Tuncer Kılınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tuncer Kılınç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mayıs 2019 Çarşamba

BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VARMI.,

BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VARMI., ?


TUNCAY ÖZKAN,


      BU İŞTE BİR MİT YENİĞİ VAR MI?
   (Gülümseyerek Okuyunuz)

Kitabının adını duyduğumda gülümsedim : MİT’in Gizli Tarihi,

Kapağı böyle olan bir kitabın, arka kapağına da “MİT’İn Artık Gizli Bir Tarafı Kalmamış Tarihi” yazılması gerek diye düşündüm. Ama sonra aklıma geldi : İfşa en güzel gizleme yöntemidir. 

Kendisi ile yaptığımız özel sohbetlerde her “Komplo” dediğimde müstehzi bir şekilde gülümseyip “gerçek her zaman belirleyicidir” deyip, “kKmplocu” yaftasını yapıştırmayı seven biri. 

Bunu diyen insanın son iki kitabının birinin adının “Entrikalar Savaşı” , diğerinin de “MİT’in Gizli Tarihi” olmasının, kendisinin “Komplolara” prim vermez görünen tavrı ile çeliştiğini zannetmeyin. 

Gazetecilik hayatının çıraklık ve en idealist döneminde Uğur Mumcu’nun yanında pişen...

En hızlı gazetecilik dönemlerinde çok ciddi dezenformasyona kurban gittiği komploların ortasında kendisini bulan...

Ve artık “Olgunlaşmış”, “Medya Yöneticisi” sınıfına girmiş ve kendi makamına  yönelik komploları yine benzer yöntemlerle savuşturan...

“Gerçekle” “ideal” arasına gerilmiş ip üzerine dizdiği çok dengeli bir üslupla bazen kelimesiz yazılar yazan...

Gözlerindeki ifadeden şık kol düğmelerine kadar tam bir profesyonel.

Yalnız her “Olgunlaşmış” idealist gibi bir zaafı var :

Kendisine gençliğindeki heyecanını hatırlatan biri karşısına geldiğinde, sanki reel-politiğin kameraları sürekli izliyormuş ama yine de çırağa bir mesaj vermesi gerekiyormuş gibi vücud dili başka, sözleri ile başka bir şey anlatan tipik bir Türk gazetecisi Tuncay Özkan. 

“Reelpolitiğin” köşelediği idealist bir iç çember.

En son kitabını kafamda oluşturduğum bu arkaplan üzerinden okumaya başladım. Kendisi konumundaki insanlar için, en özgür ve geniş alanların satır araları, en dar ve boğucu olanların ise manşetler olduğunun bilincinde olarak. 

Ve tabi artık Uğur Mumcu’nun yanındaki “idealist” Tuncay Özkan değil; konuklarıyla sohbet ettiği odasının duvarındaki dünya petrol haritasına bakıp “realite”nin hakkını teslim eden Tuncay Özkan olduğunu unutmadan...

“MİT’in Gizli Tarihi” kitabının, MİT’i anlatırken, biraz daha perdeleme ihtimalini gözardı etmeden.

Kitabı henüz bitirmedim. En azından kendisi ile kitabı üzerine bir sohbet etmeden de analiz etmeyi düşünmüyorum. Sadece aşağıdaki cümle, kitabı bitirdiğimde görüşüm ne olursa olsun ortak bir kaygıyı dile getirmesi açısından önemli .

“Günümüzde hiyerarşik konumu, faaliyeti, denetimi ve mali kaynakları büyüteç altına alınarak incelenebilen gizli servis sayısı son derece azdır. Bu durum çağdaş dünyada demokratik yaşamı tehdit eden en temel sorunlardan birisini oluşturmaktadır.”

MİT üzerine tartışmaların yoğunlaştığı, müsteşarlık savaşının enformasyon/dezenformasyon boyutunda da kızıştığı  bir dönemde Tuncay Özkan’ın kitabı her açıdan incelenmesi gereken bir kitap. Zamanlaması da ilginç! Kendisini bu ülke için çok önemli ve değerli bir kurumu, böyle bir zamanda bu kadar ayrıntılı ele aldığı için kutlamak lazım. 

