının sunucusu sual soruyor: “Bu başörtüsü meselesini niye halletmediniz?” Benim verdiğim cevap şu: Başörtüsü meselesi 
dediğiniz meseleyi iyi ayıralım. Benim anam başörtülü, kız kardeşim başörtülü, eşim başı açık ve kimsenin bir şey dediği yok, aynı evde oturuyoruz. Bizim 
başörtüsü diye bir meselemiz yok, başörtüsü üniversitenin var, devlet dairelerinin var. Bu devlet dairelerinde ve üniversitede başörtüsü istenmemesi de mevcut hukukun gereği. Benim itirazım, Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunlarına uyulmamasınadır. Eğer, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasa Mahkemesi ve 
Danıştay’ı o kararları vermişse ona uyacaksınız. “Peki, okumak isteyenler ne yapsın?” Okumak isteyen bu kadar çocuk var yani. Aşağı yukarı, bugün, 
üniversite öğrencilerinin yarısı kız. Bunların yüzde 90’ının-95’inin bir problemi yok. Onlar da ona uysunlar, o kızlara uysunlar. “Peki, onu yapmıyor, ne yapsın?” 

O zaman, bu işin serbest olduğu yere gider kardeşim. Neresi serbestse oraya gider. Nerede serbest? Avusturya’da, oraya gider yahut Arabistan’da, oraya gider insanlar. Vay sen misin bunu diyen! Demirel, “Türban takan Arabistan’a gitsin.” dedi. Öyle diyen falan yok. Denilen şu: “Eğer türbanı mutlaka takacaksan, bunun müsait olduğu, münasip olduğu yere git.” Benim başörtüsü diye bir meselem yok. Benim sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunları meselem var.68 

Askeri vesayet sisteminin tamamen zora ve korkuya dayalı olarak ayakta durduğu görüşü ve tezini sorgulamak gerektiğini ifade eden Tanel Demirel: “Vesayet sisteminin tam olarak bittiği kanaatinde değilim. Vesayet sistemi dediğimizde sistemin kurumları, onun yasal çerçevesi, onu besleyen zihniyet dünyası halen devam ediyor. Bu sistemin hukuki alt yapısına fazlaca dokunulmuş değil; vesayet sistemini besleyen zihni donanımla tam anlamıyla mücadele edilebilmiş değil. Belki daha önemlisi bizim vesayet sistemi dediğimiz şeyi bir garanti olarak gören veya vesayet sistemini şu ya da bu şekilde benimseyen hiç de azımsanmayacak bir seçmen kitlesi mevcuttur. Biz 1950 Demokrat Parti zaferinden söz ediyoruz, CHP’nin aldığı oy yüzde 39,45. Halen bu taban olduğu içindir ki bu ülkede vesayet dediğimiz şeyin tasfiyesinde zorluklar yaşanıyor. Türkiye’de farklı toplumsal kesimler ve gruplar var, farklı kesim ve grupların birbirlerine karşı şüpheleri, korkuları ve kaygıları var. Ve Silahlı Kuvvetler darbelere destek devşirirken karşısına aldıkları bir kesime karşı ötekilerin desteğini almayı başarıyor. 27 Mayıs 1960 darbesinde darbeye maruz kalanlar genellikle muhafazakâr, mütedeyyin, köylü, taşralı kesimlerdi. Arkasından 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde bir şekilde bu kesimlerin desteği alındı. İhtilalleri meşrulaştırmak için “Biz 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü sizin kutsallarınız olan devlet ve dini korumak için yapıyoruz. Sola karşı yapıyoruz. Batılılaşmacı elitin çocukları solcu oldu ve arkalarındakilerin büyük bir kısmı alevidir.” tezi ileri sürüldü ve kendine ciddi bir destek de buldu. 28 Şubat ve sonrasında ise 
Alevilerin desteği arandı. “sizi bu Sünni dindarların baskıcılığından ancak biz koruruz” mesajı verilince, Alevi kesimde ciddi bir çoğunluk “Ne yapalım, demokrasi olmasa da olur. Sünni korkusu çok daha önde.” deyip bu hareketleri alkışladılar. Alkışlamasalar bile en azından tepki göstermediler. Askeri vesayet sisteminin tamamen zora ve korkuya dayalı olarak ayakta durduğu görüşü ve tezini sorgulamak lazım.”69 

