Onur Dikmeci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Onur Dikmeci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2021 Salı

2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ

 2008 KOMPLOSU TÜRK ORDUSU VE TÜRK SİYASETİNE YÖNELİK DARBE GİRİŞİMİ




2008 KOMPLOSU, TÜRK ORDUSU, TÜRK SİYASETİ , DARBE GİRİŞİMİ , Onur Dikmeci , Abdurrahman Yalçınkaya , Osman Paksüt ,Ergenekon , Balyoz , İlker Başbuğ , Necdet Özel , Onur Dikmeci ,


Onur Dikmeci
19 Nisan 2017 Çarşamba

   14 Mart 2008 yılında dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya kaya tarafından Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılma istemiyle dava açılmıştı. Bu gelişmenin kamuoyu nezdinde duyulmasıyla fırtınalar koptu. Süreç içerisinde muhalif durumda dahi bulunsalar ağırlıklı kesim kapatılma yerine siyasi yasakları savunmaktaydı. Dava sürecinde ilginç gelişmeler yaşanacağı gibi davanın açılış tarihide manidardı. Buna göre kapatılma davası hazırlıklarının 2007 yılından itibaren başlatıldığı ortaya çıkmıştı. 2007 ise Türk siyasi tarihinde bir kırılmayı anlatan dönemdi. Hrant Dink ve gayrı müslim din adamlarının cinayetlerinden sonra Cia'den eğitim alan bazı polis müdürleri Emniyet'in kritik birimlerine atandılar. 1999'dan itibaren oluşturulmaya başlanan ve 2001'de son şekli verilerek Mit'e sunulan Ergenekon şeması yeniden gündeme getirildi. Bir muhtıra ya da kimi kesimlerce Tsk bildirisi olarak adlandırılan 27 Nisan Tsk açıklaması neticesinde de bürokrasi darbe olabileceği tedirginliğiyle Cia ile içli dışlı olan gruplara teslim edilmeye başlandı. Haziran ayında da Ergenekon operasyonları başlatıldı. Akp kapatma hazırlıklarının başlatılması bu evreye denk geliyordu.  Kapatılma davası açıldıktan sonra ise generaller nezdinde bazı ses kayıtları servis edilerek Tsk yıpratılmaya çalışılıyordu. Kamuoyundaki yaygın kanaate göre parti kapatma davası ulusalcı ya da vesayetçi derin devletin tertibiyken, silahlı kuvvetler personeli hakkındaki sızıntılar ise davaya karşı rövanş olarak hükümet cephesince desteklenmekteydi. Oysa yıllar sonraki bilgi birikimi ve algımızla durumun böyle olmadığı, kapatma davası ve Tsk hakkındaki iddiaların aynı odaklarca tasarlandığı ve neticede ulusalcı ya da mütedeyyin farketmeksizin bütün Türkiye'nin yara aldığı görülmüş olmaktadır.
Kapatılma davası sürerken en fazla hedef gösterilen kişi Ağustos 2006 şurası ile Kara Kuvvetleri Komutanlığına atanmış hali hazırda bu görevi sürdüren ve 2008 Ağustos'unda Genelkurmay Başkanı olması beklenen İlker Başbuğ idi. Ordudan emekli subay öğretmen Binbaşı Dr. Erol Mütercimler'in yıllar sonraki ifadesine göre İlker Başbuğ ''Amerikancı bir Subay''idi. Böyledir veya değildir ancak Başbuğ'un hedef alındığı çok belliydi. Çünkü o askeri davalardan (Ergenekon Balyoz..) rahatsızlık duyan, komuta kademesini bu doğrultuda şekillendirmek isteyen şahin sınıftan bir komutan olarak tanımlanıyordu. Hal böyleyken ideolojik kimliği farketmeksizin tasfiye edilmesi Tsk'ni itibarsızlaştıracağı gibi olayda iktidar partisinin üzerine yıkılacaktı. Gerçekte iktidar partisi kapatma sürecinde Başbuğ'un kararnamesini imzalamama resti en gerçekçi ve ciddi tepkisi olacaktı. Bu bakımdan bu durum kabul edilebilir bir stratejiydi çünkü Genelkurmay Başkanı zaten hükümet tarafından atanırdı. Ancak Tsk'ni itibarsızlaştıracak sızıntılar dış kaynaklı girişimlerin neticesiydi.

Başbuğ ile alakalı haberlerden biri Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Paksüt ile yaptığı iddia edilen görüşmeydi. Haberin içeriği şu şekilde aktarılmıştı:

''4 Mart 2008 günü saat 17:oo’da, Ankara’da, 06 LLU 81 plakalı mavisiyah Mercedes marka otomobil Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na geldi. Otomobilde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt vardı. Paksüt, karargâha girdi ve bir saat 15 dakika süreyle, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, altı ay sonrasının müstakbel Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile başbaşa görüştü.

Günün moda deyimiyle, görüşmenin zamanlaması manidardı. CHP ve DSP’nin, üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getirmek amacıyla Anayasa’da değişiklik yapılmasına ilişkin 5735 sayılı kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmasının üzerinden sadece yedi gün geçmişti. Ve o an itibariyle, çoğumuz henüz bunu bilmesek de, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP aleyhinde kapatma davası açmasına on gün kalmıştı.

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin, kritik başörtüsü ve kapatma davaları sürecinde Kara Kuvvetleri Komutanı’yla görüşmesini ilginç kılan diğer bir unsur, buluşmanın gizli tutulması, kayıt altına alınmaması, tarafların kaydı tutulan resmî programlarında görünmemesiydi. Hatta buluşma öncesinde, karargâh giriş ve çıkışlarında bulunan güvenlik kameralarına karartma uygulanmış, komuta katı da tamamen boşaltılmıştı.''

Yani görüşme kapatma davasından önce gerçekleştirilmişti. Oluşturulmak istenen teze göre davayı ordu yönlendiriyordu. Başbuğ ile ilgili ikinci sızıntı Vakit gazetesinde Yayımlanan İlker Başbuğ'un Büyük Kulüp adlı sivil toplum kuruluşuna üye olduğu haberiydi.
 Yayımlanan Belgeden, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 1882 yılında İngiliz Elçisi Sir Alfred Sandison tarafından kurulan “Büyük Kulüp adlı derneğe üyelik başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği algısı oluşturulmak isteniyordu. Dernek Başkanı Duran Akbulut, İlker Başbuğ'a gönderdiği 18.12.2006 tarihli yazıda şunları kaydediyor: “Büyük Kulüp Derneği'ne üyelik için yapmış olduğunuz başvurunuz ilgili kurullarca tetkik edilmiş olup, Yönetim Kurulumuzun 09.12.2006 tarihinde yapmış olduğu toplantıda üyeliğe mani haliniz bulunmadığı anlaşıldığından, Büyük Kulüp üyeliğine kabulünüze karar verilmiştir.”

Yazıdaki “tetkik edilmiş olup” ve “üyeliğe mani haliniz bulunmadığı” ifadeleri, “Kulüp, Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli makamlarından birinde bulunan bir komutanla ilgili 'güvenlik soruşturması' yapmış” şeklinde yorumlanıyordu.

Üyeliğe kabul yazısının devamında da şöyle deniliyor: “Bilgi edinmenizi rica eder, aramıza hoş geldiniz der, üyeliğinizin size ve kulübümüze hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım şeklindeydi.

Yine İlker Başbuğ ile alakalı bir haberde İsrail Ağlama Duvarı'ndaki görüntüleriyle alakalıydı. Yine Vakit gazetesinin gündeme taşıdığı haber Akşam gazetesince de işleniyor bu sefer geziden karelerde gazetede yer buluyordu.
2008'deki sızıntılardan biride Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanı Tuğgeneral Münir Erten ile alakalıydı. 19 Şubat 2008 günü "YouTube" adlı video paylaşım sitesine bir ses kaydı yüklendi. "Cnksari" rumuzlu kullanıcının gönderdiği "Tuğgeneral Münir Ertan'dan şok açıklamalar" başlıklı videoda Irak'ın kuzeyine kara harekâtının 20-22 Şubat tarihleri arasında başlatılacağı konuşuluyordu. TSK, 2007 baharından bu yana kara harekâtına hazırlanıyordu. Irak'ın Kuzeyindeki PKK odaklarına yapılacak geniş çaplı harekât 48 saat önceden deşifre edilmişti.
Ayrıca pkk kamplarına yapılan hava operasyonlarında 5 teröristin öldürüldüğünü belirtiyordu. Oysa Genelkurmay bu rakamı 175 olarak açıklamıştı. Yani silahlı kuvvetlerin terörle mücadelede başarısız olduğu, gerçeklerin halktan gizlendiği intibahı oluşturuluyordu.
Önemli bir sızıntıda dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun ile alakalıydı. Buna göre Saygun'un olduğu iddia edilen bazı sağlık raporları servis edilmiş ve Saygun'un ağır şeker hastası olduğu vurgulanmış böylelikle komuta kedemesindeki istikbaline engel olunmak istenmiştir.
O dönemde rütbesi Tümamiral olan Kadir Sağdıç'ın ses kaydı da Münir Erten benzeri servis edilmişti. Kayıtta Tümamiral Sağdıç olduğu öne sürülen bir kişi darbe imasında bulunuyor ve askerlerden oluştuğu izlenimi veren bir topluluğa konuşma yapıyor. Komutan konuşmasında ordunun her 20-25 yılda bir siyasilerin elinde yozlaşan sistemi tekrar rayına oturtmak zorunda kaldığını ve askerin gerektiği zaman gerekli reaksiyonları gösterebileceğini söylüyordu. Sağdıç sonradan Koramiralliğe terfi etsede Balyoz davasında tutuklandı ve 3 yıl 4 ay 8 gün hapis yattı.
TSK 'nın kurumsal kişiliğini hedef alan haberler arasında en önemlilerinden olanı ise Dağlıca baskınıyla alakalıydı. 25 Haziran 2008  tarihinde Taraf gazetesi pkk'nın gerçekleştirmiş olduğu Dağlıca baskınının önceden bilindiği haberini geçmişti. Delile dayanmayan haber pkk ordu bağlantısını işlemeye çalışıyordu.