KUTU
MİT TARİHİNDEN İKİ KRİTİK ANEKTOD,

Özkan, kitabında MİT’in tarihsel gelişimini bir tarihçi titizliği ile olmasa da, bir gazeteci çeşitliliği ile anektodal bir yaklaşımla Osmanlı’dan bu yana ele almaya çalışıyor. 

Kitaptaki iki anektod günümüze ışık tutması açısından önemli

Birincisi Osmanlı’da ilk gizli örgütün kurulduğu Sultan II. Abdülhamit döneminden. 

19. yüzyılda parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Osmanlı, saray entrikaları ile çalkalandığı dönemde, gizli teşkilat gereği duymaya başlar.

Osmanlıya gizli örgüt kurmasını kim telkin eder biliyor musunuz?

İngiliz Elçi Startford Canning.

İngiliz Elçisinin telkini üzerine, diğer örgütlerin incelenmesi sonrasında kurulan bu “gizli” örgütün başına kim getirilir peki?

Rus Çariçesinin elmaslarını çalmayı başarması ile ünlü Rum Civinis Efendi.

Büyükelçiliklerin telkini ile kurduğumuz gizli teşkilatların başına hırsız Rumları getirdiğimizi öğrenince; büyükelçiliklere yasa hazırlatan Ankara kadroları daha bir anlam ve tarihi perspektif kazanıyor. Zekanın evrimi tahmin ettiğimizden de uzun sürüyor. 

İkinci anektod; kendilerince ülkeyi kurtarmaya soyunan İttihat ve Terakki kadrolarının vatan çapında faaliyet gösterdiği yıllara ait. 

İttihat ve Terakki döneminde oluşturulan ilk modern gizli servisimiz olan Teşkilat-ı Mahsusa’ya ait anektod bir öncekine göre çok daha içacıcı.

Teşkilat-ı Mahsusa, İngilizlerin Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğini kışkırttığı dönemde Şam ve Beyrut gibi yerlerde Fransız Konsolosluğu ile de yakından ilgilenmekte ve bu konsolosluğa giren çıkanları yakın takip altında tutmaktadır. Bu çalışmalar sırasında Teşkilat-ı Mahsusa’ya yardımcı olan Hasan El-Abed isimli şahıs Fransız gizli servisince tutulan bir katil tarafından yazıhanesinde öldürülür ve katil sıkıştırılınca Fransız Konsolosluğuna sığınır.

Teşkilat’ın başındaki Eşref Bey, Ali Münif Beyi görevlendirir ve teşkilat Fransız Konsolosluğunu basarak, katille birlikte, İstanbul’da Arap milliyetçiliği için mücadele eden gizli bir örgütün varlığını da gösteren belgeleri ele geçirir. 

Nereden Nereye?

Zamanın Fransız başkonsolosluğunu basacak kadar ülke çıkarları önünde hiç bir engel tanımayan kadrolar nerede....

Yüzünün içine baka baka ülkenin altını oyanlarla işbirliği yapmayı haysiyetlerine yedirebilenler nerede...

Zekanın evrimi yavaş, karakterin çürümesi ise çok hızlı gerçekleşiyor anlaşılan. 


KUTU

NATO TATBİKATI ve  KRİTİK SORULAR

İstanbul’da gerçekleştirilen NATO tatbikatında görevli üst düzey bir generalle sohbet etme fırsatım oldu. Bana gururla, Türkiye’nin üstlendiği bu devasa organizasyonun ne kadar başarılı olduğunu; Türkiye’nin birlik içindeki rolünü anlattı.

Haklıydı. Yalnız soramadan edemedim. Kendisine MGK eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa’nın veda konuşmasında sarfettiği, “NATO İslamı terör hedefine oturtunca içimize sindiremedik” sözünü hatırlattım ve “NATO içinde bu kadar etkili isek, nasıl oluyor da, bu adamlar İslamı hedef haline getirebiliyor?” diye sordum. “Bizim baskımız sonucu, tehdit algılamasını ‘köktendinci İslam’ değil ‘köktendinci hareketler’ olarak değiştirip, sadece İslam’ı hedef alan bir anlayıştan uzaklaştılar” şeklinde cevapladı. 

