Turhan Feyizoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Turhan Feyizoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ocak 2017 Perşembe

18 Temmuz 1703 Ayaklanması





18 Temmuz 1703 Ayaklanması



Turhan Feyizoğlu

19.01.2004/
Sayı:48

Hazırlamakta olduğum herhangi bir kitap için binlerce sayfa belge okur, göz atarım. Ayrıca, onlarca dergi, onlarca gazete tarıyorum. Bu belgeleri okur, göz atarken ilgili olduğum konunun dışında da çok değişik konular ister istemez zaman zaman ilgimi çekiyor ve bunları not alıyorum. Dergilerde ve gazelerde yeralan her türlü olay ve konu yeralmaktadır not aldıklarım arasında. Siyasi bir olay, reklam, cinsellik, spor, anketler, edebiyat, sinema v.b.
Birçok dergi ve gazetede gibi TÜRKSOLU dergisi de uzun zamandır benden, kendi yayınlarına yazı yazmamı istiyordu. Yoğun çalışmalarım nedeni ile bunu yapamıyordum.

Kitap haline getirmek istediğim konular zaten kitap olarak yayınlanarak okuyucuya bir anlamda ulaşmakta. Bunun dışında kalan ve ilgimi çekip de not aldığım konu ve olaylar “ Tarihin tozlu sayfalarında ” kalmasın diye düşünerek TÜRKSOLU dergisine yazmaya karar verdim.

Yeni bir konu üzerine çalışmaktayım. Daha sonra kitaplaştıracağım bu konu hakkında en son okuduğum bir kitapta ilginç bir bilgiye rastladım ve not aldım. Ayrıca, günlük gazeteleri ve yayınları takip ederken, bir açıklamanın not ettiğim konu ile paralellik oluşturduğunu gördüm.
Okuduğum kitap ile televizyonda izlediğim haberi özetle aktarıyorum.
NTV’nin 25 Kasım 2003 Salı günü, saat 13.00’de yayınlanan haberinde, Gürcistan eski Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze, özetle şu açıklamayı yapıyordu:

“ Etrafta ellerinde pankartlarla koşuşturan gençleri önemsemedim. Değerlendirme hatası yaptım. Dolaşır dolaşır giderler diye düşünüyordum. Sonra hükümet darbesi oldu. ”

Muhalefetin, Gürcistan parlamentosunu basması sonucu 27 saat sonra istifa eden Şevardnadze’nin bu açıklamasını duyunca, aklıma Türkiye Cumhuriyeti’nde sağın ünlü politikacılarından Süleyman Demirel geldi.
Herşey aynı anda olmuyorve yaşanmıyor tabii. Bir dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış olan Süleyman Demirel’in sokak gösterileri-eylemleri ile ilgili ilginç tanımlamaları vardır. Bunları biliriz ama bilmeyenler için aktarmak istiyorum. Bir kısmı sırasıyla şöyledir:
1-10 Kasım 1968 tarihleri arasında, Samsun’dan Ankara’ya “Süleyman Demirel Hükümetini Mustafa Kemal Atatürk’e Şikayet” yürüyüşü yapan gençleri kastederek, 8 Kasım 1968’de Başbakan Süleyman Demirel, şu açıklamayı yapıyordu:

Talebeler yürüsün. Sokaklar eskimez. Önemli olan, gösteriler kanunsuz yapıldığı, Saldırı halini aldığı zaman bunu önleme gücünün gösterilmesidir.
12 Mart 1971’de verilen askeri muhtıra ile Süleyman Demirel başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalmıştır.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrası kurulan Doğru Yol Partisi’nin bir dönem Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel, 20 Ekim 1990’da yayınlanan açıklamasında sokak hareketleri için şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“1876’lı yıllarda Abdülaziz’in tahttan indirilmesine kadar giderek, Talebe-i Ulum hareketleri, daha sonra gençlik hareketi olarak sokağa konulmuştur. Üniversite gençliği olması şart değildir. Bu sokak hareketlerinin arkasından da iktidar değişmiştir.”
9. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, 3 Temmuz 2000’de yayınlanan açıklamasında da şunları söylüyordu:
“Meydanlar demokrasinin ciğeridir. Meydanlar, idare edilen ile idare edenlerin hesaplaştığı yerlerdir.”
TÜRKSOLU dergisine sunduğum bu ilk yazının konusu Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış sokak hareketlerinden bir olaydır.
Tarih: 18. yüzyıl.
Yer: Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dönem başkenti olan Edirne.
Olay: Tarihi belgelerde “Edirne Vak’ası” ve “Feyzullah Efendi Vak’ası” olarak yeralmakta, Padişah-Sultan II. Mustafa döneminde geçmektedir.
Padişah II. Mustafa, 1664-1703 yıllarında, yaşamıştır.
Yazıya konu olan şahıs Seyid Feyzullah Efendi, Sultan IV. Mehmet’in çocukları olan şehzâde Ahmet ve Mustafa’nın öğretmenliklerini yaptı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 22. padişahı II. Mustafa, bu nedenle hocası Seyid Feyzullah Efendi’yi çok sayardı. Bu sevgisinden ve saygısından ötürü onu padişahlığı döneminde Şeyhülislam yapmıştı.

Babası Erzurum müftüsü olan ve büyük bir İslam Hukuku âlimi olan Seyid Feyzullah Efendi, Erzurum’da doğmuştu. Bir çok risâle ve kitabın yazarı idi. Oğullarından en büyüğü önce Nakibül-eşraf, yani emirler başı yahut Peygamber sülalesinden gelenlerin reisi idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Padişahı II. Mustafa döneminde Şeyhülislamlık yapan Seyid Feyzullah Efendi’nin kayınvâlidesi olan Ummetul Cebbâr da, sarayın tanınmış nüfuzlu vâizi Vâni Efendi’nin eşi ve bilgili bir kadındı.
Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, II. Mustafa’nın kendisini çok sevmesi ve koruması nedeniyle devletin her işine karışmış, gücünü ve yetkisini kullanarak hemen bütün akrabalarını devletin en üst kademelerine getirmişti.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin elde ettiği bu güç saray içinde iktidar savaşına yol açmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda silahlı kuvvetler içinde cebeci olarak adlandırılan 200 kadar asker, biriken aylıklarını alamadıklarını öne sürerek, 18 Temmuz 1703 tarihinde ayaklandı.

Padişah II. Mustafa da, Şeyhülislam Feyzullah Efendi gibi kızlarından birisini Köprülüzade Numan Efendi ile evlendirmişti. Numan Paşa bir dönem Erzurum’da valilik yapmıştı. Bu arada bir noktayı belirtmek istiyorum. Bir çok olayın bir geçmişi olduğu hiç bir zaman unutulmamalı. Küçük bir ayrıntı olabilir ama bir örnek teşkil ettiği için vurgulamak istyorum. Erzurum’un İspir kazasında “Numan Paşa” isimli bir köy bulunmaktadır ve Numan Paşa’nın burada akrabaları vardır.
Rami Mehmet Paşa’nın kışkırtığı ayaklanma, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin damadı olan İstanbul Kaymakamı Köprülüzade Abdullah Paşa’nın olayı küçümsemesi ve önemsememesi sonucu gelişti. Yeniçerilerin, ulemanın, İstanbul esnafı ile tüccarının da katılmasıyla tüm kente yayıldı.

İstanbul’daki olaylar sırasında sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Daha sonra, Orta Cami’de toplanan isyancılar, 21 Temmuz 1703 günü, İmam Mehmet Efendi’yi şeyhülislamlığa, Amcazade Hüseyin Paşa’nın damadı Kavanoz Ahmet Paşa’yı da sadaret kaymakamlığına atadı. İsyancılar, 50 bin kişilik düzenli bir orduyla Edirne’ye hareket etti. İsyan otuzaltı gün devam etti. Sonuçta, Padişah II. Mustafa, tahttan indirildi. Yerine, kardeşi III. Ahmet getirilerek padişah yapıldı.

Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin oğulları, kâhyası ve muhasebe müdürü Magosa’ya, damadı İstanbul kadısı Mahmud, Bursa’ya sürgün edildi.
Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin karşılaştığı ilk ayaklanma değildir bu ayaklanma. 2 Mart 1688 pazar günü akşamı sadrâzam Siyâvuş Paşa aleyhine yeniçeriler isyan etmişler ve bu sırada Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ile birlikte sadrâzam sarayında bulunan Şeyhülislam Feyzullah Efendi, sürgün olarak Erzurum’a gönderilmiştir.

Sultan-Padişah II. Mustafa döneminde, 18 Temmuz 1703 tahinde başlayan isyan 22 Ağustos 1703 tarihinde sona ermiştir. İsyanı yapan dönme ve devşirmeler, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’yi de yakaladı. Ayaklananlar, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ilk önce burnunu, sonra kulaklarını ve en sonra da dudaklarını kesti. Bunlar yapıldıktan sonra, hakaret olsun, aşağılansın diye, Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi bir eşeğe ters bindirildi, gem yerine eşeğin kuyruğu eline verildi. Bu eziyet ve barbarlık yetmedi. Sokak sokak gezdirildikten sonra Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin ayrıca kolları, bacakları da kırıldı. En sonra da kafası kesildi. Şeyhülislam Feyzullah Efendi, ibret olsun diye bu şekilde Edirne caddelerinde gezdirildi. Bu sırada oğullarından biri de öldürüldü.
Ayaklananların içinde bulunan ve öfkesi dinmeyen bazı dönme ve devşirmeler:
“Bu cesedi Meriç’e atalım” dedi.

Bu sesler üzerine Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedi Meriç’in önemli kollarından biri olan Tunca nehrinin sularına atıldı. Meriç’in suları Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin cesedini sürükledi Ege denizine götürdü.

Tarihte yaşanan olaylar gösteriyor ki, bazı ayaklanma dönemlerinde, ayaklananlar hiç bir toplumsal kuralı tanımıyorlar. Bazen barbarlaşabiliyor ve en korkunç işkence ve zalimlikleri yapabiliyorlar. Dinin temsilcisi olan ve en üst düzeyde sayılan şeyhülislama en korkunç işkence yapılarak öldürülmüş ve dinin en büyük temsilcisi olan halife padişah tahtından indirilerek hapis edilmiştir.
Şeyhülislam Seyid Feyzullah Efendi, bu döneme kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nda zorbalıkla öldürülen üçüncü şeyhülislamdır.
Bu olay ayrıca göstermiştir ki, bazı olaylar, sonuçları önceden kestirilemeyen olaylara yol açmaktadır. Örneğin üç ay biriken maaşını alamayan 200 kadar memurun başlattığı hareket, bir iktidarın sonunu getirmiştir.





7 Eylül 2016 Çarşamba

“Sözümü Tutamadım, Artık Yaşayamam”


 “Sözümü Tutamadım, Artık Yaşayamam”



Turhan Feyizoğlu





Petrol, günümüz sanayisinin en önemli hammaddelerinden birisi olma özelliğini koruyor. Birçok savaşın nedeni, dünya kamuoyuna sunulanın veya gösterilenin aksine tamamiyle farklı nedenlerden çıkmıştır. Savaşların hemen hepsinin kökeninde ekonomik çıkarlar yatmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ana nedenlerinden birinin, Orta Doğu’daki petroller üzerinde İngiltere ile Almanya’nın rekabeti olduğu bilinen bir gerçektir. Savaş sonrasında Türkiye, ya da o dönemdeki varlığıyla Osmanlı İmparatorluğu petrol bölgelerini çeşitli nedenlerle kaybetmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde petrol konusu nasıl gelişti kısaca göz atalım.
Türkiye’de ilk Petrol Kanunu, 1926 yılında kabul edildi. 1933 yılına kadar önemli bir gelişme olmadı. 1933 yılında, petrol arama girişimlerini düzenlemek amacıyla “Petrol Arama ve İşletme İdaresi” kuruldu. Bu teşkilat eliyle ilk sondaj işlemi, 1934 yılında yapıldı. 1935 yılında, her çeşit maden arama çalışmalarını bir elden yürütmek amacıyla, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. Petrol Arama ve İşletme İdaresi de bu kurum içinde Petrol Grubu Direktörlüğü adıyla çalışmalarına devam ettirildi.
Petrol Arama ve İşletme İdaresi’nin yaptığı çalışma sonucu ilk petrole, 1940 yılında, Raman bölgesinde, 1951 yılında da Garzan’da rastlanmıştı.
7 Mart 1954 tarihinde kabul edilen 6327 sayılı kanunla Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kuruldu.

Gittikçe artan sayıda sondaj çalışması sonucu Türkiye, petrol tekellerinin pazarı olmaktan çıkmaya başlamıştı.
Türkiye’nin tüketici olmaktan üretici olmaya geçmeye başlaması uluslararası petrol tekellerini rahatsız etmiş, bunun önlenmesi için açık-gizli her türlü yol denenmiş ve denenmeye günümüzde de devam edilmektedir.
Uluslararası petrol tekellerinin engellemelerini kırmak amacıyla Türk kamuoyu da, gerekli tepkisini zaman zaman göstermiştir. Bazı dergi ve gazetelerin konuya duyarlı yaklaşması sonucu, 1963 yılından itibaren kamuoyunun tepkisi ortaya çıkmıştı.
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) da, 1965 yılında, daha fazla sayıda kuyu açabilmek ve daha fazla petrol çıkartabilmek için çaba harcamaya başladı. Fakat bu konuda uluslararası petrol şirketleri tarafından çeşitli engeller olduğunu görünce, sorunu, kendisini destekleyebilecek örgütlere götürerek yardımlarını istedi.
TPAO’nun daha fazla kuyu açarak petrol çıkartma isteğini dönemin bazı öğrenci örgütleri destekledi ve sorunu ulusal bir anlayışla sahiplendi.
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği (İTÜ-ÖB), yaptığı çalışma sonunda şu tesbite varmıştı:
“Türkiye’de 11 yabancı şirket ve 1 yerli petrol şirketi olan TPAO vardır. 11 yabancı şirket her biri sekizer kuyu açarak toplam 88 kuyu, TPAO ise ancak sekiz kuyu açabiliyor. TPAO, daha fazla kuyu açmak istemekte, fakat zamanın hükümeti buna izin vermemektedir. 11 yabancı petrol şirketinin çıkarttığı petrol TPAO’nun çıkarttığı petrol kadar ancak olmaktadır. 11 yabancı petrol şirketi, Türkiye’de petrol üretmek değil, petrol bölgelerini üretime kapatmak için çalışma yapmaktatır. Ayrca, ürettikleri petrolü de Türkiye’ye, Avrupa ülkelerine sattıkları petrolden % 35 daha fazla pahalıya satmaktadır.”
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği (İTÜ-ÖB), elde ettiği bu bilgileri kamuoyuna duyurmak amacıyla, 13 Ocak 1965 günü, bir basın toplantısı düzenleyerek kamuoyuna açıklamış, bunun ardından “Milli Petrol” başlığı altında bir kampanya başlatmıştı.
Sokaklara, “ Vatandaş yerli petrol kullan ”, “ Petrolünü Petrol Ofis’ten al ”, “ Yabancı petrole hayır ”, “ Petroller millileştirilecektir ”, “ Kahrolsun Yabancı Petrol Şirketleri ” gibi savsözler yazılır.

