Fehmi Koru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fehmi Koru etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2019 Pazar

UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A BÖLÜM 13

     UYUŞTURUCUDAN SUSURLUK'A  BÖLÜM 13


Özel Şartlar Dönemi,
20/7/2000 - 11:00 
Atin,


YEŞİL'in anlatımlarına dayanan yazımızdan sonra 13.07.2000 tarihinde Yenişafak Gazetesinde Sn. Taha Kıvanç (Fehmi KORU) "Yeşil konuşunca..." başlıklı bir yazı yayınladı. 

Fehmi KORU, değerli ve ilginç yorumları olan, iyi araştıran bir gazeteci. 

Taşanlar Ne Demiş?

KORU, yazısında dönemin Ankara Emniyet Müdürü Orhan TAŞANLAR'a atfen şunu nakletmiş: 
Yıl 1995. Ramazan ayı. Taşanlar iftar için eve her gidişinde, çorbayı kaşıklayamadan bir yerlerde patlama olduğu duyuruluyor. "Bir değil, iki değil, üç değil... Bombalarda 'Yeşil' imzası çok belirgin... Araştırın bakalım, buralarda mı?" diye tâlimat vermiş... 
O gece Ulus'taki gece kulüplerinden birinde bulmuşlar Yeşil'i... İçeri aldıkları kişinin Yeşil olduğunu polisler biliyor, ama muhataplarına çaktırmıyorlar... 'Yeşil' olduğunu hiç açık etmeden, ama 'Yeşil' imiş gibi ayrıntılı bir ifadesi alınıyor... "Ertesi gün, bizim elimize düşmesinden hiç mutlu olmayan devlet birimleri devreye girdi; tahmin edemeyeceğiniz kadar yukarılardan bir ilgi gösterildi. Biz de kendisini teslim etmek zorunda kaldık..." 

Bir kaç sual sormak istiyorum: 

-1995 yılının Ramazan ayında, yani YEŞİL'in göz altına alındığı 22 Ocak 1995 tarihinden önceki günlerde, Ankara'da nerede, ne zaman patlamalar olmuş? Bu patlamalar polis ceraimlerinde, resmi kayıtlarda var mı? 

-Bomba olaylarında "Yeşil" imzasının çok belirgin olduğu nasıl saptanmış? Daha önce YEŞİL tarafından gerçekleştirildiği tespit edilmiş, belli bir yöntemin kullanıldığı bombalama olayı veya olayları var mı?. Bu tespit, "güvenilir ve dürüst uzmanların çalıştığını bildiğimiz Polis Laboratuvarı tarafından mı yapılmış? Varsa ne gibi işlem yapılmış? 

-Orhan TAŞANLAR'ın başında bulunduğu Ankara Emniyet Müdürlüğü mensupları, gözaltına aldıkları kişinin YEŞİL olduğunu bildikleri halde bunu "muhataplarına çaktırmamaya, hiç açık etmemeye" neden özen göstermişler? 

Ayrıntılı İfadede Neler Var?

-Gözaltındaki soruşturma neticesinde YEŞİL'in TAŞANLAR'ın patladığını iddia ettiği bombalarla ne gibi bir ilişkisi çıkmış? 

-Ertesi gün, "YEŞİL'in Polis'in eline düşmesinden rahatsız olup devreye giren devlet birimleri" hangileri, " tahmin edilemiyecek kadar yukarıları" kimler? 

-TAŞANLAR'ın, YEŞİL'i herhangi kanuni işlem yapmadan salıvermesinin nedeni bu baskılar mı? 
Bu suallerimin muhatabı tabiyatıyla Sayın Fehmi KORU değil. Cevaplaması gereken Orhan TAŞANLAR. Ancak Sayın KORU yardımcı olursa seviniriz. 
Bir de küçük bir açıklama; YEŞİL ile ilgili olarak Ankara Emniyet Müdürlüğüne hiç kimseyi yollamadım. MİT'den, benim dışımdaki başka bir yetkilinin de yolladığını zannetmiyorum. Bu sayfalarda anlattığımızın dışında herhangi bir teşebbüsümüz yok. 

Bu durumda TAŞANLAR YEŞİL'i kime teslim etmiş? 

Suallerimden anlaşılacağı üzere, Orhan TAŞANLAR'ın bu anlatımında tutarsız, bir polis şefine yakışmayan, geçiştirme ağırlıklı bir ifade var? 
Bir cevap geleceğini zannetmiyorum ama ben yine de sorayım. 

***

Görüntü ve Gerçekler

Radikal Gazetesinden Sayın İsmet BERKAN da 12 ve 13 Temmuz 2000 tarihlerinde YEŞİL'in ifadesine değinen "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz?" başlıklı yazıları yazmış. 

Geçenlerde, değer verdiğim ve köşesini devamlı izlediğim BERKAN'ın bir yazısına tepki göstermiştim. Sonradan yanlış bir değerlendirme olduğu anlaşıldı ve konu kapatıldı. 

BERKAN, yazılarında haklı bazı tenkitlerde bulunmuş: 

"Yeşil, para alabileceği her yerden para almaktan çekinmediğini, Ceylanlar dahil herkesi haraca bağladığını ('vergi' diye adlandırıyor, aynen PKK gibi) bir devlet kurumu olan MİT'e rahatça söylüyor ve başına hiçbir şey gelmeden oradan ayrılabiliyordu. 

Aynı Yeşil, 'faili meçhul' bir cinayete kurban giden Kürt yazar Musa Anter'i bir PKK önde geleni aracılığıyla nasıl kandırıp tuzağa düşürdüğünü de yine MİT'e adeta övünerek anlatıyordu. Bu anlatımdan hareketle Musa Anter'i Yeşil'in öldürdüğüne kuşku duyulamaz artık. Tek bilinmeyen Yeşil'in talimatı kimden aldığı." 

"Yeşil, MİT tarafından günlerce 'de-brief' (sorgu değil, dikkat edin) ediliyor. Burada övünerek bazı cinayetleri anlatıyor. Sonra elini kolunu sallaya sallaya gidiyor. MİT'ten maaş almaya devam ediyor. 

Dün de yazdım, Yeşil'in MİT'te 'de-brief' edilmesi sırasında sorgucuların merak ettiği konu, Yeşil'in iki İranlı eroin tacirini kaçırma işine karışıp karışmadığı. Bu işe karışmış olsa ne yapacaklar Yeşil'i? Acaba MİT'le ilişiğini mi kesecekler? 

Yeşil geçmişte PKK'yı nasıl manipüle ettiğini anlatmak için bazı örnekler veriyor ve Musa Anter'i kendisinin öldürdüğünü övünerek anlatıyor.
Peki bunu anlatıyor da ne oluyor? MİT elemanları hemen meraka kapılıp Yeşil'e bu konuyla ilgili sorular mı soruyorlar? Hayır. Hiçbir şey olmuyor. MİT, Kürt yazar Musa Anter'le ilgili tek bir soru dahi sormuyor. 
Aynı şekilde, Yeşil'in anlatımlarının tümü okunduğunda, yıllardır aranan bir dizi cinayetin zanlısı olan Abdullah Çatlı'dan söz açıldığında da MİT'in uzman elemanları kıllarını kıpırdatmıyorlar. Şaşırmak ne kelime, söylenenleri yadırgamıyorlar bile. 
Yine Yeşil'in anlatımları arasında Emniyet Genel Müdürlüğü'nün en önemli birimlerinden birinin, Özel Harekat Dairesi'nin başındaki bir insanın (İbrahim Şahin) çeşitli işadamlarını haraca bağladığı, o işadamlarının da 'vergi' adı verilen bu paraları çeşitli rütbeli polisler aracılığıyla gönderdiklerini, bu paralardan kendisinin de nasiplendiğini anlatıyor. Yine tık yok. Kimse yadırgamıyor anlatılanları, bu işte bir acayiplik var, diye düşünmüyorlar. 

MİT'in suçla mücadele ve suçluyu yakalama gibi bir görevi yok belki ama en azından vatandaşlık bilinci mesela Yeşil'in, İbrahim Şahin'in, Abdullah Çatlı'nın, 'Arnavut Sami'nin, Mehmet Ağar'ın, Korkut Eken'in vs. savcılara ve teftiş kurullarına ihbar edilmesini gerektirmiyor mu?" 

Bir de bu 'ifade' ya da 'bilgi notu' ve içerdiği bilgiler bunca yıl ortaya çıkmıyor, zamanında hukuki sonuç doğurma ihtimali varken hiçbir
işlem yapılmıyor. Bir tek ben mi yadırgıyorum bunları? 

Karanlıklarla Dolu Bir Dönem

Sayın BERKAN'ın soru ve tenkitlerine benim burada iki üç kelime ile tatmin edici bir cevap vermem mümkün değil. Esasında konu bir çok karanlık bölümleri bulunan bir devri ve sistemi ilgilendirdiği için, bu sistemin içinde belli bir rolü olan ve bu dönemin bir bölümünde (1994-96) resmi görevi bulunan beni fazlasıyla aşıyor. 
Ben yine de kendi sorumluluk sahamda kalarak bazı yanıtlar vereceğim. 
Bahsi geçen dönemde iki tip illegal faaliyet yürütülmüştür. 

Birincisi "Terör ve PKK ile mücadele kapsamında" yürütülen illegal faaliyetlerdir. 

"Birinci tip" diye adlandıracağımız bu faaliyetler, demokrasi rejimi ile bağdaşmasa da "yaşadığımız olağanüstü terör yılları", "şehit verdiğimiz ve ölen sayısız insanımız" nedeniyle haklı nedenler taşıyabilir. 
Yani " Olağanüstü " Şartlardaki, "Olağanüstü Mücadele Yöntemidir" 

Diğeri, yani "ikinci tip" illegal faaliyetler, "ülke yararına" görünümü altında yürütülen "maddi ve politik çıkar sağlamaya yönelik" -çete- faaliyetlerdir. 
Her iki faaliyet iç içedir ve her iki faaliyetin oyuncuları aşağı yukarı aynı kişilerdir. 
Hukuken bu iki faaliyeti bunlar suç, bunlar diğeri değil diye ayırabilmek mümkün değildir. Resmi olarak inkar edilse de, "ülke yararına yönelik illegal faaliyetler" belli bir karar mekanizması tarafından harekete geçirilmiş, belli bir emir ve komuta zinciri içinde yerine getirilmiştir. 
Emirleri icra eden kişiler, ulvi bir görevi yerine getirdikleri inancıyla bu işleri yapmışlardır. 
Emirler genellikle şifahen verildiği için, bu emri verenlerin sıkıştıklarında bu hususu inkar etmeleri ve suçu astlarına atmaları mümkündür. 
İcracı kişilerin, bazı hallerde menfaate yönelik faaliyetlerde, bilmeden kullanılmış olması da imkan dahilindedir. 

