ESED etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ESED etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2018 Pazartesi

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası




Oytun Orhan  11.09.2018

Ortadoğu Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Suriye Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan, Star Gazetesi’nden Fadime Özkan’a verdiği röportajda Tahran zirvesi sonrası Astana süreci ve İdlib’in geleceğini, Suriye’de Rusya, ABD ve İran gibi aktörlerin pozisyonlarını, Ankara –Şam işbirliği ihtimalini, Türkiye’nin Suriye’deki öncelikleri ve PKK/YPG ile mücadelesi başlıklarını değerlendirdi.

Rusya ve Esed rejimi İdlib’in dış çeperini bombalamaya başlamışken Tahran’da üçlü zirve de gerçekleşti. Zirvenin sonucu ne sizce? Ateşkes kararı çıkmadı ama Türkiye istediklerinin ne kadarını aldı?
Esasında Türkiye ve Rusya arasında bütün Astana zirveleri öncesinde teknik düzeyde görüşmeler zaten yapılıyor. Tahran zirvesi öncesinde de Rusya Savunma Bakanlığı ve ordusundan yetkililer Türk muhatapları ile Ankara’da görüşmeler gerçekleştirmişti. Suriye’de eğer bir bölgeye ilişkin askeri hareket yapılacaksa taraflar önceden nihai sınırlar konusunda anlaşmaya varıyor. Ancak İdlib konusunda anlaşıldığı kadarı ile bu tarz bir anlaşma henüz mevcut değil. Bu müzakere kapısının kapandığı anlamına gelmiyor.

KISMİ GÜÇ GÖSTERİSİ

Astana süreci kırılma noktasında mı?

Zirvenin toplanmış olması, bir sonraki zirvenin Rusya’da yapılacağının açıklanması tarafların Astana Süreci’ne halen şans verdiğinin işareti. Ancak son zirve artık tarafların Suriye’de işbirliği zemininin giderek zayıfladığını gösteriyor. Açıkçası Rusya ve İran tarafı belki de Türkiye’ye olan ihtiyacın artık eskisi kadar olmadığını düşünüyor ve İdlib ile birlikte görüş farklılıkları daha ön plana çıkıyor. Bu açıdan İdlib Astana sürecinin devamı açısından önemli bir test alanı olacak. Rusya Türkiye’nin sınırlarını görmek isteyecek. Türkiye de Rusya’ya Suriye’de halen kendisine ihtiyacı olduğunu, kendisi olmadan düzen kurmanın mümkün olmadığını göstermek isteyecektir. Dolayısıyla taraflar arasında İdlib üzerinden kısmi bir güç gösterisi olabilir. Her iki kanattan da askeri hamleler söz konusu olacaktır. Rusya hava saldırılarını artırabilir, Türkiye de muhalifler üzerinde uzun süredir ateşkese uymaları yönündeki baskısını kaldırır ve hatta İdlib’teki mevcut askeri varlığını artıracak bazı hamlelerde bulunabilir.

ABD, FIRSAT KOLLUYOR

BM Güvenlik Konseyi de Cuma günü İdlib konusunda toplandı. Bu gelişmeyi Tahran zirvesi açısından nasıl okumalıyız? ABD olayın akışını tamamen Astana sürecine ve garantör devletlere bırakmak istemiyor denebilir mi?
ABD en başından bu yana Astana sürecinden rahatsız zira Suriye konusunda kararlar üç garantör ülke olan Türkiye, Rusya ve İran tarafından alınıyor ve ABD’nin hiçbir inisiyatifi bulunmuyor. Dahası Astana’nın iki garantör ülkesi Rusya ve İran bölgede rekabet halinde olduğu iki aktör. Bu nedenle ABD uzunca bir süredir garantör ülkeler arasında çatlak yaşanması beklentisi içinde. Bu şekilde Suriye’de oyun alanının genişleyebileceğini düşünüyor. ABD’nin Suriye’deki rolü şu anda ülkenin doğusu ile sınırlı ancak geniş anlamda Suriye iç savaşı ve siyasi çözüm konusunda etkisi zayıf. İdlib meselesi ABD’ye bunu tersine çevirmek için bir fırsat sunabilir. Ancak bunun olabilmesi için öncelikle Suriye’de Türkiye-Rusya işbirliğinin sona ermesi gerekiyor. Bu iki aktör boşluk bırakmaz ise ABD’nin müdahil olma şansı zor gözüküyor.

KİMYASAL ABD İÇİN BİR SİLAH

Beyaz Saray “rejim bir kez daha kimyasal silah kullanırsa ABD hızlı ve sert cevap verecek dedi. Daha önce verilmeyen bu ceza neden şimdi verilmek isteniyor?
ABD’nin kimyasal silah kullanımı konusundaki hassasiyeti de tam bu noktada önem kazanıyor. ABD bir şekilde İdlib meselesine müdahil olmak istiyor ancak elindeki araçlar çok sınırlı. Kimyasal saldırı işte bu imkanı sunabilir.

İdlib’te kim, ne planlıyor tam olarak? Bütün olay ABD ve Rusya arasında mı geçecek?

İdlib’in geleceğini Rusya-ABD değil Türkiye-Rusya arasındaki müzakereler belirleyecek. Zaten İdlib konusunda da ABD ile Rusya çok farklı pozisyonda. ABD’nin İdlib hassasiyetinin temelinde iki nedenin yattığını düşünüyorum. Birincisi İdlib’in düşmesi halinde siyasi çözüm konusunda Rusya ve Esad rejimini zorlayacak hiçbir aracının kalmayacağını düşünüyor. Bu durum rejimin aşırı güçlenmesi ve Rus etkisinin pekişmesi anlamına gelecektir. Bunun dolaylı sonucu ise Suriye’nin kuzeydoğusundaki ABD nüfuz alanının daha büyük baskı altına girmesidir.

TÜRKİYE İÇİN RİSK NEDİR?

ABD ve Rusya, birbirlerinin Suriye’deki varlık alanlarını kabullendi mi yoksa çatışma riski var mı? Anlaşamadıkları noktalar ne? Ve tabii asıl Soru: Rusya ve ABD’nin Türkiye aleyhine uzlaşma ihtimali var mı?

Esasen ABD ve Rusya’nın Suriye konusunda bazı açılardan benzer pozisyona sahip olduğu görülüyor. Rusya ve ABD’nin Suriye’de anlaşması Türkiye açısından felaket senaryosu. Zira bölgesel güçler iki büyük gücün aralarındaki rekabetten faydalanarak kendi oyun alanlarını genişletebilir. Dolayısıyla iki büyük gücün anlaştığı bir ortamda Suriye’deki düzeni büyük ölçüde belirleyebilmeleri söz konusu olacaktır. Bu da bölgesel güçlerin etkisinin sınırlanması anlamına gelir. Ama Suriye’de ABD-Rusya anlaşmasının Türkiye açısından daha büyük bir riski söz konusu. Çünkü bu anlaşma büyük ihtimalle Suriye’nin iki büyük güç arasında nüfuz alanlarına bölünmesi ve paylaşılması temeline dayanacaktır. Bunun anlamı Suriye’de federal yapıya geçilmesi, Suriye’nin kuzeydoğusunda PKK kontrolündeki bölgenin siyasi statü kazanması ve iki büyük gücün Suriye’deki askeri varlıklarının, üslerinin kalıcı hale gelmesidir. Dolayısıyla Türkiye Ortadoğu’ya açılan kapısı Suriye sınırlarında terör koridoru, iki büyük gücün askeri varlığı ile yaşamak zorunda kalabilir.

RUSYA VE ABD ANLAŞIR MI?

Ancak ABD ve Rusya arasında her ne kadar güç paylaşımına dayalı bir anlayış olsa da görüş farklılıkları ağır basıyor. Her şeyden önce Rusya’nın Suriye’de bu denli güçlenmesini sağlayan iki bölgesel güç olan Türkiye ve İran’ı yanına alarak hareket etmesi sayesinde gerçekleşti. Daha da önemlisi Şam’ın onayı ile Suriye’de bulunuyor. Ancak ABD ile söz konusu temellerde anlaşması Rusya’nın bölgesel ittifaklarının sonu anlamına gelir ve bunu yapmak istese bile dikte ettiremez. Dolayısıyla Rusya ABD’nin Suriye’deki varlığı ile mücadele etmemeyi tercih edebilir ancak ABD ile federalizm temelinde anlaşamaz. 

SÜPER GÜÇ OLMA YOLUNDA

Rusya Suriye’de ne istiyor?

Rusya’nın Suriye’de birkaç tane önceliği var. Rusya Eylül 2015 tarihinde Suriye’ye müdahale ettiğinde ilk amacı Suriye rejimini ayakta tutmaktı. Rusya’nın Şam’a desteğinin arka planında birkaç neden söz konusuydu. Rusya’nın bu riskli hamlesi Suriye’de bütün dengeleri değiştirdi ve Moskova adına belki beklediğinin ötesinde kazanımlar sağladı. Artık Suriye, Rusya açısından elini güçlendiren bir koz değil doğrudan stratejik öneme sahip bir alan haline gelmiş durumda. Bunun en önemli nedeni Rusya’nın Tartus’ta deniz ve Lazkiye’de hava üslerinin 50 yıllık kullanım haklarını almış olmasıdır. Rusya bu anlaşmalardan sonra her iki üssün kapasitesini artırdı. Bu askeri üsler Rusya’yı Doğu Akdeniz’in en güçlü aktörü konumuna getirecektir. Rusya bu şekilde artık sadece kendi sınırları etrafına güç enjekte edebilen değil aynı zamanda bir süper gücün olması gerektiği şekilde sınırlarının ötesinde etki uygulayabilen bir aktör olmuştur. Bu açıdan Rusya’nın Suriye’deki varlığı onu yeniden süper güç konumuna doğru yaklaştırıyor. Rusya her şeyden önce bunu korumak istiyor ve bu Esad rejiminin ayakta kalması ile doğrudan bağlantılı. Rusya bununla bağlantılı olarak kendi etkisine açık şekilde bir Suriye ulusal ordusunun kurulmasını destekliyor.

RUSYA PAZARLIK GÜCÜ KAZANDI

Rusya ikinci olarak Suriye meselesini diğer devletlerle ilişkilerinde pazarlık aracına dönüştürebilmeyi başardı. Suriye meselesi ABD, Avrupa ve bölge ülkeleri için o kadar kritik bir konu haline geldi ki Suriye kaynaklı sıkıntılarını çözmek isteyen herkes Suriye’de karar alıcı haline gelen Rusya ile pazarlık etmek durumunda kaldı. Bu da Rusya’nın farklı alanlarda hem siyasi hem de ekonomik çıkar elde edebilmesine neden oldu.

Bunların dışında Rusya’nın özellikle İdlib kaynaklı tehdit algıları da var. İdlib’teki gruplar içinde çok sayıda Kafkas ve Orta Asya kökenli savaşçı yer alıyor. Rusya bu unsurların kaynak ülkelerine dönmeden Suriye topraklarında imha edilmesini istiyor. Üçüncüsü Selefi-Cihatçı hareketlerin güçlenmesinin kendi iç güvenliğini riske edebileceğini düşünüyor ve bu nedenle bu tarz hareketleri kendi topraklarına yaklaşmadan boğmak istiyor.

REJİM FEDERALİZME KARŞI

Rusya’nın Suriye rejimi üzerinde ne kadar etkili? 


