27 MAYIS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 MAYIS etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2017 Cuma

TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ BÖLÜM 1


TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ  BÖLÜM 1


SÜLEYMAN KOCABAŞ

SÜLEYMAN KOCABAŞ
suleymankocabas@kayserihakimiyet2000.com

15 Eylül 2014 - 17:19:08
    
TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE   İDAMLARIN İÇYÜZÜ,
ADNAN MENDERES – FATİN RÜŞTÜ ZORLU VE HASAN POLATKAN’IN İDAMLARI 15- 16 EYLÜL 1961
                                                               

TAKDİM

      Bugün 16 Eylül 2014, yarın 17 Eylül, bundan 53 üç yıl önce 16 – 17 Eylül 1961’de Başbakan Menderes ve iki arkadaşı, 27 Mayıs 1960 Darbesinin 
tezahürlerinden olarak  İmralı adasında idam edilmişlerdi.                  

       27 Mayıs 1960 Darbesi, Demokrat Parti Genel Başbakan ve Başbakan Adnan Menderes’in, 14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri ve ardından gelen  1954 ve 1957 seçimlerini kazanması sonucu, 1950 – 1960 zaman dilimindeki “Menderes Dönemi” olaylar zincirinde, Türk Silahlı Kuvvetleri içinden daha 1954’de kurulmaya başlanılan  darbeci bir cunta tarafından bir “gece baskını” şeklinde kendisini göstermiş “hükümet darbesi” idi.
       Darbenin gerekçelerinden olarak, esasında hiçbir ciddi geçerliliği olmayan  Başbakan Menderes’in “Ülkeyi diktatörlüğe ve kardeş kavgasına doğru götürüyor” denilerek yapılan darbı sonucu, “sanıklar” denilen başta Cumhur başkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar, Demokrat Partili Milletvekilleri ve çok sayıda   bürokrat tutuklanarak, Marmara’da bir ada Yassıada’ya yargılanmak için götürülmüşler, darbe yönetiminin “bir ihtilal mahkemesi” statüsünde kurduğu Yassıada Mahkemesinde haklarında 19 dava açılarak 14 Ekim 1960 – 15 Eylül 1961 tarihleri arasında yargılanan bunların aldıkları cezalarla ilgili  kararlar 15 Eylül 1961 açıklanarak mahkeme son bulmuştu.
        Yargılananlar, başta idam cezaları olmak üzere, müebbet hapis, hapis, siyasi  yasaklı hale gelme , memuriyetten men vb. cezaları almışlardı.
        Bu cezalar içinde, o günden  bu güne haklılığı veya haksızlığı  çok tartışılan, benim bir tarihici yazar olarak ciddi gerekçelerinin olmadığını gördüğüm Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı  Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları olmuştur. Tarihimize  “Kaka Leke” olarak gecen ve üstelik de bütün normal kanunu teamüller aşılarak “jet hızı” ile yapılan bu üç idam, bütün tafsilatıyla bu yazı dizimizde anlatılmıştır.

        Okuyucularımıza faydalı olması dileğimdir. 

İdam Cezası Alanlar, Gerekçeleri ve Oylama Oranları

       İdam cezası alanlar:  Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de açıklandı.  İdam cezası verilen 14 kişi şunlardı:  Celal Bayar, Adnan Menderes, 
Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sançar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman.
Ayrıca, Anayasayı ihlal suçundan  31 kişiye de idam cezası verilmiş, buların cezası yine YAD hakimlerinin kararıyla  Türk Ceza Kanunu’nun 59. maddesine göre müebbet hapse çevrilmişti.
İdam gerekçeleri: İdam kararı verilenlerin hepsi de Anayasayı İhlal Davasından, Anayasayı ihlal ile bunu cezalandıran TCK’nun 146 /1 maddesi ve  “şiddet kullanmak” a yönelik 188. maddesinden ceza almışlardı. Bu ana davanın dışında, yargılandıkları çeşitli dava konularından da bunların Anayasayı İhlal Davası ile birleştirilmesi sonucu  üst üste birkaç idam cezasına çarptırılmışlardı.

İdam kararı vermede oy oranı: Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idam kararları Yüksek Adalet Divanına üye hâkimlerinin “oy birliği”, diğerlerinin kararları ise “oy çokluğu” ile olmuştu.
İdamların Gizli Sebepleri I

“İhtilalin Meşruluğu İçin” Yargılama Yapılması ve Ceza Verilmesi

       “Yassıada’da yargılananlardan Celal Yıldırım, 27 Mayıs’ı “hakiki bir facia haline getiren olayın Yassıda Mahkemesi olduğunu” şöyle dile getirmişti: “ Ben şahsen bu darbeyi bir tabiat afeti sayıyorum. 27 Mayıs’ı bir zelzele, bir su baskını, bir yangına benzetirim. Bence asıl 27 Mayıs’ı bir facia haline getiren mahkeme safhası olmuştur.” (Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, İstanbul, 1975, s. 399) “Bütün hazırlığı tamamdı bunların. Kan akıtmadan, can almadan ihtilal meşru sayılmazdı.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, İstanbul, 1973, s. 158)
Yassıada Mahkemesinin cezai kararlar yönünden en çok tartışılan ve tenkit edilen yönü, “İhtilalin meşruiyetini ortaya koymak için suçlular ihdas edilmek ve bunlara mutlaka ceza verilmek isteniliyordu” görüşü etrafında yapılan tespitler ve yorumlar olmuştu. Yargılananlardan Mithat Perim, “Milli Birlik Komitesi, Demokrat Parti iktidarının  Yassıada’da tutuklu bulunanlarından baş istiyordu” görüşlerine yer verir. (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 22). Alınmak istenen “baş” sayısı hakkında da gazeteci yazar B. Faik şunları yazar:“Suphi  Gürsoytrak (MBK üyesi), İrtibat Bürosunda (İstanbul’da Yassıada ile irtibat bürosu)  toplanmış 30 – 40 subayın önünde: ‘En az 50 – 60 kişiyi asmaz isek, ihtilalin meşruiyeti sarsılır’ sözünü tam o günlerde söylemiştir. Ve İstanbul Radyosunun bir odasında idam sayısının 50’den az olmaması icap etiğini, aksi halde ihtilalin meşruiyetini kabul ettirmenin zor olacağını söyleyen gene Komite üyelerinden biri, Mucip Ataklı idi.” Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, İstanbul, 1967, s. 15)

Gürsoytrak ve Ataklı, yukarıdaki sözlerini Yassıada dışında söylemekle kalmamışlar, Yassıada’ya gelerek, burada mahkeme başkanı Salim Başol ile görüşüp ondan en az 60 kişiye idam cezası verilmesini istemişlerdir. Görgü tanığı olarak, Yassısada Komutanı Yarbay Tarık Güryay’ın söyledikleri: “Bir gün  Milli Birlik Komitesinin iki üyesi  Mucip Ataklı ile  Suphi Gürsoytrak öğle yemeğine geldiler, dediler ki, ‘Yemeği senin odanda yiyeceğiz.’  Mahkeme Başkanı Salim Başol’u da çağırdık ve dördümüz yemek yedik. Yemek yerken bunlar konuyu açtılar ve Salim Başol’a dediler ki, ‘Reis bey, kararlarda 60’dan aşağı idam kararı verirseniz, biz,  yani Milli Birlik Komitesi gayri meşru oluruz. Yani 59 kişi bizi meşru kılmaz…’
Başol da bunun üzerine dedi ki: ‘Bu kararları tek başıma ben verecek değilim. Dosyaları heyet olarak inceleyeceğiz. Belki yüz kişi asarız, belki üç kişi asarız. Bu benim tek başıma vereceğim bir karar değildir….’ Onlar da dediler ki: ‘İşte mümkün olduğu kadar fazla olsun…” (Emin Çölaşan, Unutulmayan Söyleşiler Tarihe Düşen Notlar, İstanbul, 2006, s. 106)

İnfazları  İmralı adasında yapılacağı için idam edileceklere,  80 mezar kazılması istenmiş, İstanbul savcılığından 5 cellat ve 5 adet de idam sehpası talep edilmişti. İstanbul savcısı sızlanmış: “Ben bu kadar celladı nereden bulayım” diye. Elde kadrolu yalnızca bir cellat varmış. İmralı Cezaevi  Müdürü Ahmet Acarol, “Bu emri üç ay önce (Haziran 1961’de) yerine getirdik. Zeytin ağacı dikeceğiz diye 80 mezar kazdık” der. (.M. Ali Birant, Demirgırat Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul, 1987, s. 265)

Yargılanan ve mahkum olanlardan Karanis’e göre,  Yassıada Mahkemesine daha önceden “Ceza alacaklar kontenjanı verilmiş”, cezalandırma sayıları buna göre yapılmıştı.  Berat ettirilen 45 milletvekilinin  oy birliği ile suçsuz sayılması bunun bir delili imiş. Sonra, dört idam kararının da “oy birliği” ile alınmasında bu kontenjan etkili olmuştur ki, bunlar Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’dı.
MBK üyelerinin  bir kısmı (özellikle CHP yanlısı olanlar), Yassıada Mahkemesinden mutlaka mahkumiyet ve idam kararı çıkması gerektiğini daha mahkeme sürecinde istemişler, 14’lerden Dündar Taşer’in  yargılananlardan  Necmettin Önder’e  anlattıklarına göre bununla ilgili bir sohbet sahnesi MBK üyeleri arasında şöyle cereyan etmişti:
“İhtilalin takriben beşinci ayı  sıralarında (Ekim 1960 ayı) bir gün Mucip  Ataklı, Emanullah Çelebi, Fazıl Akkoyunlu ben ve bazı arkadaşlar bir arada iken Ataklı birden bire:
‘İnfazları nasıl yapacağız?’ diye ortaya bir soru attı. Ben hemen atılarak:
‘Bu nasıl söz? Henüz muhakeme edip haklarında karar verilmemiş insanlar hakkında böyle nasıl  konuşabiliyorsunuz? Hele ölüm cezaları verileceğini nereden biliyorsunuz?’ dedim.
‘Verirler…Verirler  ölüm kararı’ dedi.  Ben tekrar:
‘Olmaz öyle şey!’ deyince  hiddetlendi.
‘Buna karşı gelecek olanın alnının ortasına tabancanın namlusunu dayarım’ diye gürledi.
‘Bana bak Ataklı! Biz birbirimizi gayet iyi tanırız. Kimin kaçtığı kimin kovaladığı malumdur. Otur oturduğun yerde. Senin o ölü koyun göz önü patlatırlar sonra…’ diye karşılık verdim.
‘Zaten siz bir gün bizi paketleyeceksiniz…’ (O günlerde henüz 13 Kasım 1960 darbesi olmamış, 14’ler tasfiye edilmemişti) dedi. Emanullah Çelebi de ondan tarafa çıkarak söz aldı. İleri geri söylenmeye başladı. Fazıl Akkoyunlu (14’lerden)  tabanca çekip üzerine yürüdü. Vahim bir çatışma güçlükle önlendi.” (Necmettin Önder, Siyasi Hesaplaşma Yahut 27 Mayıs, Ankara, 2008, s. 177)

İdamların Gizli Sebepleri II

Darbecilerin Kişilere “Düşmanlığı” ve “İntikam”  Almak İstekleri
       Darbecilerin darbeden önce, “aşırı düşmanlık duydukları” denilen kimselerin bulunması ve bunlardan “intikam” alırlarcasına özellikle idam cezasına “mutlaka çarptırılmak istenilenler” denilenler, idamlarına oy birliği ile karar verilen Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan olmuştu.
“Darbenin baş suçluları Bayar – Menderes” denilen bu ikiliden ”Bayar’ın MBK tarafından “mutlaka idam edilecekler kontenjanı”na sokulmasının birçok sebepleri vardır.

Bayar ile ilgili sebepler:

a-Bir kere,  Cumhurbaşkanı Bayar, İnönü ile “ebedi dargınlığı” olan birisi idi. İkisi de Atatürk ve Devrimlerine “candan bağlı” kimselerdi. Aralarındaki ihtilaf, bunlara muhalefetten değil, ülke yönetiminde “metot farkı” , “makam paylaşmak” ve “şahsi kin ”den meydana gelen ihtilaftı. İnönü ve ekibinin yönetim anlayışı, “Seçkinci –Devletçi – Devrimci”, Bayar ve ekibininki ise “Liberal – Evrimci – Muhafazakâr” anlayıştı. Atatürk döneminde Başbakan  İnönü,  Atatürk’ün kendisine danışmadan Bayar’a İş Bankası’nı kurdurması, onu İnönü’den habersiz  hükümete İktisat Bakanı olarak ataması ve İnönü’yü başbakanlıktan indirince yerine Bayar’ı getirmesini  hazmedememişti. Bayar’ın İnönü’ye  “şahsi kini” ne sebep,  oğlunun ölümünde İnönü’nün rolünün bulunduğuna yönelik iddialardır.

Sonra, İnönü, Bayar’ın Genel Başkanı olduğu DP’nin üst üste üç seçim zaferi kazanmasını hazmedemeyip DP’ye yönelik  “kırıcı ve yıkıcı muhalefet” e başlaması sonucu Bayar’ın İnönü’ye olan düşmanlığını daha da artırması, bardağı taşıran son damla olmuştu. Öyle ki, Bayar bu  büyük ihtilaflar sebebiyle 10 yıllık cumhurbaşkanlığı süresince İnönü ile Çankaya köşkünde yalnızca bir defa, o da 1953’de  Cumhuriyet Halk Partisi’nin mallarına el konan kanun çıkarılırken İnönü’nün isteği üzerine yaptığı 10 dakikalık görüşme olmuştu.
Bayar, İnönü’yü hiçbir resmi kutlama ve resepsiyonlarına davet etmemişti. İşte, 27 Mayıs darbesinin arifesinde İnönü – Bayar arasındaki ihtilaf böyle ayyuka çıkmıştı.

Darbeden sonra yargılamalar, âdeta DP’lileri CHP adına yargılamak, özellikle sanıkları, İnönü ile olan “çekişme ve ihtilafları” sebebiyle onları “İnönü adına yargılamak” ağır basınca, bu sebepten dolayı zaten İnönü ile “baş ihtilafçı” olan Bayar’ın bundan dolayı  “en ağır ceza” idamlığa mahkum edilmemesi mümkün değildi.

b- “Darbeye giden yolda  Bayar mı yoksa Menderes mi daha çok hatalı?” yorumları yapılırken  “Bayar hatalı” hükmüne varılması, bir çok konuda Menderes’i onun azmettirmesi  de “baş suçlular” dan denilen Bayar’a “mutlak idam cezası”nın verilmesinin diğer bir sebebi olmuştu. Hele Menderes’in, Yassıda da yargılanırken zaten “mahkemenin bir  parçası” olarak hareket eden Ada Komutanı Güryay’a (yazdıkları doğru ise) “Bayar’ın sözünü dinlemeseydim şimdi ben burada olmazdım” diyerek bütün suçu Bayar yüklemek gibi bir pozisyonun içine girmesi de bunda etkili olmuş, siyasi gözlemciler  de hep, “Bayar olmasa Menderes İnönü ile anlaşırdı” yorumları yapmışlardır.

c-Bayar’ın “askerlerle ihtilafından olarak” denilerek, “Darbeye yeşil ışık yakan” denilen 22 Mayıs 1960 Harp Okulu Yürüyüşünü müteakip, Çankaya’da yapılan bunu  değerlendirme toplantısında Bayar’ın “Harp Okulunu tenkil etmeli” şeklinde görüş belirtmesinin “Harp Okulunu İmha etmek” e yorumlanıp, darbeden sonra bunun “Yalan Furyası”ndan olarak yoğun propagandasının yapılması da subayların Bayar’ı kendilerine düşmanlık sebebiyle “bir numaralı hedefleri” haline getirmiş, bu sebepten bu ona MBK’nin “Askere düşmanlık sebebiyle  idam edilecekler kontenjanı”na alınmasına sebep olmuştu.
“Bayar’ın Harp Okulu’nu imha planı” yalan propagandası, Bayar ve arkadaşları daha Harp Okulunda tutuklu iken ortayı çıkmış, bunun etkisiyle galeyan gelen  darbeci subaylardan Harp Okulu Komutanı  Sıtkı Ulay ve  Haydar Tunçkanat’ın  tutuklu DP’lileri “kurşuna dizmek” istediklerinden, bunun engellendiğinden bahsedilmiştir.

