Ergenekon Davası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergenekon Davası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ocak 2021 Cumartesi

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 4

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 4


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Ahmet Necdet Sezer, Anayasa,


Belge!

Mütalaanın 568. Sayfasında evimde ve gazetedeki bilgisayarlarımda çıktığı iddia edilen belgelere ilişkin suçlamalara yer verilmiştir.
Evimden çıktığı öne sürülen belgeler gazetem Cumhuriyet’te çıkan haberlere dayanak oluşturan belgelerdir.
Bunları açıklıyorum.
Bilgisayarımdan çıktığı iddia edilen belgelerin durumu da tıpkı notlar gibidir.
Bir gazeteciye, “sende niçin belge var ?” diye sormak, bir şoföre, “sende niçin ehliyet var ?” diye sormak gibidir.
Savcı Nihat Taşkın burada, 1 Temmuz 2008 gözaltısı sonrasında ifademi alırken bilgisayarınızda bazı belgeler çıktı dediğinde, ben de gazeteci olduğumu 
söyledim, kitaplarımı, haberlerimi anımsattım.
Ancak gelinen noktada, bana bu belgeler gösterilmedi, bilgisayarımın imajı verilmedi.
Bu durumda görmediğim belgeler ile ilgili ne söyleyebilirim? “
30 kitabımdan 8’i sadece belgelere dayalı. Bunlar iddia makamının benim için çizmeye çalıştığı portre gibi salt askeri belgeler de değildir.
Bu kitaplara sadece konuları itibariyle yer vermek istiyorum

*** 

Kişisel!

Suçlama:

Mütalaanın 635. Sayfasında diyor ki:
“Mütalaaya Balbay’ın Ankara ili Çankaya Ahmet Rasim Sokak No:14 sayılı adresinde bulunan Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunda yapılan aramada 
elde edilen doküman ve ajandaların incelenmesinde; Mustafa Balbay yazılı 2005 tarihli Siyah ajanda içerisinde; 4 Ağustos sayfasında; 4 kişinin dini 
görüşlerine göre kişisel verilerin kaydedildiği...”

Yanıt:

İddia makamı çok ender yaptığı bir şeyi gerçekleştirmiş ve hangi delile dayanarak hangi suçu işlediğimi açıkça yazmış.
O ajandamın 5 Ağustos tarihli sayfası işte burada.
Sayfanın tepesinde Hasan yazıyor.
Altında “Her şey için tamam” diye bir cümle.
“Cumhuriyet eğt. kurumlar”
Onun altında 4 isim yazılı devamında karışık bir şekilde “biri...” diyor. “t” ile başlayan bu sözcüğü öyle anlaşılıyor ki, iddia makamı “tarikatçı” diye okuyor.
Sonraki ismin karşısında “Konya selam” yazıyor.
Sayfamın en altında da “CHP’li belediyeler” diyor.

Bütün sayfa bu.

Hemen karşısındaki 5 Ağustos tarihli sayfada da, “radyo özgür”, “Gökçeada”, “Özelleştirme yanlış”, “Enerji eki 15” gibi birbiriyle ilgisiz, bir gazetecinin 
günlük işlerinin bir parçası olarak yazdığı aşikar, anlam bütünlüğü olmayan notlar var.
İddia makamı 4 Ağustos tarihli bu sayfada şu suçu işlediğimi öne sürüyor:
“Örgüt faaliyeti çerçevesinde birden fazla kişinin siyasi, felsefi veya dini görüşlerine, ırki kökenlerine, hukuka aykırı olarak ahlaki eğitimlerine, cinsel 
yaşamlarına, sağlık durumlarına veya sendikal bağlarına ilişkin bilgileri birden fazla kez kişisel veri olarak kaydetmek ve kişisel verileri vermek (?) ele 
geçirmek suçlarından ayrı ayrı TCK 135 – (2) (1), 137 – 1, TCK 43 (1), (2), TCK 136 – (1), 137 – (1), (43) – (1) (2) maddeleri uyarınca cezalandırılması 
mütalaa edilmiştir.”

Eğer bir gazetecinin ajandasından bu tür suçlar üretirseniz, dışarıda gazeteci kalmaz.

Üstelik bana yönelik böyle bir suçlama iddianamede yok.

*** 
Gizli!

Bu dava ile birlikte Türkiye yeni ve çok tehlikeli bir terör yöntemiyle tanıştı; gizli tanık terörü.
Hiç tanımadığımız kişiler, bilmediğimizi bir odaya kondu, salondaki yansıya buzlu cam görüntüsü yerleştirildi, sesleri bir kurşun vınlamasını andıracak şekilde metalikleştirilerek salona verildi Bizler o söz kurşunlarının hangimize isabet edeceğini endişe içinde bekleyerek, kımıldamadan onları dinledik.

Yanlış bir şey söylediğinde müdahale etmemiz yasaktı.
Böyle bir durumda yanlış söyleyen gizli tanık değil, doğruyu söylemek için çırpınan sanıklar uyarılıyordu.

Gizli tanıklar herkesi bir şeylere benzettiler. Ben kısmen ucuz atlatanlardanım. Gizli tanık Akdeniz 14 Mayıs 2012’deki 181. celsede beni meyveye benzetti.
Bir başka gizli tanık Kıskaç’ın gerçek adı bu salonda açıkça dile getirildi . Böylece anlaşıldı ki, bu tanık hem gerçek adıyla hem “Kıskaç” koduyla gizli 
tanık olarak ifade vermiş. Aleyhinde ifade verdiği, Ergenekon davasında sanık kişinin eski eşiyle evlenmiş. Aralarında husumet var. Böyle bir durumda 
tanıklığın kabul edilmemesi gerekirken bu kişi hem gizli hem açık tanık.
Ben bu durumu Zulümhane kitabımda işlediğim için hakkımda dava açıldı.
Bunlar bir yana esas hakkında mütalaanın 1167. sayfasında yer alan, Danıştay cinayetinin Ergenekon davasıyla ilişkilendirilmesinin tek kanıtı olan, gizli 
tanıkla açık tanığın aynı kişi olması, savcıların, “her iki tanığın ifadelerinin birbirini doğruladığını” yazması gelinen noktaların fotoğrafıdır.

Gizli tanıklık sadece terör değil, adalet mekanizmasının kanseri olmuştur. Sonunda 8. Cumhurbaşkanının eşi Semra Özal’ı da vurmuştur.
Ergenekon davasının Selçuk kod adlı gizli tanığı şu ifadeyi vermiştir:
“Turgut Özal, Semra Özal’a zorla zehirlettirildi.”
Semra Özal uzun zamandır eşinin ölmediğini, öldürüldüğünü, görev şehidi sayılması gerektiğini söylüyordu.
Semra Hanım bu ifadeyi okuyunca avukatı Ali Kemal Sinsoysal aracılığıyla şu açıklamayı yaptı :
“Görgüye müstenit bilgisi olmayan, sadece kulak dolgunluğu ile gerçekte olmayan vakaları sanki vuku bulmuşcasına hayalinde genişleten, uydurma 
senaryoları mekan ve zaman ile kuvvetlendirme çabasındaki, kendini gizleyen bu sözde tanık, insanların şeref, onur, haysiyet ve namus kavramlarını bir 
çırpıda yerle bir etmekten kaçınmayan, diline gelmiş gibi konuşan garip bir varlıktır.
Gizli tanık olarak ağzına gelen her şeyi, mesnedi ve delili bulunmayan vakıları insanları karalamak ve yermek için, hiç çekinmeden ortaya atan bu insanın 
tedaviye ihtiyacı bulunduğu izahtan varestedir. Özal’ın eşi tarafından zehirlendiği iddiası tarafından hayal mahsülü bir savdır.
Dilekçe sahibi gizli tanığın burada saymaktan imtina ettiğim diğer çirkin isnat ve iftiraları da tamamen gerçek dışıdır. Bu çirkin ve hayali iddianın gerçekle 
uzaktan yakından ilişkisi kesinlikle yoktur. Özal ailesini ve Özal ismini karalamak için, özellikle uydurulmuş akıllara ziyan bir isnat ve özel kasıtlı iftiralardır. 
Bu kabil hayali ve mesnetsiz iftiralar, Özal ailesini değil, iftira sahibini bağlar. 

Bu örnek olay gizli tanıklık müessesesinin kötüye kullanılmasının özel bir 
örneği olarak hafızalarda kalacaktır inancındayım.”

Semra Özal’ın avukatının değerlendirmelerinin, gizli tanık üzerine yaptığı yorumların tümüne katılıyorum.

Eşinin ölmediğini öldürüldüğünü, şehit sayılması gerektiğin kanıtlamak için adaletten yardım isteyen Semra Özal, gizli tanık gazisidir.
Buradan hükümete seslenmek isterim; gizli tanık arşivleri iktidar ve çevresini de içine alacak davaların açılmasını sağlayacak ifadelerle doludur.
Semra Özal'ın’ yukarıda özetlediğim dilekçesinin 13.Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulmuş olduğunu ayrıca hatırlatmak isterim.
Bir de dinlenmesi gereken dinlenmeyen açık tanıklar var.
Şenkal Atasagun ve Şamil Tayyar dava konusunda gerçekleri bildikleri aşikar olduğu halde dinlenmemiştir.

*** 
Öteki!

Sayın heyet,

Mütalaada bana yönelik bölümlere doğrudan bire bir yanıt verdim.
2271 sayfalık mütalaada bir de benimle ilgili olmayan bölümlerde hiçbir temeli olmayan suçlamalar yer alıyor. Aslında bunlar suç da değil ama , öyle bir hava oluşturulmak isteniş ki, davada yargılanmakta olan herkes birbiriyle ilgili, bir kişinin işlediği suçu herkes işlemiş.

Zamanım elverdiği ölçüde bunlara da değinmeyi zorunlu görüyorum 101. sayfada gazeteci Can Dündar’a tanık olarak huzurunuzda ifade verirken yönelttiğim soru iddia makamında yorumlanarak aktarılmış. 
Benim Ergenekon’u dava ile birlikte duyduğum vurgulanırken Can Dündar’ın “benim araştırdığım bu değildi” sözlerine itibar edilmediği sözlerime ise 
itibar edilmediği belirtiliyor?

Hukukta bir ifadeye itibar etmenin ya da etmemenin kuşku götürmeyecek gerekçelerinin olması gerekir.
Bu davada kimliği tartışmalı gizli tanıkların değil bilgi duyumlarına bile itibar edilirken Can Dündar’a itibar edilmemesini halkın sağduyusuna bırakıyorum
Mütalaanın 783. ve 784. sayfalarında benim 3 Mart 2003 ATO’da yapılan Hilafetin ilgasına ilişkin toplantı sonrasında yazdığım yazıya yer veriliyor, yazı notlarla birleştiriliyor ve bir sonuca varılmak isteniyor.
Bu konuya yeniden değinmek istiyorum.
Notta “Amasya tamimi” o sözcüğün yer almasına ayrı bir anlam verilmiş. Amasya tamiminin ne olduğu vikipedi’den yapılan alıntı ile anlatılmış.