İran ve Suriye ne istiyor peki, birbirleriyle nerede örtüşüp nerede ayrışıyorlar?
Rusya’nın pozisyonu Şam ve Tahran ile uyuşsa da Suriye’de federalizm konusunda farklı düşündükleri görülüyor. Rusya Suriye’de federalizme sıcak bakıyor ancak Suriye’deki önceliği bu değil ve şimdilik taraflar arasında sıkıntıya yol açmıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de kritik bir oyuncu olsa da her istediğini Şam’a dikte ettirecek bir gücü bulunmuyor. Hatta birçok zaman Rusya’nın Şam’ın isteklerine göre pozisyonunu değiştirmesi gerekebiliyor. Örneğin ilk Astana toplantısı sonrası Rusya’nın sunduğu anayasa taslağı sadece Türkiye değil aynı zamanda Şam’ın da itirazları nedeniyle gündemden düşürüldü. Zira bu taslakta özerlikten bahsediliyordu ve Suriye bundan çok rahatsız oldu.

RUSYA VE İRAN RAKİPTİR

Rusya ile İran arasında da Suriye’de artan rekabetin işaretleri görülmeye başlandı. Ancak bu farklılığı tarafların işbirliğini sonlandırmasına neden olacak bir çatlak olarak görmemek gerekir. İran Suriye’de kendi etki alanını Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden ihraç ettiği Şii milis güçler üzerinden kuruyor. Bu gruplar doğrudan İran yönlendirmesi ile hareket ediyor ve Suriye’nin güvenlik yapılanmasının bu güçler üzerine inşa edilmesi Rusya’nın ulusal ordu projesi ile ters düşüyor. Buradan kaynaklı bir rekabet söz konusu. Esasen işin özünde iç savaş sonrası Suriye’de kim daha fazla etkili olacak rekabeti yatıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de büyük karar alıcı gibi gözükse de İran sahada ve Suriye’nin kılcal damarlarına daha fazla nüfuz edebilmeyi başarıyor. Bu Rusya’da kaygı yaratıyor ve son dönemde Dera operasyonuna İranlı milislerin dahil edilmemesi ve İsrail sınırından 80 km. içeri çekilmeleri olayında olduğu gibi Rusya’nın İran etkisini dengelemeye çalıştığı örnekler söz konusu. İdlib meselesi de bunlardan biri. Dikkat edilecek olursak tartışılan İdlib operasyonunda İranlı milislerin rolünden bahsedilmiyor. Rusya kendisinin belirleyici askeri güç olduğu bir ortamda sahanın İran tarafından domine edilmesini istemiyor.

KİM NE İSTİYOR?

Türkiye’nin İdlib planı ne tam olarak? 

Rusya ile Türkiye İdlib konusunda anlaştı mı, hangi çerçevede anlaştı?
Rusya ve rejim ülkenin diğer çatışmasızlık bölgelerindeki tahliyeler sonucunda sivil halk ve silahlı grupları İdlib’e yönlendirmişti. Bunun sonucunda İdlib’te yani Türkiye’nin sınırlarında sivil nüfus sayısı 3,5 milyona ulaştı ve on binlerce de muhalif savaşçı yer alıyor. Astana’nın garantör ülkeleri radikal ve ılımlı unsurların ayrıştırılması, ılımlılar ile siyasi çözüme varılması ve radikallerin elimine edilmesi konusunda anlaşmıştı. İdlib’te gerçekten de radikal örgütler bulunuyor. El-Kaide’nin türevi olan HTŞ yapılanması güçlü bir konumda. Ancak bunun yanı sıra Astana’nın da parçası olan, Türkiye’nin desteklediği ılımlı muhalif gruplar çoğunlukta. Rusya ve rejim radikallerin varlığını öne sürerek İdlib’e askeri müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Türkiye bölgedeki radikallerin varlığını kabul ediyor ve mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak farklı bir metod öneriyor. Zira Rusya’nın metodu Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası yaşanması, radikal unsurların Türkiye’ye sızması riskini içeriyor. Türkiye İdlib’te radikal ve ılımlıların zaman içinde daha fazla ayrıştığı, ılımlı kampın giderek güçlendiği ve radikallerin zayıflatıldığı bir yöntem öneriyor. Bu konuda da uzunca bir süredir çaba sarf edildi ve mesafe de kat edildi. Ancak bu yöntemin başarı üretmesi için daha fazla zamana ihtiyaç var. Bunun için Türkiye İdlib’in çatışmasızlık bölgesi olarak kalmasını istiyor.

BELİRLEYİCİ GÜÇ RUSYA

Moskova, Tahran ve Şam ne istiyor?

Ancak Tahran zirvesindeki tartışmalar Rusya ve rejimin İdlib’te radikal varlığını öne sürerek askeri müdahale konusunda kararlı olduğunu gösteriyor. Esasen rejim açısından bakıldığında İdlib’teki bütün silahlı unsurlar terör örgütü olarak görülüyor. Ancak Rusya desteği olmadan İdlib’e adım atamayacağının farkında. O nedenle Rusya’nın tavrı belirleyici olacak. Rusya’nın önünde iki alternatif bulunuyor. Rusya, farklı alanlarda Türkiye ile arasında sürdürdüğü işbirliğini korumak adına İdlib’te Türkiye’nin hassasiyetlerini göze alır ve İdlib’te Türkiye’nin sunduğu çözüm planına zaman tanır. Tersi durumda “teröristler var” argümanı üzerinden her türlü sonuca katlanarak İdlib’e askeri operasyon seçeneğini kullanır.

RUSYA ŞU AN TEST EDİYOR

Sizce Ne yapar?

Ben Rusya’nın İdlib’te şimdilik bir test yaptığını düşünüyorum. Askeri operasyon konusunda ciddi ancak bir yandan da Türkiye ve dünyanın tepkisinin ne olacağını görmeye çalışıyor. Rusya sınırları zorlayacak ve üstesinden gelebileceğini düşündüğü noktada operasyonlara devam edecektir. Ancak askeri seçeneği kullanması durumunda Türkiye’nin de Rusya’ya sınırlarını göstermeye çalışacağını düşünüyorum.

İDLİB TÜRKİYE İÇİN HAYATİ

Avantaj ve dezavantaj durumları nasıl?

Rusya bugüne kadarki askeri başarılarını bir düzeye kadar Astana süreci sayesinde elde etti. Türkiye İdlib’te Doğu Guta ve Dera senaryosunun tekrarlanmasının mümkün olmadığını ya da aşırı maliyetli olacağını gösterebilir. Dolayısıyla taraflar İdlib üzerinden yeni bir güç testine girebilir. Bu rekabetin sonucu İdlib’in kaderini ve İdlib’in kaderi de Suriye iç savaşının nasıl sonuçlanacağını belirleyecektir. Türkiye’nin bu noktada avantajları coğrafya, muhalifleri yönlendirebilme gücü, İdlib kamuoyu üzerinde sahip olduğu etki, İdlib içinde sınırlı da olsa caydırıcı olabilecek askeri varlığı ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin İdlib sorununu hayati olarak görmesi ve bedel ödeme kapasitesinin yüksek olması.

KİMYASAL SİLAH SİVİLLERİ GÖÇE ZORLAMAK İÇİN.,

Kimyasal silah tehdidinden bahsediliyor sıkça. Taraflar birbirini itham ediyor. Gerçek mi bu tehdit, kim kime karşı kullanabilir?
Suriye iç savaşı sırasında kimyasal silah daha önce defalarca kullanıldı dolayısıyla bu tehdit son derece gerçek. Bu saldırılarda hedef her zaman muhaliflerin kontrol ettiği bölgeler ve buradaki siviller olmuştu. ABD daha önceki kimyasal silah saldırılarda bir daha bu yola başvurmaması için rejim hedeflerine saldırı gerçekleştirmişti. İdlib operasyonu gündeme geldiğinde kimyasal saldırı ihtimali yeniden tartışılmaya başlandı. Bunun en önemli nedeni İdlib’teki sivil nüfus ve savaşçı sayısının çok fazla olması. Suriye bu denli nüfus yoğunluğu olan bir bölgede askeri operasyon düzenlemenin zorluğunun farkında. Kimyasal saldırıların önemi de bu noktada ortaya çıkıyor. Kimyasal silah saldırılarının esas amacı siviller arasında korku ortamı yaratarak kitlesel göçe zorlamak. Eğer ABD kimyasal silah kullanımı konusunda kırmızıçizgi çekmemiş olsaydı Suriye’nin İdlib’te bu seçeneği kullanması yüksek olasılıktı. Ancak ABD ve Fransa İdlib operasyonuna karşı olduklarını açıklamanın yanı sıra kimyasal silah kullanılırsa askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Dolayısıyla rejimin böyle bir ortamda ABD ve Batı’yı İdlib çatışmasının içine çekecek şekilde bir kimyasal saldırı girişiminde bulunmasını düşük olasılık görüyorum.
Ancak devletler her zaman rasyonel hareket etmeyebilir ve Şam askeri olarak sıkıştığını düşündüğü bir noktada bu yola başvurabilir. Rusya böyle bir saldırı olursa suçun muhaliflere atılması için önceden hamlede bulundu ve muhaliflerin Batı müdahalesini sağlamak için kimyasal saldırı gerçekleştireceğine ilişkin kanıt olduğunu ve bunları BM’ye sunduklarını açıkladı. Ancak İdlib’te kimyasal saldırı olursa bunu muhaliflerin yaptığına dünyada hiç kimsenin inanmayacağını düşünüyorum.

REJİM RUSYA VE İRAN SAYESİNDE AYAKTA

Gitti gidecek gitmeli sarkacında geçen altı yıl içinde Esed yerini bilakis sağlamlaştırmış görünüyor. Suriye’nin geleceğinde de olacak mı? Siyasi çözüm hala mümkün mü?

Esad rejimi bir açıdan giderek zemin kazanıyor ancak bu askeri zaferlerin çok büyük bir maliyeti de söz konusu. Şam son birkaç yılda elde ettiği başarıları büyük ölçüde İran’ın savaşçı ve Rusya’nın hava desteği sayesinde elde etti. Bunun iki önemli sonucu oldu. Şam hava sahası Rusya’nın kontrolüne geçti ve Rusya imzaladığı anlaşmalar ile Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyısında iki önemli askeri üssün en az 50 yıllık kullanım hakkını aldı. Diğer taraftan Şam’ın merkezi ordusu aşırı zayıfladı ve İran’ın desteklediği milis gruplar sahayı kontrol eder hale geldi. Rusya ve İran Suriye rejimini ayakta tutmak için bir bedel ödediler ve tabii ki bu bedelin karşılığını almak isteyeceklerdir. Şam açısından bu durumun maliyeti dış güçlerin etkisine, yönlendirmesine aşırı açık bir yönetim. Hatta bazı açılardan ülkesindeki egemenliğini başka aktörlerle paylaşmak durumunda kalan bir Şam olacak. Ama sonuçta büyük resme baktığınızda Suriye’nin geleceğinde rejim en güçlü aktör olarak kalacaktır. Suriye krizi için siyasi çözüm aşamasına gelindiğinde doğal olarak büyük oranda askeri sahada zaferi elde eden tarafın beklentilerine uygun bir çözüm modeli üzerinde uzlaşma sağlanacaktır.

ANKARA VE ŞAM GÖRÜŞMELİ Mİ?

Ankara-Şam ilişkisi Türkiye’nin selameti için şart mı?

