Şili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ağustos 2018 Pazar

1 Mart Tezkeresindeki Hataya Suriye'de Düşmemeliyiz,



1 Mart Tezkeresindeki Hataya Suriye'de Düşmemeliyiz,



1 Mart Tezkeresindeki Hataya Suriye'de Düşmemeliyiz,


"1 Mart Tezkeresindeki hataya Suriye'de düşmemeliyiz, Türkiye Irak'ta olsaydı, durum böyle olmazdı "



07 Şubat 2016 07:06


Erdoğan: 1 Mart'ta Birileri Gizli kulis attılar, Gazeteci olarak araştırın, bulun.,

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, "Suriye’de bir fiili durum oluşturulur mu?" sorusuna, 1 Mart tezkeresini örnek vererek, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durum böyle olmazdı” sözleriyle yanıtladı. 

Hürriyet'ten Vahap Munyar'ın haberine göre, Erdoğan, Şili, Peru, Ekvador ve Senegal’i kapsayan ziyaretlerinden dönerken dün uçakta özetle şunları söyledi:

Avrupa Dertli değil.,

Güney Amerika seyahatinde Suriye konusunda verdiğiniz mesajlar nasıl karşılandı? O ülkelerin liderleri ikili görüşmelerde ne mesajlar verdi?

Kimse, ‘Doğru değil’ demiyor. Tam tersine, hepsi ‘Haklısın’ diyor. Ama önemli olan hak vermek değil, hakkı teslim etmek, gereğini yerine getirmektir. Orada insanlar acımasızca öldürülüyor. 400 bin insan katledildi, tarih katledildi, ölenler Müslüman, yok olan İslam tarihi. Bu kadar acımasızca yapılıyor, bunu kenara koymak mümkün değil. İran’ın tutumunu anlamakta zorlanıyorum. Bir şey söylediğimiz zaman da güceniyorlar. Burayı niçin mezhep savaşına kurban ediyoruz. Yaşanan acılardan dolayı bizler dertliyiz, bunlar dertli değil. Avrupa dertli değil, işi ucundan tutuyorlar.

Terörde Batı Silahları.

Bizdeki PKK terör örgütünün hücrelerinden çıkanlar arasında Rus silahı var mı? Var. ABD silahları var mı? Var. Batı’nınkiler var mı? Var. Nereden geliyor bu silahlar?

‘Yapmayın, bunlara (PYD) göndereceğiniz silahların bir kısmı DAEŞ’e gidecek’ dedik. En modern silahlar şu anda DAEŞ’in elinde. PYD’nin, DAEŞ’in elindeki silahların bazılarını biz almakta zorlanıyoruz. Dost dediklerimiz gereğini yapmıyor.

Suriye'de Böyle gitmez

Suriye’de bir fiili durum oluşturulur mu? Olursa, Türkiye ne yapabilir?

Dar kapsamlı bir güvenlik toplantısı yapıp, hassas konularımızı orada değerlendireceğiz. Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyoruz. Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım, karşı olanlar bunu açıkça söylemediler. Birileri de gizli kulisler attılar. O insanların kimler olduğunu araştırır bulursunuz. 1 Mart tezkeresi ilk anda kabul edilip Türkiye, Irak’ta olsaydı, Irak’ın durum böyle olmazdı. 1 Mart tezkeresi ilk anda geçseydi, Türkiye masada olacaktı. O zaman Bush (ABD Başkanı), benimle yaptığı görüşmelerde bir ricada bulundu. Ama maalesef biz kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık. Sonra göreve geldim, Başbakan oldum, tekrar ricada bulundu ve tezkere geçti ama o zaman da Kuzey Irak’taki Kürt kardeşlerimiz bizim oraya girmemizi istemedi. Biz de, “İstenmediğimiz yere girmeyiz” dedik. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Bir yerden sonra böyle gitmez. Hassasiyetlerimizi Türkiye olarak korumak zorundayız. Bu hava sahası, sadece Türkiye’nin hava sahası değildir. Aynı zamanda NATO hava sahasıdır. Onlar da gerekli adımları atmak durumundadır. Yaşananlar aynı zamanda herkes için bir test niteliği taşıyor.

Tüm ihtimallere hazırız,

Türkiye ani bir hareketle karşı karşıya kalabilir mi?

Bu tür şeyler konuşulmaz, gerektiğinde gereken neyse yapılır. Şu anda biz bütün güvenlik güçlerimizle, her şeyimizle tüm ihtimallere karşı hazır durumdayız. Kimsenin endişesi olmasın.

Suriye konusunda yeni bir tezkere gündeme gelir mi?

Ülkemize yönelik tehditlere karşı Silahlı Kuvvetlerimiz her türlü yetkiye zaten sahip durumda. Ulusal güvenliğimiz açısından bir sıkıntı yok.

Suriye’de hedeflenen çözüme tarih vermek mümkün mü?

Bu işlerin tarihi olmaz. Nitekim Suriye krizinde de çok farklı şeyler düşünülüyordu ama olay halihazırda 5 yılı aşmış vaziyette.

Sık sık gelmesi bir bakıma güzel

Almanya Başbakanı Merkel, sanki biraz da panikle yine Türkiye’ye geliyor.

Şansölye Merkel’le son zamanlarda görüşmeler sıklaştı. Bu güzel bir bakıma. Sayın Davutoğlu’nun Almanya seyahati, Merkel’in İstanbul’a gelmesi, Davutoğlu ve şahsımla yaptığı görüşmeler, ardından Londra görüşmesi ve şurada bir hafta oldu olmadı hemen buraya geliyor olması... Pazartesi kendisiyle Ankara’da görüşeceğim. Sayın Başbakan da görüşecek. Ana başlık büyük ihtimalle mülteciler sorunu. Yapılan donörler toplantısında verilmiş 10 milyar Euro’luk sözden bahsediyorlar. Daha önce Türkiye’deki Suriyeliler için kullanılmak üzere 3 milyar Euro sözü var... Daha bunlardan en ufak bir şey Türkiye’ye yansımış değil. Bütün bunları görüşme şansımız olacak.

Suriye'de Sınırın mı var, Soydaşların mı var?

Halep’e doğru saldırılar artıyor. 70 bin kişinin daha kapımıza dayandığından söz ediliyor. Bu arada Rusya kaynakları da Türkiye’nin büyük bir askeri operasyon hazırlığında olduğu yönünde haberler yayıyor. Türkiye’nin yol haritası nedir?

Halep’in bir bölümünde şu anda rejim orayı kesmiş durumda, koridorun güneyinden kuzeye geçiş şu an itibarı ile mümkün değil. Türkiye tehdit altındadır. Bunlar kapımıza dayanmışsa, başka çareleri de yoksa, gerekirse bu kardeşlerimizi yine almak zorundayız, alacağız.

Rusya’nın “TSK hazırlık içerisindedir” iddiasına gelince. Aslında Rusya’ya sormak lazım: Senin ne işin var Suriye’de? Şu anda adeta işgalcisin. Sen devlet terörü estiren bir kişiyle beraber hareket ediyorsun. 400 bin kişinin katiliyle beraber hareket ediyor, sivilleri öldürmeye devam ediyorsun. Türk askeri asla o tür eylemler içinde olmamıştır. Biz, kendimizi savunma noktasında her an hazırlıklı olmak mecburiyetindeyiz. Kaldı ki orada bizim soydaşlarımız da var. Ey Rusya, senin burada sınırın mı var, soydaşların mı var? Neymiş, Esed çağırmış. BM Güvenlik konseyinin 2254 sayılı kanunu bir an evvel işletmesini bekliyoruz. O adımın atılması lazım, silahların susması lazım, göçmenlerin korunması adımlarını atması lazım. BM Güvenlik Konseyi ağır hareket ediyor.

Örfi giysem kıyamet kopar

Şili, Peru ve Ekvador başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Danışmanlarınız bu ülkelerdeki başkanlık sistemi ile ilgili bir çalışma yaptı mı? Türkiye’de süreç nasıl işleyecek? 

Parlamentoda yapılacak çalışma, Türkiye’de bu konuyu düşünen bütün kesimler için işaret fişeği olacaktır. Latin Amerika ülkelerinde yönetim biçimleri farklı yerlerden etkilenerek şekillendi. Kimisi sosyalist yönetimlerden, bir kısmı da kapitalist yönetimlerden, ABD’den bazı şeyler kaptı. İdari bakımdan hukuku çok iyi olan yönetimler var. Ama aralarında farklılıklar da var. Ekvador, Şili, Peru birbirinden farklı. İspanya’dan tamamen kopabilmişler mi, hayır. Ortak dil İspanyolca. Örf ve âdetlerde kopmamışlar. Kendi gelenek göreneklerine çok önem veriyorlar. Ekvador’da bizi kendi gelenekleri, görenekleri ile karşıladılar. Sayın Başkan giydiği gömlekle bir mesaj veriyor. Aynı kişi kravat da takıyor. Ceketinin altındaki gömlek örfi gömlekti. Bizde böyle şeyler olsa, yazılı ve görsel medya günlerce kıyamet koparır kravatı niye yoktu diye. Beştepe’de yaşadıklarımız çok açık net ortada.Türkiye’ye dönecek olursak, ben 6 aylık süreci çok önemsiyorum. 6 aylık süreç içinde dört partinin üçer temsilcisi acaba neler söyleyecekler. Onlar o çalışmayı yaparken biz boş mu duracağız, elbet boş durmayacağız. Beştepe toplantıları ile sivil toplum örgütleri ile yanımdaki mesai arkadaşlarımdan oluşturduğum 20’ye aşkın ekibimle temaslar sürdürülecek.

Senin Ortağın ben miyim...

PYD’nin yanlış yönlendirmesiyle ABD uçaklarının sivilleri vurduğu haberleri var. Batı’nın PYD’ye bakışında farklılık oluşur mu?

PYD bir terör örgütüdür. YPG bir terör örgütüdür. PKK ne ise PYD odur. Bunu bütün uluslararası örgütlere taşıyacağız. Taşımadığımız her an bizim için kayıptır. Terör örgütü olarak ilan edilmesi için adımlar atılmazsa geç kalırız. Bakın, Biden (ABD Başkan Yardımcısı) yanında bir yardımcısı ile geldi. Daha önce Sayın Obama’nın yanında da adı geçen bir ulusal güvenlik temsilcisi. Tam Cenevre’deki görüşmeler sırasında kalkıyor, Kobani’ye gidiyor. Kobani’de sözde bir generalden plaket alıyor. Biz nasıl güveneceğiz? Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobani’deki teröristler mi?

ABD yumuşuyor.

Suriye’de oluşturulmasını önerdiğiniz ‘güvenli bölge’ konusunda bir gelişme var mı?

Benim bu düşüncemi G-20 ülkelerinin tamamına yakını biliyor. Terörden arındırılmış güvenli bölge, bunun yanında uçuşa yasak bölge düşüncelerimi hepsine aktardım, hepsi olumlu sözler söyledi ama dönüş henüz olmadı. Burada terörden arındırılmış bölge konusunda, kilometresine varıncaya kadar ABD ile mutabıkız. ‘Bu bile azdır’ dedim Sayın Obama’ya; biz bunu büyütebiliriz. İnşaat sektöründe başarılıyız. Donörlerin katkılarıyla, Suriye sınırları içinde güvenli bölgede bir şehir kurabiliriz.

ABD üzerine düşeni yerine getiriyor mu?

Yerine getirdikleri var, getirmedikleri var. Güvenli bölge konusunda ABD baştan itibaren pek inanmamıştı, sonra inanmaya başladı. Uçuşa yasak bölgeye karşı çıktılar ama onda da şu anda bir yumuşama var.

Başbakan görüşmesin, bakanlar görüşsün Mısır’la ilişkilerde bir gelişme var mı?

O konu ile ilgili benim tavrım net. Mursi ve arkadaşları başta olmak üzere idamlarla ilgili kararlar gözden geçirip kaldırılmadıktan sonra, ben Sisi (Mısır Cumhurbaşkanı) ile görüşmem. Bakanlarımız muhataplarıyla görüşebilir. Ama Başbakanımızın görüşmesini doğru bulmam. Türkiye ile Mısır halkı, aynı kültür, aynı değer yargılarına inanan iki ülke. Tabii ki biz bu noktada kopamamalıyız.

Suudi Arabistan’ın Müslüman Kardeşler’le ilişkilerinde yumuşama işaretleri var. Bu, Mısır’ın da bakışını yumuşatabilir mi?

Temenni ederim ki yumuşatır.

Muhatabımız olmaz.

Başbakan Davutoğlu, Mardin’de 10 maddelik planı açıklarken ‘seferberlik’ten söz etti. Ayrıca, ‘Masa İmralı’da değil, Ankara’da’ dedi. Leyla Zana’nın sizinle görüşme talebi olmuştu. ‘Muhatap’ konusu bundan sonra nasıl gelişir?

Ben ‘Çözüm süreci buzdolabındadır’ dedim. İmralı hiçbir zaman hükümetin muhatabı olamaz, kesinlikle olmamalıdır da. İmralı ile devletin çeşitli kurumları, başta Milli İstihbarat Teşkilatı olmak üzere görüşebilir. Hükümet de ona göre adımlar atar. Mesela milletvekillerine müsaade ediyorduk, gidiyorlardı. Ama daha sonra dedim ki arkadaşlara, kesinlikle milletvekillerinin de gitmemesi lazım. Müsaade edildi de ne netice aldık? Bunların şov yapmasına fırsat vermenin bir anlamı var mı? Leyla Hanım konusuna gelince. Önce git yemin et. Yemin ettikten sonra, herhangi bir pazarlık kaydı olmaksızın benden bir randevu istersen, kabul ederim. 


ETİKETLER;
tayyip erdoğan, ırak, suriye, türkiye, abd, savaş, iç savaş, soruları yanıtladı, muhatap, haber,


http://t24.com.tr/haber/1-mart-tezkeresindeki-hataya-suriyede-dusmemeliyiz-turkiye-irakta-olsaydi-durum-boyle-olmazdi,327161

***

ABD nin IRAK İŞGAL PLANININ PARÇASI.. TÜRKİYE OLMADI.,

1 Mart 2003 TEZKERESİNİN TBMM GEÇMEMESİ  İntikamı DENİZ Baykal mı.,  TBMM  KONUŞMASI..,

https://www.youtube.com/watch?v=EkX8SgEhelE


DENİZ BAYKAL ÖNDERLİĞİNDE REDDEDİLEN 1 MART TEZKERESİ'NİN  15 Cİ YILDÖNÜMÜ 

ŞÜKRÜ ELEKDAĞ,

https://www.youtube.com/watch?v=vmqdjKUv_cQ


------

Muhsin Yazıcıoğlu - Tezkere Konuşması.,


https://www.youtube.com/watch?v=v1xQHzWEj_Q



-----

28 Temmuz 2017 Cuma

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.

TÜRKİYEDE DEVLET GELENEĞİ VE DEMOKRASİ.



1. Türkiye’de Devlet Geleneği ve Demokrasi 

Doğu geleneğinin son mirasçısı ve temsilcisi olan Osmanlı rejimi, büyük Asya geleneğinin İslâmlaşmış türü olarak Batı’ya en çok yaklaşmış, hatta onun alanına kadar girmiştir. Osmanlı devleti Batı geleneğinin kapı komşusu olduğu halde, hatta tarihinin başında ondan etkilenmiş de olduğu halde, batılılaşma anlamında çağdaşlaşması tarihinin sonuna dek olamamıştır. 
Hâlbuki Avrupa’dan çok uzakta olan, örneğin Japonya gibi bir Uzakdoğu ülkesi için bu çabuk ve kolay olmuştur. Osmanlı, bir siyasal güç ve örgüt olarak sömürgecilik aşamasına varan Avrupa devletlerinin işgali altına girmemiş olduğundan, rejiminin ekonomik yanları bozulduğu halde siyasal yanları bozulmamıştır. Avrupa devletleri Osmanlı ekonomisini kendi çıkarlarına göre değiştirme isteğinden hiç şaşmadıkları halde onun siyasal ve kültürel anlamda çağdaşlaşmasıyla hiç ilgilenmedikleri gibi iç işlerine karıştıkları zamanlarda da bunu yapmayı istememişlerdir. Çağdaşlaşmış bir devletin siyasası altındaki bir toplumun ekonomisine hükmedemeyeceklerini biliyorlardı. Bu paradoks, Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde yaşadığı zikzakların bir açıklaması niteliğindedir.2 

Militarizm, Soğuk Savaş ve Uluslararası Sistemin Darbelerdeki Rolü 

Demokratikleşemeyen Cumhuriyetin önündeki en büyük engelin adı militarizmdir. 
Militarizm ve militaristleşme, askeri değer ve pratiklerin yüceltilmesi ve sivil alanı şekillendirmesi olarak tanımlanır. Bu şekillendirme süreci bazen darbe dönemlerinde olduğu gibi ordu veya askeri kesimin militaristleşme süreçlerinde doğrudan etkin bir rol oynamasıyla gelişirken bazı durumlar da öznesi belli olmayan, sivillerin aktif katılımı ve rızasını içeren süreçlerle yaygınlaşır. Bu bağlamda militaristleşme kültürel, kurumsal, ideolojik ve ekonomik boyutları içermektedir. Bu boyutların bütünüyle işlediği bir yerde bireyler ve toplum askeri varsayımları, sadece değerli değil, normal olarak da görmeye başlar. 
Söz konusu normalleştirme süreci bilinçli bir politikayı gerektirdiği kadar, aynı zamanda bu söylemin kusursuz işleyebilmesi, arkasını büyük bir sessizliğe dayamasıyla mümkündür. Diğer bir ifadeyle militarizmin etkinliğini mümkün kılan en önemli saiklerin başında militarıstleşme süreci karşısındaki entelektüel, politik, ekonomik ve toplumsal düzlemde işleyen birçok sessizliğin varlığı gelir. Bu bağlamda 1960-1983 arası dönemde militarist söylemi hâkim kılan 
şey sadece militarizmin sivil alanı kontrolü altına alması değil aynı zamanda bu kontrole yönelik ciddi bir itirazın gelişmemiş olmasıdır. “Metodolojik militarizm” olarak tanımlanabilecek bu kabul biçimi nedeniyle özellikle 1980’lerin sonuna kadar ordunun sivil alandaki nüfuzuna yönelik ciddi bir eleştirel analiz yoksunluğu ve militarizm ile militaristleşme tartışması eksikliği vardır. 

Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan 1947-1987 arası yıllar, militaristleşen devlet sistemlerinin sayısının katlanarak arttığı dönemdir. Militarizm özellikle az gelişmiş ülkelerde askeri müdahaleler ya da ordunun politik alanı dolaylı kontrolü yoluyla dönemin karakteristiği halini alırken, militaristleşme daha çok gelişmiş ülkelerde etkin bir söylem biçimi olmuştur. Samuel P. Huntington, otoriter tek partiye, askeri veya kişisel diktatörlüğe dayalı rejimlerden çok partili demokratik düzene geçişi, tarihsel süreç içinde üç ana dalgada  değerlendirmek tedir. Demokrasiye geçişte Amerikan ve Fransız devrimleri önemli birer dönüm noktaları olmuşsa da Birinci Demokratlaşma dalgası ancak 1828 yılında ABD’de 
başlamıştır. 19. yüzyılın bitmesinden önce İsviçre, deniz aşırı İngiliz dominyonları, Fransa, Büyük Britanya ve Bazı küçük Avrupa ülkeleri demokrasiye geçmişlerdir. 1920'lerde sona ermiş olan bu dalgayı bir geriye dönüş dalgası izlemiştir. Diğer taraftan İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan ve nispeten kısa süren İkinci Demokratlaşma Dalgası süresince Müttefiklerin işgaline giren İtalya, Almanya, Japonya, Avusturya ve Kore'de demokratik 
kurumlar teşvik edilmiş, Türkiye ve Yunanistan'da çok partili hayata geçilmiş; Güney Amerika’da Uruguay, Brezilya, Kosta Rika, Arjantin, Peru, Kolombiya ve Venezüella’da seçimlere dayalı sistemler kurulmuştur. Asya'da da bazı gelişmeler gözlenmiş ve bu süreç 1960'ların başında tersine dönmüştür. Üçüncü Demokratlaşma Dalgası ise 1974 yılında Portekiz diktatörlüğünün sona ermesiyle başlamış ve bu süreçte pek çok ülkede demokratik sistemler kurulmuştur. Halen devam etmekte olan Üçüncü Dalga Orta ve Doğu Avrupa'yı derinden etkilerken henüz İslâm dünyası ile Konfüçyüs kültürünün etkisindeki Çin'i pek fazla etkisi 
altına almış değildir. Üçüncü Dalganın ne zaman sona ereceği ve bir geri dönüş dalgasının başlayacağı belli değildir. Huntington'un analizine göre Türkiye ikinci Demokratlaşma Dalgası sırasında çok partili demokrasiye geçmiş ve demokrasiyi işletme konusunda ciddi geriye dönüşler yaşamıştır.3 

1960’larda ve 1970’lerde demokrasilerden küresel düzeydeki uzaklaşma, çarpıcı nitelikteydi. 1962’de dünyada 13 yönetim hükümet darbeleri ürünüydü. 1975’de bunların sayısı 38 oldu. 1958’de dünyadaki 32 işler demokrasiden üçte biri, 1970’ler boyunca rejim değişikliklerinin en yaygın yöntemi olarak işleyişe girmiş ve Eric Hobsbawm’ın “askeri hükümetlere yönelik görülmemiş bir global moda” olarak adlandırdığı süreç yaşanmıştır. Militarizmin hâkim söylem halini almasında askeri müdahaleler olmaksızın politik ve sivil alanın bizzat kendisinin 
militarist bir söylem geliştirmesi de bu dönemde etkili olmuştur. Bu da demokrat ik rejimlerin varlığına rağmen militarist söylemin dönemin hâkim söylemine nasıl dönüştüğünü açıklıyor.4 Demokrasinin tarihi, Huntington’a göre yavaş ve kesintisiz bir ilerleme olmayıp, ilerleyen, geri çekilen, sonra toplanan ve tekrar yükselen bir dalgalar dizisidir. Huntington’a göre, geçmişte olup bitenlerden kalkarak, demokrasinin gelecekte pekiştirilmesini ve yaygınlaşmasını etkileyen en belirleyici etkenler; ekonomik kalkınma ve siyasal önderliktir. 
Demokrasiyi, ekonomik kalkınma mümkün kılar; siyasal önderlik ise gerçek kılar.5 
Klasik Militarizmlerde ordunun bizzat yönetime el koyması gerekmez. Ordu, militer ideoloji ve değerler, devlet aygıtının işleyişine ve özellikle eğitim sistemine nüfuz ettiği için hükümet kadrolarının sivilliği ve hatta ortada çok partili bir rejimin olması sorun yaratmaz. Ordu gündelik politikanın içinde asla görünmez. Ordu komuta ‘kast’ı, organik bir parçası olduğu aristokrasinin sivil siyasi parti veya kadroları ile arasındaki iş bölümü ve hiyerarşikuralları uyarınca, siyasi çatışma alenen silahlı mücadeleye dönüşünceye kadar sahneye çıkmaz. Bu çıkışta da kendi sivil siyasi kadrosunu, partisini bertaraf ederek değil, onu saflarına katarak, yani -yönetici- sınıfın silahlı güç, topyekûn savaş hali örgütlenmesi olarak nihai hesaplaşmaya girer. Türk militarizminin ilk safhasında klasik militarizmlerden esasta farklı olan ilk yönü aristokratik bir kökeninin, dayanağının olmamasıdır. Ancak bu dönem boyunca ordu subay kadrosu bir kast görünümü de vermekteydi. Mensuplarını çoğu alt-orta sınıf mensuplarından 
devşirilmekte, subaylar -görev yerleri sık değiştirilmekle birlikte- “halkın içinde” 
yaşamaktaydı. 1980’lerle birlikte ise hem subay kadrolarının orta-üst sınıf mensuplarından devşirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapıldı hem de subay-astsubay çocuklarının “kadro”daki oranın sürekli artmasına çalışılarak ve bu arada subayların büyük çoğunluğunu lojmanlara, boş zaman ihtiyaçlarını karşıladıkları orduevlerine çekerek, adeta subaylığın dışa kapalı bir kast haline gelmesine yönelik yol izlenmeye başlandı. Bugünkü haliyle bile ordu, “Savunma Sektörü”ne bağlı işletme ve organizasyonlarda çalışan, bir kısmı emekli asker 
personelin bir toplumsal destek veya çıkar grubuyla çevrelediği, ayrıcalıklı, dokunulmaz haklara sahip bir kesim görünümündedir. Bu konumu kendisini devletle özdeşleştirmiş ve siyaseten toplumun üzerinde konumlanmış bir kesimin tıpkı aristokrasi gibi toplumla arasına mesafe koymasını andırmaktadır. 

