Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı., BÖLÜM 1
Hasan Duran1
Çağatay Özdemir2
1 Yrd. Doç. Dr., Dumlupınar Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim
Üyesi, hduran71@hotmail.com.
2 Uzman, Dumlupınar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
cgtyozdemir@windowslive.com.
Özet
Bölgesel ve küresel etkileriyle Ortadoğu bölgesinde amentüleri baştan sona sarsan halk hareketleri, çevre ülkeler üzerinde büyük etkiler oluşturduğu gibi; uluslararası alanda kuvvetli aktörlerin üzerinde de büyük etkiler yaratmıştır. Bölgeye yönelik politikalarını yeniden gözden geçirerek farklı taktik ve
stratejilere yönelen ülkeler, bir satranç tahtası edasında olan Ortadoğu’da yeni konjonktüre uygun hamleler yapmak üzere harekete geçmişlerdir.
Bu yeni duruma yönelik geliştirilen politikalara ilişkin olarak pek çok çevre, Ortadoğu’da değişimin getirdiği güç boşluğunu doldurma ya da bölgede yaşanan dönüşüm sürecinin fırsatlarını değerlendirme gibi açıklamalar getirirken; pratikte yaşanan, farklı ülkeler tarafından bölgeye yapılan ziyaretler ve bu ziyaretlerde ortaya çıkan çekişmeler paralel şekilde stratejik bir güç mücadelesi alanın oluştuğuna işaret etmektedir.
Tüm bu gelişmeler ve stratejik arka planda yaşanan çekişmelerle birlikte Arap baharı karşısında Türk dış politikasının geliştirmiş olduğu retorik, bölgede ve uluslararası çapta yankı uyandırmıştır. Çalışmada Arap baharı karşısında Türk dış politikasını ele alarak yaşanan dönüşüm sürecinde Türkiye’nin bölgedeki rolünü değerlendirmeye çalışacağız.
Türkiye’nin Ortadoğu Politikasının Temelleri ve Yakın Tarihi
Türkiye, Ortadoğu bölgesine bir yandan yakın diğer bir yandan ise uzak bir ülke
durumundadır. Yüzyıllara kadar uzanan tarihi süreç içerisinde coğrafi, tarihi,
sosyokültürel etkiler ile dini bağlar, Türkiye’yi bölgenin bir parçası konumuna
getirmiştir. Bu algı Türkiye’yi bölgeye yakın bir ülke olarak göstermeye
yararken; öte yandan Türkiye’nin uzun yılları kapsayan öncelikli Batı’ya
yakınlaşma politikası, Ortadoğu bölgesinden uzak kalmasıyla sonuçlanan bir
çizgi oluşturmuştur (Gözen, 2007). Özellikle Cumhuriyet tarihinden itibaren
Türkiye, Ortadoğu’ya yönelik olarak mesafeli bir politika izlemeye devam
etmiştir (Bolat, 2012). Bölgeye yönelik olarak bu yakınlık- uzaklık kavramsal
ikileminin içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu politikasını oluşturan iki faktör
büyük önem arz etmektedir (Gözen, 2007). Bunlardan birincisi; Türkiye’nin
bölgeden bir ülke olması hasebiyle bulunduğu topraklardan kopuk bir dış
politika uygulayamaması üzerine kuruludur. Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde
kendi güvenliği, istikrarı ve refahı bu bölgelerdeki gelişmelerle sıkı sıkıya bağlı
gözükmektedir. Bir anlamda bölgedeki konjonktür üst başlığı altında
toplayabileceğimiz bir çok gelişme, Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve
gelişmelere yönelik politikalarda belirleyici unsur olarak var olmaktadır
(Makovsky ve Sayarı, 2002: 53-75). İkinci faktör ise; Türkiye’nin sahip olduğu
ideolojik önceliklerdir. Cumhuriyetin birincil hedefi modernleşmek olarak
özetlenebilecek olgu üzerine kurulu olmasından dolayı, Türkiye birçok dinamiğe
dayanan hedefler ve uygulamalar bütününü politikalarına yansıtmıştır. Millet,
milliyetçilik, din, kültür, Batılılaşma, çağdaşlaşma ve daha pek çok benzeri
konudaki düşünce sistematiğinden oluşan devlet ideolojisi, Türkiye’nin
bölgeden uzak kalmasına yol açmıştır (Gözen, 2007; Duran, 2008). Türkiye’nin
Ortadoğu’ya yönelik politikalarını etkileyen bu temel parametrelerle birlikte,
tabi ki farkı değişkenlerin de varlığından söz etmek mümkündür. Kimi zaman
konjonktür içerisinde, kimi zaman da devlet ideolojisi içerisinde ele alınan bu
etkiler: güvenlik olgusu, lider profili, ittifaklar, ekonomik çıkarlar, anti terörizm,
insan kaçakçılığı gibi pek çok alt başlık altında toplanmaktadır (Criss, 2002: 141-142).
