Türk-İş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk-İş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mayıs 2017 Salı

TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ



TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ 


Türk-İş Dergisi, 
Şubat-Mart 2002 

Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 


Önümüzdeki aylarda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bazı önemli gelişmeler olacağa benzemektedir. 

TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinden yanadır. Ancak Avrupa Birliği, 1.1.1996 Tarihinde başlayan gümrük birliği ile en önemli talebini elde etmiş 
olduğundan, bu üyeliğin önüne birçok engel çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ’in talebi, Avrupa Birliği’nin bu engelleri kaldırması ve Türkiye’nin onurlu bir biçimde 
üyeliğe geçişine olanak tanımasıdır. Bunu sağlamanın yolu ise Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda gücünün artırılmasından geçmektedir. 

Prof.Dr. Erol Manisalı’nın Harb Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı çok önemli bir konuşmanın ardından, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa, Türkiye’nin AB dışındaki alternatifleri de düşünmesi gerektiğini belirtti ve Rusya ile İran’dan söz etti. Attila İlhan 23 Şubat 2002 günü TRT 2’deki programında 
bu görüşe destek verdi. Emekli General Çevik Bir, Şanghay Beşlisi’nden söz etti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Tek seçenek AB değil” dedi 1. Dışişleri 
Bakanı İsmail Cem, Avrupa Birliği’nin bazı yöneticilerinin Türkiye’de sömürge valisi gibi davranıp ders vermeye kalktıklarını belirterek, bu durumu eleştirdi 2. 

Diğer taraftan, Avrupa Komisyonu genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, Atina’da yaptığı konuşmada, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını belirtti; bu görüşmelerin Kıbrıs’ın bütünü adına yapıldığı iddiasını tekrarladı ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerini geliştirmesi durumunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin mümkün olmayacağını söyledi 3. Bu arada, Avrupa Parlamentosu, 28 Şubat 2002 tarihinde kabul ettiği iki kararla, Türkiye’ye yönelik olumsuz tavrını daha da pekiştirdi. Birinci karar, Türkiye’den sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmesini istiyordu. İkinci karar ise, Hadep’e destekti. 

Türkiye – AB ilişkilerinde giderek tırmanan bir gerginlik yaşanıyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kıbrıs konusundaki gelişmelerdir. 

Avrupa Birliği uluslararası hukuku ve devletler hukukunu çiğneyerek, Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerine başladı. 1990 yılına kadar Kıbrıs konusunda mesafeli davranan Avrupa Birliği, bu yıllarda Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz’de ve ayrıca Kafkaslar-Orta Asya ve Orta Doğu’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olabilmek amacıyla, Kıbrıs adasını denetimi altına almaya yönelik bir strateji benimsedi. Bu strateji, Yunanistan’ın Enosis planlarıyla da örtüşünce, Avrupa Birliği’nin hukuk ihlalleri başladı. 

Türkiye, bu hukukdışı tutum ve davranışa gereken tepkiyi gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlarının ortak deklarasyonlarında, TBMM’nin kararlarında ve MGK’nın açıklamalarında, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’la yakınlaştığı ölçüde Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’la 
yakınlaşacağı açıkça ve kararlılıkla ifade edildi. 

1 Radikal, 4.4.2002. 
2 Milliyet, 26.3.2002. 
3 Sabah, 23.3.2002. 


Avrupa Birliği, 14-15 Aralık 2001 tarihlerinde toplanan Laeken Zirvesinde, Güney Kıbrıs’la üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını 
tekrar açıkladı. Avrupa Birliği, hukukdışı tutum ve davranışını sürdürerek, Güney Kıbrıs yönetiminin tüm Kıbrıs’ı (toprak ve nüfus anlamında) temsil ettiğini 
iddia etmeyi sürdürdü. 

Avrupa Birliği’nin Akdeniz bölgesi ile Kafkaslar – Orta Asya ve Orta Doğu politikasında önemli bir yeri olan Kıbrıs’ın geleceğinin Denktaş-Klerides görüşmeleri ile belirlenmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim, Avrupa Birliği’nden destek alan Kıbrıs Rum kesimi, sorunların çözümü için olumlu bir tavır takınmamıştır. 

Bu koşullarda, Avrupa Birliği 2002 yılı sonunda Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerini tamamlayarak 2003 yılının ilk aylarında üyeliği gerçekleştirince, Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile benzer adımları atacaktır. Avrupa Birliği, bu noktadan itibaren, Türkiye’yi Avrupa Birliği topraklarını işgal etmekle suçlayacaktır. Bugünkü suçlama, “AB üyesi olmayan Kıbrıs’ı işgal” iken, yarın bu suçlama, “AB topraklarının işgali”ne dönüşecektir. Avrupa Birliği, Türkiye ile savaşa giremeyeceğine göre, bir taraftan Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde para dağıtarak taraftar kazanmaya çalışacak, diğer taraftan yönetiminde söz sahibi olduğu IMF ve denetimi altında tuttuğu bankalar aracılığıyla bir ekonomik kriz çıkaracaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, böylesi bir krizin kolayca çıkarılmasına uygundur. Avrupa Birliği’nin hedefi, ekonomik olarak dizleri üzerine çökertilmiş bir Türkiye’den siyasi alanda kalıcı tavizler koparmaktır. 