Türkiye kamuoyunda uzunca bir süredir “Suriye rejimi ile doğrudan irtibat kurulmalı” şeklinde bir tartışma yürütülmekte. Bu açıdan üç temel görüşün öne çıktığı görülüyor. Birinci görüşe göre Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması konusunda ittifak yapabileceğimiz tek aktör Şam’dır ve ancak böyle bir işbirliği ABD eliyle kurulan PKK devletinin önüne geçebilir. İkinci görüş ise Rusya elinde kukla konumuna düşmüş ve Türkiye’ye hiçbir şey sunma imkanı olmayan zayıf Esad yönetimi ile görüşmektense gerçek patron konumundaki Rusya ile koordinasyon sağlanarak Türkiye’nin istediklerini elde edebileceğini savunmaktadır. Bu görüşü savunan kesim Türkiye’nin Astana süreci ile beraber zaten bunu yaptığını belirtmektedir. Üçüncü görüş ise Türkiye’nin Rusya ve İran üzerinden dolaylı şekilde Suriye ile irtibat kurmasının dahi yanlış olduğunu savunmaktadır. Her üç görüşün kendi içinde tutarlı, insani tarafları olmakla birlikte en azından üçüncü görüşün mevcut siyasi ve askeri gerçekler açısından uygulanabilir olmadığı ortada.

MUHALİFLER ÖNEMLİ BİR KOZ

Diğer iki görüşü değerlendirir misiniz?

Birinci görüş Türkiye’nin Suriye’deki tek önceliğinin toprak bütünlüğünün korunması, PKK/YPG’nin varlığının sona erdirilmesi olduğu düşüncesine dayanıyor. Ancak bu doğru değil. Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele olmakla birlikte tek önceliği değil. Türkiye aynı zamanda mülteciler meselesine çözüm bulmak istiyor, Suriye’de muhaliflerin kabul edebileceği bir siyasi çözüme ulaşılmasını destekliyor. Türkiye’nin Suriye krizinden başından bu yana uygulamış olduğu politika, geliştirmiş olduğu bir söylem ve daha önemlisi Suriye sahasında kurmuş olduğu ittifaklar söz konusu. Dolayısıyla Türkiye bir anda hiçbir şey olmamış gibi Şam ile irtibata geçemez, geçerse bunun maliyetleri olur. Türkiye’yi şu anda Suriye krizinde etkili kılan en önemli kart muhalifler ve Suriye halkının önemli bir kısmı üzerinde sahip olduğu etkidir. Şam ile ilişki kurulması bu etkiyi ortadan kaldıracaktır. Karşılıklı bu denli güven bunalımının olduğu ve YPG/PKK ile mücadele konusunda sizinle samimi olarak mücadele edeceğinden emin olamadığınız bir aktöre karşı elinizdeki tüm kartları açamazsınız.

ŞAM İLE NE ZAMAN NE ŞARTLA?

Diğer taraftan “Suriye ile irtibat kurulmamalı zaten Rusya üzerinden istediğimizi alıyoruz” argümanını savunan kesimin de yine yanlış bir kabul üzerinden hareket ettiğini düşünüyorum. O yanlış kabul de Esad rejiminin Rusya elinde bir kukla olduğu ve gerçek bir aktör olmadığıdır. İç savaş boyunca Şam’ın Rusya ve İran’a bağımlılığı aşırı artsa da halen bir aktördür ve size PKK ile mücadelede sunabileceği şeyler vardır. Diğer taraftan söz konusu olan Suriye’nin bütünlüğü ise Türkiye’nin Şam dışında güvenebileceği başka bir aktör olmadığı da ortada. Şam doğal olarak egemenliğini yeniden Suriye topraklarının tamamında tesis etmek istiyor. Bu Türkiye açısından bir fırsat olarak görülebilir ve uygun şartlar oluştuğunda bu konuda ittifak olabilir.
Suriye konusunda istediklerimizi Rusya üzerinden alıyoruz argümanının da son Tahran zirvesi ile zayıfladığını söylemek mümkün. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile işbirliği sınırlarına ulaşmaya başladı. Hele ki Suriye’de federalizm ve PYD ile ilişkiler söz konusu olduğunda Batı’dan çok da farklı düşünmeyen bir Rusya’dan Suriye’nin toprak bütünlüğü ve PKK ile mücadele konusunda ne elde edebileceğiniz şüpheli. 

REJİMİN YAPMASI GEREKENLER VAR

Bütün bu değerlendirmeden sonra siz ne öneriyorsunuz?

Öncelikle Şam ile irtibat meselesinin bir seçenek olarak tartışılmasını sağlıklı bulduğumu söylemeliyim. İfade ettiğim üzere Suriye meselesine salt PKK ile mücadele perspektifinden bakıldığında Şam ile irtibatın Türkiye’nin elini güçlendireceğini düşünüyorum. Ancak ifade ettiğim sınırlamalar dolayısıyla bu sürecin ertelenmesi ya da arka planda yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin Suriye’de PKK ile mücadelede başarı sağlamak için de öncelikle siyasi çözümü başarması gerekiyor. Siyasi çözüme ulaşıldıktan sonra Şam ile zaten çok geniş bir işbirliği alanı doğacaktır. Ancak öncelikle rejim ile muhalifler arasındaki çelişkinin sona erdirilmesi ve Şam’ın da ilgisi, dikkat ve kaynaklarını Suriye’nin doğusuna yönlendirmesi için zemin hazırlanması gerekmektedir.

İDLİB TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK SINIRI

Türkiye’nin desteklediği, Afrin ve El-Bab operasyonlarında birlikte hareket ettiği muhalifler Suriye’nin geleceğinde olabilecek mi bu denklemde? Nasıl olacak?

Şu anda Suriye’nin kaderini askeri çatışmalar belirliyor olsa da en nihayetinde kriz siyasi yollarla çözülecektir. Nihai askeri tablo bize Suriyeli muhaliflerin Suriye’nin siyasi geleceğinde ne derece var olacakları konusunda fikir verecek. İşte İdlib bu açıdan kritik önemde. İdlib tüm silahlı muhaliflerin toplandığı ve kontrol etmeyi başardıkları tek vilayet konumunda. İdlib’teki muhaliflerin elimine edildiği, İdlib’in rejim kontrolüne geçtiği bir senaryo Suriye’nin geleceğinde muhaliflerin neredeyse hiçbir rolünün olmaması anlamına gelir. Hatta böyle bir durumda rejimin karşısında müzakere edecek muhalif de kalmayacaktır. Suriye dışındaki siyasal muhalefetin siyasi çözüm masasındaki etkisi büyük oranda muhaliflerin sahadaki gücüne dayanıyor. Bunun olmadığı bir ortamda rejim 2012 Anayasası’nda ufak bazı değişiklikler yaparak yoluna devam edecektir. Dolayısıyla sorunuzun yanıtı İdlib savaşının nasıl sonuçlanacağının yanıtında gizli.
İdlib’i düşürmeyi başarmış bir rejimin sonraki hedefinin Afrin ve el-Bab olacağını tahmin etmek zor değil. Bu bölgelerde Türk askeri varlığı olmasa İdlib’e nazaran çok kolay biçimde rejimin kontrolüne geçer. Ancak İdlib’te yenilgiye uğramış bir Türkiye’nin de bu bölgelerde direnme gücü azalır. İşte bu nedenle de İdlib Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye Rusya ve rejime İdlib’te sınır çekemezse kendi bölgelerinin hedef olacağını biliyor.

İDLİB DÜŞERSE EL-BAB VE AFRİN HEDEF OLUR

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla Suriye sınırımızın batısı PKK-PYD’den temizlendi ama doğusu hala PKK elinde. İdlib’deki gelişmeler Suriye’nin doğusu ve batısı açısından ne tür riskler imkanlar taşıyor?

Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele yani Fırat’ın doğusundaki YPG varlığını ortadan kaldırmak. Türkiye kamuoyunda birçok kesim “Suriye iç savaşı bizim meselemiz değil o nedenle İdlib’e neden bu kadar önem veriyoruz” şeklinde bir düşünceyi savunuyor. Hatta Suriye’de PKK ile mücadele açısından İdlib’in rejime bırakılması ve birlikte Suriye’nin doğusuna odaklanılması gerektiği savunuluyor. Benim görüşüme göre İdlib’i kaybeden bir Türkiye’nin Suriye’nin doğusu konusunda da eli çok zayıflar. İdlib’i ele geçiren rejim bir sonraki aşamada sizinle birlikte Fırat’ın doğusuna değil öncelikle Afrin ve el-Bab üzerine yoğunlaşır. Ancak İdlib meselesinin Türkiye ve muhaliflerin de istediği bir çerçevede çözülmesi Suriye’nin doğusu konusunda gerçek anlamda Şam ile Ankara işbirliğinin önünü açabilir. Türkiye’nin Suriye masasında güçlü olması gerekiyor ki Fırat’ın doğusu konusunda da rol oynayabilsin. Bunun da ön şartı İdlib’i ayakta tutmak ve Suriye’de Türkiye’siz bir çözümün mümkün olmadığını göstermekten geçmektedir.

SURİYE DOĞU FIRAT’I PKK’YA BIRAKIR MI?

Enerji ve su kaynakları halihazırda Suriye’nin kuzey doğusunda. Bu durum nasıl etkiler süreci, Esed ile YPG -dolayısıyla ABD- anlaşmasını mı? Esed ile PKK anlaşması Rusya buna göz yumar mı?

YPG ve ABD’nin birlikte kontrol ettiği bölge Suriye topraklarının yaklaşık dörtte biri ancak doğal kaynaklarının yaklaşık yüzde 60’ını barındıran bir alan. Suriye her ne kadar iç savaşı kazansa bile kendi ayakları üzerinde durabilen bir güce ulaşması için bu bölgeleri geri alması hayati önemde. Yani ABD ile Rusya anlaşsa bile Şam bu bölgeleri geri alabilmek adına her yolu deneyecektir. Zaten tam da bu nedenle Şam ile YPG arasında sürdürülen müzakereler hep sonuçsuz kalıyor. Rejimin YPG’ye verebileceği tavizler ile YPG’nin maksimalist talepleri arasındaki makas çok açık ve bu boşluğun doldurulması çok zor. Ancak son hafta içinde Türkiye kamuoyunda çok fazla tartışılmasa da ABD’den çok kritik açıklamalar geldi. ABD’nin yeni atanan Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ABD’nin Suriye’de siyasi çözüm olana ve İran ülkeden çıkarılana kadar Suriye’de kalmaya devam edeceğini belirtti. Yine ABD basınında ABD’nin Suriye’de kalması konusunda Trump’un ikna edildiği haberleri yansıdı. Bölgedeki kalıcı ABD varlığı denklemi değiştiriyor. Rusya’nın da ABD alanlarına göz yumabileceği ve YPG’ye siyasi statü kazandırmak istediği düşünüldüğünde Suriye’nin ve Türkiye’nin işi zorlaşıyor. Ancak şunu söylemek gerekir. YPG bölgeleri eğer yasal statü kazanacaksa bu sadece ABD koruması ile değil ancak Şam ile anlaşarak mümkün olabilir. İşte ABD bu noktada Rusya üzerinden YPG’nin rejimle anlaşması yolunu destekleyebilir. Ancak yine de Şam’ın ABD ve Rusya’nın istediği çerçevede bir anlaşmaya yanaşması zor. İşler bu noktaya geldiğinde de Irak’ta bağımsızlık refernadumu sonrası görülen bölgesel işbirliğinin zemini daha güçlenmiş olacaktır.