Tamamına yansımasa dahi, bir çok olayda, her iki tip faaliyeti yürütenlerin aynı kişiler olduğu görülmektedir. Bu ise şahısların "ikinci tip" faaliyetler ve suçlardan dolayı itham edilmesini zorlaştırmaktadır. 
Hukuk karşısında ağır neticeler getirebilecek olan ikinci tip "çete" faaliyetlerin ortaya çıkma ihtimali, emir ve komuta zincirindekileri telaşlandırmakta ve bu nedenle bu zincirdekiler, "ikinci tip" faaliyetleri tasvib etmeseler dahi, suçlu etrafında bir koruma halkası oluşturmaktadırlar. 
Esasında suç işliyenlerin başlangıçta devlete hizmet felsefesi ile yola çıktıkları, gözlerinde çok büyüttükleri hedeflerini devletin imkanlarını kullanarak kolayca bertaraf ettikten sonra devletin gücünü kendi güçleri gibi gördükleri, kolayca elde edilen büyük rantlardan sonra devlet işlerini tamamen unuttukları, rahatlıkla ifade edilebilinir. 
Diğer önemli bir zorluk, her iki tip faaliyeti yürütenlerin ulusal güvenliğimizi korumakla görevli teşkilatlarımıza ve politik hüviyete mensup kişilerden oluşmasıdır. 
Bu teşkilatlarımıza has özel statüler ve politik kimlik, bir cins dokunulmazlık kabuğu yaratmakta ve adaletin düzgün işlemesini ve adil neticeler alınmasını önlemektedir. Neticede günümüzde yaşadığımız gibi, dokunulmazlık kabuğu en ince olan "bir kaç polisin" ve sivil vatandaşların yargılanmasının ötesine gidilememektedir.
http://www.atin.org/detail.asp?cmd=articledetail&articleid=229

14.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

2 Aralık 2018 Pazar

Yeni yıl Neşesi Niyetine,

Yeni yıl Neşesi Niyetine,

Selcan Taşçı,

Yılın ilk gününe -vurgunun, talanın, yalanın, dolanın, gafletin, ihanetin, dalaletin, sefaletin gölgesinde ne kadar mümkünse- neşeli başlayalım ki bütün senemiz tebessümle dolsun diye dünkü gazete köşelerinden bir seçki yaptım sizin için...
İlki Zaman’dan Abdülhamit Bilici’den. Özetle  “PKK ile bile müzakere yapılırken, camiayı Türkiye için en büyük tehdit gibi gösterme seferberliği ibretlik...” diyor.
İlahi Sayın Bilici, “PKK”  kim-ne-hani nerede? Öyle bir  “şey” var mı ki! “Süreç” kapsamında  “İmralı” diye değiştirmemiş miydiniz ismini? 

Ayy pardon 

 “İmralı” Öcalan’ın kod adıydı; PKK  “Kandil” diye anılıyordu değil mi?

Bir diğer “yüzümüzü güldüren(!)” adam İhsan Dağı. “İster cemaate mensup olsun, ister Kemalist, ülkücü veya Alevi, vatandaşların kimliklerinden dolayı ayrımcılığa uğraması kabul edilebilir değil” miş. E, kendi gazetenin referandum öncesi yargıyı hedef alır biçimde ‘Alevilerin arka bahçesi’ manşetleri atmasını niye kabul ettin o zaman? Yine kendi gazetende “Alevi subaylar”a dönük kara propaganda yapılmasını niye kabullendin? 1 Ocak bugün, ama belli ki sen bu satırları 1 Nisan sanıp da “şaka” niyetine yazdın!

Üçüncü  “gülmece-güldürmece”  Bülent Korucu’dan.  “Gazetecilik mesleğinin yediği darbe” den muzdarip beyefendi:

“Yalan haber diz boyu...” 

Yahu senin gazeten, hem de o darbe yemesine dertlendiğin gazetecilik mesleğini onuruyla, şerefiyle yapan insanları -alenen yalan söyleyerek- hedef gösterdi! Yalan haberlerle linç etti, itibarsızlaşmayı denedi! Daha fenası, senin gazeten, haberinin “yalan”  olduğu belgelenmesine rağmen “yalanından mağdur olan gazeteci meslektaşlarından”  bir özür dahi dilemedi. Düzeltme yapmak yerine sağıra yatmayı tercih etti! Şimdi sen böyle boğazına kadar yalana batmış sayfalardan “yalan diz boyu” diye çığlık atarken kendin karikatürize ediyorsun kendini!

Veee işte o; 007 Taha Kıvanç kod adlı Fehmi Koru;

“Paris’teki PKK bürosunda işlenen üç cinayete dahi Câmia’nın işi denmesi” ni hayretler içinde anlatıyor;

“Ergenekon” adı takılan  “torba dava”yı  “Agarta”ya dayandıran -hiç ucu Tibet’e, Mu’ya, Atlantis’e varan zırvaları anmıyorum bile- Teşkilat-ı Mahsusa eylemlerinden Dersim’e ve hatta PKK’nın kuruluşu da dahil, neredeyse esen yelin bile, Silivri’de zulüm gören milliyetperver insanlara yamanmaya çalışıldığı ülke Papua Yeni Gine değildi herhalde!

İyi ki bittin 2013...

Türkiye Cumhuriyeti’ni uçuruma sürükleyenler ve işbirlikçilerinin kendi kendilerini yalanlayacağı, birbirlerinin maskelerini düşüreceği, itirafçıya dönecekleri daha nice aylara inşallah; bu  ülkenin yeni “çağı”nın başlangıcını 31 Mart sabahı kutlamak ümidiyle...

İstihbaratçısın haberin yok!

Başbakan “12 Eylül referandumunda yanlış yaptık” dediğine göre şimdi sıra “yanlış yapanı destekleyerek”  daha büyük yanlış  yapan “yüzde 50”de!  “30 Mart” gibi bulunmaz bir “yanlıştan dönme” fırsatı var  önlerinde.
Dünkü gazetelerde, Mersin ve Gaziantep’teki “dinleme skandalları” -bu tür olaylar muhaliflere yönelikse etinden, sütünden, sesinden, görüntüsünden her türlü nemalandıktan sonra sümenaltı ediliyor da, iktidardakiler ’mağdur’olduğu vakit ’skandal’oluyor ne hikmetse- üzerine  “Dinleme işlemlerinin yapıldığı birimlere, ucunun nerede olduğu tahmin edilen, ’Paralel bir hat’çekildi mi?”   diye soruyordu AKP’nin kalemşorlarından biri.

İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın dikkat çektiği gibi bir  “paralel istihbarat”  mevcutsa “bunu yapanların yakasına yapışılıp hesap sorulmasını” istiyordu?
Böyle bir durumda -öncelikle- hesap sorulması gereken bir ülkenin istihbarat ağını bertaraf etmeyi becerebilenler midir yoksa kendi mahremini bile korumayı beceremeyen istihbarat servisi mi?

Yine yeni bir “bahçıvansın biberin yok” hikayesi;

Bahçıvansın biberin yok, biricik işi  “haber almak” olan, bunun için her türlü imkan, kadro ve yetkiye sahip olan istihbarat teşkilatısın haberin yok!
Başka  “skandal” arama!

***

29 Eylül 2018 Cumartesi

HAŞİM KILIÇ:ANAYASA MEHKEMESİ VE UMUTLARI

HAŞİM KILIÇ:ANAYASA MEHKEMESİ VE UMUTLARI



Tesadüf bu ya, günler öncesinden belirlenmiş bir randevu gereği tam Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile buluşacakken, Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can'ın 'türban kararı' olarak bilinen anayasa değişikliği ile ilgili raporunu başkana sunduğu haberi geldi.

Oysa Ankara temsilcimiz Erdal Sağlam'la birlikte makamında ziyaret ettiğimiz Haşim Kılıç, cuma günü saat 3 itibariyle 'rapor henüz bana ulaşmadı' diyordu.