Burada sorulması gereken soru, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde, özellikle Avrupa Parlamentosu tarafından dile getirilen taleplerin ciddi olup 
olmadığıdır. 

TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’e sunduğu raporda ve Genel Başkan Bayram Meral’in 20 Aralık 2001 tarihli basın açıklamasında yer alan konuların son derece önemli olduğu her geçen gün ortaya çıkmaktadır. 

Bu talepleri gündeme getiren Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda karar verme yetkisi olan son derece önemli bir kuruldur. 
Bu nedenle, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin kararları, üyelik görüşmelerine başlamanın önşartları arasındadır. Ancak, bu taleplerin yerine getirilmesi üyeliği güvence altına almamaktadır. Bu haksız talepler yerine getirilse bile, üyelik görüşmelerine Avrupa Birliği isterse başlanacaktır. Avrupa Birliği bu aşamada her an yeni koşul öne sürebilir. 

Avrupa Parlamentosu kararlarında en açık biçimiyle ifade edilen haksız talepler, üç-beş milletvekilinin rasgele istekleri değildir. Bunlar, Avrupa Birliği’nin bölgemize yönelik köklü politikalarının sonucudur. 

Avrupa Birliği, 1991 yılında Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da hakimiyet kurma çabasına girdi. 
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırısında Avrupa Birliği’nin Filistin yandaşı bir tutum sergilemesinin nedeni, Avrupa Birliği’nin insan haklarına duyduğu saygı değil, 
bölgedeki uzun vadeli çıkarlarıdır. 

Avrupa Birliği’nin 1991 sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç ayrı stratejisi vardır. 

Birinci hedef, Akdeniz’in çevresindeki ülkeleri Avrupa Birliği’ne bağlamak, buraları denetim altına almaktır. Bu konudaki politikaları 1992 yılında yeniden 
biçimlendirildi ve 1995 yılında “Barselona Süreci” adı altında uygulamaya kondu. Buna göre, 2010 yılına kadar güney ve doğu Akdeniz’deki 12 ülke kendi 
aralarında ve Avrupa Birliği ile birlikte bir serbest ticaret bölgesi, veya diğer bir deyişle, açık pazar oluşturacaklardır. Avrupa Birliği, böylece, Roma İmparatorluğu’ndan beri ilk kez Akdeniz’i tamamiyle kendi denetimi altına almaktadır. Akdeniz yeniden, Romalıların deyişiyle, “mare nostrum” 
(bizim deniz) yapılmak istenmektedir. Bu kavramı, 1930’lu yıllarda Mussolini de sık sık kullanmıştır. Bu politika sayesinde, Avrupa Birliği, güneyini ve 
doğusunu kaplayan bir tampon bölge oluşturmaktadır. 

Bu tampon bölge aynı zamanda Avrupa Birliği için bir açık pazardır. Ayrıca, bu bölgelerin insangücü, Avrupa Birliği’nin ihtiyaçlarına göre eğitilecektir. 
Bölgenin doğal kaynakları da öncelikle Avrupa Birliği tarafından kullanılacaktır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, 
Avrupa Birliği’nin Akdeniz politikası açısından hayati önemdedir.

Güney Kıbrıs’ı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla kendisine katacak bir Avrupa Birliği, hem doğu Akdeniz’de, hem de Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde etkisini 
artıracaktır. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Yunanistan’ın Enosis ideali ile de uyumludur; ancak Avrupa Birliği’nin bu konulardaki 
ısrarının asıl nedeni Yunanistan’ın talepleri değil, Avrupa sermayesinin yayılmacı politikalarıdır. 

Avrupa Birliği’nin ikinci hedefi, Balkanlar bölgesinin de Avrupa Birliği’nin arka bahçesi haline getirilmesidir. Bu konudaki adım, 1999 yılında kabul edilen 
Güneydoğu Avrupa Paktı veya Balkan Paktı ile atılmıştır. ABD de bu bölgeyi Avrupa Birliği’ne bırakmıştır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okulu konularındaki talepleri yalnızca Yunan istekleri değil, Avrupa Birliği’nin Balkanlar politikasının önemli unsurlarıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ABD’nin hedeflerinden biri, Orta Doğu’da etkili olmaktı. Amerikalılar bu amaçla Anadolu’daki Ermenileri protestan yaparak etkileri altına almaya çalıştılar. 

Bu amaçla Anadolu’nun dört bir yanına yüzlerce misyoner okulu kurdular. Dini dış politikanın bir aracı olarak kullanmada önemli başarılar elde ettiler. 
Benzer bir uygulama, Sovyet sisteminin dağıtılmasında en zayıf halka olan Polonya’da uygulandı. Katolik kilisesinin başına Polonyalı bir papa getirilerek, 
kilisenin anti-komünist mücadeledeki gücü ve etkisi artırıldı. Balkanlar’da yaşayan halkların önemli bir bölümü hristiyan ortodokstur. 

Bu bölgede Avrupa Birliği ile Rusya arasında bir çıkar anlaşmazlığı söz konusudur. Yunanistan dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde ortodoks azdır; Yunan halkı ortodokstur. Ancak eğer Fener Rum Patrikhanesine Vatikan benzeri bir evrensel nitelik ( “ Ekümeniklik ” ) kazandırtılabilirse ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden açılıp özellikle Balkanlar için papaz görevli yetiştirebilirse, Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki gücü ve etkinliği daha da artacaktır. 

Bu iki konuda Avrupa Birliği’nin talepleri, Avrupa Birliği’nin özellikle Rusya’ya karşı Balkanlar’da hakim olma girişimlerinin unsurları arasındadır. 

Avrupa Birliği’nin üçüncü hedefi, Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olmaktır. Avrupa Birliği ülkelerinin sözde Ermeni soykırımı 
iddialarına sıcak bakmalarının birinci nedeni, özellikle Fransa’nın 1919 yılında Ermenileri kullanarak Anadolu’ya saldırması sonrasında çok sayıda Ermeni’nin 
Fransa’ya sığınmasıydı. Avrupa Parlamentosu’nun 1987 yılında bu konuda aldığı kararın temel nedeni buydu. Ancak Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 
ve özellikle de 28 Şubat 2002 kararlarının arkasında, yayılmacı hedefler yatmaktadır. 
Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımına ilişkin 28 Şubat 2002 kararı esasında Güney Kafkasya Kararıdır. 
Bu kararda, Balkanlar’da uygulanan politikaların benzerinin Azeybarcan, Ermenistan ve Gürcistan’dan oluşan Güney Kafkasya’da da uygulanması istenmektedir. 

Sözde Ermeni soykırımına ilişkin talep, 12 sayfalık bu uzun kararın yalnızca 15. maddesinde 7 satırlık bir bölümdür. 

Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin sözde Ermeni soykırımına ilişkin iddiaları ve talepleri, ortaya üç-beş milletvekili tarafından atılmış ve önemsiz konular değil, 
Avrupa Birliği’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olma çabasının son derece önemli unsurlarıdır. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önümüzdeki aylarda ilginç gelişmeler göstereceğe benzemektedir. Gelişmeler, TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde 
yaptığı uyarıları haklı çıkarmaktadır. 


Türk-İş Dergisi, 
Şubat-Mart 2002 
Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 

***

26 Eylül 2015 Cumartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI BÖLÜM 35






TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI   
BÖLÜM 35



1970 SONRASI SENDİKALAR VE GİRİŞİMLERİ ..,  15 - 16  HAZIRAN 1970  OLAYLARI GREVLER VE TÜRK EKONOMİSİNE ZARARLARI



ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Aziz ÇELİK*


ABD yönetimi ve sendikacılığının Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi çalışma ilişkileri yazınının çok tartışılan ancak ayrıntıları az bilinen bir alanıdır. Özellikle Türk-İş’in kuruluşunda ABD etkisi ve 1960’lı yıllarda sendikacıların ABD destekli eğitim programlarına yoğun katılımı çokça tartışılan konulardır. Ancak bu konudaki değerlendirmelerin genellikle ikincil kaynaklara dayalı olduğu bilinmektedir.
Bu çalışmada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları (Ankara Büyükelçiliği, İstanbul, Başkonsolosluğu, İzmir ve Adana Konsoloslukları) ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında 1973-1976 dönemini kapsayan Türkiye’deki sendikal gelişmelere ilişkin yazışmalar irdelenecektir. Belgeler ABD Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi (The National Archives and Records Administration-NARA) tarafından kullanıma açılan diplomatik yazışmalardan derlenmiştir.

İncelenen diplomatik yazışmalar işçi eylemleri ve grevlerden, sendikal faaliyetlere, Türk-İş ve DİSK’te yaşanan gelişmelere, sendika-siyaset
ilişkisinden, kişisel değerlendirmelere kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Yazışmalar Türkiye sendikal hareketinin ABD hükümeti tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda dikkate değer ipuçları içermektedir.

Anahtar Kelimeler: Sendikacılık, ABD Sendikacılığı, 12 Mart, Sendikacılık ve Siyaset, İşçi Eylemleri, Türk-İş, DİSK


 Kocaeli Üniversitesi İİBF ÇEEİ Bölümü

Çalışma ve Toplum, 2012/2 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

Giriş

ABD yönetimi ve sendikacılığının Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi emek tarihi yazınının çok tartışılan ancak ayrıntıları az bilinen bir alanıdır.
Özellikle Türk-İş’in kuruluşunda ABD etkisi ve 1960’lı yıllarda Türk-İş’li sendikacıların ABD hükümeti destekli eğitim programlarına yoğun katılımı çalışma ilişkileri yazınında sıkça ele alınmıştır. Ancak çalışma ilişkileri yazınında bu konudaki değerlendirmelerin genellikle ikincil kaynaklara dayalı olduğu
bilinmektedir. Bu nedenle yapılan değerlendirmeler önemli eksikler ve zaaflar içermektedir. Dönemin sendikal belgelerinin korunmamış olması ve özellikle
diplomatik yazışmaların belirli bir dönem sonra erişime açılması konunun bütün boyutlarıyla ele alınmasını zorlaştırmıştır. Özellikle diplomatik yazışmalara ilişkin
süre kısıtlarının sona ermesiyle birlikte yeni bilgilere ulaşmak mümkün olmaktadır.