Bu Röportajın Orijinali 10 Eylül 2018 tarihinde Star Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/tr/tahran-zirvesi-sonrasi-suriye-idlib-ve-turkiyenin-politikasi/

***

14 Şubat 2018 Çarşamba

Afrin Harekatı ve Türkiye’yi bekleyenler


Afrin Harekatı ve Türkiye’yi bekleyenler..

Prof.Dr.Sait Yılmaz

Afrin bölgesinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) tarafından başlatılan Zeytin Dalı Harekâtı 11’inci gününü tamamlarken, bölgedeki siyasi ve askeri dengelerin değişme emareleri göstermesi yeni senaryoları da gündeme taşıyor. Afrin bölgesindeki gelişmeleri, İdlib bölgesindeki bazı gelişmeler ile birlikte paralel izleme gereği ortaya çıkıyor. Suriye’deki taraflar sürekli politikalarını gözden geçiriyor, yeni ittifak olasılıkları ortaya çıkarken çatışmaların sürpriz bir şekilde tırmanarak, büyüme ihtimali de var. Bu nedenle, içinde bulunulan resmi iyi okumak, sonraki adımları görerek, tedbir almak zorundayız. Bu makalede de konu ile ilgili öngörülerde bulunmaya çalışacağız.
            Rusya Federasyonu (RF) ve Suriye (Esat) Rejimi;
            Rusya'nın Afrin için hava sahasını açması ve askerlerini Tel-Rifat'a çekmesi, harekâtın
daha elverişli şartlarda yapılmasına imkân sağlamıştır. Rusya’nın Afrin harekâtı için Türkiye’ye verdiği desteğin arkasında üç beklenti var;

(1) ABD’ye yanaşan Kürtleri terbiye etmek,
(2) Türkiye’yi ABD’den daha fazla uzaklaştırmak,
(3) İdlib’in temizlenmesi için Türkiye’nin daha çok gayret etmesi.
            Rusya ve Suriye hükümeti iki konuda sıkıntıdadır;
(1) Kürtler; RF, Kürt kartını ABD’nin elinde almak istiyor. RF’nin Kürtlere yönelik Soçi’deki görüşmelere çağırma ve “otonomi için Türkiye’yi ikna ettim” sözleri YPG/PKK için yeterli olmadı. YPG/PKK, “otonomi alana kadar ABD askeri var olmaya devam etsin” düşüncesinde.
            (2) Türkiye; Astana Süreci ile Türkiye’ye ateşkesi sağlama garantörlüğü verilmiş olsa da asıl beklenti, İdlib bölgesini Sünni cihatçılardan temizlemesi idi. Ruslara göre; Türkiye, İdlib ile ilgili verdiği sözleri yerine getirmedi, hızlı adımlar atmadı, Sünni İslamcı gruplar ile işbirliğine devam ediyor.
            Rusya ve Esat rejimi, ABD ile arasını bozacağından Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki Münbiç’e harekât yapmasını destekliyor. Ama bu bölgelerin nihayetinde Suriye rejimine devrini de bekliyor. Aksi takdirde yani RF ve Esat rejimi ile İdlib’te yaşanan çelişkili durum Afrin’de de devam ederse Esat rejimi ile sıcak çatışmalar gündeme gelebilir. Rusya’da bu sene başkanlık seçimleri olduğunda seçimlere kadar Türkiye’yi yanlarında tutmak, Suriye’de sağladıkları hâkim konumu sürdürmek istiyorlar.
Ancak, Ruslar beklentileri ile ilgili şu üç konuda Türkiye’ye baskı yapıyorlar;
            (1) ÖSO ve diğer Sünni cihatçılar ile yolların ayrılması,
(2) İdlib’in temizlenmesi,
(3) Barış Süreci kapsamında Kürtlerin de tatmin edilmesi.
            İdlib’te neler oluyor?
            Türkiye, başta Heyeti Tahriri Şam (HTŞ; Eski El Nusra) ve ÖSO olmak üzere Sünni cihatçılar ile flörte devam ediyor. Türkiye’nin İdlib’te yaptıkları ciddi şüpheler uyandırıyor. Bir yandan Ruslar ve Esat bölgeyi temizlemek için gayret ederken, Türk tankları HTŞ ile birlikte Halep yakınlarında durduruluyor.
Sünni Grupların temsilcisi Suriye Müzakere Grubu (SNC[1]) Soçi’de 29-30 Ocak 2018’de yapılan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi görüşmelere katılmadı. Bu durum, SNC üzerinde Türkiye’nin etkisinin kalmadığı ve bu etkinin ABD ve Suudi Arabistan’a geçtiği şeklinde değerlendiriliyor. Özetle barış görüşmeleri için çok önemli olan SNC çatı grubu Türkiye’yi dinlemiyor. Türkiye, Soçi’de sadece kendine yakın grupları temsil etti.
            Suriye rejimi, RF ve İran; İdlib’te inisiyatif almak, bölgeyi Sünni cihatçılardan temizlemek, kısaca ülke bütünlüğü istiyor. Türkiye ise bölgeyi temizlemediği gibi bu örgütlerle işbirliği yapıyor. Bu durumda, “Türkiye’nin İdlib ve dolayısı ile Afrin’de niyeti ne?” sorusu ortaya çıkıyor.
            Türkiye, Afrin harekâtının hedefini YPG/PKK varlığını yok etmek ve Suriyeli göçmenlerin dönüşünü sağlamak olarak açıklamıştı. Arap dünyası, Türkiye’nin İdlib’ten Fırat’a bir Sünni kuşak oluşturarak, 3.5 milyon Suriyeli göçmeni buraya doldurmayı planladığını düşünüyor[2].
Bazı kaynaklar, Türkiye’nin kimlik politikasının yarı bağımsız devletlerin bir araya geldiği bir federalizmi ve müteakiben Bosna modelini içerdiğini öngörüyor[3].
            Afrin’deki harekatın geleceği..
Türkiye, bölgede 30 Km. derinliğinde bir tampon bölge oluşturulacağını açıklamıştı. Kuzeydeki cepheye ilaveten, doğu ve batı cepheleri de açılmış (Harita), Afrin şehri kuşatılmıştır. Bölgede terörist temizliği devam etmektedir.

Harita: Afrin Harekâtı (25 Ocak 2018)

Zeytin Dalı Harekâtı’nın 11. gününde harekâtın başlangıcından itibaren Afrin’in 5 beldesinde toplam 18 köy, 1 köy altı yerleşim yeri, 5 stratejik dağ ve tepe olmak üzere toplamda 24 nokta terör örgütünden temizlenmiş oldu.
            Rus uzmanlar, Türkiye'nin Suriye'nin kuzeybatısında yürüttüğü Zeytin Dalı Harekâtı’na iyi hazırlanmadığını, bu yüzden sahada sıkıştığını ileri sürüyor. BDT Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve askeri uzman Vladimir Yevseyev, bölgede taarruz etmeye yetecek sayıda Türk birliğinin olmadığını, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinin ise savaşacak durumda olmadıklarını savundu. Yevseyev, ÖSO'nun değil de TSK'nın Afrin'e ilerleyebilmesi için en az 2,5 katı kadar daha askere sahip olması gerektiğini, fakat böyle bir birliğin oluşturulmadığını iddia etmektedir[4].
            Türkiye’nin Afrin’de yanına çektiği 25 bin kadar sivil savaşçı; eski El Kaidecileri, Selefi cihatçılar, Müslüman Kardeşler gibi bazı İslamcı gruplar, paralı askerler ve gönüllülerden oluşuyor. Afrin harekâtına Türkiye yanında katılan vekil savaşçılar şunlar[5]; (1) Feylak el-Şam, (2) Ceyş el-Nasr, (3) Cebhat el-Şamiya, (4) Nureddin Zengi Tugayları, (5) El Caber grubu, (6) Sultan Murat Tugayı, (7) Semerkand Tugayı, (8) Muntasir Billah Tugayı, (9) Fatih Sultan Mehmet Tugayı, (10) Hamza Bölüğü, (11) Kuzey Fırtınası, (12) Türkistan İslamcı Partisi, (13) Selahaddin Tugayı.
Türkiye, Suriye’den başka Libya’da kendine yakın Sünni grupları destekliyor. Katar ve Sudan üzerindeki etkisi ile de Ortadoğu’da etkin bir aktör olmaya çalışıyor. Yani genel kanaate göre; Sünni İslami hedefler Türk dış politikasına yön vermeye devam ediyor[6].
            ABD, Suriye’de konumunu güçlendiriyor..
            ABD Dışişleri Bakanlığı Suriye’de IŞİD tehlikesi ortadan kalkmış olmasına rağmen askeri varlık bulundurmaya devam etmelerinin gerekçelerini şöyle açıklıyor[7];
            (1) Esat’ın gitmesi gerektiği.
            (2) İran’ın Suriye ve Irak’taki faaliyetlerinin önlenmesi.
            (3) İsrail’in güvenliği.
            ABD Dışişleri, bu hedeflerinin Türkiye ile vekilli savaşçılar arasında da olsa bir askeri çatışmaya yol açabileceğini kabul ediyor ama hala Suriye’nin geleceği için işbirliğinden bahsediyor.
            YPG/PKK içinde adam başına 350 dolar veren ABD, Kürtlerden sonra Suudi Arabistan’ın desteği ile Sünni grupları da yanına çekiyor. Fırat Kalkanı’na katılan bazı ÖSO liderleri ABD ile de görüşüyor.
            Türkiye ile ABD’nin arasının düzelmesi Trump yönetiminin Kürt kartını oynamaktan vazgeçmesine bağlı. Ancak, bu kolay değil. ABD’nin Suriyeli Kürtleri destekleme nedenleri şu şekilde değerlendiriliyor[8];
            - Eylül 2014’den itibaren eğit-donat faaliyetleri ile kendine çalışacak muhalif grup yetiştirmek için para harcayan ABD, kendine sahada Kürtlerden başka müttefik bulamadı.
            - YPG/PKK’nın kendileri için seçtiği kuzey bölgeyi IŞİD’a karşı savunmakta dirençli olmaları ve ABD tarafından güvenilir ortak olarak görülmeleri.
            - Türkiye’nin Sünni radikal İslamcı gruplarla ilişkileri nedeni ile yolların ayrılması.
            - YPG/PKK’nın IŞİD ile savaşta gönüllü olmaları ve ABD desteği istemeleri.
            - Arap Baharı ile birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’da Sünni hamiliğine soyunması, Müslüman Kardeşler ve benzeri örgütlerle ilişkilerinin ABD’de yarattığı şüpheler.
            - Rusya’nın Suriye’ye gelmesi ile ABD’nin barış masasında etkili olabilmek için kendine sahada müttefik arayışı.
            - Kürtlerle, Ortadoğu ülkelerine örnek olacak çeşitli etnik grupların içinde yer aldığı mezhepçi olmayan, laik, eşitlikçi bir model hükümet kurmak.
            Sonuç; Türkiye ne Yapmalı?
Türkiye’nin Afrin ve İdlib’teki askeri harekâtı Rusya, İran ve Esat rejimi ile Fırat’ın doğusuna yönelik harekâtı ise ABD ile ilişkilerini test edecektir.
            Rusya, Kürt piyonu ile Türkiye’ye istediklerini yaptırıyor, Kürtler üzerinden Türkiye’nin hamleleri kontrol ediliyor.
            ABD ise Türkiye’nin Münbiç’e gelmemesi için tehdit ederken Esat ve Rusya ile başının belaya girmesini bekliyor.
Türkiye ise RF üzerinden ABD’ye, Sünni Gruplar üzerinden Esat’a cephe alıyor. Atılması gereken iki acil adım var;
(1) Esat ile barışmak, aracısız görüşmek.
(2) Sünni gruplar ile ilişkiyi kesip, rejim ordusu ile hareket etmek.
            Suriye’nin kuzeyinin tümü yani Fırat’ın doğusu da terörden arındırılmalıdır. Batıdaki başarı, Türkiye'yi doğuda diplomasiyle sonuca götürebilir. Ancak, ABD’nin sıkışması için dolaylı yöntemlere de ihtiyaç var.
Sincar ve Irak'ın kuzeyinin temizlenmesi için de Irak'la işbirliği yapılmalıdır. Irak’ın kuzeyindeki Erbil yönetimi, Bağdat’ın yaptırımlarından kurtulmak için Türkiye’den aracılık istedi. Türkiye’nin aklında gene Erbil’i yanına çekerek Irak’taki İran etkisini azaltmak var. Bu ise Irak’ın kuzeyinde 15 yıldır devam eden hataların, Türkmenlerin ihmal edilmesinin devamı demek..