Kampanyaya, Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği (ODTÜ-ÖB) de katıldı.

“Milli Petrol” kampanyası, toplumun değişik kesimlerince olumlu tepkiler aldı ve kamuoyunca benimsendi. Bu nedenle sorun, kampanyanın dışına taşmış ve gerçekleştirilmesi gereken bir amaç haline dönüşmüştü. Bu amacın gerçekleşmesi için de 19 Aralık 1966 günü, kurulduğu resmen kabul edilen ve şimdi bazı kişilerce çoktan unutulan bir dernek faaliyete başladı.
19 Aralık 1966 günü kurulan derneğin, 2 Ocak 1967 günü gazetelerde yayınlanan tüzüğünde özetle şu bilgiler yer almaktadır:
Derneğin ismi, “Türkiye’nin Petrol ve Madenlerini Koruma Derneği”dir.
Derneğin adres merkezi, Ankara’da Yenişehir, Adakale Sokak, 28 numaradaydı.
Derneğin amacı şöyleydi:


A) Türkiye’nin Petrol ve Madenlerini Koruma Derneği’nin başta gelen amacı, petrol ve maden kaynaklarımızın egemenliğimize, milli güvenliğimize ve yurt ekonomisine en uygun bir şekilde bulunup geliştirilmesine, değerlendirilmesine ve memleketin petrol ve maden ihtiyacının yurt ekonomisine ve Milli Savunma ihtiyaçlarına en uygun surette karşılanmasına hizmet etmektedir.
B) Dernek, yukarıdaki ana amacın yanında, iktisadi hayatın kilit noktalarını teşkil eden sinaî müesseselerin memleket yararına kurulmasını ve işlemesini sağlama amacıyla da hukuki imkânların müsaadesi oranında gereken işlem ve eylemlerde bulunur.”

Dernek bunun için, ne yapması gerektiğini tüzüğündeki üçüncü maddesinde şöyle açıklamıştır:

“ 
A) Özellikle Türkiye’nin petrol ve maden, kaynak ve rezervlerine, petrol ve maden alanındaki ihtiyaçlarına manevi bekçilik yapmak amacıyla kurulan Derneğin, amacına ulaşabilmek için faydalanacağı araçların başlıcaları, incelemeler yapmak ve yaptırmak, tartışmalar, toplantılar, konferanslar, kongreler, eğitici kurslar, geziler düzenlemek, makale, gazete, dergi, broşür, kitap bastırmak ve dağıtmak, burslar vermek, aynı amaçla fotoğraf yayınları yapmak, sergiler hazırlamak, filmler çevirmek, çevirtmek ve oynatmak, radyo yayınları yaptırmak ve bunlara benzer faaliyetlerde bulunmaktadır.

B) Dernek, gerek petrol ve maden alanındaki tesislerin, gerek memleketin kilit noktasındaki sinaî teşebbüslerin memleket yararına işlemesini sağlamak amacıyla ilgili müessese ve teşebbüslerde pay sahibi ve bu alandaki derneklere üye olabilir.”

Tüzüğün 4. maddesinde derneğin kurucuları soyadına göre sırasıyla şöyleydi:

Hilmi Akın (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi), 
Yücel Akıncı (Türkiye Milli Talebe Federasyonu Genel Başkanı), 
Prof. Muammer Aksoy (SBF öğretim üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi), 
Prof. Dr. Muzaffer Aksoy (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi), 
Prof. Dr. Haydar Arseven (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi), İffet Aslan (Yazar-gazeteci), 
Doğan Avcıoğlu (Gazeteci, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu üyesi), 
Orhan Birgit (Yazar, İstanbul milletvekili), 
Doç. Dr. Tuncer Bulutay (SBF öğretim üyesi), 
Doç. Dr. Turgut Cansever (Yüksek mühendis-mimar), 
Behçet Kemal Çağlar (Şair), 
İbrahim Çamlı (Yazar-gazeteci, İstanbul Petrol Rafinerisi A. Ş. Basın Müşaviri), Rauf Çapan (Avukat), 
Ali İhsan Çelikkan (Milletvekili), 
Özer Derbil (Avukat, Türkiye Petrolleri eski Genel Sekreteri ve Petrol Ofisi eski Genel Müdür Muavini), 
Prof. Dr. Lütfi Duran (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi), Cengiz Ekinci (Milletvekili), 
Bülent Ecevit (Yazar, Zonguldak Milletvekili), 
Fikret Ekinci ( Yazar, Hukukçu), 
Mehmet Erdemir (Yüksek Elektrik Mühendisi, Etibank Müşaviri), 
Refik Erduran (Yazar, Milliyet’te gazeteci), 
Muammer Ertem (Manisa Milletvekili), 
Numan Esin (Eski Milli Birlik Komitesi üyesi), 
Gökhan Evliyaoğlu (Yazar, Gazeteci, Eski Milletvekili), 
Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu (Kayseri Milletvekili, Kurucu Meclis Üyesi), 
Hüseyin Günday (Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı İkinci Başkanı), 
Ecvet Güresin (Yazar, Cumhuriyet’te gazeteci), 
Suphi Gürsoytrak (Tabii Senatör), 
Recai İskenderoğlu (Diyarbakır Milletvekili), 
Prof. Dr. Enver Ziya Karal (Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı), 
Suphi Karaman (Tabii Senatör), 
Arslan Başer Kafaoğlu (Devlet Planlama Teşkilatı eski uzmanı, Türkiye Petrolleri eski Mali Müşaviri), 
Kâmil Karavelioğlu (Tabii Senatör), 
Ahmet Güryüz Ketenci (Türkiye Milli Talebe Federasyonu Genel Başkanı), 
Doç. Dr. Metin Kıratlı (SBF öğretim üyesi), 
Sadi Koçaş (Senatör), 
Sami Küçük (Tabii Senatör), 
Prof. Aziz Köklü (SBF Öğretim Üyesi), 
Alp Kuran (Hukukçu, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı Başkanı), 
Doğan Nadi (Yazar, Cumhuriyet’te Gazeteci), 
Nadir Nadi (Yazar, Gazeteci, Senatör), 
Hüdai Oral (Denizli Milletvekili), 
Faruk Önder (Konya Milletvekili), 
Muzaffer Özdağ (Milletvekili, Milli Birlik Komitesi Üyesi), 
Doç. Dr. Çetin Özek (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi), Mehmet Özgüneş (Tabii Senatör), 
Prof. Ragıp Sarıca (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi), 
Prof. Bahri Savcı (SBF Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi), İlhan Selçuk (Yazar, Cumhuriyet’te Gazeteci), 
İlhami Soysal (Yazar, Akşam’da Gazeteci, Kurucu Meclis Üyesi), 
Doç. Dr. Mümtaz Soysal (SBF Öğretim Üyesi), 
Dr. Atilla Sönmez (SBF öğretim üyesi), 
Prof. Dr. Cahit Talas (SBF Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Üyesi), 
Dr. İhsan Topaoğlu (Türkiye Petrolleri Genel Müdürü ve İPRAŞ İdare Meclisi Başkanı), 
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya (İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu Üyesi), 
Halil Tunç (Türk-İş Genel Başkanı), 
Haydar Tunçkanat (Tabii Senatör), 
Dr. Baran Tuncer (SBF öğretim üyesi), 
Seyfettin Turan (Yazar), 
Melih Tümer (İktisatçı), 
Muhtar Uluer (Eski Sanayi Bakanı), 
Hayrettin Uysal (Milletvekili, öğretmen, TÖDMF Genel Başkanı), 
Tahsin Yalabık (Yüksek Maden Mühendisi, Etibank Genel Müdürü), 
Prof. Fehmi Yavuz (SBF Öğretim Üyesi, Kurucu Meclis Üyesi), 
Ahmet Yıldız (Tabii Senatör), 
Lebit Yurdoğlu (Milletvekili, Eski Köy İşleri Bakanı).