Ancak diplomatik yazışmalar son derece önemli olmalarına karşın, yoğun politik içerikleri ve yanlılıkları nedeniyle, başka kaynaklarla birlikte ele alınmalarına dikkat edilmelidir. Bu çalışmada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları (Ankara Büyükelçiliği, İstanbul Başkonsolosluğu, İzmir ve Adana Başkonsolosluk ları) ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında 1973-1976 yılları boyunca yapılan ve Türkiye’deki sendikal gelişmeler ile çalışma hayatına ilişkin yazışmalar irdelenecektir. Belgeler ABD Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi (The National Archives and Records Administration-NARA) tarafından kullanıma açılan diplomatik yazışmalardan derlenmiştir. 12 Mart sonrası ile 1976 arasında geçen dört yıl Türkiye işçi hareketi açısından yeni bir yükselişin başladığı; 12 Mart’ın yarattığı baskı ve suskunluğun ardından işçi hareketinin yeniden canlanma yıllarıdır. Dönem sadece işçi hareketinin değil CHP’nin ve solun da yükseliş yıllarıdır. Bu yıllar sendika-siyaset  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976) ilişkisi açısından da oldukça önemlidir. DİSK-CHP ilişkilerinin yoğunlaşması ile Türk-İş’in CHP ve AP arasında bir denge arayışı dönemin belirgin özellikleridir.
Ele alınan ABD diplomatik yazışmaları işçi eylemleri ve grevlerden, sendikal faaliyetlere, Türk-İş ve DİSK’te yaşanan gelişmelere, sendika-siyaset ilişkisinden, kişisel değerlendirmelere kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Yazışmalar Türkiye sendikal hareketinin ABD hükümeti tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda dikkate değer ipuçları içermektedir. Yazışmalarda öne çıkan konular, kullanılan söylem, dikkat edilen ayrıntılar ve Türkiye sendikal hareketine ilişkin gözlemler emek tarihi yazını açısından yeni değerlendirmelere imkân sağlayabilecek yönler taşımaktadır. Çalışmada ABD diplomatik yazışmaları dönemin sendikal ve toplumsal gelişmeleri ile birlikte, dönemin ulusal ve uluslararası toplumsal-siyasal bağlamı dikkate alınarak irdelenmeye çalışılacaktır.

12 Mart Sonrasında Sendikal Hareket

12 Mart 1971 askeri muhtırası ile başlayan ve 14 Ekim 1973 seçimlerine kadar süren dönem “12 Mart dönemi” olarak bilinmektedir. 12 Mart dönemi klasik bir askeri darbe dönemi olmasa da teknokrat hükümetlerin işbaşında olduğu sıkıyönetim altında bir dönemdir. Baskıcı-otoriter bir rejim karakteri taşıyan 12 Mart dönemi işçi hareketi açısından da bir suskunluk dönemidir. 12 Mart öncesinde Türk-İş içinde sosyal demokrat muhalefetin öne çıktığı bilinmektedir. Ancak sosyal demokrat muhalefet 1973 yılında yapılan Türk-İş Genel Kurulunda etkili olamayacaktır. 12 Mart’tan çıkarken Türk-İş Genel Başkanı Seyfi Demirsoy vefat etmiştir. Demirsoy’un ölümü 1961 yılından bu yana Türk-İş’te egemen olan Demirsoy-Tunç mihverinin/ekseninin değişmesi ihtimalini gündeme getirmiştir. Ancak Halil Tunç’un Genel Başkan seçilmesiyle sosyal demokrat muhalefet hedefine ulaşamamıştır. 

Tunç bir yandan Ecevit ve sosyal demokrasiye yakın kişiliği öte yandan Türk-İş içindeki sosyal demokratlara uzaklığı ve Türk-İş’in sağ kanat sendikacılarının da desteğini almasıyla Türk-İş’te büyük bir sarsıntı yaşanmasını önlemiştir.
DİSK, 12 Mart öncesinde ilk ciddi sınavını 15-16 Haziran 1970 olayları sırasında yaşamıştır. Fiilen DİSK’i yok etmeyi amaçlayan 1317 sayılı yasanın çıkmasını önlemek amacıyla DİSK, 15-16 Haziran’da kitlesel işçi eylemleri düzenlemiştir. Olaylar üzerine sıkıyönetim ilan edilmiş, DİSK yöneticileri tutuklanmış ve çok sayıda DİSK kadrosu işten atılmıştır (Koç, 2010; Arınır ve Öztürk, 1976). Ancak yasanın DİSK’i yok etmeye yönelik hükümleri Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. DİSK’i etkileyen bir diğer gelişme ise TİP’in 1971 yılında kapatılması olmuştur.
Böylece DİSK CHP’ye yakınlaşmış ve 1973 seçimlerinde CHP’yi desteklemiştir.

1973 sonrası yıllar CHP’nin DİSK üzerinde etkinliğinin arttığı ve sosyalist solla CHP arasında DİSK üzerinden önemli gerilimlerin yaşandığı yıllardır. Öte yandan
DİSK’in etkili bir güç olması da 12 Mart sonrasında, özellikle 1975 sonrasında mümkün olmuştur.  ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

ABD’nin Türkiye Sendikal Hareketine İlgisi ve Etkisi

ABD’nin Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi emek tarihi yazınının ilgi çekici konularından biridir. Bu ilgi ve etkinin düzeyi konusunda oldukça farklı
değerlendirmelere rastlanmaktadır. Zaman zaman bu etkinin özellikle DP dönemi açısından abartıldığı ve öne plana çıkarıldığı görülmektedir Türkiye sendikacılığı
üzerinde ABD etkisinin yerli yerine konması emek tarihimizin önemli sorun alanlarından biridir. Türkiye emek tarihinde, tıpkı “işçi hakları verildi mi-alındı mı” tartışmasında olduğu gibi, “Türkiye sendikacılığı içeriden mi-dışarıdan mı belirlendi” gibi uçlaşmış tartışmalar ve saptamalar gözlenmektedir (Çelik, 2010).
Oysa bu uçların tek başlarına asıl belirleyici olmaları mümkün değildir. Çoğu kez iç içe geçmişlik söz konusudur. Bir ülkenin iç dinamiklerine rağmen bir sosyal veya siyasal olgunun tek başına dışarıdan belirlenmesi mümkün olmadığı gibi, toplumsal nesnellik, talep ve beklenti olmaksızın hakların yukarıdan tanınması da mümkün değildir.

ABD sendikacılığının Türk-İş’li sendikacılar ve Türk-İş politikaları üzerindeki asıl etkisi 1950’li değil 1960’lı yıllara özgüdür. Bu etki özel olarak Marshall Planı kapsamında yürütülen eğitim projeleri ile aktarılan ayni ve nakdi kaynaklarla gerçekleşmiştir. ABD’nin Marshall Planı kapsamında çeşitli alanlardan
ve kurumlardan katılımcıları ABD’ye götürmesi ve eğitilmesine ilişkin programlar 1949 yılında başlamış ve 1970 sonuna kadar devam etmiştir. 1970’lerin ortasında doğrudan ABD hükümetinin AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) gibi doğrudan finanse ettiği programlar yerini AAFLI (Asya Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) gibi dolaylı destek programlarına bırakmıştır.

Marshall Planı çerçevesinde ECA, MSA ve ICA ve AID gibi kurumlar aracılığıyla yürütülen bu programlar daha çok AID programları olarak
bilinmektedir.1

 Çalışma hayatı konusundaki programlar 1963-1970 döneminde özel bir ağırlık taşımıştır. Çalışma hayatı ile ilgili programlara 776 kişi katılmıştır (USAID, 1971). Bunların büyük çoğunluğu sendikacıdır. DP döneminde Türkiye’de işçi-sendikacı eğitimi Marshall Planının yürütümüyle görevli ABD Türkiye heyeti tarafından yürütüldü. 1954 yılında başlayan bu program bir ülkede yürütülen en geniş program idi. Daha sonra AID tarafından hazırlanan bir raporda Menderes döneminde yabancı sendikacıların ülkeye girmesine Türk sendikacıların ülkeden ayrılmasına da izin verilmezken, sadece ABD heyetinin çalışma hayatı uzmanları nın dokunulmazlığa/ayrıcalığa sahip olduğu belirtilmektedir (GMMA, 1963; RG18-001 Box 6 Folder 16). 

1954 yılında başlayan ve İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalıyla uygulanan Marshall Planını kapsamındaki faaliyetleri yürüten kuruluşlar (AID ve öncülü kuruluşlar) ile ilişkiler (ayni ve nakdi yardım ile eğitim çalışmaları) 1 Ocak 1962 tarihinde hükümet tarafından Türk-İş’e devredildi. Bu tarihten itibaren AID yardımları doğrudan Türk-İş’e yapılmaya başlandı. Eğitim programları ve ABD gezileri Türk-İş ve AID tarafından ortaklaşa gerçekleştirildi (USAID, 1964).

DİPNOT;
1 _ AID Marshall Planı’nın yürütümüyle ilgili ABD Dışişleri Bakanlığı kuruluşudur. Marshall Planı (1948-1951) yılları arasında Economic Cooperation Administration (ECA), 1951-1953 yılları arasında Mutual Security Agency (MSA), 1953-1955 yılları arasında Foreing Operations Administration (FOA) ve 1955-1961 yılları arasında International Cooperation Administration (ICA) tarafından yürütüldü. (Boel, 2003) 

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)

AID programları Marshall Planına uygun olarak siyasal bir amaç taşımaktaydı. Yön, AID programı yetkililerinden Podol’un şu çarpıcı değerlendirmesini aktarmaktadır: “On yıldan fazla zamandır Türkiye’de faaliyette bulunan ABD yardım programı, bir zamandan beri meyvalarını vermeye başlamıştır. Önemli
mevkilerinde, Amerikan eğitimi görmüş bir Türkün bulunmadığı bir bakanlık, ya da iktisadi devlet teşebbüsü hemen hemen kalmamıştır.” Bu kimselerin kısa zamanda genel müdürlük veya müsteşarlık mevkilerine geçmelerinin beklendiğini belirten Podol, AID’nin bütün gayretlerini bu yola tevcih etmesini istemektedir (Avcıoğlu, 1966). AID’nin Türkiye’de işçi/emek kimliğinin oluşmasında önemli bir etkisinin olduğu bizzat AID uzmanları tarafından da açık biçimde dile getirilmektedir. AID Türkiye İşçi Şubesi Müdürü McGonagle, “Emek Türkiye’de dinamik bir yapı kazanırken –şimdi hızlı biçimde kendi başına bir kimlik olarak gelişiyor- USAID’nin bu gelişmede oynadığı ve oynamaya devam ettiği rolün önemini giderek daha açık biçimde görmek mümkündür” görüşünü ileri sürmektedir. McGonagle bu görüşünü kanıtlamak için AID programına katılan bir sendikacının ABD’yi öven izlenimlerini aktarmakta ve “komünizme karşı mücadelenin her Türkün görevi olduğunu”  yönünde bir bildiri yayınlayan Türk-İş Yönetim Kurulunun beş üyesinin ve Genel Sekreter Halil Tunç’un AID işçi eğitimi programları çerçevesinde ABD’yi ziyaret ettiklerini vurgulamaktadır. McGonagle, Türkiye’deki önemli sendikaların liderlerinin Türkiye’deki ve ABD’deki AID eğitimlerine katıldığını, ayrıca Türkiye’de yüzlerce seminere binlerce işçi ve yerel sendika liderine eğitim verildiğinin altını çizmektedir.

McGonagle, bu seminerlerde hür demokratik ve sorumlu sendikacılığı tartışan AID İşçi Programı katılımcılarının bunu uygulamaya koymak konusunda hevesli
olduklarını ve 300 bin üyeli bir örgütü tamamen pragmatik bir çizgide örgütleyip geliştirdiklerini yazmaktadır (Gonagle, 1964). ABD sendikacılarıyla sıkı ilişkilerin ve AID tarafından gerçekleştirilen ve Türk-İş’li sendikacıları kapsayan ABD ziyaret ve eğitim programlarının da ABD kültürü ve sendikacılık anlayışına yönelik bir sempati ve ABD’li sendikacılara hayranlık yarattığı görülmektedir. 1950’li yıllarda da var olan hayranlık ve etki 1960’lı yıllarda da sürdürmüştür.

AID’den alınan yardımlar ve AID’nin etkisi konusunda yapılan eleştiriler karşısında Demirsoy: “Hiç bir tesirleri yoktur. Anlaşmamız bu şekildedir. Biz isteyeceğiz onlar yapacaklar” demektedir (Türk-İş, 5. Dönem). Ancak AID yardımlarının hiç bir etkisi olmadığı iddiası gerçekçi ve inandırıcı değildir. Nitekim bizzat ABD’li yetkililer bunun tersini yazmaktadır. Ankara’da 1960’lı yıllarda ABD Çalışma Ataşesi olarak çalışmış olan ABD Çalışma Bakanlığı Uzmanı Millen, Türk 
ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
sendikacılığının gelişmesinde oldukça yüklü olan ABD etkisi ve parasının hesaba katılması gerektiğini yazmaktadır (TNA LAB 13/2169, 1969).2

AID yardımlarıyla Türk-İş bütçesine doğrudan yardım yapıldığını, bölge temsilciliklerinin eğitimcilerin maaş ve yolluklarının, Türk-İş merkezindeki kadrolarının maaş ve yolluklarının karşılandığını belirten Millen, AID’nin Türk-İş’in eğitim programına öğretmenler gönderdiğini ve yüzlerce sendikacıyı ABD’ye götürdüğünü; bu sendikacıların çoğunun Amerikan sendikacılığı konusunda hayli bilgi edindiğini ve bunu kısa zamanda kendi şartlarına uyguladıklarını vurgulayarak, ABD’nin, taktik, teknik ve hatta felsefe katkılarının sadece Türk-İş’in değil, DİSK’in politikaları üzerinde de etkisini sürdüreceği beklentisini dile getirmektedir (Millen, 1969). AID ile Türk-İş ilişkilerinin yoğunlaşmasıyla birlikte Türk-İş’in 1960’ların ilk yıllarında sendika-siyaset-siyasi parti ilişkileri konusunda yaşadığı bocalama eğiliminden uzaklaştığı ve “tarafsızlık” siyasetine yöneldiği görülmektedir. AFL-CIO, Türk-İş’e “tarafsızlık” konusunda açık telkinlerde bulunmuştur (GMMA, 1963 RG18-001 Box 6 Folder 16)

Türk-İş ile yoğun ilişkileri olan ABD sendikacılarının CIA ile ilişkisi olduğu Yön dergisi tarafından 1966 yılında yoğun bir biçimde dile getirildi. Yön, Nation
dergisi ile Washington Post’ta bu yönde çıkan haberleri “Sendikacılarımıza sunulur” başlığı ile yayınladı. Bu haberler AFL-CIO ve Jay Lovestone’un CIA ile yakın ilişkilerini anlatmaktaydı. Bu yazılarda Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) Başkanı Victor Reuther, AFL-CIO’nun CIA ile birlikte yabancı ülkelerin politika işlerine ve özellikle de sendikal hareketlerine müdahale ettiğini dile getiriyordu (Yön, 1966, Sayı 170).3

 ABD sendikaları ile Türk-İş ilişkilerinin yoğunlaşması nedeniyle bu ilişkilere getirilen eleştiriler dikkate alınmıyor ve hafifseniyordu. Ancak 1960’lı yıllarda ABD sendikalarının ve AID programlarının CIA ile ilişkisi üzerine ortaya atılan iddialar, dönemin Türk-İş yönetimi tarafından kabul edilmek istenmese de ABD hükümetinin CIA aracılığı ile çeşitli ülkelerdeki sendikalar üzerinde “kirli oyunlar” oynadığı ve büyük miktarda fonlar aktardığı bizzat bir dönem CIA Başkanlığı yapan Stansfield Turner tarafından açıklanmıştır (Turner, 1965; 76-77):

 “1967 itibariyle okyanus aşırı yararlı ve dost gruplar için CIA desteğinin maliyeti yılda 10 milyon dolara ulaştı. Bu paranın çoğu yurtdışındaki benzer kuruluşlara aktarmaları için ABD sendikalarına, öğrenci kuruluşlarına ve özel vakıflara veriliyordu. Bu sendika, öğrenci örgütü ve vakıflar CIA ile yabancı


Dipnot;
2 _Millen daha sonra ABD Çalışma Bakanlığı Politika Planlama ve Araştırma Bürosu üyesi olarak çalışmıştır.
3 _Yön, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası’nın (UAW) kongresine katılan Maden-İş Başkanı Kemal Türkler’i kongrede ele alınan bu önemli konu hakkında basına hiç bir bilgi vermediğini için eleştirmektedir. Yön dergisinin 12 Ağustos 1966 tarihli 176. Sayısının kapağı “Türk sendikacılığında Amerikan entrikaları” başlığını taşıyordu. Dergi AFLCIO’nun CIA ile ilişkili olarak yürüttüğü uluslararası faaliyetleri The New Republic dergisine dayanarak anlatıyordu. 


ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
kuruluşlar [sendika, vakıf] arasında perdeleyici ve arabulucu olarak rol oynuyordu. Bu [yöntem] yardım alan yabancı sendika, örgüt ve vakıfları CIA
ile işbirliği ve ABD kuklası olma suçlamalarından koruyordu. Bu teknik zaman zaman, yardıma ihtiyaç duyan gruplara yardımın kaynağının CIA olduğunu bilmeksizin CIA tarafından kaynak aktarılmasına olanak verdi. Amerikan örgütleri [sendika, vakıf ve öğrenci örgütleri] aynı zamanda öğrenci ve sendikacı değiş tokuş programları gerçekleştirdiler. (...) Öğrenci, sendika ve kültürel organizasyonlara yardım sağlamanın yanında CIA [bazı] ülkeleri batı politik yönelimine çekmek için başka araçlar da kullandı.”

ABD yönetimin AFL-CIO’yu uluslararası politikasının aracı olarak kullandığı bir dönemde, ABD devletinden AID aracığı ile alınan mali yardımların
ve sendikacıların yoğun ABD ziyaretlerinin, Türkiye sendikacılığında ABD’nin kültürel-ideolojik hegemonyasını artırması, Avrupa sendikacığından ve sınıf
ekseninden uzaklaşılması şaşırtıcı değildir. DİSK’in kuruluşu, Türkiye sendikalarıyla yoğun ilişkileri olan ABD sendikaları arasında da önemli yankı ve tartışmalar yaratmıştır. DİSK’in kuruluşunun ardından ABD’nin ve ABD’li sendikacıların tutum saptamakta bir tereddüt yaşadığı gözlenmektedir. Lovestone ve Kirsch DİSK’e karşı kesin tutum alınmasını savunurken Millen’in DİSK ile ilişkileri sürdürmekten yana olduğu gözlenmektedir (Çelik, 2010).

ABD Diplomatik Yazışmalarında Türkiye Sendikal Hareketi 1973-1976 dönemin de ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasındaki yazışmalarda çalışma hayatı ve sendikacılıkla ilgili yazışmalar oldukça farklı konuları kapsamaktadır. İşçi eylemleri, grev, yürüyüş ve direnişlerle ilgili yazışmalar, sendikalar ve sendika-siyaset ilişkisine dair yazışmalar, sendikaların uluslararası ilişkileri ve sendikacılara ilişkin kişisel değerlendirmeler ve yazışmalar diplomatik yazışmalarda yer alan belli başlı konulardır.

Grevler ve İşçi Eylemlerine İlişkin Yazışmalar

12 Mart döneminden çıkışla birlikte işçi hareketinde de yeniden bir kıpırdanma yaşanmaya başlamıştır. ABD diplomatik yazışmalarında tek tek işçi eylemleri ve
grevlerle ilgili ayrıntılara ve yorumlara rastlamak mümkündür. Bu yazışmalardan ABD diplomatik misyonunun işçi hareketinin nabzını tuttuğu ve işçi hareketi
açısından kritik öneme sahip konulara hâkim olduğu görülmektedir. Diplomatik misyonun doğrudan ABD çıkarlarıyla ilgili işyeri ve sorunlarla özel olarak ilgilendiği de anlaşılmaktadır. ABD üslerine lojistik destek sağlayan ABD şirketlerinde örgütlü sendikaların faaliyetleri ve buralarda meydana gelen işçi eylemleri dikkatle ve ayrıntılı biçimde takip edilmiştir. 

Türk-İş’in Genel Grevi, İzmir (16 Haziran 1975)

Türk-İş’in İzmir genel grevi diplomatik yazışmalara birkaç kez konu oldu. Bazılarında ayrıntılı bilgilere yer verildi. Türk-İş, Ege bölgesinde özelikle tekstil,
toprak, taş, seramik sektörlerindeki işverenlerin sendikalara yönelik sert tutumlarını ve işten çıkarmaları protesto etmek amacıyla 16 Haziran 1975 günü saat 06.00 ile 14.00 arasında genel grev çağrısı yaptı. Konsolosluk Türk-İş açıklamasına atfen, 4300 işçinin işten çıkartıldığını belirtmektedir. Konsolosluk, genel grev kararının konuşulduğu Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında, kararın sadece söz konusu sorunlarla sınırlanmasının genel grevin başarısını gölgeleyeceği eleştirilerinin dile getirildiği vurgulamaktadır. Bazı sendikacıların genel grevin hedefleri arasında kıdem tazminatı, emekli aylıkları ve memurların grev hakları gibi hedeflerin de yer alması gerektiğini söyledikleri aktarılmaktadır. Örneğin Harb-İş Başkanının konsolosluk yetkililerine böylesi sınırlı hedefleri olan bir genel greve Amerikan işyerlerinden katılımın sınırlı olacağını anlattığı bildirilmektedir (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 11 Haziran 1975, Belge No: 04541). Konsolosluk mesajında yer alan yorumda Başbakan Demirel’in Adalet Partisine yakın bazı muhafazakâr sendikacılar ile bazı sosyal demokrat sendika liderlerinin bölgesel genel greve katılım konusunda gönülsüz olduğunu ve greve zayıf katılımın Türk-İş Başkanı Tunç’u mahcup edebileceği belirtilmektedir. Yazıda genel grevin amacı konusunda ilginç bir saptamaya da yer verilmektedir. Tunç’un, Türk-İş’in işverenler ve hükümetle yakın ilişki içinde algılanıyor olmaktan rahatsız olduğunu göstermek ihtiyacı hissettiği belirtilmekte dir (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığı’na, 11 Haziran 1975, Belge No: 04541). Bu ayrıntılar ABD diplomatik misyonunun Türkiye işçi hareketinin iç sorunlarına detaylarıyla vakıf olduğu göstermektedir.

İzmir ABD Konsolosluğu genel grev sonrası mesajında Türk-İş’in 8 saatlik genel grev çağrısının küçük bir kaç olay dışında tamamlandığı grevin saat 06:00 ile
14:00 arasında gerçekleştiği, sadece Türk-İş üyesi sendikaların katıldığı ve DİSK üyesi sendikaların katılmadığı belirtilmektedir. Grevin daha çok belediye hizmetleri üzerinde etkili olduğu vurgulanmaktadır (ABD İzmir Konsolosluğundan Ankara Büyükelçiliğine, 16 Temmuz 1975, Belge No: 00126). Türk-İş’in bir başka genel grev girişimi ise Senato Başkanı seçilememesi nedeniyle 24 Kasım 1975 tarihinde yapmayı planladığı genel grevdir. Ancak siyasi liderlerin senato başkanı seçileceği yolunda güvence vermeleri üzerine genel grev Türk-İş Başkanı Halil Tunç tarafından ertelenmiştir. Konuyla ilgili Ankara Büyükelçiliğin den ABD Dışişleri Bakanlığına gönderilen ve Türk-İş kaynaklarına dayandırılan değerlendirmelerde Tunç’un bu kararının Türk-İş içindeki daha aktif sosyal demokratlardan bazılarını hayal kırıklığına uğrattığı vurgulanmaktadır (Ankara Büyükelçiliğinden ABD Dışişleri Bakanlığına, 24 Aralık 1975, Belge
Numarası 0986). 

YAZIYA ARA VERMEK ZORUNDA KALDIM SABIRINIZ İÇİN TEŞEKKÜRLER EDERİM.. 
36 BÖLÜM AŞAGIDA TIKLAYIN VE OKUMAYA DEVAM EDİN..)



...