KAYNAKÇA;

[1] SNC: Syria Negotiation Commission.

[2] Al Monitor, Is US bailing on Syrian Kurds? (January 28, 2018).

[3] Andrew Korybko, The Syrian Kurds Think They Can Play Damascus Like a Fiddle, Oriental Review, (January, 26, 2018).


[4] Sputnik News, Rus Askeri Uzmanın İddiası: Türk Ordusunun Muharebe Kabiliyeti Düşük, (26.01.2018)

[5] Al Monitor, Is US bailing on Syrian Kurds? (January 28, 2018).

[6] Samuel Ramani, How Turkey’s Geopolitical Ambitions Could Change the Middle East, The Diplomat, (January 24, 2018).

[7] Paul Pillar, A New Decision to Go War in Syria, (January 20, 2018).

[8] Sherko Kirman, 8 Reasons Why America Supports the Syrian Kurds, (September 13, 2017).


https://www.academia.edu/35804891/Afrin_Harekat%C4%B1_ve_T%C3%BCrkiyeyi_bekleyenler.

30 Aralık 2017 Cumartesi

Türk Hükümetinin Dış Politikasında Son Durum; ABD "in", Rusya "out"

Türk Hükümetinin Dış Politikasında Son Durum; ABD "in", Rusya "out" 


Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
29 Aralık 2017 Cuma
Cahit Armağan Dilek ,




Türkiye mevcut iktidar yönetiminde özellikle Arap Baharı olarak bilinen süreçle birlikte dış politikasında çok sık ve keskin dönüşler yaptı, rota değiştirdi. Bunu yaparken de yollarını ayırdıklarını çok sert şekilde eleştirip tekrar barışma yolunu seçti. Hal böyle olunca da dış politikadaki güvenirlilik, inandırıcılık, doğruluk, gerçeklik, caydırıcılık da belki de tarihinin en düşük seviyelerine indi
Türkiye'nin dış politikasında özellikle Ortadoğu'da yeni bir rota değişikliğinin sinyalleri geliyor. Ne etti ne yaptı (ABD'den Zarrab davasıyla ilgili gelen olumlu mesaj olabilir)  bilmiyoruz ama ABD Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığındaki hükümetin gönlünü yeniden çelmiş gibi gözüküyor.

Yani Rusya ile flört bitiyor ABD ile yeni bir yılla birlikte yeni bir bahar başlıyor gibi. Bakalım bu bahar ne kadar sürecek ve de geçici mi olacak?

22 Kasım'da Soçi'de üçlü zirve sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan gazetecilerle konuşurken Esad ile görüşüp görüşmeme konusundaki soruya "siyasette her şey olabilir" cevabı verince sanki Esad sorunu çözüldü algısı oluşmuştu. Ancak son Tunus ziyaretindeki konuşması Astana ve Soçi süreciyle büyük ölçüde Rusya’nın desteğiyle binbir güçlükle oluşturulan pozisyonunu yani Suriye'de söz sahibi olma avantajını kaybettirecek cinsten.

"Terörist Esad ile birlikte olamayız" açıklamasından bahsediyoruz. 

Bu açıklamadan hemen  hemen sonra  ABD Dışişleri Bakanı Tillerson "Suriye'de katkı sunmaya hazırız ancak Esad gitmeli" deyince tarafların özellikle son bir haftadır ısınmaya başladığı görülen emarelerin doğru olduğunu düşünüldü. Bundan birkaç gün önce Almanya ve Hollanda'dan  Türkiye'ye yeniden başlayalım mesajları gelmişti. 
Tunus dönüşü Cumhurbaşkanı Erdoğan Almanya Holanda ve Belçika'ya aynı yumuşaklıkta cevap verdi. Yani Avrupa ile de bahar havası başladı. Karşılıklı zeytin dalları uzatılıyor. Derken 28 Aralık'ta ABD'den vize sorunu tamamen çözüldü açıklaması geldi. Her ne kadar güvence verildi verilmedi tartışması varsa da o unutulur gider. Geçen sefer de benzer tartışma yaşanmış, unutulup gitmişti. Görünen o ki emperyalist olarak tanımlanan, Türkiye'yi karıştırmak isteyen, Türkiye’nin güneyinde terör koridoru oluşturmakla suçlanan ABD liderliğindeki BATI ile yeniden müttefik oluyoruz.

Tabi bu arada başka bir şey daha oldu. Trump'ın güvenlik strateji dokümanında Ortadoğu'da lider ülke olarak belirlediği, İsrail ile Türkiye'den de toprak kopararak Kürdistan kurmak isteyen, bölgede İran karşıtı ittifak oluşturma liderliği peşinde koşan, Kudüs krizinde kerhen destek veren S.Arabistan, Başbakan Yıldırım tarafından bütün konularda yüzde 90 mutabık olduğumuz ülke olarak tanımlandı. Hem de BAE ve Suudi Arabistan medyasında Türkiye aleyhtarı yayınların ve söylemlerin arttığı bir ortamda. Trump'ın strateji dokümanı dikkate alındığında bu da ABD'ye doğru dümen kırıldığının işareti gibi.

Bu politika değişikliği ortaya konurken, arka planı anlaşılmaya çalışılırken, Trump’ın güvenlik stratejisinde her ne kadar adı geçmese de ruhu olan Türkiye’nin strateji dokümanı açıklanmadan önce o dokümanı hazırlayan Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı Korgeneral McMaster’ın Türkiye’yi değil ama ismen AKP hükümetini radikal İslami ideolojiye sahip grupları desteklemekle suçladığını hatırlatmak gerekir. Türkiye'nin politika değişiklik işaretlerinin başlangıcı olarak hatırlanacak diğer konu ise McMaster'ın açıklamasından daha önce 14 Aralık'ta Ankara'ya gelen ABD'nin Avrupa Kuvvetleri ile Merkez Kuvvetleri Komutanlarının ikisiin aynı anda Ankara'ya gelmiş olmalrıdır. Her ne kadar Irak Genelkurmay Başkanının katılımıyla üçlü bir zirve yapmış olsalar da asıl üçlü görüşmenin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar ile diğer iki Amerkalı Orgeneral arasındperde arakasında  yapılmış olması büyük ihtimaldir. 
İşin ilginç yanı, bütün bunlar Rusya ile S-400'de tüm pürüzler giderildi, mutabakat var, teslim tarihi bile verildi denilen bir ana denk geliyor. Evet, bu yazının yazıldığı anlarda S-400'le ilgili imza atıldığı da açıklandı ama içeriği henüz net değil, ama sanki her iki taraf bu imzaların her şeyin yolunda olduğuna, teslimatın sorunsuz gerçekleşeceğine inanmış değil gibi. Sanki S-400 konusu hem Türkiye hem de Rusya tarafından başka hedefler için bir manivela olarak kullanılmak isteniyor. Ayrıca görünen o ki Rusya çok dikkatli, düşürülen uçağı unutmuş değil, güven sorunu aşılmış değil, domates ihracı bile tam başlamadı, hiç konuşulmuyor ama vize sorununda milim ilerleme yok. Rusya'nın, böyle bir ortamda, istediğini yapmayan Türkiye'ye  S-400’leri güle oynaya teslim etmesi gerçekleşmeyebilir. Tarihte parası verilip alınamayan silahlar olduğuna ilişkin örnekler vardır. Yani bu görüntüden sonuç çıkmaması olasılığı düşük de olsa bugünkü konjonktürde mümkündür.

Diğer taraftan, bir hafta öncesinde 21-22 Aralık’ta Astana'da “PYD'nin Soçi kongresine katılması öngörülmüyor” diyen Rusya dün "PYD'nin katılma ihtimalini konuşmak için henüz erken" diyebiliyor. Yine geçen hafta Moskova'ya gittiği ifade edilen YPG komutanı Rusya'nın Kuzey Suriye'deki PYD bölge yönetiminden 155 kişinin katılacağını söylediğini açıklıyor. Rusya Esad'a terörist denmesini temelsiz, asılsız olarak yorumladı. İdlib'te Türkiye'nin yaptıklarından memnun değil. Hama kuzeyi ve İdlib güneyinde Türkiye'nin ben hallederim dediği El Nusra merkezli terörist gruplar ve ılımlı muhalif olarak tanımlanan ÖSO cular Suriye ordusuna karşı saldırıya geçti, uçak bile düşürdüler. Bu arada aralarında Türkiye'nin desteklediği grupların da olduğu 40 kadar muhalif grup Soçi'deki Suriye Ulusal Diyalog Kongresine katılmayacaklarını açıkladı. Bütün bunlar Suriye ve özellikle Rusya tarafından pek hoş karşılanacak bir durum değil ve Türkiye'yi sorumlu tutmaları sürpriz olmaz.
Suriye hükümetinin de defalarca Türkiye'yi yasadışı olarak Suriye'de bulunmakla suçlayıp askerini çekmesi istediğini biliyoruz. Esad teröristtir ifadesine de çok sert karşılık verdi.

Astana'daki üç garantörden birisi İran, İslam İşbirliği Teşkilatının Kudüs ile ilgili İstanbul kararını eleştirip tüm Kudüs'ü Filistin'in ebedi başkenti ilan eden bir Meclis kararı aldı. Peşinden vatandaşlarına Türkiye'ye seyahat uyarısı yaptı. Bugün yarın Suudi Arabistan'la yüzde 90 mutabıkız diyen Türk hükümetinden İran'a da Kudüs bağlamındaki farklı yaklaşımlarla başlayacak Suriye'deki İran politikalarını hedefe koyacak şekilde eleştiriler gelirse sürpriz olmaz.
Bu resme baktığımızda, 2018'e kahrolsun Esad-Putin-İran ittifakı diye başlarsak hiç de şaşırmayalım. Hem Türkiye hem Rusya uçak düşürme krizinin her iki ülkeye bedelini yaşayarak gördü. Türkiye'nin Ortadoğu'da yeniden Rusya yerine ABD ile yanyana bir pozisyona gelmesi halinde Türk-Rus ilişkilerinde özellikle ekonomi, turizm ve enerji alanında derin krizlerin yaşanması beklenmemelidir. Ancak iki ülke liderinin karar alam ve liderlik etme özellikleri dikkate alındığında her türlü sürprize de açık olmak gerekir.