Bütün bunlar yaşanırken kapatma davası ile ilgili en sert tepkiler Avrupa Birliği ülkelerinden geldi ve kapatılma yönünde karar çıkması halinde müzakerelerin duracağı belirtildi. Abd ise bir süre şaşırtıcı biçimde sessizliğini korudu. Daha sonradan Dışişleri nezdinde Türkiye'nin laik yapısına vurgu yapıldı. Abd başkan yardımcısı Dick Chaney ise hükümet Türkiye'nin köklü kurumlarıyla çatışmamalı beyanatını vermişti.
Mesele anlaşılmıştı. Kapatma davasına, karşı etki göstermek için Abd bir takım talepler öne sürmüştü. O zaman basında yer alan köşe yazılarına göre bu talepler arasında Hamas'ın desteklenmemesi, Irak ve Afganistan operasyonlarına destek ve İran'a karşı yaptırımlar gibi öneriler sıralanmıştı. Yani Abd ve Abd kaynaklı lobiler bir yandan kapatma davası nezdinde siyaseten avantaj elde etmeye çalışırken, bir yandan da orduya karşı operasyonları destekleyerek güvenlik bürokrasisini şekillendiriyor ve hükümet taraftarlarıyla karşıtlarını daha da kutuplaştırıyordu. Operasyonlarında ise dini kisveli cemaat isimli istihbarat birimlerini kullanıyordu.
Neticede 30 Temmuz'da verilen kararla Adalet ve Kalkınma Partisi kapatılmadı ve ertesi gün ise Yüksek Askeri Şura toplandı. Şura neticesinde Başbuğ Genelkurmay Başkanı olacaktı. Münir Erten ve Ergenekondan tutuklu Yüzbaşı Muzaffer Tekin'e plaket veren Tümgeneral Zekeriya Öztürk ise emekli edilecekti. Ergin Saygun, 1. Ordu Komutanlığına getirildi. Ancak 2009'da o da emekli edildi.
Yani Ergin Saygun, Hasan Iğsız, Aslan Güner, Bekir Kalyoncu ekolü süreç içerisinde emekli edilecekti. Iğsız YAŞ (Askeri Şura) günü ifadeye çağırılmış, Güner ise dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından veto edilmişti.
2008 yılı yıllar sonra tahlil edildiğinde bugünleri bile etkileyen gelişmelerin kaynağı olarak gösterilebilinir.

1. Ordu terfi durumu ile ilgili topyekün en ciddi girişim bu dönemde yaşanmıştı. Fakat bu belirli oranlarda gerçekleştirildi.
2. Genelkurmay Elektronik Sistemler GES Komutanlığı ile alakalı tasavvurların işaretleri verilmişti. GES daha sonra 2012 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na devredildi. Mit ise illegal örgütlerce istila edilmeye çalışıldı. Yani GES'in devri sivilleşme değil istihbaratın topyekün belirli odaklara devredilme planını içeriyordu.
3. Siyasi kurum ve orduya yönelik komplolar aynı odak tarafından aynı dönemde gerçekleştirildi. Kamuoyu ise kendi içerisinde birbirlerini suçlamakla meşguldü.
4. 2008'den itibaren bozulmak istenen askeri silsile neticesinde yıllar sonra Necdet Özel 

Genelkurmay Başkanı oldu. Özel;

a) Şahsına muhalif komutanların orduevi giriş kartlarının iptali
b) Jandarma ziyaretinde içimizde paralel yapı yok diktesi
c) Tutuklu bazı subaylar medyada yazı yazmasın direktifleri gibi ilginç girişimlerde bulundu. 
   İşgal gerekçesi olmadığı sebebiyle ise Seferberlik Bölge Başkanlıklarının kapatılması gibi akıllara zarar uygulamalara imza attı. Neticede paralel yapı mevzusunu Jandarma ziyaretinde kapatması 15 Temmuz'da Jandarma'nın darbe içerisinde yer alması gerçeğini değiştirmeyeceği gibi, tutuklu subaylarda tahliye oldular ve Özel'den daha fazla anılıyorlar.

Yıllar önce orduya ve siyasete kurulan komplonun benzeri bugün yine tekrarlanmaktadır.

    Sivil talepler neticesinde ordu da bir takım değişiklikler yapılmıştır. Gözden kaçan husus ise bu düzenlemelerle ordunun oldukça Pentagon güdümüne girdiğidir. Bu durum ise darbeleri önlemek bir yana darbeye davetiye olarak kabul edilmelidir. Siyasi manada ise ülke bir sistem değişikliği yaşamıştır. Seçim neticelerine göre iktidar partisinin güç kaybettiği ve tasfiye sürecine girdiği belirli çevrelerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar sürerken siyaset kurumunu zedeleyici bazı girişimlerde bulunulabilir. Nasıl ki sivilleşme bazı gruplarca savunuluyorsa siyaset kurumunun zedelenmesi de başka gruplarca savunulma ihtimali muhtemeldir. Ancak unutulmaması gereken bu müdahalelerin aynı odaklarca uygulamaya koyulduğu ve top yekün Türkiye'nin kaybetmesinin tasarlandığı dır. Doğru bir sivil asker ilişkileri ile doğru siyasi gelişmeler sağlıklı bir düzeni doğurabilir.



***

26 Haziran 2017 Pazartesi

TÜRKİYE'YE KURULAN BÜYÜK TUZAK: EGE ORDUSU KOMUTANLIĞI LAĞVEDİLSİN KOMPLOSU


TÜRKİYE'YE KURULAN BÜYÜK TUZAK: EGE ORDUSU KOMUTANLIĞI LAĞVEDİLSİN KOMPLOSU

13 Apr 2017 05:48 AM PDT
Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Ergenekon, Balyoz, Casusluk kısaca Askeri Davalar olarak adlandırdığımız süreçte sessiz ve derinden işlenen konulardan bir taneside Ege Ordu Komutanlığı idi. Süreci destekleyen birtakım odaklar Orgeneral Hurşit Tolon'unda, Orgeneral Kenan Evren gibi Ege Ordusu komutanlığı yaptığını ve Tolon'un da Evren gibi darbeci ekolden geldiğini işliyorlardı. Teorilerine  göre Ege Ordusu halk nezdinde ki milli ordu değil, darbeci zihniyeti barındıran bir sistemdi ve lağvedilmesi uygundu. Bu teoriyi incelemeden evvel Ege Ordusu'nun kuruluş evresini incelemek gereklidir. 

Türkiye'ye oldukça yakın konumda bulunan Akdeniz'in ortasında ki Kıbrıs adası 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı daha bilindik tabirle 93 Harbi sonrasında adeta İngiltere'ce el konulmuş stratejik bir yerdi. Ağır yenilgi yaşayan Devleti Aliyye, İngiltere'den yardım istedi ve İngilizler talep ettikleri güvenceye karşılık Kıbrıs'ı geçici süreliğine kiralamak istediklerini bildirdiler. Neticede bir Türk toprağının yitirilmesi 19. yüzyıla dayanıyordu. Tarihi ve kültürü olarak Türkiye'nin adeta uzantısı olan Kıbrıs'ta zamanla Rum yönetimi hakimiyet kurdu ve Türklere karşı sistemli bir yıldırma ve katliam sürecini yürüttü. Bunun üzerine 2 Haziran 1964 günü Türkiye Milli Güvenlik Kurulu adaya müdahale kararı aldı. Ancak İsmet İnönü askerlere direndi çünkü gerekli zamanın gelmediğine inanıyordu. O zamanlar sağlıklı bir çıkarma yapabilecek gemilerin bulunmadığıda belirtilmekteydi. 5 Haziran 1964 yılında ise Abd Başkanı Lyndon Johnson, Türk hükümetine bir mektup göndermişti. Tarihe Johnson Mektubu olarak geçen metinde Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahale etmesinin onaylanmadığı, böyle bir durumda Nato teçhizatını kullanamayacağı ve ambargoya maruz kalacağı belirtiliyordu. Bu riskli süreç belkide biraz mecburiyetten  savunmada milli adımların hızlı atılmasını sağladı. 1965'de Milli Savunma Bakanı Esat Işık, Güvenliğimiz yalnızca ikili antlaşmalara emanet edilemez diyerek eleştiride bulunuyor ve savunmada bu tarihten itibaren gerekli girişimler gerçekleştiriliyor du. Rusya ve Mısır gibi ülkelerle askeri anlaşmalar imzalanmış, Kıbrıs'ta Mukavemet Teşkilatı hayata geçirilmişti. Şarlar hazır olduğunda ise Kıbrıs'a müdahale edildi ve bu esnada Nato'dan bağımsız olarak Ege Ordusu kuruldu. Bu sebeple Ege Ordusu halk nezdinde Milli Ordu olarak anılmıştır. Bugüne kadar Ege Ordusu komutanlarına baktığımızda 15 Orgeneralin görev yaptığı görülmektedir.  Turgut Sunalp, Kenan Evren ve Haydar Saltık'ın 12 Eylül sürecinde yer aldıkları ve Ege Ordu komutanlıkları görevlerini bu süreçten evvel ifa ettikleri birer gerçektir. Ancak bu durumun Ege Ordusu'nun darbeci ekolü var ettiği sonucunun çıkarılması bilgisizlik örneğidir. Ege Ordusu, Nato'dan bağımsız kurulmuştur ancak Kara Kuvvetleri Komutanlığına bağlı görev yapmaktadır. Yani Ege Ordusu Komutanlığı görevini yürütenlerden bazılarının sonradan Kara Kuvvetleri Komutanlığını yürütmeleri ya da kara ekolü içerisinde yer almaları doğaldır. Darbelerinde ana omurgasının karacılar üzerinde olduğu bilindiğine göre Ege Ordusu darbeci yaratmamıştır darbe süreçlerinde yer alan bazı karacılar zamanında Ege Ordusunda görev yapmışlardır.  Bunun dışında Ege Ordusu'nda görev yapmış ye yakın siyasi tarihte çok tartışılmış isimler önemlidir. Orgeneral Muhittin Fisunoğlu sonradan Kara Kuvvetlerindeki etkin misyonundan ötürü zehirlenmek istenmiş, suikast önlenmiştir.  Orgeneral Fikret Küpeli çalışmalarından ötürü üstün hizmet madalyasıyla ödüllendirilmiştir.  Orgeneral Hikmet Köksal da Ege Ordu Komutanlığı görevini bir dönem yürütmüş, sonrasında şu anda firari durumda bulunan savcıların yürüttüğü 28 Şubat kapsamında tutuklanmış ve serbest bırakılmıştır.  Ege Ordu Komutanlığı görevlerini yürüten Orgeneraller, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Şükrü Sarıışık, Nusret Taşdeler askeri davalar kapsamında tutuklanmışlardır. Daha sonradan tahliyeler gerçekleştirilmiştir. Askeri Lise Komutanlığı sırasında görev sahasındaki illegal örgütlenmelere göz açtırmayan Orgeneral Doğu Aktulga ise 28 Şubat kapsamında tutuklanmıştır. Ege Ordu Komutanlığı görevini yürüten komutanlardan Hayri Kıvrıkoğlu sonrasındaki Kara Kuvvetleri görevinide başarıyla sürdürmüş özellikle milliyetçi ulusalcı cephenin sempatisini kazanmıştır. Orgeneral Işık Koşaner ise astlarının özlük haklarını koruyamadaığı gerekçesiyle protesto maksatlı olarak 2011 yılında istifa etmiştir. Ege Ordusu'nda görev yapan Galip Mendi'de dönemim komuta heyeti için özel bir isimdir, Korgeneral rütbesindeyken, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ tarafından tutuklu orgeneralleri ziyaret etmekle görevlendirilmiş, Ege Ordusundaki görevinden sonra ise Jandarma Genel Komutanı olmuş ve 15 Temmuz 2016 askeri kalkışmasında derdest edilmiştir. Burada yer vermediğimiz Ege Ordu Komutanlarıda vardır çünkü yazının maksadı Ege Ordusu'nu tanıtmaktan ziyade ordu üzerinden kurgulanan planları açıklamaktır. 

Ege Ordusundan sonra Jandarma Genel Komutanlığı görevini ifa edenlerde olmuştur. Bu bilgilerde görüldüğü gibi Kenan Evren dışında fiili bir darbede yer alan komutan  bulunmamakla birlikte tutuklananlar sonradan kumpas olduğu yüksek mahkemece kanıtlanan ve tahliye edilen komutanlar hükmündedir.  Aslında Ege Ordusu lağvedilsin kapmanyalarını başlatan merciler, bunu  genelde Hurşit Tolon üzerinden gündeme getirmişlerdir. Hurşit Tolon ile Malatya rahip cinayetleri arasında bağ kurulmak istenmiştir. Bu cinayetlerin işlendiği 2007 yılı Türk siyasi tarihinde oldukça önemlidir. Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra 2001'de hazırlanan Ergenekon şeması yeniden dönemin başbakanına sunulmuş, Ali Fuat Yılmazer İstanbul İstihbarat Şube Müdürü olarak atanmış, Malatya cinayetleri yaşanmış ve Ergenekon soruşturmalarını başlatacak Ümraniye operasyonu yapılmıştır. Yani 2007 yılı milli refleksleri hedef alan bir dönem olarak tanımlanabilir. 

Yapay darbe senaryoları adeta bir orduya dayandırılmak istenmiştir. Ege Ordusu armasında Mustafa Kemal Atatürk'ü taşıyan Kara Kuvvetleri'nden sonraki yegane armadır. Ege Ordusunda görüldüğü gibi geneli itibariyle yiğit, disiplinli, illegal örgütlenmelere göz açtırmayan ve tertip maruzu tutuklanan komutanlar görev yapmışlardır. Meselenin bir boyutu böyleyken diğer boyutuda Ege Ordusunun, 1. Ordu Komutanlığı ile tartışmaya açılması yeni konsept olarak tanımlanmıştır. Bazı odaklar bu orduların soğuk savaş ürünü olduklarını ve lağvedilmek gerektiklerini vurgulamışlardır. Numaralı ordu komutanlıklarının soğuk savaş ürünleri oldukları kesinlikle doğrudur. Ancak soğuk savaş konsepti terk edilecekse, yalnızca numaralı ordu komutanlıklarının kaldırılması bir işe yaramaz. Genelkurmay Başkanlığının diğer kuvvetlerede açılması, pofesyonelleşme, teçhizat modernizasyonu gibi meselelerinde çözüme kavuşturulmaları gerekmektedir.  Soğuk savaş konsepti prusya ekolüne dayalı kara öncelikli yapıya Türkiye'de önem vermiştir. Eğer bu konsept terk edilecekse hava ve deniz gücünede önem verilmesi gerekir. Kuzey Kıbrıs kıta sahanlığı ile Türkiye'ye akdenizde hakimiyet sağlarken, Kıbrıs çıkarması sırasında oluşturulan Ege Ordusu'nun lağvedilmesi düşünülemez.

1. Ordu ile alakalı eleştirilerden biride İstanbul'da bulunması ve bu sebeple sermaye çevresine yakın olması sebebiyle 1.Ordu'dan çıkan komutanların Genelkurmay Başkanlığı yolunun açılmasıydı. Bu çok doğru bir yaklaşım değildir. 1. Ordu'da görev yapmayan Genelkurmay başkanları olduğu gibi, 1. Ordu ile diğer kuvvetlerde komutanlık yapmış Genelkurmay başkanlarıda görülmektedir. Yalnızca 1. Ordu'da görev yapmak Genelkurmay başkanlığı için yeterli değildir.
Görüldüğü gibi Ege Ordusu, bağımsız bir güvenlik politikasının ürünü olarak doğmuştur. Ege Ordusu'nun lağvedilmesi bir ordunun dağıtılmasından çok bir gelenek ve duruşun son bulması manasını taşıyacaktır. Bir İngiliz Amiralinin dediği gibi ''Gemi üç yılda inşa edilir, gelenek ise 300 yılda oluşur'' . 1965'den bu yana süren milli savunma ve güvenlik konseptinin ürünü Ege Ordusudur. 
Ege Ordusunda görev yapan komutanlardan birçoğununda Jandarma Genel Komutanı olarak görev yaptığını belirtmiştik. Süreçlerde kurumlar arası bağlantılar bulunmaktadır.  Kısa süre evvel Jandarma her bakımdan İçİşleri Bakanlığına bağlandı. Bunda bir sakınca yoktur çünkü Afrika ülkelerinde bile jandarma teşkilatları içişleri bakanlıklarına bağlı görev yapmaktadır. Fakat bu değişiklik aceleye getirilmiş, jandarmanın kıyafet renkleri tartışılacak kadar şekilci bir noktaya indirgenmiştir. Kara kuvvetlerindeki değişiklikler ve jandarmanın durumu, Ege Ordu Komutanlığını da ileride etkileyebilir. Üst kısımda belirttiğimiz gibi Ege Ordusu'ndan sonra komutanlar karada ve jandarmada görev almışlardır. Kara ve jandarma da değişiklikelere gidilerek, Ege Ordusu'nun bundan muaf tutulacağı düşünülemez. Bu hususta Türk Devletine, orduya, Cumhurbaşkanlığına kumpas kurmak isteyecek olan güvenlik ve askeri danışmanlar süretle görevden uzaklaştırılmalıdır. 
Eşrf Bitlis suikastinden itibaren sistemli olarak Jandarma'yı yani Türk gerilla kapasitesini hedef alan odaklar, 2007'den itibaren ise Ege Ordusu'nu hedef alarak, Ege Ordusu, Jandarma, 1.Ordu ve Kara Kuvvetlerini listeye yazmışlardır. Hiçbir dış lobi kalabalık bir ordunun İstanbul'da yani batıya yakın yerde bulunmasını istemez. Cia 2030'lara kadar ortadoğu'da etkin bir gerilla savaşı öngörürken Jandarma'yı kendi haline bırakamaz ve Kıbrıs'ı-deniz hakimiyetini hatırlatan Ege Ordusunun kurumsal kişiliğinin devam etmesini istemez.

Lobilerin Türk Güvenlik Konsepti için belirlediği ordu, hava ve deniz gücünden arındırılmış, Ege Ordusu dağıtılmış, 1.Ordu dağıtılmış, Jandarma'nın tasfiye edilmiş ve kara gücünün ise ortadoğu operasyonları ile uyumlu hale getirildiği bir sistemdir. Görüldüğü gibi Ege Ordusu yalnızca Ege Ordusu meselesi değil, 1. Ordu, Jandarma, Kara Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri ile bağlantılı bir durumdur. 

Türkiye'de hava ve deniz kuvvetlerinin etkin olduğu dönemde Balyoz davalarını başlatarak bu kuvvetleri hedef alanlar tutuklamaları ise 22 Şubat'ta çıkartmışlardı. 22 Şubat ise tarihte Kurmay Albay Talat Aydemir'in başlattığı darbe girişimiydi ve neticede idam edildi. Böylelikle 22 Şubat üzerinden orduya darbeci ve idam imasında bulunulmuş olundu. Tabi bu idam iması şahsi idamdan ziyade kurumsal manadaydı. Olaylardaki tarihler ve sembolller çok önemlidir. Kanımızca da Ege Ordusu lağvettirilebilirse, Kıbrıs meseleside lobilerin arzu ettiği şekilde noktalanacaktır. Çünkü Ege Ordusu'nun tarihi bağı da Kıbrıs konusudur. Dolayısıyla bu olayın şifresi budur. 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/turkiyeye-kurulan-buyuk-tuzak-ege.html


***

TÜRKİYE'DE YAŞANAN ŞUBAT KRİZİ: OLAYLAR, KURUMLAR, AKTÖRLER



TÜRKİYE'DE YAŞANAN ŞUBAT KRİZİ: OLAYLAR, KURUMLAR, AKTÖRLER

 13 Apr 2017 03:11 AM PDT
Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Türk siyasi tarihinde Cerattepe olayları olarak anılan hadiseler, kamuyounda siyasi maksat içermeyen protestolar ve Gezi süreci gibi siyasi sonuçlarıda talep eden politik dizayn maksatlı ayaklanmalar olarak iki görüş altında toplanmıştır. Olayların temeli ve sonuçlarının incelenmeleri bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte Cerattepe olayları sırasındaki bir haftalık süreç tarafımızdan Şubat Krizi olarak adlandırılmış ve incelenmiştir. Artvin Cerattepe'de maden çalışmalarının engellenmesine yönelik başlayan protestolar ile alakalı 23 Şubat ve 24 Şubat günleri hükümet cephesinden farklı açıklamalar gelmiş bu durumda kafalar iyice karışmıştır. Bununlada bitmemiş 25 Şubattan itibaren Yüksek Mahkemenin başka konuda verdiği kararlar ve tartışmaları Mart ayının hemen başında ise hükümet sözcüsü, başbakan, danışman gibi yüksek mevkilerdeki şahsiyetlerin diyalogları dikkatlerden kaçmamış bir nevi kriz mahiyetindeki gelişmelerin yaşandığı sonucuna varılmıştır. 23 Şubat günü Cerattepe çalışmalarıyla ilgili verilen beyanatla başlayan kriz süreci şu şekilde devam etmiştir: 

23 Şubat günü Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu yaptığı açıklamasında "Maden tamamen korumacı mantıkla inşa ediliyor. Ruhsat ve ÇED raporları alınmış mı diye bakıyoruz önce. Madenin çevreye zarar vereceği iddiası yalan. Geri adım atmayacağız" demişti. Yalnızca bir gün sonra yani 24 Şubat 2016'de Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Yeşil Artvin Derneği ile gerçekleştirdiği görüşmesinden sonra, Cerattepe'deki çalışmaların mahkeme kararı sonuçlanana kadar durdurulacağını söyleyerek 'Cerattepe'nin rengarenk ağaçlarının zarar görmemesine özen gösterilecek. Hukuk devleti kuralları içinde kamu düzenini sağlar, yanlış bir uygulama olursa gereğini yaparız.' diyecekti. Sadece bir gün arayla bakan ve başbakan arasında uyumsuzluk olduğu görülmüş oldu. 25 Şubat günü ise Anayasa Mahkemesi, casusluk iddiasıyla tutuklanan Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında yürütülen soruşturmada 'hak ihlali' yaşandığına hükmetti. 31 Mayıs 2015'te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: '' MİT'e yönelik atılan o iftiralar bir ajan bir casusluk faaliyetidir ve bu gazete de bunların arasına girmiştir. Avukatlarıma talimatı verdim hemen davayı açtım (...) Bu haberi yapan kişinin bunun bedelini ağır ödeyecek öyle bırakmam onu" diyerek şahıslar hakkındaki görüşlerini bildiriyordu.  Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Kasım 2015'de , "Hukuki bir süreçtir, hükümetimizin müdahil olduğu bir konu değil. Bu tür durumlarda tutuklama istisnai bir durumudur. Tutuksuz yargılanmaları daha doğru olabilirdi" diyerek tutuksuz yargılamayı savunmuştu. İşte şimdi yüksek mahkemenin kararı kimilerine göre hukuki bir adımken kimilerine göre ise başbakanlık makamıyla yargının örtülü koalisyonu neticesinde bir mesaj misyonu taşıyordu. 26 Şubat tahliyelerin gerçekleştiği tarihti. 27 Şubat günü medyanın süratle geçtiği haberde Başbakan Davutoğlu'nun açıklamaları gündemi sarsmıştı. Başbakan Davutoğlu
 ''Ben buradayken, bu soru haddi değil ama bir arkadaşınız AK Parti’nin lideri kim diye sordu. Evet, AK Parti siyasetinin 13 yıllık başarı hikayesinin efsanevi kurucu lideri Recep Tayyip Erdoğan... Ve ben kendisinden, ‘vefa kongresi’ adını verdiğim ilk olağanüstü kongremizde onurla, delegelerimizin tamamının oyunu alarak, partinin yeni lideri olarak seçildim. ''
diyerek kimilerine göre yasal konumunu hatırlatıyor, geniş bir zümreye göre ise siyasi bir meydan okuma gösteriyordu. 
1 Mart tarihinde AYM Başkanı Zühtü Arslan katıldığı bir programda: "Anayasa Mahkemesi'nin, Anayasa'nın ve kanunların kendisine verdiği yetkileri kullanarak verdiği kararlar, herkesi ve her kurumu bağlamaktadır. Bu bir Anayasa kuralıdır" demiş ve Cumhurbaşkanlığı ile aynı fikirde olmadığını belirtmişti. Çünkü 25 Şubat tahliye kararları açıklandığında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:

''Ben Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım o kadar ama onu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum" demiş, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise :

"Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa ve yasa ihlali olduğu açık olan bir karar hakkında Anayasa ve Türkiye'nin taraf olduğu insan hakları sözleşmelerine göre hareket etmesi gereken mahkemenin anayasa ihlali yaptığına inandığını ve o nedenle böyle bir açıklama yaptığını zaten ifade etti" diyerek 
Cumhurbaşkanı ile aynı düzlemde düşündüğünün mesajını vermişti. 

2 Mart günü Hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş'un : 
"Sayın Cumhurbaşkanımız AYM kararıyla ilgili kendi kişisel düşüncelerini açıklamıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız, Anayasa Mahkemesi'nin kararıyla ilgili kendi kişisel konumunu ortaya koymuştur'' sözlerine karşılık yanıt Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mustafa Akış'dan geliyor, Akış: 

'' Cumhurbaşkanı'mızın, AYM kararını eleştirmesi, kişisel konumlanma değil; devletin ve hükümetin başı sıfatıyla bir açıklamadır.'' diyerek Kurtulmuş'a tepki gösteriyordu. Bu durum başbakan Davutoğlu'na sorulduğunda ise "Cumhurbaşkanı herhangi bir vatandaş gibi eleştiri yapma hakkı vardır. Ben de aynısını söyledim. Cumhurbaşkanı başdanışmanın açıklaması bana gelmiş değil. Ayrıca o anlamda bürokratik birinin açıklamasına cevap verme tutumu içine girmedim, girmem. Türkiye'de devletin başı Cumhurbaşkanı'nın da hükümetin başı Başbakan'ın yetkilerini herkes bilir. Hele hele herhangi bir açıklamayı da bilmiyorum, yorumda da bulunmak istemem ama bir başbakanın bir bürokratın açıklaması üzerine yorum yapmasını doğru bulmam''  diyerek, net bir tepki ortaya koymuştu. 

Bu durum kimilerine göre başbakanlık makamının hüviyetinin tekrarlanmasıyken kimilerine göre ise Davutoğlu'nun yeni ve tek liderliğe soyunmak istediğinin göstergesiydi. Darbe, uyumsuzluk, çekişme benzeri terimlerde kullanılsa bu bir haftalık süreçte bir kriz yaşandığı açıktır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız bu evrede özetçe:

23 Şubat Bakan Eroğlu geri adım atılmayacağını belirtmiş
24 Şubat Başbakan Davutoğlu çalışmaların durdurulduğu açıklamasında bulunmuş
25 Şubat AYM tutuklu sanıklar hakkında kararını açıklamış ve kamuoyunda tartışma yaratmış
26 Şubat tahliyeler gerçekleştirilmiş
27 Şubat Başbakan Davutoğlu liderliğini deklare etmiş
1 Mart AYM Başkanı verdikleri kararı savunmuş
2 Mart danışman, hükümet sözcüsü ve başbakan arasında sıcak ve gergin diyaloglar yaşanmıştır.

Şubat Krizinin ne bakımdan değerlendirilmesi gerektiği hususu düşünüldüğünde, çok başlılık, siyasi çekişme, kriz, komplo, vesayet gibi kavramlardan her biri bireylerin sahip oldukları siyasi kanaatlere göre farklılık göstermektedir. Hangi  adla tanımlanırsa tanımlansın bu bir haftalık sürecin oldukça gergin geçtiği açıktır. Şüphe üzerine kurulmuş Türk siyasi anlayışına göre Cumhurbaşkanı ve ekibi köşeye sıkıştırılmak zamanla da tasfiye edilmek isteniyordu. Bu sürecin bugünün birikimine göre değerlendirmeye tabi tutulduğunda hukuki telakkilerden öte siyasi maksatlar taşıdığı kamuoyunun yaygın kanaati haline gelmiştir. Yani bu durum Cumhurbaşkanlığına yönelik siyasi ve hukuki komplolar bütünü olarak tanımlanmıştır.
Türkiye'de kurumların savaşı ve siyasi hukuki çekişmeler hep yaşanmıştır. Güvensizlik, demokrasi kültürünün yeterince sağlıklı yapılandırılamaması, asli sorumluluklar dışına yönlenilmesi temel sebeplerdendir. Türkiye'de hiçbir zaman en güvenilir kurum olarak Yargı, Yasama ya da Yürütmenin görülmemesi çok tartışılacak bir durumdur. 
Her ülkede siyasi ve yargısal uyumsuzluklar görülebilir ancak Türkiye'de ki durum diğerlerinden farklıdır. Şubat Krizi olarak adlandırdığımız süreç bunun somut göstergesidir. 


http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/turkiyede-yasanan-subat-krizi-olaylar.html

**

YENİKAPI RUHU MU? DOLMABAHÇE RUHU MU?