Biz Anayasa Mahkemesi'nden çıktıktan 2 saat sonra ise raporun nihayet başkana ulaştığı bilgisi geldi.
Niye anlatıyorum tüm bunları?
Cuma günü Ankara'da bir randevudan diğerine koşarken gün boyu şiddetli başağrısı ile dolaşmama sebep olan akıl almaz kapatma senaryolarının basit bir gelişmeyle nasıl yerle bir olduğunu gösterebilmek adına.
Tıpkı iki kallavi ağrı kesiciye rağmen gün boyu peşimi bırakmayan şiddetli başağrısının, daha uçağım İstanbul'a doğru yeni havalanmışken kendiliğinden Ankara'da kalmaya karar vermesi gibi!
Şaka bir yana Ankara tam anlamıyla cadı kazanı.
Ve bu kazanda herkes pozisyonuna uygun senaryo üretiyor.
Şundan emin olun, hiç kimse kapatma davası ve sonrasına ilişkin tam olarak ne olacağını bilmiyor. Buna Erdoğan, Baykal hatta Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve diğer üyeler de dahil.
Çünkü taraflar hala gönüllerinden geçen sonucun çıkması için uğraşıyor.
Geçen hafta yazdım, kabaca iki senaryo var.
Bir, kapatma ve sonrasında dibine kadar hesaplaşmaya devam.
İki, kutuplaşma hepimize zarar veriyor karşılıklı uzlaşma tek çıkar yol!
Ankara'da 'bu son şans sonuna kadar hesaplaşalım' diyenlerin sesi daha çok duyuluyor. Fakat tüm bu karamsar senaryolara rağmen geçen hafta yazdığım uzlaşma senaryosunun içeriği biraz daha netleşmiş.
Mesele AK Parti'nin kapanması ya da kapanmamasıyla sınırlı değil.
Çok daha ötesinde bir pazarlık ve uzlaşma arayışı var.
En büyük sorun güven ortamının fazlasıyla zedelenmiş olması. İşe oradan başlanacak ama fazla zaman yok. Bu yüzden şu anda türban ve kapatma davasıyla ilgili karardan daha önemli olan süreç, yani takvim.
Mesela türban kararının geciktirilmesi üzerine senaryo kuranlar yanıldı, karar haziran başında çıkıyor.
Parti kapatma davasına gelince orada takvim en erken Ağustos'un ilk haftasına ayarlı.
Geçen hafta 19 Mayıs'a dikkat edin demiştim. Başbakan bizzat kendisi bir çıkış yapacaktı. Son anda sağlık gerekçesiyle Erdoğan resmi törenlerde kendisini Cemil Çiçek'in temsil etmesine karar verdi.
Başbakan adına şimdiye kadar süreci yöneten Cemil Çiçek'ti.
19 Mayıs itibariyle Çiçek'in üstlendiği 'gizli misyon' resmiyet kazanmış oldu.
Anlayacağınız kaotik senaryolara rağmen takvim işliyor.
Tekrar ediyorum, mesele parti kapatmayla sınırlı değil!
O kararın nasıl çıkacağını Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesi dahil hiç kimse şimdiden bilmiyor. Zaten bilmesi de mümkün değil.
En büyük yanlış, siyasi anlamda ülkenin kaderini etkileyecek önemde bir kararın 11 hukukçunun sırtına bindirilmiş olması.
80 yıldır siyaseten çözemediğimiz din-devlet ilişkisi 11 hukukçunun vereceği bir kararla çözülebilir mi?
Demokrasi adına kapanmama kararı isteyenler de, laiklik adına 'bu son şans kapatılsın' diyenler de büyük bir illüzyon içinde.
Haşim Kılıç'a bir dost olarak söz verdim, 1 saati aşan sohbetimizi aktarmayacağım.
Fakat konuşmamız sırasında tam 3 kez tekrar ettiği şu cümleyi tarihe not düşmek adına kayda geçirmem gerekiyor.
'Eyüp Bey inanın çıkacak karar ne olursa olsun. Göreceksiniz hem demokrasimiz hem laikliğimiz hem de hukukumuz bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil!'
Başkana sözüm var.
O, başkanlığını yaptığı kuruma yakışır yeni Anayasa Mahkemesi binasının açılışını 29 Ekim'e yetiştirecek.
Ben ise ilk kutlayanlardan olacağım.
Sadece yeni bina için değil, 29 Ekim'de Anayasa Mahkemesi'ne 3 kez tekrarladığı 'demokrasi-laiklik ve hukukun' gerçekten daha da güçlenip güçlenmediğini görmek için gideceğim. 
Eyüp CAN/REFERANS
---------
Bir yorum:

Fullerin son kitabi Yeni Turkiye Cumhuriyeti'ni yeni bitirmis olmasaydim, Hasim Kilic'in sozlerini anlamakta zorluk cekebilirdim.
 
Ancak Fuller'inki sadece bir envanter. Amerikan Hava Kuvvetleri icin RAND'a ismarlanmis bir raporda F. S. Larrabee, Mahir Kaynak, Hasan Cemal, Fehmi Koru da bu envanteri tamamladilar.
 
KApatma davasinin anatomisini anlamak icin TC-ABD, TC Israil iliskilerinin 1997'den sonraki seyrine bakmak gerekir.
 
Cevik Bir'in katkilariyla zirve yapan TC-Israil iliskileri o tarihten sonra hizli dususunu surduruyor. Turkiye'nin bolgesel guc olma istikametinde attigi adimlar, Ortadogu ve Merkezi ve Dogu Asyada cicek acip meyveye dururken, Israil-Turkiye iliskileri surunuyor.
 
2003 tezkere reddinden sonra cok daha belirgin hale gelen Turkiye ABD iliskilerinde 'emir erligi' doneminin sona ermesi, Mart 2008 cikisli RAND ABD HAVA Kuvvetleri raporunda 'Turkiye guvenilmez muttefik' yazilacak asamaya ulasmis.
 
Israil gelismeyi, guvenligi icin buyuk tehdid olarak algilarken, ABD, Buyuk Ortadogu'daki planlari icin tam bir gedik degerlendirmesi yapiyor.,
 
Israil'in guvenligine birinci oncelik veren dar kafali Siyonizm, BASORTUSU'nun Cankayaya cikmamasi icin her seyi yapmaya kararli. ABD'den aldigi sinirli 'ama demokratik kilifli olsun' izni ile Cumhuriyet Mitinglerini baslatiyor.
 
Temmuz secimlerinde bu mudahele ters tepince, ABD de alana iniyor ve Turkiye'deki MAsonlar ve diger Siyonist aparatlarin olanaklari seferber edileren 'adli mudahele' tezgaha konuyor.
 
ABD ve Israil icin amac, AKP'yi yok etmek degil. AKP kapatildiginda 'Gelen gideni aratabilir'. Üstelik Fullerin analizinden de goruldugu gibi, Turkiye'deki diger siyasi mekteplerle AKP arasinda Amerikan ve Israil Politikalarinda mutabakat var.
 
Onun icin Eyup Can'in Gazetecilik diye yaptigi kepaze calismada da gordugunuz gibi, ABD ve Israil, AKP'yi kapatmak degil, 'Bolgesel Guc olma' istikametindeki cabalarindan vazgecirmeye indeksli bir operasyonun içindeler.
 
Yine Eyup Can ve ayni kulvarin kosucusu diger yazar cizer takiminin kalemlerinden tekrarlattirilan 'uzlasma' da bundan ibaret.
 
Kilic milic, gordugunuz ibi sadece ABD-Israil ile AKP-Turkiye arasindaki muzakerelerin sonucunu bakleyen noter katipleri.
 
Turkiye adaleti adina yaziklar olsun.
A.Deyam                       


***

6 Temmuz 2017 Perşembe

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 4


  “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 4


Yılmaz Enaroğlu: 


  < “28 Şubatçılar ‘Diğer din mensuplarına da birazcık zulmedelim ki çok da tarafsızlığımıza halel gelmesin.’ diye düşünerek başta Süryaniler olmak üzere gayrimüslimler üzerinde de baskıları arttırdı.“  >

Bu karar da, Refah Partisinin kapatılması davasına “suç delili” olarak gönderildi. Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan da Siirt’te yaptığı 
bir konuşmada okuduğu bir şiir yüzünden yine TCK 312. maddeden hapis cezası aldı ve görevden alındı.

Bu dönemde çeşitli milletvekillerinin yıllar önce yaptığı konuşmalar medyaya servis edildi, sık sık yayınlandı. Bu konuşmalar bahane edilerek dokunulmaz lıkları kaldırıldı ve haklarında birer birer davalar açıldı. Bunlar içerisinde Hasan Mezarcı çok trajik bir örnektir. Medyada Mezarcı’nın kişilik haklarına yönelik  yoğun saldırılar oldu. Hakkında dava açıldığı gibi, Mezarcı da kendisine yönelik saldırılar ve hakaretler dolayısıyla davalar açtı. Bir anda yüze yakın davası olan bir kişi haline geldi. Ancak şaşırtıcı bir biçimde Mezarcı’nın suçlandığı ve beraat ettiği davalar ile kendisinin açtığı ve kazandığı davaların tamamı - bir tek istisnası yok - Yargıtay’da aleyhine bozuldu. Ayrıca cezaevinde çok ciddi ölçüde, rahatlıkla işkence olarak tanımlayabileceğimiz uygulamalara tabi tutuldu. Henüz cezaevindeyken sağlığı ciddi biçimde bozuldu.

Taha Bey’in toplantıyı açarken vurguladığı bir şey önemli: Güvenlik kurumlarının raporlarından hareketle 28 Şubat’ta mantar gibi örgüt bitiverdi bu memlekette; 
gözaltı ve tutuklamalar yaşandı. O dönemde böyle üretilmiş ve haklarında polis raporundan başka da herhangi bir kanıt olmayan Zekeriya Şengöz, Fahri Memur, Salih Mirzabeyoğlu gibi isimler ciddi sağlık sorunları da yaşamalarına rağmen hala fezleke hukukunun, bu hukuk dışı terörle mücadele ve ceza mevzuatının kurbanları olarak hapisteler. Bu hukuksuzluklar da, üzerinden 16 yıl geçmesine rağmen hala giderilebilmiş değil. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın silahlı ve silahsız kuvvetleriyle ilgili hesaplaşmayı sürdürürken, 28 Şubat’ın yol açtığı ve bugün hala süren bu tür hukuksuzlukların da hesabını sormak ya da bu zulümlere son vermek de, yapılması gereken bir iş olarak önümüzde duruyor. 

Güvenlik kurumları arasındaki çekişmeler, o dönemde de vardı. Polisler hakkında rahatlıkla dava/soruşturma açılırken, Yargı askerlere dokunamıyor idi. 

Örneğin, Cunta iddialarıyla ilgili bazı bilgi ve belgeleri amirlerine ileten Bülent Orakoğlu gibi üst düzey emniyet yetkilileri rahatlıkla askeri mahkemelerce 
tutuklanıp yargılanabiliyordu ama Genelkurmay Başkanlığı dönemin başbakanına hakaret eden Osman Özbek isimli komutan hakkında “Bir toplantıda duygularını 
kontrol edemeyerek bu sözleri söylediği” gerekçesiyle suçlanamayacağını belirtip, soruşturma açılmasına izin vermemiş idi. Yine, çete iddialarıyla 
suçlanan askerler hakkında da herhangi bir işlem yapılmadı, yapılamadı. 

28 Şubat’ın ihlallerini tespit ve ifşaya çalışan insan hakları savunucuları da bu süreçten nasiplerini aldılar. Pek çok insan hakları örgütü yöneticisi hakkında çok 
sayıda dava açıldı, gözaltına alındılar, ev-işyeri baskınları yapıldı ve bazı yöneticiler hapis cezalarına çarptırıldı. Birtakım derneklerin ve vakıfların şubeleri de uzun süre kapalı kaldı. 


<  Güvenlik kurumlarının raporlarından hareketle 28 Şubat’ta mantar gibi örgüt bitiverdi bu memlekette; gözaltı ve tutuklamalar yaşandı.  >


Bütün bunlarla birlikte, 28 Şubat’ın şöyle bir yararı da vardı: 28 Şubat Türkiye siyasetini kimseyi dışarıda bırakmayacak bir şekilde ikiye böldü. 