Türkiye, yakın zamana kadar Ortadoğu’yu ihmal etmiş, sorunlarına taraf
olmamış; bölgeyi, kuruluş felsefesi ve kendini içinde hissettiği Doğu-Batı
gerilimi çerçevesinde değerlendirmiştir. Benzer bir yaklaşım, Ortadoğu
açısından da mevcuttur. Yine yakın zamana kadar Ortadoğu ülkeleri için Türkiye
ağırlığı olan, dikkate alınması gereken bir devlet değildi. Kıbrıs sorunu ile karşı
karşıya kalan Türkiye’nin bölgede destek aramasıyla başlayan değişim, 1980’li
yıllara kadar samimiyetten uzak kalmıştır (Akgün ve diğ., 2009).
Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak politikalarının temelinde yatan bu
etkilerle birlikte, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında yakın dönem olarak ele
alabileceğimiz 1980 sonrası -bilhassa 1980-1988- dönemde başlayan hareketlilik bölgeye yönelik Türk dış politikasını Türkiye, Irak ve Amerika denklemine taşımıştır. Hakikaten Türkiye’nin 1990 sonrası dış politikasında Körfez krizi ve sonrası gelişmeler politikaları ciddi şekilde etkilemiştir (Bal, 2001: 409-439).
Söz konusu süreçte Ortadoğu siyasal gündemini belirleyen Körfez Savaşı ve
Ortadoğu barış süreci gibi olaylar, bölgede dış aktörleri daha etkili bir hale
getirmiştir. Ancak Türkiye bu gelişmelere karşı politikalar geliştirirken iç siyasal
şartların etkisinde kalmış, yeni dönemin değişkenlerine uyum sağlama
aşamasında yakın coğrafyada meydana gelen değişikliklere tepkisel reaksiyon lar vermekle yetinmiştir (Özcan, 2011). Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politika ufkunu genişletebilme imkânı kazanan Türkiye, Soğuk Savaş sırasındaki pasif rolünün aksine, aktivist bir politikaya doğru yönelmeye başlamıştır (Erol, 2007: 34).
2000’li yıllara doğru ve özellikle 11 Eylül sonrası dönemde ise, Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında özgüveni giderek pekişen ve her geçen gün bölgeye ilgisi artan bir süreç söz konusudur. Türkiye, geçmişe nazaran Ortadoğu ile kurduğu ve yeniden canlandırdığı özel ilişkileri nedeniyle, bölgede yaşanan gelişmelerde daha etkili ve daha aktif bir aktör haline gelmiştir (Laçiner ve Ekinci, 2011: 46).
Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesi, Türkiye’nin bölgeye bakışını
değiştirmiş; 1991 Mart’ında patlak veren insani kriz, Türkiye’nin sınırlarına
akan mülteciler, sonrasında Madrid Barış Konferansı ile başlayan ve Oslo’da
filizlenen Filistin sorununa çözüm bulunabileceğine olan inanç, söz konusu
değişime ivme kazandırmıştır. AK Parti’nin iktidara gelmesiyle Ortadoğu
politikalarında değişim ve yakınlaşma, hız ve görünürlük kazanmıştır (Akgün ve
diğ., 2009).
Nitekim 11 Eylül sonrası Türkiye’nin içerisinde bulunduğu uluslararası
konjonktür, Türkiye’yi farklı bir sürece doğru sürüklemektedir. Bu bağlamda
Türkiye stratejik derinliklerine ve tarihinin mirasına doğru yol almaya başlarken; İmparatorluk geçmişi, Türkiye’nin dış politikasında temel dayanaklardan birisi
haline gelmeye başlamaktadır.
Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na göre; Türkiye, “tek, bütünsel bir kategoriye indirgenemeyecek çoklu bölgesel kimlikleri olan merkezi bir ülke” konumundadır (Davutoğlu, 2008: 1).
Böyle bir süreç ve dönüşüm içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu’da ve eski Osmanlı coğrafyasında artan etkisi, yeni Osmanlıcılık gibi fikirlerin de tartışmaya açılmasına yol açmıştır. Her ne kadar Ortadoğu merkezli bir İslam dünyasından şimdilik bahsetmek mümkün olmasa da; Türkiye, günümüzde ve gelecekte Ortadoğu bölgesine liderlik yapabilecek en yakın ülke olarak
gösterilmektedir (Erol, 2007: 47-48).
Arap Baharı ve Türk Dış Politikası
Arap Baharı süreci, bahar nitelendirmesiyle uluslararası çapta farklı bir ilginin
odağı haline gelmiştir. Uyanış ya da isyan değil de, “bahar” kavramının
kullanılması kimi çevreler tarafından olumlu karşılanırken; kimi çevreler de
eleştirilerde bulunmuştur. Bu farklı görüşlerle birlikte bahar kavramının tarihte
birçok olayı nitelendirmek için kullanıldığı göze çarpmaktadır. Örneğin:
Avrupa’daki 1830 ve 1848 devrimlerinde kullanılmış (Dalacoura, 2012: 63),
bunun yanı sıra 1968 yılında Çekoslovakya’da “politik özgürleşme” olarak
adlandırılan; ancak Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle sona eren dönemi
anlatmak için de bahar nitelemesi yapılmış ve yaşanan gelişmeler “Prag Baharı”
olarak anılmıştır (Khouri, 2011). Bu özellikleriyle Arap Baharı, Ortadoğu’da
baskıcı ve otoriter yönetimlere karşı yakın dönemde meydana gelen halk
hareketlerini göstermek ve süreci bir demokratikleşme dalgası şeklinde ifade
etmek için kullanılmaktadır (Murray,2011; Dede, 2011: 23-24). Arap dünyasın da büyük bir değişikliğe yol açan, ülkeden ülkeye geçen, ulusal ölçekteki esaslı farklılıklara rağmen; benzer sloganlar ve benzer talepler – daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi ve daha fazla temel ve sivil haklar- içeren, nerede ve ne şekilde sona ereceği bilinmeyen (Veltheim, 2011) ve adlandırılmasıyla da büyük yankı uyandıran Arap baharı, Ortadoğu toplumlarının içinde bulunduğu işsizlik, gıda yetersizliği, enflasyon, siyasi yozlaşmalar, ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar gibi olumsuzluklara karşı bir tepki olarak ortaya çıkarak, kısa zamanda Ortadoğu’da sarsıcı etkiler yaratmıştır (Dede, 2011: 23-24).