YENİKAPI RUHU MU? DOLMABAHÇE RUHU MU?


Onur Dikmeci
11 Apr 2017 04:27 
İstihbarat ve Strateji Uzmanı


Modern Türk siyasi tarihinin en önemli konularından birisi kürt meselesidir. Bu mesele üzerinden dış cenahlar pek çok müdahalede bulunmuş ve Türkiye içsel buhranlara sevk edilmiştir. Bir diğer önemli hususta kürt meselesinin yalnızca Türkiye ile sınırlı olmayışıdır. Çünkü Türkiye'nin komşu ülkeleri; İran, Suriye ve Irak'ta da kalabalık bir kürt nüfusu yaşamaktadır. Özellikle Irak'ın işgalinden sonra bölgeye yeni şekil vermek isteyen Abd, buradan çekilirken garantör bir ülkeye ihtiyaç duyacaktı. Irak kürtleri hem şiiler için dengeleyici bir unsur olabilirdi hem de müttefik kabul edilecek enerji politikaları yönlendirilecekti. Fakat ne denli ordulaşma sürecinede girseler kürtler, şiiler ve araplar karşısında tutunamazlardı. Türkiye bu hususda devreye girebilirdi ancak kendi iç meselesini halletmemişti. İşte Türkiye'nin hem iç ihtiyaçları hem de dış konjonktorel durum yani iç ve dış kesişme neticesinde bir sürece ihtiyaç vardı. Bu süreç uzun ve riskli olacağından geniş bir desteğin sağlanması şarttı. Çözüm süreci olarak adlandırılan dönemin en büyük destekçisi Tsk olmuştu. Aslında bir anlamda açılımı da o başlatmıştı. Nisan 2009 dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Harp Akademilerindeki konuşmasında vurguladığı teröristte bir insandır onlarda vatandaşımız, Cumhuriyet'in temeli demokrasidir açıklamaları bazı çevrelerde şaşkınlık yaratsa da yeni bir dönemin işareti oluyordu. Ordunun da bu süreçten beklentisi Irak'ın Kuzeyinde hakimiyet sağlamak, Türkiye'de barış ortamı yaratmak ve bunun öncüsü telakkisiyle ayrıcalığını devam ettirebilmekti. Ardından siyasiler, medya, iş dünyası ve bölgenin ileri gelenleri sürece katılım gösterdi. Erbil'de toplantılar düzenlendi dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Neçirvan Barzani'den brifing aldı. Neticede bu aynı zamanda bir samimiyet testiydi. Ve örgüt taraftarları bunda başarılı olamadılar. Süreçte göz yumulan bazı aşırılıklar, bir kesimin kucaklanırken bu seferde diğer kesimlerin ihmal edilmeleri ve sonrasında başlayan terör eylemleri meselenin sonlandırılması gerektiğini gösterdi. Süreçteki önemli konulardan biri İmralı Heyeti ile bazı hükümet mensuplarının Dolmabahçe'de uzlaştıklarını bildiren mutabakattı. Kısa süre sonra bu mutabakat Cumhurbaşkanlığı nezdinde eleştirildi ve devlet milliyetçi politikaları uygulamaya koyarak milliyetçilerin ve ulusalcıların takdirini topladı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra geniş katılımlı bir toplumsal uzlaşı sağlandı. Yeni sistem önerisinin bu uzlaşıyı sabote ettiği bazı çevrelerce öne sürüldü. Farklı aktörlerin eyalet sistemi imaları ve bu durumun çözüm sürecindeki mutabakatlara bağlanması Yenikapı Ruhunun yerini Dolmabahçe Ruhu mu alıyor? sorularını beraberinde getirdi. Bu teoriye göre Cumhurbaşkanı ve milli zinde güçlere tuzak kurulmak isteniyordu. Bunu daha iyi açıklayabilmek için Dolmabahçe mutabakatı ve sonrasını incelememiz gerekiyor. 
Dolmabahçe mutabakatı, çözüm süreci görüşmeleri kapsamında 28 Şubat 2015’te Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile HDP’nin İmralı Heyeti arasında gerçekleştirilen görüşme sonrası ortak açıklanan metindi. Bu metin on maddeden oluşuyordu.

Madde 1. Demokratik siyasetin tanımı ve içeriği…
Madde 2. Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması…
Madde 3: Özgür Vatandaşlığın yasal ve Anayasal güvenceleri…
Madde 4: Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar…
Madde 5: Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları…
Madde 6. Çözüm sürecinde özgürlük-güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması…
Madde 7: Kadın kültür ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri…
Madde 8: Kimlik kavramı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi…
Madde 9: Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve cumhuriyetin demokratik ölçütlerde tanımlanması, çoğulcu yaşam, içinde yasal ve Anayasal güvencelere kavuşturulması…
Madde 10: Bütün bu hamlelerin içselleşmesini hedefleyen yeni bir Anayasa

Dolmabahçe görüşmesinden sonraki süreçte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın çözüm sürecindeki metotlara ilişkin eleştirileri görülmüştü.  Süreç kapsamında oluşturulması düşünülen İzleme Komitesi ile alakalı Mart 2015'de  '' Ben gazetelerden okuyorum. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Şunu da çok net söylüyorum ben olumlu bakmıyorum" diyerek tepkisini dile getiriyordu. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Mayıs 2015'te katıldığı bir canlı yayında "Dolmabahçe'de ben o karenin içinde yer almayı hükümet için doğru bulmadım" dedi. İzleme komitesine karşı çıkma nedenini de "Zaten izleme komitemiz var, MİT şu an o işi yapıyor" diyerek belirtiyordu. 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 24 Nisan 2016'da yaptığı konuşmada ise  “Bugün terör örgütlerin sırtını sıvazlayanlar aynı kuyuya kendileri düşecekler. Dün biri çıkmış Dolmabahçe mutabakatından bahsediyor. Böyle bir mutabakat yok. Bu iktidarın terör örgütüyle bir mutabakatı söz konusu değildir” diyerek Dolmabahçe sürecini eleştirmişti. Haziran 2015'de ise Pyd'yi Işid'den bile tehlikeli olarak ilan ederek milli cephenin takdirini kazanmış, dış lobilerin ise tepkilerinin sebebi olmuştu. Çünkü onlara göre Pyd bir kara gücüydü.  
Cumhurbaşkanlığı ve Hükümet üyeleri arasındaki bazı uyuşmazlıklar Haziran ve Kasım seçimlerinden sonrada görüldü. Haziran seçimlerinden sonra hükümet üyelerinden bazılarının birtakım koalisyon arayışlarına yönelmeleri ve özellikle Kasım seçimlerinden sonra kabinede Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ile Efkan Ala'nın yer almaları büyük bir kriz demekti. Çünkü üç isimde Cumhurbaşkanı, halk nezdinde ise milliyetçiler ve ulusalcılar tarafından eleştirilen Dolmabahçe görüşmesine katılmışlardı. Bunun dışında dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu Mardin'de yaptığı konuşmasında Mezopotamya vurgusu yapmış, herkesi muhatap alacaklarını bildirmiş Mardin'in birleştirici ruhu tanımlamasıyla ''Mezopotamya Çocuklarını'' selamlamıştı. Mardin geçmişte kilise çanları eşliğinde ezanların okunduğu dialog kenti hüviyetindeydi.

Hükümetin kendi içerisindeki durumlar sebebiyle bir kongreyle Başbakan Davutoğlu yerini Binali Yıldırım'a bırakmıştı. Açıklanacak yeni kabineye göre Dolmabahçe görüşmesinin isimleri zamanla yerlerini başkalarına bırakacaktı. Sistem ve yeni anayasa tartışmalarınında yaşandığı günlerde 15 Temmuz kalkışması yaşandı ve kalkışma bastırıldı. Kalkışmadan sonra bazı tedbirler alınmak zorunda kalındı, Ohal ilan edildi, darbe ile ilnitlili kişiler tutuklanmaya başlandı. Bu uygulamaları halkın çok büyük orandaki bölümü destek verirken, Yenikapı Mitingi ile siyasi parti liderleri yeni bir tablo ortaya koyuyorlardı. Bu uzlaşı tarihe Yenikapı Ruhu olarak geçti ve hemen her parti mensuplarınca desteklendi. Türkiye böyle bir uzlaşıya uzun zamandır tanık olmamıştı. Gündem darbe ve terörle mücadele olduğu için haklı olarak anayasa çalışmaları süresiz ertelendi. Fakat ne olduğu anlaşılamayan biçimde sistem değişikliği önerisi bir başka parti liderince gündeme getirildi, çalışmalar yapıldı ve referandum süreci başlatıldı. Herkes Türkiye'nin yeni bir modele ihtiyacı olduğu hususunda hemfikirdi. Ancak bunun doğru zamanı konusunda çekincelerde bulunmaktaydı. Herkesin bütünleştiği bir ortam tarihinde nadir görülecek biçimde zedelenmeye başladı. Bazı yabancı medya kuruluşları Cumhurbaşkanlığını diktatörlükle andı Cia'ya yakın gazete Washington Times yeni sistemle beraber Cumhurbaşkanının yargılanması gerektiğini yazdı. Terör örgütü yöneticisi Cemil Bayık ise farklı bir açıklamada bulunarak Dolmabahçe ruhuna bağlı olduklarını belirtti ve gündemden kaldırılmış olan meseleyi yeniden hatırlattı. 