İttihat Terakkinin önde gelenlerine bakıldığında, bu ülkenin bugünkü siyasal kültürünün temellerini atmış olan kadrolardır. Cumhuriyeti kuran kadrolar buradan gelmişlerdir. Dikkat edilecek olursa bunların hepsi mütevazı orta kesim ailelerinin çocuklarıdır. Yani Sadrazam Talat Paşa bir posta memurudur örneğin. Enver Paşa’dan Mustafa Kemal Paşamıza kadar hepsi mütevazı orta sınıf ailelerin çocuklarıdır. Bunların bir ekonomik gücü yoktur yani üretim sürecinde belirleyici bir rolleri yoktur. Toplumun beğenisini kazanıp, onun üzerinden bir siyasi güç devşirme kaygıları yoktur. Peki, nereden aldılar güçlerini? Üniformalı ve silahlı olmaktan kaynaklanan devlet aygıtı ve devlet memuriyeti üzerinden toplumu yönetme ve yönlendirme geleneğinden aldılar güçlerini. Türkiye’de İttihat Terakki anlayışı bugüne kadar hiç değişmedi. Memurun ne topluma karşı bir sorumluluğu ne de ekonomik bir artı değer yaratma kaygısı vardı. Memurun devlet aygıtını kontrol edip toplumu şekillendirme, yönetme ve yönlendirme gücünü eline geçirmesi bu toplumda normalleştirildi, makulleştirildi, 
yasallaştırıldı ve kurumsallaştırıldı. Şimdi, darbeleri çağırmaya, darbe ortamı yaratmaya lüzum yok. Türkiye’de zaten bunun hem hukuksal, hem kurumsal, hem psikolojik alt yapısı oluşturulmuş bulunuyor. Askerlerin yaptıkları, sadece zamanı geldiğinde bu alt yapıyı, bu mekanizmaları harekete geçirmek ve bu İttihat Terakki geleneğini sürdürmek. Mehmet Ali Birand, “Faks çektim Genelkurmay Başkanına, ‘Allah’a faks çekilir mi?’ dedi. Bir teşkilat ki kendi teorisini oluşturmuş, bu tabii laik siyasal bir teoloji, kendi Allah’ını ve ruhban sınıfını da oluşturmuş. Toplumdan soyut bu anlayış fevkalade tehlikeli bir şey. Bu orduyu lojmanlar marifetiyle toplumdan soyutlamanın gerekçesi ise şudur: Askerler halkın içinde yaşayınca yani kiralık ev tutunca o zaman halk gibi düşünmeye başlar, ordunun yeniçeri gibi düşünmesi lazım yani padişahın şahsına bağlı olması, bu çok tehlikeli.70 

Bunun önemi şurada. Siz ordunuzu halkın içinden seçiyorsunuz, halkı bir tarla olarak düşünün, oradaki çiçekleri kökünden koparıyorsunuz; işte askerî lise, harp okulu, daha ileri olanları, harp akademisi. Bu halk çocuklarının bir zaman sonra artık halkla hiçbir teması kalmıyor, bunlar devletin çocukları oluyorlar. Devletin çocuğu olduğu zaman, kendisini de kamu görevlisi olarak görmüyor yani topluma karşı sorumlu memur olarak görmüyor, “devlet memuru” diyor kendisine ve “sadakati devlete karşı”; ama o, devleti de kendisinin işlettiği bir aygıt olarak gördüğünden aslında kendine hizmet ediyor. Kendi ayrıcalığına, kendi gücüne hizmet ediyor. O yüzden, bürokrasinin devlet aygıtını bırakması mümkün değildir. 