Sosyal iletişim ağlarının hem sayı hem de etkinlik bakımından hızla arttığı
günümüz dünyasında, Ortadoğu coğrafyasında yaşananların zamanla bölge
sınırları dışına taşacağını ve küresel bir boyut kazanacağını söylemek mümkün dür. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan renkli devrimlerin Arap
Baharı’nı tetiklemiş olduğu nasıl düşünülüyorsa; Ortadoğu’da yaşanan olayların
da, gelişmiş Batılı ülkelerin vatandaşı olmalarına karşın geri kalmış ülke
vatandaşı standartlarında yaşayanlar için de harekete geçmek ve sokaklara
dökülmek için tetikleyici bir etkisinden söz edilebilir.
Örneğin; Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) sloganının kitlesel eylemlere dönüşmesi, Ortadoğu’daki kitlesel eylemlerin bir sonucu olarak görülebilir (Kibaroğlu, 2011: 30).
Arap baharı, küresel konjonktür açısından da son derece kritik gelişmeleri
bünyesinde barındıran bir süreçtir. Uzun yıllardır yönetimde bulunan baskıcı
iktidarların tahtlarını kaybetmelerini simgeleyen bu süreç, daha önce de
belirttiğimiz gibi sadece bölgesel değil küresel bir etki de yaratmıştır. Tüm bu
özellikleriyle uluslararası politikanın birçok alanında Arap baharı, pek çok veri
ve analiz üretmiştir. Bu noktada Arap baharına yönelik olarak Türk dış
politikasının üretmiş olduğu retorik, sebep sonuç ilişkisi bağlamında önem arz
etmektedir (Çiçekçi, 2012: 20).
Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasında Yeni Osmanlıcılık fikirlerinin
tartışıldığı ve Komşularla Sıfır Sorun gibi ilkelerin sergilendiği bir dönemde,
Arap baharı parametrelerde büyük sarsıntılar yaratmıştır. Özellikle komşularla
sıfır sorun politikası çerçevesinde barış ve refah nitelendirmesiyle öne çıkan
bölge, bir savaş alanına dönmüştür. Örneğin bir yıl önce vizelerin kaldırıldığı,
dostluk barajı temellerinin atıldığı, sınırlardaki mayınlı bölgelerin temizlendiği
ve ortak bakanlar kurulunun yapıldığı Suriye sınırında, bir yıl sonra Suriye
ordusu ile çatışma durumuna gelinmiştir (Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan
Kaldı Mı?, 2011: 4). Aslında komşularla sıfır sorun yaklaşımı, son dönemde
otonomi arayışı içerisindeki Türk dış politikasının en önemli araçlarından
birisidir. Sıfır sorun yaklaşımı, Türkiye’nin komşularıyla ve yakın coğrafyasıyla
mümkün olduğunca asgari ölçüde sorun yaşamasını hedeflemekte ve bölgeyi bir
güven ve istikrar bölgesi haline getirmeyi hedeflemektedir.
Türkiye komşularıyla ve yakın coğrafyasıyla sorunlu olduğu takdirde, bölge dışı aktörlere bağlı kalacağını bildiği için, mümkün olduğunca sorunsuz ve dengeli politikalar izlemektedir (Yalçın, 2011: 47-48). Fakat bölgede –özellikle
Suriye’de yaşananlar ve Esad yönetiminin tutumu- böylesine bir dönüşüm
yaşanırken komşularla sıfır sorun gibi bir politikanın siyasi olarak başarıya
ulaşmaması normal gözükmektedir. Fakat siyasi olarak bu tür bir dönemi
yaşamasına rağmen, Türk dış politikası Arap baharı sürecinde iktisadi ve
diplomatik olarak sıfır sorun ilkesinden vazgeçmemiştir (Uğur ve diğ., 2011).
Tüm bu gelişmeler komşularla sıfır sorun politikasını etkilemekle birlikte,
Türkiye yine de Ortadoğu’da ağırlığını ve diplomasi gücünü muhafaza etmekte
aynı zamanda bölge ülkelerinde yaşanan -demokratik- geçiş süreçlerini
desteklemektedir (Türk Dış Politikasında Sorunsuz Alan Kaldı Mı?, 2011: 4).