Kendisine, kağıt üzerinde yapılan bu değişikliğin NATO’nun üst düzey isimlerinin demeçlerine pek yansımadığını söyledikten sonra, sonra bir soru daha sordum :

“Pentagon bünyesinde üst düzey bir general katıldığı kilise toplantısında Müslümanları puta tapmakla suçlayan bir demeç verdi. Bizim Genelkurmayımız bünyesinde üst düzey bir general,  camiden çıkışta , Hristiyanlığa bu kadar ağır bir laf etse, NATO ve ABD’den ciddi bir baskı gelir miydi, gelmez miydi?” diye sorduğumda bunun ABD’nin iç sorunu olduğunu ve kendi içlerinde halletmek için harekete geçtiklerini söyledi.

Sohbetimiz daha üst düzey bir generalin ortama girmesi ile yarıda kesilmeseydi paşamızı daha da sıkıştıracaktım ama olmadı. NATO’nun içinde Türk Ordusu’nun rolünün başarılı bir organizatörden, kalabalık ve sadık bir müttefikten çok daha derinleştirilmesi gerektiğini söyleyecektim ama fırsat olmadı. Aynı ismin; daha önceleri yaptığımız bir başka sohbette sorduğum, “Bugün NATO’dan çıksak TSK’nın gücü yüzde kaç azalır?” soruma verdiği cevap aklıma takılı kaldı.


***

30 Mayıs 2017 Salı

TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ



TÜRKİYE – AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ 


Türk-İş Dergisi, 
Şubat-Mart 2002 

Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 


Önümüzdeki aylarda Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bazı önemli gelişmeler olacağa benzemektedir. 

TÜRK-İŞ, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinden yanadır. Ancak Avrupa Birliği, 1.1.1996 Tarihinde başlayan gümrük birliği ile en önemli talebini elde etmiş 
olduğundan, bu üyeliğin önüne birçok engel çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ’in talebi, Avrupa Birliği’nin bu engelleri kaldırması ve Türkiye’nin onurlu bir biçimde 
üyeliğe geçişine olanak tanımasıdır. Bunu sağlamanın yolu ise Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda gücünün artırılmasından geçmektedir. 

Prof.Dr. Erol Manisalı’nın Harb Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı çok önemli bir konuşmanın ardından, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Tuncer Kılınç Paşa, Türkiye’nin AB dışındaki alternatifleri de düşünmesi gerektiğini belirtti ve Rusya ile İran’dan söz etti. Attila İlhan 23 Şubat 2002 günü TRT 2’deki programında 
bu görüşe destek verdi. Emekli General Çevik Bir, Şanghay Beşlisi’nden söz etti. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, “Tek seçenek AB değil” dedi 1. Dışişleri 
Bakanı İsmail Cem, Avrupa Birliği’nin bazı yöneticilerinin Türkiye’de sömürge valisi gibi davranıp ders vermeye kalktıklarını belirterek, bu durumu eleştirdi 2. 

Diğer taraftan, Avrupa Komisyonu genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, Atina’da yaptığı konuşmada, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını belirtti; bu görüşmelerin Kıbrıs’ın bütünü adına yapıldığı iddiasını tekrarladı ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile ilişkilerini geliştirmesi durumunda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinin mümkün olmayacağını söyledi 3. Bu arada, Avrupa Parlamentosu, 28 Şubat 2002 tarihinde kabul ettiği iki kararla, Türkiye’ye yönelik olumsuz tavrını daha da pekiştirdi. Birinci karar, Türkiye’den sözde Ermeni soykırımı iddialarını kabul etmesini istiyordu. İkinci karar ise, Hadep’e destekti. 

Türkiye – AB ilişkilerinde giderek tırmanan bir gerginlik yaşanıyor. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kıbrıs konusundaki gelişmelerdir. 

Avrupa Birliği uluslararası hukuku ve devletler hukukunu çiğneyerek, Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerine başladı. 1990 yılına kadar Kıbrıs konusunda mesafeli davranan Avrupa Birliği, bu yıllarda Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz’de ve ayrıca Kafkaslar-Orta Asya ve Orta Doğu’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olabilmek amacıyla, Kıbrıs adasını denetimi altına almaya yönelik bir strateji benimsedi. Bu strateji, Yunanistan’ın Enosis planlarıyla da örtüşünce, Avrupa Birliği’nin hukuk ihlalleri başladı. 

Türkiye, bu hukukdışı tutum ve davranışa gereken tepkiyi gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlarının ortak deklarasyonlarında, TBMM’nin kararlarında ve MGK’nın açıklamalarında, Avrupa Birliği’nin Güney Kıbrıs’la yakınlaştığı ölçüde Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’la 
yakınlaşacağı açıkça ve kararlılıkla ifade edildi. 