Peki Türkiye hasım güçlermiş gibi gördüğü bazen ona bazen diğerine yanaştığı ABD ile Rusya ne yapıyor? Rusya, Trump'ın güvenlik stratejisinde rakip revizyonist ülke olarak ilan ettiği ve yeni bir Soğuk Savaş stratejisi ile karşılık vereceğini söylediği bir ülke. ABD ise Rusya tarafından Kuzey-Doğu Avrupa'da konuşlanan, Rusya aleyhine genişleme gösteren işbirliği yapılabilir ama halen düşman kategorisinde bir ülke. Bütün bunlara rağmen ABD ile Rusya Sykes-Picot'nun yüzüncü yılında Ortadoğu'daki dengeleri değiştirme, kendi düzenlerini egemen kılma mücadelesinde. Özellikle Irak ve Suriye bağlamında çok genel bir mutabakat var.  Bölgesel ve detay konularda mücadele devam ediyor. En sorunlu anlarda bile iki ülke Suriye konusunda en sık görüşmeleri, çatışmayı önleme mutabakatını yapabilecek durumdalar.

Bunu açıklamaktaki kastım şu. Hem Rusya hem de ABD çok doğal olarak kendi menfaatlerini gözeten politikaların peşindeler. Aslında yok birbirinden farkları. Ama Türkiye'nin ikisi arasında gel-git yapması onların Türkiye'yi kullanmalarını, hassasiyetlerini istismar etmelerini kolaylaştırıyor.

Yani Türkiye ABD ve Rusya'ya mavi boncuk dağıtarak ya da onların Türkiye'ye verdiği mavi boncuklarla değişen dış politikasının sonucunda yeni bir şeyler kazanmıyor, aksine çok şey kaybediyor. Türk hükümeti Türkiye'nin çıkarlarını esas alan, bu çerçevede Rusya ile ABD arasında denge politikası izleyip, tepkisel değil askeri-politik gerçeklere uygun ve milli güç unsurlarına dayanan kapsamlı, çok yönlü politikaları hayata geçirmelidir. 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2017/12/29/8779/turk-hukumetinin-dis-politikasinda-son-durum-abd-in-rusya-out



***

7 Temmuz 2017 Cuma

Suriye’de İç Savaş ve Türkiye


Suriye’de İç Savaş ve Türkiye

Yazar: Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü



İç savaşın bir ana dinamiğini gelişmeleri kontrol edebilecek politikaları üretemeyen Beşşar Hükümeti oluşturuyor. İç savaş için diğer ana dinamiği ise muhalefeti destekleyerek, besleyerek ve yönlendirerek iç savaştan galip çıkacaklarına inandıran dış güçler oluşturuyor. Suriye'de ilk muhalefet gösterileri ve hükümet güçlerine karşı silahlı eylemler başladığı zaman konu ile ilgili herkes Suriye'de bir iç savaşın olağanüstü büyük muhtemel bölgesel sonuçlarından dolayı hiç kimsenin menfaatine olmayacağı ve hiçbir dış güç tarafında da desteklenmeyeceği şeklindeydi. Ancak aradan geçen aylar içinde gerek Şam yönetiminin etkili politikalar geliştirememesi gerek ABD dahil Batı'nın "Bu iş Esad ile devam etmez" düşüncesini gündeme yoğunlaştırarak taşıması ve Şam'a karşı politik ve ekonomik önlemlerin alınmaya başlaması, Suriye'ye muhalefeti iç savaş konusunda cesaretlendirmektedir.

Suriye tam bir etnik mozaiktir. Genellikle % 90 Arap, % 9 Kürt, % 1 Çerkes, Ermeni, vs. şeklinde bir nüfus tanımı yapılsa da bu doğru değildir. Suriye'de özellikle Halep ve çevresinde yaşayan ve dilini koruyan Türklerin sayısı 1 milyon 300-500 bin civarındadır. Ancak sadece etnik doku bize Suriye'nin sosyal yapı kimliğini vermemektedir. Suriye'nin geleceği açısından mezhepsel ve dinsel yapı da bir öneme sahiptir. Suriye nüfusunun % 74'ü sünni Müslüman, % 12'si Nusayri Arap, % 3 Dürziler, % 10 değişik hristiyan mezhepleri ve Şam, Kamışlı ve Halep'de küçük Yahudi cemaatlerinden oluşmaktadır. 

Suriye'de bir iç savaş çıkması durumunda bu etnik ve dini/mezhepsel mozaik kendi içinde koalisyonlar oluşturarak aldıkları dış destek ile ülkeyi hızla bir kara deliğe çekecek iç savaşa sürükleyebilir. Özellikle Kuzey Irak'tan destek alacak olan Türkiye'nin sınırdaş olan Kamışlı çevresindeki Kürtler bu iç savaşı Suriye'den kopmak için etkili bir şekilde değerlendirmeye hazırlanmaktadırlar. Bu iç savaşa, İran, Hizbullah, Lübnan'daki değişik silahlı siyasi partiler karışacağı gibi Amerikan işgal güçlerinin çekilmesinden sonra üzerindeki baskı tamamen kalkacak Irak'taki sünni ve şii partiler de dahil olacaktır. Bu süreçte El Kaide'nin yer almayacağı düşünülemez.

Buraya kadar ortaya koyduğumuz çerçeve genelin tasvirinden ibarettir ve günlük gazete okuyucu herkesin bilgisi dahilindedir. Bu bilgi bize şu soruyu sordurmaktadır: "Türkiye'nin bugün izlediği politika Suriye'de bir iç savaşı engellemeye mi hizmet etmektedir yoksa bir iç savaşı hızlandırmakta mıdır?" Bu sorunun cevabı, AKP Hükümetinin izlediği Suriye politikasının Suriye'yi bir iç savaşa götüren yola taş taşımak olduğudur. 

Ankara'nın Suriye'nin bir iç savaş yaşamadan demokratikleşmesine katkısı daha kapsamlı ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler geliştirerek mümkündü. Şam ile çok boyutlu ilişkiler devam ederken AKP Hükümeti bir yandan da Esad rejimine demokratikleşme konusunda sabırlı telkinlerde bulunmaya devam etmeliydi. Ancak her neden ise AKP, PKK'ya gösterdiği sabrı Suriye'ye göstermemiştir. 2006'da PKK ile görüşmelere başlayan, 2009'dan itibaren Oslo ve Brüksel görüşmeleri ile müzakereleri protokollar çerçevesinde sürdüren AKP Hükümeti, PKK'nın bu süre içinde düzenlediği binlerce terör eylemine ve yüzlerce insanımızı katletmesine rağmen terör örgütü ile müzakerelere devam etmiştir. Öte yandan söz konusu Suriye olunca, A. Davutoğlu bir kez Suriye'ye gitmiş, Esad'a bir muhtıra vermiş ve bu muhtıranın kabul edilmediğini söyleyerek Şam ile ilişkiler askıya alınmıştır. 

Suriye'de bir iç savaş çıktığı zaman Türkiye iç savaştan çok boyutlu olarak etkilenecektir. Öncelikle yüz binlerce insan Türkiye sınırına doğru kaçabilir ve Türkiye'ye sığınmak isteyebilir. İç savaşın başlaması ile birlikte Esad rejimi elindeki her şeyi kullanmaya başlayacaktır. Bu çerçevede PKK ile on yıllar öncesine giden ve hiçbir zaman gerçek anlamda kopmamış olan bağlarını Türkiye'ye karşı kullanacaktır. Arap Baharı'nın Suriye'ye gelmesini AKP Hükümeti ile yürüttüğü müzakereleri kesmek ve daha uygun şartlarda müzakere edebilmek için terörü yükselten PKK bu desteği sevinç ile karşılayacaktır. Böylece PKK'nın Türkiye'ye karşı imkanları ve muhtemelen öldürücü silah türleri artacaktır. 

Oysa, Türkiye'nin Suriye'de çıkacak bir iç savaştan en fazla etkilenecek ülkelerin başında geldiği göz önünde tutularak, Suriye'de iç barışa katkıda bulunmak için daha sabırlı ve titiz bir telkin süreci üzerinde çalışılması gerekmekteydi. Türkiye, Orta Doğu'ya Batı'nın demokrasi ihracı politikalarını taklit ederek değil, bölgenin demokratikleşmesine kendi tarzını geliştirerek gerçek bir katkıda bulunma yolunu seçmeliydi. Bu sadece bir Şam ziyareti ve birkaç telefon görüşmesi ile alınabilecek bir sonuç değildir. Suriye yönetimini daha yoğun, çok düzeyli ve sürekli bilgilendirme, aydınlatma ve yönlendirmeyi gerektiren bir çalışmanın yapılması gerekirdi. Aslında bunu yapabilecek tek ülkede Türkiye idi. Ancak AKP Hükümeti bunu yapacağına, Batılıların Orta Doğu'ya davranış şeklini taklit ederek, hemen tehdit, baskı ve aşağılama yolunu tercih etti. Bu yaklaşımın bugün Orta Doğu'da Arap halklarının gözünden kaçmasının nedeni AKP'nin İsrail'e karşı kullandığı sert dil ve Arap Baharının henüz bir Arap lider bulamamış olmasıdır.

http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6323


***

21 Haziran 2017 Çarşamba

Türkiye’ye Vatandaş İthalinin Felaket Niteliğindeki Sonuçları


Türkiye’ye Vatandaş İthalinin Felaket Niteliğindeki Sonuçları

Yazar: Ümit Özdağ
Giriş

Erdoğan ve AKP hükümetleri 2011 yılından bu yana izlediği Suriye politikası ile Türkiye’ye ağır zararlar vermiştir.Erdoğan’ın Suriye politikası, şimdi de “vatandaş ithali” ile ülkemize yeni ve çok daha ağır zararlar vermeye hazırlanmaktadır. Erdoğan’ın Suriyelilere vatandaşlık verecek olması, ülkemizin sadece bugünlerini etkilemeyecek, geleceğine de yıkıcı olarak yansıyacaktır.

Erdoğan’ın bu politikası, Anadolu’yu anavatan yaptığı 1071 yılından sonra Türk Milleti’nin Anadolu’da başına gelen en büyük üçüncü felaket olacaktır.

Anadolu’da Türk Milleti’nin başına gelen ilk büyük felaket 1402 Ankara Savaşı’nda Yıldırım’ın Timur’a yenilmesidir. Bu yenilgi ile Fetret Devri başlamış ve Anadolu’nun birliği gecikmiştir. İkinci büyük felaket 30 Kasım 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ve sonrasında yaşanan işgaldir.
Türk Milleti için üçüncü felaket ise 2.7 milyon Suriyeliye vatandaşlık verilmesi, diğer bir ifadeyle “vatandaşlık ithali” ile olacaktır. Bu noktada hemen altı çizilmesi gereken husus;Türkiye’de Suriyelilerin gerçek nüfusunun 2.7 milyon değil, 3.5 milyon civarında olduğudur. İl il verilen ve toplamda 2.7 milyona çıkan rakamın karşısında değişik illerdeki gerçek (resmi olmayan) rakamları koyunca aradaki ciddi fark bu sonucu göstermektedir.

Erdoğan, sadece 250 bin kişiye vatandaşlık verileceğini açıklayarak tepkileri azaltmak istemektedir. Bu 250 bin kişi kısa zamanda eşler ve çocuklar ile 1.5 milyonu aşacaktır. Türk toplumunun direncinin kırıldığı aşamada ise bütün Suriyelilere Türk vatandaşlığı verilecektir. Nitekim bu yalan çok kısa zamanda kendisini göstermeye başlamıştır. Nurettin Canikli, Allah akıl fikir versin, Suriyeli mahallelerinin kurulacağından bahsetmektedir. Madem sadece üstün vasıflılara vatandaşlık verilecek, neden mahallelerin kurulması planlanmaktadır? Bu arada “üstün vasıflılara vatandaşlık vermek” deyince aklıma AKP İktidarı’nın kendisine ve 5 yakınına vatandaşlık verdiği Rıza Sarraf gelmektedir.
Erdoğan’ın Suriye Politikasının Amacı ve Sonuçları Nelerdir?