Herhalukarda doğru teşhis ve tedavi uygulanması için şunu da mutlaka göz
önünde bulundurmak gerekir; komşularla sıfır sorun politikası çerçevesinde ikili
ilişkileri yüksek seviyeli işbirliği düzeyine çıkarmak arzusu doğru bir hedeftir;
fakat ikili ilişkilerde tarafların ortak hedeflere ulaşması için gerekli koşullar: her
iki tarafın da niyetlerinde samimi olmaları ve davranışlarında tutarlı olmalarıdır.
Maalesef bu samimiyet ve tutarlılık Suriye yönetimince sergilenmemiştir.
Komşularla sıfır sorun politikasını her şeye rağmen uygulamak mümkün değildir.
Komşularla sıfır sorun ilkesinin yaşadığı bu problemlerin büyük etkisiyle
birlikte, bölgeye yönelik Türk dış politikasına karşı yeni bir kavramsallaştırmaya
da ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaca yönelik üretilen normatif popüler liderlik
kavramı, bölge yönetimlerini kazanma yolundan ziyade bölge halklarını
kazanmaya dönük bir tarif olarak göze çarpmaktadır. Bu bağlamda Türk dış
politikası, Ortadoğu halkları nezdinde kazandığı güveni ve kabulü uluslararası
çevrelerde ulusal çıkarlarına yönelik olarak dile getirmektedir. Dışişleri Bakanı
Davutoğlu yapmış olduğu bir röportajda, güncelliğini koruduğu için özellikle
Suriye konusunda izlenebilecek üç politikadan bahsetmiştir.
Davutoğlu’na göre; Statüko adına Esad’ın yanında olmak, ikincisi Suriye’de yaşananlarla ilgilenmemek, üçüncüsü ve Türkiye’nin izlediği: Esad’la ilişki yürütülemediği için halkın yanında yer almaktır. Diplomasinin bütün imkânlarının Suriye için kullanıldığını ifade eden Davutoğlu, krizin büyümemesi için çok çaba
harcandığını farklı formüller geliştirildiğini; fakat Suriye yönetiminin bunları
kabul etmediğini de belirtmektedir (Davutoğlu Esad’a Ömür Biçti, 25.08.2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25376791).
Türkiye’nin, Suriye’deki iç savaştan dolayı kaygılı olduğu açıktır. Mülteci akını
ihtimali, olası ekonomik kayıplar ve özellikle Kürt sorunuyla ilgili stratejik
sonuçları dolayısıyla, Suriye’nin gidişatı hakkında ciddi endişeler taşımaktadır
(Altunışık, 2011: 3). Yine paralel olarak bölgeye yönelik İslami söylemleriyle
öne çıkan Türkiye, medeniyetler ittifakı süreçlerine İslam Dünyası’nı temsil
etme düşüncesiyle hareket ederek bölgeyle bütünleşme yoluna gitmektedir.
Bu açıdan Arap baharıyla birlikte genelde Türk dış politikası ve özelde bölgeye
yönelik dış politika etki alanını genişletmektedir (Çiçekçi, 2012: 21-22).
Genişleyen bu etki alanı, bazı problemleri de meydana getirmektedir. Özellikle
Arap baharıyla birlikte Türk dış politikasının önündeki zorluk, çıkarları ile söz
konusu ülkelerde demokratik dönüşümü destekleyen ilkeli bir dış politika
arasında sağlamaya çalıştığı dengede oluşmaktadır. Bu bağlamda Ortadoğu’da
barışçıl ve kontrollü bir dönüşümü desteklemek Türkiye için en iyi seçenek
olarak gözükmektedir. Eğer ki bölgedeki rejimler Arap baharı sayesinde temsil
kapasitesi yüksek ve hesap verebilir niteliğe sahip yönetimler haline gelirse, bu
durum Türkiye için çıkarları yönünde yararlı olacak ve ortaya çıkacak yeni
rejimlerin Türkiye’ye karşı bakışı eski yönetimlere nazaran belirli ön yargılardan
kurtulmuş olacaktır. Nitekim böyle bir Ortadoğu’nun Türkiye’nin yakınlaşma,
işbirliği ve diyalog üzerinden ilerleyen bölgeye yönelik dış politikasıyla daha iyi
senkronize olacağı aşikârdır (Altunışık, 2011: 3-4; Akgün, 2012: 16- 20).