Her kesim 28 Şubat karşısında olumlu veya olumsuz bir tutum takınmak zorunda kaldı. Bu süreçte merkez sağ veya sağcı partiler, aydınlar hemen hemen ortadan ikiye bölünürken sol daha kenardan bölündü. Ana kütlesi maalesef darbeci kanatta kaldı. Bunu da neredeyse kimse yadırgamadı. Sol yelpazede yer alan sivil toplum örgütleri, siyasal partiler, gazeteler, dergiler ve aydınlar arasında “ Kime karşı ve hangi gerekçeyle yapılmış olursa olsun, darbelere karşı durabilenleri ” 

28 Şubat sürecinde azınlıkta kaldı. Ama daha önemlisi, Muhtıra’nın hedefi ve bu nedenle de sürecin başlıca mağdurları olmaları dolayısıyla ister istemez 28 Şubat darbesinin kategorik olarak karşısında durması beklenen İslami kesimde de herkes bu süreçten yüz akıyla çıkamadı. Hatta bazı gruplar, yapılanlara sessiz kalmakla yetinmediler, yapılanları meşrulaştırmaya çalıştılar. Neyse ki, her kesimden 28 Şubat sürecinden yüzü kızarmadan çıkan bireyler ve gruplar da var. Biz bunlarla da, darbelerden artık darbe yapılmayacağından emin olabileceğimiz, herkesin hak ve özgürlüklerini tam bir güvence içerisinde kullanabildiği yeni bir ülkeyi birlikte kurabileceğimiz umudunu taşıyoruz. Teşekkür ederim. 

SORU-CEVAP

Bülent Arınç: Çok teşekkür ederim Sayın Ensaroğlu’na. Değerli arkadaşlar, üç konuşmacımız da 15 dakikalık süre içerisinde çok önemli konulara temas ettiler. Ana hatlarıyla fevkalade güzel, doyurucu açıklamalar dinledik. Panelin son bölümünde konuşmacılarımıza soru yöneltmek isteyen katılımcılara söz vereceğiz. Her konuşmacımız için en fazla üç soru alacağız, onlardan da 5-6 dakika içerisinde sorulara cevap vermelerini rica edeceğim. 

Ardından da, müsaade ederseniz panelimizi bitirmiş olalım. İlk olarak Sayın Koru’ya soru yöneltmek isteyen arkadaşımız var mı? Buyurun.

Dinleyici: İsmim Taner Zorbay. ODTÜ Tarih Bölümünde görev yapıyorum. Adaleti sağlamak amacıyla başlatılan yargı sürecinde, ne kadar adil 
olunabileceğini belirleme görevinde gazetecilerin rolünü söyler misiniz? Teşekkür ederim. 

Fehmi Koru: Bugünkü medya, yapısal olarak o günkü medyadan çok farklı değil. Medya ve adalet ilişkisini dün ve bugün arasında mukayeseli olarak 
inceleyecek olursak bir şeyi belki kaçırmış olabiliriz: hala büyük çapta 28 Şubatçı reflekslere sahip, medyanın genel eğilimi ve refleksleri bugün de 28 Şubat’ın hassasiyetleri yönündedir. Dikkat ederseniz, zaten depreştiğini hemen fark ettiğiniz eski alışkanlıkların önemli sayılabilen ortamlarda kendini gösterdiği bir Türkiye var. Adalete gelince, adaletle medya arasında öyle birebir bir ilişki yok. Medyanın birincil görevi haber değeri olan hadisenin haberini vermek. İçinde yer alan yorumcuların görevi de olan bitenleri yorumlamaktır. Bu görev yerine getiriliyor mu? Dün, 28 Şubat’ta, ne kadar yerine getiriliyorduysa bugün de o kadar yerine getiriliyor. Dün 28 Şubat vesilesiyle medya nasıl ikiye bölünmüş idiyse, bugün de medya 28 Şubat zihniyetine sahip olanlarla, o gün karşı çıkanlar gibi bir büyük ayrışmaya sahip. O bakımdan adaletin fazla gözetildiği bir ortam dün de yoktu, bugün de yok. Bir tek fark belki vurgulanabilir: 

Dün medyanın içerisinde 28 Şubat’tan mağdur olanlar cılızdılar, güçsüzdüler. Bugün biraz daha güçlü haldeler. Bunun dışında pek büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. 

Bülent Arınç: Teşekkür ederim. Sayın Özgürel’e soru sormak isteyen arkadaşlarımız? Buyurun.

Dinleyici: İsmim Sertaç Yörük, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümündenim. Avni Bey’e 28 Şubat’ın Türkiye’deki sol hareket üzerinde ne kadar etkili olduğunu sormak istiyorum. Bundan sonraki süreçte sol hareket gerçek anlamda ne kadar bir sürede toparlanabilir tekrar? 

Teşekkürler.

Dinleyici: Teşekkür ediyorum. İsmim İbrahim. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğrencisiyim. Sayın Özgürel’e şunu sormak istiyorum: 

Soruşturmadan çok ümitvar olduğunuzu söylediniz. Fakat ben özellikle medya mensuplarının bu soruşturmadan kurtulabileceği şeklinde bir yorum 
okumuştum. Yargının, “medya mensuplarının askerlerle bir alakalarının olmadığını, bir emir almadıklarını” değerlendirmesinde bulunabileceği ve 
bu şekilde medyanın soruşturmadan yırtacağı ile ilgili bir yorumdu. O yorumdan hareketle soruyorum: Medyanın bu soruşturma sonucunda temize 
çıkması ya da en azından görünür olanlarının temize çıkması mümkün mü? Teşekkür ederim. 

Dinleyici: İsmim Mücahit Yılmaz. AK Parti Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısıyım. 28 Şubat’ın arkasında yatan en önemli sebeplerden birinin faiz lobisinin çökmesi olduğundan bahsettiniz. 28 Şubat’ı gerçekleştirenin TSK’nın yönetim kademesi olduğundan yola çıkarsak, bu faiz lobisinden TSK’nın yönetim kademesi ve bazı siyasilerin de nemalandığı sonucunu çıkarabilir miyiz? Teşekkürler. 

Avni Özgürel: Teşekkür ederim, soruları hemen kısa kısa cevaplayayım. Son sorudan başlayalım. Hiç şüphesiz ki, bu faiz lobisinden sadece işadamları değil, siyasetçiler de, medya mensupları da pay aldı. Türkiye’de cebinden beş kuruş para vermeden banka sahibi olan insanlar var. 

Hatta devletten satın aldıkları bankanın bedelini o bankanın kasasındaki parayı yatırarak ödeyenler var. Bunların hepsi 28 Şubat’ta yaşandı. Sonra şöyle bir şey dediler: “İçini boşaltmayacaksak niye banka sahibi olalım?” Daha sonra da sattılar bankaları. Bu kadar basit.

İkinci soruya gelince. Hazır TRT’den de sorumlu Başbakan Yardımcımız buradayken şunu belirteyim: Ben sinemayla, belgesellerle biraz fazla 
meşgul bir insanım. 28 Şubat ve 27 Mayıs gibi diğer darbeler de dâhil olmak üzere bütün bu süreçlere ilişkin bir “hafıza” problemimiz var. Olayları 
bilmiyoruz. Pek çok şeyi içinde bizler yaşadığımız halde unuttuk. Burada Bülent Bey hatırlıyor, Fehmi Bey ve Yılmaz Bey söylüyor ama bir Amerikalı yaptığı işi sinemalaştırıyor, romanlaştırıyor, onu Oscar’a kadar taşıyor. Bütün dünyaya da seyrettiriyor, unutturmuyor. Biz, ne 27 Mayıs’ı hatırlıyoruz ne 12 Mart’ı ne 12 Eylül’ü ve keza ne de 28 Şubat’ı. Hiçbirisiyle ilgili ne bir filmimiz var ne bir romanımız var. Hiçbir şeyimiz yok. Ondan sonra da gençlere “Ya bunları niye bilmiyorsunuz?” diyoruz. 

Şimdilerde önemli bir televizyon kanalımız Menderes’in hayatıyla ilgili bir dizi yapıyormuş. Dizinin adı “Onu sevmiştim”. Adından da esas olarak anlaşılıyor ki 
“Menderes’in arkadaşlarının eşlerini ayartan bir başbakan olduğunu” anlatan bir dizi yapılacak. Herkesin itibar ettiği bir adam vardı, “Onu nasıl yerin dibine 
batırırız” diye dizi yapıyoruz şimdi de. Türkiye’de esas tahribatı bu tür anlayışın gerçekleştirdiğini düşünüyorum. 

Bir ara Taha Bey’le beraber TRT’ye bir belgesel yaptık. Ben gelenlerden / tepkilerden biliyorum. Birçok insan o belgesel ile geçmiş olayları orada gördü, öğrendi. Ama bunlar yetmiyor. 

Tek bir belgesel yaparak olmaz. 

“Solcular ne oldu, sol nasıl etkilendi? ” şeklinde ilginç bir soru geldi. “Türkiye’nin solu” diye bir şey yok. Böyle bir şey olduğu varsayılıyor. 

Ben ülkü ocakları veya MHP çevresinden olan bir insanım. 12 Mart’ta bize “faşist” dediler, biz de üstümüze alındık ve sesimizi kesip oturduk. 

Türkiye’de esasında orduyla el ele darbe yapmaya kalkan bir sol var. Yani ortada gerçek bir faşist hareket var ve bunlar senelerce kendilerini Türkiye’ye “solcu” diye yutturdular. Nihayetinde yine rahmetle analım ama İlhan Selçuk gibilerinin son anda dahi “Türkiye’nin her noktasında askerle el ele darbeyi nasıl örgütleriz”in peşinde oldukları anlaşıldı. Türkiye’nin “hakiki” solu yok mu? Var. İdris Küçükömer’ler vs. Bugün kimisi Ergenekon veya Balyoz davasından tutuklu insanlar İdris Küçükömer’lerle alay ettiler, “Hayali Küçükömer” diye adını çıkardılar. Yani bu kesim azınlıkta kaldı gerçek sol kadrolarda. O bakımdan ben önümüzdeki dönemin bir “hafızalanma” dönemi olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de - adına ister “siyasal sinema”, ister “edebiyat” deyin - gençlere bu dönemi içine sindirecek ve zihinlere çakacak birtakım ürünler ortaya koyabilmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. 