Bir ülkede birlik ve beraberlik en üst düzeyde sağlanmış, OHAL hiç olmadığı kadar desteklenmiş, terörle mücadelede herşeyin yapılması gerektiği kamuoyunca dile getirilmişken neler olmuştuda yeni süreçle Diktatör bir Türkiye havası estirilmişti?

Referandum tercihine göre Evet diyenler iki gruba ayrılıyorlardı. Birinci grup Türkiye'nin daha da yanlış adımlar atmasını umarak yalnızlaşmasını, yaptırımları ve belkide idam sehpalarının kurulmalarını tasarlayarak yıkıntı evresine girmesini isteyenlerdi. İkinci grup ise milli ruh sabotesinin bir plan olduğunu idrak ederek destek veren ve planların bozulması için desteklerini belirtenlerdi. Referandum tercihleri hayır olanlarda iki gruba ayrılıyordu. Birinci grup yeni modelin kabul edilmemesi ile birlikte Cumhurbaşkanı ve hükümetin itibarsızlaştırılması, köşeye sıkıştırılması ve tasfiye edilmesi sürecinde yer almak isteyenlerdi. İkinci grup ise kaygıları bulunan ve eski yeni birliğin ancak bu şekilde tesis edileceğini düşünenlerdi.  Bu iki karardan (evet ya da hayır) birinci gruptakiler aslında Türkiye'nin felaketini tasarlayanlardı. Bu sebeple süreç ve sonrası çok hassas olacaktır. 

Eski veya yeni sistem farketmeksizin Türkiye'de federatif bir modelin hayata geçirileceği bir gerçektir. Buna yeni sistemin daha uygun olacağıda açıktır. Fakat iç ve dış kamuoyu baskısıyla terör örgütü ile müzakereler üzerinden bir model Türk devlet yapısını oldukça zedeleyecektir. Yine islami temelli bir federasyon fikri yıkıcı etkilere haiz olacaktır. Çünkü ideolojik veya dini birliktelikler dünya üzerinde varlıklarını sürdürememişlerdir. Hulasa yeni sistem ve süreçten pay çıkartmak gayretli niyetlerin önüne geçilmeli, terör örgütü yurtiçinde ve yurt dışında tamamen yok edilmelidir. Bundan sonra yerel yönetimler değişiklikleri konuşulabilir. Önümüzdeki süreç bir anlamda Yenikapı Ruhu mu? Dolmabahçe Ruhu mu? sorusuna yanıt aranacağı evre olacaktır. 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/04/yenikapi-ruhu-mu-dolmabahce-ruhu-mu.html?


***

9 Mart 2017 Perşembe

TÜRKİYE - KUZEY IRAK İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ VE SEÇENEKLER,




TÜRKİYE - KUZEY IRAK İLİŞKİLERİNİN GELECEĞİ VE SEÇENEKLER; KAMU DÜZENİ VE GÜVENLİĞİ MÜSTEŞARLIĞININ YAPILANDIRILMASI VE ORTADOĞU


ONUR DİKMECİ,
 01 Mar 2017 08:23 

Türk siyasi tarihinin en önemli konularından biri kürt meselesiyken Barzani yönetimi ile temas bu meselenin önemli bir ayrıntısını oluşturur. Birinci dünya savaşında Irak'ta Barzani grubuna ait idamlar bu grup ile Türkiye arasını açtı ve Barzani ile büyük yakın teması Sovyetler Birliği sağladı. Sovyetlerin desteğiyle İran'da bir yıl civarı kürt devleti yaşatabilen Mustafa Barzani daha sonra Sovyetlere gitti ve Stalin'in onayıyla askeri akademiye girerek General oldu. Yani modernize ordulaşma sürecinde Sovyetler önemli bir katkı sağlamıştı.

Kürt siyasi vaziyetine istikbal tayin etme meselesi soğuk savaş döneminde daha da belirginleşti. Bölgede İsrail'in arap olmayan devletlerle işbirliği stratejisi ve Abd'nin Omega projesi bağlamında arap milliyetçiliğini zedeleme çalışmaları için kürt siyaseti dengeleyici bir politika olabilecekti. 1965'de Barzani ile artan temas 1966'da askeri eğitimler ve yıllık elli bin dolar destek bu grubun yıldızını daha da parlattı. Fakat Barzani ile ilişkilerin sürpriz bir ülkeside İran'dı. İran da zaman zaman Barzanileri desteklemekten geri durmamıştı. Yani Barzani; İngiltere, Rusya, İran, Abd, İsrail gibi ülkelerle tarihin belirli dönemlerinde temas kurmuş ve bu ülkelerin menfaatleri doğrultusunda hem kullanılmış hem de isteklerini kopartmaya çalışmıştı.


1990'lı yıllardan itibaren Türkiye kürt meselesini kendi insiyatifiyle çözüme kavuşturmayı istediğinden bu yönde girişimlerde bulundu. Çünkü pkknın bitmesini istiyor ve ana karargah olarak gördüğü Kuzey Irak ile alakalıda birtakım stratejiler geliştiriyordu. Özellikle 27 Ağustos 1992 Diyarbakır Mgk toplantısıyla uygulama kararı alınan Kale Harekat planı bu yolda önemli bir adımdı. Bu doğrultuda Barzani ile  görüşmeler üst düzeyde yapıldı ve el altından desteklendi. Bu gruba Türk diplomatik pasaportu tahsis edildi. Bölgenin şartları gereği Barzani ve Talabani arasında başlayan çatışmalarda Türkiye Barzani grubunu desteklerken bu durum Talabani tarafından eleştirildi. O dönem Talabani'yi de İran destekliyordu. Yani bölge büyük devletlerin hakimiyet mücadelesinide yansıtıyordu. Irak'tan pkk bağının kesilmesi ve yurt içerisinde boğulmak istenmesi Türkiye açısından terörü bitirecek ve Irak'ın kuzeyinde etkinliğini sağlayan Türkiye Ortadoğu'daki konumunu güçlendirecekti. Fakat istenen gerçekleştirilemedi. 24 Mayıs 1993'de 33 erin şehid edilmesiyle pkk ile çatışmalar başladı Barzani grubu ise ağırlıklı olarak Cia'nın kontrolüne girdi. Bugün gelinen süreçte Irak'ın toprak bütünlüğü parçalandı ve Kuzey Irak bağımsızlığa hazırlanıyor. Bunu destekleyen kuvvetli verilerde mevcut. Bölgede Exon Mobil, Bp ve Rosneft gibi farklı ülkelerden enerji devi şirketlerin petrol yatırımları ile sağlanan gelirin bir kısmı bölgenin finansesinde kullanılacaktır. İşte bu hassas süreçte bölge bayrağının göndere çekilmesi ve Ankara nezdinde resmi protokol aslında 1990'lı yılların politikasının daha olgun biçimidir. Çünkü bölgenin petrolden başka geliri yoktur. Peşmerge gücü düzenli ordu mahiyetinde değildir bu gücün talimnameleri bile hazır değildir. Bölgenin sağlıklı eğitim kurumları ve yumuşak güç mekanizmaları bulunmamaktadır. Bu bağlamda bir bağımsızlık bölgeye yalnızca bir külfet getirir. Çünkü nakşi Barzani yönetimindeki bölge İran ve araplarında hedefinde olacağı için yeni güvenlik zaafları doğacaktır. Şu halde Türkiye'nin hamiliğinden yoksun bir kürt devletinin yaşaması mümkün değildir. 
Bu bağımsızlık diğer ülkelerdeki kürt gruplarıda tetikleyecektir. Fakat büyük bir kürdistan fikri şu anda geçerli değildir. Barzani her ne kadar Türkiye'de Hdp'li vekillerin tutukluluğu hususunda eleştiride bulunsada pkk'nın bölgede barınmasına müsade etmemiş yani siyasi mekanizmadan taraf olduğunu işaret etmişti. 

2007 yılında gerçekleştirilen pkk kongresinde mektubu okunan Abdullah Öcalan'da bağımsız bir kürdistan fikri yerine ülke sınırları içerisinde federatif kürdistanlar teklif etmişti. Suriye Pyd'si ise pkkya yakın konumunu devam ettiriyor. Yani, pkk federatif kürt yönetimlerinden, Barzani ise gelinen süreçte bölgesinin bağımsızlığından yana bir poltika belirledi.  
Türkiye'nin Barzani ile teması son derece mühimdir. Bölge dünyaya Türkiye ile entegre olacağı gibi Türkiye'de bölgede ağırlığını hissettirecek ve Ortadoğu denkleminde önemli bir bölüm olarak varlığını sürdürecektir. Romantik tepkiler şu anda Türkiye'ye hiçbir şey kazandırmayacaktır. Türkiye'de ki Suriye kökenlilere vatandaşlık verilmesi ve Barzani'nin himayesi ileride oluşturulması muhtemel Ortadoğu Komutanlığının komuta merkezinin Türkiye'de olmasını sağlayacaktır.Öte yandan Barzani, Türkiye iç siyasetinde kürt meselesi üzerinde de etkilidir. Kendisine bağlı gazeteciler yoluyla kamuoyu oluşturduğu gibi destekledği kürt gruplar, pkknın sivil itaatsizlik eylemlerini reddederek sürtüşmeye girmiştir.(Örneğin Doğu vilayetlerinde kepenk kapatma eylemlerini reddeden kürt esnafın büyük bölümü Barzani ile ilişkiliydi)
Kuzey Irak ile temas edecek ülkelerin başında Abd gelmektedir. Zaten Abd'nin soğuk savaş sonrası Ortadoğu'da bulunma gerekçeleri güncellenmiş bölgedeki amerikan karşıtlığı ile mücadele, mezhep dengesi, terör gruplarının yaratılması ve kontrolünün yanına kürt siyasi hareketinin yönlendirilmeside mevcudiyet gerekçelerine eklenmişti. Günümüzde kürt siyasetinde Abd'nin etkinliği oldukça büyüktür bunu Brazani'nin bağımsızlık açıklamasından da anlayabiliriz. Münih konferanası sırasında Abd Başkan yardımcısı Mike Pence ile görüşme gerçekleştiren Barzani akabinde danışmanı Hemin Hawrami'ye kürt heyetinin amacının bağımsız kürdistan olduğu açıklamasını yaptırmıştı. Şu halde Türkiye'nin Barzani üzerinden Abd ile ek bir diyalog koşulu doğabaileceği gibi Abd ile çıkar çatışmasıda görülebilir. Bu durum şu an için bir çelişki gibi görünsede Abd kürt siyaseti hususunda Türkiye'nin coğrafi konumu ve kültürüne sahip değildir. Bölge ve bu yeni siyaseti tekrar incelediğimizde 