Yönetim Kurulu üyeleri de şöyledir:

 Muammer Aksoy, İffet Aslan, Özer Derbil, Mümtaz Soysal, Cahit Talas, İhsan Topaloğlu, Tahsin Yalabık.

1977 yılına gelindiğinde, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı petrol şirketleri, üretimi kısarak, iç pazarda büyük bir sıkıntı yaratmıştı.
Dönemin Başbakanı, bu sıkıntıyı, “ Petrol vardı da biz mi içtik? ” şeklinde açıklamıştı.

“ Aman petrol, canım petrol ” diye bir şarkı bestelenmiş, hatta bunu söyleyen şarkıcı, bu şarkıyla uluslararası bir şarkı yarışmasına da katılmıştı.
1978’e gelindiğinde Türkiye’de petrol sıkıntısı had safhaya varmıştı.
Petrol krizi olmasına rağmen her ne hikmetse en büyük petrol rafinerisi olan ATAŞ rafinerisinde, 21 Haziran 1978 günü grev kararı alınmıştı. Bunun yanısıra, Rusya’nın Türkiye’de petrol arayacağını açıklaması üzerine Batılı yabancı petrol şirketleri, Türkiye’de benzin satışını 24 Haziran 1978 tarihinden itibaren durdurmuştu.
ABD, petrol üzerinde hakimiyet kurmak amacıyla, önemli bir petrol üretim sahası olan Irak’a yönelik bir savaş planlamış, değişik bahaneler uydurarak bunu uygulamıştır.
ABD Enerji Bakanı Spencern Abraham, 21 Eylül 2002 Cumartesi günü yaptığı açıklama, “ABD’nin petrol için yalvarmayacağını” ifade ederek, “Üreticiler işleri nasıl kendi bildikleri gibi yürütüyorlarsa, ABD’de de öyle yapacak” demişti.
ABD’nin Irak ile girmek istediği savaşa dünya kamuoyu “hayır” demiş ve bu konuda savaş karşıtı büyük gösteriler yapılmıştı.
28 Eylül 2002 Cumartesi günü, Londra’da yapılan ve 350 bin kişinin Irak’a saldırıya karşı çıktığı gösteride bir konuşma yapan Londra Belediye Başkanı Ken Livingstone, “Bütün bunlar petrol için... Bunu anlamıyacak kadar aptal insan yok İngiltere’de” demişti.
ABD ve İngiltere, “ Bir Damla petrol, İnsandan daha değerlidir ” anlayışıyla hareket ediyor.
Irak’da 100 binin üzerinde sivil öldürüldü ABD, İngiltere ve işbirlikçileri tarafından.

Yeni Dünya Düzeni ” adı altında, emperyalist güçler tarafından çapulculuk, yağma, talan, soykırım devam etmekte.
Türkiye’nin Petrol ve Madenlerini Koruma Derneği ” nin kuruluşunun üzerinden yaklaşık 39 yıl geçti.

Şimdiki duruma kısaca bir bakalım.

Petrolün MillileştirilmesiP ” eyleminden, petrol dahil herşeyin özelleştirilmesi kararlarının alındığı, ayrıca, Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren bir savaş ortamı içindeyiz. Türkiye’nin en büyük kamu kuruluşu olan TELEKOM özelleştirildi. TÜPRAŞ, özelleştirildi. ERDEMİR, özelleştirilmeye çalışılıyor.
11-12 Ağustos tarihli gazetelerde yer alan bazı bilgilere göre, AKP hükümetinin Maliye Bakanı ve Özelleştirmeden Sorumlu Bakanı Kemal Unakıtan, Mustafa Kemal döneminde kurulan ve adını Mustafa Kemal’in verdiği “Sümerbank” kuruluşu için “Sümerbank’ı bitirdik. Biz, yakında adını bile tarihten sileceğiz.” açıklamasını yapmış.
Özelleştirme denilen konuda o kadar pervasızca hareket ediliyor ki, ekonomi sektörünün önde gelen kuruluşlarından Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu bile bundan rahatsızlık duymuş ve özetle şu açıklamayı yapmıştı:
“Küresel oyuncu mu olacağız, yoksa taşeron mu: Eğer küresel oyuncu olacaksak, Turkcell, Erdemir, Tüpraş gibi şirketler ülkemizin küresel oyuncu olmasında rol alacak şirketlerdir. Global dünyada gücünü birleştirmezsen büyüyemezsin; büyüyemezsen yok olmaya, taşeron, amele olmaya mahkûmsun.”
Tarih yazılmış. O tarih kanla, onurla yazılmış. Kimse silemez. Silinir.
Buna iki yiğit ve onurlu insandan bahsederek örnek vermek istiyorum.
Birinci Dünya Savaşı ile Türk Milli Kurtuluş Savaşı, insanı duygulara boğan nice kahramanlıklara, fedakârlıklara, cesaretlere, yiğitliklere sahne olmuştu.
Bu isimsiz kahramanlardan bir tanesi Süleyman Askeri’dir. Süleyman Askeri, Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Prizren’de 1884 yılında doğdu. 1902’de Harb Okulu’nu bitirdi. İttihat ve Terakki üyesiydi. 1909-1911 yıllarında Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Bağdat’ta jandarma komutanlığı görevinde bulundu. 1912’de Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Trablusgarp’ta ve Bingazi’de Mustafa Kemal’in emrinde İtalyan emperyalist güçlerine karşı gerilla savaşı yaptı. 1913’te Enver Bey’in komutasındaki 10. Kolordu Kurmayında çalıştı.
Emperyalist güçlerin Edirne’ye saldırdığı dönemde Edirne’nin kurtarılmasında büyük çabalar gösterdi. Emperyalist işgalci güçlere karşı Batı Trakya’da kurulan Türk Devleti’nin yöneticisi olarak gerilla savaşı uyguladı.
1914’te Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde olan Basra’da valilik ve merkez komutanlığı yaptı. İngiliz emperyalizmine karşı direndi ve Teşkilatı Mahsusa adına gerilla birlikleri oluşturdu. Basra’nın güneyinde Şuaybiye çatışmasında yaralandı. Emperyalist İngiliz güçlerine ve uşaklarına esir düşmemek için Süleyman Askeri, Nisan 1915’te, intihar etti. Nuri Conker’in kayınbiraderiydi.
İkinci örnek Türk Kurtuluş Savaşı’ndan... Ankara’da, Meclis’ten olağanüstü yetkiler almış olan Mustafa Kemal, 22 Ağustos 1921’de, tüm cephedeki askerlere, emperyalist işgalcilere karşı hücum emri verdi. Başkomutan Mustafa Kemal, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Batı Cephesi komutanı İsmet İnönü, 26 Ağustos 1921 tarihinde sabaha karşı saat 03.30’de Afyonkarahisar’ın Kocatepe mevkii’nin yanındaki çadırlı ordugahta bulunuyor, savaşı yönetiyorlardı.
Bu cephede gizlice konuşlandırılmış 200 top vardı ve verilen emirle topçu ateşi başladı.
Saat 09.00’da 23. Tümen Belentepe’yi işgalci emperyalist güçlerden ve onlara hizmet eden Yunanlı uşaklarından kurtararak ele geçirdi
Aynı saatlerde Yarbay Salih Omurtak’ın komutasındaki 61. Tümen, Kazuçuran mevkiini emperyalist işgalci güçlerden ve onlara hizmet eden Yunanlı uşaklarından kurtararak ele geçirdi. Süvari tümen, emperyalist işgalci güçlerin askerlerine doğru ilerliyordu ve emperyalist işgalci güçlere hizmet eden Yunan askeri cephesinin gerisine sızmak üzereydi.
Çiğiltepe karşısındaki durum ciddiyet arzediyordu. Bu tepe karşısındaki 57. Tümen nedense bir türlü ilerleyememişti.
Mustafa Kemal, bu tümenin komutanı Albay Reşat Paşa’yı telefonla aradı.
“- Reşat Paşa, hâlâ hedefinize ulaşamadınız. Bir sorun mu var?”
“- Yarım saat sonra ulaşacağız efendim. Söz veriyorum.”
“- Peki, size güveniyorum.”
Yarım saat dolalı hayli olmasına rağmen Çiğiltepe düşmemişti. Mustafa Kemal, Albay Reşat Paşa’yla konuşmak istedi. Telefona Üsteğmen Bozkurt Kaplangı, çıktı.
“- Albay Reşat Paşa’yı istemiştim.”
Üsteğmen Bozkurt Kaplangı, ağlamaklı:
“- Reşat Paşa, az önce intihar etmiş efendim. Size bir açıklama bırakmış.”
“- Oku.”
“- Peki okuyorum: Yarım saat içinde size o mevzii almak için söz verdiğim halde sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.”
Üsteğmen Bozkurt Kaplangı, Başkomutan Mustafa Kemal’in sözlerini ağlayarak dinledi.
“Başkomutanlık Meydan Savaşı”, zaferle sonuçlandı.
Türk Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması Subay Süleyman Askeri ve Albay Reşit Paşa gibi onurlu milliyetçilerin bu tür davranışları sayesinde olmuştu.
Onlar ve onun gibi yiğitler, bizim kahramanlarımızdır.
Tarih ve Türk toplumu onları hiçbir zaman unutmayacak.
Subay Süleyman Askeri ve Albay Reşit Paşa gibi yiğit ve onurlu insanlar, Türk toplumunda her zaman var ve hazır.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/26/feyizoglu26.htm


..

Gerilla Mustafa Kemal ve Türk Yurtsever Kurtuluş Hareketi



 Gerilla Mustafa Kemal ve Türk Yurtsever Kurtuluş Hareketi



Turhan Feyizoğlu





Mustafa Kemal, “ Kesin sonuç daima taarruzla alınır. ” demişti. 

Bilgisayar oyunları yaratıcılarından William Clow da, bir söyleşisinde şunları söylüyordu:

Dünyayı iyi niyet değil eylem yönetir. Ve tek bir eylemci günahkâr, on atıl aziz ve melekten on kat daha etkilidir… Bütün silahlı ve ordulu peygamberler zafer kazanmış, silahsız olanları da telef olmuştur.

Sevr Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin ordusu silahsızlaştırılmış ve sonunda da yenilgiye uğratılmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu 17. yüzyılda, Avrupa, Asya ve Afrika dahil Karadeniz’den Kızıldeniz’e Adriyatik’ten Atlas Okyanusu’na kadar milyonlarca kilometrekarelik toprağa hakim bir devletti.

Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında yaşayan bazı kesimler, bazı emperyalist güçlerce 18. yüzyılın başlangıcından 20. yüzyılın başlarına kadar maşa olarak Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kullanılmışlardır.
Günümüzde de bu maşalığı geçmişteki gibi emperyalist güçleri arkasına alarak devam ettiren bazı kesimler bulunmaktadır.

Yakın geçmişte yaşadığımız bazı olayları hatırlatmak istiyorum.

Sırp ayaklanması (1804-1817), 
Yunan ayaklanması (1821-1829), 
İngiliz-Fransız Rus donanmalarının Osmanlı-Mısır donanmasını Navarin’de yakması (1827), 
Osmanlı-Rus Savaşı (1828), 
Osmanlı devletinin egemenliğindeki Cezayir’in Fransa tarafından işgali (1830-1857), 
Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın ayaklanması, Birinci Mısır Savaşı (1831-1841), Kırım Savaşı (1853-1856), 
Eflak ve Boğdan olayları (1856-1866), 
Sırbistan ve Karadağ ayaklanmaları (1856-1867), 
Lübnan’a özerklik verilmesi (1861), 
Girit’te Yunan ayaklanması (1866-1869), 
Balkanlar’da Bulgar ayaklanması (1867), 
Hersek ayaklanması (1875), 
Sırbistan ve Karadağ’la savaş (1876), 
Osmanlı-Rus savaşı (1877-1878), 
Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Tunus’un Fransa tarafından işgali (1882), 
Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Mısır’ın İngiltere tarafından işgali (1882), 
Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Girit Adası’nın emperyalist güçlerce işgali (1882), 
Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan Libya’nın İtalya tarafından işgali (1911-1912), 
Balkan Savaşı (1911-1912), 
Osmanlı devletinin egemenliğinde olan Yemen- Arabistan-Suriye-Irak ve Lübnan’ın elden çıkması (1916), 
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), 
Kurtuluş Savaşı (1919-1922).


Yukarıda saydığım ve ilk aklıma gelen savaşların hepsi yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yaşandı.

Bu yüzyıl içinde yaşananlar sadece yukarıda genel olarak belirttiğim bu olaylarla sınırlı değil.

Örneğin ilk eğitimden yüksek eğitime kadar medreseli öğrenciler, Osmanlı yönetimini değiştirmek için yaptıkları örgütlenme ye mücadele içindeler. Medrese öğrencileri sürekli sokak eylemleri yapmaktadır.
Sadece medrese öğrencileri değil Osmanlı Devleti’nin memur kesiminin hemen hemen bütün elemanları devlet yönetiminin değişmesi için mücadele içindedir.
Mustafa Kemal Paşa, subay olarak atandığı Suriye’de “Vatan ve Hürriyet” adlı illegal gerilla örgütünü kurmuştu. 24 yaşında bir gençti bu örgütü kurduğunda.
Örgütün kurulma amacı da devleti kurtarmaktı.

Örgütteki sadakat yemini, silah üzerine yapılıyordu.

Bu dönemde, Osmanlı Devleti, emperyalist güçlerce paylaşılıyordu.

Yurtsever Türkler buna karşı direnmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Yönetimde olan İttihat ve Terakki yönetimi bu dönem, “ Teşkilatı Mahsusa ” adlı bir örgüt oluşturdu.
Bu örgüt o dönem önemli vazifeler yaptı. Osmanlı Devleti’nin nüfuzu olduğu her alanda gerilla müfrezeleri kuruldu ve faaliyete geçirildi.
Bu gerilla müfrezeleri Osmanlı Devleti’ne yönelik her hareketi yoketmek için çaba gösterdi. Kimi yerde başarılı oldu, kimi yerde başarılı olamadı.
Osmanlı Devleti’ni yıkmaya çalışan emperyalist işgalci güçler o dönemde kimlerdi onları sayalım:

İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, İtalya, ABD.

ABD, Almanya, İngiltere, İtalya ve diğer emperyalist ülkelerin misyonerlik faaliyetleri amacıyla kurdukları okullar, Osmanlı Devleti aleyhine çalışıyor, ona göre insan yetiştiriyordu.
Yüzyıldır art arda yaşanan savaşlar, peşpeşe gelen salgın hastalıklar ve ölümler Osmanlı Devleti’ni zayıf ve güçsüz bırakmıştı.
Bu savaşların devlette, toplumda, kişilerde; ekonomik, siyasal ve psikolojik olarak hangi etkileri yarattığının düşünülmesi gerekir.
Yüzyıldır savaş içinde olan bir toplumda yurdu savunacak asker bile bulmak kolay değildir.
Bazı şeyleri peşpeşe sıralamak bazen günümüz okuyucusu açısından belki sıkıcı olabilir ama gerçek böyle.
Mustafa Kemal, “Nutuk-Söylev” adlı eserinde o dönemi belgelerle anlatmaktadır.
Bu kitabı kendisine yurtseverim diyen herkesin okuması ve ezberlemesi gerekir kanısındayım.