Bülent Arınç: Teşekkür ederim, Sayın Ensaroğlu’na sorusu olan arkadaşımız? Buyurun.

Dinleyici: İsmim Emrullah Beytar. Aksiyoner Hukukçular Derneği’ndenim. Sayın Ensaroğlu’na iki sorum olacak. Bediüzzaman Hazretlerinin “Şeytanın en büyük vesvesesi insana kendi kusurunu gördürtmemesi, gördürtse de yüz tevil ile tevil ettirir.” mantığından yola çıkarak bir soru sormak istiyorum. Hak ihlalleri raporunda 28 Şubat sürecinde yargı kararıyla kapatılan yedi vakıftan bahsettiniz. Bu vakıflar arasında yer alan Zehra Vakfı, hakka olan saygısından dolayı davasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşıdı. Bana göre, çağdaş demokrasilerde ve evrensel hukuk normlarında, Hükümet’in bu dava karşısında savunma yapmaması gerekirken hükümet savunmayı yaptı. Dostane çözüm teklifinde bulundu ama o teklif de çok komik bir rakamdı. Bunun çağdaş demokrasilerde ve evrensel hukuk normlarındaki karşılığı nedir sizce? İkinci olarak, “fezleke hukuku”ndan bahsettiniz. 28 Şubat’ın en belirleyici özelliklerinden birisi bu hukuk. 28 Şubat sürecinde uygulanan bu fezleke hukukundan bize miras kalan kısmı var mı, yok mu? Teşekkürler. 

Dinleyici: Teşekkür ederim. İsmim Akif Togel. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Araştırma Görevlisiyim. Yılmaz Bey, konuşmasında 28 Şubat öncesinde de hak ihlallerinin varlığından bahsetti. Sorum şu: 28 Şubat’ın en azından hak ihlalleri bakımından 2002 veya sonraki dönem sonrasında 
tekrar etmeyeceğinin bir garantisi var mı? Bundan on yıl ya da yirmi yıl sonra benzeri hak ihlalleriyle karşılaşmamamızın garantisi nedir? Teşekkür ederim. 

Bülent Arınç: Sayın Ensaroğlu’na ilk soru soran Sayın Beytar’ın ilk sorusunu ben not aldım. İsterseniz bu sorunun cevabını ben vereyim, siz diğer konulara 
temas edin Sayın Ensaroğlu. 

Yılmaz Ensaroğlu: O zaman bana fezleke hukuku boyutu kalıyor. “Fezleke hukuku” terimiyle kastettiğimiz şu: Güvenlik kurumları, jandarma ya da polis bir fezleke hazırladıktan sonra, o fezleke, savcılığın eliyle iddianameye ve daha sonra mahkemede de adeta bir karara dönüşüyor. Az önce 28 Şubat sürecinde, polis istihbarat raporlarının dışında ortaya konan bir delil olmadan mahkûmiyet almış ve hala da içeride olan birkaç ismi örnek olsun diye açıkladım. Açıkçası bu kişileri hatırladıkça kendimden, bu ülkenin bir yurttaşı olarak, utandığım için bu konuyu zikretme ihtiyacı duydum. Ama fezleke hukuku, 28 Şubat’ın ürünü ya da 28 Şubatçıların uyguladığı bir şey değil. Biz 16 yıl sonra 28 Şubatçılarla hesaplaşıyoruz, yüzleşiyoruz ama 28 Şubat’ın en büyük darbesi şu oldu: Fezleke hukuku Türkiye’deki hukuk/yargı sistemine, kendi mantığı çerçevesinde bir 
kurumsallık kazandırdı. 28 Şubatçıların kullandığı “fezleke hukuku” dediğimiz mekanizmayı, 28 Şubat döneminde yargılanan, cezalandırılan ve ötekileştirilen güvenlik bürokrasisi de şu anda aynen uyguluyor. Bugün değişen bir şey yok. Değişen sadece şu: Şimdi de polis şefleri hakkında dava açmanız, açtırmanız son derece zordur. Askerler hakkında rahatça açılıyor. Bir yurttaş olarak baktığımız zaman, bizim açımızdan çok fazla değişen bir şey olmadığını görüyoruz. Dün, güvenlik mekanizmalarına hâkim olanların yaptıklarını, bugün hâkim olanlar da maalesef aynen sürdürüyorlar. 

Arayışımız hala gerçekten hukuk devletini gerçekleştirme doğrultusunda sürüyor, sürmek zorunda. Maalesef, şu an süren kimi davaların sadece 
polis raporlarına dayanarak açıldığını görüyoruz. 

Böyle bir kötü mirası var 28 Şubat’ın.

28 Şubat ve benzeri ara dönemlerin, müdahalelerin ya da uygulamaların son bulmasının ve tekrar etmemesinin bir tek garantisi var: 

Adaleti sadece kendimiz için değil, herkes için isteyen; hukuku sadece kendimiz için değil, herkes için üstün tutmaya çalışan bir anlayışı, bir perspektifi 
birer birer bizim kişi olarak, ülke olarak, hükümet olarak, devlet olarak her tarafta hâkim kılmamız gerekiyor. Bunun için de ilk olarak kendi özgürlük lerimizden çok daha önce zihnimizde ötekileştirilmiş insanların ya da çevrelerin haklarını, özgürlüklerini savunmaya başlamalıyız. 

Böyle bir ahlaki felsefeyi ya da temeli kazanabilirsek, bize yapılmasını istemediğim iz şeyin gerçekten başkalarına da yapılmasına karşı çıkar isek bu darbeleri önleyebiliriz. Bir diğer husus da darbecilerimizle etkili bir şekilde hesaplaşmak ve yüzleşmek. Ancak onlar da adil bir şekilde yargılanmalı. Bülent Bey açılış konuşmasında vurgulamıştı: “İlle ceza alsınlar ya da beraat etsinler” den ziyade gerçekten adil yargılandıklarından hepimizin emin olması gerekiyor. Eğer yargı süreçlerini, tutukluluk sürelerini uzatarak birer cezalandırma aracına dönüştürürseniz, siz de bir devr-i sabık yaratmaktan kurtulamazsınız. 

Bu da, sizin de akıbetinizin çok hoş olmayacağı anlamına gelir. Ben böylece bitireyim. 

Bülent Arınç: Değerli arkadaşlar; önemli bir konuyu uzman arkadaşlarımızla beraber tartışmış olduk. Ben de bazı şeyleri hatırlamış ve üstelik yararlanmış oldum. Sayın Özgürel’in birkaç cümlesi benim için çok önemli. Bazı şeyler unutulmaya yüz tutuyor, aslında “unutturulmak isteniyor” da diyebiliriz. Unutmamalıyız. Çünkü bunlardan alacağımız çok dersler, önümüzdeki yolumuza bakarken istifade edeceğimiz çok ibretli noktalar var. 

TRT’nin o günkü tavır ve davranışları pek çok eleştiriyi hak ediyor. Biz TRT’yi böyle devralmıştık ama eminim ki, şu andaki gidişatıyla fevkalade yararlı hizmetler yapan, tam bir kamu yayıncısı konumunda, farklı kanallarıyla bütün dünyaya hitap eden bir kuruluş haline geldi. Daha eksiğimiz çok, bunları da gidermeye çalışacağız. “Başvekil Ali Adnan” ismiyle önemli bir belgesel yaptık. Bu belgesel birkaç defa yayınlandı, kopyaları da bazı ülkelere satıldı. Belgeseller konusunda daha dirayetli olmalıyız, daha verimli olmalıyız. İnsanlar bu olayları değişik açılardan sürekli takip etmeli ve unutturmamalıyız. Rahmetli Birand’ı da burada anmak istiyorum. Özellikle son zamanda tekrar meşhur o belgeseli yayına verildi. O belgeseli izleyenler bu süreçle ilgili olarak daha çok bilgi edinebilirler. 

Medyamıza önemli görev düşüyor. Biliyorum ki, bugün pek çok televizyon kanalında yine farklı ağızlardan 28 Şubat süreci irdeleniyor. Bunda fayda 
var. 28 Şubat öğrenilmeli ve bilinmeli ki, farklı şekillerde gösterenler mahcup olsunlar. Örneğin 27 Mayıs konusu hem Cumhuriyet Halk Partisi açısından hem de o zamanki inanmış kişiler açısından bir darbe değil, bir devrimdi, alkışlanıyordu. Hala alkışlayanlar da var. Eski Danıştay Başkan Vekili Tansel Çölaşan bu konuda bir örnektir. Yani 27 Mayıs’ı öven, 27 Mayıs’la iftihar eden, 27 Mayıs’ın idamlara yol açan sürecini bir devrim olarak nitelendiren insanların sayısı belki az ama hala Türkiye’de etkili bir lobileri olduğunu biliyorum. 

Dolayısıyla, Türkiye’nin çok partili siyasi hayata girdiği 1950’den bugüne 63 yıl geçti. Bu 63 yılın hemen hemen yarısı darbeler dönemidir. Bu darbeler döneminin meydana getirdiği her olumsuz halka, Türkiye’yi bir elli yıl geriye götürmüştür. 

Bunu Avrupa Birliği sürecinden de, demokratikleşmeden de, özgürlüklerde gelebildiğimiz nokta bakımından da görmek lazım. 28 Şubat süreci Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde önemli kırılma noktalarından birisidir.

Şunu açıklıkla ifade etmeliyim: 2002’nin sonunda AK Parti Hükümeti iktidara geldiği günden bu yana veya Mart 2003’te Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hükümet görevini, yani başbakanlık görevini aldığı günden bu yana, beş yıl Meclis Başkanlığı yaptım. Bu süreç içerisinde bildiğim ve gördüğüm kadarıyla 28 Şubat benzeri pek çok olay yaşanmıştır. Bu olaylar başarısız kalmış, teşebbüsler akamete uğramıştır. Çünkü arkamızda büyük bir halk desteği vardı. AK Parti’yi kuran kadrolar 28 Şubat’tan ders çıkaran kadrolardı. Yola çıkarken ilkeli, kararlı, cesur siyaset yapacağımıza ve bütün zorluklara karşı göğüs gereceğimize söz vermiştik. 