Bütün gücü, imtiyazı ve bütün kaynakları, derlediği ve kullandığı kaynakları devlet mekanizmasından elde ediyor ve bunu da paylaşıyor. Bunu kısmen siyasilerle, kısmen işte akademisyenle paylaşıyor, basınla paylaşıyor; işte basının arkasındaki ekonomik çıkarlarla paylaşarak yani bir tür avantajların distribütörlüğünü yaparak, bu ayrıcalıklı konumunu ve bu ayrıcalıkları sağlayan düzeni sürdürebiliyor. Bu düzen bugün siyasi gücünü kaybetmiştir ama hukuken varlığını sürdürmektedir, kurumsal olarak da hâlâ ayaktadır. Ne zaman ki bugün, baskın olan siyasi otorite yavaşlar bu mekanizma tekrardan işleyebilir. Darbe dediğiniz şey sadece mevcut iktidarı değiştirmek değildir. Darbecinin yıldırarak ve sindirerek bir toplumu köleleştirmesidir, onu bir sürü hâline getirmesidir. Türkiye’de toplum maalesef bir sürü hâline getirildi, darbeyi ve darbecileri onaylayacak bir psikolojiye maruz bırakıldı. Türkiye’nin 
asıl mücadele etmesi gereken budur ve buna üniversite de alet oldu, basın da alet oldu ve kendisine aydın diyenler de. Çünkü değişmeyen iktidar askerler olduğu için devletin olanaklarından onlar da yararlandırıldı.71 

Bazı kaynaklarda ‘son darbe’, kamuoyunda da ‘postmodern darbe’72 olarak bilinen 28 Şubat’ı analize tabi tutan Mustafa Erdoğan; sözde irticaya karşı yapılan bu girişimin aslında kendisinin irticai bir hareket olduğunu ve 28 Şubatçıların tarihi geri çevirmek istediklerini söyler: “28 Şubat’ın failleri siyasette meşruluğun kaynağının halk olduğunu reddetmişlerdir. 

Onlara göre, meşruluğun kaynağı halkın iradesi değil resmi ideoloji, hatta onun karikatürize edilmiş biçimci bir türüdür. Onlar Türkiye halkının siyaseten ergin olmadığını ve ilanihaye vesayet altında yaşamaya müstahak olduğunu düşünen haddini bilmezlerdir. Onlara göre “halk” dediğin “dünkü” erbaş ve yedek subaylardan olan bir yığından başka bir şey değildir. 
Onlar Türkiye’nin bütün problemlerinin kaynağının halkın siyasi tercihleri olduğunu vehmetmişlerdir. Modernleşme dönemi Türkiye tarihinde hukukun bu kadar açıkça ve kaba saba bir şekilde ihlal edildiği başka bir dönem göstermek zordur. 28 Şubat bu bakımdan 12 Eylül rejimiyle bile yarışabilecek bir durumdadır. Anayasayı kanunla, kanunları yönetmelikle etkisiz kılmaya çalışmak ancak 28 Şubat zihniyetinin akıl edebileceği bir işti. 

Hukukun evrensel ilkeleri fütursuzca ve sistematik olarak bu dönemde çiğnenmiştir. Bu zihniyetin insan haklarıyla ilişkisini ‘düşmanlık’ kelimesiyle ifade etmek belki de anlamsızdır; çünkü bu kafa yapısı esasen “insan hakları” diye bir kavramdan habersizdir. Açıktır ki, 28 Şubatçılar her bir kişinin ‘insan onuru’na sahip bir değer olduğu fikrine yabancıdırlar. İşte bu zihniyet, gayet doğal olarak, devlet eliyle insan haklarına karşı bir saldırı kampanyası başlatılmasına, başta din ve vicdan, ifade ve örgütlenme özgürlükleri olmak üzere temel hakların fütursuzca çiğnenmesine yol açmıştır. 28 Şubatçılar toplumsal çeşitliliği ortadan kaldırarak bütün bir toplumu tek-biçimli hale getirmek, standardize etmek istemişlerdir. İnsanların doğuştan getirdikleri, kendi iradelerinin eseri olmayan farklılıklarını bile bir komplo olarak değerlendirmişlerdir. 