Bölgede Kürt Devletinin Türkiye bakımından Dezavantajları;

.Petrol fiyatlarının düşmesiyle bölge gelirlerinin sarsılması ve istikrarsızlığın Türkiye'yi de etkilemesi
.Türk işadamlarının milyarlarca dolarlık tahsilat belirsizliği ve bunun bölge ilişkilerini olumsuz etkileyebileceği
. Bölgedeki devletin Abd Türkiye sürüncemesinde kalabileceği seçeneği
.Bölgedeki devletin ekonomik kaynaklardan yoksun kalması durumunda nüfusun atıl hale gelebileceği ve özellikle Türkiye istikametinde büyük şehirlere yeni bir göç dalgası başlatabilme ihtimali
.Türkmenlerin manevi kopuş sürecinin başlayabileceği gerçeği
.Devletleşmenin domino etkisi yaratarak diğer sınırlarıda tetikleyeceği ve Barzani'nin kürt irredentistliği hususunda cesaretelenebileceği
.İran ile Türkiye ilişkilerinin gerilebileceği ihtimali

Bölgedeki Kürt Devletinin Türkiye bakımından Avantajları;

. Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerin sürekliliğine katkı
. Türkiye'nin enerji ihtiyacının karşılanması
. İleriki yıllarda Türkiye'ye federatif entegre olasılığının doğması
. Pkk'nın tasfiyesi ve Pyd'nin gayrı yasal gruplardan silahsızlandırılmasına olanak sağlayabilme ihtimali
. İran'a karşı dengeleyici bir kulvar oluşturulabilme girişimi
. Türkiye'nin siyasi, kültürel ve askeri hegemonya kurabilme kapasitesini teşvik etmesi 
. Geleceğin su politikaları üzerinde Türkiye menfaatine projeler geliştirilebilmesi

Bölgedeki Kürt Devletinin Uluslararası sistem bakımından dezavantajları

.Çoğunluğu şii olan Irak'tan sünni bir bölümün kopmasıyla Irak'ın şii oranının yüzde 65'ten yüzde 85'e çıkma ihtimal ve Basra körfezinin şiileşmesi
.Irak'ın yeniden parçalanmasından bir kez daha Abd'nin sorumlu tutulması ve batı karşıtı arap milliyetçiliğinin yükselebilme ihtimali
.Yeni devletin iktisadi ve kültürel istikbalinin belirsizliği
gibi sıralanabilir. Siyaset aktüel bir kurum olduğundan tabiki maddeler değişme ve farklılaşmada gösterebilecektir. Şu bir gerçekki bölgede oluşabilecek yeni dengelere karşı Türkiye'nin önceden hazırlıklı olması şarttır. Kuzey Irak bölgesi Irak Kürdistanı olarak bağımsızlığını ilan etmesi halinde Türkiye;

.Askeri müdahale seçeneğini uygulayabilir
.Ambargo uygulayabilir
.Devleti tanıyarak ilişkilerini geliştirebilir
.Devlet ile dolaylı görüşmelerde bulunabilir

hangi seçenek geçerli olursa olsun Türkiye'nin devlet aklıyla hareketi ve bölgede hegemonya kurmaya yönelik seçeneklere yönelmesi ve işgalci duruma düşecek sert güç gösterilerinden kaçınması gerekir. 
Bu hususta önemli bir konuda Türkiye'de yürütülen çözüm süreci zamanında hayata geçirilmiş olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'nın bu hususlarda aktif ve belirleyici görev üstlenme zamanının geldiğidir.

Terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere İçişleri Bakanlığına bağlı 
Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı 2010 yılında kurulmuştur. Müsteşarlığın görevleri tüzüğüne göre genel olarak şeklinde özetlenebileceği gibi ana 
ve yardımcı hizmet birimleriyle bu görevler doğrultusunda faaliyet göstermektedir. 
   

MADDE 6 – (1) Terörle mücadele alanında;             
 a) Politika ve stratejiler belirlenmesine yönelik çalışmalar yürütmek ve bu politika ve stratejilerin uygulamasını izlemek,            
 b) Güvenlik kuruluşları ve istihbarat birimlerinden gelen stratejik istihbaratı değerlendirmek ve ilgili birimlerle paylaşmak,              
 c) Gerekli araştırma, analiz ve değerlendirme çalışmaları yapmak veya yaptırmak,              
 ç) Güvenlik kuruluşlarına ve ilgili kurumlara stratejik bilgi desteği sağlamak ve bunlar arasında koordinasyonu temin etmek,              
 d) Kamuoyunu bilgilendirmek ve halkla iletişimi sağlamak,             
 e) Uluslararası gelişmeleri Dışişleri Bakanlığı ve ilgili kurumlarla işbirliği içinde izlemek ve değerlendirmek,            
 f) İnceleme ve denetleme yapmak ya da yaptırmak.   


Özellikle 15 Temmuz kalkışmasından sonra yeniden kurumsallaştırılan Güvenlik bürokrasisinde Mit'in üç yıl içinde bütünüyle dış istihbarata yönelik olarak görev yapması tasarlanmıştır. 

Şu halde Emniyet ve Jandarma yurtiçinde görevleri doğrultusunda yalnızca taktik istihbarat hususunda faaliyet göstermeli Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı ise ulusal iç çatı istihbarat strateji birimi olarak şekillendirilmelidir. Müsteşarlığın faaliyetleri yalnızca terör husunda çalışmalar değil buna ek olarak düzen ve güvenliği oluştran her unsuru ihtiva eden yapıya dönüştürülmelidir. Her ne kadar iç yapıya dönükte olsa dış istihbarattan sorumlu Mit ile ortak çalışmaların yanında, dış olayları yerinde takip edebilmek için yurtdışı hassas bölgelerde de KDGM personeli görevlendirilmelidir. 2010 yılında çözüm sürecinde kürt meselesiyle ilgili sürece yardımcı adımları belirlemek için hayata geçirilen müsteşarlık yalnızca bu meseleyle sınırlı kalmamalı fakat önündeki en önemli görevin, kuruluş gerekçesi olan kürt siyasetinin, bir kolu olan Kuzey Irak meselesi olduğundan hareketle bu sürece dinamik katılımı ve Türkiye Cumhuriyet'i menfaatleri doğrultusunda stratejik istihbarat üretimi ve değerlendirilmelerde bulunması beklenmelidir. Çünkü Barzani ve etki sahası Türkiye'nin iç güvenlik programından müstakil düşünülemeyecek entegre bir yaklaşımı gerektirmektedir. 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2017/03/turkiye-kuzey-irak-iliskilerinin.html

***

22 Aralık 2016 Perşembe

Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezi



Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezi,



Onur Dikmeci

Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezi


Türk  Atlantik Gençlik Örgütü tarafından düzenlenen Youth Ministerial Meeting 2015, Antalya ile eş zamanlı Bilgesam Yıldız Teknik Üniversitesi işbirliği ile Yıldız Teknik " Kırmızı Salon" da yuvarlak masa toplantısı şeklinde icra edildi. Nato Kolordu Personeli, Harp Akademileri mensupları ve Sivil Toplum kuruluşu yöneticilerinin yer aldığı toplantıda bizde Haliç Üniversitesi Mezunlar ve Mensuplar Platformu bünyesindeki strateji merkezimiz Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezini temsilen oradaydık. Üst düzey entelektüel atmosferin hakim olduğu ortamın bütün üniversitelere örnek olmasını diliyorum. Abd'de beş bin civarındaki üniversitenin her bir tanesi Think Thank misali misyona sahipken, Türk Üniversiteleri bu hususta gayretlide olsa henüz çok yetersiz bulunmaktadır. 

Nato'nun geleceği

Rusya krizi, Ürdün Nato yakınlaşması ve Nato kriz yönetiminin değinildiği toplantı aslında Nato'nun varlığını olumlu veya olumsuz minvalde sorgulama ihtiyacı doğurdu. Sınır güvenliği konusunda alternatifsiz bir kollektif yapı olan Nato diğer hususlarda performans karnesi bakımından ne derece başarılıdır? Aslında güvenlik çalışmaları stratejik çalışmalar adı ile Uluslararası İlişkilerin bir alt dalı olarak 1930'lardan itibaren literatürde yer bulmaktadır. Tabi bu başlık realist dönemin özelliklerini taşırken doğal olarak devlet temelli bir güvenlik perspektifinin salt askeri olanaklar dahilinde incelenmesi ve irdelenmesidir. Soğuk savaşın tamamlanmasıyla zirveye çıkan kapitalizm ve kürselleşme, sert gücün artık yumuşak hatta post modern toplum tipinde Smart güç olarak evrilmesine sebebiyet vermiştir.  Güvenlik politikalarına da yansıyacak bu değişim devlet orjinli bir güvenlik yerine birey ve devlet dışı unsurların başat olduğu bir perspektifi doğurur. Bu yeni güvenlik anlayışı askeri gücü yine ele almakla birlikte en az askeri faktör kadar önemli siyasi, çevresel, teknolojik, ekonomik ve toplumsal başlıklara da yer vermektedir. Zaten Nato 1991 zirvesiyle değindiği; siyasi istikrarsızlık ve küreselleşecek terörün konvansiyonel saldırılardan daha önemli olduğu bildirisiyle kendisini yeniden tanımlayarak post modern dünyada da yer alacağını belirtmişti. Nato askeri tehditler dışındaki ögelere teoride çok iyi yer vermesine karşın pratikte ise esasen bunun çokta geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Afganistan ve Irakta Ulus İnşaalarının başarısızlığı, akınsal göçün engellenememesi, özellikle Ortadoğu'daki radikalleşen unsurlar karşısındaki belirsizlik halen çözülmeyi bekleyen önemli birer sorun olarak durmaktadır. Demekki Nato'nun, kriz yönetimleri hususunda yetişmiş personel ihtiyacı üst düzeyde bulunmaktadır. Yirmi seneden fazla süredir yeni güvenlik teorilerine vurgu yapan bir teşkilatın son Rusya krizine de hazırlıksız yakalandığı göz önünde bulundurulursa, Nato rakipsizliğine rağmen halen büyük eksiklere sahiptir. 