1 Radikal, 4.4.2002. 
2 Milliyet, 26.3.2002. 
3 Sabah, 23.3.2002. 


Avrupa Birliği, 14-15 Aralık 2001 tarihlerinde toplanan Laeken Zirvesinde, Güney Kıbrıs’la üyelik görüşmelerinin 2002 yılı sonuna kadar tamamlanacağını 
tekrar açıkladı. Avrupa Birliği, hukukdışı tutum ve davranışını sürdürerek, Güney Kıbrıs yönetiminin tüm Kıbrıs’ı (toprak ve nüfus anlamında) temsil ettiğini 
iddia etmeyi sürdürdü. 

Avrupa Birliği’nin Akdeniz bölgesi ile Kafkaslar – Orta Asya ve Orta Doğu politikasında önemli bir yeri olan Kıbrıs’ın geleceğinin Denktaş-Klerides görüşmeleri ile belirlenmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim, Avrupa Birliği’nden destek alan Kıbrıs Rum kesimi, sorunların çözümü için olumlu bir tavır takınmamıştır. 

Bu koşullarda, Avrupa Birliği 2002 yılı sonunda Güney Kıbrıs ile üyelik görüşmelerini tamamlayarak 2003 yılının ilk aylarında üyeliği gerçekleştirince, Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile benzer adımları atacaktır. Avrupa Birliği, bu noktadan itibaren, Türkiye’yi Avrupa Birliği topraklarını işgal etmekle suçlayacaktır. Bugünkü suçlama, “AB üyesi olmayan Kıbrıs’ı işgal” iken, yarın bu suçlama, “AB topraklarının işgali”ne dönüşecektir. Avrupa Birliği, Türkiye ile savaşa giremeyeceğine göre, bir taraftan Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde para dağıtarak taraftar kazanmaya çalışacak, diğer taraftan yönetiminde söz sahibi olduğu IMF ve denetimi altında tuttuğu bankalar aracılığıyla bir ekonomik kriz çıkaracaktır. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, böylesi bir krizin kolayca çıkarılmasına uygundur. Avrupa Birliği’nin hedefi, ekonomik olarak dizleri üzerine çökertilmiş bir Türkiye’den siyasi alanda kalıcı tavizler koparmaktır. 

Burada sorulması gereken soru, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerde, özellikle Avrupa Parlamentosu tarafından dile getirilen taleplerin ciddi olup 
olmadığıdır. 

TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’e sunduğu raporda ve Genel Başkan Bayram Meral’in 20 Aralık 2001 tarihli basın açıklamasında yer alan konuların son derece önemli olduğu her geçen gün ortaya çıkmaktadır. 

Bu talepleri gündeme getiren Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda karar verme yetkisi olan son derece önemli bir kuruldur. 
Bu nedenle, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye ilişkin kararları, üyelik görüşmelerine başlamanın önşartları arasındadır. Ancak, bu taleplerin yerine getirilmesi üyeliği güvence altına almamaktadır. Bu haksız talepler yerine getirilse bile, üyelik görüşmelerine Avrupa Birliği isterse başlanacaktır. Avrupa Birliği bu aşamada her an yeni koşul öne sürebilir. 

Avrupa Parlamentosu kararlarında en açık biçimiyle ifade edilen haksız talepler, üç-beş milletvekilinin rasgele istekleri değildir. Bunlar, Avrupa Birliği’nin bölgemize yönelik köklü politikalarının sonucudur. 

Avrupa Birliği, 1991 yılında Sovyet sisteminin çöküşünün ardından, Akdeniz, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’da hakimiyet kurma çabasına girdi. 
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırısında Avrupa Birliği’nin Filistin yandaşı bir tutum sergilemesinin nedeni, Avrupa Birliği’nin insan haklarına duyduğu saygı değil, 
bölgedeki uzun vadeli çıkarlarıdır. 

Avrupa Birliği’nin 1991 sonrasında Türkiye’yi yakından ilgilendiren üç ayrı stratejisi vardır. 