Onun içindir ki, devlet merkezli kaba bir milliyetçilik anlayışını hâkim kılmaya çalışmışlar, bu anlayışı karanlığın örtüsü yapmışlardır. Kürt kimliğini ve İslami 
hassasiyetleri resmi düşman olarak ilan etmiş ve buna göre icraat yapmış, yaptırmışlardır. Kışla düzenini bütün bir topluma teşmil etmek, toplumu demirden bir disiplin altına almak istemişlerdir. Karmaşık toplumsal sorunları bu nedenle anlamamışlar, her türlü sorunun emirle yok edilebileceği zehabına kapılmışlardır. 28 Şubat bilim karşıtı, dogmatik bir hareket olduğundan, üniversiteleri kışlalaştırmaya yeltenmiş; bu çerçevede bilim adamlarının sorgulayıcı ve tartışmacı değil, resmi ideolojinin buyruklarını sorgusuz sualsiz kabul eden ‘dogmatik’ kişiler olmalarını ve öğrencilerini de öyle yetiştirmelerini sağlamaya çalışmıştır. 28 Şubat kalkışması tipik bir ‘cahil cesareti’ örneğidir.73 

Oktay Ekşi’ye göre Türkiye’de darbeler dönemi artık tarihe gömülmüştür: Sultan Abdülaziz’den alıp bugüne gelebilirsiniz. Ta o tarihten itibaren sürece 
bakarsanız giderek metotların değişmekte olduğunu ve yumuşamakta olduğunu da görürsünüz. Bu neyi ifade eder? Bu, toplumun artık darbelere tahammülünün kaba, ağır, baltayla olayın üstüne gider gibi darbe yapma geleneğinin toplumdan tepki görmesinin ve toplumdaki olgunlaşmanın getirdiği bir sonuçtur. Nitekim en son hatırladığımız kiminin “darbe” dediği, kiminin “elektronik darbe”, “e-darbe” dediği 27 Nisan’a gelince bakıyoruz ki artık İnternete kadar inmiş darbe metodu. 

Bu, zaten ölümün geldiğini gösteren bir gelişmedir, yani darbeciliğin öldüğünün bir somut örneğidir. Ben bunu daha çok toplumdaki gelişmeye, iletişimin 
yaygınlaşmasına ve demokrasinin hakikaten artık kuşakların iliklerine, genlerine kadar işlemiş olmasına bağlıyorum. O nedenle, darbenin, darbeciliğin artık 
öldüğünü düşünüyorum.74 

1960, 1971, 1980 darbeleri, hatta 1990’lardaki 28 Şubat postmodern darbesi ya da 27 Nisan gibi askeri yönetim ve müdahaleler aynı zamanda Türkiye’de demokrasi adına büyük fırsatlardı. Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de, Arjantin’de sivil siyasetçiler, 1970’li ve 1980’li yıllarında askeri dönemlerin noktalanmasıyla birlikte hem darbecilerden hesap sordular, hem darbecileri cezalandırdılar, hem de darbeleri tarihe gömen demokrasi reformlarını yaptılar. Yunanistan’da 1960 darbesini yapan ve yedi yıl süreyle ülkeyi demir yumrukla yöneten askeri cuntanın tüm üyeleri yargılandılar, hapse atıldılar. Bir kısmı hapiste öldü. Sonuncu general, 2009 yazında yaş haddi ve sağlık nedeniyle hapisten çıkmadan önce, parlamento tarafından kamuoyu önünde yazılı olarak özür dilemek zorunda bırakıldı. Bizde ise hep tersi yaşandı. 27 Mayıs darbesini yapan cuntanın lideri cumhurbaşkanı seçildi. Cunta üyeleri, ömür boyu senatör yapıldılar. 12 Mart’ı yapanlara dokunulmadı. Hatta biri75 az daha yine cumhurbaşkanı seçiliyordu. 1970’li yıllarda patlayan “Lockheed Yolsuzluk Skandalı”nın asker kanadındaki hesabı bir tek Türkiye’de sorulmadı. 12 Eylül’ü yapanlara da dokunulmadı. 