Menderes ile ilgili sebepler:

a-Darbeciler nezdinde Bayar’dan sonra, belki de önce, Bayar Cumhurbaşkanı olarak Anayasa gereği “yönetimde sorumsuz”, Başbakan Menderes ise “yönetimde baş sorumlu” olduğu için darbecileri ilk hedefleri arasında idi. Menderes dönemi ve 27 Mayıs darbesini anlatan kitaplarımızda bahsettiğimiz üzere, darbe sebepleri sayılır ve bunun mesulü aranırken yönetimin başı olarak bütün suç Menderes’in üzerine yüklenmiş, “yönetimden mutlaka gitmesi gereken şahıs” olarak değerlendirilmiştir.

b- Başbakan olması sebebiyle Menderes’in Bayar’a nazaran İnönü ile olan ihtilaf ve çekişmeleri daha açık, kırıcı ve yıkıcı olmuştur. Zaten DP’liler,  CHP ve  İnönü’ye muhalefetten ana ekseni etrafında yargılandıkları için, İnönü ile daha çok saçla –başla mücadele eden Menderes’in MBK’nin  “idam edilecekler kontenjanı” nın baş sıralarında bulunmaması mümkün değildi.
c- Menderes’in orduya karşı “kötü tutumları” ndan  olarak iki hususu  ön plan çıkarmak mümkündür. Bunlardan birincisi, sürekli özlük haklarının kötülüğünden, bu cümleden olarak aldıkları maaşlarla geçinemediklerinden ve bu durumlarının düzeltilmesi için Menderes’e sürekli dosyalar veren subayların, bu isteklerinin dikkate alınmaması da darbenin sebeplerinden birisi olarak “subayların özlük haklarının düzeltilmesi” olmuş, bunu düzeltmeyen Menderes’ten onu idam cezası vermek suretiyle “intikam” alınmak istenildiği üzerinde durulmuştur.
İkincisi, Menderes’e atfedilen, orduyu küçük düşünmeye yönelik olarak “Ben orduyu yedek subaylarla idare ederim” demesi gibi sözleri söylediği şayiaları da subayları onun aleyhine çevirmiştir. Menderes ise, böyle bir söz sarf etmediğini, bu sözün kendisine iftira olarak atılan sözlerden olduğunu söylemiştir. (Orhan Erkanlı, Anılar, Sorunlar ve Sorumlular, İstanbul, 1972, s., 347)

Polatkan ve Zorlu ile ilgili sebepler:

Bayar ve Menderes’e yönelik yukarıdaki sebepler dışında,  Polatkan ve Zorlu’nun “MBK’nin idamlar kontenjanı”na alınması ve bunlara oybirliği ile idam cezası verilmesinin sebepleri de  görevleri sırasında “Subayları aşırı şekilde darıltmaları” gösterilmiştir.  Maliye Bakanı Hasan Polatkan, subayların özlük haklarını düzeltmeye yönelik olarak maaşlarının artırılmasını gerek  Kabine ve gerekse  TBMM’nin bütçe konuşmalarında engellemiş, Meclis’te bunun aleyhine konuşurken, görüşmeleri izlemek için oraya gelen pek  çok general ve subay, “pek büyük bir üzüntü ile salonu terk etmişlerdi.” (Fikri Karanis,Koltuk Değnekli Demokrasi  ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul, 1996, s. 470)
Bu sebepten Polatkan, “Oy birliği ile idam edilecekler kontenjanı”na alınmıştı. Bu tezi kuvvetlendiren bir delil de, Yassıada’da yargılananlardan Gıyasetttin Emre’nin hatıralarında yazdığına göre, Yassıada Mahkemesi duruşmalarında kendisini göstermiş, mahkeme başkanı Salim Başol, subayların özlük hakları ile ilgili olarak Menderes’e hitaben şunları söylemişti: “Menderes! Siz 10 senede 97 milyon yatırım yaptınız. Köylüsü, bakkalı, çakkalı her kim elini cebine atsa binlik demetler çıkarıyor. Omuzlarında şeref yıldızı taşıyan bu şerefli subaylar ise ya bordum katında ya da dam altında barınmak mecburiyetinde kalmak zorunda kalmışlardır. Eğer sizin ‘millet – millet’ dediğiniz o güruha yapmış olduğunuz hizmetlerin yüzde birini bu şerefli insanlara yapmış olsaydınız, bugün bu akıbete maruz kalmazdınız. Onlar gelsinler sizi kurtarsınlar bakalım, nasıl kurtaracaklar?” (Gıyasettin Emre, Malakat Medrese’den Meclise  Meclisten Yassıada’ya, İstanbul, 2006, s. 306)
Yine yargılananlardan Baha Akşit’in anlattıklarına göre, darbeciler darbelerini  “özlük haklarını düzeltmek” e yönelik yaptıkları, sanıkları bu sebepten yargıladıklarına dair kendilerinin koğuş nöbetlerini tutan teğmen ve üsteğmenlerin şunları söylediklerinden bahseder: “Biz bodrumlarda yatarken siz saraylarda oturur musunuz? Tabii işin akıbeti böyle olur. Biz sıkıntı çekerken siz bolluk içinde olursanız mesele böyle sonuçlanır.” Nezahat Belen, Türkiye’ye Damgasını Vuran Bir Dönem, Bir Olay Bir Yaşam Dr. Baha Akşit, İstanbul, 1995, s. 125)
Polatkan’ın idamı ile ilgili olarak Yılmaz Çetiner’in yazdıkları: “  Albay Osman Köksal (Çankaya Muhafız Alayı Komutanı), ‘Biz’ diyordu, ‘burada zeytin ve kuru fasulyeye talim ederken, hemen yanı başımızda (Çankaya Köşkü)       havyar yiyorlar, en lüks yemeklerle sofralarını donatıyorlardı. Davetler, içkiler, âlemler… Kadınlar güya konser veriyorlardı Köşke, Bir çümbüş, bir cümbüş.’
Sonra üniformasını gösterip ilave ediyordu:
‘ Bir sivil elbise alacak mali gücüm yok. Üniforma ile bir eğlence yerine gidemezsiniz. Yer bile vermiyorlar. Gazozcu diyorlar subaylara. Bir başka şey içemezmişiz paramız olmadığı için. Evimde üç beş parça tahta mobilya var. Taksitle aldım. Taksitleri ödemekte bile zorluk çekiyorum. Bir albay futbol maçlarına bile gidemez mi?’
Kanımca Albay Köksal şikayetlerinde yüzde yüz haklıydı. O yıllarda subay maaşları çok düşüktü gerçekten Silahlı Kuvvetlerden hep buna dair şikayetler geliyor, fakat hükümet bunları dikkate almıyordu. Basireti bağlanmıştı sanki. Ama maaşlar az diye ihtilali kafaya koymak da,  demokraside kabul edilebilecek bir mazeret değildi.
Dayım Albay Fahri Çoker anlatmıştı.
İhtilalden birkaç ay önce Milli Savunma Bakanlığında Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının durumlarını düzeltmek için bir yasa tasarısı hazırlanmış. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a götürmüşler. Polatkan’ı güçlükle görebilmişler.  Bakan dosyayı fırlatıp atmış.
‘Böyle bir tasarıyı kabul etmiyorum’ demiş.
Ben de bunu  Burhan Belge’ye aynen söylemiştim.
‘Hocam,Adnan Bey, bu olayı duysa sanırım bir önlem alır. Çare bulur. Askerler gerçekten büyük sıkıntı çekiyorlar’ diye, ama başbakanın bunları duyacak, duysa bile önlem alacak hali  yoktu ki!” (Yılmaz Çetiner, Nefes Nefese Ömür, İstanbul, 2005, s. 336)
Zorlu için  “idam” ve “oybirliği ile karar” sebebi şu imiş:  Genelkurmay Harekat Başkanı  Şerafettin Koniray Paşa,  Yasısada’da yargılananlardan Fikri Karanis’e anlatmış: “Dışişleri Bakanı, her toplantı evveli, genellikle bakanlıkta, bazen de Genelkurmay’da  NATO‘da görevlilerle müzakereler yapar, bir masa etrafında, konuları tartışmaya açar, katılacakları toplantılara çok iyi hazırlanmalarını tembih ederdi.
Son derece titiz bir insandı. Hiçbir noktanın ihmal edilmesine razı olmaz,  böyle bir durumda da sinirlendiğini belli ederdi. Özellikle 1960’dan evvel yapılan toplantılarda, albay veya general olsunlar, görevi ciddiye almada gördüğü aksayan noktalar üzerinde fazlaca sinirlenmiş, bir defasında da dosyayı masanın üstüne fırlatmıştı. Bunun sonucu olarak yapılan toplantıya da hiçbir görevliyi beraberinde götürmemişti.
Bunlar, Silahlı Kuvvetlerde dedikodusu yapılan konulardı. Bu yüzden F. Rüştü Zorlu’ya kin besleyenler çoktu.” (Fikri Karanis, Koltuk Değnekli Demokrasi ve 27 Mayıs Darbesi, s. 471)
Zorlu ile ilgili Milli Savunma Bakanı yaveri ve darbeci cunta üyelerinden Adnan Çelikoğlu’nun yazdıkları: “Fatin Rüştü Zorlu ise, 1950’den sonra ordunun ihmal edilmesi, askerlerin kenara itilerek dışişleri bakanlarının, Amerikan yardımı yönünde gösterdiği yaklaşım ve askerleri küçük gören tutumu, ordu içinde nefreti temsil ediyordu. 27 Mayıs 1960’ a kadar Fatin Rüştü Zorlu, Amerikalılardan iki zırhlı tümen teçhizatı ve silahı koparmak için savaştı. Halbuki Türkiye,  zırhlı tümen gibi çok büyük manevra sahası isteyen bir arazi yapısına sahip değildi ve muharebeyi kabul ettiği sahalarda, bu tümenler kullanılamazdı. Ama F. Rüştü Zorlu, askeri stratejiyi bilmiyordu ve projeye karşı gelen generalleri emekli etmekte bir mahzur görmüyordu.” (Adnan Çelikoğlu, Bir Darbeci Subayın Anıları 27 Mayıs Öncesi ve Sonrası, İstanbul, 2010, s. 136)
Darbenin daha ilk haftasında, darbenin lideri Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in Bayar – Menderes  Zorlu – Polatkan dörtlüsünün, oy birliği  ile idam cezası alacaklarını ve bunların infazına MBK tarafından izin verileceğini nereden biliyordu? 27 Mayıs rejiminin Adalet Bakanı Amil Artus, o günlerde Gürsel’den şunları işitmişti: “Celal Bayar, Adnan Menderes, F. Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkında ölüm cezasına hükmedilirse, bu ceza infazına Komitede izin verilebilir.” (Amil Artus’un Anıları, Milliyet, 24 Mart 1967)
Bütün gelişmeler, darbecilerin bu dört siyasinin idamı yanlısı olduğu, mutlaka idam cezasına çarptırılmaları gerektiği ve idamlarının infazının mutlaka yapılmasına yönelik olduğunu göstermektedir. Bunların gerçekleşmesi için öyle ki, daha  Yüksek Adalet Divanı kurulurken, seçilecek hâkimlerin “Darbecilerin istediği idam kontenjanı verecek şekilde” seçildiği anlaşılmaktadır. Alpaslan Türkeş bunun böyle olduğunu hatıralarını anlatırken açıklar. Adalet Bankı Amil Artus MBK üyelerine şunları söylemiş:” Şu hâkimi tayin edersek, sizi dinlemez, idam kararı vermez. Ama şu hâkim sizi dinler, ne isterseniz yapar.” (Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, İstanbul, 1994, s. 189)

Menderes’in İdamının MBK’de Onaylanmasında
Neler Etkili Olmuştu?
Bu etkileri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1-Gelecekte Menderes’in darbecilerden “intikam” alabileceği korku ve endişesi: Bunlar, Menderes’in idamının onaylanması için başrollerde oynayan CHP – İnönü yanlısı MBK üyelerinden Mucip Atalı tarafından Hekimoğlu’na şöyle dile getirilmişti: “Bir gün ansızın sordum:
-İdam cezalarının uygulanması için oy kullanmaktan pişman mısınız?
Cevap çok sert oldu:
-Hayır, kesinlikle değilim. İnsan olarak hiç kimsenin ölümünü istemem. Ama Menderes ölmeseydi kahraman gibi gelecekti bugün… Bayar’ın neler yaptığını görüyorsunuz.” (Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayıs’ın Romanı, İstanbul, 1975, s. 235)
Kendilerine “İlim Heyeti” denilen, 28 Mayıs 1960’da yayınladıkları bir bildiri ile  27 Mayıs darbesinin “meşru” olduğuna dair “fetva” veren profesörler grubu, idamlar konusunda da  yine “İhtilalcilerden çok ihtilalci”, bir başka deyimle  “İdamcılardan çok idamcı” kesildiler ve Menderes’in mutlaka idam edilmesi gerektiğini telkin ettiler. 27 Mayıs için “Müdahale iyi” oldu yönünde fetva veren 7 profesörden biri olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, idamlar konusunda İnönü ile olan bir konuşmasını makalesinde dile getirir. Konuşmanın seyrinde İnönü, “İdamlar hiçbir şeyi halletmez. Bilakis vicdanlarda ve efkâr-ı umumiyede üzüntü yaratır. Suç sabit olursa hapsedilirler. Maksat, suçluyu zararsız hale getirmektir. Hapis de bu işi görür” sözlerini sarfetmiş.
Velidedeoğlu, İnönü’nün bu görüşüne  Said Nursi ve Nurculuk olayından örnek vererek itiraz etmiş. Şunları söylemiş: “Bir Saidi Nursi’nin dirisi ile başa çıkamayan devlet, ölüsüyle bile başa çıkamadı. Ve yeni bir kâbe meydana getirmemek için gömüldüğü yeri kaybettirdi… Eğer Saidi Nursi 31 Mart Vakasında layık olduğu cezayı bulsaydı bugün Türkiye’de bir Nurculuk meselesi olmazdı.” (Hıf1zı Veldet Velidedeoğlu, Siyasi İdamlar ve İnönü, Milliyet, 27 Ocak 1972)
Velidedeoğlu, bu gerekçesiyle, “Said Nursi gibi ileride Menderes de başımıza bela olur, onu idam edelim, kurtulalım” demek istiyordu.
Demokratlardan Yassıada’da yargılanan Rıfkı Salim Burçak’ın yazdıkları: “Bize göre bu üç infaz, DP ile bağlarını hâlâ çözmediği görülen halkımıza karşı ihtilalcilerin duyduğu kızgınlık kadar, Adnan Menderes’in  hayatta bırakılması halinde, memleketin başına günün birinde yeniden gelmesi ihtimalinden duyulan korkunun da tesiri altında yapılmış, Komitenin infaz yanlısı üyelerini işte bu faktör etkilemiştir.” (Rıfkı Salim Burçak, İdamların İçyüzü, Ankara, 1997, s. 71)
Menderes idam edilmeseydi, siyasete döner miydi, dönmez miydi tam bilinmez. Yalnız, darbeden yediği büyük dayak karşısında iyice sarsılmış, bir daha siyasete girmeyeceğine “tövbe” etmiş, bu cümleden olarak, Yassıda’da kendisini ziyarete gelen oğlu Yüksel Menderes’e şunları söylemişti: “Sağ kalırsam, beni hiçbir kuvvet siyaset alanının seyircileri arasından ayıramayacaktır.” (Nusret Kirişçioğlu, Yassıada Kumandanına Cevaplar Yassıada İmralı Kayseri Gerçekleri 2, İstanbul, 1970, s. 118)
“Siyaset, siyasi koltuklar tatlıdır, tadını alanlar bundan vazgeçmezler” derler. Bunun tarihimizde yaşanmış örnekleri vardır. En yakın örnekleri, darbelerle “siyasi yasaklı” hale getirildikleri “yargılandıkları”, hatta “hapis” yattıkları halde Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş ve Bülent Ecevit gibi başbakanlık, parti genel başkanlıkları yapmış siyasi liderler, “ağızları yanmamış”,  “bir fırsatını bulup” yeniden siyasete dönmüşlerdir. Bu örneklerden hareketle “Menderes de dönebilirdi” denilmiştir ki, bu büyük ölçüde doğrudur, Hele, halkımızın siyasileri “pohpohlaması” da dikkate alınırsa Menderes yeniden dönebilirdi. Zaten bu ihtimal de göz önünde bulundurularak idam edilmiştir.
2-Weiker, Menderes’in idamına onay sebeplerinden olarak, “demokrasi karşıtı” olabileceklere ders vermek, DP’lilerin “asamazlar, assınlar da bir görelim” propagandasını boşa çıkarmak ve “hayatı bağışlandığı takdirde köylülerin onu tekrar olağanüstü bir varlık olarak görebilecekleri, ‘suçlu buldukları halde Ordu bile öldüremedi onu’ diye düşünebilecekleri görüşü”nü gösterir. (Walter F. Weiker, 1960 Türk İhtilali, İstanbul, 1967, s. 68)
Menderes, 17 Şubat 1959’da  Londra yakınlarında geçirdiği bir uçak kazasında  herkes öldüğü halde kendisinin kurtulmasını halkımız, “Allah’ın sevgili kulu ki ölmedi” gibi olağanüstülüklere yükselterek onu iyice büyükmüş, “kutsamış” tı.
3-Menderes’in idamı “eksen değiştirme girişimi” ve “devrimlerden tavizi” ne de bağlanır. Yassıada’da yargılananlardan Gıyasettin Emre, bu cümleden birer örnek olarak  Menderes’in “Bağdat Paktı” kurarak, bununla “İslâm Birliği” kurmak istediği, İstanbul Topkapı’da “Mukaddes Emanetler” i yeniden eski yerini iade ettiğini gösterir. (Gıyasettin Emre, Malakat, s. 269) Hele, “Devrimlerden tavizlerin en büyüğü” denilerek Ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesi başlı başına bir olaydır.
4- Menderes’i ipe götüren bir yol da “avanesi faktörü” nden olarak “çevresi” oluştu. Ona yaranmak için hiç kimse hatasını söylememiş, sürekli pohpohlamış, bunların etkisiyle Menderes “Meğer ben neymişsim” duygusuna kapılarak hata üstüne hata yapmıştı.
İleride göreceğimiz gibi Menderes idam edilirken “vasiyeti”nden olarak oğullarına yazdığı mektupta “çevrenize sakın aldanmayım” öğüdünde bulunacaktır.
“Aydın Menderes’le babasının naşını İmralı’daki mezarından almaya heyetle birlikte giderken, kendisiyle gelen bazı eski DP’lilere dönerek, ‘Babamın asılmasına sizler sebep oldunuz’ dediğini duymuştum.” (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, İstanbul, 2005, s. 283)
5- Menderes’in “mutlaka idam edileceği” ailesinin içine doğmuştu. Oğlu Aydın’ın yazdıkları: “15 Eylül arifesinde biz mahkemenin ‘ölüm cezası’ vereceğini biliyorduk. O an için tek düşünce, acaba onaylarlar mı onaylamazlar mı noktasındaydı.”(Muammer Yaşar, Aydın Menderes Anlatıyor, Acılı Günler 1960, İstanbul, 1987, s. 109)
Aydın Menderes, annesi Berrin Menderes’in eşini idamdan kurtarmaya yönelik bütün girişimleri sonuçsuz kalınca şunları söylediğini yazar: “Oğlum, babanızı kolay kolay hayatta bırakmazlar bu gidişi de ayrıca hiç iyi görmüyorum.
Kin onun peşini bırakmaz ve bir de onu hayatta bıraktıkları takdirde kendisini hiç tanımadıkları için, kendisinin böyle bir yola asla başvuramayacağını bilmedikleri için kendileri için bir tehlike sayarlar, bizden intikam alır diye düşünürler, bu iki sebepten kolay kolay hayatta bırakmazlar. Zaten görüyorsun gelişmeler de iyi doğru gitmiyor.” (Aydın Menderes, Babam ve Ben, İstanbul, 2012, s.199)

İdamları Önleme Girişimlerinin Erkenden Başlaması
      
      İdamlara karşı olmanın mantığı: İdamlar hoş bir şey değildi. Hele bunun konusu “ünlü siyasiler” olunca hiç de hoş karşılanmıyor, “suçları yanında” denilerek “ülkeye verdikleri büyük hizmetler” göz önünde bulundurularak siyasi idamlara iyi gözle bakılmıyordu. “İleri demokratik ülkeler” denilen ve demokrasileri Türkiye’de taklit edilen Batı ülkelerinde siyasi idamlar çoktan kalkmıştı. Bütün bunların etkisiyle, Türkiye’de de “idamlar olmasın” havası kamuoyu ve yöneticiler nezdinde kendisini daha 27 Mayıs darbesi günü ve ertesinde hemen göstermişti.
       MBK’nin radikal kanadının veya 14’lerin idamlara karşı oluşu: MBK üyesi Türkeş’in lideri olduğu bunlar, daha işin başında DP’lilerin yargılanmaması taraftarı idiler. “Suçlu bulunanlar” denilenlerin İsviçre’ye “sürgün”e gönderilerek burada bir müddet kaldıktan sonra yurda dönmeleri taraftarı idiler. Türkeş, bu uğurda Gürsel’i ikna ettiğini, fakat daha sonra onun bundan nasıl vazgeçirildiği hakkında şunları yazar: “27 Mayıs’tan sonra Gürsel’i, Menderes ve arkadaşlarını İsviçre’ye göndermek üzere ikna ettim. Fakat CHP’nin Komite ve Ordu içindeki âletleri olan Mucip Ataklı, Osman Köksal, Ekrem Acuner, Cemal Madanoğlu, Sami Küçük, Fikret Kuytak ve Gürsel tarafından bu teşebbüsüm baltalandı ve çok şahsiyetsiz olan Gürsel de bunların fitnesi ile ilk aldığız karardan vazgeçti.” (Alpaslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri,İstanbul, 1969, s. 288)
14’lerin bir görüşü de şu idi: “Mutlaka yargılama”  olacaksa, yalnızca Bakanlar Kurulu üyeleri ve Meclis Tahkikat Komisyonun  başkanı ile 15 üyesi yargılanmalı, suçları varsa, bu idam olmamalı, hapis yatarak cezalarını çekmeleri idi. 14’ler 13 Kasım 1960 darbesi ile tasfiye edilmeselerdi idamlar olmazdı. 14’lerden Numan Esin, MBK’de 37 kişi olduklarını, tasfiye edilmemeleri halinde idamların oylaması yapılsa aleyhte oy çıkacağını yazar. (Numan Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, İstanbul, 2005, s. 226) Bundan, 14’lerin tasfiyesinin sebeplerinden biri olarak da karşımıza “idamlara karşı olmaları” gerçeği çıkmaktadır. Onar tasfiye edince engel aşılmıştır.

İdam Olmaması İçin Gürsel’in Görüşleri ve Erken Temasları

      Kendisi darbenin başı olarak Gürsel, idam cezaları  verilmesi ve infazlarının yapılmasını istedi mi, istemedi mi hususu devamlı sorulmuş ve tartışma konusu olmuştur.
Gürsel, darbecilerin ve MBK’nin “en yaşlı üyesi” olarak, hem tarihi tecrübesi hem yargılananlarla hukuku ve dostluğu olan bir kişi olması ve hem de yabancı devlet başkanlarının idamların olmamasına yönelik istekleri sebepleriyle, idam cezası verilmesi, verilse bile infazlarının yapılmasına genelde sıcak bakmadı.
Prof. Nihat Erim, 24 Şubat 1961’de Gürsel’le görüşmesi sırasında Gürsel ona, “İdamlar infaz olunursa çok fena olur” demiş. Belçika’dan örnek vermiş:  1945’de siyasi suçlulara verilen idam cezalarının infaz edilmediğini söylemiş. Bizde idam olarsa bunu Batı’nın iyi karşılamayacağından bahsetmiş ve sonuç olarak “İdam ettirmeyeceğim” demiş. (Nihat Erim, Günlükler, 1925 – 1979, İstanbul, 2000, s. 730)
Devlet ve Hükümet Başkanı Gürsel, 3 Mart 1961’de İnönü’yü onunla görüşmek için makamına çağırdı. İnönü geldi. Ona idamlar konusunu da açtı. İnönü’nün damadı Metin Toker’in yazdığına göre İsmet Paşa’ya “Sizin yardımınız çok kıymetli olacaktır. Fakat Komiteye infaz yaptırmayacağım katidir” dedi. (Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1960 – 1961, Ankara, 1967, s. 264) İnönü’de bu görüşme ile ilgili olarak 18 Nisan 1961 tarihli notu olarak “not defteri” ne şu notu düşer: “Gürsel’le görüştüm. İdamları yaptırmamakta kararlı”. Aynı toplantıda İnönü “İnkılap Mahkemeleri’ne izin vermeyeceğini söylediği için Gürsel’i “tebrik” etmiş.” (İsmet İnönü, Defterler, C.I, İstanbul, 2000, s. 816)
Gürsel’in İnönü ile olan bu görüşmesinden anlaşılan, idamların yapılmamasında İnönü’nün de “büyük rolü” olacağından, onun kendisine bu konuda yardımcı olmasını istemesi olmuştur.
Gürsel, 18 Nisan 1961’de Yassıada Komutanı Güryay’la görüştü. Gürsel’in çağırması üzerine Güryay onunla 3 saat konuşmuş. Gürsel, yabancı devlet adamlarının idamların yapılmamasını istediğinden bahisle “İhtilali,  hepsi de tasvip ve taktir ediyorlar, fakat son perdenin ölümsüz kapatılmasını diliyorlar” dedikten sonra, “Bu isteğimin tahakkuk edebilmesi için ben ne yapabilirim, nasıl davranabilirim?” diye Güryay’a sorunca ondan şu cevabı almış:  “ Sayın Orgeneralim, dedim, o yabancı krallar, devlet başkanları, başbakanlar ve bütün öteki ünlü  kişiler, hükümlerini uzaktan verirken, bizim iç yüzümüzü, bizdeki ortamın gerçekten müstesna özeliklerini elbette ki sizin kadar, bizim kadar bilemezler. Benim naçiz inancıma göre, bir Devlet Başkanı olarak size düşen en doğru davranış, kendisine çok ağır bir görev yüklenilmiş bulunan Yüksek Adalet Divanını, adaletin belli yolları ve ölçüleri içinde ve kendi vicdanları karşısında, tamamen müstakil bırakmaktır.” (Tarik Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, İstanbul, 1971, s. 318)
Güryay’ın bu cevabı karşısında Gürsel şunları söylemiş: “ Peki Tarık dedi, verdiğiniz izahata teşekkür ederim. Bu meseleyi ileride yine görüşürüz. Fakat, benim niyetim, MBK’ni ölümsüz karara ikna etmektir!…” Ve ayrılırken ilave etti:
Beceremezsem kararlıyım: İstifa edeceğim.” ‘(Güryay, s. 318)
Kemal Bağlum, Gürsel’in  Güryay’la konuşması sırasında ona, ”Ben idam falan istemiyorum. Bunu hâkimlere söyle, zaten tutuklular için bir formül düşünüyoruz” dediğinden de bahseder. (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, Ankara, 2002, s. 152)
İdamlar konusunda Gürsel’in İnönü ile görüşmesinin hemen ardından Güryay’la buluşmasının sebebi, Güryay bir nevi Yassıada Mahkemesinin bir parçası olduğu, hâkim ve savcıları ile her gün teması bulunduğu için Gürsel onun vasıtasıyla yargıçlara “idam cezası vermeyiniz” isteğini direk olarak söylemesi veya ima,  ihsasla hissettirmesinden kaynaklanıyordu. Yani, bir türlü mahkemeyi etkilemek.
Gürsel, Temmuz 1961 ortalarında İstanbul / Florya Köşkü’nde idamlar konusunda yardımını almak için Cihat  Baban’ı  davet edip onunla görüştü. Gürsel ona şunları söyledi: “Ben sizinle iki meseleyi konuşmak istiyorum. Birincisi, şu idamlar meselesi… Ben de sizin gibi idamlara taraftar değilim, hiç kimsenin asılmasını istemiyorum; nihayet bir inkılap yaptık, bugüne kadar bu kansız oldu…(Şimdiden sonra da kansız olmalı). Onun için de Yassıada Yüce Divanından idam cezasının çıkmasını istemiyorum.  İdam soğuk şeydir, aslında gayri medenidir.” (Cihat Baban, Politika Galerisi Büstler ve Portreler, İstanbul, 1970, s. 256)
Gürsel, Baban’ la konuşmasında, idamların olmaması konusunda “Ben kendi çevremi ikna ederim; İnönü de kendi çevresini ikna etsin” e yönelik olarak şunları da söylemiş: “Haber aldım ki, bazıları suçlular asılsın diye yoğun bir propaganda yapıyormuş. Bizimkilerden bazıları çok sert gidiyorlarmış. Kurucu Mecliste olan bazı Halk Partililer de bunları tahrik ediyormuş. Senden ricam, git İnönü’yü bul, kendisine benden selam söyle, hem kendi partisindeki kışkırtıcıları sustursun, hem de bizimkilerle biraz meşgul olsun ve onları bu niyetten vazgeçirsin.” (Baban, Politika Galerisi, s. 256)
İdamlara karşı olan MBK üyesi Suphi Karaman, Gürsel’in 2 Ağustos 1961’de kendi arkadaşları ve  YAD Başkanı Başol ile, Gürsel’in kendilerini Florya Köşküne daveti üzerine olan konuşmalardan bahseder. Toplantıya, MBK’den Suphi Karaman, Fikret Kuytak, Ekrem  Acuner, Sami  Küçük,  Mucip Atalı ve Sezai Okan ile  YAD’dan başkanı Başol ve yardımcısı Hâkim General Rıza Tunç davet edilmiş.  Davetin esası, Gürsel’in idam cezası verilmemesine, verilse bile onaylanmamasına yönelik her iki tarafa da ima ve ihsasla da olsa mesaj vermekmiş. Gürsel, özetle şunları söylemiş: “ Duruşmalar sonunda vereceğiniz âdil kararların gelecek politik yaşam üzerindeki etkisi çok önemli olacaktır. Hiçbir politik mülahazanın sizlere etki yapmayacağına eminim. Vereceğiniz kararlara sadece hukukun gereklerini ve Türkiye’nin geleceğini düşünerek, vicdani kanaatlerinizle varacağınıza inanıyorum. Şimdi burada 6 MBK üyesi var. Eğer vereceğiniz kararlar arasında ölüm cezaları da bulunacak olursa, bu arkadaşlarımın şu anki düşüncelerine göre, bazıları bu cezaların infazından yana, bazıları da bu cezaların müebbet hapse çevrilmesinden yanadır.  O güne kadar düşüncelerini değiştirebilirler de. Tarih huzurunda ve arkadaşlarımın önünde size açıklıyorum ki, bugüne kadar sizin işlerinize karışmadık, bundan sonra da karışmıyoruz. Bu konuda MBK’ ya atfen size aktarılacak hiçbir telkini kabul etmiyoruz. Sizlerin bu gibi telkinlere itibar etmeyecek yüksek karakterinizi bilerek bu hususu tarih huzurunda bir kez daha yenilemek için toplantıyı yaptık.  YAD’ın diğer üyelerine de bunu anlatın.”
Başol, Gürsel’i şu cevabı vermiş: “Bize hiçbir telkin yapılmamıştır, bundan sonra da yapılmayacaktır. Biz, hukuki sorumluluğumuzun ağırlığını biliyoruz. Ülkenin yüksek çıkarlarından başka bir düşüncemiz yoktur. Bu toplantı vesilesi ile size ve MBK’ya bu düşüncelerinden dolayı minnet duygularım sunarım.” (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet, 27 Mayıs 1960)
İdam olmaması için hükümetten Gürsel’e “muhtıra”: 27 Mayıs Rejiminin hükümeti idamlara karşı idi. Bu hükümetlerde Basın Yayın ve Turizm Bakanı olarak bulunan Cihat Baban’ın yazdıklarına göre, kendisinin yanında başta  Milli Savunma Bakanı Orgeneral Fahri Özdilek olmak üzere, Devlet Bakanı Mumcuoğlu,  İçişleri Bakanı Nasır Zeytinoğlu ve  Dışişleri Bakanı Selim Sarper idamlara karşı olanların en hızlıları imişler. Diğer bakanlar da aynı fikirde imişler. “Hükümet, bu konu etrafında düşündüklerini Milli Birlik Komitesine bildirmeliydi. Bir oldu bitti ile karlaşmamalıydık. Bu konuda Komiteden mülakat istendi, fakat cevap gelmedi. Günler geçiyordu. O zaman ben Basın Yayın ve Turizm Bakanlığından ayrıldığım için  arkadaşların muhtırayı yenilediler.  Aşağıda okuyacağınız  ve ilk defa gün ışığına bu kitapta çıkan muhtıra, o zamanki hükümetin idamlar karşısındaki  düşüncelerini aksettirmektedir. Tarih 22 Temmuz 1961’dir.” (Cihat Babam, Politika Galerisi,s. 226)
Gürsel’e hitaben yazılan 22 Ağustos 1961 tarihli hükümetin “muhtırası”, “Sayın Orgeneral” hitabıyla başlıyor, idam yapılmaması talep edilerek, bunun mahzurları anlatılıyordu. “Bizler, idam cezası şeklinde tecelli edeceklerin  tasdikinde en az mahzurlu yolun ihtilali kansız bir şekilde başaran ordumuzun, bunu aynı şekilde  tebdil edilmesinin  milletçe ihtiyar olunacak en isabetli ve selametli hal tarzı olduğu kanaatine varmış bulunuyoruz” deniliyor, Gürsel’in idamları önlemesi için müdahalede bulunması isteniliyordu. (Cihat Baban, Politika Galerisi s. 227)
      
İdamların Olmaması İçin İnönü’nün Görüşleri ve Erken Temasları

      İnönü’nün de Gürsel gibi, idamların yapılması ve yapılmaması konusunda “zikzaklı bir yol” çizdiği, genelde idamlara karşı olduğu üzerinde durur. İnönü için de bu  başta “tarihi tecrübesi”nden ileri gelmiştir. Kendisinin anlattıklarına göre, Atatürk ona “İdam ettikte ne oldu? Adamları meşhur ettik” demiş. Bu sebepten İnönü, idam edilecek DP liderlerinin de “Kahraman olacakları” düşüncesi ile yaşıyordu ve düşüncesinde haklı çıktı. Menderes, Zorlu ve Polatkan idam edilmeselerdi diğer DP ileri gelenleri gibi unutulup giderler, adlarına anıt mezar- türbe yapılmaz, her gün ziyaretgah yeri olmazdı. Ayıraca İnönü’yü, Avrupa’da siyasi idamların kaldırılması da etkilemiştir.
Yalnız, CHP’nin tabanı – hele bunların ifritleri, MBK’deki CHP yanlısı ifrit üyeler de dahil – idamların mutlaka yapılması yanlısı idiler. Böylece Menderes ve arkadaşlarından hem “10 yılın intikamı”nı almak hem de gelecekte bunların tekrar kendileri için “kuvvetli rakipler” olmaya devam etmemek uğrunda vücutlarının ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. Hatta bu düşüncelerle İnönü’nün de işin başında iken “idamların infazı taraftarı” olduğundan bahsedilir ve  daha da ileri gidilerek “İdamların önlenmesi  gibi bir taraftarlık içine giren İnönü’nün bunda samimi olmadığı” üzerinde bile durularak, idamları açıktan olmasa bile gizliden “mutlak istediği” yönünde yorumlar yapılır.
İnönü’nün daha erkenden idamlara karşı olduğuna dair bilgi ve belgeler, CHP yanlısı kimselerin yazdıklarında yer almaktadır.  CHP Uşak Milletvekili Ali Rıza Akbıyıkoğlu’nun hatıralarında anlattığı göre, YAD’ın kurulduğu günlerde (Eylül –Ekim 1960’da) MBK üyelerinden Ahmet Yıldız,   bazı komite üyesi arkadaşları ile birlikte İnönü’yü ziyaret etmişler. İnönü onlara, “Eğer  YAD’dan ölüm cezası çıkarsa onaylamayın.  Bunların artık bir etkisi olmaz” demiş. (Ali Rıza  Akbıyıkoğlu, Demokrasimiz ve İsmet Paşa, Ankara, 1996, s. 171)
Yukarıda bahsettiğimi üzere, Gürsel, Temmuz 1961 ayının ortalarında Baban’la görüşerek, ondan idamların yapılmaması içini İnönü’nün de desteğini istemiş, Baban, bu isteği İnönü’ye iletmek için, Gürsel’le olan görüşmesinin hemen ardından, o sırada (Temmuz 1961’de)  İstanbul / Maltepe’de evinde bulunan İnönü ile görüşmüştü.  Baban, İnönü’yle olan konuşmasının seyrini şöyle anlatır: “ ‘Ben de idamların şiddetle aleyhindeyim.  Bu hususta bazı  MBK üyeleriyle de  konuştum… Ama onlar sert, bir türlü yumuşatamadım. Konuştuklarımdan hiçbirini ikna edemedim.’
Sonra gözlerini elinde tuttuğu kağıdın üzerinde dikkatle gezdirdi:
‘Ama dedi… Benim bildiğim, bu iş MBK’nin de elinden çıktı. MBK ile Silahlı Kuvvetler Birliği arasında yapılan protokolün bir maddesine göre, MBK, Yassıada Yüce Divanından çıkacak olan kararlar üzerinde hiçbir  tasarrufta  bulunmamak taahhüdünde  bulunmuş.
İnönü elinde MBK ile Silahlı Kuvvetler Birliği arasında hazırlanıp imzalandığını zannettiğim protokolün suretini tutuyordu.
-‘Bizim Halk Partisi mensuplarından bazılarının eğer Gürsel Paşa’ya doğru aksetmiş ise, idamlar için etrafın kışkırtmalarını süratle önleriz, ben onlara söylerim, sonra,  bu iddia ne kadar doğrudur bilmem… Geçenlerde yine birisi hakkında bana söylediler,  kendisiyle görüştüm, katiyen inkar etti. Sen sayın devlet başkanına söyle, MBK’sinden değil, SKB cephesinde bulunan büyük kumandanlarla görüşeceğim kimselerin isimlerini versin. Onlarla görüşeyim… Kendilerini ikna etmeye çalışayım…

Sonra ilave itti:

-‘Gürsel Paşa çok haklı, idam hiçbir şeyi halletmez, aksine başımıza yeni dertler, bünyede yeni yaralar açar. Halk arasına husumet yayar, bu kin duygusunu canlı tutar.
Biz bir süre politikada ölüm cezasının yeri olmaması lazım geldiği üzerinde konuştuk, sonra İnönü konuya döndü.
-Gürsel Paşa’yı ne kadar çabuk görmek mümkünse o kadar çabuk gör, kendisine söyle, bana yol göstersin, bilhassa hangi paşayla, hangi kumandanla görüşmem lazım geldiğini bana bildirsin. Bu iş için özellikle Ankara’ya gider görüşürüm.” (A.Rıza Akbıyıkoğlu, Demokrasimiz ve İsmet Paşa, s. 258)
İnönü, Gürsel’in Baban vasıtası ile kendisine idamların yapılmaması için isteğini bildirmesi üzerine, ardından  bu uğurda hemen harekete geçmiş olacak ki,  “27 Mayıs’ın Romanı” nı yazan Hekimoğlu’nun kitabında şu kayıtlar vardır: İnönü ile MBK üyelerinden Erek Acuner İnönü ile atışmış. İnönü, idamlar ve infazlarını istemeyince Acuner ona karşı çıkarak, “O Komiteci (Acuner)  Paşa’dan (İnönü)  işlerine karışılmamasını, hele davalar konusunda yalnız susmasını istiyor.” Bu tavır İnönü’yü  kızdırmış: “Tarihe katil diye geçeceksiniz!… Ortalığı kana bulayacaksınız!…” demiş. İnönü bağırmış, Acuner bağırmış, Acuner demiş: “Paşa sen bu işlere karışma, bizi birbirimize düşürme.” (Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayıs’ın Romanı, s,236)

İnönü’nün “Komutanlarla teması”ndan olarak, MBK üyesi Suphi Gürsoytarak, Sunay, Önür ve Aydemir’le olan temaslarından bahseder. İnönü, idamları durdurmak isteği ile Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın yanına gitmiş. Sunay, “Bu benim boyumu aşar, git KKK Korgeneral Muhittin Önür ile konuş” demiş. İnönü, Önür’e gitmiş. O da “Eğer Talat Aydemir kabul ederse ben de hayır demem” diyerek gidip Aydemir’in “olur” unu almasını istemiş. İnönü, bu sefer Harp Okulu Komutanı Aydemir’e gitmiş. Aydemir ona şunları söylemiş: “ Bizim ne yapacağımıza kendimiz karar veririz. Sizin bu işlere karışmamanızı tavsiye ederim.” İnönü kızarak şu cevabı vermiş: “Siz nihayet bir alay komutanısınız. Ben ordular yönetmiş bir komutanım. Bunun hesabını sizden sorarım” diyerek Harp Okulundan ayrılmış. (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, s. 62)
Bu konuşmalardan, idamlar ve infazları konusunun artık “İnönü’yü de aştığı” anlaşılmaktadır. Devlet, Hükümet ve MBK Başkanı olması sıfatıyla “Birinci derecede etkili” denilen Gürsel’i de aşmışa benziyordu. Gürsel,  sanki kendisini aştığı için İnönü’nün yardımına başvurmak zorunda kalmıştı.
Fahri Özdilek’in söyledikleri: “ Biz, bu idamların yapılmaması için müessir olmaya çalıştık. Rahmetli İnönü de bu idamları önlemek için yalnız bana üç defa gelmiştir.” (Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. II, s. 613)
Dört MBK üyesi Sami Küçük, Suphi Görsoytarak, Ahmet Yıldız ve Suphi Karaman, 6 Eylül 1961’de İnönü ile Ankara / Ayten sokaktaki evinde bir görüşme yaparlar. Karaman’ın anlattıklarına göre, görüşmenin konusu idamlardır. İnönü’ye, MBK üyeleri arasında idamları onaylama oranının  9’a 13 olduğunu (13 oy, onaylanmasın oyu idi), durumun kritik olup, oranın her an idamların lehine değişebileceğini, bunun için İnönü’nün “açık tavır” alarak idamları önlemesini  istediklerini söyler. Konuşma şöyle geçmiş: “Kararın açıklanmasından önce bir demeçle kamuoyuna duyurmasını rica ettik. Aramızda geçen konuşmanın idamlara ilişkin bölümü özetle şöyle idi:
-MBK üyelerinin hepsini akıllı insanlar sanıyordum. Kansız bir ihtilal yaptınız. Başarınız için ne büyük bir ölçüdür. 27 Mayıstan sonra 16 ay geçti. İçinizde hâlâ idam düşünenler olduğuna şaştım.

-Kararların açıklanmasından önce bir demeç verirseniz baskılar azalır.
-O zaman görüşülmekte olan bir dava için siyasi bir demeç vermekle yeni Anayasa’yı ihlal eden ben olurum. Kararların ilanından hemen sonra bunu yaparım.

-Geç kalırsınız. Çünkü ertesi gün infazlar yapılacak.
-Bu kadar acele neden?
-Bu planlama bizim irademiz dışında yapıldı.

İnönü’nün yanından, onu son derece huzursuz ederek ayrıldığımızı fark etmiştik. Anayasaya konan yeni hükümden dolayı İnönü kamuoyuna yansıyacak bir demeç veremezdi.” (Rıfkı Salim Burçak, İdamların İçyüzü, s. 78)
MBK üyelerinden Ahmet Yıldız ve Suphi Karaman 13 Eylül 1961’de İnönü’yü evinde ziyaret etmişler. İnönü onlara, idamların aleyhinde olduğunu ve kendisine bir görev verilirse hazır olduğunu söylemiş. (A. Rıza Akbıyıkoğlu, Demokrasimiz ve İsmet Paşa, s. 171)
Bu görüşmenin olduğundan bahseden Yıldız, Nokta dergisine verdiği röportajında, İnönü’nün kendilerine neler söylediğinden ve kendi görüşlerinden olarak şunları yazar: “Bir gün İnönü bana: ‘İdam kararları çıkarsa sakın onaylamayın. Bu kadar hapiste kaldıkları yeter. Bir gün Atatürk bana demişti ki ‘Biz İstiklal Mahkemelerinden şunları, şunları astık… Şu, şu rezaletleri yok muydu? Vardı ama İsmet, bütün rezaletleri unutuldu, ama asıldıkları unutulmuyor’ dedi. İnönü sözlerini şöyle bağladı: ‘Onların bütün kusurları unutulur ama asıldıkları unutulmaz. Sakın ola ki asmayasınız!’ Hatta bu hususta MBK’ya çok kesin bir yazı da yazdı.