Erdoğan’ın Suriye politikasının amacı, Beşar Esad’ı devirerek “Suriye’deki AKP” olarak görülen Müslüman Kardeşler’i iktidara getirmekti. Ancak bu hedefin gerçekleşmeyeceği kısa zaman içinde Erdoğan tarafından bile anlaşılmıştır. Bunun üzerine Erdoğan’ın Suriye politikası, sadece intikam odaklı bir “Esad’ı devirme politikası”na dönüşmüştür. Bu amaçla Erdoğan, öncelikli olarak, adı ne olur ise olsun, Sünni ve Alevi düşmanı Selefi cihatçı grupları desteklemeye başlamıştır. Bu destek çerçevesinde El Kaide’nin Suriye kolu olan El Nusra açık bir şekilde korunup kollanmış ve silah dâhil her türlü lojistik destek sağlanmıştır. Öte yandan IŞİD’in Türkiye’yi cephe gerisi, lojistik alanı olarak kullanmasına izin verilmiştir. Barzani’nin PKK’ya yardım yapabilmesi için utanç verici bir şekilde Türk toprakları peşmergelere açılmıştır. Hatta PKK/PYD üyesi teröristlerin Türkiye’de tedavi olmalarının önü açılmıştır. Erdoğan ve AKP hükümetlerinin bu gruplara verdikleri destek sayesinde Esad, Suriye’nin birçok bölgesinde denetimi yitirmiştir. IŞİD, PKK/PYD ve El Kaide/El Nusra Suriye topraklarında devletçikler kurmuşlardır.

Erdoğan ve AKP hükümetleri, Hatay, Gaziantep, Kilis ve Şanlıurfa’nın bu örgütler tarafından Suriye Hükümeti’ne karşı saldırılarını koordine etme amaçlı kullanmasına izin vermişlerdir. Böylece Türkiye-Suriye sınırında Afganistan-Pakistan sınırındaki Peşaver bölgesine benzer kanunsuz bir alanın oluşmasına izin verilmiştir. Şimdi Erdoğan’ın kurulmasına izin ve destek verdiği devletçiklerden IŞİD ve PKK, Türkiye’ye saldırmaktadır. Ankara ve İstanbul’da yüzlerce kişi IŞİD ve PKK’nın yaptığı bombalı saldırılarda hayatını yitirmiştir. Türkiye’de 1968’den bu yana devam eden terör kitlesel kıyım amaçlı Ortadoğu terörünün bir parçası olmuştur. El Nusra da bir süre sonra Türkiye’ye karşı saldırılar gerçekleştirecektir. 

Özetle Suriye iç savaşı Türkiye’ye taşmaktadır. Bunun baş sorumlusu Erdoğan’dır.

Erdoğan kısa bir süre önce “Haritadan silinecek duruma doğru giden bir Suriye var, buna göz yummak mümkün değil” demektedir. Suriye’nin haritadan silinmesini sağlayan Davutoğlu’nun itiraf ettiği gibi, “Esad’ın Suriye’de denetimi yitirmesini sağlayan AKP Hükümeti’dir.” Kısa süre önce basında Başbakan Yıldırım’ın, “Suriye ile kavga için çok neden yoktur” şeklindeki açıklaması çıkmıştır. Madem Suriye ile kavga için çok neden yoktu, hangi sebeple yüzbinlerce insanın ölmesiyle sonuçlanan bir iç savaşı desteklediniz, milyonlarca insanın mülteci olmasına yol açan olan politikaları desteklediniz? Tarih önünde sorumlu ve suçlusunuz.

Erdoğan’ın Esad’ı devirmek amacı ile kışkırttığı Suriye iç savaşının bir diğer sonucu da Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu uyarınca resmi kayıtlara göre Türkiye’de “geçici koruma” verilen 2 milyon 750 bin Suriyelidir. Suriye’den kaçan 4 milyondan fazla Suriyelinin büyük bir bölümü Türkiye’ye sığınmıştır. Geri kalanın büyük bölümü Lübnan ve Ürdün’de yaşamaktadır. Suriyelilerin 260 bin civarındaki kamplarda geri kalan 2 milyon 500 bini ise ülkemizin değişik bölgelerindedir. Ancak en büyük Suriyeli yoğunluğu resmi rakamlara göre Hatay (389.077), Gaziantep (325.140), Kilis (129.211) ve Şanlıurfa’dadır(401.068).
Bu dört şehirdeki gerçek rakamlar, resmi rakamların üzerindedir. Resmi rakamlara göre bu dört şehrimizde 1.244.496 Suriyeli yaşamaktadır. Bu rakama göre bile Suriyelilerin % 44’ü bu dört ilimizdedir. Bu illerin toplam nüfusunun 5 milyon 280 bin olduğu göz önünde tutulduğunda dört ilimizdeki Suriyeli nüfusu toplam nüfusun % 20’sini oluşturmaktadır. Gerçek rakamlar ile anılan dört ildeki Suriyeli nüfus oranı % 25’e kadar yükselmektedir. Bir iç savaş bölgesinin hemen yanında iç savaş bölgesinden gelen nüfus toplam nüfusun % 25’ini oluşturursa bunun iyi sonuçları olmaz. Cahil olmayan her siyasetçi bunu anlar ve endişelenir.
Ülke genelinde yaşayan Suriyelilerin %44’ünün bu bölgede yaşadığını, nüfusun %25’ini oluşturduğunu ve sınırın hemen ötesinde eski ülkelerinin olacağını düşündüğümüzde, Türkiye-Suriye sınır bölgesi olan Hatay-Gaziantep-Kilis-Şanlıurfa’da yaşayacak Suriyeliler Türkiye ile bütünleşmeyi hiç kabul etmeyeceklerdir. Üstelik anılan coğrafyadaki gerçek rakamlar açıklanan rakamların üstündedir. Gaziantep’te 350 bin resmi, 100 bin kayıt dışı olmak üzere toplam 450 bin Suriyeli yaşamaktadır. Bu coğrafya bölücü Arap ırkçılığının hedefi olacaktır.

Erdoğan ve AKP hükümetleri, Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmesine neden olan AKP’nin Suriye politikasına tepkiyi azaltmak amacı ile Suriyelilerin bir gün ülkelerine geri döneceği mesajını vermiştir. Örneğin, Erdoğan Eylül 2015’de “Vakit gelince ülkelerine dönecekler” açıklamasını yapmış, Ocak 2016 ise daha fazla Suriyeli almanın ve bakmanın enayilik olduğunu ifade etmiştir. Ocak 2016’dan Temmuz 2016’ya ne değişmiştir ki, mevcut Suriyelilere bakmayı enayilik sayan Erdoğan şimdi Suriyelilere vatandaşlık vermeyi düşünmektedir.
Özetle Erdoğan ve AKP yöneticilerinin gizli gündeminin Suriyelilere vatandaşlık vermek olduğu Binali Yıldırım’ın açıklamasından anlaşılmaktadır. Yıldırım şöyle demektedir: “Adım adım onların Türkiye’yi artık vatanları olarak görmelerini sağlayacak ve hissedecekleri ortamı sağladık.” Bu açıklamada üzücü olan iki husus vardır. Birisi Erdoğan ve AKP’nin gizli ve olağanüstü tehlikeli Suriyelilere vatandaşlık verme politikası diğeri ise Yıldırım’ın vatan tasavvur ve anlayışının ne kadar ucuz olduğudur.

Erdoğan’ın Suriyeli Göçmen Politikası Türkiye İçin Tehdittir

Erdoğan’ın Suriyelilere yurttaşlık önermesinin arkasında herhangi bir insancıl yaklaşım yoktur. Erdoğan oy satın almaktadır. Esasen Suriye iç savaşının üzerine benzin dökerek iç savaşı kışkırtan Erdoğan’ın Suriyelilere yönelik en ufak bir acıma duygusunu temsil ettiği dahi düşünülemez. Hz. Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göçü sonrasında İslam tarihinde Ensar-Muhacir ilişkisi olarak bilinen Medineli Müslümanların Mekkeli Müslümanlarla gösterdikleri dayanışma ve yardımlaşmayı örnek vermek sadece dinin istismarından ibarettir. Akıldışı Suriye politikasını şimdi akıldışı Suriyelilere vatandaşlık verme politikası izlemektedir. Orman Bakanı Veysel Eroğlu, bu akıldışılığı “Türkiye, mültecilerin duası ve bereketiyle yüzde 5 büyüdü. AB onlara iyi davranmadığı için büyümeleri sıfır” diyerek ortaya koymaktadır.

Erdoğan ve AKP Hükümetinin Suriyelilere vatandaşlık verme politikası akıldışı olduğu gibi hukuk dışıdır. Bir kişinin vatandaş olmasının koşulları yasalar ile belirlenmiştir. Vatandaşlık verilen kişinin geriye doğru beş yıl Türkiye’de oturma izni almış olması gerekmektedir. Ancak Suriyeliler yasalara göre Türkiye’de “geçici koruma” altındadır. Bu statü ile ancak istisnai vatandaşlık ilkesinden istifade edebilirler. Bu da sadece özel yetenekleri olanlara bakanlar kurulu kararı ile vatandaşlık verilebilmesinin önünü açmaktadır.

Erdoğan’ın Suriyelilere kitlesel vatandaşlık verme girişiminin modern dünyada benzeri yoktur. Çünkü her aklı başında yönetim bunun yıkıcı etkilerini görmektedir. ABD’de gibi kuruluşundan bu yana devlet ve toplum olarak yaşamını yeni göçler üzerine kurmuş olan bir ülkede bile kitlesel vatandaşlığa kabul olmadığı gibi bireysel vatandaşlık kabullerinde yeşil kart uygulaması ile bir ara dönem öngörülmektedir. Ne yazık ki, AKP yönetimleri aklı başında yönetim sınıfına girmediği için Türkiye tehdit altındadır.

Göçmenler Arap Bölücülüğünün Ortaya Çıkışına Neden Olacaktır.
Sayıları üç milyonu çoktan aşmış ve bir iç savaştan geçmiş olan toplumu Türk vatandaşlığı vermek Türkiye’nin sadece bugününe değil aynı zamanda geleceğine yapılmış bir suikasttır.Erdoğan hem ülkemizin beka sorunundan bahsetmekte hem de beka sorununu ağırlaştıracak şekilde demografik bir bombayı ülkemize yerleştirmek istemektedir. 

Öncelikle Suriyeliler Türk toplumu ile bütünleşmeyeceklerdir. Hatay, Gaziantep, Kilis ve Şanlıurfa’da gerçekleşen yoğunlaşma, kesinlikle etnik çatışmalar ile sonuçlanacaktır. Nitekim daha şimdiden kıpırdanmalar başlamıştır. Kendisini Türkiye’deki Arap ve Süryanilerin sözcüsü olarak tanıtan Mim Yavuz Binbay, Türkiye’de 8 milyon Arap-Arami’nin yaşadığından bahisle bu halkların taleplerini savunmak için mücadele edeceklerinden söz etmektedir. Çok uzak olmayan bir gelecekte Erdoğan ve AKP’liler yine “Bizi kandırdılar” diye yakınacaklardır.