Birinci hedef, Akdeniz’in çevresindeki ülkeleri Avrupa Birliği’ne bağlamak, buraları denetim altına almaktır. Bu konudaki politikaları 1992 yılında yeniden 
biçimlendirildi ve 1995 yılında “Barselona Süreci” adı altında uygulamaya kondu. Buna göre, 2010 yılına kadar güney ve doğu Akdeniz’deki 12 ülke kendi 
aralarında ve Avrupa Birliği ile birlikte bir serbest ticaret bölgesi, veya diğer bir deyişle, açık pazar oluşturacaklardır. Avrupa Birliği, böylece, Roma İmparatorluğu’ndan beri ilk kez Akdeniz’i tamamiyle kendi denetimi altına almaktadır. Akdeniz yeniden, Romalıların deyişiyle, “mare nostrum” 
(bizim deniz) yapılmak istenmektedir. Bu kavramı, 1930’lu yıllarda Mussolini de sık sık kullanmıştır. Bu politika sayesinde, Avrupa Birliği, güneyini ve 
doğusunu kaplayan bir tampon bölge oluşturmaktadır. 

Bu tampon bölge aynı zamanda Avrupa Birliği için bir açık pazardır. Ayrıca, bu bölgelerin insangücü, Avrupa Birliği’nin ihtiyaçlarına göre eğitilecektir. 
Bölgenin doğal kaynakları da öncelikle Avrupa Birliği tarafından kullanılacaktır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, 
Avrupa Birliği’nin Akdeniz politikası açısından hayati önemdedir.

Güney Kıbrıs’ı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla kendisine katacak bir Avrupa Birliği, hem doğu Akdeniz’de, hem de Kafkaslar ve Orta Doğu bölgelerinde etkisini 
artıracaktır. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs ve Ege konularındaki talepleri, Yunanistan’ın Enosis ideali ile de uyumludur; ancak Avrupa Birliği’nin bu konulardaki 
ısrarının asıl nedeni Yunanistan’ın talepleri değil, Avrupa sermayesinin yayılmacı politikalarıdır. 

Avrupa Birliği’nin ikinci hedefi, Balkanlar bölgesinin de Avrupa Birliği’nin arka bahçesi haline getirilmesidir. Bu konudaki adım, 1999 yılında kabul edilen 
Güneydoğu Avrupa Paktı veya Balkan Paktı ile atılmıştır. ABD de bu bölgeyi Avrupa Birliği’ne bırakmıştır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’den Patrikhane ve Heybeliada Ruhban Okulu konularındaki talepleri yalnızca Yunan istekleri değil, Avrupa Birliği’nin Balkanlar politikasının önemli unsurlarıdır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ABD’nin hedeflerinden biri, Orta Doğu’da etkili olmaktı. Amerikalılar bu amaçla Anadolu’daki Ermenileri protestan yaparak etkileri altına almaya çalıştılar. 

Bu amaçla Anadolu’nun dört bir yanına yüzlerce misyoner okulu kurdular. Dini dış politikanın bir aracı olarak kullanmada önemli başarılar elde ettiler. 
Benzer bir uygulama, Sovyet sisteminin dağıtılmasında en zayıf halka olan Polonya’da uygulandı. Katolik kilisesinin başına Polonyalı bir papa getirilerek, 
kilisenin anti-komünist mücadeledeki gücü ve etkisi artırıldı. Balkanlar’da yaşayan halkların önemli bir bölümü hristiyan ortodokstur. 

Bu bölgede Avrupa Birliği ile Rusya arasında bir çıkar anlaşmazlığı söz konusudur. Yunanistan dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde ortodoks azdır; Yunan halkı ortodokstur. Ancak eğer Fener Rum Patrikhanesine Vatikan benzeri bir evrensel nitelik ( “ Ekümeniklik ” ) kazandırtılabilirse ve Heybeliada Ruhban Okulu yeniden açılıp özellikle Balkanlar için papaz görevli yetiştirebilirse, Avrupa Birliği’nin Balkanlar’daki gücü ve etkinliği daha da artacaktır. 

Bu iki konuda Avrupa Birliği’nin talepleri, Avrupa Birliği’nin özellikle Rusya’ya karşı Balkanlar’da hakim olma girişimlerinin unsurları arasındadır. 