Şimdi burada şu sorunun cevabını aramak ister herkes: Erbakan bu süreçte gerektiği kadar cesur davrandı mı? Bu soruyu soran da olmadı, konuşmak da istemedik. Rahmetli Erbakan’ın ölüm yıldönümündeyiz aynı zamanda. Peki, Erbakan başka bir hareket tarzı takip edebilir miydi? 28 Şubat’ı başarısızlığa götürecek bir aksiyon yapabilir miydi? Bana sorulduğu için, ben herkese sorulmuş kabul ediyorum. O süreçte bir milletvekili olarak, Refah Partisinin MKYK üyesi olarak, pek çok olaya yakinen tanıklık etmiş birisi olarak söylemek istiyorum ki, rahmetli Erbakan nevi şahsına münhasır bir şahsiyetti. Çok iyiniyetliydi. Memleketini, ülkesini çok seviyordu. Kendi dünyası ve kendi dünyasının içindeki gerçeklerle baş başaydı. Cesur olabilirdi çünkü çok olayda cesur davranmıştır. Türkiye’nin şartlarını iyi biliyordu. Ama sadece seçimlerden birinci çıkan bir partiydi, hükümeti koalisyon hükümetiydi ve ortağı çürüktü. Çürük bir ortakla, zayıf bir hükümetle, her an yanındakilerin kaçmak istediğini gören bir başbakanın ne yapabileceğini düşünmemiz lazım. O çok iyi niyetle ve zamana yaymak suretiyle bu yanlış anlamaların veya karşıt çıkışların çözülebileceğini düşünüyordu. 

Ben çok defa dinlemiştim: “Bu komutanların hepsi vatansever insanlardır, hepsi ülkesini çok seven insanlardır. Ya bilmiyorlar ya yanlış biliyorlar. Ben bunlarla 3-4 seans daha yaparsam, emin olun, göreceksiniz hepsi en az bizim kadar Milli Görüşçü olacaklar” diyordu. Buna kesinlikle inanmıştı. Onun dünyasında bu vardı ve büyük bir vatanseverlikle ve açık yüreklilikle doğru bildiklerini onlara da anlatıyordu. Ama karşıda önyargılar vardı. Kesinlikle hiçbir şeyi paylaşmamaya azmetmiş ve karşısındakini düşman gören, “kırmızı kuvvet” olarak gören bir anlayış vardı. 

Sayın Özgürel “TRT ekranında Konya Mitingi varken Sayın Erbakan Başbakanlık koltuğunda oturuyordu.” dedi. Daha kötüsünü biraz önce söyledim. Başbakanlığı sırasında önüne getirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde kendisi “tehlikeli ve düşman” olarak gösteriliyordu. Bunu 2010’a gelinceye kadar biz de yaşadık. 2010’da Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tamamen değiştirilmiştir. Çok şükür, bu yıllar içerisinde ancak muvaffak olabildik. Eğer 28 Şubat’ta AK Parti gibi bir hükümet, güçlü bir iktidar olsaydı, eminim başka bir sonuca kavuşabilirdi. Ama o 
zamanın şartlarında ve Erbakan Hoca’nın kendi kabulleri ve dünyasında bundan daha fazlasını yapmak mümkün olmadı. Allah gani gani rahmet eylesin. Memleketini seven bir insandı. Dört defa partisi kapatıldı ama partisi kapatıldığı zaman bile dağa çıkmayı düşünmedi ve “Bunlar önemsiz olaylardır. Önemli olan yolumuza devam etmektir. Herkes hiçbir şey olmamış gibi özgür Türkiye için, güçlü Türkiye için, güçlü devlet için yoluna devam edecektir.” dedi.

Burada tartışılmayan, 28 Şubat’a ismini veren MGK toplantısı da çok önemlidir. Çünkü yine Özgürel ve arkadaşlarım söylediler. O tarihlerden bu yana MGK toplantıları hep bir karabasan gibiydi: Herkes gardını almış, kavga olacak, dışarıya büyük felaketler çıkacak. Türkiye’yi ekonomik felakete sürükleyen kriz de nihayet bir MGK toplantısı sonrası çıkmıştı. Bırakınız o günleri, benim dört sene önce hükümete girdiğim günlerde bile medyada tartışılan şuydu: 

Bülent Arınç bundan sonra MGK toplantılarına katılacak. İçeride kavga olacak mı? Toplantı uzun mu sürecek? Asker düşmanı olarak bilinen bu adam MGK’da acaba ne yapacak? Bu 2009’un Mayıs ayında Türkiye’de konuşulan bir şeydi. Çünkü o güne kadar MGK’da karşı karşıya birbirine hasım durumda olan, birbirinden öç almaya niyetlenmiş insanlar var gibiydi. Bugün öyle değil. Bugün MGK toplantıları iki aydan iki aya yapılıyor ve eskisi gibi, bir karabasan gibi ülkenin üzerine çökmüyor. Artık karşı karşıya gardını almış değil, protokol sırasına göre iç içe geçmiş bir düzenlemeyle karşı karşıyayız. MGK Genel Sekreteri de artık bir asker veya asker emeklisi değil, önce büyükelçiyle başlayan, şimdi valiyle yönetilen bir kurum haline geldi. Nereden nereye geldiğimizi belki başka bir toplantıda konuşuruz. 

Sadece arkadaşlarımızın sorduğu ve benim de cevap vermek istediğim bir konu var. 28 Şubat’la ilgili hak ihlalleri konusunda Meclis’te kurulan Darbe Komisyonu da çok önemli tespitler yaptı: Kapatılan vakıflar, dernekler, bürokrasideki deprem, Yüksek Askeri Şura kararlarında kendisini gösteren hak ihlalleri vs. Evet, maalesef bazı vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince yapılan soruşturmalar sonucunda, Asliye Hukuk Mahkemelerine müracaat etmek suretiyle kapatılmıştır. 1990’ın başından 2010 başına kadar 20 yıllık süreç içerisinde 21 vakıf kapatıldı ancak Sayın Ensaroğlu’nun söylediği gibi, bunlardan sadece yedi tanesinin malvarlığı vardı. Ağustos ayında “Kapatılan, malvarlığına el konulan vakıflar konusunda yeni bir düzenleme yapacağız.” şeklinde bir beyanım olmuştu. Bu düzenlememizi sonuçlandırdık. Yani bir tasarı haline getirdik, önümüzdeki günlerde de vereceğiz. Gayrimenkul noktasında azınlıkların cemaat vakıflarını bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Geçmiş zamanda el konulan hatta üçüncü, dördüncü şahıslara satılmak suretiyle elden çıkartılan vakıfların bile tazminatını ödüyoruz. Karanlık bir zamanda ve uydurma sebeplerle 
kapatılmış olan bu vakıfların yeniden açılabilmesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü nün mülkiyetine geçirilen taşınmazlarının da kendilerine aynen verilmesi konusunda Başbakanımızın talimatıyla bir çalışmayı yaptık ve bunu inşallah önümüzdeki süreç içerisinde gerçekleştireceğiz. Zehra Vakfının AİHM’ye yapılmış bir müracaatı önümüze geldi. 

Ama mesela Milli Gençlik Vakfı AİHM’ye gitmemiş. AİHM’ye gidenler için iş kolay. Eminim ki, Zehra Vakfı’nın kararı oradan dönecektir. Döndüğü zaman da biz bunu uygulayacağız. Ama “o gitti, bu gitmedi” şeklinde bir ayrım yapmak yerine o dönemde kapatılan, daha doğrusu hukuki tabirle “dağıtılan veya dağılmalarına karar verilen” - ikisi arasında fark var - bu vakıfları tekrar, kurucularının müracaatı üzerine açacağız ve malvarlıklarını kendilerine iade edeceğiz. Bunu buradan ifade etmiş olayım. 

Diğer konuları da esasen arkadaşlarımız fazlasıyla açıkladılar. 28 Şubat MGK toplantısından sonra orada dikte edilen bütün konular, aslında hükümete bir “mecburiyet” olarak yüklenmişti. “Bunları bunları yapacaksın, yapmadığın takdirde senin kellen gidecek.” şeklinde bir anlayış söz konusu idi. MGK kararları uzun süre imzalanmadı, sonra üst yazı imzalandı vs. O kararlardan sadece bir tanesi hayata geçirilmiş, diğerleri süreç içerisinde vazgeçilmiş bir noktaydı veyahut da ertelenmişti. Hayata geçirilen karar ise sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitimdi. Bu gözler şunu gördü: O kanunun çıkması, 1997’nin Ağustos ayına veya Eylül ayına kalmıştı. O zaman bunu çıkarmakla kendini sorumlu zanneden, “Çıkarmazsak bizi de devirirler, biz de gideriz.” diyen Mesut Yılmaz başbakanlığındaki hükümetti. İki gün sürekli Genel Kurul’da tartışıldı, Komisyon’da da bir haftayı buldu. O güne kadar Meclis’e gelmeyen, gelmeye tenezzül etmeyen birtakım milletvekillerinin, o 24 saat, 48 saat boyunca 
sıralarda uyukladıklarını, kendilerine verilen görev sebebiyle oradan ayrılmadıklarını görmüş bir insanım. Yine bu gözler şunu gördü: Erbakan 
Hükümetinin istifasından sonra kurulan Mesut Yılmaz Koalisyonu, 25 Kasım 1998’de Türkbank ihalesindeki yolsuzluk dolayısıyla başlatılan Meclis 
Soruşturması sebebiyle hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Bir hükümetin istifaya mecbur bırakılmasındaki sebepler nedir? Bir hükümetin bir usulsüzlük veya yolsuzluk sebebiyle hükümetten ayrılması nedir? Türkiye bunu da yaşamış oldu. Dileriz ki, bundan sonraki süreçte 28 Şubat benzeri hiçbir karanlık olay, hiçbir çirkin olay yaşanmasın. Türkiye daha da özgür, daha demokrat bir ülke olarak yoluna devam etsin. Ben SETA’ya bugünü böylesine değerlendirdiği için, siz değerli katılımcılara ve konuşmacı arkadaşlarıma da fikirlerinizi paylaştıkları için teşekkür ediyorum, hepinize iyi günler diliyorum. 