Mustafa Kemal, Nutuk’ta özetle şunu açıklıyordu:

“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan İttifak Devletleriyle (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan) birlikte yenik çıkmıştı. Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları çok ağır bir Ateşkes Antlaşması imzalamıştı. Büyük Savaş’ın uzun yılları, ulusu yorgun ve yoksul bırakmıştı.. Bu çöküntü ve yıkıntı içinde ordumuz da dağılmaz üzereydi. Birçok yerde silahları cephanesi elinden alınmış, askerler terhis edilmişti. Görev başındakiler de silah ve inanç gücünden yoksundu… Genel durumu çok dar bir çerçeve içine alırsak, dışarıda Osmanlı Devleti’ne karşı zaten fırsatçı ve çıkarcı yaklaşılıyordu. Padişah ve Halife olan kişi, yaşam ve rahatını kurtarmaktan başka birşey düşünmüyordu. Osmanlı ordusu da hem çok zayıf, hem de işgal kuvvetlerinin denetimi altındaydı. Ülkenin etkili bir aydın grubu, yabancı bir devletin koruyuculuğunu istiyordu. Halkta ise savaşma arzusu ve gücü kalmamıştı. Yıllardır süren savaşlar, isyanlar, eşkıyaların baskısı altında halk bezgin ve umutsuzdu. Üstelik halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değildi…Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Ortada kala kala bir Anadolu kalmıştı. Düşmanlar orayı da paylaşmaya uğraşıyorlardı. Padişah, Halife, Hükümet… Bunların hepsi artık anlamsızdı. Bu durum karşısında alınacak tek bir karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kısıntısız, koşulsuz, bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmak… Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm.”

Mustafa Kemal’in düzenli orduyu kurmasına kadar Türk halkı, Mustafa Kemal’in dediği gibi “Ya bağımsızlık, ya ölüm!” sloganı inancıyla hareket etmeye başlamıştı.

Yurtsever Türk kurtuluş örgütlenmeleri her bölgede, her şehirde, her ilçede, her köyde ardı ardına kurulmaya başladı.

Örneğin:

“Edirne’de “Trakya-Paşaeli Müdafaai Hukuk Heyeti Osmaniyesi”.
“Aydın Kuvayı Milliye Teşkilatı”,
“Muğla Kuvayı Milliye Teşkilatı”,
“İzmir Müdafaai Hukuku Osmaniye Cemiyeti”,
“Erzurum Müdafaai Hukuk Cemiyeti”,
“Rize Müdafaai Hukuk Cemiyeti”,
“Gizli Karakol Cemiyeti”,
“Urfa Müdafaai Hukuk Cemiyeti”,
“Çukurova Müdafaai Hukuk Cemiyeti”,
“İspir Şuralar Cemiyeti”,
“Milli Kongre.”