Avrupa Birliği’nin üçüncü hedefi, Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olmaktır. Avrupa Birliği ülkelerinin sözde Ermeni soykırımı 
iddialarına sıcak bakmalarının birinci nedeni, özellikle Fransa’nın 1919 yılında Ermenileri kullanarak Anadolu’ya saldırması sonrasında çok sayıda Ermeni’nin 
Fransa’ya sığınmasıydı. Avrupa Parlamentosu’nun 1987 yılında bu konuda aldığı kararın temel nedeni buydu. Ancak Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 
ve özellikle de 28 Şubat 2002 kararlarının arkasında, yayılmacı hedefler yatmaktadır. 
Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımına ilişkin 28 Şubat 2002 kararı esasında Güney Kafkasya Kararıdır. 
Bu kararda, Balkanlar’da uygulanan politikaların benzerinin Azeybarcan, Ermenistan ve Gürcistan’dan oluşan Güney Kafkasya’da da uygulanması istenmektedir. 

Sözde Ermeni soykırımına ilişkin talep, 12 sayfalık bu uzun kararın yalnızca 15. maddesinde 7 satırlık bir bölümdür. 

Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’nin sözde Ermeni soykırımına ilişkin iddiaları ve talepleri, ortaya üç-beş milletvekili tarafından atılmış ve önemsiz konular değil, 
Avrupa Birliği’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki enerji kaynakları üzerinde etkili olma çabasının son derece önemli unsurlarıdır. 

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri önümüzdeki aylarda ilginç gelişmeler göstereceğe benzemektedir. Gelişmeler, TÜRK-İŞ’in 11 Aralık 2001 tarihinde 
yaptığı uyarıları haklı çıkarmaktadır. 


Türk-İş Dergisi, 
Şubat-Mart 2002 
Yıldırım Koç 
Genel Başkan Danışmanı 

***

24 Şubat 2016 Çarşamba

* GALEYANA GELMEMEK! *



* GALEYANA GELMEMEK! *
























Serdar Ant*
09 01 2009

 Ergenekon duruşmasında savunmasını yapan Doç. Dr. Emin Gürses'in şu iki saptaması özellikle dikkat çekici:

 * *

 *''Ben İhtilâlciyim… Kuvvetim olsa ihtilal yaparım.''*


 "Ergenekon operasyonu, Türk Silahlı Kuvvetlerini kışkırtma operasyonudur.TSK'ye darbe yapsın diye baskı yapıyorlar.
 'Teğmenleri aldım, orgeneralleri de aldım.' diyorlar. TSK galeyana gelmiyor. Bir yönüyle de TSK'yi toplumda
 küçük düşürmek istiyorlar."*
  * *

"Ergenekon davası" çerçevesinde bugüne kadar yapılan tutuklamalardan ve son gözaltılardan sonra Genelkurmay Başkanlığı'nın
 hâlâ sessiz kalmasını *galeyana gelememek* olarak değerlendirmek mümkün mü?


"Ergenekon davası" denilen şu hukuk rezaleti çerçevesinde tutuklanan ve gözaltına alınan komutanlara bir bakın:


 Eski Jandarma Genel Komutanı* E. Org. Şener Eruygur…*

 Eski Ege Ordu Komutanı* E. Org. Hurşit Tolon…*

 Eski MGK Genel Sekreteri* E. Org. Tuncer Kılınç…*

 Eski 2. Ordu Komutanı* E. Org. Kemal Yavuz… *



Şimdi söyleyin bakalım, TSK ve Genelkurmay bu tablo karşısında suskun kaldığı için mi *küçük düşer*, yoksa Emin Gürses'in iddia ettiği gibi bu
kışkırtmaya kapılıp tepki verdiği, galeyana geldiği zaman mı küçük düşer!

 Emin Gürses ve onun gibi düşünenlerin öncelikle açıklaması gereken şudur:


*TSK, neden Galeyana Gelmiyor?*


Türkiye'nin yurtseverleri, ulusalcıları, Atatürkçüleri bir bir tutuklanırken, suskun kalmak galeyana gelememek midir, yoksa bu tasfiye operasyonuna taraf olmak mıdır?



 Genelkurmay Başkanlığı, son operasyon için istenen izni bir saat içinde hemen veriyor! Galeyana gelmemek böyle mi oluyor?
  
 *Bugünkü TSK komuta heyeti, Ergenekon davasında taraftır! Çoğu yurtseverin söyleyemediği, söylemekten çekindiği GERÇEK budur!*

 Türkiye'de bir Saflaşma Yaşanıyor.