Cuntanın lideri cumhurbaşkanı seçildi. Hatta daha ilginci, Süleyman Demirel daha sonraki yıllarda cumhurbaşkanı olunca, 1980’de kendisini deviren 12 Eylül darbesinin liderini Çankaya Köşkü’nde ağırlayabildi.76 

12 Eylül 1980’den 6 Kasım 1983’e kadar bütün mevzuat yeni baştan ele alınmıştır, ihtiyaca uygun hâle getirilerek âdeta ikinci bir anayasa yapılmıştır. Sonra sistem kendi hâlinde işlemeye bırakılmış ama bu sefer, daha evvel 71’deki ara müdahale benzeri bir durumu yaratmak üzere 28 Şubat müdahalesi yapılmıştır. Fakat bu müdahale, eskiden yapıldığı gibi doğrudan doğruya silahlı güç kullanarak veya güce dayanarak yönetimi kendi kontrolüne almak şeklinde olmamıştır. Çünkü böyle bir metot, Türkiye'nin gitgide gelişen, Batı dünyasıyla bütünleşme yolundaki ilişkilerine, yeni profiline artık uymuyordu. Darbeler konusunda toplumda iyi kötü bir bilinç oluşmuştu. Türkiye'nin, 12 Eylül darbesi sonrasında Avrupa Konseyinden çıkarılması için bazı Kuzey Avrupa ülkeleri girişimde bulunmuşlardı ve Türkiye NATO’daki ve Amerika’nın nezdindeki kredisinden dolayı Avrupa Konseyinden çıkarılmaktan kurtulmuştu. Daha sonraki dönemde bu tecrübe göz önünde tutulmuştur ve daha akıllıca, ustaca bir yöntemle bu sefer sivil veya yarı sivil güç unsurlarının devreye sokulması suretiyle genel bir atmosfer yaratılmıştır. Görünüşte biçimsel olarak demokratik süreçler işliyor gibi görünüyor fakat gerçekte yetki anayasal kurumlarda değil fiilen başka yerdedir.77 

9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, darbeleri filin züccaciye dükkânına girmesine benzeterek darbelerin Türkiye’ye büyük zararlar verdiğini ve memleketi kurtarıcılardan kurtarmak gerektiğini Komisyonumuza ifade etmiştir: 