Sonuç olarak Türk dış politikasında Arap baharı süreci yeni Osmanlıcılık
fikirlerinden, komşularla sıfır sorun politikasına; normatif popüler liderlikten,
bölgede ortaya çıkan pek çok yeni fırsatlara değin pek çok alanda kendisini
göstererek yeni bir vizyonun oluşmasında önemli rol oynamıştır. Yaşanan bu
gelişmeler ışığında belirtmek gerekir ki; dış politikalara yönelik yapılan günü
birlik değerlendirmeler idealler ve pratikler doğrultusunda objektif veriler
sunamamaktadır.
Türkiye’nin Arap Baharı Karşısında Tutumu
Türkiye, Arap baharı sürecinde hangi Ortadoğu ülkesi olursa olsun halkın ve
demokrasinin yanında yer alan bir tutum sergilemiş ve bölgedeki değişim
hareketlerini desteklediği her fırsatta belirtmiştir (Münferid, 2012: 5).
Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; Arap baharının başladığı günden beri Türkiye’nin tutumunun değişmediğini; aynı zamanda bölge halklarının demokrasi, yönetimde şeffaflık ile hukuk devleti taleplerine destek verildiğini belirterek Türkiye’nin yaşanan olaylara yönelik tavrını açık bir şekilde ortaya koymuştur (Arap Baharı Başladığı Günden Beri Türkiye’nin Tutumu Değişmedi, 2012).
Türkiye, Arap baharı adıyla Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da yaşanan toplumsal
hareketleri, bölge halklarının meşru talep ve beklentilerinin gerçekleşmesinin
daha fazla ertelenemeyeceğinin işareti olarak görmekte ve esasen Soğuk
Savaş’ın sona ermesiyle 90’lı yıllarda yaşanması gereken bu geciken değişimi,
tarihi yeniden doğal akışına yerleştiren bir dönüm noktası olarak kabul
etmektedir (Arap Baharı, www.mfa.gov.tr). Bu çerçevede Türkiye, güvenilir ve
kardeş Müslüman ülke sıfatıyla farklı birçok yerde İslam ülkelerine seslenerek
reform yapmalarının zorunluluk olduğunu vurgulamıştır. Geçmişten bu yana
bölgede değişim ve dönüşüme ihtiyaç duyulduğunun altını çizen Türkiye,
sürdürülebilir istikrarın ancak halkın huzur, güvenlik ve refahının güvence altına
alınmasıyla sağlanabileceğine inanmaktadır. Değişim sürecinin barışçıl
yollardan hayata geçirilmesini, şiddet ve orantısız güç kullanımından
kaçınılmasını; devletlerin egemenliği, toprak bütünlüğü ve siyasal birliğinin
korunmasını; etnik, mezhepsel ve dini bölünmelerin önüne geçilmesini,
izlenmesi gereken temel ilkeler olarak savunmaktadır.
(Arap Baharı, www.mfa.gov.tr).