Üç kişinin asılmasına yol açan iki karşıt gücün çatışmasıydı. Şöyle ki, bir yanda Silahlı Kuvvetler Birliği ve o zamanki gençlik kuruluşları ‘Ya hepsini, ya hiçbirini’ diyordu. Bazı genç subayların ‘Çıkan idam kararlarının hepsi uygulanmazsa, tümünü biz vuracağız’ sözleri duyuluyordu. Diğer yandan DP yanlılarıysa ‘Astığınız kadar sehpa kurarak sizden asacağız’ diyorlardı. Tüm idamları onaylarsak, bütün partiler ve sivil kamuoyunun karşısında bulunduğu, seçim ortamını bozan bir ortam oluşacaktı. Hepsini onaylasak, Silahlı Kuvvetler Birliği,  gençlik kuruluşlarıyla işbirliği yaparak seçimleri engelleyecekti. Peki ne yaptık?  15 idamdan oybirliği ile alınmayanları bozduk.  Celal Bayar hakkındaki kararı ise hem yaş haddinden hem de devlet başkanlığı yapmış olduğundan bozduk. Böylece seçim ortamını kurtararak demokrasiye geçişi kolaylaştırdık.” (Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs Menderes’in Dramı, İstanbul, 1986, s.97)

İdamların Olmaması İçin Gürsel’in Son Temasları

    İdam ve infazlarının olmaması uğrunda Gürsel’in son temaslarından olarak 13 Eylül 1961’de Başol’a mektup yazdığından bahsedilir. Gürsel, “Sayın Başol” diye başlayan mektubunda, idam cezası verileceği söylentilerinin çıktığından bahisle, bunun milli bünyede tehlikeli tesirler yaratacağı, milleti iki hasım zümreye böleceği üzerinde durarak,  mümkün görülüyorsa idam cezalarının müebbet hapse çevrilmesini “temenni” olarak bildiriyor, bu mektubunun “gizli” tutulmasını istiyordu. Gürsel’in bu mektubu Başol’a, Yassıada İstanbul İrtibat Bürosu kanalı ile gönderilmiş. Mektup Başol’ün eline ulaşmamış. (Sadi Koçaş, Atatürk’ten 12 Mart’a Anılar, C.II, Ankara, 1977, s. 996)

Mektuptan iki gün sonra idam kararları açıklanmış, ertesi gün üç idam infaz edilmişti. Mektup, ya yazılmamış, yazıldı gibi gösterilmiş,  ya gecikmiş ya da İrtibat Bürosuna bakan subaylar Silahlı Kuvvetler Birliğine mensup subaylar oldukları ve bunlar idamların infazını istedikleri için mektubu açıp okumuşlar,  Başol’a kasti ulaştırmamışlardır.  

       Hükümetin MBK’ne son müracaatı: 27 Mayıs rejimi hükümetinin MBK’ne idamların durdurulması için son müracaatı 13 Eylül 1961’de olmuştur. Hükümetin sivil bakanları kendi aralarında toplanmışlar, Komite’ye son bir muhtıra daha vermeyi kararlaştırmışlardır. İçeriği, “Kansız başlayan ihtilal kansız bitmeli” olan muhtıranın MBK’de tartışılmasına başlanmış fakat yarıda kalmış. Bunun üzerine,  Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile Maliye Bakanı Kemal Kurdaş ellerinde dosya ile  MBK’nin toplantı halinde olduğu TBMM binasına gitmişler. Kapıda onları, Talat Aydemir ve Halim Menteş karşılamışlar.  Bunlar, büyük bir “hiddet ve öfke” içinde imişler. İki bakanın geliş sebeplerini sormuşlar. Komiteye “maruzatta bulunmak” istediklerini söyleyince sert muamele ile karşılaşmışlar ve tomsonlu askerlerin silahları kendilerine çevrili olduğu halde “Burayı terk edin” diye geri çevrilmişler. Ardından, toplantıda 4 idam kararı MBK’de onaylanmış. (Mithat Perim, Yassıada Faciası, C. II, s. 262)

Dört idamın onaylanmasını Gürsel’in teklif edişi: Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de  açıklanmış, aynı gün Ankara’da onaylanması MBK toplantısında görüşülürken idamlardan 4’ünün infazını Gürsel’in istediğinden bahsedilir. Hekimoğlu’nun yazdıklarına göre, toplantı havası çok elektrikli idi.  Giderek 15 idamın taraftarları artıyordu. Gürsel, bu havayı dağıtmak için “son bir çözüm teklifi” olarak şu teklifi ileri sürdü: “ Çoğunlukla (Oybirliği) ölüm cezası alanları onaylayalım şimdi.” Onaylanmış, dört idam kararı çıkmış ve diğerleri müebbet hapse çevrilmiş. İdamlarına mahkemede oybirliği ile karar verildiği için Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın onayları çıktı. Onaylamanın ardından Gürsel, yeni bir teklif de daha bulundu: 65 yaşını geçenlerin kanun gereği idam edilemeyeceklerini hatırlatarak, Bayar bu yaşı geçtiği için, idamının müebbet hapse çevrilemesini istedi. Oylamada kabul edildi. (Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayıs’ın Romanı, s. 183)
Osman Bölükbaşı’nın Demeci ve Mektubu

        Bölükbaşının Demeci: Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı Bölükbaşı, 20 Ağustos 1960 günü idamların yapılmamasına yönelik olarak verdiği demeçte şunları söylemişti: “Kansız başlayan ihtilalin kansız bitmesi kanaatimizce memleket için hayırlı olacaktır. Bu bakımdan, Yüksek Adalet Divanı’ndan idam kararları çıkarsa, bunları MBK’nın onaylamaması, bir atıfette bulunması en halisane temennimizdir. İhtilalin, gerisinde memleketin yarısını tehdit edebilecek bir kin ve intikam duygusu bırakmaması, bizi bu temenniye sevketen başlıca âmildir.” (Deniz Bölükbaşı, Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası Osman Bölükbaşı, İstanbul, 2005, s. 305)

Bölükbaşının, Yassıada Mahkemesi kararları daha açıklanmadan erkenden verilen bu demeci şu bakımdan önemli idi: İsteklerini yüksek sesle, kamuoyu ile paylaşacak şekilde dile getirmek. O günlerde ve hatta daha öncesinde Gürsel ve İnönü de idamların olmamasını istiyorlardı ama, “Mahkeme devam ediyor, bu süreçte yargı kararlarını etkilemeyelim, bu Anayasa ve ahlâka uygun düşmez” gerekçesi ile isteklerini açıktan dile getirmiyorlar, kapılı kapılar ardında taleplerde bulunuyorlardı.
İnönü – Gürsel ikilisinin isteklerini yüksek sesle dile getirmeleri önemli idi. Çünkü, bunlar çok etkili olup herkes onların ağızlarına bakıyordu. Bu yola başvurmaları büyük ölçüde idamların yapılmamasını etkiler, idam olmazdı. Gerçi Bölükbaşı yüksek sesle dile getirmişti ama o “küçük parti, küçük adam” olduğu için onu takan yoktu.
Bölükbaşı’nın MBK’ne mektubu: İdamların yapılmaması için Bölükbaşının son girişimi 15 Eylül 1961 günü saat 16’da MBK’ne bir mektup yazmak oldu. Mektupta, “Kansız başlayan ihtilalin kansız bitmesi” gerektiğinden bahisle, idamların olması halinde bunun toplumu “kin ve intikam”  duygularına sevkedeceği, bunun önlemesi  için idamların yapılmaması temennisi yer alıyordu. (Deniz Bölükbaşı, Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası, s. 302)  
      Bölükbaşının mektubunu gönderdiği saat 16 idi. Zaten bu sırada MBK idamları onaylamak için toplantı halinde idi. Mektubu, muhtemelen geç kaldığı için MBK’ne ulaşamamış, ulaşsa bile “ciddi” ye alınıp okunmamıştır. Hele, “etkin adam” denilen İnönü’nün mektubu okunmadıktan sonra…

       Bölükbaşı – Berrin Menderes görüşmesi: Menderes ailesi, mahkeme tarafından idam kararları açıklanınca, siyasiler nezdinde hemen harekete geçerek, idamların durdurulmasını onlardan talep etmişti. Berrin Menderes, İnönü ile olan görüşmesini onu evine giderek yapmıştı. Bölükbaşı ile telefonla görüş. Oğlu  Aydın Menderes’in söyledikleri: “Bu arada bir noktayı da eksik bırakmamalıyım. Annem, o zaman CKMP  lideri olan Osman Bölükbaşı ile  de bir telefon konuşması yaptı. Gününü tam hatırlamıyorum. 15 Eylül  ya da 16 Eylül olabilir. Bu telefon konuşması bize zor gelen, bizi düşündüren bir konuşma olmamıştır. Sayım Bölükbaşı’nın Yuvarlak Masa Toplantısına gitmediğini  ‘Bunlar orada bize idamları kabul ettirmek  isteyecekler’ dediğini biliyorduk.  Sayın Bölükbaşı, olaydan duyduğu üzüntüyü söylerken, anneme elinden geleni yapacağını çok samimi bir şekilde bildirdi.” (Muammer Yaşar, Aydın Menderes Anlatıyor Acılı Yıllar 1960, s. 139)
Ragıp Gümüşpala’nın  Garip Teklifi
                          
        13 Şubat 1961’de kurulduğu günden beri “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız” propagandasını gizli ve açık olarak yapan Adalet Partililer,  bu misyonları sebebiyle herkes ve her kuruluştan çok kendileri idamlara karşı idiler. Kendi içlerinden olarak idamları durduracak kişi olarak AP Genel Başkanı Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala’yı görüyorlar, Gümüşpala, biraz da asker kişiliğine güvenerek partililerini “İdamları yaptırmamak için çaba harcayacağım” vaadinde bulunuyordu.
Gümüşpala’nın, “DP’nin devamı oldukları” propagandası sonucu MBK ile arası iyi değildi. Bu sebepten idamların yapılmamasını yüksek sesle dile getirirse, adı geçen komite nezdinde bunun aksi tesir uyandırabilirdi. Bu sebepten daha işin başından beri Gümüşpala’nın meseleyi yüksek sesle dile getirmediği görüldü. Gürsel ve İnönü gibi kapalı kapılar ardında temasları oldu mu onu da bilmiyoruz.
İdamların durdurulması konusunda Gümüşpala ile ilgili bildiğimiz tek şey, Menderes’in intihar girişimi sırasında MBK üyeleri ile görüşmesidir. Gümüşpala,  16 Eylül 1961 sabahı Zorlu ve Polatkan’ın idamları yapıldıktan sonra, “İntihara kalkıştığı için henüz idam edilmedi” denilen  Menderes’i kurtarmak için son bir temas olarak Gürsel’den acele randevu talep  edip onuna konuşmak istedi. Gürsel, rahatsız olduğunu ileri sürerek randevu vermedi.  Devlet Bakanı Sıtkı Ulay’ın makamında Suphi Karaman ve Refet Aksoyoğlu’nun kendisi ile görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Toplantıya AP Genel Sekreteri Şinasi Osma da katıldığı halde görüşme 17 Eylül 1961 günü yapıldı.
Gümüşpala, Komite üyelerine idamlar sebebiyle AP teşkilatında panik başladığını, yurdun çeşitli yerlerinden 17 ilden partililerin sabaha kadar yol alarak Ankara’ya gelerek Genel Merkezi baskı altına aldıklarını ve kendilerinin büyük bir sıkıntı içine düştüklerini söyledi. Komite üyelerine taleplerini şöyle ileti: “ Hiç olmazsa Menderes’in idamı birkaç gün geciktirilsin. Hatta idam edilmeden ölümü sağlansın; gazetelerde  resmi basılmasın” Bunlar anlatan Suphi Karaman göre, Gümüşpala ile görüşme saat 13.30’da yapılmış, bu saatte Menderes asılmaya götürüldüğü için  Gümüşpala’nın istekleri havada kalmıştı. (R.Salim Burçak, İdamların İçyüzü, s. 102)
Ulay da hatıralarında, Gümüşpala ile görüştüklerinden bahsettikten sonra, onun kendilerine, Bayar’ın boynunu kayışı ile sıkarak,  Menderes’in de fazla uyku ilacı alarak  intihar girişiminde bulunduklarını söyledikten sonra “ Bıraksaydınız kendi haline, bu durumdan sonra  onları asarsanız göreceksiniz ki kahraman edersiniz” diyerek âdeta kendi vadeleri ile ölmelerini istemiş. Ulay, “daha sonra olup bitenleri görünce” diyerek,  Gümüşpala’nın teklifine “Bence de bu sözleri pek de yanlış değildi” şeklinde değerlendirir. (Sıtkı Ulay, Giderayak, İstanbul, 1996, s. 72)
Toker’in yazdıklarına göre,  Rafet Aksoyoğlu, Gümüşpala’ya çok kızarak, “Paşa, Paşa!  Siz bize, cinayet teklif ediyorsunuz. Biz katil değiliz” diye cevap vermiş. İdamlardan sonra Gümüşpala’nın korktuğu başına gelmiş. İdamları önlemediği için herkes ona yüklenmiş. Yurdun çeşitli illerinden gelen AP’liler parti genel merkezini basmışlar, birçok yerde istifalar olmuş. (Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1960 – 1961, s. 290)
     
      “Asamazlar…” Propagandasının Etkileri ve İçyüzü

       İdamlar için hep “Halk tepkisini gösterse idi, idam edemezlerdi” denilmiştir. Bundan genelde, halkın sokağa dökülerek tepkisini fiili olarak göstermesi kastediliyordu. Böyle bir tepkinin olmaması, halkın 27 Mayıs rejiminden “Benim de başıma bir iş gelir” diye “korkması” ve adı geçen rejimin “baskı” politikasına bağlanır. Gösteriye katılanlar birkaç kişi olsa idi, belki onları tevkif ile etkisiz hale getirmek mümkündü. Ama bir meydanda binlerin, on binlerin haykırması karşısında darbe yönetimi hiçbir şey yapamazdı. Meydanlarda Menderes’i “Yaşa, var ol!” diye bağırarak dinleyen 150 binler 300 binler nerede idi?  Onu uçak kazasından sonra “kutsallaştıranlar”, Tarsus’ta oğlunu uğruna kurban etmek için arabasının öne yatıranlara ne olmuştu? Herkes bir anda tuz – buz olmuştu. “Kalabalıklara sığınmak, karınca yuvasına sığınmak gibidir” sözü herhalde bu an için söylenmiştir.
Menderes ve arkadaşlarını kitlesel gösterilerle kurtarmak imkanı olmayınca, “psikolojik savaş” a başvuruldu. Bu, Menderes’i asacaklara tehdide yönelikti. Beylik propagandası, “Asamazlar, assınlar da görelim, onları asanları biz de asarız” sözleri olup, bu büyük ölçüde DP’li seçmen kitlesine inhisar ediyordu. Darbeci subaylardan M. Emin Aytekin’in yazdıklarına göre, bu propaganda için “Yer Altı Teşkilatı ” kurulmuş, “Kulak Gazetesi” oluşturulmuştu. Köy kahvelerinde, dağda bayırda hep “Asamazlar….” propagandası yapılıyordu. Yine ona göre, bu propaganda ters tepmiş, idamların onaylanmasının diğer bir sebebi olmuştu. (M. Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, İstanbul, 1967, s. 109)
Suphi  Karaman, 2 Şubat 1972’de Cumhuriyet Senatosunda yaptığı konuşmada “Asamazlar….” propagandasının idamların onaylanmasında etkili olduğunu şöyle dile getirdi: “Arkadaşlar, o infazların birkaç gün evveline kadar, ibre lehlerine idi. Aleyhlerine dönmesine sebep, o akılsız yer altı politikacılarının  ‘Yapamazlar, yapsınlar da görelim’ sözleri idi. Büyük ölçüde tahrik etmişlerdir… İnfazları onaylamak durumunda bulunan Milli Birlik Komitesi işte o homurtuların 27 Mayısın hukuki dayanakları  üzerinde, ihtilalin haysiyeti üzerinde, dayandığı Silahlı Kuvvetlerin haysiyeti üzerindeki etkilerini düşünerek  bunların infazı durumunda kalmıştır.” (Rıfkı Salim Burçak, İdamların İçyüzü, s. 69)
Muammer Aksoy’un söyledikleri: “İdamların sebeplerinden biri de şu: Binlerce, hatta on binlerce mektup yağdırılmış DP’liler tarafından Milli Birlik’e, ‘Sıkıysa idam edin, gösteririz size’ diye.  Zannediyorlar ki, bu tehditler onları durduracak. İşte tam aksi tesir yapıyor askeriyede. ‘Haa demek ki bunlar böyle diyor, biz berat ettirdik ama şimdi tekrar müzakere edelim’ diyorlar, müzakerenin yeniden ele alınması, yeniden oylama yapılmasından sonra 3 oy farkla idamlar oluyor.” (Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, Ankara, 19945, s. 52)
MBK üyesi ve Milli Savunma Bakanı Orgeneral Fahri Özdilek’e göre de “Asamazlar…” propagandasının idamların onaylanmasında etkisi olmuştu. “MBK haricinde teşekkül eden cuntanın (Silahlı Kuvvetler Birliğinin) rolü idamların tasdikinde % 30’dur. Asıl sebep, ‘Assınlar görelim’ şeklindeki tahriklerdir.” (Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. II, s. 613)
DP’nin ileri gelenlerinden ve Yassıada’da yargılanıp ceza alanlardan Mithat Perim’e göre, “Asamazlar…” propagandasını yapanlar, DP’liler değil, bizzat darbecilerin kendileri olup, idamlarının oluruna, tahrikleri sonucu destek kazandırmak için bu propagandayı yapmışlardı. “Kararlardan önce, ‘Menderes’i asamazlar, asılamaz!’ diyenlerin, bu sözleri yayanların eski DP’liler olmadığı, aksine,  bunların Menderes’in asılmasını isteyen etkili (tahrikçi) unsurlar oldukları, o gün kudreti elinde tutanları, ‘Asalım da görsünler’ dedirtmek amacıyla bu havayı yoğun bir şekilde yaydıkları anlaşılmıştır.” (Mithat Perim, Yassıada Faciası, C. II, s. 266)
Diğer bir sebep, Türk milleti “ordu – millet” geleneğine sahip olup, ordusuna saygılı bir milletti. “Bir bildiği var” diyerek, “Ordusuna baş kaldırmaz” deniliyor, çoğu kimse, “Ordu acır, idam ettirmez” düşüncesi ile yaşıyordu. Ordu da zaten halkın idamları istemediğini, ölüm olursa bunlara acıyacağını biliyordu. İdamların aceleye getirilmesinin bir sebebi de sivil – asker bir kısım bürokratların zaman kazanıp idamları önleyebileceği yanında halktan da tepki gelebileceği ihtimali idi.
Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın, halkın tepki göstermemesini, “Halk suçludur” şeklinde değerlendirerek,  “Kendisine hizmet edenlere vefasızlık örneği” olarak görür. (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, İstanbul, 2012, s. 145)

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

13 Haziran 2016 Pazartesi

Ergenekon Davası ve Türk Ordusu BÖLÜM 2





Ergenekon Davası ve Türk Ordusu 

BÖLÜM 2



Yazar: Ümit Özdağ
06 AGUSTOS 2013 SALI “Adalet TANRI’nın, Hüküm Sizindir.” 
E. Kur. Yüzbaşı Muzaffer Özdağ

Talat Aydemir tarafından düzenlenen 21 Mayıs askeri darbe girişimi sonrasında gerçekleşen Mamak Sıkıyönetim Mahkemesinde yapılan savunmanın son sözü, (1963) 



“Millenium-Challenge 2002”:Hedef Türkiye mi?

Bu çalışmaların ışığında ABD Kaliforniya Nevada Çölünde 24 Temmuz-15 Ağustos 2002 tarihleri arasında gerçekleşen ve 13.500 Amerikan askerinin katıldığı “Millenium Challenge 2002”adlı Amerikan askeri tatbikatı çok daha farklı bir önem ve anlam kazanmaktadır. Çünkü tatbikatın senaryosu, Ankara'da yapıldığı dönemde ciddî bir tepki uyandırmıştı. Senaryoya göre, Amerikan Ordusu, ağır bir depremden sonra ordunun yönetime el koyduğu deniz aşırı bir ülkeye müdahale edecektir.

Ordunun müdahalesi sonrasında, uluslararası bir mahkeme bu ülkenin taraf olduğu sınır ihtilâfında bu ülkenin aleyhinde bir karar alacaktır. ABD de BM'nin bu ülkeye yaptırım uygulaması için Güvenlik Konseyinden karar çıkaracaktır. Bunun üzerine anılan ülkedeki askeri yönetim seferberlik ilân edecektir. ABD Ordusu, bu ülkenin 96 saat olan seferberlik süresi (Türkiye'nin seferberlik süresi 96 saattir) sona ermeden önce ülkeye hava saldırısı başlatmış ve bazı kentlerini işgal etmeye başlamıştır. Senaryodaki ülkenin Türkiye'ye benzemesi(deprem, deniz aşırı, 96 saat seferberlik süresi), Türkiye'de tartışmalara neden olmuştur.




ABD, 1 Mart 2003'te TBMM’de, ABD birliklerinin Türkiye üzerinden Irak’a girişine izin veren 1 Mart Tezkeresinin reddedilmesinden Türk Ordusunun ve Türk Ordusunda bir süreden beri kendisini rahatsız eden bağımsızlıkçı çizgiyi sorumlu tutmuştur. Bir anlamda Amerikan Ordusunun açık istihbarat raporu olarak nitelendirilebilecek olan yukarıda söz ettiğimiz çalışmalarda ileri sürülen Türk Ordusu’nun tehdit olduğuna dair istihbarat öngörüsü doğrulanmıştır. 
1 Mart Tezkeresi’nin reddi ve TSK: Ergenekon Operasyonu’nun piminin çekilmesi, 12 yıl süren kontrollü yüksek tansiyon politikası, 1 Mart 2003 sonrasında “yapısallaşmış krize” dönüşmüştür.[42]  Artık Türk Ordusu’na karşı bazı etkili önlemler almanın zamanı gelmiştir.

ABD güçlerinin bir Beyaz Saray-Pentagon senaryosu çerçevesinde Süleymaniye'de 4 Temmuz 2003'de Türk Özel Kuvvetleri üzerinden Türk Ordusuna karşı başlattığı “stratejik nitelikli psikolojik operasyon” ikili ilişkilerde olduğu kadar ABD'nin Türk Ordusuna yönelik politikalarında da bir aşama noktası oluşturmuş ve Ergenekon Psikolojik Operasyonubaşlamıştır.[43]

Süleymaniye Baskınından sonra Başbakan Erdoğan, bu notanın müzik notası olmadığını söyleyerek, ABD'ye nota vermeyi reddetmiştir. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, diplomasi kurallarını çiğneyerek Başbakan Erdoğan'ı muhatap almak suretiyle yazdığı yazısında Süleymaniye Operasyonu'nun AKP hükümetine karşı değil, “AKP hükümetinin emrini dinlemeyen bazı unsurlara karşı yapıldığını” ileri sürmüştür.[44]

Türk Ordusu, ABD ve AB için tarihsel anlamda Batı emperyalizmini yenen güç, siyasal anlamda millî devlet anlamına gelen “Kemalizmin“ direnç noktasıdır. Bundan dolayı, 1990'ların ikinci yarısından itibaren Türk Ordusunu siyasal sistem içinde yıpratacak ve etkisizleştirecek her eylem ABD ve AB'den destek görmektedir. ABD'nin ılımlı İslam'ı bir müttefik olarak oluşturmasından sonra zaten laikliğin kalesi olarak bilinen Türk Ordusu'nun asker ve jeopolitik değil ama siyasal-stratejik değerinde ABD açısından bir düşme olmuştur.

Soğuk Savaş döneminde Türk Ordusu'nu Orta Avrupa'daki Kızılordu ağırlığını Orta Avrupa'dan Anadolu üzerine çekecek bir enstrüman olarak gören AB, Soğuk Savaş sonrasında hızla Türk Ordusu'na bakışını düşmanca bir zemine oturtmuştur. Türkiye'nin yapay bir ülke olduğunu ve sınırlarının tekrar çizilmesi gerektiğini düşünen AB bu yolda önünde en büyük engel olarak gördüğü Türk Ordusu'nu yıpratmak için bir dizi eylem geliştirmiştir. Sonuç olarak, ABD gibi AB de, Türk Ordusu’na karşı geliştirilecek bir psikolojik operasyonu desteklemektedirler.

Özetle, ABD ve AB, Türk Ordusu'nun Türkiye'de millî devletin ve Batı'nın dayatmalarının karşısındaki en temel engel olduğunun bilinci içinde Ordunun yıpratılmasını sağlayan her sürece, 2007-2011 arasındaki dönemde yoğun destek vermiştir. Bu anlamda, fikri kökenleri 1990’ların sonuna uzanan Ergenekon Operasyonu 2003 Temmuz'unda Süleymaniye baskını ile başlatılmıştır. 2007’de Başkan Bush ile Başbakan Erdoğan arasında Vashington’da yapılan görüşme sonrasında ise Ergenekon Operasyonu başka bir aşamaya taşınmıştır.

2007-2011 arasında yaşanan süreçte Türkiye’deki gelişmelere ne ölçüde ve nasıl müdahale edildiği konusunda ortaya bu satırların yazarının kapsamlı veriler koyması mümkün değildir. Ancak Balyoz Davasında yargılanan Kur. Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin tarafından yazılan “TSK’ya Karşı 12 Komplo” adlı kitapta dış müdahaleler ile ilgili çok ilginç bazı veriler ortaya konulmuştur. Küçükşahin, Balyoz Güvenlik Harekat Planı’nın son sayfasında “b. Muhabere” başlıklı bölümde  “esas muhabere vasıtasının radyo, yedek muhabere vasıtasının ise Kral Tv mesaj bant sistemi” olduğu cümlesinin yer aldığını kaydetmektedir. Türk Ordusu’nda bütün ordularda olduğu gibi ana muhabere vasıtası telsizdir. Ancak İngilizcede radyo kelimesinin iki anlamı var. Birisi radyo öbürü ise telsiz. Türkçe bir “belgede” böyle bir ifadenin kullanılması için ancak İngilizceden tercüme edilmesi gerekir.[45]

Küçükşahin’in dikkat çektiği ve bir deniz subayı tarafından hazırlandığı ileri sürülen bir diğer belgede ise şu ifade yer almaktadır: “Ramazan ayının ilk iki gününde Aksaz Üs Radyosundan Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an dan bölümler yayınlanmasına izin vermiştir.” Nüfusun % 95’inin belki de daha fazlasının Müslüman olduğu Türkiye’de kimse Kuran’ı kerim’in ne olduğunu ayrıca izah eden bir cümle yazmaz. Böyle bir cümle ancak Türk ve Müslüman olmayan birisinin yazdığı ve Türkçeye tercüme edilen ve tercüme kokan motomot bir tercüme cümledir.[46]
Keza Balyoz belgeleri arasında bulunduğu iddia edilen bir başka belgede şu cümleler yer almaktadır: “Malzemeler yurtdışına giden bir gemiye verilmiş veokyanusa atılması istenmiştir.” ; “Yapılan arama sonucu ele geçirilen mühimmatlar yurtdışına giden bir gemiye verilerek okyanusa atılması istenmiştir.”[47] Bu cümlelerin de bir Türk askeri belgesinde yer alması mümkün değildir. Türk gemileri okyanusa değil, Akdeniz, Karadeniz veya Ege’ye açılırlar. Ayrıca Türkçede “okyanusa atmak” denmez, “denize atmak” denilir. Benzeri örnekler artırılabilir ancak bu çalışmanın konusu değildir.  

AB Sürecine Kadar TSK’nın Konumu ve Dönüşümü 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Avrupa Birliğine karşı olduğu ve ABD ile çatışma sürecine girdiği için Batı karşıtı  Rusçu-Avrasyacı bir eksene kaydığı veya içinde etkili bir kliğin TSK’yı bu noktaya çekmek istediği iddiaları ancak tarihsel bütünlük içinde incelenir ise daha iyi anlaşılacaktır. Bu iddiaları ortaya atanlar, TSK’nın AB’ye karşı çıkışının nedeni olarak da güçlü konumunu yitirmek istememesi olarak göstermektedirler.





TSK’nın rejim içindeki konumu Cumhuriyet tarihi boyunca istikrar göstermez. Şöyle ki, Genelkurmay Başkanlığı’nın hukuki statüsünü belirleyen ilk yasa 3 Mart 1924 tarih ve 249 sayılı “Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletlerinin İlgasına Dair kanun”dur. Bu yasa ile Genelkurmay Başkanlığı devlet içinde otonom bir kuruluş olarak örgütlenmiştir. Fiiliyatta cumhurbaşkanına bağlıdır. Başbakanın ordu üzerinde bir otoritesinin olduğu söylenemez. Yasa, Atatürk, Mareşal Çakmak ve dönemin olağanüstü koşulları için hazırlanmıştır. 1924-1927 arasında TSK devrim sürecinin silahlı öncü gücüdür. 1927 yılında ise bu statüsü değişir. Artık öncü güç değil, devrimin koruyucu gücüne dönüşür ve bu durum 1938’e kadar sürmüştür.
Atatürk’ün vefaatinden 1944 senesine kadar geçen süre içinde ordu devrimin bekçisidir. 1927-1938 arasında olduğu kadar siyasette etkin değildir. Siyasette Atatürk’ün yakın kadrosunu tasfiye eden İnönü Orduya dokunmamıştır. Çünkü İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi kararı Mareşal Çakmak’a rağmen 1. Ordu’da yapılan “Paşalar Meclisi”nde alınmıştır. Mareşal ise sonuca itiraz etmeden kabul etmiştir.

12 Ocak 1944’de Mareşal Çakmak Cumhurbaşkanı İnönü’nün yolladığı mektup ile yaş haddinden emekliye sevk edilmiştir. Hemen ertesinde çıkarılan 4580 sayılı kanun ile Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsü değiştirilmiştir. Genelkurmay Başkanlığı başbakanlığa bağlanmış ve sorumlu tutulmuştur. Artık 1944’den itibaren iktidar ortaklığından çıkarılmış bir TSK vardır.     
30 Mayıs 1949 tarih ve 5396 sayılı “Milli Savunma Bakanlığının Kuruluş ve Görevlerine Dair kanun” ile Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. Oral Sander, bu konuda ABD’nin baskı yaptığını kaydetmektedir.[48]Yaşanan bu sürece TSK’dan görünürde bir tepki gelmemiştir. Ancak artık ortaklıktan çıkarılan TSK, Türkiye 1950’de seçimlere girerken DP’den yanan tavır almıştır.

1949-1960 arasında geçen 11 sene Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığına bağlı olması gerek ordu içinde gerek ordu ile iktidar arasında büyük bir gerilim yaratmıştır. Amerikan Ordusundan çok farklı bir tarihi ve kültürü temsil eden TSK’yı bir farklı devlet kültürünün içine itmenin doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.

1961 Anayasa ile Genelkurmay Başkanlığı,  başbakana karşı sorumlu hale getirilmiştir. Ancak 61 Anayasası’nın illi Güvenlik Kurulu’nun yetkilerini düzenleyen 111. maddesi ile TSK bir anlamda hükümetin  “örtülü ortağı” haline gelmiştir. 1982 Anayasası’nın 118. Maddesi ile düzenlenen Milli Güvenlik Kurulu maddesi ayni örtülü ortaklığı sürdürmüştür. Bu ortaklık anayasanın ruhunda “milli güvenlik” meseleleri ile sınırlı ise de darbeler sonrası psikolojisinin hükümetler üzerinde ayrı bir baskı yaptığı şüphe götürmez.[49]

1990’larında sonunda TSK Öcalan’ın yakalanmasına giden süreçte kazanmış olduğu askeri yeteneklerin sağladığı bölgesel üstünlük ve SSCB’nin çökmesinin yarattığı güç boşluğunun verdiği güven ile davranmaya başlamıştır. TSK, başlayan AB tam üyelik sürecine destek vererek kendi konumunun yeniden tanımlanmasına itiraz olmadığını ortaya koymuştur. Bu çok önemli noktanın Türkiye’de siyaset analizcileri tarafından bilinçli-bilinçsiz atlanıldığı görülmektedir. Oysa,  TSK, AB sürecini destekleyerek kendi konumunu ve siyasetteki tarihsel/doğal ağırlığından çok darbe sürecinden kaynaklanan etkisini oto-sınırlandırma süreci içerisine girmiştir. 

Bu noktada TSK’nın muhtemelen beklentisi AB tam üyelik sürecinin merkez sağ partiler tarafından yönetilecek bir süreç olmasıdır. Ancak 2002 seçimlerini AKP’nin kazanması TSK için bir sürpriz olmuştur. AKP Hükümeti ile ilişkilerini sağlıklı düzenleyemeyen TSK, AKP Hükümetine karşı etkisiz, sistemsiz ve anlamsız bir muhalefet geliştirerek, iktidarı ABD-AB çizgisine belki de AKP iktidarının girmek istediğinden daha fazla itmiştir.
Eğer, 2002 Kasım’ında Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Org. A. Nafiz Gürman’ın Bayar’ı ziyaret ederek TSK’nın seçim sonuçlarına saygı göstereceğini bildirmesi gib bir adım atsaydı, 2002-2011 Türkiye tarihi hem dış hem iç politik açıdan daha farklı şekillenebilirdi.[50]

Bu ilk yanlış adım sonrasında TSK, ana dinamikleri Türkiye dışında olan değişik şekil, neden ve boyutlarda bir politik-psikolojik baskı altında kalmıştır.

Türk Ordusu'nun Saldırılara Fikrî Direnişi


Türk Ordusu, bu politik-psikolojik baskıya karşı tepki geliştirmiştir. TSK,   ABD ve AB'nin kendisine ve Türkiye'ye yönelik operasyonlarını teşhis ettiğini göstermek ve tepkisini ortaya koymak amacı ile genellikle Harp Okulu ve Harp Akademilerinde düzenlenen sempozyum ve açılışları vesile olarak kullanmıştır. Türk komutanlar eleştirilerinde, ABD ve AB demek yerine “küreselleşme” kavramını kullanmışlar, eleştirilerini ve karşı çıkışlarını bu kavramlar üzerinde gerçekleştirmişlerdir. Türk Ordusu'nun en üst düzey komutanları, ABD'nin Soğuk Savaş sonrası ideolojisi olan küreselleşmenin gizlenmek istenen ve Türkiye için tehdit oluşturan boyutlarını, eleştirisel bir söylemle, açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.

Türk Ordusu'nun Avrasyacı-Rusyacı bir çizgiye kaymasının temel göstergesi olarak ileri sürülen MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç'ın 2002'de Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada Rusya ve İran ile ilişkileri geliştirirken, NATO'yu da göz önünde tutmak gerektiğinin altını çizdiği unutulmamalıdır. Ancak bu şekli ile bile Org. Kılınç'ın açıklaması Batı'ya yönelik bir psikolojik operasyon niteliği taşımaktadır.

Rusya Başkanı Putin'in 2007'de Münih'te Güvenlik Konferansında yaptığı ve ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzenini eleştiren ve çok kutuplu dünya düzenini savunan konuşmasının yapıldığı akşam bu konuşmanın Türk Genelkurmay Başkanlığının internet sitesine konması da bir başka Türk Genelkurmay tepkisi olarak yorumlanmalıdır. Diğer bir ifade ile Türk Ordusu, tek kutuplu dünya düzenini, Türkiye'nin menfaatleri açısından bir tehdit olarak görmektedir.
Org. Büyükanıt, Nisan 2007'de Amerikan Ordusu'nun Kuzey Irak'a yerleşmesinin bölgeyi bir terör üssü haline getireceğini açıklamıştır. Bu açıklamanın ABD'nin Irak ve Kuzey Irak politikaları ile PKK'ya örtülü desteğe sert bir tepki olduğu görülmektedir. Öte yandan Org. Başbuğ'da Kara Kuvvetleri Komutanı iken yaptığı açıklamada İran ile askeri ilişkilerin çok iyi ilerlediğinin altını çizmiştir.
Türkiye, Karadeniz'e ABD savaş filosunun girmesi ve Karadeniz'de üsler kurmasına da şiddetle muhalefet etmiştir. Vashington, bu konuda Ankara ile Moskova arasında bir ittifak olduğunu ileri sürmüştür.[51] 2008 Yazında Kafkaslar'da çıkan Rus-Gürcü çatışması sonrasında da Türkiye'nin Amerikan savaş gemilerinin Karadeniz'e girmesine zorluk çıkarması ve Amerikan savaş gemileri Karadeniz'de iken Türk Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın Rus Deniz Kuvvetleri Komutanı ile bir gemide buluşması doğru okunması gereken mesajlardır.

Moskova’da yayınlanan ABD dergisi, “Türkiye, Rusya’nın Stratejik Müttefiki Olabilir” başlıklı bir makale yayınlamış ve makalede, “Türkiye, Osetya Savaşı’nda NATO gemilerinin Boğazlar’dan geçişini birkaç gün geciktirerek, Rusya’nın Poti ve Batum’da anahtar pozisyonlara sahip olmasına yardım etti” yorumunu yapmıştır. Karayiplere giden Rus Savaş filosunun Türk Deniz Kuvvetlerinin ana limanı olan Aksaz'da misafir edilmesi de dikkatle okunmalıdır. 9 Ocak 2009'da Rus Deniz Kuvvetleri Komutanlığı sözcüsü Akdeniz'de Türk ve Rus Deniz Kuvvetlerinin ortak operasyon yapacağını açıklamıştır.

Altı çizilmesi gereken husus, Rusya ile ilişkilerin gelişmesi, Türkiye'nin Türk Dünyasına açılması, Çin'e artan Türk ilgisi, ABD'nin muhalefetine rağmen İran ile gelişen ilişkiler sadece TSK'nin yaklaşımı olarak da izah edilemeyeceğidir. Türk-Rus ilişkilerinde 2004-2005 ileriye atılmış adım anlamında dönüm noktası kabul edilmiştir. Putin, 2004 senesinde Türkiye'yi ziyaret etmiştir. 2006 yılında 12 Milyar Dolar'a çıkan ticaret hacminin 25 milyar Dolar'a çıkarılması hedeflenmiştir.[52]

Başbakan Erdoğan, “Son beş-altı yılda ilişkilerde gözle görülür bir ilerleme sağlandığını” açıklamıştır. Aynı hususlar, Türk Dünyası, Çin ve İran için de geçerlidir.[53] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün şubat 2008'de gerçekleştirdiği Rusya ziyaretinde, iki ülke arasındaki ticarette Dolar yerine Ruble ya da TL. kullanılması kararının alınması da ilişkilerde çok önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir.[54]Ziyaret sonucunda imzalanan 12 sayfalık metinde ikili ilişkiler “güçlü ortaklık” kavramı ile tanımlanmıştır.[55] Peki, bu gelişmeler, AKP Hükümeti içinde “Ergenekoncu -Rusçu” bir kliğin olduğu anlamına mı gelmektedir? Tabii ki hayır. AKP Hükümetinin izlediği Rusya politikası doğru bir politikadır ve doğal sürecin bir sonucudur.

Türk Ordusu ve Avrasyacılık/Rusçuluk İddialarının Tekrar Değerlendirilmesi


TSK'nın yukarıda anılan Soğuk Savaş sonrası açılımları, Türk Ordusu'nun ABD ve NATO ile bütün bağları koparmayı, Avrupa ile kültürel bir kopuşu hedefleyen bir çizginin mi göstergesidir? Bu konuyu değerlendiren E. Tuğg. Nejat Eslen Türkiye'nin önünde üç jeopolitik seçenek olduğunu söylemektedir. Eslen'e göre, “Birinci seçenek, Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu ile ilgilidir ve bu seçenek mevcut yönetim tarafından derin dondurucuya yerleştirilmiştir. Ayrıca AB, Türkiye'nin sorunları, nüfus ve coğrafyasının büyüklüğünü hazmedilemez bulmakta ve zaman içinde çıkarlarına ters düşecek olsa da Türkiye'yi dışlamaktadır. İkinci seçenek, ABD'nin arzu ettiği seçenektir ve bu seçeneğe göre Türkiye'nin Avrasya'ya kayması önlenecek, bu amaçla Türkiye AB'nin yapısına demirletilecek, ılımlı İslam kimliği ile Ortadoğulaştırılacak ve modernleşmek isteyen Ortadoğulu ülkelere yeni jeopolitik kimliği ile model olacaktır. Bu seçenek doğal olarak dayatılan yeni kimlik nedeni ile Türkiye'nin mevcut rejimini zora sokarken, AB üyeliği şansını sıfırlayacaktır. Üçüncü seçenek ise birinci ve ikinci seçeneği uygun görmeyen, yeni uluslar arası sistemi daha iyi okumaya çalışan ve bağımsız politikalarla Avrasya'ya açılmak isteyenlerin seçeneğidir ve bu seçeneği benimseyenler potansiyel Ergenekon suçlusudur.”[56]

Peki,  üçüncü seçenek, yani dünya sanayi ve finans merkezlerinin Pasifik alanına kaydığı bir dönemde Uzakdoğu'ya, Türk Dünyası'nın bir gölü olan Hazar Denizi etrafında ikinci bir Kuveyt olmaya hazırlanan Azerbaycan'a ve Kazakistan'a, doğalgaz deposu olan Türkmenistan'a, bakir Rusya pazarına, dünya ekonomisinin yeni merkezleri olmaya hazırlanan Çin ve Hindistan'a sırtını dönen bir Türkiye ve Türk Ordusu söz konusu olabilir mi?

Clinton döneminde Mayıs 1997'de açıklanan “Yeni Bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesindeki şu cümleler çok önemlidir: “200 milyon varillik petrol rezervleriyle Hazar Denizi bölgesi gelecek on yıllarda dünyanın artan enerji ihtiyacını karşılamada daha önemli bir rol oynayacak” [57] ABD ve AB, Avrasya ve Asya'ya yönelirken, Türkiye'nin bu alana yönelmesinin NATO'dan, Batı ittifak sisteminden kopuşu, “Rusçu ittifak” şeklinde suçlanması “psikolojik operasyondan” başka hiçbir şey değildir.[58]

E. Genelkurmay Başkanı H. Kıvrıkoğlu, Türk Ordusu'na(veya içindeki bir kliğe) Avrasyacı/Rusçu suçlamasını yapanların “ne pahasına olur ise olsun AB ve ABD ile işbirliğini savunduklarını” belirtmiş ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Türk Silahlı Kuvvetleri NATO, ABD ve AB'ye karşı değildir. Ancak çıkarlarına aykırı davranışlarda bu ülke ve örgütlerin yanında değil, ülkesinin yanında yer almak başta gelen görevidir. Yani biz bu ülke ve örgütlerle eşit şartlarda işbirliğine her zaman evet diyoruz. Eğer fedakârlık yapılacaksa bu taraflar arasında eşit şekilde yapılmalı, fedakârlık yapan sadece Türkiye olmamalıdır.”[59]

Özetle, Türk Ordusu içinde Rusçu bir klik olmamıştır. Türk Ordusu’nun ideolojik Avrasyacı olduğunu söylemek dahi yanlıştır. Türk Ordusu, bağımsız, güvenli ve zengin Türkiye hedefi için 2000’lerin değişen dünyasında Türkiye için yeni menfaat alanlarını Batı’dan bağımsız hatta zaman zaman Batı’ya rağmen aramış ve savunmuştur. ABD ve AB ise Türkiye'nin bu ölçüde bağımsız olmasını ve menfaatlerini tamamen kendisinin tanımlamasını kabullenmemektedirler. Temel sorun budur.

Sonuç


AKP iktidarı Ortadoğu-Kafkasya ve Balkanlar arasında “Bermuda Şeytan Üçgeni” diye tanımlanabilecek kadar zor bir coğrafyada dış politika da küçümsemeyecek hedefler içeren iddialı bir dış politika izlemektedir/izlediği iddia edilmektedir. Bu iddialı politika son altı ay içinde diğer bir ifade ile 2013 başından buyana büyük bir çöküş içerisine girmiştir. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “merkez ülke” tasarımı bu iddialı politikanın kavramsallaştırmasıdır. Böyle iddialı bir dış politik hedefin gerçekleştirilebilmesi için buna uygun bir stratejik kültürün /uygulamanın hâkim olması gerekmektedir.

AKP’nin hedeflediği/hedeflediği iddia edilen sonuca ulaşabilmesi sadece yumuşak güç uygulamaları (kültürel-psikolojik güç) ile mümkün değildir. Hedefe ulaşabilmek açısından yumuşak gücün sert güç yani ekonomi ve ordu ile desteklenmesi gerekebilir. Yumuşak güç ile ulaşılabilecek sonuçlar çok sınırlıdır.
AKP iktidarı iddialı dış politik hedeflerine rağmen, bu iddiaları gerçekleştirebilmek için benimsemesi gereken stratejik kültür ve uygulamalardan uzak durmakta hatta böyle bir kültüre ve kültürün unsurlarına savaş açmış görünmektedir. Örneğin Genelkurmay Başkanlığı GES Komutanlığı Milli İstihbarat Teşkilatına devredilmiştir.

Her ne kadar haberin kaynağı olan gazeteci Murat Yetkin’e bu haberi veren kaynaklar böylelikle çok pahalı olan istihbaratta “duplikasyon”a gidilmeyeceği ve tasarruf edileceğini ileri sürseler de dünyada elektronik istihbaratını kendi istihbarat servisine bırakmış olan bir ikinci ciddi ordu yoktur. Üstelik elektronik istihbarat askeri istihbarat merkezlidir. NATO üyesi olarak elektronik istihbaratı da NATO ile bir şekilde entegre olan TSK’nın yerine bundan sonra MİT mi katılacaktır? Bir ordunun elinden elekronik istihbaratın alınması o ordunun körleştirilmesi anlamına gelmektedir. 