Darbeler Türkiye’ye büyük zarar vermiştir. Eğer Türkiye bir darbe ülkesi olmasaydı bugünkü durumdan daha iyi olurdu her şey, çok daha iyi olurdu. 
Darbeyi alkışlayanlar dâhil veya darbeyi teşvik edenler dâhil veya darbeden memnun olanlar dâhil, olmayanlar, olanlar, hepsi zarar görmüş. Bunun idraki 
içinde olunmazsa, bundan sonra Türkiye’yi ileriye götürmekte zorluk olur. Onun için, birinci mesele halkın sıkıntılarının çözümünü olağanüstü birtakım 
reçetelerde, olağanüstü birtakım kurallarda, olağanüstü yönetim şekillerinde değil, kendi hür iradesiyle seçtiği idarelerde araması lazım ve eğer halk kendi hür iradesiyle seçtiği idarelerden memnun değilse, bekleyecek, yani o idarenin değişme zamanı gelinceye kadar bekleyecek. Değişme zamanı sandıktır. Sandık 
gelene kadar bekleyecek ve orada kendi iradesini kendisi ortaya koyacak. Bunu yerleştiremedikçe Türkiye’de huzuru, sükûnu sağlamakta sıkıntılarımız zor geçer, ne kadar uğraşsak zor geçer. Yani şunu söylemek istiyorum: Türk vatandaşı birbiriyle olan meselesini darbe yoluyla halletmeye kalkmamalı, bir. İki, kendi meselesine yine darbe yoluyla çözüm aramaya kalkmamalı, bunların hepsini, meşruiyetten uzaklaşmamalı, meşru yollardan giderek neyi arıyorsa onu bulmalı. Darbe, aslında filin züccaciye dükkânına girmesidir. Yani girdiği zaman kırmadık, dökmedik bir şey bırakmaz, kırar döker, “İyi yapıyorum” diye yapar, 
“Kötü yapıyorum” diye yapmaz veya yani kabiliyetsizliğinden öyle yapar veya onun işi değildir, yanlış bir işin içine girmiştir ama zarar verir ülkeye neticede ve 
ondan sonra yeniden böyle şeylerle karşılaşmayalım diye uğraşmak gayet doğaldır. Yani bir milletin askeri onun emrinde olacak. Eğer bundan sonra darbe olmasın istiyorsak, mutlaka silahlı gücün Anayasa’daki yerini iyi tayin etmemiz, nereden, kimden direktif alacağını iyi tayin etmemiz ve millî irade üstünlüğünü, Anayasa üstünlüğünü mutlaka tesis etmemiz lazım. Zaten asker sivil idarenin emrinde değilse, ona demokrasi demek de mümkün değildir. Onun için, bu 35’nci maddeyi kaldırmak veya tadil etmek hangi şekil olursa olsun, netice itibarıyla yine aslında devletin birden fazla silahlı gücü olmayacağına göre, münhasıran silahlı güç devlete ait olduğuna göre, yani devletten başkasının silahlı güç kurmaya kalkması felaket. Ne olması lazım? Devletin silahlı gücü devletin emrinde dediğimiz zaman, millî iradenin karar yeri olan Meclisinden ve onun ondan güvenoyu almış hükümetinden mutlaka direktif alması lazım ve o zaman, o direktifle, o direktife dayanarak hizmetini görmesi lazım. 


“Bizim kurtarılacak bir şeyimiz yok.” İhtilal yapanların kullandıkları şey: “Memleket uçurumun kenarına geldi. Bölünüyordu memleket de onun için biz el 
koyduk.” oluyor. Kullanılan gerekçe bu. Bu gerekçe, yani “memleket bölünüyor. Memleket uçurumun kenarına geldi. Çöküyoruz, yıkılıyoruz.” gerekçesi aşağı 
yukarı bütün ülkelerde ihtilalcilerin kullandığı gerekçedir ve bizim memleketimiz de de 1912’deki subayların meydana getirdiği bir grubun beyannamesi de budur, bu oraya dayanır ve 27 Mayıs beyannamesine bakıyorsunuz, aynı şey, “Memleket çöküyordu. Ülke bölünüyordu. Ne yapalım? Biz el koyduk.” Vatandaş da diyor ki: “Memleket madem çöküyormuş, bölünüyormuş, ordu el koymuş, yani?” “İşte, el koymuş!” Sonra anlıyor neyin ne olduğunu falan. 12 Eylül’e gelirseniz, o da aynı şey. Yani farklı farklı şeyler olmalarına rağmen, gerekçeleri hepsinin aynıdır. Bu gerekçeden Türkiye’yi kurtarmak lazım. Şu manada söylüyorum: “Kurtaralım” talebi karşısında veya teklifi karşısında “Neyi kurtaracaksın?” diyebilmeli vatandaş. “Bizim kurtarılacak bir şeyimiz yok.” diyebilmeli. “Kurtaralım” diyorsa, “Gel kurtar kardeşim” dememeli. Bunu çok önemsiyorum yalnız. Bu “kurtaralım” aşağı yukarı tesirsiz hâle getirilmesi lazım gelen önemli, çok önemli bir olay. 