Milletle, halkla araya konulan “mesafe”, sıradan militarizmlerin yeri geldiğinde açıkça ifade etmekten çekinmedikleri bir fikrin, inancın da yansımasıdır. Sıradan militarizmlerin kendi ayrıcalıklı ve üstün konumların meşruluğuna kendilerini inandırabilmek için ürettikleri bu fikir, özetle; kendi halklarının değer, yetenek ve nitelikler bakımından zayıf, gelişmemiş ve hatta gelişmeyecek olduğu yolunda dır. Bu haliyle halk, millet tekinsiz, güvenilmez bir sürüdür. Bu sürünün iktisadi seçkinlerinin (burjuvazi ve mülk sahiplerinin) vurgunculuğu, 
politik seçkinlerinin -partilerinin- yolsuzlukları ve geniş yığınların bu durumda çaresizce debelenmeleri, militer zümre için bu fikrin, inancın doğrulanmasından başka bir şey değildir. 
Böylesi durumlarda yapılan askeri darbelerle kendi imtiyazlı konumunu daha da pekiştirmek fırsatı bulan militarizmler, askeri rejimden “normal”e geçildiğinde, eskisine benzer hatta daha beter bir gidişatın ortaya çıkması karşısında, bunu kendilerinin düzenleme istek ve yeteneklerinin olmayışını değil, milletin o ezeli ve onulmaz aczine, gelişmemişliğine atfetmeye zaten hazırdırlar. Latin Amerika’da, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki sayısız askeri darbenin ve Türkiye’deki darbelerin bilançosu budur.6 

Militarizm aynı zamanda, kadim zihniyetlerden biri olan otoriter zihniyetin çocuğudur ve otoriter davranış ve algılama kalıpları içinde anlam kazanır. Tarih boyunca birçok sivil, yığınlar halinde militarizme destek vermiştir. Diğer bir deyişle militarizmin çekiciliği, asker sivil arasındaki zümresel ve sınıfsal çelişkilerden çoğu zaman çok daha baskın çıkmıştır. 

Çünkü militarizm kendi arka planında yatan otoriter zihniyet içinden üretilecek ideolojilerden sadece biri, muhtemel bir uzantısıdır. Esas olan ise daima zihniyettir. Ve otoriter zihniyetteki sivillerin bu nedenle kendilerini ‘askeriyeye’ ideolojik olarak yakın hissetmelerinin şaşırtıcı bir yanı yoktur. Militarizm, yönetenlerde ve yönetilenlerde simetrik nitelikler gösteren; konjonktürel olmakla birlikte kendisini kalıcı kılacak araçlara sahip olan, otoriter zihniyete 
dayanan bilimsel ve siyasi her türlü ideolojiyle bütünleşme istidadına sahip bir ‘mikro’ ideolojidir. Kendi hakkında sahip olduğu güçlü ve başarılı tarihsel imgeyle, yaşadığı koşulların ima ettiği zayıflık ve başarısızlık arasında sıkışmış; edilgen, ‘özneleşmemiş’ toplumlarda kendisine uygun bir ortam bulur. Bu nedenle militarizm bir iktidar ideolojisi olduğu kadar, bir toplumsal eziklik ideolojisidir de.7 
Son kırk yılda olduğu gibi ordu, toplum hakkında giderek yüksek sesle konuşsa, ordu mensupları toplumun hemen her sorunuyla ilgili görüşlerini dile getirme yetkisini kendilerinde bulsalar da, bu durumun tersi söz konusu olduğunda akan sular durur. Toplumun üyeleri veya siyasal temsilcileri, benzer bir yukarıdan sesle, hatta çok daha pes sesli bir ifadeyle, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tasarruflarını sorguladığında ordunun kurumsal olarak ilk refleksi bu girişimde “tahkir ve tezyif” unsurları aramaktır. Bu tehdidin yeterli veya mümkün olmadığı yerde TSK’nın psikolojik harekât stratejisinin uygulayıcıları doğrudan veya   dolaylı olarak devreye girerler. TSK, diğer ülke ordularına göre fazla konuşan, ama kendisi hakkında konuşulmasından bir o kadar rahatsız olan bir kurumdur. Demokrasilerde genel olarak ordudan siyasal ve toplumsal konularda dilsiz olması istenir. Türkiye’deki otoriter demokraside ise, asıl istenen toplumun ordu konusunda ya dilsiz olması ya da konuştuğunda övücü sözler dışında bir şey söylememesidir.8 