Suriyelilerin Arap dünyası içinde en fazla Arap milliyetçiliği eğitiminden geçmiş toplum oldukları göz önünde tutulmalıdır. Suriyelilerin Türk vatandaşı olması durumunda nüfusumuzun % 4’ü Suriyeli Araplardan oluşacaktır. Bu olağanüstü büyük bir orandır. Suriyelilerin hızlı nüfus artışı göz önüne alındığında ortaya yeni ve büyük bir demografik sorun çıkacaktır. Şu ana değin Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 156 bindir. Artışın bu hızla devam etmesi durumunda Suriyelilerin sayısı kısa zamanda 4 milyonu aşacaktır.

Erdoğan’ın bu süreçte düşünmeden kullandığı bir başka ifade, Suriyelilere “çifte vatandaşlık” verilebileceğidir. Suriyelilere vatandaşlık verilmesi kabul edilemeyeceği gibi çifte vatandaşlık verilmesi hiç kabul edilemez bir yaklaşımdır.

Türkiye’nin Geleceğine Şiddet Taşıyan Bir Nesil Yetişecektir.
Allah hiçbir milleti iç savaşla imtihan etmesin. İç savaşlar, ulusların bağırsaklarının ortaya döküldüğü zamanlardır. Ülkemizdeki Suriyelilerin önemli bir bölümünü oluşturan çocuklar ve gençler, bir iç savaşın bütün yıkıcılığını ve iğrençliği yaşamışlardır. Ben Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmış Suriyelileri eleştirmiyorum. Onlar için üzülüyorum. Onlara vatanlarına geri dönebilmeleri için yardım etmemiz gerektiğine inanıyorum. Gözü dönmüş bir şekilde Selefi cihatçıları destekleyen bir yönetim değil, Suriye’ye barış getirmek için her türlü imkânı arayan bir Türkiye kurmamız gerektiğine inanıyorum.

Suriye iç savaşını ruhlarında Türkiye’ye taşıyan neslin, özellikle de Suriye’de büyüyen genç Suriyelilerin ruhlarındaki ağır tahribat gelecek için şiddet kaynağı olacaktır. Gaziantep’te bir arkadaşımın yanında çalışan 18 yaşındaki Suriyeli genç kız “Bizim başımıza gelenin sizin başınıza da gelmesini istiyorum” derken, bu ruhi tahribatı ortaya koymuştur. Pakistan’da yaşanan deneyimler göstermiştir ki, ilk kuşağın ruhi çöküşü çözülemez ise bu ilk kuşak bir şiddet sarmalı üretmektedir. Türkiye’nin Suriyelilerin ruhi çöküşlerini çözecek deneyim ve kaynağı yoktur. Bu ise Suriyelilerin yeni şiddetin üretim kaynağı olacağı anlamına gelmektedir.

Suriyeliler içinden özellikle Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa’da bölücü Arap milliyetçiliği, IŞİD ve El Nusra gibi selefi cihatçı örgütler için sosyal taban ve Arap mafyası hızla üreyecektir. Böyle bir girişim kentlerimizde Suriyeli Arap gettolarının doğmasına neden olacaktır. 

Bütün bunlar ise sınır bölgesi Peşaverleşen Türkiye’nin Pakistanlaşacağı anlamına gelmektedir. 

Suriye’de iç savaşın yayılmasında Irak’tan Suriye’ye kaçan mültecilerin önemli bir rol oynadığı unutulmamalıdır.

Göçmen Politikası, Alevi-Sünni Çatışmasına Zemin Oluşturacaktır.

Suriyelilere Türk vatandaşlığı verilmesi Sünni-Alevi gerilimini artıracak ve çatışma zeminini güçlendirecektir. Türkiye’nin bazı bölgelerinde Sünni Araplar, Alevi Türkmenlerin etrafına yerleştirilmektedir. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi Kahramanmaraş’ta yaşanmıştır. Kahramanmaraşlı Alevi Türkmenler, köylerinin otlaklarına Sünni Arapların yerleştirilmesine sert tepki göstermişlerdir. Bu Türkiye’de mezhep çatışmasının zemininin hazırlanmasıdır. Türkiye’de Aleviler ile Sünniler küçük gerilimler dışında toplumsal bir katliam sürecinin içine girmemişlerdir, bundan sonra da girmeyeceklerdir. Oysa Sünni Arapların böyle bir ortak yaşama kültürü yoktur. Böyle bir zemin, ülkemizi parçalanmaya götürecektir. Üstelik Suriyeli Sünni Arapların önemli bir bölümü için Suriye Nusayrileri ile Alevi Türkmenler arasında dini yakınlık vardır. Bu da Sünni Arapların, Alevi Türkmenlere düşmanlık beslemeleri için bir neden olacaktır.
Suriyeli Araplar zaman içinde Arap kültürü ve âdetlerini İslam diye Anadolu insanına empoze edeceklerdir. AKP’nin oluşturmaya çalıştığı kültürel iklim, kültürel Araplaşmayı teşvik edecektir.

Suriyelilerin Oluşturduğu Ekonomik Yük Türkiye’ye Ağır Gelmektedir.

Suriyelilere yapılan yardımın 10 milyar dolar olduğu Erdoğan tarafından açıklanmıştır. Davutoğlu ise sosyal maliyeti 25 milyar dolar olarak açıklamıştı. Türkiye gibi bir ülke için bu çok büyük bir ekonomik yüktür. Bu rakamın ne kadar büyük olduğunu bir karşılaştırma ile ortaya koyabiliriz. Prof. Dr. Servet Mutlu tarafından yapılan terörle mücadelenin ekonomik maliyeti konulu tek bilimsel çalışmaya göre Türkiye, 1984-2005 arasındaki dolaylı ve dolaysız olarak PKK ile mücadeleye toplam 53.95 milyar dolar harcamıştır. 20 yılda PKK ile mücadele için harcanan paranın % 20’si Suriyeliler için 5 yılda harcanmıştır.
Suriyeliler için harcanan para 2016 yılı bütçesinde Adalet, İç İşleri, Dış İşleri, Sağlık, Enerji, Kültür-Turizm, Avrupa Birliği, Çevre bakanlıklarına ayrılan bütçelerin toplamından daha fazladır. Türkiye gibi 412 milyar dolar dış borcu olan bir ülkenin böyle bir yardım politikası düzenleme hakkı yoktur. Suriyelilere harcanan para Türkiye’nin imkânlarının çok üzerindedir.

Suriyelilerin Türk vatandaşı olması ile toplam nüfusumuz %4 artacaktır. Bu durumda kişi başına milli gelir, 9 bin 300 dolardan (2015’de 720 Milyar dolar) 8 bin 835 dolara düşecektir. Özetle, 2023’de 10 bin dolar kişi başına milli geliri yakalamak mümkün olmayacaktır.

Öte yandan Suriyelilerin vatandaşlık verilmesi ekonomik yükü azaltmayacak aksine artıracaktır. Türkiye 34 OECD ülkesi arasında işsizlik oranı % 10.4 ile ilk 5’tedir. İş bulma umudu olmayanlar ve mevsimlik işçiler dâhil edildiğinde gerçek işsiz sayısı 5 milyon 749 bine çıkmaktadır. Üç gençten ikisi işsizdir. TÜİK verilerine göre, 3 milyon 23 bin işsiz mevcuttur. Bu işsizlerin 1.9 milyonu “meslek sahibi” işsiz, yani kalifiye elemandır. Mart 2016 rakamları ile 61 yönetici, 308 bin profesyonel meslek sahibi 203 bin tekniker/teknisyen iş aramaktadır.

Böyle bir ülkenin büyük bir çoğunluğu işsiz, yeteneksiz, dil bilmeyen 3 milyon kişiyi nüfusuna eklemesi, ekonomik olarak kabul edilebilir değildir. Suriyelilere vatandaşlık verilmesi işgücü piyasasına ucuz/niteliksiz işgücü arzına neden olacaktır. Bu ise hem ücretlerin düşmesine hem Türk işçilerin işlerini kaybetmelerine neden olacaktır. Özellikle kayıtdışı ve emeğe dayalı sektörlerde ücret düşüşü maliyetleri düşüreceği için etkisi daha fazla olacaktır. Her 10 Suriyeli işçi, çoğu kadın olan ve kalifiye olmayan 6-7 Türk işçinin işini yitirmesine neden olacaktır.

Öte yandan “Sığınmacılar arasında kalifiye olanları biz alalım” demek, “Suriye’nin geleceğini çalalım” demektir. Oysa yapılması gereken şey, kalifiye Suriyelilerin Türk firmaları tarafından yeniden inşa edilecek Suriye’de ara güç olarak değerlendirilmesidir.

Suriyelilere vatandaşlık verilmesi, Avrupa Birliği’ne teslim oluş ve Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin insan çöplüğü haline getirmektir. Frankfurter Allgemeine gazetesi “Bu girişim Avrupa Birliği’ni mutlu eder” diyerek, AB’nin tavrını ortaya koymuştur. Bütün Avrupa Birliği birlikte 100 bin Suriyeli almayı kabul etmezken, Türkiye’nin tek başına en iyimser rakamlar ile 2.7 milyon Suriyeliyi alması cinnetten başka bir şey değildir.

Sonuç

AKP propaganda mekanizması her türlü yalanı kullanarak, Türk Milleti’nin Suriyelilere vatandaşlık verilmesine karşı gösterdiği direnişi kırmaya çalışmaktadır. Bir yazar, “Suriyeliler iklim değişikliği nedeni ile zaten geleceklerdi” diyebilmektedir. Bir diğeri “Çanakkale’de birlikte savaştık” yalanını söyleyebilmektedir. Bazı “devlet/güvenlik bürokrasisi çevrelerinde” ise Suriyeli Araplara Türk vatandaşlığı verilmesinin nedeninin artan Kürt nüfusunu dengelemek olduğu izahı yapılmaktadır. Bu izah, eğer yapanlar inanıyor ise güvenlik bürokrasisinin stratejik akıldan ne kadar yoksun olduğunu göstermektedir. Şimdiye değin kapalı kapılar arkasında, telefon konuşmalarında yapılan bu “sahte stratejik izah” bugün bazı iktidar yanlısı gazeteciler tarafından köşelerine taşınmaya başlanmıştır. 

   Güya Suriyeliler sayesinde Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın nüfuz edemeyeceği bir toplumsal doku oluşturulacakmış. Yalanın böylesi az görülmüştür. Üstelik bu kuyruklu bir ırkçı yalandır. Bu yalan Türkiye’nin birliği konusunda hassas olan yurttaşlarımızın direncini kırmak için söylenmektedir.

Esas sorulması gereken soru şudur: Acaba Erdoğan ve AKP Hükümeti, özellikle Suriye’nin kuzeyindeki Arap nüfusu Türkiye’ye alarak şimdi de PKK’ya etnik olarak Araplardan temizlenmiş bir “Kürdistan” mı teslim etmek istemektedir?
Özetle Erdoğan, yabancı, satın alınmış oylar ile rejim değişikliği yapmayı hedeflemektedir. Bu milli iradeye karşı açık bir saldırı ve müdahaledir. Başkanlık sistemi tesis etmek için ihtiyaç duydukları oy vatandaş ithali ile temin edilmeye çalışılmaktadır. Bu suçtur. Milli iradenin kendisine karşı yapılacak bir saldırıya cevap verme hakkı olduğu unutulmamalıdır