Yukarıda isimlerini verdiğim yurtsever milli örgütlenmelere daha onlarca örnek verilebilir.
Bütün bu güçlere o dönemin deyimiyle, “Kuvayı Milliye-Milli Güçler” adı verilmişti.
Yurtsever Türk milleti, kadın-çocuk-yetişkin herkes silahını eline alıp emperyalist güçlere ve emperyalist güçlerle işbirliği içinde olan maşalara-uşaklara karşı direndi, o dönemin deyimiyle “çete”, “efe”, “dadaş”, günümüzün uluslararası deyimiyle “gerilla” savaşı yaptı.
Milli güçler, yerel anlamda bulunduğu bölgenin, ulusal anlamda ülkenin kurtuluşu için silahlı mücadele veren Türk gerilla güçleriydi.
Bu yerel yurtsever Türk gerilla güçlerinin içinde o yörenin her kesiminden kişi bulunuyordu. Subaylar, esnaf, din adamı, aydın, kadın, çiftçi, gençler vb.
“Ordu-millet” tanımlaması yapılır bu nedenle.
Bu yurtsever Türk gerilla güçleri, hiçbir eğitim almadan kendi doğal algılamalarıyla çok önemli işler başardılar.
Türk yurtseverleri dört bir taraftan saldırı, ihanet altındaydı.
O günkü koşullarda, o günkü olanaksızlıklar içinde inançlarıyla hareket ederek, ülkelerinin bağımsızlığı için yaşamlarını hiçe sayarak özveriyle savaşan Türk yurtseverlerini takdirle anıyorum.
Sadece halk değil, resmi görevlilerden kaymakam, telgraf memurları olmak üzere yurtsever herkes bu gerilla harekâtına katıldı, fiilen destek verdi.
Bu bölgesel köy-şehir yurtsever Türk gerilla direniş hareketleri emperyalist işgalcilere ve emperyalist maşalara-uşaklara karşı başarılı oldu. Emperyalist güçler ve onlarla işbirliği içinde olan maşalar darmadağın edildi, bozguna uğratıldı.
“Nene Hatun”, “Kara Fatma” gibi ulusal direnişe katılıp çok yararları olan yiğit yurtsever gerilla Türk kadınlarımız vardı.
“Sütçü İmam”, “Kara Şahin Bey”, gibi yiğit-kahraman yurtsever Türk gerilla güçleri, emperyalist işgalcilere karşı direndi ve öncü oldular.
Bir süre Özel Harp Dairesi Başkanlığı yapan Emekli General Cihat Akyol, gerilla hakkında şunları söylemişti:
“Bizim zengin bir tarihimiz vardır. Ve gayri nizami harp diye bir şey söz konusudur. Çete hareketlerinde önem taşımaktadır. Biliyorsunuz İzmir’de Hasan Tahsin düşmana ilk kurşunu sıktı, ondan sonra dağa çıkıldı ve İstiklal Savaşımız başladı… Fakat şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, eğer gerilla hareketi sonradan kontrol altına alınmazsa, ardından, Çerkez Etem harekâtı gibi zararlı hale döner.”
Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” isimli kitabında gerilla harbi için şunları yazmıştı:
“Anadolu’da yeni bir Türk devletinin temeli 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açıldığı gün atılmıştır. Mustafa Kemal meclis başkanı seçildiği gün, gerçekte, yeni Türk devletinin ilk başkanı olmuştur.
23 Nisan 1921’den 13 Eylül 1921’de Sakarya zaferi kazanılıncaya kadar bu devir büyük ve tehlikeli krizler içinde geçmiştir. Mustafa Kemal’in eşsiz liderlik nitelikleri asıl bu krizler sırasında kendini gösterir.
Gerilla devri 1920 sonlarında kuzey ve güney batı cephesi komutanlıkları ,Genelkurmay Başkanı İsmet Bey’le, Dahiliye Vekili Refet (Bele) Bey’e verilerek nizamlı ordu devri başlayıncaya kadar sürer. Kara günler üstüne Sakarya zaferi ışık tutuncaya kadar on altı aydan fazla geçecektir.”
Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Anadolu’daki gerilla güçlerini biraraya getirmek amacıyla Samsun’a gitti. Oradan Erzurum’a geçti.
Erzurum’da 23 Temmuz 1919’da yapılan kurultayda yurtsever din adamından komünistine, yurtsever milliyetçisinden liberaline kadar her kesimden insan bulunuyordu.
Toplantı, Erzurum Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin hazırladığı binada yapıldı.
Mustafa Kemal, ihtilale ilk adımını attığı yer olan Erzurum’da, Erzurum’un hemşehrisi de oldu.
Kurultay, 23 Temmuz 1919’dan 7 Ağustos 1919’a kadar sürdü.
Erzurum Kurultayı’nda alınan kararlardan bir tanesi şöyleydi:
“Yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet hep birlikte savunma yapacak ve direnecektir.”
Tarihçi Prof. Enver Ziya Karal’a göre, “Kongre’nin verdiği kararlar vatanın bütününü ve ulusun tümünü ilgilendiren bir ihtilâl programıydı.”
İsmet İnönü de, kurultayda alınan kararlar için, “Tüm ulusal savaş boyunca, hatta Lozan’da uygulanan ana ilkeleri içeriyordu”, demişti.
Fiilen devam eden Anadolu ihtilalinin hukuksal belgeleri Erzurum Kurultayı’nda açıklanmasıyla dünya kamuoyu bilgi sahibi haline geldi.
Erzurum Kurultayı’nın kararları, Anadolu’da ve tüm dünyada büyük yankılar yaptı.
Kurtuluş savaşı halkın kararıyla yapılır ve başarıya ulaşır, yoksa ulaşmaz.
Bir savaşçı ve asker olan Mustafa Kemal, edindiği deneyimlerden bunu biliyordu.
Varlık ve yokluk savaşı içinde bu kurultayları yapıyordu.
Bu iç ve dış savaş koşulları içinde Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ni topladı.
Bu meclis, “İhtilal Meclisi”ydi.
Mustafa Kemal, “Anadolu ve Rumeli Müdafaası Hukuk Temsil Heyeti” adına hareket ediyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 12 Temmuz 1920’de TBMM’de özetle şunları söylüyordu:
“Efendiler, böyle küçük küçük müfrezelerin başında subay bulundurmakla vücuda getirilen teşkilat, harbi sagir teşkilatıdır.”
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, birinci kurtuluş savaşında bütün yurtsever-ulusal güçleri biraraya getirdi, onların lideri oldu. Bu süreç içinde gerilla kuvvetlerinin de başıydı.
Mustafa Kemal Paşa, askeri harekâtın bütün çeşitlerini savaş alanlarında yaşadı, gördü, uyguladı ve başarılı oldu. Ülke düzeyindeki yurtsever Türk direniş güçlerini bir araya getirdi ve Sevr Antlaşması’yla dağıtılmış olan düzenli orduyu yeniden kurdu.
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, savaşta edindiği deneyimlerini ve askeriyede yapmak istediği veya olmasını düşündüğü şeyleri yazarak-tercüme ederek kitap haline getirmişti.
1908-1918 yılları arasında küçük broşürler halinde yayımlanmış kitapçıklar tarih sırasına göre şöyledir:
1- Takımın Muharebe Talimi (Berlin Askeri Akademisi eski müdürlerinden General Litzman’dan tercüme), Selanik 1908 (1324), 64 sayfa,
2- Cumali Ordugâhı. Süvari/ Bölük/ Alay/ Tugay Talim ve Manevraları, Selanik 1909 (1325), 41 sayfa,
3- Beşinci Kolordu Erkân-ı Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati, Selanik 1911 (1327), 40 sayfa,
4- Bölüğün Muharebe Talimi (General Litzman’dan tercüme), İstanbul 1912, 74 sayfa,
5- Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal (Zabit ve Kumandan adlı eseri okuduktan sonra arkadaşı Binbaşı Mehmet Nuri Conker ile yaptığı konuşma), İstanbul 1918 (1334), 32 sayfa.
Mustafa Kemal Paşa’nın broşür veya kitap olarak yayımlamadığı ancak bu konuda yaptığı bazı çalışmalar da vardır.
Örneğin, 16. Kolordu Komutanı olduğu sırada, “Tabiye Meselesinin Halline ve Emirlerin Yazılış Şekline Dair”, başlıklı bir çalışması vardır.
1910’da Arnavutluk’ta eşkıya takibi, 1911-1912’de Trablusgarp (Derne)’ta kıyı savunması-direnme, 1905’te Suriye bölgesindeki çöllerde muharebe ve dağınık kabilelerin yönetimi, İkinci Balkan Harbi’nde Edirne’nin savunulmasında çıkartma ve ileri harekât, 1908’de Avusturya-Macaristan hükümetinin Bosna’ya yapmak istediği askeri harekete karşı bulunmak üzere Bosna’da yaptığı hazırlık, Çanakkale’de kıyı savunması-direniş, siper savaşı, 16. Kolordu Komutanı olarak 1916’da Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin bazı dağlarında muharebe, 1917-1918’de Filistin/ Lübnan ve Suriye’de Türk subayları-askerleri ve oluşturduğu yerel halkla emperyalist güçlere karşı savaş, Kurtuluş Savaşı’nda oyalama, stratejik savunma, takip, saldırı ve başarı.
Bu olaylarda Mustafa Kemal Paşa, gerilla savaşını (mukavemet-direniş güçleri) bilhassa denedi.
Mustafa Kemal’in Harp Akademisi’nden sınıf arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy, “Sınıf Arkadaşım Atatürk” isimli kitabında, Mustafa Kemal’le ilgili bir anısında “gerilla” ile ilgili olarak şunları anlatmıştır:
“Şimdi, Mustafa Kemal’in hayatında etkisi olan bir olaydan bahsetmek istiyorum.
Yarbay Nuri Bey, bir gün tabiye dersinde gerilladan genişçe bir şekilde bahsetti. ‘Gerilla nedir, ne değildir?’ konusu üzerinde uzun zunu durdu. İzahat verdi ve bir ara:
-Efendiler, dedi. Gerilla yapmak ne kadar güçse, onu bastırmak da o nisbette güçtür.