Alıntı şöyle:

“Ulusal egemenliğe dayanan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini oluşturan ilk kurtuluş belgesi olarak Türk tarihinde ayrı bir yeri ve 
önemi olan belgedir. İlk kez ulusal egemenlikten bahsedilen bir ihtilal bildirisi niteliğindedir. Çünkü İstanbul hükümetini hiçe saymakta, hükümetin 
düşman devletlerin esiri olduğunu söylemekte, milleti yine milletin azim ve kararlılığının kurtaracağını söylemektedir.
Mütalaaya göre Amasya tamimi bir suç faaliyeti mi?
Kuvayı Milliyenin de yine mütalaanın her yerinde suç rumuzu olarak geçtiği dikkate alınırsa, bunu nasıl yorumlayacağız?
Bu kadarına pes diyorum. Ancak hangi ülkenin mahkemesinde yargılanıyorum diye düşünüyorum.
 
Mütalaanın 816. sayfasında benim miting düzenleyicisi olduğum yazılmış.
Miting düzenlemek iddia makamına göre suç olabilir ama, demokrasimizin aldığı her türlü yasaya karşın ülkemizde suç olduğunu düşünmüyorum.
Anlaşılan bir de miting ekleyelim diye düşünmüşler.
1037. sayfada ve 1526. sayfada benimle ilgili bölümlerde yer almadığı halde Genelkurmay Başkanı ile İlker Başbuğ’la örgütsel temasta olduğum gerekçeli olarak yazılmış.

Gerekçe şu:

Başbuğ, Kıbrıs’la ilgili bir yazım nedeniyle bana haber kaynağımı soruyor, ben de söylemiyorum. Başbuğ, beni iyi bir gazeteci olarak tanımlıyor, bundan da suç üretiliyor.

Bu arada vurgulamalıyım ki, Kıbrıs konusunda biz haklı çıktık.
Bugün Başbakan Kıbrıs’ta iki ayrı devletin çözüm olacağını söylüyor. Ben bunu 2003-2004’te yazdığımda hükümeti yıpratmaya çalıştığım iddia edilmişti.
1467. sayfada, bende çıktığı iddia edilen bir belgenin Perinçek, Özoğlu, avukat Buzoğlu da çıkması nedeniyle örgütsel bağ olduğu öne sürülüyor.
Görmediğimiz belgelerle suçlandığımız yetmiyormuş gibi, üzerimizden bağlantılar da kuruluyor.

*** 
Neden?
Bizlerin neden Silivri’nin beton ve demirden zindanlarında çürütülmek, kanıtlanmamış iddialarla sürdürülen yargılama işkenceleriyle itibarsızlaştırılmak 
istendiğimizi bir başka açıdan anlatmak istiyorum.
Türkiye geçmişte pek çok aydın kıyımı yaşadı. Bu kıyımlar, sadece aydınların bedenlerini ortadan kaldırmak için değildi. Asıl amaç onların toplum 
üzerindeki etkisini kırmak, ruhlarını, temsil ettikleri düşünceleri ortadan kaldırmaktı.
Bir kesit olarak paylaşmak gerekirse 1990’lı yıllarda art arda kamuoyunda Eşi Güldal Mumcu da mücadeleye pek çok boyutuyla katılarak Uğur Mumcu’yu 
çoğaltmaya devam ediyor. Ali Sirmen, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın kuruluş aşamasında Güldal Mumcu’nun çabalarına bakıp , “teröristler, 
yoksa yanlış hedef mi seçtik diye kahroluyorlardır” demişti.
Bugün çok daha farklı bir aydın kıyımı ile karşı karşıyayız.
Bunun adı şu:
Aydınların, yurtseverlerin ruhunu kendi bedenlerinde boğmaya tam teşebbüs.
Bunun için kullanılan yöntem de hukuk.
Bedenleri tutsak edilen bu kişiler düşüncelerinden, temsil ettikleri değerlerden vazgeçecekler, yani yaşarken ruhlarını teslim edecekler. 

Böylece öldürülünce yapılamayan tutsak edilince gerçekleştirilmiş olacak.
Bu davanın hedeflerinden biri de buydu.
Ben bu plana hayır diyorum.
Bedenlerimiz hapiste, ama düşüncemiz, ruhumuz özgürdür.
Bizi ömür boyu hapiste tutsanız da devamında sırat köprüsüne çıkış yasağı koysanız da düşüncelerimiz, temsil ettiğimiz değerler bu ülkenin 
atmosferinde özgürce dolaşmaya devam edecek.
Tıpkı yurtseverlerin katledilmesi gibi hapsedilmesi de onları bitirmeye yetmeyecek.

***
Vekil!
Sayın Heyet,

Mütalaada hiç değinilmeyen önemli bir gerçek var.
Ben 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerde İzmir Milletvekili seçildim. Seçim bölgesindeki oyların yüzde 50’sini oluşturan 600 bin oyla seçildim. 
Şu anda CHP İzmir Milletvekiliyim.
Bu sizin için bir şey ifade etmiyor. Ama Türk halkı için çok şey ifade ediyor.
Demokrasi tarihimizde hapisteyken milletvekili seçilen kişilerin tümü demir parmaklıkların ardından çıkmışlar ve Meclis sıralarına gitmişlerdir.

1990’da Mümtaz Faik Fenik, 1957’de Osman Bölükbaşı, 2007’de Sabahat Tuncel hapiste aday oldular, seçildikten keza bir süre sonra tahliye edildiler.
Dünyada “hapiste milletvekili” diye bir kavram yok. Zaten anlatmakta da güçlük çekiyoruz.

Biz son savunmamızı yapıyoruz ama siz özel statü ile son yargılamamızı yapıyorsunuz.
Sadece bizimle ilgili değil, asıl kendiniz ile ilgili bir hüküm inşa etmektesiniz.
Bu hükmünüzün ileride boynunuzda gururla taşıyacağınız bir hüküm olmasını dilerim.

*** 
Son!
Sayın heyet,

Mütalaanın doğrudan benimle ilgili bütün bölümlerine, genelinde hukuksuzluklara kısıtlı zaman diliminde değindim.
Vicdanımda en ufak bir gölge, mücadele çizgimde en küçük bir kırık yok.
İster Meclisinde ister cezaevinde neresinde olursam olayım bu ülke için yaşamaya, bütün gücümü Türkiye’nin daha ileri gitmesi için kullanmaya devam edeceğim.
Bir milletvekili olarak kendimi sadece bu ülkenin herhangi bir yerinde bir insanın incinmesinde sorumlu hissetmiyorum, Dünyanın en uzak köşesinde Türkiye ile ilgili konuşulanlardan sorumlu hissediyorum.
Vücudunuzda herhangi bir yara olsa, elimiz oraya gider. Ben de bu ülkede olan her şeyi vücudumda hissediyorum.
Bedenim demir parmaklıkların arkasına konmadan önce de böyle yaşadım bugün de.
Bugün tek bayrak, tek vatan, tek millet inancıyla icraat yaptığını ilan eden iktidarın uygulamacılarına bakınca aman hiç bayrak, hiç vatan hiç millet 
olmasın diye hayıflanıyorum.
İktidara, topluma bu tehlikeleri söylemezsek sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz diye düşünüyorum. Mütalaaya göre söylemek suç ama, inanıyorum ki söylememek daha büyük suçtur.
Bu davalar başladığında, burada bir şey var geçmiş aydınlatılacak diyenlerin oranı yüzde 70, bu davalar bir kurgu, Türkiye’yi başkalaştırma aracı diyenlerin oranı yüzde 30’du.
Son araştırmalar gösteriyor ki, tablo tam tersine döndü.
Ben bu millete inanıyorum. Kalan yüzde 30’un içindeki tüm sağduyulu kesimler de zamanla gerçeği görecek.
Halkımız olaylar sıcakken dokunmayı sevmez. Menderes’in idam edildiği gün Türkiye’de kimsenin sesi çıkmadı.

Öyle ki, o gün Türkiye’de hakaret suçu bile işlenmedi. Ama halkın çok büyük bir bölümü idamları onaylamadığını gösterdi.

İçerden dışardan ne kadar Türk toplumunu başkalaştırma, dönüştürme girişimi olursa olsun halkın yönü hep uygarlığa, çağdaş değerlere dönüktür.
Mayıs ayı başında uluslararası bir araştırma yayımlandı. Halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan 39 ülkede 38 bin kişi arasında yapılan araştırmaya göre Afganistan’ın yüzde 99’u, Irak’ın yüzde 91’i, Filistin’in yüzde 89’u, Pakistan’ın yüzde 84’ü,Mısır’ın yüzde 74’ü şeriat kurallarına göre yönetim istiyor. Bu oran Türkiye’de yüzde 12.
Araştırmaya göre yüzde 12 içinde de önemli bir dilim şeriat kurallarının katı uygulanmasını istemiyor.
Araştırmayı yapanlar Türkiye’de öteki ülkelerden farklı çıkan bu sonucu yorumlarken şunun altını çiziyorlar :

“1920’lerde yaşadığı büyük değişim.”

Atatürk’ün, Atatürk devrimlerinin yeri 21. yüzyılda yapılan uluslararası araştırmalarda bile gücünü koruyor.
Ben bu gerçeği dünya gezilerimde de gördüm.
Kendimi hep Atatürk’ün, Atatürk devrimleriyle oluşan kuşakların hizmetçisi saydım.

Bundan sonra da öyle sayacağım.

Sivas Kongresi’ni birinci kurultayı olarak kabul eden Cumhuriyet Halk Partisi’nin soylarında üreterek, yazarak, konuşarak hizmet etmeye devam edeceğim.

Beni ömür boyu demir parmaklıkların ardında tutacak kararlar çıksa da hatta devamında sırat köprüsüne çıkış yasağı konsa da ruhumun özgürlüğünü 
kimseye teslim etmeyeceğim.

Bizden sonraki kuşaklara da bu ruhu özgür devretmenin ölümsüzlük olduğuna, bunun en büyük hizmet olduğuna inanıyorum.

Varlığım, kendimi bir öğrencisi hissettiğim Türk varlığına armağan olsun diyorum.

Mustafa BALBAY

***

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 2

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 2


Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası, Emin Gürses,


Sezer!
Suçlama:
“… Cumhuriyet Çalışma Grubu ekibiyle Cumhurbaşkanı arasında köprü görevi gördüğü, örgüt yöneticisi sanık İlhan Selçuk ile dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile dönemsel görüşmelere katıldığı, hükümetin atama ve yasama faaliyetlerinin engellenmesi için yapılan görüşmelerde bulunduğu, öğrendiklerini sanıklar Levent Ersöz ve Hasan Atilla Uğur ile paylaştığı…”
Yanıt:
Türkiye’nin 10.Cumhurbaşkanı hükümeti devirme suçunun önemli bir unsuru olarak mütalaadaki yerini almış.
Bir Cumhurbaşkanı ile görüşmek her gazeteci için çok önemli bir mesleki ayrıcalıktır.
Ben Ankara Temsilciliği ve köşe yazarlığı dönemime karşılık gelen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le de, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le de karşılıklı saygı, nezaket ve insani ilişki çerçevesinde diyalog kurdum.
İddianamede Sezer’le yaptığım görüşmelerin “terör örgütü ilişkisi” olarak yer alması üzerine Kasım 2009’daki mahkeme huzurunda yaptığım ilk savunmada bunu eleştirdim. Eğer iddia edildiği gibi, ben Cumhurbaşkanı’nın mesajlarını şüphelilere iletmişsem, bu işlerim nedeniyle terör örgütünün köprü elemanı isem Cumhurbaşkanı örgütün neresinde?
Cumhurbaşkanı, başta Başbakan ve Genelkurmay Başkanı olmak üzere devletin belli katlarıyla belli periyotlar halinde görüşür. Bunun dışında istediği kurumdan istediği kişi ya da herhangi bir kesime mesaj verecekse en son seçeceği kişi herhalde gazeteciler olacaktır.
Sorgum sırasında bu konulara dikkat çektiğimde savcı Nihat Taşkın 24 Kasım 2009 Salı günü aynen şunu söyledi:
 
“Cumhurbaşkanı bunların dışında.”
Bu cümle 20. Celse tutanaklarının 18. Sayfasında yer almaktadır. Hal böyleyken mütalaada, ilk iddianamedeki dayanıksız savları tekrarlamanın anlamı nedir?
Bu durumda akla, acaba bu mütalaa mahkeme savcılarınca yazılmadı mı geliyor.
Ne mutlu iddia makamına ki, mütalaanın onlar tarafından yazılmadığı düşüncesi hakim.

Suçlama:

“...3 Mart 2004 tarihinde kurulan Ulusal Birlik Hareketi toplantılarına katıldığı, görev aldığı...”

Yanıt
İddianamenin ve mütalaanın birçok yerinde konu edilen bu toplantıyı her şey bir yana bütün büyük gazetelerin Ankara temsilcileri izledi. Ben de izledim ve gazetede gözlemlerimi yazdım.
Görev aldığım iddiası gerçek değil. Bu iddiayı ortaya atanın görevimin ne olduğunu da açıklaması gerekir.
Bu toplantı, mütalaada sanki gizli yapılmış, bu davaya ilişkin soruşturma başlayıncaya dek kimsenin haberi olmamış, benim olduğu iddia edilen 
notlarla birlikte açığa çıkmış gibi konu ediliyor. O günlerin gazetelerine bakıldığında görülecektir ki, pek çok gazete birinci sayfasında yer vermiş.
Mademki bu toplantı iddia makamına göre darbe ortamı hazırlamak için çok önemli bir aşamaydı, onca katılımcısından konuşmacısına kadar hiç 
kimseyi tanık olarak dahi neden dinlemediniz?
Burada amaç bana yönelik suç ve delil üretmek.

*** 
Vatan!
Suçlama:
“...ilgisinin olmadığını söylediği Vatansever Kuvvetler Güçbirliği’nin onursal üyesi olduğu...”
Yanıt:
Bu derneğin başkanı huzurunuzda savunmasını da yaptı. Dernek hakkında çeşitli nedenlerle üç kez yapılan soruşturmada ise takipsizlik kararı verilmiş. 
Yasadışı bir kurum değil.
Yani onursal üye olsam da bunun suç unsuru oluşturacak bir yanı yok. Ancak benim bu dernek yöneticileriyle herhangi bir diyaloğum olmadı.  
Kendi aralarında yaptıkları bir değerlendirmede aralarında benim de olduğum kamuoyunca tanınmış, bu dava kapsamında adı geçmeyen pek çok kişiyi onursal üye yapmaya karar vermişler. Ancak bu gerçekleşmemiş. Ben de bunu sizinle birlikte dernek başkanı Taner Ünal’ın mahkemede verdiği ilk ifadede öğrendim.

*** 
Hükümet!

Suçlama:

“Türkiyem Topluluğu’nda görev aldığı, sanık Mustafa Özbek’in kontrolünde bulunan Art’de mevcut hükümeti yıpratıcı, menfi propaganda faaliyetlerine 
katıldığı...”
Yanıt:
Bu anlatılan çerçevesinde bir suç ceza yasasının hangi maddesinde var?
Evet ben Emin Çölaşan’la birlikte 1999’dan itibaren 5 yıl NTV’de 5 yıl da ART’de olmak üzere televizyon programı yaptım.
Ecevit hükümetinin de olumsuz yönlerini eleştirdik, daha sonraki Erdoğan hükümetinin de.
Ben bugün de bir milletvekili olarak hükümetin yanlışlarını eleştiriyorum. Önümüzdeki seçimlerde insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne inanmış, 
toplumu germeyen, karşıtlık değil ortak duygular üreten, sorunları kullanan bir iktidarın, gelmesi için çaba harcıyorum.
İlle de bir darbe arıyorsanız, mütalaadaki bu cümle demokrasiye yönelik bir darbe girişimidir.

*** 
Genç!
Suçlama:
“...Türkiye’de darbeler tarihinde önemli yere sahip olan ve Başbakanın idamı ile sonuçlanan 27 Mayıs darbesinin sembolü olan “Genç Subaylar Tedirgin” 
şeklinde manşetlere imza attığı...”
Yanıt:
Bu davanın bir özelliği de her şeyin, önceden üretilmiş olan suça, sözüm ona delil olarak kullanılmasıdır.
“Genç Subaylar Tedirgin” manşeti Başbakan’la Genelkurmay Başkanı’nın 20 Mayıs 2003 günü yaptıkları görüşmenin içeriğine ilişkin bir haberden başka 
bir şey değildir.
Bugünkü iktidarın ilk aylarında, zaman yetersizliği nedeniyle ayrıntılarını sıralaya mayacağım pek çok konuda tartışma vardı.
Bunları görüşmek üzere Başbakan’la Genelkurmay Başkanı bir araya geliyor. Bir gazeteci de bu görüşmenin ana hatlarına ulaşıyor ve haber yapıyor.
Örneğin o görüşmenin konularından biri 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın kutlanış biçimine dönemin Mili Eğitim Bakanı’nın getirdiği eleştiri idi.
Aradan 10 yıl geçti bugün de ulusal bayramlarımız hala tartışma konusu. Hatta tartışma bugün daha da derinleşmiş durumda.
Bir siyasetçi olarak vurgulamam gerekirse ben ulusal bayramlarımızın hak ettiği biçimde kutlanmasından ve birleştirici özünün korunmasında yanayım.
Bugün ne yazık ki bu özü yaralanmış durumdadır.
Bu manşetin yayınlandığı 20 Mayıs 2003’ten 2 gün sonra 25 Mayıs’ta bir basın toplantısı düzenleyen Genelkurmay Başkanı Org.Hilmi Özkök bir tedirginlik 
olduğunu, bunun sadece gençlerde değil, tüm kesimlerde bulunduğunu söylemiştir.
Özkök mahkeme huzurunda tanık olarak verdiği ifadede bu düşüncelerini yinelemiş ve benim iyi bir gazeteci olduğumun altını çizmiştir.
Heyetiniz Özkök’ün ifadelerine doğal olarak ayrı bir önem verdi, mütalaada da savcıların o ifadeleri kullandıkları görülüyor.
Bir bütün olarak bakıldığında bu ifadeler benim lehimedir.
Özkök’ün kimi endişeleri, benim kullanılmış olduğum yönündeki değerlendirmeleri kendi düşünceleridir.
Bir gazeteci öncelikle gerçeğin peşindedir. Gerçeği bulur ve yazar. Onun her kesimce farklı yorumlanması gazeteciyi bağlayan bir durum değildir.
Ben kendimi kimseye kullandırtmadım. Haber kaynaklarım oldu ve ben o kaynakları kullanarak gerçeklere ulaşmaya çalıştım. Örneğin, bu mahkeme 
de benim haber kaynağım, ilham kaynağım oldu. Hapiste yazdığım kitaplardan bazılarını buradan ilham alarak kaleme aldım.
Burada benim özellikle dikkatimi çeken ve zaman sınırları çerçevesinde etraflıca yanıt vermek istediğim cümle şu:
“Başbakan’ın idamı ile sonuçlanan 27 Mayıs darbesi...”
Evet bu ülkede bir Başbakan idam edildi. Nasıl edildi? Mahkeme kararıyla.
Keşke 27 Mayıs 1960 olmasaydı.
Keşke 26 Mayıs 1960 olmasaydı.
Keşke Menderes, Zorlu, Polatkan idam edilmeseydi.
Mademki geçmişimizle yüzleşmekten yanayız, gelin bunu ucundan kıyısından değil, bir bütün olarak yapalım.
Menderes’i idama götüren mahkeme Türkiye tarihinin en kötü, bir o kadar da en çok ders alınması gereken sayfalarından biridir.
O mahkemenin başkanı hukuksuzlukları eleştiren sanıklara şunu söylemiştir:
“Sizi buraya tıkan (koyan) irade böyle istiyor.”
Keşke o mahkeme baskılara direnseydi, egemenlerin hukukunu değil, hukukun egemenliğini savunsaydı.
Menderes, iktidar yerleştikten bir süre sonra yargıda büyük bir değişiklik yaptı.
Emeklilik yasası getirdi, belli bir yaşın üstündeki tüm hakimleri devre dışı bıraktı. Bunların önemli bir bölümü yüksek mahkeme hakimleriydi. 
Onların yerine kendisine daha bağlı olacağını düşündüğü kişileri yüksek mahkemeye atadı.
Ve Menderes’i kendi yükselttiği yargıçlar arasından kurulan bir heyet idama mahkum etti.
Orada kalmadı...
1960’taki üç idam, 1971’de karşılığını getirdi. O dönemin egemenleri de bu kez “3’e 3” dediler.
Menderes, Zorlu, Polatkan’a karşılık Deniz, Yusuf, Hüseyin...
Denizleri de bir mahkeme heyeti idama mahkum etti.
O döneme ilişkin çok önemli bir ayrıntıyı heyetinizle ayrıca paylaşmak istiyorum.
Sıkıyönetim mahkemelerinin kurulmasından sonra dönemin gençlik hareket partilerine katılan herkesin “Anayasayı ortadan kaldırmak” amacıyla suç 
işlediği kararı dayatıldı. Böylece İstanbul’da gösteriye katılandan Ankara’da araç yakana kadar herkesin aynı davada yargılanmasının önü açıldı.
İstanbul 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi hukuksuz olduğu düşüncesiyle buna karşı çıktı.
Bunun üzerine 12 Mart yönetimi 1 nolu Sıkıyönetim Mahkemesi’ni lağvetti Ankara’daki mahkeme bu hukuksuzluğa “Elverdi”.
Ali Elverdi’nin başkanlığında kurulan ve “Mevcut yasalar bunun için elverişli” düşüncesinden hareket eden mahkeme Denizlere idam kararı verdi.
Menderes’in idamını mütalaaya taşıdığı için iddia makamına teşekkür ederken heyetinizi o mahkemelere bugün hangi gözle bakıldığını mütalaa etmeye 
çağırıyorum.

3 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 1

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni! BÖLÜM 1




Mustafa Balbay,Savunmasının Tam Metni, Ergenekon davası,

Mustafa Balbay'ın Savunmasının Tam Metni!

Mustafa Balbay'ın Ergenekon davasıyla ilgili yaptığı savunmanın tam metni...
Sayın Başkan, Sayın üyeler,

Salondaki herkesi saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime savunmaya yönelik sınırlandırmayı kabul etmediğimi, bunun telafi edilemez bir adil yargılama hatası olduğunu vurgulayarak başlamak istiyorum.
Bir maç düşün ki ilk yarısı 250 dakika ikinci yarısı 10 dakika.

Bu kabul edilebilir mi?

Biz ilk savunmalarımızı yaparken, sizin de hissettirdiğiniz genel beklenti şuydu:
Bütün deliller toplandıktan, tüm sanıklar dinlendikten sonra son savunmalarımızı yapacağız. O zamanki konuşma süremiz en az ilk savunmamızdaki kadar olacak. Kimi tanıkların beyanlarına itiraz ettiğimizde bize söz vermediniz, şunu söylediniz: “Savunmanızı yaparken cevap verirsiniz.”

Özellikle bu değerlendirmeniz nedeniyle biz son savunmamızın bu denli kısıtlanmayacağını düşündük.

22 iddianameyi birleştirdiniz, her iddianameyi ötekiyle bağlantılı gösterdiniz, daha önce davası görülmüş 200’ü aşkın dosyayı buraya getirttiniz, bütün bunlardan tüm sanıkların üyesi olduğunu iddia ettiğiniz terör örgütünü sorumlu tuttunuz, savunma için de 2 saat süre veriyoruz, buyurun diyorsunuz.

Dava karmaşık hale geldiyse ve zaman sorunu doğduysa bunun sorumlusu biz miyiz?

Karara giderken mahkemenizin uygulaması şöyle özetlenebilir:
Suçlama sınırsız, savunma sınırlı.
İkinci vurgulamak istediğim konu bu mütalaanın bir bütün olarak içeriğidir.
Bu mütalaa bir hukuki metin değildir.
Bir kişiye iftira atarken bile bundan daha özenli davranılır.
Basit bir trafik kuralını ihlal suçunda bile, aracınızın fotoğrafı önünüze konuyor, şu gün şu saatte şu suçu işlediniz, cezası şudur deniyor.
Bu davada ise size trafik suçu yüklenmesi için aracınızın olmasına bile gerek yok. Telefonda birine, “artık durma, bas gaza” demeniz yeterli.
5 yıl önce iddianame açıklandığında bizim yaşam biçimimizin, sosyal hayatımızın, mesleki faaliyetlerimizin, dünya görüşümüzün suç delili olarak gösterildiğini okuyunca, bu kadarı olmaz diye düşündük. Yargılama sürecinde bunları anlatırız, eğer birazcık vicdanları varsa bunları yazanlar utanır diye düşündük.
Mütalaada gördük ki iddianamedeki her şey kötü bir şekilde kopya edilerek aynen korunmuş.
Savunmalar dikkate alınmamış, kimi yerlerde birkaç satır konup sonuna da, “itibar edilmemiştir” yorumu eklenmiş.
Mütalaada sanıkların kendilerine ilişkin suçlamaların pek çoğu onlar için ayrılan bölümlerde değil. Ya genel olarak davanın tarif edildiği bölümlerde ya da öteki sanıklarla ilgili sayfalarda.
Gerçek anlamda bir savunma yapabilmek için 2271 sayfalık mütalaanın tümünü dikkate almak, çelişkileri, hukuksuzlukları tek tek ortaya koymak gerekiyor. Bu, her şey bir yana zaman sorunu.
Bu karmaşıklığı ortaya dökerken daha karışık bir görüntü verme tehlikesi de var.
Zamanı iyi kullanmak, olabildiğince sade anlatmak ve heyetinizin üzerinde hassasiyetle durduğu hukuki çerçevede kalmak, savunma sınırlarının dışına 
çıkmamak için şöyle bir yöntem seçtim:
Mütalaada hakkımda istenen cezaların nedenlerinin ve iddia makamınca delillerin sıralandığı bölümleri aynen alıp onlara yanıt vereceğim.
Mütalaanın 268. sayfasında gizli belge bulundurmak temin etmek, kullanmak suçu işlediğim,635. sayfasında kişisel verileri kaydetmek suçu işlediğim, 1095. sayfasında hükümeti devirmeye teşebbüs ettiğim iddia ediliyor.2086.sayfada ise dosyanın tamamı kapsamında hakkımdaki delillerin ve hukuki durumun değerlendirmesi var.
Sadece bu bölümleri okuyan biraz sağduyulu bir kişi soracaktır; suç bunun neresinde.
Bu bölümleri cümle cümle okuyup yanıtını vermek istiyorum.
Tutuklandığımda gazeteciydim. Bununla hep övündüm, övünmeye devam ediyorum. Zaten bu mütalaa düzgün okunduğunda benim iyi bir gazeteci 
olduğumun kanıtıdır.
Tutukluluk süreci sorumluluğumu büyüttü. Siyasal mücadelenin parçası olarak açılan davanın zamanla daha da siyasallaşması ve Türkiye’ye yönelik planların bir parçası haline gelmesi üzerine ben de siyaset gömleğimi giydim.
Bu gömleği sırf beni özgürlüğe taşır diye giymedim. Mücadelemi daha yükseğe taşır diye giydim.

Gazetecilikte kendimi mesleğe ve okurlara karşı sorumlu hissediyordum, siyasette ise tüm Türkiye’ye karşı sorumluluk duyuyorum.
O nedenle bu mütalaaya vereceğim yanıtları Türkiye’ye, Türk milletine gerçekleri anlatmak, olarak değerlendiriyorum.
Benimle ilgili ilk tespitin, Cumhuriyet gazetesinin imtiyaz sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk’la yaptığım telefon görüşmeleri olduğu belirtiliyor.
Mütalaanın 25. sayfasında İlhan Selçuk’a telefonda, halkın kıpırdamaya ve eylem yapmaya başladığından bahsettiğim, böyle bir eylemin en son 1991 
yılında denendiğini söylediğim belirtiliyor.
14.03.2008 tarihli bu görüşmenin yapıldığı dönemde dünyada bir ekonomik kriz başlamıştı ve Türkiye’yi de etkiliyordu. Çalışanlar da bunun faturasını ödemek istemiyordu. Sözünü ettiğim 1991 yılı Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesinin ortadan kaldırıldığı pek çok hakkın geri alındığı yıllardan birisiydi.  

Sözünü ettiğim, anımsattığım durum bu demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesidir.
Aynı sayfada yer alan 15.03.2008 tarihli görüşmede de İlhan Selçuk AKP’nin kapatılması için açılan davaya ilişkin görüşlerini söylüyor. 
Bir gazetenin başyazarı ile yazarı ve Ankara temsilcisinin bu önemli olay hakkında konuşmasından doğal ne olabilir? Kaldı ki bana ait bir söz yok. 
İlhan Selçuk’u onayladığım ve “öyle abi” dediğim yazılı.
Bu mantıkla bakılırsa 2008 yılında AKP’nin kapatılmasına ilişkin davayı görüşen Anayasa Mahkemesi üyelerinin “hükümeti devirmeye teşebbüs” ile suçlanması gerekir.

25.sayfada şu paragraf yer alıyor:

“Güler Kömürcü ile Ahmet Hurşit Tolon arasında 11.11.2007 tarihinde gerçekleşen telefon görüşmesinde Tolon’un bir bildiri yayınladıklarını, bu bildiriyle alakalı, ama özellikle iki arkadaşım var benim onlara gönderirsiniz dedim, biri Sayın Mustafa Balbay dediği tespit edilmiştir.”
Benim dışımda iki kişi telefonla konuşuyor ve hazırladıkları bir metnin gazetecilere ulaşmasını tartışıyor. Bana özgürlükte Cumhuriyet’in Ankara temsilci yazarı olmam nedeniyle her gün haber olması, gazetede yayımlanması istemiyle açıklama gönderiliyordu.

25. Sayfada benimle ilgili son olarak şu paragraf yer alıyor:
“Emin Gürses ile X şahıs arasındaki Veli Küçük’ün gözaltına alındığı 22.01.2008 tarihinde özetle; X şahsın elindeki bir belgeyle alakalı, ‘Ben bunu şeye 
yollayayım mı Çölaşan’a?’ Emin Gürses, ‘Çölaşan’a gönder Mustafa Balbay’a gönder’ şeklinde bir görüşme geçtiği tespit edilmiştir. Mustafa Ali Balbay’ın 
soruşturma kapsamında hakkında işlem yapılan ve teknik takipteki kişiler ile irtibatlarının bulunması üzerine alınan mahkeme kararına istinaden 14.04.2008 tarihinden itibaren iletişiminin dinlenilmesine başlanılmıştır.”

Mütalaada delilden sanığa gidildiği söyleniyor. Ancak böyle olmamıştır. Dava seyrine bakıldığında tutuklanması, yargılanması planlanan kişiler hiçbir delil değeri taşımadığı açık olan telefon görüşmeleri, sosyal ve mesleki faaliyetleri suçmuş gibi gösterilerek işlem yapılmıştır. Bunun en somut örneği benim durumumdur.
Hakkımda teknik takip kararı alınmasına neden olan 3 telefon görüşmesi mütalaada aynen yukarıdaki gibi yer almıştır.

İlhan Selçuk gazetenin başyazarı ve imtiyaz sahibi, ben de Ankara temsilcisi ve köşe yazarıyım. O bana telefon edince düşüncelerini dinlediğim, onun sözlerine sohbetin gelişi çerçevesinde karşılık verdiğim için suç işlemiş oluyorum.
Böylece savcılar bir suç daha üretmiş oluyor:

Düşünceleri dinleme suçu!

Yukarıda aktardığım son telefon görüşmesinde iki kişi kendi aralarında gazetelere ulaştırmak istedikleri bir bilgiyi kime göndereceklerini tartışıyorlar.

Burada üretilen suçun türü şu:
Tanınmış ve ulaşılabilir gazeteci olma suçu!
Mütalaanın 1095. sayfasında yer alan hükümeti devirme girişiminde bulunma iddiasını cümle cümle yanıtlıyorum:

Suçlama:

“Sanık Mustafa Ali Balbay’ın örgüt yöneticisi İlhan Selçuk ile birlikte, örgüt yöneticisi Sanık Mehmet Şener Eruygur ile örgütsel toplantılara katıldığı, 
görüşme konularını not alarak günlük şeklinde yazdığı halde hiçbir yerde yayınlamadan sildiği, halbuki bu eylemlerinin gazetecilik faaliyeti olduğunu 
savunduğu, bir gazeteci için çok değerli olan bu notların kamuoyunu bilgilendirme görevi kapsamında olmadığı…”

Yanıt:

Benim bilgisayarımdan çıktığı iddia edilen notlarla ilgili yıllardır spekülasyon yapılıyor.

Mesleği şehirlerarası otobüs işletmesinde şoförlük olan bir kişiye, “ Sen son 10 yılda binlerce yol kat etmişsin, doğru mu “ diye sorulduğunda yanıtı, “ 
evet binlerce kilometre yol kat ettim, onlarca şehre gittim” olacaktır. Aynı kişiye, “Bu zaman diliminde şu kadar kaza yapmışsın, şu kadar kişinin de ölümüne neden olmuşsun” derseniz, itiraz edecektir.
Israr edilirse, ispat edin diyecektir.

Ben bugüne dek 5 bini aşkın köşe yazısı yazmış, 30 kitap kaleme almış, yüzlerce habere imza atmış bir gazeteci olarak elbette pek çok not tuttum. 
Bunların da büyük çoğunluğunu işlevini tamamladığını düşündükten sonra iptal ettim.
Yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi, “Sen not tutmuşsun” dendiğinde ilk refleksim, “Gazeteci tabi ki not tutar” şeklinde oldu. “Bazı kişilerle yüzlerce 
kez telefonla görüşmüşsün” dendiğinde de, rakamı biraz abartılı bulmakla birlikte, “Gazeteci olarak görüşmüş olabilirim” yanıtını verdim.
İddianame ve eklerini görünceye dek gerçeği bilmediğim için tahminlerde bulundum. Örneğin, “Bunlar silmiş olduğum notlardır” dedim ya da “Evet, benim bu tür notlarım olabilir” dedim.
Ancak suçlandığım konular için gösterilen delilleri inceleyince bir hukuk devletinde olamayacak, akla dahi getirilemeyecek bir durumla karşılaştım.
O da şuydu:
Notlar yeniden üretilmişti, Cumhuriyet gazetesinin santral telefonu benim kişisel telefonummuş gibi işlem görmüştü.
Her ikisinin de hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde ispatlayacak durumdayım.

Ben ana hatlarını paylaşacağım, ayrıntılarını avukatlarım anlatacaklar.

2 BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

13 Haziran 2016 Pazartesi

Ergenekon Davası ve Türk Ordusu BÖLÜM 2





Ergenekon Davası ve Türk Ordusu 

BÖLÜM 2



Yazar: Ümit Özdağ
06 AGUSTOS 2013 SALI “Adalet TANRI’nın, Hüküm Sizindir.” 
E. Kur. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ

Talat Aydemir tarafından düzenlenen 21 Mayıs askeri darbe girişimi sonrasında gerçekleşen Mamak Sıkıyönetim Mahkemesinde yapılan savunmanın son sözü, (1963) 



“Millenium-Challenge 2002”:Hedef Türkiye mi?

Bu çalışmaların ışığında ABD Kaliforniya Nevada Çölünde 24 Temmuz-15 Ağustos 2002 tarihleri arasında gerçekleşen ve 13.500 Amerikan askerinin katıldığı “Millenium Challenge 2002”adlı Amerikan askeri tatbikatı çok daha farklı bir önem ve anlam kazanmaktadır. Çünkü tatbikatın senaryosu, Ankara'da yapıldığı dönemde ciddî bir tepki uyandırmıştı. Senaryoya göre, Amerikan Ordusu, ağır bir depremden sonra ordunun yönetime el koyduğu deniz aşırı bir ülkeye müdahale edecektir.

Ordunun müdahalesi sonrasında, uluslararası bir mahkeme bu ülkenin taraf olduğu sınır ihtilâfında bu ülkenin aleyhinde bir karar alacaktır. ABD de BM'nin bu ülkeye yaptırım uygulaması için Güvenlik Konseyinden karar çıkaracaktır. Bunun üzerine anılan ülkedeki askeri yönetim seferberlik ilân edecektir. ABD Ordusu, bu ülkenin 96 saat olan seferberlik süresi (Türkiye'nin seferberlik süresi 96 saattir) sona ermeden önce ülkeye hava saldırısı başlatmış ve bazı kentlerini işgal etmeye başlamıştır. Senaryodaki ülkenin Türkiye'ye benzemesi(deprem, deniz aşırı, 96 saat seferberlik süresi), Türkiye'de tartışmalara neden olmuştur.




ABD, 1 Mart 2003'te TBMM’de, ABD birliklerinin Türkiye üzerinden Irak’a girişine izin veren 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinden Türk Ordusunun ve Türk Ordusunda bir süreden beri kendisini rahatsız eden bağımsızlıkçı çizgiyi sorumlu tutmuştur. Bir anlamda Amerikan Ordusunun açık istihbarat raporu olarak nitelendirilebilecek olan yukarıda söz ettiğimiz çalışmalarda ileri sürülen Türk Ordusu’nun tehdit olduğuna dair istihbarat öngörüsü doğrulanmıştır. 
1 Mart Tezkeresi’nin reddi ve TSK: Ergenekon Operasyonu’nun piminin çekilmesi, 12 yıl süren kontrollü yüksek tansiyon politikası, 1 Mart 2003 sonrasında “yapısallaşmış krize” dönüşmüştür.[42]  Artık Türk Ordusu’na karşı bazı etkili önlemler almanın zamanı gelmiştir.

ABD güçlerinin bir Beyaz Saray-Pentagon senaryosu çerçevesinde Süleymaniye'de 4 Temmuz 2003'de Türk Özel Kuvvetleri üzerinden Türk Ordusuna karşı başlattığı “stratejik nitelikli psikolojik operasyon” ikili ilişkilerde olduğu kadar ABD'nin Türk Ordusuna yönelik politikalarında da bir aşama noktası oluşturmuş ve Ergenekon Psikolojik Operasyonubaşlamıştır.[43]

Süleymaniye Baskınından sonra Başbakan Erdoğan, bu notanın müzik notası olmadığını söyleyerek, ABD'ye nota vermeyi reddetmiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, diplomasi kurallarını çiğneyerek Başbakan Erdoğan'ı muhatap almak suretiyle yazdığı yazısında Süleymaniye Operasyonu'nun AKP hükümetine karşı değil, “AKP hükümetinin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapıldığını” ileri sürmüştür.[44]

Türk Ordusu, ABD ve AB için tarihsel anlamda Batı emperyalizmini yenen güç, siyasal anlamda millî devlet anlamına gelen “Kemalizmin“ direnç noktasıdır. Bundan dolayı, 1990'ların ikinci yarısından itibaren Türk Ordusunu siyasal sistem içinde yıpratacak ve etkisizleştirecek her eylem ABD ve AB'den destek görmektedir. ABD'nin ılımlı İslam'ı bir müttefik olarak oluşturmasından sonra zaten laikliğin kalesi olarak bilinen Türk Ordusu'nun asker ve jeopolitik değil ama siyasal-stratejik değerinde ABD açısından bir düşme olmuştur.

Soğuk Savaş döneminde Türk Ordusu'nu Orta Avrupa'daki Kızılordu ağırlığını Orta Avrupa'dan Anadolu üzerine çekecek bir enstrüman olarak gören AB, Soğuk Savaş sonrasında hızla Türk Ordusu'na bakışını düşmanca bir zemine oturtmuştur. Türkiye'nin yapay bir ülke olduğunu ve sınırlarının tekrar çizilmesi gerektiğini düşünen AB bu yolda önünde en büyük engel olarak gördüğü Türk Ordusu'nu yıpratmak için bir dizi eylem geliştirmiştir. Sonuç olarak, ABD gibi AB de, Türk Ordusu’na karşı geliştirilecek bir psikolojik operasyonu desteklemektedirler.

Özetle, ABD ve AB, Türk Ordusu'nun Türkiye'de millî devletin ve Batı'nın dayatmalarının karşısındaki en temel engel olduğunun bilinci içinde Ordunun yıpratılmasını sağlayan her sürece, 2007-2011 arasındaki dönemde yoğun destek vermiştir. Bu anlamda, fikri kökenleri 1990’ların sonuna uzanan Ergenekon Operasyonu 2003 Temmuz'unda Süleymaniye baskını ile başlatılmıştır. 2007’de Başkan Bush ile Başbakan Erdoğan arasında Vashington’da yapılan görüşme sonrasında ise Ergenekon Operasyonu başka bir aşamaya taşınmıştır.

2007-2011 arasında yaşanan süreçte Türkiye’deki gelişmelere ne ölçüde ve nasıl müdahale edildiği konusunda ortaya bu satırların yazarının kapsamlı veriler koyması mümkün değildir. Ancak Balyoz Davasında yargılanan Kur. Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin tarafından yazılan “TSK’ya Karşı 12 Komplo” adlı kitapta dış müdahaleler ile ilgili çok ilginç bazı veriler ortaya konulmuştur. Küçükşahin, Balyoz Güvenlik Harekat Planı’nın son sayfasında “b. Muhabere” başlıklı bölümde  “esas muhabere vasıtasının radyo, yedek muhabere vasıtasının ise Kral Tv mesaj bant sistemi” olduğu cümlesinin yer aldığını kaydetmektedir. Türk Ordusu’nda bütün ordularda olduğu gibi ana muhabere vasıtası telsizdir. Ancak İngilizcede radyo kelimesinin iki anlamı var. Birisi radyo öbürü ise telsiz. Türkçe bir “belgede” böyle bir ifadenin kullanılması için ancak İngilizceden tercüme edilmesi gerekir.[45]

Küçükşahin’in dikkat çektiği ve bir deniz subayı tarafından hazırlandığı ileri sürülen bir diğer belgede ise şu ifade yer almaktadır: “Ramazan ayının ilk iki gününde Aksaz Üs Radyosundan Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an dan bölümler yayınlanmasına izin vermiştir.” Nüfusun % 95’inin belki de daha fazlasının Müslüman olduğu Türkiye’de kimse Kuran’ı kerim’in ne olduğunu ayrıca izah eden bir cümle yazmaz. Böyle bir cümle ancak Türk ve Müslüman olmayan birisinin yazdığı ve Türkçeye tercüme edilen ve tercüme kokan motomot bir tercüme cümledir.[46]
Keza Balyoz belgeleri arasında bulunduğu iddia edilen bir başka belgede şu cümleler yer almaktadır: “Malzemeler yurtdışına giden bir gemiye verilmiş veokyanusa atılması istenmiştir.” ; “Yapılan arama sonucu ele geçirilen mühimmatlar yurtdışına giden bir gemiye verilerek okyanusa atılması istenmiştir.”[47] Bu cümlelerin de bir Türk askeri belgesinde yer alması mümkün değildir. Türk gemileri okyanusa değil, Akdeniz, Karadeniz veya Ege’ye açılırlar. Ayrıca Türkçede “okyanusa atmak” denmez, “denize atmak” denilir. Benzeri örnekler artırılabilir ancak bu çalışmanın konusu değildir.  

AB Sürecine Kadar TSK’nın Konumu ve Dönüşümü 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Avrupa Birliğine karşı olduğu ve ABD ile çatışma sürecine girdiği için Batı karşıtı  Rusçu-Avrasyacı bir eksene kaydığı veya içinde etkili bir kliğin TSK’yı bu noktaya çekmek istediği iddiaları ancak tarihsel bütünlük içinde incelenir ise daha iyi anlaşılacaktır. Bu iddiaları ortaya atanlar, TSK’nın AB’ye karşı çıkışının nedeni olarak da güçlü konumunu yitirmek istememesi olarak göstermektedirler.





TSK’nın rejim içindeki konumu Cumhuriyet tarihi boyunca istikrar göstermez. Şöyle ki, Genelkurmay Başkanlığı’nın hukuki statüsünü belirleyen ilk yasa 3 Mart 1924 tarih ve 249 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair kanun”dur. Bu yasa ile Genelkurmay Başkanlığı devlet içinde otonom bir kuruluş olarak örgütlenmiştir. Fiiliyatta cumhurbaşkanına bağlıdır. Başbakanın ordu üzerinde bir otoritesinin olduğu söylenemez. Yasa, Atatürk, Mareşal Çakmak ve dönemin olağanüstü koşulları için hazırlanmıştır. 1924-1927 arasında TSK devrim sürecinin silahlı öncü gücüdür. 1927 yılında ise bu statüsü değişir. Artık öncü güç değil, devrimin koruyucu gücüne dönüşür ve bu durum 1938’e kadar sürmüştür.
Atatürk’ün vefaatinden 1944 senesine kadar geçen süre içinde ordu devrimin bekçisidir. 1927-1938 arasında olduğu kadar siyasette etkin değildir. Siyasette Atatürk’ün yakın kadrosunu tasfiye eden İnönü Orduya dokunmamıştır. Çünkü İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi kararı Mareşal Çakmak’a rağmen 1. Ordu’da yapılan “Paşalar Meclisi”nde alınmıştır. Mareşal ise sonuca itiraz etmeden kabul etmiştir.

12 Ocak 1944’de Mareşal Çakmak Cumhurbaşkanı İnönü’nün yolladığı mektup ile yaş haddinden emekliye sevk edilmiştir. Hemen ertesinde çıkarılan 4580 sayılı kanun ile Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsü değiştirilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı başbakanlığa bağlanmış ve sorumlu tutulmuştur. Artık 1944’den itibaren iktidar ortaklığından çıkarılmış bir TSK vardır.     
30 Mayıs 1949 tarih ve 5396 sayılı “Milli Savunma Bakanlığının Kuruluş ve Görevlerine Dair kanun” ile Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Oral Sander, bu konuda ABD’nin baskı yaptığını kaydetmektedir.[48]Yaşanan bu sürece TSK’dan görünürde bir tepki gelmemiştir. Ancak artık ortaklıktan çıkarılan TSK, Türkiye 1950’de seçimlere girerken DP’den yanan tavır almıştır.

1949-1960 arasında geçen 11 sene Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına bağlı olması gerek ordu içinde gerek ordu ile iktidar arasında büyük bir gerilim yaratmıştır. Amerikan Ordusundan çok farklı bir tarihi ve kültürü temsil eden TSK’yı bir farklı devlet kültürünün içine itmenin doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.

1961 Anayasa ile Genelkurmay Başkanlığı,  başbakana karşı sorumlu hale getirilmiştir. Ancak 61 Anayasası’nın illi Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini düzenleyen 111. maddesi ile TSK bir anlamda hükümetin  “örtülü ortağı” haline gelmiştir. 1982 Anayasası’nın 118. Maddesi ile düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu maddesi ayni örtülü ortaklığı sürdürmüştür. Bu ortaklık anayasanın ruhunda “milli güvenlik” meseleleri ile sınırlı ise de darbeler sonrası psikolojisinin hükümetler üzerinde ayrı bir baskı yaptığı şüphe götürmez.[49]

1990’larında sonunda TSK Öcalan’ın yakalanmasına giden süreçte kazanmış olduğu askeri yeteneklerin sağladığı bölgesel üstünlük ve SSCB’nin çökmesinin yarattığı güç boşluğunun verdiği güven ile davranmaya başlamıştır. TSK, başlayan AB tam üyelik sürecine destek vererek kendi konumunun yeniden tanımlanmasına itiraz olmadığını ortaya koymuştur. Bu çok önemli noktanın Türkiye’de siyaset analizcileri tarafından bilinçli-bilinçsiz atlanıldığı görülmektedir. Oysa,  TSK, AB sürecini destekleyerek kendi konumunu ve siyasetteki tarihsel/doğal ağırlığından çok darbe sürecinden kaynaklanan etkisini oto-sınırlandırma süreci içerisine girmiştir. 

Bu noktada TSK’nın muhtemelen beklentisi AB tam üyelik sürecinin merkez sağ partiler tarafından yönetilecek bir süreç olmasıdır. Ancak 2002 seçimlerini AKP’nin kazanması TSK için bir sürpriz olmuştur. AKP Hükümeti ile ilişkilerini sağlıklı düzenleyemeyen TSK, AKP Hükümetine karşı etkisiz, sistemsiz ve anlamsız bir muhalefet geliştirerek, iktidarı ABD-AB çizgisine belki de AKP iktidarının girmek istediğinden daha fazla itmiştir.
Eğer, 2002 Kasım’ında Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Org. A. Nafiz Gürman’ın Bayar’ı ziyaret ederek TSK’nın seçim sonuçlarına saygı göstereceğini bildirmesi gib bir adım atsaydı, 2002-2011 Türkiye tarihi hem dış hem iç politik açıdan daha farklı şekillenebilirdi.[50]

Bu ilk yanlış adım sonrasında TSK, ana dinamikleri Türkiye dışında olan değişik şekil, neden ve boyutlarda bir politik-psikolojik baskı altında kalmıştır.

Türk Ordusu'nun Saldırılara Fikrî Direnişi


Türk Ordusu, bu politik-psikolojik baskıya karşı tepki geliştirmiştir. TSK,   ABD ve AB'nin kendisine ve Türkiye'ye yönelik operasyonlarını teşhis ettiğini göstermek ve tepkisini ortaya koymak amacı ile genellikle Harp Okulu ve Harp Akademilerinde düzenlenen sempozyum ve açılışları vesile olarak kullanmıştır. Türk komutanlar eleştirilerinde, ABD ve AB demek yerine “küreselleşme” kavramını kullanmışlar, eleştirilerini ve karşı çıkışlarını bu kavramlar üzerinde gerçekleştirmişlerdir. Türk Ordusu'nun en üst düzey komutanları, ABD'nin Soğuk Savaş sonrası ideolojisi olan küreselleşmenin gizlenmek istenen ve Türkiye için tehdit oluşturan boyutlarını, eleştirisel bir söylemle, açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Türk Ordusu'nun Avrasyacı-Rusyacı bir çizgiye kaymasının temel göstergesi olarak ileri sürülen MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın 2002'de Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada Rusya ve İran ile ilişkileri geliştirirken, NATO'yu da göz önünde tutmak gerektiğinin altını çizdiği unutulmamalıdır. Ancak bu şekli ile bile Org. Kılınç'ın açıklaması Batı'ya yönelik bir psikolojik operasyon niteliği taşımaktadır.

Rusya Başkanı Putin'in 2007'de Münih'te Güvenlik Konferansında yaptığı ve ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenini eleştiren ve çok kutuplu dünya düzenini savunan konuşmasının yapıldığı akşam bu konuşmanın Türk Genelkurmay Başkanlığının internet sitesine konması da bir başka Türk Genelkurmay tepkisi olarak yorumlanmalıdır. Diğer bir ifade ile Türk Ordusu, tek kutuplu dünya düzenini, Türkiye'nin menfaatleri açısından bir tehdit olarak görmektedir.
Org. Büyükanıt, Nisan 2007'de Amerikan Ordusu'nun Kuzey Irak'a yerleşmesinin bölgeyi bir terör üssü haline getireceğini açıklamıştır. Bu açıklamanın ABD'nin Irak ve Kuzey Irak politikaları ile PKK'ya örtülü desteğe sert bir tepki olduğu görülmektedir. Öte yandan Org. Başbuğ'da Kara Kuvvetleri Komutanı iken yaptığı açıklamada İran ile askeri ilişkilerin çok iyi ilerlediğinin altını çizmiştir.
Türkiye, Karadeniz'e ABD savaş filosunun girmesi ve Karadeniz'de üsler kurmasına da şiddetle muhalefet etmiştir. Vashington, bu konuda Ankara ile Moskova arasında bir ittifak olduğunu ileri sürmüştür.[51] 2008 Yazında Kafkaslar'da çıkan Rus-Gürcü çatışması sonrasında da Türkiye'nin Amerikan savaş gemilerinin Karadeniz'e girmesine zorluk çıkarması ve Amerikan savaş gemileri Karadeniz'de iken Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın Rus Deniz Kuvvetleri Komutanı ile bir gemide buluşması doğru okunması gereken mesajlardır.

Moskova’da yayınlanan ABD dergisi, “Türkiye, Rusya’nın Stratejik Müttefiki Olabilir” başlıklı bir makale yayınlamış ve makalede, “Türkiye, Osetya Savaşı’nda NATO gemilerinin Boğazlar’dan geçişini birkaç gün geciktirerek, Rusya’nın Poti ve Batum’da anahtar pozisyonlara sahip olmasına yardım etti” yorumunu yapmıştır. Karayiplere giden Rus Savaş filosunun Türk Deniz Kuvvetlerinin ana limanı olan Aksaz'da misafir edilmesi de dikkatle okunmalıdır. 9 Ocak 2009'da Rus Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sözcüsü Akdeniz'de Türk ve Rus Deniz Kuvvetlerinin ortak operasyon yapacağını açıklamıştır.

Altı çizilmesi gereken husus, Rusya ile ilişkilerin gelişmesi, Türkiye'nin Türk Dünyasına açılması, Çin'e artan Türk ilgisi, ABD'nin muhalefetine rağmen İran ile gelişen ilişkiler sadece TSK'nin yaklaşımı olarak da izah edilemeyeceğidir. Türk-Rus ilişkilerinde 2004-2005 ileriye atılmış adım anlamında dönüm noktası kabul edilmiştir. Putin, 2004 senesinde Türkiye'yi ziyaret etmiştir. 2006 yılında 12 Milyar Dolar'a çıkan ticaret hacminin 25 milyar Dolar'a çıkarılması hedeflenmiştir.[52]

Başbakan Erdoğan, “Son beş-altı yılda ilişkilerde gözle görülür bir ilerleme sağlandığını” açıklamıştır. Aynı hususlar, Türk Dünyası, Çin ve İran için de geçerlidir.[53] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şubat 2008'de gerçekleştirdiği Rusya ziyaretinde, iki ülke arasındaki ticarette Dolar yerine Ruble ya da TL. kullanılması kararının alınması da ilişkilerde çok önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir.[54]Ziyaret sonucunda imzalanan 12 sayfalık metinde ikili ilişkiler “güçlü ortaklık” kavramı ile tanımlanmıştır.[55] Peki, bu gelişmeler, AKP Hükümeti içinde “Ergenekoncu -Rusçu” bir kliğin olduğu anlamına mı gelmektedir? Tabii ki hayır. AKP Hükümetinin izlediği Rusya politikası doğru bir politikadır ve doğal sürecin bir sonucudur.

Türk Ordusu ve Avrasyacılık/Rusçuluk İddialarının Tekrar Değerlendirilmesi


TSK'nın yukarıda anılan Soğuk Savaş sonrası açılımları, Türk Ordusu'nun ABD ve NATO ile bütün bağları koparmayı, Avrupa ile kültürel bir kopuşu hedefleyen bir çizginin mi göstergesidir? Bu konuyu değerlendiren E. Tuğg. Nejat Eslen Türkiye'nin önünde üç jeopolitik seçenek olduğunu söylemektedir. Eslen'e göre, “Birinci seçenek, Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu ile ilgilidir ve bu seçenek mevcut yönetim tarafından derin dondurucuya yerleştirilmiştir. Ayrıca AB, Türkiye'nin sorunları, nüfus ve coğrafyasının büyüklüğünü hazmedilemez bulmakta ve zaman içinde çıkarlarına ters düşecek olsa da Türkiye'yi dışlamaktadır. İkinci seçenek, ABD'nin arzu ettiği seçenektir ve bu seçeneğe göre Türkiye'nin Avrasya'ya kayması önlenecek, bu amaçla Türkiye AB'nin yapısına demirletilecek, ılımlı İslam kimliği ile Ortadoğulaştırılacak ve modernleşmek isteyen Ortadoğulu ülkelere yeni jeopolitik kimliği ile model olacaktır. Bu seçenek doğal olarak dayatılan yeni kimlik nedeni ile Türkiye'nin mevcut rejimini zora sokarken, AB üyeliği şansını sıfırlayacaktır. Üçüncü seçenek ise birinci ve ikinci seçeneği uygun görmeyen, yeni uluslar arası sistemi daha iyi okumaya çalışan ve bağımsız politikalarla Avrasya'ya açılmak isteyenlerin seçeneğidir ve bu seçeneği benimseyenler potansiyel Ergenekon suçlusudur.”[56]

Peki,  üçüncü seçenek, yani dünya sanayi ve finans merkezlerinin Pasifik alanına kaydığı bir dönemde Uzakdoğu'ya, Türk Dünyası'nın bir gölü olan Hazar Denizi etrafında ikinci bir Kuveyt olmaya hazırlanan Azerbaycan'a ve Kazakistan'a, doğalgaz deposu olan Türkmenistan'a, bakir Rusya pazarına, dünya ekonomisinin yeni merkezleri olmaya hazırlanan Çin ve Hindistan'a sırtını dönen bir Türkiye ve Türk Ordusu söz konusu olabilir mi?

Clinton döneminde Mayıs 1997'de açıklanan “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesindeki şu cümleler çok önemlidir: “200 milyon varillik petrol rezervleriyle Hazar Denizi bölgesi gelecek on yıllarda dünyanın artan enerji ihtiyacını karşılamada daha önemli bir rol oynayacak” [57] ABD ve AB, Avrasya ve Asya'ya yönelirken, Türkiye'nin bu alana yönelmesinin NATO'dan, Batı ittifak sisteminden kopuşu, “Rusçu ittifak” şeklinde suçlanması “psikolojik operasyondan” başka hiçbir şey değildir.[58]

E. Genelkurmay Başkanı H. Kıvrıkoğlu, Türk Ordusu'na(veya içindeki bir kliğe) Avrasyacı/Rusçu suçlamasını yapanların “ne pahasına olur ise olsun AB ve ABD ile işbirliğini savunduklarını” belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk Silahlı Kuvvetleri NATO, ABD ve AB'ye karşı değildir. Ancak çıkarlarına aykırı davranışlarda bu ülke ve örgütlerin yanında değil, ülkesinin yanında yer almak başta gelen görevidir. Yani biz bu ülke ve örgütlerle eşit şartlarda işbirliğine her zaman evet diyoruz. Eğer fedakârlık yapılacaksa bu taraflar arasında eşit şekilde yapılmalı, fedakârlık yapan sadece Türkiye olmamalıdır.”[59]

Özetle, Türk Ordusu içinde Rusçu bir klik olmamıştır. Türk Ordusu’nun ideolojik Avrasyacı olduğunu söylemek dahi yanlıştır. Türk Ordusu, bağımsız, güvenli ve zengin Türkiye hedefi için 2000’lerin değişen dünyasında Türkiye için yeni menfaat alanlarını Batı’dan bağımsız hatta zaman zaman Batı’ya rağmen aramış ve savunmuştur. ABD ve AB ise Türkiye'nin bu ölçüde bağımsız olmasını ve menfaatlerini tamamen kendisinin tanımlamasını kabullenmemektedirler. Temel sorun budur.

Sonuç


AKP iktidarı Ortadoğu-Kafkasya ve Balkanlar arasında “Bermuda Şeytan Üçgeni” diye tanımlanabilecek kadar zor bir coğrafyada dış politika da küçümsemeyecek hedefler içeren iddialı bir dış politika izlemektedir/izlediği iddia edilmektedir. Bu iddialı politika son altı ay içinde diğer bir ifade ile 2013 başından buyana büyük bir çöküş içerisine girmiştir. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “merkez ülke” tasarımı bu iddialı politikanın kavramsallaştırmasıdır. Böyle iddialı bir dış politik hedefin gerçekleştirilebilmesi için buna uygun bir stratejik kültürün /uygulamanın hâkim olması gerekmektedir.

AKP’nin hedeflediği/hedeflediği iddia edilen sonuca ulaşabilmesi sadece yumuşak güç uygulamaları (kültürel-psikolojik güç) ile mümkün değildir. Hedefe ulaşabilmek açısından yumuşak gücün sert güç yani ekonomi ve ordu ile desteklenmesi gerekebilir. Yumuşak güç ile ulaşılabilecek sonuçlar çok sınırlıdır.
AKP iktidarı iddialı dış politik hedeflerine rağmen, bu iddiaları gerçekleştirebilmek için benimsemesi gereken stratejik kültür ve uygulamalardan uzak durmakta hatta böyle bir kültüre ve kültürün unsurlarına savaş açmış görünmektedir. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı GES Komutanlığı Milli İstihbarat Teşkilatına devredilmiştir.

Her ne kadar haberin kaynağı olan gazeteci Murat Yetkin’e bu haberi veren kaynaklar böylelikle çok pahalı olan istihbaratta “duplikasyon”a gidilmeyeceği ve tasarruf edileceğini ileri sürseler de dünyada elektronik istihbaratını kendi istihbarat servisine bırakmış olan bir ikinci ciddi ordu yoktur. Üstelik elektronik istihbarat askeri istihbarat merkezlidir. NATO üyesi olarak elektronik istihbaratı da NATO ile bir şekilde entegre olan TSK’nın yerine bundan sonra MİT mi katılacaktır? Bir ordunun elinden elekronik istihbaratın alınması o ordunun körleştirilmesi anlamına gelmektedir. 

Ordunun başbakanlığa “sorumlu” halden çıkarılıp Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması da yanlıştır, çünkü Türk siyasi kültürüne aykırıdır. 1949’da CHP’nin ABD’nin baskısı ile bu kararı alması hiç olumlu bir uygulama sonucu vermemiştir. Her millet devletini kendi tarihinin birikimi olan siyasi kültürünün gereklerine uygun bir şekilde şekillendirir. Kıta Avrupası ve Amerikan ordularının tarihlerinden çok farklı bir yaşanmışlığı temsil eden Türk siyasi kültürüne uygun bir çözüm bulmak zor değildir. 

Yapılması gereken Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlığa “bağlı ve sorumlu” hale getirilmesidir. Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı’nın protokolde aynı seviyeye çekilmesi şekilsel sorunu da halledecektir. Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakana bağlı olmasının demokrasiye uymadığını söylemek ise tamamen boş laftır. Demokrasinin beşiği İngiltere’de kraliyet sistemi ile demokrasi uyum içindedir de Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakanlığa bağlı olmaması mı demokrasiye aykırıdır? 

Diyanet İşleri Başkanlığını Başbakanlıktan alarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlayarak özerkleştirmenin fikir jimlastiğinin bakan seviyesinde yapıldığı bir Türkiye’de TSK’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanması akıllara doğal olarak başka amaçlar olduğu düşüncesini getirecektir. 

Kamoyuna AKP Hükümetinin TSK ile ilgili gelecek planları arasında olduğu iddiası ile taşınan bazı planları anlamak ise daha da zordur. Özellikle gazeteci Mehmet Baransu’nun açıkladığı Genelkurmay Başkanlığı karargahının lağvedilmesinin,  Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı karargahlarının başka şehirlere yollanmasının planlandığı şeklindeki haberi ciddiye alınması gereken bir haberdir.[60]
Bütün bu adımlar ortaya daha güçlü değil, daha zayıf bir TSK çıkaracaktır. 2. Abdülhamit büyük bir devlet adamıdır. Tarihe geçerken şanssız ve tartışmalı şekilde geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi yaşadığı çağdır. Bir başka hatası da Sultan Abdülaziz’e karşı darbede rol aldığı için deniz kuvvetlerine karşı aldığı olumsuz tavırdır. Bu tavır, deniz kuvvetlerini Haliç’e kapamış, modernizasyonunu engellemiştir. Bir savaşta deniz kuvvetlerine ihtiyaç olduğunda ise Ege’ye doğru ilerleyen gemiler Marmara’da batmıştır. Artık batacak gemi yoktur ancak bu başka dış felaketlerin Türkiye’nin başına gelmeyeceği anlamına gelmez.   AKP Hükümetinin de tarihten dersler çıkarması gerekmektedir.

Öte yandan Ergenekon davasında verilen bu ağır kararlar ile Öcalan’ın ve PKK’nın affedilmesi için bir toplumsal zemin oluşturulduğu iddiaları da ciddiye alınması gereken iddialardır. Birilerine “yeni bir beyaz sayfa açalım” deme fırsatının verilmesi için adeta, TSK’nın bir dönem yöneten kadronun rehin alındığı iddiaları yeni de değildir. Bu iddia gerçekleşse yani bir genel af ile Ergenekon ve PKK davalarında tutuklu bulunanlar serbest kalsalar dahi bunun Türkiye’ye barış getirmesi söz konusu olmayacak, aksine daha kırılgan bir toplumsal yapı oluşacaktır.    

Bu noktada bu satırların yazarı 1991 senesinde yayınlanan “Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri” kitabının hala geçerli olduğunu düşündüğü son iki paragrafına geri dönecektir: “Kanaatimizce sağlıklı bir diyalog için iki tarafın da belirli ön yargılarını terk etmesi gerekir. Asker kesimin, öncelikle politikacıya olan güvensizliğini terk etmesi, kendisini tek milliyetçi/yurtsever kesim olarak görmekten vazgeçmesi gerekmektedir. Sivil otoritenin ise, her şeyden önce orduya ve ordunun devlet içindeki konumuna, onun tarihsel rolüne ve bu rolden kaynaklanan bugüne yönelik taleplerine, çok daha değişik bir toplumsal evrimin ürünü olan Batı aydınının gözü ile bakmaması gerekir. Böyle bir bakış, başka bir uygarlığın tarihinin, sosyal, ekonomik, kültürel, politik gelişmesinin sonuçlarını başka bir tarihe sahip bir topluma uygulama çabasını getirir. Bu tür bir çaba başlangıçta diyalog ortamını ortadan kaldırır.

Halbuki sağlıklı bir demokratik sistem, değişik sosyal güçlerin çok geniş anlamda ancak asker ve sivillerin uzlaşma ve ortak çabaları ile sağlanabilir. Her iki tarafında, böyle bir uzlaşma ve ortak çaba sarf etme girişimini terk ederek, sistemi sözde sivilleştirmek/militerleştirmek görünümü altında yapacağı hamleler bir süre sonra karşı tarafın sert tepkisiyle karşılaşabilir. Ve bu tür tepkilerin, kanunlar ile, ancak sınır taşlarının savaşları engellediği ölçüde engellenebileceği gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Toplumsal gerçekliği kanunlar değil, toplumsal güçler şekillendirir. Sağlıklı bir demokrasinin yerleşmesi için toplumsal güçlerin işbirliği şarttır. Ve demokrasi toplumumuz için acil bir ihtiyaçtır.”[61]

Bu satırların yazılmasından 6 yıl sonra sözde militerleşme süreci olan 28 Şubat yaşanmıştır. Bugün ise sözde “sivilleşme ve ileri demokratikleşme” adı altında ve 28 Şubat’ın intikamı niteliğini de taşıyan bir başka süreç, dış dinamiklerin TSK’yı yeniden yapılandırması ihtiyacı çerçevesinde yaşanmaktadır. O gün 28 Şubat’ı destekleyenler, bugün Ergenekon operasyonunu desteklemektedirler.

İntikam Süreçlerinin birbirini beslediği bir ülkeniz toplumsal barışa ulaşması imkânsızdır. 

Böyle bir ülkede sadece dönemsel galipler olur. Ve çoğu kez dönemsel galipleri iç dinamiklerin kendi güçleri değil, dış dinamikler belirler. 





[1] Zaman, 3 Ağustos 2011, Ahmet Turan Alkan, “Ordular ve Ülkücüler
[2] Zaman, 23 Eylül 2008, Mümtazer Türköne, “Ergenekon soruşturmasında eksik olan ne?”
[3] Aktaran Cumhuriyet, 25 Eylül 2008, Gün Zileli, “Dünya Operasyonu”
[4]Milliyet, 24 Ekim 2008, Hasan Cemal, “Ergenekon Davası, hukuk ve demokrasi sınavı”;
[5]Hürriyet, 11 Ocak 2009, Ahmet Hakan, “İster İnan İster İnanma” A. Hakan, Prof. Dr. Dağı'nın NTV'de Yazı İşleri programında yaptığı konuşmayı nakletmektedir.
[6]Zaman, 13 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Rus yanlısı darbe ve Ergenekon”
[7]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[8]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[9]Taraf, 14 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ordunun Ergenekon'u tasfiye çabası”  
[10]Zaman, 23 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Ergenekon'un Amerikancısı yok mu?”
[11]Taraf, 28 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ergenekon, nekonlar ve Obama”
[12]Star, 16 Ocak 2009, Eser Karakaş, “Obama, Ergenekon, AK Parti”
[13]Taraf, 20 Nisan 2009, Neşe Düzel, “Bülent Orakoğlu:İtalya’da 1 numara cumhurbaşkanıydı”
[14]Zaman, 30 Haziran 2008, Ahmet H. Arslan, “ABD’den Darbecilere Yeni(lenen) Mesajlar”
[15]İhsan Dağı askerler Batı ile ilişkilere eleştirisel bakma hakkına sahiptirler demektedir..
[16]Metnin tercümesi için bkz. Aydınlık, 6 Nisan 2008, Sayı 1081, s. 40-41,“Türkiye’yi kaybettik. Bu Gerçeğe Alışalım”
[17]Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz ile ilgili olarak küçümsenmeyecek bir literatür oluşmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Türk siyasetçilerinin okuması gereken makalelerin başında Ian O. Lesser,“Turkey, the United States and the Delusion of Geopolitics” adlı makale gelmektedir. Survival, Vol. 48 no 3, Autumn 2006.

[18]Bu süreci inceleyen ilginç bir derleme için bkz. Morton Abromowitz, (ed.) Turkey's Transformation and American Policy, A Century Foundation Book, New    York 2000
[19]Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri,(1947-1964), Ankara Üniversitesi SBP Yayınları: No:427, Ankara 1979, s.232-26

[20] Bu konuda bkz. Faruk Sönmez, ABD'nin Türkiye Politikası, (1964-1980), Der Yayınları, İstanbul 1995, s.71-121

[21]Servet Cömert, Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, Mart 2000, s.xııı

[22]Deniz Kurmay Albay Dursun Turan ve Deniz Kurmay Albay Tayfun Uraz, “Türkiye-ABD İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını” Türk Harb Akademileri Yayını İstanbul 1994, s.75-77.
[23]Yeniçağ, 20 Ocak 2009, “TSK'yı bölmek istiyorlar tespiti”
[24]Michael Robert Hickok: “Hegemon Rising:The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization”, Parameters, Sommer 2000, http://carliste-www.army.mil/usawc/parameters/00summer/hickok.htm.

[25]Hickok, M. R. a.g.e., s.71. Makalede savunulan temel görüşler burada önemine binaen ayrıntılı olarak özetlenecektir.

[26]a.g.e., s.69.
[27]a.g.e., s.70-71.

[28]a.g.e., s.68.

[29]a.g.e., s.70.

[30]a.g.e., s.68.
[31]a.g.e., s.71.

[32]a.g.e., s.67.

[33]a.g.e., s.68.

[34]a.g.e., s.77.
[35]F. Stephan Larrabee ve Ian O.Lesser: Turkish Foreign Policy in an age of Uncertanity, RAND, 2002.

[36]a.g.e., s.1.

[37]a.g.e., s.6.

[38]a.g.e., s.157.

[39]Galina Schneider, Greek takes over Western Policy Center
[40]Bu makale internetten kaldırıldığı için Lale Sarıibrahimoğlu'nun Taraf  14 Ocak 2009, “Ergenekon'da ABD ile uzlaşı oldu mu?” ve Milliyet, 1 Kasım 20002, Yasemin Çongar, “ABD, Özkök'ü sevdi” başlıklı yazılarından özetlenmiştir
[41] Belgeden aktaran Milliyet, 5 Ağustos 2011, Malih Aşık, “ABD ve TSK

[42]1 Mart öncesi ve sonrası için bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yayınları, İstanbul 2004 ve Murat Yetkin, Tezkere-Irak Krizinin Gerçek Öyküsü, Remzi Yayınevi, İstanbul

[43]Şanlı Bahadır Koç, “Çirkin Amerikalı ile Güven Bunalımı”, Stratejik Analiz, Ağustos 2003; Washington'da bazı kaynaklar, bu operasyona karşı olan Pentagon yetkililerinin Türk özel kuvvetlerinin direnmesi sonunda iki taraftan da çok insan kaybı olacağını, bunun neticesinde Wolfowitz başta olmak üzere bazı yeni muhafazakar yetkililerin görevden alınacağı umudu içinde olduklarını ileri sürmektedirler.

[44]Hasan Böğün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu-12 Eylül 1980'den Çuval Olayına, Kaynak Yayınları, Ankara 2007, s. 20
[45]Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin, TSK’ya Karşı 12 Komplo, Togan Yayınları, İstanbul 2011, s. 70
[46] Age, s.70
[47] Age, s.71
[48] Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri (1947-1964), AÜSBF Yayınları, Ankara 1979, s.39
[49] Burada anlatılan tarihi süreç için bkz. Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri, İkinci Baskı, Bilgeoğuz Kitapevi, İstanbul 2006
[50][50] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İkinci Baskı,  İstanbul  2004, s. 23
[51]Bu konuda bkz. Ariel Cohen, “ABD'nin Karadeniz Politikası”, 21. Yüz Yıl, Üç Aylık Dergi, Ocak-Şubat-Mart 2007, Sayı 1, s.189-210
[52]1991-2003 arasındaki Türk-Rus ekonomik ilişkileri için bkz. Cihangir Gürkan Şen, “Türk-Rus İlişkileri:Mevcut Durum, Sorunlar ve Perspektifler”, Stradigma, aylık strateji ve analiz dergisi, Ağustos 2003, Sayı 7

[53]Yeniçağ, 30 Ocak 2009, Arslan Bulut, “NATO kafalara: Tayyip Erdoğan Rusçu, Putin de Ergenekoncu mu?” Richard Holbrooke, Washington Post'da yaptığı değerlendirmede “Rusya, bizim çok kritik bir müttefikimiz olan Türkiye'nin sempatisini kazanmak ve Türkiye ile yeni ve özel bir ilişki kurabilmek için önemli bir atak başlatmıştır” demiştir. İlyas Kamalov, “Türkiye'de Rusya Yılı ve Türk-Rus İlişkileri” asam.org.tr, 20 Mart 2007

[54]Yeniçağ, 16 Şubat 2009, Arslan Bulut, “Gül’e Tebrikler; Dolar’ın Yerine Ruble ve TL Dünyayı Sarsar”

[55]Milliyet, 17 Şubat 2009, Sami Kohen, “Güçlü Ortaklık Ne Demek?”

[56]Radikal, 21 Ocak 2009, Nejat Eslen, “Ergekon neyin nesi?
[57]A National Security Strategy for A New Century
[58]Türk Ordusu'nu Rusçu kliklerle suçlayanların Genelkurmay Başkanlığı SAREM uzmanı Dr. Hv. Kdm.. Bnb. Kutay Karaca'nın yazdığı “Şanghay İş Birliği Örgütü ve Türkiye'nin Örgüte Yaklaşımı” başlıklı makaleyi okuması faydalı olacaktır. Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ocak 2008, Sayı 396, s.28-39

[59]Milliyet, 24 Ocak 2009, Fikret Bila, “Kıvrıkoğlu: Yüzümüz Batı'ya dönüktür”
[60] Taraf, 8 Ağustos 2011, Mehmet Baransu, “TSK yeniden yapılandırılacak
[61] Ümit Özdağ, Ordu-Siyaset İlişkisi, (Atatürk ve İnönü Dönemleri, Birinci baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara 1991, s.178
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/08/06/7147/ergenekon-davasi-ve-turk-ordusu


..