Almanya ve Japonya’daki militarist sistemlerin sona ermesi ve Türkiye’deki militarizmin akıbeti hakkında Murat Belge şunları ifade eder: “Almanya’nın iki dünya savaşını da kaybetmesi onlar için militarizmin sonu oldu. Evet, Türkiye’de orduyu yenen olmadığı için militarizm de yenilmedi! Arjantin’de de öyle oldu. Militarist diyebileceğimiz bir rejim kuruldu, dünya kadar cinayet işlendi; Falkland Adaları’nda boyundan büyük maceralara kalkışıp İngiltere karşısında rezil olunca yıkıldı. Daha çok dış konjonktürün göçerttiği militarizmleri görüyoruz.   Türkiye’de belki dış konjonktüre gerek kalmadan toplum kendi içinde militarizmi bitirebilir. Bu şans kuvvetle var.”9 

Genel anlamda 1945-1991, dar anlamda ise 1947-1987 tarihleri arasındaki dönem soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılır. ABD ve Sovyetler Birliği arasında dünyanın temel iki kampa bölünmesi olan soğuk Savaş etkin olduğu süre boyunca ‘zamanın sistemi’ olarak işlev görmüş ve uluslararası yaşamın neredeyse diğer tüm yönlerini gölgeleyen merkezi bir rol üstlenmiştir. Bu dönem sürekli bir silahlanma yarışının olduğu, silahların bütün dünyaya dağıtıldığı, büyük ölçüde militaristleşen bir ekonominin etkinliğini sürdürdüğü, askeri darbelerin yaygınlaştığı, silah satışları için yeraltı örgütlerinin ortaya çıktığı, gerilla savaşlarının yaygınlaştığı, korku ve şüphenin hâkim olduğu, güvenliğin paranoya halini aldığı bir dönemdir. Kısacası Soğuk Savaş yılları “çevreleyici bir militarizmin” (ambient militarism) etkin olduğu bir zaman dilimidir.10 
Soğuk Savaş’ın en önemli sonuçlarından biri ABD ve Sovyetler arasındaki gerilimin yol açtığı askeri üsler yoluyla mekânın militaristleşmesi olmuştur. Üslerin, bulundukları ülkeleri militaristleştirmesinin en önemli göstergesi bu ülkelerde politik, ekonomik ve sosyal problemleri çözmede demokratik yöntemlerden ziyade askeri yöntemlerin devreye sokulması olmuştur. Soğuk Savaş’la birlikte askeri alanda yaşanan değişimler, militarist söylemi bir hayli 
güçlendirmiş ve böylesi koşullar altında “sivil hükümet yapıları daha az gelişmiş ve daha az olgunlaşmış” ülkelerde askeri darbeler daha kolay gerçekleşmiştir. Kısacası Soğuk Savaş, üçüncü dünya ülkeleri için askeri müdahalelerin mümkünlük koşullarını sağlayan en önemli yapısal unsur olmuştur. 
Askeri rejimlerin Soğuk Savaş koşulları altında onaylanması hatta bizzat süper güçlerin direkt ve dolaylı katkılarıyla kurulmaları, üçüncü dünya ülkeleri söz konusu olduğunda yaygın bir pratik olup çıkmıştır. 1960’larda Latin Amerika’da askerin politik alanda artan rolünün arkasındaki en önemli faktör ABD’nin buradaki ülkelere yönelik askeri yardım ve eğitim politikalarıydı. 1964’den itibaren ABD’nin Latin Amerika’da askeri rejimlere yönelik ilgisinin 
nedeni 1964 Küba devriminin bölgede yayılma olasılığıydı ve bu dönemde Brezilya, Bolivya, Şili, Uruguay ve Arjantin’de kurulan yeni yapılanmalar bu bağlamda anti-devrimci askeri rejimler şeklinde tanımlandı. Bu politika sonucu ortaya çıkan askeri rejimler de ABD tarafından komünist devrime karşı bir duvar oluşturdukları için meşru görüldüler. Türkiye’deki askeri darbeler ve bunların sonucunda hâkim söylem olarak işleyişe giren militarizm, doğrudan 
Soğuk Savaş geriliminin bir sonucu olmasa da, Soğuk Savaş koşullarının militarizme sağladığı onay/normallik Türkiye’de militarizmi hâkim söylem düzlemine yerleştiren en önemli unsurdu. 

27 Mayıs 1960 Darbesi, sadece iç politikanın militarist müdahaleyi onaylayıcı ortamı içinde değil aynı zamanda daha geniş perspektifte bir onayın da mümkün olduğu Soğuk Savaş koşulları içinde gerçekleşmiştir. Darbeden sadece 3 gün sonra, yeni rejim ABD ve İngiltere tarafından tanındığı gibi demokratik Batı cephesinden de darbeye yönelik bir tepki gelmedi ve müttefiklik ilişkisi olduğu gibi devam etti. Soğuk Savaş mantalitesi doğrultusunda ABD için belirsiz bir politika izleyen sivil yönetimler yerine daha “sorumlu” bir davranışı garanti 
eden geçici askeri yönetimler makul bir seçenekti.11 