Arkadaşlar, kendisinden birkaç misal vermesini rica ettiler. Mustafa Kemal ise, konunun daha iyi anlaşılması için, hadisenin memleketin herhangi bir yerinde olmuş gibi izahının mümkün olup olamayacağını sordu. Onu arkadaşım Tevfik (Selanik) de destekliyordu. Bunun üzerine Nuri Bey:
-Öyle ise, Boğaz’a ait haritalarınızı açın,
emrini verdi. Demek hocamız misali bu kadar yakından vermek istiyordu. Hep beraber haritalarımızı açtık. Elindeki cetvelle Dudulu Köyü’nü işaret etti:
-İsyanın bu köyde çıktığını farzedin.
dedi. İlgimiz bir kat daha arttı. Hocamıza göre, isyan iki kol halinde, inkişaf ediyordu. Bir kol Beykoz’a, bir kol da Üsküdar üzerine yürüyordu. Üsküdar’a yürüyen kol, hükümet kuvvetleri tarafından yenilgiye uğratılmış ve dağıtılmıştı. Fakat Beykoz’a kadar gelmeye muvaffak olanlar, gece karanlığından faydalanarak kayıklarla önce Ortaköy’e geçmişler, sonra yaya olarak ve süratle Ortaköy sırtlarına çıkmışlardı.
Merakımız büsbütün artmıştı. Sonra acaba ne olmuştu? Bu kolun hedef ve gayesi ne idi?
Nuri Bey:
-Mesele burada bitmiştir.
dedi ve bize çözülmek üzere iki görev verdi. Bu isyan ne için yapılabilir ve nasıl idame ettirilebilirdi? Hükümet ve ordu isyanı nasıl bastırabilecekti? Mustafa Kemal, derhal söz istedi ve şu suali sordu:
-Neden isyanın Dudulu’da çıktığını farzediyorsunuz da, başka bir yer göstermiyorsunuz?
Nuri Bey cevap verdi:
-Tatbikat meselelerinde mümkün olduğu kadar hakiki durumları bulmağa çalışmak lazımdır. Bir isyan ya içeride, ya dışarıda olabilir.
Biraz durdu ve sonra ilave etti:
-Ne demek istediğimi anladınız mı?
Hocamızın ne demek istediğini anlar gibi olmuştuk. Fakat bunun orada izahı mümkün değildi.
Dersten sonra Mustafa Kemal, hocanın arkasından gitti.
-Efendim, bu söylediğiniz gerilla hakikat olabilir, değil mi?
Nuri Bey kendisine mahsus olan, daima kullandığı nev’ima kelimesini de ekliyerek:
-Olabilir, dedi. Fakat artık bu kadarı kâfi.
….
Mustafa Kemal, bu tabiye dersinin ilk tatbik sahasını Trablusgarp savaşlarında bulundu. Bana Tobruk’tan yolladığı bir mektupta, Kurmay Yarbay Nuri Bey’in, gerilla metotlarını başarı ile tatbik ettiğini yazıyordu.”
Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde Libya’nın Trablusgarb şehrinde İtalyan ordusuna karşı gerilla savaşı verildi. Mustafa Kemal Paşa, yerli halkı da örgütleyip varolan Türk subaylarla birlikte İtalyanlara karşı savaştı.
Bir İtalyan bölüğünün 150-200, bir İtalyan taburunun 500-900 mevcudu vardı.
Bir Türk ileri karakol kuvveti ise en az 5, en çok 20 kişiden oluşuyordu.
Mustafa Kemal Paşa, yerel halkla oluşturduğu bu küçük müfrezelerle İtalyanların bu üstün askeri güçlerine önemli zayiatlar verdiriyor, bozguna uğratıyordu.
Düzenli ordu harbi ile gerilla harbi ikisi birarada uygulandığı zaman başarıya ulaşılıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, sadece klasik harp usüllerini uygulamıyor içinde bulunduğu koşullara ve olanaklara göre en uygun önlemleri alıp ona göre harekat planlıyor, ona uygun hareket ediyordu.
“Zabıt ve Kumandan ile Hasbıhal” adlı kitapçıkta, şunları söylüyordu:
“Bütün açıklığı ile canlandırılması gereken haklı bir gerçek var ki, o da sıcakkanlı Afrika çocuklarında o saydığımız, savaşçı niteliklerin hareket halinde görülüşleri, bir takım ateşli ruhların Afrika göklerinde uçuşları ile başlar… Bi-misafir vadisinden ilerleyerek boyun noktasını ele geçirmek suretiyle çekiliş hattımızı kesmek isteyen düşman üzerine Teğmen Kasım Efendi komutasında bulunan 70 kişilik Şellavi mücahitlerini de alıp taarruz ettim. Saat 10.40’ta düşmanın iki taburu ile çarpıştık. Düşman geri çekilmeye mecbur edilmiştir. “
“Zabit ve Kumandan ile Hasbıhal” adlı kitabında Mustafa Kemal Paşa, Balkan Savaşı’nda yaşanan yenilginin kırıklığı içinde kadınlara şöyle sesleniyordu:
“Ey millet, ey altı yüz yıllık çarşafa bürünmüş, beş bin yıllık açık alınlı Türk kadını, o beş bin yıllık gelenekleri bugünkü subayların komutasına verdiğin çocuklarına beşiklerindeyken ninni yaktın mı? Bu ninnilerinle onlarda bir karakter yarattın mı?”.
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, en önemli ikinci deneyimini Çanakkale’de verdi.
Çanakkale direnişinde, 25 Nisan 1915 sabahı, emrindeki yurtsever Türk subayına-askerine şöyle sesleniyordu:
“Kumandanlara verdiğim sözlü emirlere şunu eklemişimdir. Ben, size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar gelebilir.”
Bu emri her komutan veremez. Klasik savaş stratejisinde böyle bir emir verilmez sanıyorum.
Emir vermek önce karar almayı sonra uygulatmayı gerektirir.
Böyle bir kararın alınabilmesi için duruma tam hakimiyet ve durumun her yönüyle bilinilmesi gerekir.
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, bu savaşın kaybedilmesi durumunda ülkenin tamamen kaybedileceğini biliyordu. Ona uygun hareket etti ve kararlarını da ona göre aldı.
“Ölme” emrini alan yurtsever Türklerden hepsi emri tereddütsüz yerine getirmiş, ona göre hareket etmiştir.
Şehit olmuş onbinlerce yurtsever Türk subayının, askerinin, insanının canı karşılığında kazanılmış Çanakkale zaferi Türk ulusunun ve dünyanın kaderini değiştirmiştir. Şehit ve bu davaya gönül vermiş olan bütün Türk yurtseverlerini sevgiyle anıyorum. Onlar unutulmayacak. Günümüz yurtsever Türk gençlerine örnek olacak.
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, bu kararlılığını sadece Çanakkale Savaşı’nda değil son Zafer Savaşı’nda da göstermiş, şunu söylemişti:
“Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz.”
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, bütün bu savaşların ardından şunu emretmiştir:
“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir ileri.”
Mustafa Kemal Paşa, bu emriyle, milli hedefin o günkü koşullar içinde savaş alanlarında sonuna varacağını görmüştü.
Mustafa Kemal, bu savaşın kazanılmasından sonra da şunu demişti:
“Asıl işimiz şimdi başlıyor.”
Askeri anlamda üstünlük belki kazanılmıştı ama ekonomik ve sosyal anlamda da savaşın kazanılması gerekiyordu.
Günümüzde emperyalist güçlerin yurtsever Türklere saldırısının bir nedeni bu nedenledir. Emperyalist güçler, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda yenilgilerini bir türlü unutamamış, bu yenilgiyi kabullenememişlerdir.
Türk milleti olarak gurur duyabileceğimiz binlerce değer vardır. Bunlardan bir tanesi de Çanakkale ile Ulusal Kurtuluş savaşıdır.
Emperyalistler ve maşaları, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda da yenilgiye-bozguna uğramışlardır.
Emperyalistler ve maşaları, bu yenilgileriyle bozgunları unutamamışlardır.
Emperyalistler ve onların maşalarının bir diğer unutamadıkları yenilgi ise Türk halkının soykırımını önlemek amacıyla 1974’te yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı’dır.
Özgür, bağımsız olmak istiyorsan, emperyalizme ve onun maşalarına karşı örgütlenip, onları yok etmelisin.
Kalpaklı Kuvayı Milliyeci Mustafa Kemal Paşa, direnmiş, “Bağımsızlık ve özgürlük benim ve Türk halkının karakteridir.” demişti.
Erzurum Kurultayı’nda ilke açıklanmıştı:
“Kuvayı Milliye’yi âmil ve iradeyi milliyeyi hakim kılmak esastır.”
1923 yılında da şu açıklanmıştı:
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”
Peki bu nasıl olacaktı?

Mustafa Kemal bunun cevabını şöyle veriyor:

Savaş yalnız iki ordunun değil, iki milletin her şeyi ile, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan dolayı bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikir ve duygu olarak fiilen ilgilendirmeli idim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil; köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek bütün varlığını mücadeleye verecektir. Gelecek savaşların başlıca başarı koşulu da en ziyade söylediğim savaş biçiminde gizlidir.

Türk halkının yüzde 80’inin emperyalizme karşı olduğu söyleniyor.
Emperyalizme sadece karşı olmak yetmez. Emperyalizme fiilen de karşı olunmalıdır.

Özgürlük ve vatan için ne bedeller ödendiği yukarıda belirtilmiştir.

Yüzde 80’i emperyalizme karşı olan Türk halkının hepsi kalpaklı Kuvayı Milliyeci, “Özgürlük ve Bağımsızlık benim ve Türk halkının Karakteridir”, diyerek savaşan Mustafa Kemal gibi olmalıdır. Öyle olması dileğiyle.


..