Nato Projeksiyonu

1) Nato'nun yayılma çabası, Rusya'yı agresifleştireceğinden istihbarat ve özellikle yumuşak güç uygulamalarını öncelikli hedef belirlemelidir. 

2) Azerbaycan ve Gürcistan ile ikili ilişkiler üst düzeye çıkartılmalıdır. 

3) TSK'nın yeniden yapılandırılması kapsamında numaralı ordu komutanlıklarının kaldırılıp, müşterek ordu komutanlıklarına geçilmesinde Türk ordusu desteklenmelidir. 

4) EPAA kapsamında Orta Asya'ya üs kurulmalarının çalışmaları yürütülmeli Orta Asya üsleri, Türkiye'de oluşturulacak Avrasya Müşterek Kuvvetler Komutanlığına bağlanmalıdır. 

Elbette geleceğin projeksiyonu için onlarca madde belirlenebilir. Burada maddelerin niceliğinden ziyade niteliği önemlidir. Esas maksat asimetrik savaşlar karşısında hazır olmak ve Rusya ile Çin'i çevrelemek yerine SINIRLANDIRMAK olmalıdır . 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/05/youth-ministerial-meeting-2015.html

..

14 Aralık 2016 Çarşamba

BAŞKANLIK SÜRECİNİ ULUSAL GÜVENLİK




BAŞKANLIK SÜRECİNİ ULUSAL GÜVENLİK VE ULUSLARARASI İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRMEK


Onur Dikmeci 
12 Aralık 2016 Pazartesi

    Türkiye'de ki Başkanlık süreci ve tartışmaları genel olarak hukuk ve siyaset bilimi literatürleri çerçevesinde ele alınıp irdelenmektedir. Fakat bu sürecin gözden kaçan bir boyutuda istihbarat örgütleriyle alakalı olan hususudur. Bugün dahi her ülke için öncelikli tehdit içsel sorunlar yani bölünebilme ihtimalini içeren ülkelerin güvenlik konseptlerini zedeleyici gelişmelerdir. İsrail'in ultra ortodoks ve İsrailli arap, Abd'nin Teksas, Fransa'nın sınırları içerisindeki müslüman topluluklar gibi ülkeden ülkeye farklılık gösteren her ülkenin saptamasına göre değişen faktörler o ülkeler için birer tehdittir ve bu durum rakip ülkelerce kullanılmak istenmektedir. Türkiye'nin ise büyük zaafları arasında etnisite ve mezhep ile alakalı sorunlar yer alırken buna son yıllarda eklenen kuvvetli siyasi hizipleşme veyahut siyasi bölünmedir. 1980 evveli sağcılar ve solcular olarak adlandırılan ekseriyeti temiz niyetli, birbirleriyle komşu, akraba, arkadaş olan insanlar yabancı istihbarat servislerininde yoğun örtülü operasyonları neticesinde nasıl birbirlerini düşman olarak bellemiş ve bu yönde bir tutum geliştirmişlerse bugünün siyasi hizipleşmeside gizli servislerce ustaca kullanılabilir. Bu duruma Türkiye'nin tarihi geçmişi ve sosyal dokusu oldukça müsaittir.
Başkanlık sisteminden ziyade Cumhurbaşkanını seven ve sevmeyen hatta nefret eden bir kitle oluşturulmuştur. Bu grupların oranlarını kabaca Cumhurbaşkanını seven yüzde 60, Cumhurbaşkanından nefret eden yüzde 40 olarak belirlediğimizi varsayarsak bunların içinde Başkanlık için herşeyi göze alacak olan gruplarla, başkanlık karşıtı ve bu yönde bir sisteme geçilmemesi için herşeyi göze alabilecek grupların olacağı şüphesizdir.

Türküye yakın siyasi tarihinde iki büyük kitlesel hareket görmüştür bunlardan biri Gezi Eylemleri, diğeri ise 15 Temmuz darbe girişimine karşı sokaklara dökülen sivil insanların oluşturduğu vakalardır. 2013 Gezi olayları Taksim merkezli başlamasına rağmen yurt çapına yayılmış, günlerce sürmüş, günlük eylemlerin başlama saatleri ve içerikleri bile senkronize olurcasına tutarlılık göstermiş hükümetin istifasını isteyebilecek kadar mahiyeti farklı noktalara gelebilmiş ve adeta kurgulanırcasına profesyonel bir sivil itaatsizlik eylemi halini almıştır. Diğer büyük kitlesel hareket ise 15 Temmuz günü sokaklara çıkan kışlaların etrafını tanker ve kamyonlarla çevirmek gibi özel harp tekniklerini öğrenen ve uygulayan, cesaretli hatta herşeyi göze almış insanların oluşturduğu fiiliyattır. Bu gruplardan ilki muhtemelen başkanlık sürecine karşıyken, ikincisi ekseriyetle yeni sistemin destekçisi olacaklardır.

Dünya istihbaratının önemli bir kaidesi vardır bu da yerele nüfuz edenin yereli kontrol edebileceğidir. Örneğin; Cıa dev bütçeli ve sistematik bir yapıdır ancak kültür istihbaratı yönü zayıftır Irak operasyonlarında bile İngiliz özel istihbarat şirketlerinden destek almıştır. Alman istihbaratı Avrupa'da oldukça etkindir ancak Afganistan'da örneğin güvenlik maksatlı yerli kadınların erkek askerlerce elle aranmaları gibi acemiliklere imza attıklarından bölgede tutunamamışlardır. Oysa bir bölgenin kültürünü ve insanını yakinen bilen bir sistem o bölgeye daha kolay nüfuz edebilir ve bu yapı en ideal olarak İngiliz İstihbaratında bulunmaktadır. Türkiye'nin siyasi geçmişi ve mevcut durumu Türkiye'yi çok iyi tanıyan örneğin İngiliz İstihbarat Servisi tarafından suistimal edilebilir mi? Sorusuna yüzde bir ihtimalle dahi evet yanıtını verirsek bu, çok yüksek bir orandır ve mutlaka tedbir alınmasını gerektirir. Son günlerde Pentagon danışmanlarından ve daha Mart ayında darbe olacağını yazan ünlü Neo Con Micheal Rubin, yeni bir yazı kaleme alarak Türkiye'nin bölündüğünü belirtmiştir. Bunu Pentagon fikri olarak ele alırsak bu durum nasıl tatbik edilebilir? Unutulmasın ki sokak tecrübesi kazanmış iki grup Geziciler ve 15 Temmuz darbesine karşı koymak için yollara çıkanlar Başkanlık sürecinde karşı karşıya getirilmek istenecek her iki grubun içinden provokatörler itinayla öne sürülebilecekler dir. Pekiyi bu durumda Türkiye hangi sorunları yaşayabilir?

1) Yeniden asker seçeneği devreye girebilir ve sıkıyönetim ilanıyla ikinci bir kalkışma ihtimali doğabilir.
2) Ekonomik bir bozulma ile erken seçim ihtimali zorlanabilir seçim süreci ise çeşitli istikrarsızlıklara yol açabilir.
3) İktidar partisini eleştiren açıklamalarla İktidar partisinden toplu istifalar yaşanabilir. İstifa edenler, Türkiye'de İngiliz istihbaratıyla son derece içli dışlı bazı politik figürlerin etrafında toplanmak suretiyle yeni bir siyasi dalgalanma yaşanabilir.
4) Anarşinin boyutuna göre, Türkiye'ye yabancı askeri müdahale doğabilir.
5) Anarşi bugün teknolojik çalışmalarlada gerçekleştirildiği öne sürülen örneğin deprem gibi doğal felaketler ile birleştirilmek suretiyle siyasi ve askeri emir komuta zaafa uğratılabilir, ortadan kaldırılabilir.

Hangi ihtimal geçerli olursa olsun Türkiye için istenmeyen sonuçlar doğacaktır. Bu sebeple bu süreçte Türk İstihbarat örgütleri oldukça etkin olmalı, Mgk gerektiğinde daha sık toplanmalı, özellikle sosyal medya Türk istihbarat birimleri tarafından iyi tahlil edilmeli ve Türkiye'de gerçekleştirilmesi düşünülen örtülü operasyonlara aynı karşılıkla yabancı ülkelerde cevap verilmelidir. Önümüzdeki dönem Türkiye'de çok şiddetli bir istihbarat savaşının yaşanacağı açıktır ve buna ne kadar önceden ve ne derece ciddi bir hazırlık yapılacağı  Türkiye'nin istikbali bakımından mühimdir.

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2016/12/baskanlik-surecini-ulusal-guvenlik-ve.html

...