 Bir tarafta emperyalizmin, AB ve ABD'nin işbirlikçileri ve uzantıları var. Bu cephede Kürtçüler, şeriatçı gericiler, mandacılar, liboşlar, kısacası bütün Cumhuriyet düşmanları yer alıyor.

 Diğer tarafta da Kemalistler, yurtseverler, ulusalcılar, cumhuriyetçiler var.


  Bütün kurumlar içinde görüyoruz bu saflaşmayı… Basında, iş dünyasında, üniversitelerde, siyasette, sivil toplum örgütlerinde…


 Peki, *TSK bu saflaşmadan bağımsız mı? *Ordu içinde hiç mi emperyalizm işbirlikçisi, AB ve ABD hayranı komutan yok? Ordu bu
 saflaşmanın neresinde?


 "*Ergenekon davası*" çerçevesinde gözaltına alınan ve tutuklanan askerlerin ortak paydası *ABD ve AB'ye karşı olmaları*, emperyalizme karşı mesafeli bir
 çizgiyi savunmalarıdır! İşte bu nedenle, bugünkü TSK komuta heyeti bu kişilerin böyle bir hukuk rezaleti çerçevesinde gözaltına alınıp tutuklanmalarına ses çıkarmamakta, suskun kalmaktadır!

 Ortada, kışkırtmaya kapılmamak ve galeyana gelmemek gibi bir durum söz konusu değildir. Ortada, Türkiye'yi bölme, Atatürk'ün kurduğu Türkiye
 Cumhuriyeti'ni bir "*ılımlı İslam devleti*" haline getirme operasyonuna direnecek kişilerin, aydınların, lider pozisyonunda
 olanların tasfiye edilmesi ve cezalandırılması vardır!

 Bugünkü TSK komuta heyeti bu tablo karşısında suskun kalıyorsa, bu komutanlarımızın "* Terörist "* olarak itham edilmesi karşısında ses
 çıkarmıyorsa, bunun anlamı nedir? Galeyana gelememek mi?

 MGK Genel Sekreterliği yapmış olan Tuncer Kılınç mıdır "*terörist*"?
  
 PKK'ya karşı yıllarca savaşmış Kemal Yavuz mudur "* Terörist *"!

 Şener Eruygur, Hurşit Tolon! Bu komutanlarımız mıdır "*terörist*"!

 Bu komutanlarımız teröre karşı savaşmış kişiler,
 Cumhuriyet için hizmet etmiş askerlerdir! Bu komutanlarımızın hangisinin "Ağlama Duvarı" önünde çekilmiş fotoğrafı vardır? Hangisinin ABD tarafından takılan "Üstün Hizmet
 Madalyası" vardır?

 Bugün Genelkurmay Başkanı ya da herhangi bir yetkili asker çıksa ve bu gözaltına alınan ve tutuklanan komutanlarımıza yapılan muameleyi
 kınadıklarını açıklasa galeyana gelmiş, kışkırtılmış mı olur? Bir askeri yetkili bu tutuklamaların hukuka aykırı olduğunu söylese, hukuka müdahale
 etmiş mi olur? Başbakan değil miydi, "*ben
 Ergenekon savcısıyım*" diyen? Örneğin Genelkurmay Başkanı da bu tutuklanan generalleri savunsa, Başbakan'dan daha fazla mı hukuka müdahale etmiş
 olur?


 Ne acıdır ki, hâlâ gerçekleri görmemekte ısrar ediliyor. Sonra da deniliyor ki, "* Kuvvetim olsa ihtilal yaparım. "*

 * *

 *Hayır, Yapamazsın!*

* *

 Çünkü o ihtilal yapacağın kuvveti tasfiye ediyorlar!
 Cumhuriyet'in yıkımına direnecek olanları, Cumhuriyet'i savunacak olanları cezalandırıyorlar!


  Ve Genelkurmay hâlâ " * Galeyana Gelmiyor "*, " Kışkırtmalara Kapılmıyor*"!

  Ordu, seyirci, suskun ve destekçi…

  Türkiye Cumhuriyeti bu kadar kolay mı teslim olacaktı?

  1.7.2009

SERDAR  ANT

https://groups.google.com/forum/#!topic/turkculer/AVgBPysZl-8