Ordunun başbakanlığa “sorumlu” halden çıkarılıp Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması da yanlıştır, çünkü Türk siyasi kültürüne aykırıdır. 1949’da CHP’nin ABD’nin baskısı ile bu kararı alması hiç olumlu bir uygulama sonucu vermemiştir. Her millet devletini kendi tarihinin birikimi olan siyasi kültürünün gereklerine uygun bir şekilde şekillendirir. Kıta Avrupası ve Amerikan ordularının tarihlerinden çok farklı bir yaşanmışlığı temsil eden Türk siyasi kültürüne uygun bir çözüm bulmak zor değildir. 

Yapılması gereken Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlığa “bağlı ve sorumlu” hale getirilmesidir. Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı’nın protokolde aynı seviyeye çekilmesi şekilsel sorunu da halledecektir. Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakana bağlı olmasının demokrasiye uymadığını söylemek ise tamamen boş laftır. Demokrasinin beşiği İngiltere’de kraliyet sistemi ile demokrasi uyum içindedir de Türkiye’de Genelkurmay Başkanlığı’nın başbakanlığa bağlı olmaması mı demokrasiye aykırıdır? 

Diyanet İşleri Başkanlığını Başbakanlıktan alarak Cumhurbaşkanlığı’na bağlayarak özerkleştirmenin fikir jimlastiğinin bakan seviyesinde yapıldığı bir Türkiye’de TSK’nın Savunma Bakanlığı’na bağlanması akıllara doğal olarak başka amaçlar olduğu düşüncesini getirecektir. 

Kamoyuna AKP Hükümetinin TSK ile ilgili gelecek planları arasında olduğu iddiası ile taşınan bazı planları anlamak ise daha da zordur. Özellikle gazeteci Mehmet Baransu’nun açıkladığı Genelkurmay Başkanlığı karargahının lağvedilmesinin,  Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı karargahlarının başka şehirlere yollanmasının planlandığı şeklindeki haberi ciddiye alınması gereken bir haberdir.[60]
Bütün bu adımlar ortaya daha güçlü değil, daha zayıf bir TSK çıkaracaktır. 2. Abdülhamit büyük bir devlet adamıdır. Tarihe geçerken şanssız ve tartışmalı şekilde geçmesinin en önemli nedenlerinden birisi yaşadığı çağdır. Bir başka hatası da Sultan Abdülaziz’e karşı darbede rol aldığı için deniz kuvvetlerine karşı aldığı olumsuz tavırdır. Bu tavır, deniz kuvvetlerini Haliç’e kapamış, modernizasyonunu engellemiştir. Bir savaşta deniz kuvvetlerine ihtiyaç olduğunda ise Ege’ye doğru ilerleyen gemiler Marmara’da batmıştır. Artık batacak gemi yoktur ancak bu başka dış felaketlerin Türkiye’nin başına gelmeyeceği anlamına gelmez.   AKP Hükümetinin de tarihten dersler çıkarması gerekmektedir.

Öte yandan Ergenekon davasında verilen bu ağır kararlar ile Öcalan’ın ve PKK’nın affedilmesi için bir toplumsal zemin oluşturulduğu iddiaları da ciddiye alınması gereken iddialardır. Birilerine “yeni bir beyaz sayfa açalım” deme fırsatının verilmesi için adeta, TSK’nın bir dönem yöneten kadronun rehin alındığı iddiaları yeni de değildir. Bu iddia gerçekleşse yani bir genel af ile Ergenekon ve PKK davalarında tutuklu bulunanlar serbest kalsalar dahi bunun Türkiye’ye barış getirmesi söz konusu olmayacak, aksine daha kırılgan bir toplumsal yapı oluşacaktır.    

Bu noktada bu satırların yazarı 1991 senesinde yayınlanan “Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri” kitabının hala geçerli olduğunu düşündüğü son iki paragrafına geri dönecektir: “Kanaatimizce sağlıklı bir diyalog için iki tarafın da belirli ön yargılarını terk etmesi gerekir. Asker kesimin, öncelikle politikacıya olan güvensizliğini terk etmesi, kendisini tek milliyetçi/yurtsever kesim olarak görmekten vazgeçmesi gerekmektedir. Sivil otoritenin ise, her şeyden önce orduya ve ordunun devlet içindeki konumuna, onun tarihsel rolüne ve bu rolden kaynaklanan bugüne yönelik taleplerine, çok daha değişik bir toplumsal evrimin ürünü olan Batı aydınının gözü ile bakmaması gerekir. Böyle bir bakış, başka bir uygarlığın tarihinin, sosyal, ekonomik, kültürel, politik gelişmesinin sonuçlarını başka bir tarihe sahip bir topluma uygulama çabasını getirir. Bu tür bir çaba başlangıçta diyalog ortamını ortadan kaldırır.

Halbuki sağlıklı bir demokratik sistem, değişik sosyal güçlerin çok geniş anlamda ancak asker ve sivillerin uzlaşma ve ortak çabaları ile sağlanabilir. Her iki tarafında, böyle bir uzlaşma ve ortak çaba sarf etme girişimini terk ederek, sistemi sözde sivilleştirmek/militerleştirmek görünümü altında yapacağı hamleler bir süre sonra karşı tarafın sert tepkisiyle karşılaşabilir. Ve bu tür tepkilerin, kanunlar ile, ancak sınır taşlarının savaşları engellediği ölçüde engellenebileceği gerçeğini göz önünde tutmak gerekir. Toplumsal gerçekliği kanunlar değil, toplumsal güçler şekillendirir. Sağlıklı bir demokrasinin yerleşmesi için toplumsal güçlerin işbirliği şarttır. Ve demokrasi toplumumuz için acil bir ihtiyaçtır.”[61]

Bu satırların yazılmasından 6 yıl sonra sözde militerleşme süreci olan 28 Şubat yaşanmıştır. Bugün ise sözde “sivilleşme ve ileri demokratikleşme” adı altında ve 28 Şubat’ın intikamı niteliğini de taşıyan bir başka süreç, dış dinamiklerin TSK’yı yeniden yapılandırması ihtiyacı çerçevesinde yaşanmaktadır. O gün 28 Şubat’ı destekleyenler, bugün Ergenekon operasyonunu desteklemektedirler.

İntikam Süreçlerinin birbirini beslediği bir ülkeniz toplumsal barışa ulaşması imkânsızdır. 

Böyle bir ülkede sadece dönemsel galipler olur. Ve çoğu kez dönemsel galipleri iç dinamiklerin kendi güçleri değil, dış dinamikler belirler. 





[1] Zaman, 3 Ağustos 2011, Ahmet Turan Alkan, “Ordular ve Ülkücüler
[2] Zaman, 23 Eylül 2008, Mümtazer Türköne, “Ergenekon soruşturmasında eksik olan ne?”
[3] Aktaran Cumhuriyet, 25 Eylül 2008, Gün Zileli, “Dünya Operasyonu”
[4]Milliyet, 24 Ekim 2008, Hasan Cemal, “Ergenekon Davası, hukuk ve demokrasi sınavı”;
[5]Hürriyet, 11 Ocak 2009, Ahmet Hakan, “İster İnan İster İnanma” A. Hakan, Prof. Dr. Dağı'nın NTV'de Yazı İşleri programında yaptığı konuşmayı nakletmektedir.
[6]Zaman, 13 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Rus yanlısı darbe ve Ergenekon”
[7]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[8]Zaman, 27 Ocak 2009, İhsan Dağı, “AB'den yana, ama 'darbe'ye hazır!”
[9]Taraf, 14 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ordunun Ergenekon'u tasfiye çabası”  
[10]Zaman, 23 Ocak 2009, İhsan Dağı, “Ergenekon'un Amerikancısı yok mu?”
[11]Taraf, 28 Ocak 2009, Yasemin Çongar, “Ergenekon, nekonlar ve Obama”
[12]Star, 16 Ocak 2009, Eser Karakaş, “Obama, Ergenekon, AK Parti”
[13]Taraf, 20 Nisan 2009, Neşe Düzel, “Bülent Orakoğlu:İtalya’da 1 numara cumhurbaşkanıydı”
[14]Zaman, 30 Haziran 2008, Ahmet H. Arslan, “ABD’den Darbecilere Yeni(lenen) Mesajlar”
[15]İhsan Dağı askerler Batı ile ilişkilere eleştirisel bakma hakkına sahiptirler demektedir..
[16]Metnin tercümesi için bkz. Aydınlık, 6 Nisan 2008, Sayı 1081, s. 40-41,“Türkiye’yi kaybettik. Bu Gerçeğe Alışalım”
[17]Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan kriz ile ilgili olarak küçümsenmeyecek bir literatür oluşmuştur. Bu konu ile ilgili olarak Türk siyasetçilerinin okuması gereken makalelerin başında Ian O. Lesser,“Turkey, the United States and the Delusion of Geopolitics” adlı makale gelmektedir. Survival, Vol. 48 no 3, Autumn 2006.

[18]Bu süreci inceleyen ilginç bir derleme için bkz. Morton Abromowitz, (ed.) Turkey's Transformation and American Policy, A Century Foundation Book, New    York 2000
[19]Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri,(1947-1964), Ankara Üniversitesi SBP Yayınları: No:427, Ankara 1979, s.232-26

[20] Bu konuda bkz. Faruk Sönmez, ABD'nin Türkiye Politikası, (1964-1980), Der Yayınları, İstanbul 1995, s.71-121

[21]Servet Cömert, Jeopolitik, Jeostrateji ve Strateji, Harp Akademileri Komutanlığı Yayınları, Mart 2000, s.xııı

[22]Deniz Kurmay Albay Dursun Turan ve Deniz Kurmay Albay Tayfun Uraz, “Türkiye-ABD İlişkilerinin Dünü-Bugünü-Yarını” Türk Harb Akademileri Yayını İstanbul 1994, s.75-77.
[23]Yeniçağ, 20 Ocak 2009, “TSK'yı bölmek istiyorlar tespiti”
[24]Michael Robert Hickok: “Hegemon Rising:The Gap Between Turkish Strategy and Military Modernization”, Parameters, Sommer 2000, http://carliste-www.army.mil/usawc/parameters/00summer/hickok.htm.

[25]Hickok, M. R. a.g.e., s.71. Makalede savunulan temel görüşler burada önemine binaen ayrıntılı olarak özetlenecektir.

[26]a.g.e., s.69.
[27]a.g.e., s.70-71.

[28]a.g.e., s.68.

[29]a.g.e., s.70.

[30]a.g.e., s.68.
[31]a.g.e., s.71.

[32]a.g.e., s.67.

[33]a.g.e., s.68.

[34]a.g.e., s.77.
[35]F. Stephan Larrabee ve Ian O.Lesser: Turkish Foreign Policy in an age of Uncertanity, RAND, 2002.

[36]a.g.e., s.1.

[37]a.g.e., s.6.

[38]a.g.e., s.157.

[39]Galina Schneider, Greek takes over Western Policy Center
[40]Bu makale internetten kaldırıldığı için Lale Sarıibrahimoğlu'nun Taraf  14 Ocak 2009, “Ergenekon'da ABD ile uzlaşı oldu mu?” ve Milliyet, 1 Kasım 20002, Yasemin Çongar, “ABD, Özkök'ü sevdi” başlıklı yazılarından özetlenmiştir
[41] Belgeden aktaran Milliyet, 5 Ağustos 2011, Malih Aşık, “ABD ve TSK

[42]1 Mart öncesi ve sonrası için bkz. Ahmet Erimhan, Çuvaldaki Müttefik, Otopsi Yayınları, İstanbul 2004 ve Murat Yetkin, Tezkere-Irak Krizinin Gerçek Öyküsü, Remzi Yayınevi, İstanbul

[43]Şanlı Bahadır Koç, “Çirkin Amerikalı ile Güven Bunalımı”, Stratejik Analiz, Ağustos 2003; Washington'da bazı kaynaklar, bu operasyona karşı olan Pentagon yetkililerinin Türk özel kuvvetlerinin direnmesi sonunda iki taraftan da çok insan kaybı olacağını, bunun neticesinde Wolfowitz başta olmak üzere bazı yeni muhafazakar yetkililerin görevden alınacağı umudu içinde olduklarını ileri sürmektedirler.

[44]Hasan Böğün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu-12 Eylül 1980'den Çuval Olayına, Kaynak Yayınları, Ankara 2007, s. 20
[45]Alb. Dr. Ahmet Küçükşahin, TSK’ya Karşı 12 Komplo, Togan Yayınları, İstanbul 2011, s. 70
[46] Age, s.70
[47] Age, s.71
[48] Oral Sander, Türk-Amerikan İlişkileri (1947-1964), AÜSBF Yayınları, Ankara 1979, s.39
[49] Burada anlatılan tarihi süreç için bkz. Ümit Özdağ, Atatürk ve İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri, İkinci Baskı, Bilgeoğuz Kitapevi, İstanbul 2006
[50][50] Ümit Özdağ, Menderes Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri ve 27 Mayıs İhtilali, Boyut Yayınları, İkinci Baskı,  İstanbul  2004, s. 23
[51]Bu konuda bkz. Ariel Cohen, “ABD'nin Karadeniz Politikası”, 21. Yüz Yıl, Üç Aylık Dergi, Ocak-Şubat-Mart 2007, Sayı 1, s.189-210
[52]1991-2003 arasındaki Türk-Rus ekonomik ilişkileri için bkz. Cihangir Gürkan Şen, “Türk-Rus İlişkileri:Mevcut Durum, Sorunlar ve Perspektifler”, Stradigma, aylık strateji ve analiz dergisi, Ağustos 2003, Sayı 7

[53]Yeniçağ, 30 Ocak 2009, Arslan Bulut, “NATO kafalara: Tayyip Erdoğan Rusçu, Putin de Ergenekoncu mu?” Richard Holbrooke, Washington Post'da yaptığı değerlendirmede “Rusya, bizim çok kritik bir müttefikimiz olan Türkiye'nin sempatisini kazanmak ve Türkiye ile yeni ve özel bir ilişki kurabilmek için önemli bir atak başlatmıştır” demiştir. İlyas Kamalov, “Türkiye'de Rusya Yılı ve Türk-Rus İlişkileri” asam.org.tr, 20 Mart 2007

[54]Yeniçağ, 16 Şubat 2009, Arslan Bulut, “Gül’e Tebrikler; Dolar’ın Yerine Ruble ve TL Dünyayı Sarsar”

[55]Milliyet, 17 Şubat 2009, Sami Kohen, “Güçlü Ortaklık Ne Demek?”

[56]Radikal, 21 Ocak 2009, Nejat Eslen, “Ergekon neyin nesi?
[57]A National Security Strategy for A New Century
[58]Türk Ordusu'nu Rusçu kliklerle suçlayanların Genelkurmay Başkanlığı SAREM uzmanı Dr. Hv. Kdm.. Bnb. Kutay Karaca'nın yazdığı “Şanghay İş Birliği Örgütü ve Türkiye'nin Örgüte Yaklaşımı” başlıklı makaleyi okuması faydalı olacaktır. Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ocak 2008, Sayı 396, s.28-39

[59]Milliyet, 24 Ocak 2009, Fikret Bila, “Kıvrıkoğlu: Yüzümüz Batı'ya dönüktür”
[60] Taraf, 8 Ağustos 2011, Mehmet Baransu, “TSK yeniden yapılandırılacak
[61] Ümit Özdağ, Ordu-Siyaset İlişkisi, (Atatürk ve İnönü Dönemleri, Birinci baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara 1991, s.178
http://www.21yyte.org/ sitesinden 13.06.2016 tarihinde yazdırılmıştır


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2013/08/06/7147/ergenekon-davasi-ve-turk-ordusu


..