12 Mart 1971 öncesinde yaşananlara dikkat çeken Rıdvan Akar, ABD ve NATO’nun etkisini şöyle izah eder: 

12 Mart döneminde, iki farklı cunta kendi aralarında ciddi bir rekabet 
gerçekleştiriyorlar. Biri 9 Mart Cuntası diye bilinen daha sol, daha radikal 
bir asker grup, diğeri 12 Mart cuntası diye bildiğimiz o ünlü muhtıranın 
sahipleri. 9 Martçıların çok çarpıcı bir durumu var: Faruk Gürler Paşa ikisi 
arasında gidip geldiği bir dönemde Faruk Gürler’e geliniyor ve deniyor ki: 
“Paşam, DEV-KUR harekete geçti.” DEV-KUR, 1962-63 yılında NATO 
tarafından Türkiye’de oluşturulan “devleti kurtarma planı.” Yani bir darbe 
girişimi olduğunda devlet hangi refleksleri gösterecek, nereyi kontrol 
altında tutacak ve darbeyi nasıl savuşturacak? Bu tamamen NATO 
tarafından planlanmış olan ve doğrudan da fiilî olarak NATO tarafından 
da harekete geçirilmesi istenen bir plan. DEV-KUR’un harekete 
geçmesiyle birlikte 9 Martçılar tasfiye ediliyorlar. Çünkü DEV-KUR 
refleksini ortaya çıkaran şey 9 Martçıların radikal dünya görüşleri ve 12 
Mart galebe çalıyor. Şimdi, dolayısıyla, ben her darbe sürecinde mutlaka 
Türkiye’nin stratejik müttefiki olan Amerika’nın şu veya bu şekilde bu 
sürecin içerisinde olduğu ya da şu veya bu biçimde bu süreci engelleyip 
manipüle edebileceği duygu ve düşüncesine sahibim.12 

Türkiye’nin dış politikasının inşasında ordunun ağırlığı ve etkililik düzeyi ele alınmaya değerdir. Ordu, tıpkı iç politikada siyasetin sınırlarını belirleyip siyasal parti ve aktörlerin bu sınırlar içinde politika yapmasını istediği gibi, dış politikada da Kürt sorunu, İsrail ile ilişkiler, Kuzey Irak Politikası, Kıbrıs ve Ege sorunları gibi kritik konuları kendi yetki alanı içinde gördü. Sonuçta ortaya siyasal iktidarların, ana eksenlerini ordunun belirlediği çerçeve içinde dış politika oluşturabildikleri bir yapı çıktı. Dışişleri bürokrasisi doğal olarak bu politikaların 
oluşturulma sürecinin bir parçasıydı, ama zaman zaman görüş ayrılıkları belirdiğinde askerlerin çıkışıyla karşılaştı. Siyasetin üstünde bir devlet politikası anlayışının sonuçta seçim ve iktidarların değişmesi olgusunu anlamsız kıldığı ortadadır.13 Ordu, Kıbrıs ve Ege, İnsan Hakları Dairesi, Doğu Çalışma Grubu gibi birimler oluşturarak ve SAREM14 gibi merkezler kurarak bu önemli konularda politika oluşturmaktadır. NATO ve silahlanma ile ilgili konular tamamen askerlerin eline bırakıldı, Kuzey Irak politikası 1996’daki bir Özel Millî Siyaset 
Belgesi ile Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Kuvvetlere havale edildi.15 
Soğuk savaş ve sonrası dönemdeki dinamikler 11 Eylül ile birlikte önemli bir değişime uğradı. Balkanlar’da belirleyici gücün AB olmaya başladığı ve belli bir istikrarın sağlandığı, İsrail ile ilişkilerin 1990’lardaki önem ve hızını yitirdiği bir ortamda ABD’nin Türkiye’ye özel ve ayrıcalıklı bir müttefik gibi davranmasının anlamı kalmamıştı. Ayrıca, ABD kendisine yeni ve çok daha hevesli müttefikler bulmuştu. Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Özbekistan ve Tacikistan ABD’yle askeri ve siyasal alanda işbirliği yapmak için kendileri önerilerde bulunuyorlar, ABD Almanya’daki birliklerini Polonya’ya kaydırıyor, Irak’ta kullanabileceği muhalif unsurları Macaristan’daki üste eğitiyordu. Yani, Doğu Avrupa’dan başlayan bir hat boyunca, Türkiye’yi de içine alan ve Kafkaslara, Orta Asya’ya ve Afganistan’a uzanan bir eksende, Avrasya Bölgesinde ABD, askeri ve siyasal olarak konumunu pekiştirmişti. Ayrıca, ABD için 1990’ların başından beri yaşamsal önem taşıyan Irak, doğrudan ABD yönetimi altına girmişti. İşte böyle bir stratejik yeniden yapılanmada Türkiye zincirin halkalarından birine dönüşmüştü ve ABD’li yetkili ve yazarlar bunu farklı şekillerde, ama açıkça belirtmişlerdi. Örneğin, Brooking Institute’den Philip Gordon “Türkiye’nin askeri değerinin çok fazla olduğu efsanesinin yıkılmasının iki ülke arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması için zemin oluşturacağını” yazdı (America’s Partnership With Turkey is Still Valuable,” International Herald Tribune, 6 Ağustos 2003). Eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris ise ABD’nin Türkiye’ye bakışının Irak savaşından önce değişmeye başlamış olduğunu ve artık stratejik ortaklıktan söz etmenin bir anlamı olmadığını söylüyor (Starting Over: US-Turkish Relations in the Post Iraq War Era, Turkish Studies Quarterly, Nisan 2003). 

Silahlı Kuvvetlerin dış politikayı ve özelde Türkiye’nin dış politikasını nasıl algıladığı üzerinde durmak gerek. Dünyanın her yerinde askerlerin sivillerden farklı bir zihin yapısına sahip oldukları kabul edilir. Askeri zihniyet (military mind) olarak da adlandırılan ve dünyayı güvenlik penceresinden gören bu yaklaşımda genel hatlarıyla belirleyici olan dost-düşman ayrımıdır ve 
gri tonlar pek bulunmaz ki, bu da alınan eğitimin ve ordunun işlevinin gereğidir. Dış politika alanında güvenlik merkezli bu bakış açısı teorik karşılığını realpolitik’te bulur ve uluslararası ilişkiler literatüründeki bütün eleştiri ve gelişmelere rağmen askerlerin bakış açılarına en uygun şemayı bu yaklaşım oluşturur. Yaratılan kuşku ve korku Türkiye’nin demokratikleşmesini ve insan haklarının gelişimini engelleyen en önemli etkenlerden biri oldu. Dünyanın en büyük emperyalist güçlerine ve onların içte ve çevremizdeki uzantılarına 
karşı savaş veriliyorsa, demokrasiden ödün verilmesinden doğal bir şey olmazdı. Sonuçta, askerler insan hakları ve demokratikleşme ile etkin çatışma ve parçalanma arasında birebir ilişki kurarak, bu konuda Batı’dan gelen eleştiri ve baskıları doğrudan bölünmeye giden yolu açmak olarak değerlendirdiler. O yüzden de insan hakları ve demokratikleşme kendi içinde insanlığın oluşturduğu bir değer olarak alınmak ve cumhuriyet projesinin en önemli parçası olarak kabul edilmek yerine, Batı’nın özellikle Türkiye’ye karşı kullanmayı seçtiği emperyalist araçlarından biri olarak görüldü, diğer konular gibi güvenlik alanına hapsedildi.16 
Mahir Kaynak; Türkiye’nin Batı’yı bir bütün olarak göremediğini, Batı’nın içinde ciddi rekabetler olduğunu ve Türkiye’deki darbelere de Amerika - Avrupa (özellikle İngiltere) çekişmesinin sirayet ettiğini, yine Türkiye’de komünistlerin varlığından bahsedilebileceğini ancak bir komünist hareketin hiç olmadığını, özellikle sol bir tehlikenin yaşanmadığını bunun abartılarak kullanıldığını ifade etmiştir. Düşüncelerinin devamında: 
Türkiye’nin dünya politikasındaki yerine dair büyük hatamız Batı’yı bir bütün 
olarak görmemiz ve her şeyi Batı-Doğu şeklinde analiz etmemiz. Hâlbuki Batı’nın içerisinde ciddi rekabetler vardır. O zamanki Cumhuriyet Halk Partisi -şimdi de öyle ya- Avrupalıydı. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye İngiltere’nin nüfuz alanı içerisinde, onun dediklerini yapan bir ülke olarak bilinirdi. Fakat Amerika Birleşik Devletleri askerî olarak Orta Doğu’ya ve Türkiye’ye girdi. Türkiye’ye girince de giderek Türkiye içerisindeki etkileri artmaya başladı. Bu etkileri artınca hemen bir darbe hazırlığı olmaya başladı. Yani oradaki mesele Amerika’nın Türkiye’deki etkinliğini bertaraf etmekti. Daha ziyade İngilizler ama birçok Avrupa ülkesi de işine geldiği zaman onunla birlikte hareket eder. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Özetle, 1960 darbesi Amerika’nın Türkiye üzerindeki etkinliğini azaltmak amacıyla yapılmıştır. Sorun Türkiye’nin Batı’nın içerisinde Avrupalı veya Amerikalı olup olmamasıyla ilgilidir. Dünyadaki mücadelenin bir de bu tarafı vardır. Kimse buna bakmaz. Bu yüzden yaptılar ve Amerika’ya daha yakın olan Demokrat Partiyi bertaraf ettiler, İsmet Paşa geldi. 12 Mart 1971 darbesi, benim katıldığım darbe de bu sürecin bir devamıdır. Neden? Amerika’nın etkinliğini iyice azaltmak için sol bir cunta hazırladılar. Sol cuntanın özelliği, solculuğun Amerika karşıtı olmasıydı. Bu solcu olmaya yetiyordu.17 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

1 Darbe: Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi. Devrim: Yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme. İhtilal: Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi, devrim. (Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük). 
2 Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 34. 
3 Davut Dursun (1999); 27, 28. 
4 Ali Balcı; Türkiye’de Militarist Devlet Söylemi, Kadim Yayınları, Ankara, 2011, s. 14, 15, 19, 20, 21. 
5 Türk Demokrasi Vakfı (1992); s. 57. 
6 Ömer Laçiner; Türk Militarizmi, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 14, 24, 26. 
7 Etyen Mahçupyan; Bir Mikro İdeoloji Olarak Militarizm, Zihniyet, Özne ve Etik Meseleleri Üzerine Bir Not, Bir 
Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 120, 133. 
8 Ahmet İnsel ve Ali Bayramoğlu; Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 7-9 
9 Muhsin Öztürk; 27 Mayıs Devleti 1960-2011, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012, s. 124, 125. 
10 Ali Balcı (2011); s. 19, 20. 
11 Ali Balcı (2011); s. 26, 28, 29, 32. 56. 
12 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 24. 
13 İlhan Uzgel; Ordu Dış Politikanın Neresinde, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 313. 
14 Genelkurmay en çok tartışılan birimini kapattı. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından açılışı 8 
Ocak 2002’de yapılan Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM) 2011 Kasım ayında faaliyetlerine son verdi. SAREM'in adını gündeme getiren en önemli gelişme ise 2007 yılında yaşandı. Türkiye üzerine 'felaket senaryoları'nın 
konuşulduğu ABD'deki Hudson Enstitüsü'nde düzenlenen toplantıya, dönemin SAREM Başkanı Süha Tanyeri'nin katıldığı ortaya çıktı. Uzun süre tartışılan senaryolara göre; dönemin Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu suikasta kurban gidecek, Beyoğlu'nda düzenlenecek canlı bomba saldırısını terör örgütü PKK üstlenecek, ardından da TSK 50 bin askerle Kuzey Irak'a girecekti. Basına sızan senaryonun ardından Genelkurmay bir açıklama yaparak Tuğgeneral Tanyeri'nin, bir dizi temasta bulunmak üzere ABD'de olduğu, Hudson Enstitüsü'ndeki toplantıya da bu çerçevede katıldığını duyurdu. 
(http://siyaset.milliyet.com.tr/genelkurmay-en-cok-tartisilan-biriminikapatti/
siyaset/siyasetdetay/20.01.2012/1491491/default.htm Milliyet Gazetesi, 20 Ocak 2012, Erişim: 1 Temmuz 2012) 
15 İlhan Uzgel (2009); s. 314, 315, 325, 328, 329, 334. 
16 İlhan Uzgel (2009); s. 315, 325. 
17 Mahir Kaynak, İktisat Profesörü, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 14 Ekim 2012, s. 3-4. 



***