O 27 Mayıs ki Adnan Bey’i astı. Eğer bir ülkede Meclisi hapishaneye götürürseniz, o ülkede ondan sonra seçim manasını yitirmiştir ve bir kere 
başbakan asarsanız, ondan sonra gelecek başbakanların hepsi çalıştığı oda darağacı görür. Bunlar yapılmış. Yani şimdi bugün “Bunlara bir şey yapalım.” diye söylemiyorum bunları, bunlar yapılmış ama şimdi, bütün bunlar bu ülkede olan şeyler. Ben Türkiye’nin uğradığı zararları söylüyorum. Darbe hem rejiminize zaaf getiriyor hem de bu ülkede 27 Mayıs bayramı oldu. Belki bir kısmınız hatırlamaz, yaşınız müsait değil, bayram yaptık 27 Mayısı. O 27 Mayıs ki Adnan Bey’i astı. Yassıada’nın hayaleti! Siz, neler çektiler o adamlar biliyor musunuz Yassıada’da, Yassıada’ya gidenler? Onların, karısı, kızı, çoluk çocuğu nasıl sefil 
oldu biliyor musunuz? Nasıl sefil oldular? Ne kadar büyük eziyet yapıldı o insanlara biliyor musunuz? Yalnız o insanlara değil, onlara oy vermiş olan 
insanlara da… Yani çok önemli hadise. Korkular, bu şeyin getirdiği korkuları küçümsemeyin. Korku insani bir şey. Yani herkesten kahramanlık bekleyemez siniz. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

66 Tanel Demirel; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Toplumsal Meşruiyeti Üzerine, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 353, 358, 396. 
67 Alevilerin umudu MGK. Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan, siyasi partilerin yıllardır Alevi sorununun çözümü için her defasında söz verdiklerini ama sözlerini yerine getirmediklerini ifade etti. Devlet adamı tutabileceği sözü vermeli ve bunun gereğini yapabilmelidir. Yalancı eşittir siyaset adamı, imajının silinmesi gerekir. Sorunlarımız büyük. Bunların çözümü için söz veren siyasi partiler her defasında sözlerini tutmadılar. Bu yüzden umudumuz Millî Güvenlik Kurulu. Bu meseleyi ancak MGK çözebilir. Buna da inanıyorum. (Milliyet Gazetesi, 
http://www.milliyet.com.tr/2000/08/13/yasam/yas01.html 13 Ağustos 2000, Erişim: 1 Temmuz 2012). 
68 Süleyman Demirel, Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu 
Dinleme Tutanağı, 7 Haziran 2012, Ankara Güniz Sokak, s. 45, 46. 
69 Muhsin Öztürk (2012); s. 187, 188. 
70 Doğu Ergil, Siyaset Bilimci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 18- 20. 
71 Doğu Ergil, Siyaset Bilimci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 18- 20. 
72 Postmodern Darbe: Kavram, ilk olarak Radikal Gazetesi yazarı Türker Alkan'ın 13 Haziran 1997 tarihli ve “postmodern bir askerî müdahale" başlıklı yazısında yer aldı. 28 Şubat 1997 döneminde Genelkurmay Genel Sekreteri olan Tümgeneral Erol Özkasnak da 14 Ocak 2001'de katıldığı Ceviz Kabuğu programında: “28 Şubat postmodern bir darbedir!” şeklinde açıklamasıyla darbeyi itiraf etmiştir. Hulki Cevizoğlu, Generalin 28 Şubat İtirafı “Postmodern Darbe”, ismiyle konuyu kitaplaştırmıştır. (Ceviz Kabuğu Yayınları, 2001). 
73 Mustafa Erdoğan, 28 Şubat Günlüğü Post-Modern Darbenin Anatomisi, Orion Kitabevi, Ankara, 2012, s. 39-43. 
74 Oktay Ekşi, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 30 Ekim 2012, s. 42, 43. 
75 Orgeneral Faruk Gürler. Türk Silahlı Kuvvetleri 15. Genelkurmay Başkanı. 12 Mart Muhtırasında Kara Kuvvetleri 
Komutanı sıfatıyla imzası vardır. 
76 Hasan Cemal (2010); Türkiye’nin Asker Sorunu Ey Asker, Siyasete Karışma! Doğan Kitap, İstanbul, s. 20, 21. 
77 Mustafa Erdoğan, Akademisyen - Hukukçu, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 18 Ekim 2012, s. 2. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***