28 Şubat 1997’de, “ Post-Modern bir Darbe ” ile Hükümetin görevden uzaklaştırılmasının üzerinden 16 yıl geçti. Her darbe gibi, 28 Şubat 
da toplumun önemli bir kısmını etkileyen ciddi haksızlıklara, mağduriyetlere yol açtı. Ancak yine diğer darbelerde olduğu gibi, 28 Şubat’ın da sivil ve 
askeri sorumluları, uzun bir dönem hesap vermek zorunda kalmadılar. 2012 yılında başlayan 28 Şubat soruşturması sadece askeri kesimi kapsarken darbenin “ Silahsız Kuvvetleri ” henüz tartışma konusu dahi olmuş değil. 

Üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın devlet ve toplum üzerinde yol açtığı tahribat ve hâlâ giderilmemiş mağduriyetler SETA tarafından 
düzenlenen ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Açılış Konuşmacısı ve Oturum Başkanı, Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel, Star Gazetesi Yazarı Fehmi Koru ve SETA Hukuk ve İnsan Hakları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu’nun konuşmacı olarak yer aldığı bir panelde ele alındı. 



SETA | Washington D.C. 
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc

SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi

SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen 
Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire

***

“ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ BÖLÜM 3



 “ BİN YILLIK DARBE! ”: 28 ŞUBAT PANELİ 
BÖLÜM 3




<  Avni Özgürel: 
“Milli Savunma Bakanının katılmadığı hiçbir darbe yoktur, hatta hiçbir darbe teşebbüsü bile olmamıştır. “ >


Fehmi Koru: 

“ Bir de Liderimiz var.” diyor değil mi?

Avni Özgürel: 
Evet, teferruatını da veriyor. Bu zat tahliye edildiği gün evine gitmedi. Şoförüne getirttiği bir tabanca ile bir medya merkezini bastı, oradan silahla naralar atıyordu. Darbeleri Araştırma Komisyonunun hiçbir sonucu yok ama ben 28 Şubat’a ilişkin savcılık soruşturmasından ümitvarım. Bu kozmik odalarda 1960’larda kurulmuş tezgâhların dahi belgeleri var, hiç şüpheniz olmasın. Kim ne yapmış, kimin eli kimin cebinde, hangi olayın arkasında kim var, kim örgütlemiş. Bunlar tek tek ayrıntılı bir biçimde yazılmış, hepsi var, hepsi listelenmiş. “İlla 
cezalandırılsın” da demiyorum artık. Ben ondan vazgeçtim. Ama inşallah bunlar gün ışığına çıkar. Teşekkür ediyorum.

Bülent Arınç: 

Sayın Özgürel’e çok teşekkür ediyoruz. Anlattıklarının büyük bir kısmı bir polisiye film gibiydi: 28 Şubat sürecinin gerçek aktörleri, olayın içerisinde bilfiil bulunanlar, çıkar ilişkileri, iş adamlarının medyayla olan bağlantıları, geçmişten bu yana ülkeyi yönetmek iddiaları. 

Bunların hepsi araştırılan, konuşulan konular ama bizzat tanığı tarafından anlatılması, bizim açımızdan çok daha iyi oldu.

Her iki konuşmacımız 15’er dakika kuralına uydu. İnşallah sorularınızla da kalan kısımlarını tamamlayacaklar. Son konuşmacımız Yılmaz Ensaroğlu’nun 
çeşitli gazetelerde yazılar yazdığını da biliyoruz ama kendisinin insan hakları konusunda ayrı bir deneyimi var. Şu anda görev yaptığı hem SETA’da, hem de geçmişte insan haklarıyla ilgili kurumlarda/kuruluşlarda bizzat yöneticilik, başkanlık yapmış olması da bizim açımızdan dikkate değer. Sayın Ensaroğlu, hak ihlallerine, iddialarına veya düşüncelerine baktığımız zaman 28 Şubat’ı nereye koyabiliriz? Bu süreçte meydana gelen hak ihlalleri nelerdir? Bunları kısaca özetleyebilir miyiz? Bir de, bildiğiniz gibi TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu adlı bir komisyon kuruldu. Siz de bu Komisyon tarafından dinlendiniz ve katkı sağladınız. Komisyon’un kabul ettiği Rapor da Meclis Başkanlığına sunuldu. Bu 
aşamada “Yeni bir komisyon kurarak 28 Şubat sürecine ait özel bir inceleme yapılabilir mi?” diye tarafların sorduğu ve öğrenmek istediği konular 
var. 28 Şubat’ta özellikle hangi hakların ihlalleri söz konusu oldu? Meclis’te kurulan Komisyon’un çalışmaları konusunda ne söyleyebilirsiniz? Buyurun, 
söz sizin.

Yılmaz Ensaroğlu: Teşekkür ederim efendim. Başlarken, her darbe gibi 28 Şubat’ın da hedef aldığı kesimlere ilişkin ciddi hak ihlallerine yol açtığını, 
hatta sadece o kesimlerle kalmayıp, aslında bütün toplumun hak ve özgürlüklerini derinden etkilediğini söylemek gerek. Ama şöyle bir yanılgıya 
da düşmemek lazım: İhlaller 28 Şubat’la başlamış değil, Türkiye’de eskiden beri ihlaller var idi. Her askeri müdahale gibi 28 Şubat’ta da hedef 
alınan kesimler değiştikçe ihlalin gerçekleştiği hak alanları ya da mağdurlar da değişiyor. Yani müdahalenin yoğunlaştığı alanlar, hedef aldığı 
kesimler değişse de insan haklarını ihlal etme, bir yönetim pratiği olarak bu ülkede maalesef yıllardır değişmedi. Bugün burada hep 28 Şubat üzerine 
ve 28 Şubat’ın mağdurlarının hak ihlallerine değineceğimiz için “Başka kesimlere yönelik ihlal de yok muydu?” gibi sorulara yol açmak ve bir 
yanlış algıya yol açmak istemem. O yüzden, başlarken bunları söyleme gereği duydum.

Bu temel gerçeği hatırlattıktan sonra, 28 Şubat günü yapılan MGK toplantısı sonunda açıklanan kararlara ve bu sürecin insan hak ve özgürlüklerine 
etkilerine, diğer bir ifadeyle 28 Şubat’ın zulümlerine, biraz daha yakından bakmaya çalışalım. Tabii, 15 dakika içerisinde 28 Şubat’ın zulümlerini 
sıralamak mümkün değil ama olabildiğince gözlerinizin önünden kısa bir film şeridini geçirmeye çalışacağım. Bu karelerde kaçınılmaz olarak her hâlükârda atlananlar olacaktır. Özellikle genç arkadaşlar açısından bu hatırlatmayı zorunlu görüyorum. Çünkü hafıza tazeleme işini sürekli yapmaz ve hafızalarımızı diri tutmaz isek darbelerle ve darbecilerle yüzleşme işini de bihakkın yapamayız. 

Söze Milli Güvenlik Kurulu’yla (MGK) başlamalıyız. MGK, 1960 darbesinin ürünü olan 1961 Anayasasıyla hayatımıza girdi, 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982 
Anayasası ile ise görev ve yetki alanı genişletildi. Askerlerin ağırlıkta olduğu o dönemin MGK’sının “tavsiye” kararları hükümetler tarafından genellikle hep 
“talimat” olarak algılandı. MGK aslında toplumun zihninde de asıl iktidar organı gibi bir işlev görmeye ya da bir imaj oluşturmaya başladı. 

Refah-Yol Hükümeti’ne kadar kamuoyuna fazla yansımayan ya da çokça tartışılmayan bu iktidar kullanımı, 1997 Ocak ayında oluşturulan ve aslında Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi için hazırlanan Yönetmelik’le aleniyete kavuşmuş oldu. Başbakan birçok yetkisini bu Yönetmelik aracılığıyla aslında MGK Genel Sekreterine devretti. Bu Yönetmelik’le kriz kavramının alanı oldukça genişletildi ve kriz dönemlerinde karar vermek bir bakıma askerlere bırakılmış oldu.

Bütün bunlardan rahatlıkla anlaşılabileceği gibi, şöyle bir tablo var: MGK dediğiniz kurul, sadece memleketin “milli güvenlik” sorunlarıyla ilgilenmiyor, 
iç güvenlikten ekonomiye, eğitimden sağlık sorunlarına varıncaya kadar ülkenin tüm sorunlarına müdahale ediyor idi. İşte bu MGK, 28 Şubat 1997 günü yaptığı 
toplantıda da 18 maddelik bir dizi karar aldı ve bunu sadece Hükümet’e değil bütün bir topluma dayattı. 28 Şubat sonrasındaki süreci Bülent Bey açılış 
konuşmasında gayet iyi özetlediği için o konuya çok girmiyorum. Sonuç olarak, Refah-Yol Hükümeti’ni istifaya zorladı bu süreç. Yine 1997 yılında, askerlerin hazırladıkları Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK) ile Türkiye’nin iç düşmanları yeniden belirlendi. Bülent Bey’in de vurguladığı gibi, o zamana kadar en önemli iç düşman “bölücülük” iken yeni MASK ile “bölücülük ve irtica”nın en önemli iç düşman olduğu açıklandı. 

MASK insan hakları hareketi açısından önemlidir; çünkü MASK hangi tehdidi başa almışsa, insan hakları savunucuları da bilirler ki, bundan sonra ihlaller o alanda yoğunlaşacaktır. Nitekim 28 Şubat’a kadar Türkiye’de ihlaller ağırlıklı olarak Güneydoğu’da ve Kürt sorunu çevresinde dolanıyorken, 28 Şubat’tan sonra Müslüman/İslami kesime, dindar, mütedeyyin kişi ve kuruluşlara yönelik ihlallerde çok dramatik bir artış gözlendi. 

28 Şubat kararlarının uygulanmasını ve o uygulamanın takibini ise, ordu içerisinde oluşturulan ve Batı Çalışma Gurubu (BÇG) olarak adlandırılan bir komite yürütüyor idi. Bu Komite, bir dizi psikolojik harekât planlamaları ve uygulamalarıyla önce “irtica” tehlikesine karşı kendince bir kamuoyu oluşturdu. 

Ardından dindar insanların şirketlerine karşı ambargolar uyguladı, namaz kılan veya başörtülü olan kamu görevlilerini ya da eşleri başörtülü olan kamu 
görevlilerini fişledi ve bunların üzerlerindeki baskılar arttırıldı. Bunun yanı sıra, üniversitelerde başörtülü öğrencilerin derslere girmelerine yönelik yasaklamalar 
genişletildi. 

Bu sürecin hatırlanması gereken önemli bir boyutu daha var. Her ne kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinden kimi yetkililer, bir hiyerarşi içerisinde bütün bir 
Silahlı Kuvvetlerin 28 Şubat kararlarının arkasında olduğunu söylediyse de, aslında ordu bünyesinde bir cuntanın oluşturulduğu ve bu cuntaya bağlı olarak 
BÇG’nin bu uygulamaları sürdürdüğü çok sıkça gündeme getirildi. 1997 yılının son günlerinde ise bu görevi sürdürmek üzere Başbakanlık Takip Kurulu 
oluşturuldu ve BÇG’nin görevlerini, sorumluluklarını bu Kurul yürütmeye başladı. 

< Müdahalenin yoğunlaştığı alanlar, hedef aldığı kesimler değişse de insan haklarını ihlal etme, bir yönetim pratiği olarak bu ülkede maalesef yıllardır değişmedi. >

Bu dönemde bu uygulamalara karşı çıkan birçok entelektüel, aydın, gazeteci ve siyasetçi hakkında soruşturmalar, davalar açıldı. 

Buna karşılık Cunta ve uygulamalarına ilişkin kimi komutanlar hakkında da suç duyurularında bulunuldu. Ama bu suç duyuruları genellikle sürüncemede 
bırakıldı ve daha sonraki aylarda da “baskı sürecinden kişisel olarak zarar görmedikleri ve suç duyurularının askeri savcılıklara yapılması gerektiği” ileri 
sürülerek reddedildi. 

Bir diğer önemli ihlal alanı ise örgütlenme özgürlüğü yani dernek, vakıf ve siyasi partiler alanı idi. İslami kesimin kurduğu dernekler ve vakıflar bu dönemde 
yoğun baskı altına alındı. Birçok kuruluş güvenlik görevlilerince sık sık basıldı, haklarında davalar açıldı. Çok çarpıcı bir örnek olduğu için birini birazcık açmak 
istiyorum: Ankara’daki Vahdet Dostluk ve Eğitim Vakfı. Vahdet Vakfı, vakıf senedindeki “gaye”ye göre “cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlüler ile ailelerine 
maddi ve hukuki yardımlarda bulunmak” amacıyla kurulmuş olan bir vakıf. Yıllardan beri de yardımlarını savcılıklar ve cezaevleri yönetimleri aracılığıyla tutuklu ve hükümlülere ya da onların dışarıdaki ailelerine ulaştıran bu vakıf, 28 Şubat sürecinde aniden basıldı, tüm yöneticileri Terörle Mücadele Şubesince gözaltına alındı ve ardından da tutuklandılar. Tabii, bu arada Vakıf’ın bütün belgelerine el konuldu, “terör örgütlerine yardım veya yataklık yaptıkları” suçlamasıyla yargılanan vakıf yöneticileri aylarca süren uzun bir tutukluluk sürecinden sonra beraat ettiler. Milli Gençlik Vakfı, Zehra Vakfı, Hak Yol Vakfı, Akabe Vakfı, İslami Dayanışma Vakfı başta olmak üzere, gene İslami kesimin kurduğu vakıfların neredeyse tamamının şubelerinin yanı sıra, 21 vakıf 28 Şubat döneminde kapatıldı, 7 vakfın da malvarlıklarına el konuldu. Vakıfların şubelerinin kapatılması ve malvarlıklarına el konulması sorunu üzerinden 16 
yıl geçmiş olmasına rağmen hala çözülmüş değil. 

28 Şubat öncesinde de keyfi gözaltı uygulamaları vardı ancak bu dönemde hedef alınan kesime yönelik, çok rahatlıkla din özgürlüğü bağlamında 
değerlendirebileceğimiz gözaltılar bir hayli arttı. Bilhassa büyük çoğunluğunu sekiz yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitim yasasına karşı yapılan açık hava toplantıları, mitingler ve gösterilere katıldıkları, Kılık Kıyafet Yasası’na, Devrim Kanunlarına aykırı bir biçimde giyindikleri - örneğin sarıkla caddede dolaştıkları gerekçesiyle - ya da “yasadışı zikir ve toplantı düzenledikleri” 

– “ Yasal Zikir ” nasıl oluyor tabii onu bilmiyoruz - gerekçesiyle gözaltına alınanların yanı sıra, 28 Şubat politikalarına aykırı vaaz veren din görevlilerinden çok sayıda kişi gözaltına alındı. İnsan hakları örgütleri 1998 ve 1999 yıllarında, her yıl için yaklaşık 30 bin civarında ihlal tespit etmişti ki, bu rakamlar fotoğrafın tamamını da göstermiyor. 


Çünkü o dönemde ben bizzat bu izleme ve raporlama işini yapanlardan birisiydim; gerçekleşen ihlallerin birçoğuna ulaşamıyor idik. 

28 Şubat sürecinde ayrıca, din ve din eğitimi üzerindeki devlet denetimini pekiştirmek ve çocuğun din eğitimi alabileceği süreci kısaltmak amacıyla 
Sekiz Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasası çıkarıldı. Bu Yasa ile imam hatip okullarının orta kısımları doğrudan, lise kısımları da dolaylı olarak kapatıldı. 
Çocukların 5. sınıfı bitirinceye kadar, tatillerde dahi, resmi Kur’an kurslarına gitmeleri yasaklandı. YÖK, ilahiyat mezunlarının öğretmenlik haklarını ellerinden 
aldı. Yurtdışında ilahiyat bitirenlerin denklikleri ise iptal edildi ve bunun sonucu olarak emeklilikleri neredeyse yaklaşmış 135 öğretmen bir gün içerisinde lise 
mezununa dönüşüverdiler. Aynı şekilde, Yüksek Askeri Şura kararıyla ordudan atılanlar oldu. Merkezi vaaz uygulamasıyla birçok camide vaaz yasaklandı. 
Ayrıca tüm din görevlilerinin, yani sadece medya değil, Milli Güvenlik Akademisi tarafından brifinglere tabi tutulmalarına karar verildi. 

< Kamu görevlilerinin yanı sıra, sivil toplum örgütü temsilcileri ve sivil vatandaşlar inançlarından ötürü işte fişlenmeye başladılar. >

Darbecilerin bir başka uygulaması daha vardı: 

12 Eylül cuntasının lideri “Tarafsızlığımıza halel gelmesin diye bir sağdan bir soldan astık.” demişti. 28 Şubatçılar da “Diğer din mensuplarına da birazcık zulmedelim ki çok da tarafsızlığımıza halel gelmesin.” diye düşünerek başta 
Süryaniler olmak üzere gayrimüslimler üzerinde de baskıları arttırdı. Hatta o dönemde bazı kiliselerin kapatılarak depo haline getirildiğini tespit etmiş idik. 

Siyasi partiler bağlamında ise, önemli aktör olarak Refah Partisi ve onun ardından da Fazilet Partisi “laiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları” gerekçesiyle kapatıldılar, liderleri ve birçok yöneticileri siyasetten men edildiler. Ama aynı dönemde Emek Partisi ve Demokratik Kitle Partisi de “programlarında Kürt sorununa barışçıl çözüm öngördüklerinden” dolayı kapatılmıştı. 

Ne de olsa, diğer iç düşman da bölücülüktü.

Bu dönemde RTÜK üzerinde ciddi operasyonlar yapıldı. RTÜK Başkanı Orhan Oğuz, o dönem istifa etmek zorunda kaldı. Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve Akın Birdal başta olmak üzere birçok isim hakkında andıçlar hazırlandı. Ülkede Gündem ve Emek başta olmak üzere kimi gazetelerin ve dergilerin Olağanüstü Hal Bölgesi’ne tamamen keyfi bir biçimde sokulmadığını hatırlıyoruz. Medyaya yönelik çok ilginç bir ayrımcı politika vardı: Bazı haberleri akredite olmuş 
gazeteler ya da dergiler yayınladıkları zaman herhangi bir sorun olmazken, onlardan alıntılayan Selam gazetesi, Haftaya Bakış dergisi gibi yayınlar 
hakkında yoğun soruşturma ve davalar açıldı.


Bu dönemde cezaevlerinde de sorunlar, ihlaller, eylemler ve ölümler arttı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki 11 kişi de dâhil olmak üzere toplam 28 kişi yaşamını yitirdi. Refah Partili, Kayseri, Sincan ve Sultanbeyli Belediye Başkanları yaptıkları konuşmalar veya işlemler yüzünden yargılanıp haklarında cezalar verildi. 

Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız o dönemde 4 yıl 7 ay, aynı programda konuşan gazeteci-yazar Nurettin Şirin ise 17 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Bu kişilerin işledikleri suç “Lübnan ve Filistin’de faaliyet gösteren bazı örgütlerin üyesi olmak ve bu örgütlerin propagandasını yapmak” idi ama herkes şöyle 
düşünüyordu: “Aslında bu cezalar Refah Partisinin kapatılmasının meşrulaştırılması, açılan kapatma davasına/kararına, gerekçe/delil oluşturmak amacıyla verildi.” Yine dönemin Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ile ilgili yargı sürecini hatırlamakta yarar var. Şükrü Karatepe hakkında yaptığı bir konuşmadan ötürü soruşturma açıldı. Bilirkişiler “konuşmada suç unsuru olmadığı”na dair rapor verince Savcılık Karatepe hakkında “dava açılmasına yer olmadığına” karar verdi. Ama bu sefer, o Rapor’dan ötürü üç bilirkişi akademisyen hakkında soruşturma açıldı. “Bir vatandaş”ın itirazı üzerine Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) - genç arkadaşlar belki hatırlayamayabilirler ama o zamanlar bir de Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı – açılan davada Savcı “isnat edilen suçun unsurlarının oluşmadığı” gerekçesiyle sanığın beraatına karar verilmesini talep etmesine rağmen Karatepe hakkında TCK 312. madde gereğince bir yıl hapis cezası verildi. 

     Bu maddenin önemi şurada: TCK 312’den bir gün de ceza alsa, Belediye Başkanı görevinden alınacaktı. Karatepe kararı temyiz etti ancak bazen yıllarca dosyaların ele alınmadığı Yargıtay’da Karatepe’nin dosyası Türkiye yargı tarihinde görülmedik bir biçimde, büyük bir hızla onaylandı ve cezası infaz edilmek üzere hemen geri gönderildi. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***