Ancak kimi ülkelerin baskıya devam etmesi Türkiye’yi farklı bir tutuma doğru sürüklemiş ve Türkiye Ortadoğu’da sahaya inerek bizatihi oyunu kurgulayıcı ve düzenleyici bir yapıya bürünmüştür. Yakın tarihlere şöyle bir bakıldığında Ortadoğu coğrafyasına Türkiye tarafından yapılan ziyaretler bu tavrı pratikte çok iyi şekilde göstermektedir (Kurubaş, 2011). Bu noktada önemli bir husus da Arap Baharı ve Türk dış politikası konusunda bahsettiğimiz normatif “popüler liderlik” kavramıdır. Bu kavram çerçevesinde ve bölgede Türkiye’nin üstlendiği kurgulayıcı rol üzerinden bakılacak olursa, bölgeye yapılan ziyaretler Arap halklarında Nasır’dan beri eşi benzeri görülmemiş bir heyecan ve umudu temsil etmiş; bölge halkları Türkiye’yi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı makûs talihlerini tersine çevirecek bir kurtarıcı gibi karşılamışlardır.
Bununla birlikte söz konusu gezilerin Mısır ve Tunus’taki seçimlerden sonra gerçekleşmesi ise, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesindeki gelişmelere ilişkin olarak kurgulayıcı ve düzenleyici bir yönlendirme arzusu içinde olduğunun sinyallerini vermektedir (Kurubaş, 2011).
Arap Baharı sürecinde, normatif popüler liderliğin örneklerini üst düzey
yöneticilerin tutumlarında görmek mümkündür. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun sıklıkla, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün ise zaman zaman, Mısır’da yaşanan gelişmelerin ilk günlerinden itibaren süreçle ilgili yaptıkları açıklamalar ve kullandıkları ifadelerde, muhatapları olan Mısır, Libya ve Suriye yöneticilerinin ne gibi adımlar atmaları gerektiği konusunda kesin ve netti. Özellikle Arap halkları arasında geniş yankı uyandıran ve takdirle karşılan ifadeler sonrasında bireysel seviyede Türk devlet adamları ve genel olarak Türkiye ile ilgili sempati düzeyi çok yüksek seviyelere ulaşmıştır (Kibaroğlu, 2011: 31). Yapılan alan çalışmalarında da bunun sonuçlarını görmek mümkündür 3.
3. Son dönemlerde Arap dünyasında Türkiye üzerine farklı alan araştırmaları yapılmakta ve bu araştırmalar bölgede Türk imajının olumlu yönde bir değişime uğradığını göstermektedir.
Bu konuda bakınız: Meliha Benli Altunışık, (2010), Arap Dünyasında Türkiye Algısı, TESEV Yayınları, İstanbul., Mensur Akgün, Sabiha Şenyücel Gündoğar, (2012), Ortadoğu’daki Türkiye Algısı 2011, TESEV Yayınları, İstanbul.
Türkiye’nin sürece yönelik bu tutumuna ve sonuçlarına uluslararası camiadan
baktığımızda ise büyük bir yankının oluştuğunu söyleyebiliriz. Öyle ki; bölge
ülkeleri arasında Arap baharından güçlenerek çıkan Türkiye’nin gelecekte
Ortadoğu’nun lider ülkesi olabileceğine dair düşünceler oluşmuştur (Knapp,
2012). TESEV tarafından 2011 de yapılan bir araştırmada “Türkiye, Ortadoğu
ülkeleri için başarılı bir model olabilir mi?” sorusuna katılanların % 61’i “Evet”
demiştir (Akgün, 2012: 20-21; Levack ve Perçinoğlu, 2012: 2-5).
Olaylara ilişkin tutumuyla Türkiye, Arap baharında her ülkeye eşit mesafede
kalarak objektif bir duruştan yana olmuştur. Daha farklı bir ifadeyle; Türkiye’nin
bölgede yaşanan gelişmelerde değerlendirmelerini, ülkeden ülkeye ayrılık
gözetmeksizin; her ülkenin kendi değişkenleri çerçevesinde ele alarak eşitlik
prensibiyle gerçekleştirdiğini söylemek mümkündür (Yakış, 2011: 121-122).
2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder