Şam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2018 Pazartesi

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası




Oytun Orhan  11.09.2018

Ortadoğu Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Suriye Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan, Star Gazetesi’nden Fadime Özkan’a verdiği röportajda Tahran zirvesi sonrası Astana süreci ve İdlib’in geleceğini, Suriye’de Rusya, ABD ve İran gibi aktörlerin pozisyonlarını, Ankara –Şam işbirliği ihtimalini, Türkiye’nin Suriye’deki öncelikleri ve PKK/YPG ile mücadelesi başlıklarını değerlendirdi.

Rusya ve Esed rejimi İdlib’in dış çeperini bombalamaya başlamışken Tahran’da üçlü zirve de gerçekleşti. Zirvenin sonucu ne sizce? Ateşkes kararı çıkmadı ama Türkiye istediklerinin ne kadarını aldı?
Esasında Türkiye ve Rusya arasında bütün Astana zirveleri öncesinde teknik düzeyde görüşmeler zaten yapılıyor. Tahran zirvesi öncesinde de Rusya Savunma Bakanlığı ve ordusundan yetkililer Türk muhatapları ile Ankara’da görüşmeler gerçekleştirmişti. Suriye’de eğer bir bölgeye ilişkin askeri hareket yapılacaksa taraflar önceden nihai sınırlar konusunda anlaşmaya varıyor. Ancak İdlib konusunda anlaşıldığı kadarı ile bu tarz bir anlaşma henüz mevcut değil. Bu müzakere kapısının kapandığı anlamına gelmiyor.

KISMİ GÜÇ GÖSTERİSİ

Astana süreci kırılma noktasında mı?

Zirvenin toplanmış olması, bir sonraki zirvenin Rusya’da yapılacağının açıklanması tarafların Astana Süreci’ne halen şans verdiğinin işareti. Ancak son zirve artık tarafların Suriye’de işbirliği zemininin giderek zayıfladığını gösteriyor. Açıkçası Rusya ve İran tarafı belki de Türkiye’ye olan ihtiyacın artık eskisi kadar olmadığını düşünüyor ve İdlib ile birlikte görüş farklılıkları daha ön plana çıkıyor. Bu açıdan İdlib Astana sürecinin devamı açısından önemli bir test alanı olacak. Rusya Türkiye’nin sınırlarını görmek isteyecek. Türkiye de Rusya’ya Suriye’de halen kendisine ihtiyacı olduğunu, kendisi olmadan düzen kurmanın mümkün olmadığını göstermek isteyecektir. Dolayısıyla taraflar arasında İdlib üzerinden kısmi bir güç gösterisi olabilir. Her iki kanattan da askeri hamleler söz konusu olacaktır. Rusya hava saldırılarını artırabilir, Türkiye de muhalifler üzerinde uzun süredir ateşkese uymaları yönündeki baskısını kaldırır ve hatta İdlib’teki mevcut askeri varlığını artıracak bazı hamlelerde bulunabilir.

ABD, FIRSAT KOLLUYOR

BM Güvenlik Konseyi de Cuma günü İdlib konusunda toplandı. Bu gelişmeyi Tahran zirvesi açısından nasıl okumalıyız? ABD olayın akışını tamamen Astana sürecine ve garantör devletlere bırakmak istemiyor denebilir mi?
ABD en başından bu yana Astana sürecinden rahatsız zira Suriye konusunda kararlar üç garantör ülke olan Türkiye, Rusya ve İran tarafından alınıyor ve ABD’nin hiçbir inisiyatifi bulunmuyor. Dahası Astana’nın iki garantör ülkesi Rusya ve İran bölgede rekabet halinde olduğu iki aktör. Bu nedenle ABD uzunca bir süredir garantör ülkeler arasında çatlak yaşanması beklentisi içinde. Bu şekilde Suriye’de oyun alanının genişleyebileceğini düşünüyor. ABD’nin Suriye’deki rolü şu anda ülkenin doğusu ile sınırlı ancak geniş anlamda Suriye iç savaşı ve siyasi çözüm konusunda etkisi zayıf. İdlib meselesi ABD’ye bunu tersine çevirmek için bir fırsat sunabilir. Ancak bunun olabilmesi için öncelikle Suriye’de Türkiye-Rusya işbirliğinin sona ermesi gerekiyor. Bu iki aktör boşluk bırakmaz ise ABD’nin müdahil olma şansı zor gözüküyor.

KİMYASAL ABD İÇİN BİR SİLAH

Beyaz Saray “rejim bir kez daha kimyasal silah kullanırsa ABD hızlı ve sert cevap verecek dedi. Daha önce verilmeyen bu ceza neden şimdi verilmek isteniyor?
ABD’nin kimyasal silah kullanımı konusundaki hassasiyeti de tam bu noktada önem kazanıyor. ABD bir şekilde İdlib meselesine müdahil olmak istiyor ancak elindeki araçlar çok sınırlı. Kimyasal saldırı işte bu imkanı sunabilir.

İdlib’te kim, ne planlıyor tam olarak? Bütün olay ABD ve Rusya arasında mı geçecek?

İdlib’in geleceğini Rusya-ABD değil Türkiye-Rusya arasındaki müzakereler belirleyecek. Zaten İdlib konusunda da ABD ile Rusya çok farklı pozisyonda. ABD’nin İdlib hassasiyetinin temelinde iki nedenin yattığını düşünüyorum. Birincisi İdlib’in düşmesi halinde siyasi çözüm konusunda Rusya ve Esad rejimini zorlayacak hiçbir aracının kalmayacağını düşünüyor. Bu durum rejimin aşırı güçlenmesi ve Rus etkisinin pekişmesi anlamına gelecektir. Bunun dolaylı sonucu ise Suriye’nin kuzeydoğusundaki ABD nüfuz alanının daha büyük baskı altına girmesidir.

TÜRKİYE İÇİN RİSK NEDİR?

ABD ve Rusya, birbirlerinin Suriye’deki varlık alanlarını kabullendi mi yoksa çatışma riski var mı? Anlaşamadıkları noktalar ne? Ve tabii asıl Soru: Rusya ve ABD’nin Türkiye aleyhine uzlaşma ihtimali var mı?

Esasen ABD ve Rusya’nın Suriye konusunda bazı açılardan benzer pozisyona sahip olduğu görülüyor. Rusya ve ABD’nin Suriye’de anlaşması Türkiye açısından felaket senaryosu. Zira bölgesel güçler iki büyük gücün aralarındaki rekabetten faydalanarak kendi oyun alanlarını genişletebilir. Dolayısıyla iki büyük gücün anlaştığı bir ortamda Suriye’deki düzeni büyük ölçüde belirleyebilmeleri söz konusu olacaktır. Bu da bölgesel güçlerin etkisinin sınırlanması anlamına gelir. Ama Suriye’de ABD-Rusya anlaşmasının Türkiye açısından daha büyük bir riski söz konusu. Çünkü bu anlaşma büyük ihtimalle Suriye’nin iki büyük güç arasında nüfuz alanlarına bölünmesi ve paylaşılması temeline dayanacaktır. Bunun anlamı Suriye’de federal yapıya geçilmesi, Suriye’nin kuzeydoğusunda PKK kontrolündeki bölgenin siyasi statü kazanması ve iki büyük gücün Suriye’deki askeri varlıklarının, üslerinin kalıcı hale gelmesidir. Dolayısıyla Türkiye Ortadoğu’ya açılan kapısı Suriye sınırlarında terör koridoru, iki büyük gücün askeri varlığı ile yaşamak zorunda kalabilir.

RUSYA VE ABD ANLAŞIR MI?

Ancak ABD ve Rusya arasında her ne kadar güç paylaşımına dayalı bir anlayış olsa da görüş farklılıkları ağır basıyor. Her şeyden önce Rusya’nın Suriye’de bu denli güçlenmesini sağlayan iki bölgesel güç olan Türkiye ve İran’ı yanına alarak hareket etmesi sayesinde gerçekleşti. Daha da önemlisi Şam’ın onayı ile Suriye’de bulunuyor. Ancak ABD ile söz konusu temellerde anlaşması Rusya’nın bölgesel ittifaklarının sonu anlamına gelir ve bunu yapmak istese bile dikte ettiremez. Dolayısıyla Rusya ABD’nin Suriye’deki varlığı ile mücadele etmemeyi tercih edebilir ancak ABD ile federalizm temelinde anlaşamaz. 

SÜPER GÜÇ OLMA YOLUNDA

Rusya Suriye’de ne istiyor?

Rusya’nın Suriye’de birkaç tane önceliği var. Rusya Eylül 2015 tarihinde Suriye’ye müdahale ettiğinde ilk amacı Suriye rejimini ayakta tutmaktı. Rusya’nın Şam’a desteğinin arka planında birkaç neden söz konusuydu. Rusya’nın bu riskli hamlesi Suriye’de bütün dengeleri değiştirdi ve Moskova adına belki beklediğinin ötesinde kazanımlar sağladı. Artık Suriye, Rusya açısından elini güçlendiren bir koz değil doğrudan stratejik öneme sahip bir alan haline gelmiş durumda. Bunun en önemli nedeni Rusya’nın Tartus’ta deniz ve Lazkiye’de hava üslerinin 50 yıllık kullanım haklarını almış olmasıdır. Rusya bu anlaşmalardan sonra her iki üssün kapasitesini artırdı. Bu askeri üsler Rusya’yı Doğu Akdeniz’in en güçlü aktörü konumuna getirecektir. Rusya bu şekilde artık sadece kendi sınırları etrafına güç enjekte edebilen değil aynı zamanda bir süper gücün olması gerektiği şekilde sınırlarının ötesinde etki uygulayabilen bir aktör olmuştur. Bu açıdan Rusya’nın Suriye’deki varlığı onu yeniden süper güç konumuna doğru yaklaştırıyor. Rusya her şeyden önce bunu korumak istiyor ve bu Esad rejiminin ayakta kalması ile doğrudan bağlantılı. Rusya bununla bağlantılı olarak kendi etkisine açık şekilde bir Suriye ulusal ordusunun kurulmasını destekliyor.

RUSYA PAZARLIK GÜCÜ KAZANDI

Rusya ikinci olarak Suriye meselesini diğer devletlerle ilişkilerinde pazarlık aracına dönüştürebilmeyi başardı. Suriye meselesi ABD, Avrupa ve bölge ülkeleri için o kadar kritik bir konu haline geldi ki Suriye kaynaklı sıkıntılarını çözmek isteyen herkes Suriye’de karar alıcı haline gelen Rusya ile pazarlık etmek durumunda kaldı. Bu da Rusya’nın farklı alanlarda hem siyasi hem de ekonomik çıkar elde edebilmesine neden oldu.

Bunların dışında Rusya’nın özellikle İdlib kaynaklı tehdit algıları da var. İdlib’teki gruplar içinde çok sayıda Kafkas ve Orta Asya kökenli savaşçı yer alıyor. Rusya bu unsurların kaynak ülkelerine dönmeden Suriye topraklarında imha edilmesini istiyor. Üçüncüsü Selefi-Cihatçı hareketlerin güçlenmesinin kendi iç güvenliğini riske edebileceğini düşünüyor ve bu nedenle bu tarz hareketleri kendi topraklarına yaklaşmadan boğmak istiyor.

REJİM FEDERALİZME KARŞI

Rusya’nın Suriye rejimi üzerinde ne kadar etkili? 


İran ve Suriye ne istiyor peki, birbirleriyle nerede örtüşüp nerede ayrışıyorlar?
Rusya’nın pozisyonu Şam ve Tahran ile uyuşsa da Suriye’de federalizm konusunda farklı düşündükleri görülüyor. Rusya Suriye’de federalizme sıcak bakıyor ancak Suriye’deki önceliği bu değil ve şimdilik taraflar arasında sıkıntıya yol açmıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de kritik bir oyuncu olsa da her istediğini Şam’a dikte ettirecek bir gücü bulunmuyor. Hatta birçok zaman Rusya’nın Şam’ın isteklerine göre pozisyonunu değiştirmesi gerekebiliyor. Örneğin ilk Astana toplantısı sonrası Rusya’nın sunduğu anayasa taslağı sadece Türkiye değil aynı zamanda Şam’ın da itirazları nedeniyle gündemden düşürüldü. Zira bu taslakta özerlikten bahsediliyordu ve Suriye bundan çok rahatsız oldu.

RUSYA VE İRAN RAKİPTİR

Rusya ile İran arasında da Suriye’de artan rekabetin işaretleri görülmeye başlandı. Ancak bu farklılığı tarafların işbirliğini sonlandırmasına neden olacak bir çatlak olarak görmemek gerekir. İran Suriye’de kendi etki alanını Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden ihraç ettiği Şii milis güçler üzerinden kuruyor. Bu gruplar doğrudan İran yönlendirmesi ile hareket ediyor ve Suriye’nin güvenlik yapılanmasının bu güçler üzerine inşa edilmesi Rusya’nın ulusal ordu projesi ile ters düşüyor. Buradan kaynaklı bir rekabet söz konusu. Esasen işin özünde iç savaş sonrası Suriye’de kim daha fazla etkili olacak rekabeti yatıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de büyük karar alıcı gibi gözükse de İran sahada ve Suriye’nin kılcal damarlarına daha fazla nüfuz edebilmeyi başarıyor. Bu Rusya’da kaygı yaratıyor ve son dönemde Dera operasyonuna İranlı milislerin dahil edilmemesi ve İsrail sınırından 80 km. içeri çekilmeleri olayında olduğu gibi Rusya’nın İran etkisini dengelemeye çalıştığı örnekler söz konusu. İdlib meselesi de bunlardan biri. Dikkat edilecek olursak tartışılan İdlib operasyonunda İranlı milislerin rolünden bahsedilmiyor. Rusya kendisinin belirleyici askeri güç olduğu bir ortamda sahanın İran tarafından domine edilmesini istemiyor.

KİM NE İSTİYOR?

Türkiye’nin İdlib planı ne tam olarak? 

Rusya ile Türkiye İdlib konusunda anlaştı mı, hangi çerçevede anlaştı?
Rusya ve rejim ülkenin diğer çatışmasızlık bölgelerindeki tahliyeler sonucunda sivil halk ve silahlı grupları İdlib’e yönlendirmişti. Bunun sonucunda İdlib’te yani Türkiye’nin sınırlarında sivil nüfus sayısı 3,5 milyona ulaştı ve on binlerce de muhalif savaşçı yer alıyor. Astana’nın garantör ülkeleri radikal ve ılımlı unsurların ayrıştırılması, ılımlılar ile siyasi çözüme varılması ve radikallerin elimine edilmesi konusunda anlaşmıştı. İdlib’te gerçekten de radikal örgütler bulunuyor. El-Kaide’nin türevi olan HTŞ yapılanması güçlü bir konumda. Ancak bunun yanı sıra Astana’nın da parçası olan, Türkiye’nin desteklediği ılımlı muhalif gruplar çoğunlukta. Rusya ve rejim radikallerin varlığını öne sürerek İdlib’e askeri müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Türkiye bölgedeki radikallerin varlığını kabul ediyor ve mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak farklı bir metod öneriyor. Zira Rusya’nın metodu Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası yaşanması, radikal unsurların Türkiye’ye sızması riskini içeriyor. Türkiye İdlib’te radikal ve ılımlıların zaman içinde daha fazla ayrıştığı, ılımlı kampın giderek güçlendiği ve radikallerin zayıflatıldığı bir yöntem öneriyor. Bu konuda da uzunca bir süredir çaba sarf edildi ve mesafe de kat edildi. Ancak bu yöntemin başarı üretmesi için daha fazla zamana ihtiyaç var. Bunun için Türkiye İdlib’in çatışmasızlık bölgesi olarak kalmasını istiyor.

BELİRLEYİCİ GÜÇ RUSYA

Moskova, Tahran ve Şam ne istiyor?

Ancak Tahran zirvesindeki tartışmalar Rusya ve rejimin İdlib’te radikal varlığını öne sürerek askeri müdahale konusunda kararlı olduğunu gösteriyor. Esasen rejim açısından bakıldığında İdlib’teki bütün silahlı unsurlar terör örgütü olarak görülüyor. Ancak Rusya desteği olmadan İdlib’e adım atamayacağının farkında. O nedenle Rusya’nın tavrı belirleyici olacak. Rusya’nın önünde iki alternatif bulunuyor. Rusya, farklı alanlarda Türkiye ile arasında sürdürdüğü işbirliğini korumak adına İdlib’te Türkiye’nin hassasiyetlerini göze alır ve İdlib’te Türkiye’nin sunduğu çözüm planına zaman tanır. Tersi durumda “teröristler var” argümanı üzerinden her türlü sonuca katlanarak İdlib’e askeri operasyon seçeneğini kullanır.

RUSYA ŞU AN TEST EDİYOR

Sizce Ne yapar?

Ben Rusya’nın İdlib’te şimdilik bir test yaptığını düşünüyorum. Askeri operasyon konusunda ciddi ancak bir yandan da Türkiye ve dünyanın tepkisinin ne olacağını görmeye çalışıyor. Rusya sınırları zorlayacak ve üstesinden gelebileceğini düşündüğü noktada operasyonlara devam edecektir. Ancak askeri seçeneği kullanması durumunda Türkiye’nin de Rusya’ya sınırlarını göstermeye çalışacağını düşünüyorum.

İDLİB TÜRKİYE İÇİN HAYATİ

Avantaj ve dezavantaj durumları nasıl?

Rusya bugüne kadarki askeri başarılarını bir düzeye kadar Astana süreci sayesinde elde etti. Türkiye İdlib’te Doğu Guta ve Dera senaryosunun tekrarlanmasının mümkün olmadığını ya da aşırı maliyetli olacağını gösterebilir. Dolayısıyla taraflar İdlib üzerinden yeni bir güç testine girebilir. Bu rekabetin sonucu İdlib’in kaderini ve İdlib’in kaderi de Suriye iç savaşının nasıl sonuçlanacağını belirleyecektir. Türkiye’nin bu noktada avantajları coğrafya, muhalifleri yönlendirebilme gücü, İdlib kamuoyu üzerinde sahip olduğu etki, İdlib içinde sınırlı da olsa caydırıcı olabilecek askeri varlığı ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin İdlib sorununu hayati olarak görmesi ve bedel ödeme kapasitesinin yüksek olması.

KİMYASAL SİLAH SİVİLLERİ GÖÇE ZORLAMAK İÇİN.,

Kimyasal silah tehdidinden bahsediliyor sıkça. Taraflar birbirini itham ediyor. Gerçek mi bu tehdit, kim kime karşı kullanabilir?
Suriye iç savaşı sırasında kimyasal silah daha önce defalarca kullanıldı dolayısıyla bu tehdit son derece gerçek. Bu saldırılarda hedef her zaman muhaliflerin kontrol ettiği bölgeler ve buradaki siviller olmuştu. ABD daha önceki kimyasal silah saldırılarda bir daha bu yola başvurmaması için rejim hedeflerine saldırı gerçekleştirmişti. İdlib operasyonu gündeme geldiğinde kimyasal saldırı ihtimali yeniden tartışılmaya başlandı. Bunun en önemli nedeni İdlib’teki sivil nüfus ve savaşçı sayısının çok fazla olması. Suriye bu denli nüfus yoğunluğu olan bir bölgede askeri operasyon düzenlemenin zorluğunun farkında. Kimyasal saldırıların önemi de bu noktada ortaya çıkıyor. Kimyasal silah saldırılarının esas amacı siviller arasında korku ortamı yaratarak kitlesel göçe zorlamak. Eğer ABD kimyasal silah kullanımı konusunda kırmızıçizgi çekmemiş olsaydı Suriye’nin İdlib’te bu seçeneği kullanması yüksek olasılıktı. Ancak ABD ve Fransa İdlib operasyonuna karşı olduklarını açıklamanın yanı sıra kimyasal silah kullanılırsa askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Dolayısıyla rejimin böyle bir ortamda ABD ve Batı’yı İdlib çatışmasının içine çekecek şekilde bir kimyasal saldırı girişiminde bulunmasını düşük olasılık görüyorum.
Ancak devletler her zaman rasyonel hareket etmeyebilir ve Şam askeri olarak sıkıştığını düşündüğü bir noktada bu yola başvurabilir. Rusya böyle bir saldırı olursa suçun muhaliflere atılması için önceden hamlede bulundu ve muhaliflerin Batı müdahalesini sağlamak için kimyasal saldırı gerçekleştireceğine ilişkin kanıt olduğunu ve bunları BM’ye sunduklarını açıkladı. Ancak İdlib’te kimyasal saldırı olursa bunu muhaliflerin yaptığına dünyada hiç kimsenin inanmayacağını düşünüyorum.

REJİM RUSYA VE İRAN SAYESİNDE AYAKTA

Gitti gidecek gitmeli sarkacında geçen altı yıl içinde Esed yerini bilakis sağlamlaştırmış görünüyor. Suriye’nin geleceğinde de olacak mı? Siyasi çözüm hala mümkün mü?

Esad rejimi bir açıdan giderek zemin kazanıyor ancak bu askeri zaferlerin çok büyük bir maliyeti de söz konusu. Şam son birkaç yılda elde ettiği başarıları büyük ölçüde İran’ın savaşçı ve Rusya’nın hava desteği sayesinde elde etti. Bunun iki önemli sonucu oldu. Şam hava sahası Rusya’nın kontrolüne geçti ve Rusya imzaladığı anlaşmalar ile Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyısında iki önemli askeri üssün en az 50 yıllık kullanım hakkını aldı. Diğer taraftan Şam’ın merkezi ordusu aşırı zayıfladı ve İran’ın desteklediği milis gruplar sahayı kontrol eder hale geldi. Rusya ve İran Suriye rejimini ayakta tutmak için bir bedel ödediler ve tabii ki bu bedelin karşılığını almak isteyeceklerdir. Şam açısından bu durumun maliyeti dış güçlerin etkisine, yönlendirmesine aşırı açık bir yönetim. Hatta bazı açılardan ülkesindeki egemenliğini başka aktörlerle paylaşmak durumunda kalan bir Şam olacak. Ama sonuçta büyük resme baktığınızda Suriye’nin geleceğinde rejim en güçlü aktör olarak kalacaktır. Suriye krizi için siyasi çözüm aşamasına gelindiğinde doğal olarak büyük oranda askeri sahada zaferi elde eden tarafın beklentilerine uygun bir çözüm modeli üzerinde uzlaşma sağlanacaktır.

ANKARA VE ŞAM GÖRÜŞMELİ Mİ?

Ankara-Şam ilişkisi Türkiye’nin selameti için şart mı?

Türkiye kamuoyunda uzunca bir süredir “Suriye rejimi ile doğrudan irtibat kurulmalı” şeklinde bir tartışma yürütülmekte. Bu açıdan üç temel görüşün öne çıktığı görülüyor. Birinci görüşe göre Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması konusunda ittifak yapabileceğimiz tek aktör Şam’dır ve ancak böyle bir işbirliği ABD eliyle kurulan PKK devletinin önüne geçebilir. İkinci görüş ise Rusya elinde kukla konumuna düşmüş ve Türkiye’ye hiçbir şey sunma imkanı olmayan zayıf Esad yönetimi ile görüşmektense gerçek patron konumundaki Rusya ile koordinasyon sağlanarak Türkiye’nin istediklerini elde edebileceğini savunmaktadır. Bu görüşü savunan kesim Türkiye’nin Astana süreci ile beraber zaten bunu yaptığını belirtmektedir. Üçüncü görüş ise Türkiye’nin Rusya ve İran üzerinden dolaylı şekilde Suriye ile irtibat kurmasının dahi yanlış olduğunu savunmaktadır. Her üç görüşün kendi içinde tutarlı, insani tarafları olmakla birlikte en azından üçüncü görüşün mevcut siyasi ve askeri gerçekler açısından uygulanabilir olmadığı ortada.

MUHALİFLER ÖNEMLİ BİR KOZ

Diğer iki görüşü değerlendirir misiniz?

Birinci görüş Türkiye’nin Suriye’deki tek önceliğinin toprak bütünlüğünün korunması, PKK/YPG’nin varlığının sona erdirilmesi olduğu düşüncesine dayanıyor. Ancak bu doğru değil. Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele olmakla birlikte tek önceliği değil. Türkiye aynı zamanda mülteciler meselesine çözüm bulmak istiyor, Suriye’de muhaliflerin kabul edebileceği bir siyasi çözüme ulaşılmasını destekliyor. Türkiye’nin Suriye krizinden başından bu yana uygulamış olduğu politika, geliştirmiş olduğu bir söylem ve daha önemlisi Suriye sahasında kurmuş olduğu ittifaklar söz konusu. Dolayısıyla Türkiye bir anda hiçbir şey olmamış gibi Şam ile irtibata geçemez, geçerse bunun maliyetleri olur. Türkiye’yi şu anda Suriye krizinde etkili kılan en önemli kart muhalifler ve Suriye halkının önemli bir kısmı üzerinde sahip olduğu etkidir. Şam ile ilişki kurulması bu etkiyi ortadan kaldıracaktır. Karşılıklı bu denli güven bunalımının olduğu ve YPG/PKK ile mücadele konusunda sizinle samimi olarak mücadele edeceğinden emin olamadığınız bir aktöre karşı elinizdeki tüm kartları açamazsınız.

ŞAM İLE NE ZAMAN NE ŞARTLA?

Diğer taraftan “Suriye ile irtibat kurulmamalı zaten Rusya üzerinden istediğimizi alıyoruz” argümanını savunan kesimin de yine yanlış bir kabul üzerinden hareket ettiğini düşünüyorum. O yanlış kabul de Esad rejiminin Rusya elinde bir kukla olduğu ve gerçek bir aktör olmadığıdır. İç savaş boyunca Şam’ın Rusya ve İran’a bağımlılığı aşırı artsa da halen bir aktördür ve size PKK ile mücadelede sunabileceği şeyler vardır. Diğer taraftan söz konusu olan Suriye’nin bütünlüğü ise Türkiye’nin Şam dışında güvenebileceği başka bir aktör olmadığı da ortada. Şam doğal olarak egemenliğini yeniden Suriye topraklarının tamamında tesis etmek istiyor. Bu Türkiye açısından bir fırsat olarak görülebilir ve uygun şartlar oluştuğunda bu konuda ittifak olabilir.
Suriye konusunda istediklerimizi Rusya üzerinden alıyoruz argümanının da son Tahran zirvesi ile zayıfladığını söylemek mümkün. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile işbirliği sınırlarına ulaşmaya başladı. Hele ki Suriye’de federalizm ve PYD ile ilişkiler söz konusu olduğunda Batı’dan çok da farklı düşünmeyen bir Rusya’dan Suriye’nin toprak bütünlüğü ve PKK ile mücadele konusunda ne elde edebileceğiniz şüpheli. 

REJİMİN YAPMASI GEREKENLER VAR

Bütün bu değerlendirmeden sonra siz ne öneriyorsunuz?

Öncelikle Şam ile irtibat meselesinin bir seçenek olarak tartışılmasını sağlıklı bulduğumu söylemeliyim. İfade ettiğim üzere Suriye meselesine salt PKK ile mücadele perspektifinden bakıldığında Şam ile irtibatın Türkiye’nin elini güçlendireceğini düşünüyorum. Ancak ifade ettiğim sınırlamalar dolayısıyla bu sürecin ertelenmesi ya da arka planda yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin Suriye’de PKK ile mücadelede başarı sağlamak için de öncelikle siyasi çözümü başarması gerekiyor. Siyasi çözüme ulaşıldıktan sonra Şam ile zaten çok geniş bir işbirliği alanı doğacaktır. Ancak öncelikle rejim ile muhalifler arasındaki çelişkinin sona erdirilmesi ve Şam’ın da ilgisi, dikkat ve kaynaklarını Suriye’nin doğusuna yönlendirmesi için zemin hazırlanması gerekmektedir.

İDLİB TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK SINIRI

Türkiye’nin desteklediği, Afrin ve El-Bab operasyonlarında birlikte hareket ettiği muhalifler Suriye’nin geleceğinde olabilecek mi bu denklemde? Nasıl olacak?

Şu anda Suriye’nin kaderini askeri çatışmalar belirliyor olsa da en nihayetinde kriz siyasi yollarla çözülecektir. Nihai askeri tablo bize Suriyeli muhaliflerin Suriye’nin siyasi geleceğinde ne derece var olacakları konusunda fikir verecek. İşte İdlib bu açıdan kritik önemde. İdlib tüm silahlı muhaliflerin toplandığı ve kontrol etmeyi başardıkları tek vilayet konumunda. İdlib’teki muhaliflerin elimine edildiği, İdlib’in rejim kontrolüne geçtiği bir senaryo Suriye’nin geleceğinde muhaliflerin neredeyse hiçbir rolünün olmaması anlamına gelir. Hatta böyle bir durumda rejimin karşısında müzakere edecek muhalif de kalmayacaktır. Suriye dışındaki siyasal muhalefetin siyasi çözüm masasındaki etkisi büyük oranda muhaliflerin sahadaki gücüne dayanıyor. Bunun olmadığı bir ortamda rejim 2012 Anayasası’nda ufak bazı değişiklikler yaparak yoluna devam edecektir. Dolayısıyla sorunuzun yanıtı İdlib savaşının nasıl sonuçlanacağının yanıtında gizli.
İdlib’i düşürmeyi başarmış bir rejimin sonraki hedefinin Afrin ve el-Bab olacağını tahmin etmek zor değil. Bu bölgelerde Türk askeri varlığı olmasa İdlib’e nazaran çok kolay biçimde rejimin kontrolüne geçer. Ancak İdlib’te yenilgiye uğramış bir Türkiye’nin de bu bölgelerde direnme gücü azalır. İşte bu nedenle de İdlib Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye Rusya ve rejime İdlib’te sınır çekemezse kendi bölgelerinin hedef olacağını biliyor.

İDLİB DÜŞERSE EL-BAB VE AFRİN HEDEF OLUR

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla Suriye sınırımızın batısı PKK-PYD’den temizlendi ama doğusu hala PKK elinde. İdlib’deki gelişmeler Suriye’nin doğusu ve batısı açısından ne tür riskler imkanlar taşıyor?

Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele yani Fırat’ın doğusundaki YPG varlığını ortadan kaldırmak. Türkiye kamuoyunda birçok kesim “Suriye iç savaşı bizim meselemiz değil o nedenle İdlib’e neden bu kadar önem veriyoruz” şeklinde bir düşünceyi savunuyor. Hatta Suriye’de PKK ile mücadele açısından İdlib’in rejime bırakılması ve birlikte Suriye’nin doğusuna odaklanılması gerektiği savunuluyor. Benim görüşüme göre İdlib’i kaybeden bir Türkiye’nin Suriye’nin doğusu konusunda da eli çok zayıflar. İdlib’i ele geçiren rejim bir sonraki aşamada sizinle birlikte Fırat’ın doğusuna değil öncelikle Afrin ve el-Bab üzerine yoğunlaşır. Ancak İdlib meselesinin Türkiye ve muhaliflerin de istediği bir çerçevede çözülmesi Suriye’nin doğusu konusunda gerçek anlamda Şam ile Ankara işbirliğinin önünü açabilir. Türkiye’nin Suriye masasında güçlü olması gerekiyor ki Fırat’ın doğusu konusunda da rol oynayabilsin. Bunun da ön şartı İdlib’i ayakta tutmak ve Suriye’de Türkiye’siz bir çözümün mümkün olmadığını göstermekten geçmektedir.

SURİYE DOĞU FIRAT’I PKK’YA BIRAKIR MI?

Enerji ve su kaynakları halihazırda Suriye’nin kuzey doğusunda. Bu durum nasıl etkiler süreci, Esed ile YPG -dolayısıyla ABD- anlaşmasını mı? Esed ile PKK anlaşması Rusya buna göz yumar mı?

YPG ve ABD’nin birlikte kontrol ettiği bölge Suriye topraklarının yaklaşık dörtte biri ancak doğal kaynaklarının yaklaşık yüzde 60’ını barındıran bir alan. Suriye her ne kadar iç savaşı kazansa bile kendi ayakları üzerinde durabilen bir güce ulaşması için bu bölgeleri geri alması hayati önemde. Yani ABD ile Rusya anlaşsa bile Şam bu bölgeleri geri alabilmek adına her yolu deneyecektir. Zaten tam da bu nedenle Şam ile YPG arasında sürdürülen müzakereler hep sonuçsuz kalıyor. Rejimin YPG’ye verebileceği tavizler ile YPG’nin maksimalist talepleri arasındaki makas çok açık ve bu boşluğun doldurulması çok zor. Ancak son hafta içinde Türkiye kamuoyunda çok fazla tartışılmasa da ABD’den çok kritik açıklamalar geldi. ABD’nin yeni atanan Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ABD’nin Suriye’de siyasi çözüm olana ve İran ülkeden çıkarılana kadar Suriye’de kalmaya devam edeceğini belirtti. Yine ABD basınında ABD’nin Suriye’de kalması konusunda Trump’un ikna edildiği haberleri yansıdı. Bölgedeki kalıcı ABD varlığı denklemi değiştiriyor. Rusya’nın da ABD alanlarına göz yumabileceği ve YPG’ye siyasi statü kazandırmak istediği düşünüldüğünde Suriye’nin ve Türkiye’nin işi zorlaşıyor. Ancak şunu söylemek gerekir. YPG bölgeleri eğer yasal statü kazanacaksa bu sadece ABD koruması ile değil ancak Şam ile anlaşarak mümkün olabilir. İşte ABD bu noktada Rusya üzerinden YPG’nin rejimle anlaşması yolunu destekleyebilir. Ancak yine de Şam’ın ABD ve Rusya’nın istediği çerçevede bir anlaşmaya yanaşması zor. İşler bu noktaya geldiğinde de Irak’ta bağımsızlık refernadumu sonrası görülen bölgesel işbirliğinin zemini daha güçlenmiş olacaktır.

Bu Röportajın Orijinali 10 Eylül 2018 tarihinde Star Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/tr/tahran-zirvesi-sonrasi-suriye-idlib-ve-turkiyenin-politikasi/

***

10 Şubat 2018 Cumartesi

RUSYANIN SURİYE MÜDAHALESİNDE ÖZEL ASKERÎ ŞİRKETLERİN ROLÜ BÖLÜM 2

RUSYANIN SURİYE MÜDAHALESİNDE ÖZEL ASKERÎ ŞİRKETLERİN ROLÜ BÖLÜM 2







RSB Grup 
Rusya Güvenlik Sistemleri (RSB) Grubu 2011’de kurulmuştur. 

Şirketin başkanlığını eski Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) görevlisi olan Oleg Krinitsin yapmaktadır.14 

Şirketin kurucuları arasında Rusya Sınır Servisi’nden emekli askerlerin yer aldığı kaydedilmektedir. Şirketin sunduğu hizmetler arasında uzun deniz seferlerinin 
güvenliğinin sağlanması, karada nakliye işlemlerinin güvenliğinin tesisi, eğitim, istihbarat analizi, teknik koruma ve mayın temizleme hizmetlerinin yer 
aldığı belirtilmektedir.15 

Şirket Somali’de 10’dan fazla Rus ve yabancı uyruklu geminin güvenliğini sağlamıştır. Bunun dışında Ürdün, Mısır, Sri Lanka ve Güney Afrika’da da benzer hizmetler sunduğu belirtilmektedir. Şirketin denizlerdeki ticari ve resmî gemilere güvenlik sağlayan personelinin eski Rus özel kuvvetleri çalışanları olduğuna dair bilgi resmî internet sitesinde mevcuttur. 
Gemilerin güvenliğinin sağlanması dışında petrol ve gaz platformlarının güvenliğinin sağlanması da şirketi hizmet alanları içine girmektedir.16 

RSB Grup’un bir başka çalışma alanı ise karada büyük nakliyelerin güvenliğini sağlamaktır. Bu noktada ise Irak’ta çeşitli tır konvoylarına güvenli sağladığı kaydedilmekle birlikte, Bağdat’taki Rus Büyükelçiliği’nin güvenliğinin sağlanması noktasında da faaliyet göstermektedir. 

Suriye özelinde şirketin karada operasyonlara katılan askerî gücü olduğuna dair bir veri bulunmamaktadır. Ancak farklı kaynaklarda Suriye’ye giden 
Rusya bandıralı gemilerin ve Rusya’nın kontrolündeki tesislerin güvenliği noktasında görev aldıklarına dair bilgiler yer almaktadır.17 



Moran Güvenlik Grubu: 

Moran Güvenlik Grubu (MSG), 1999 yılında kurulmuştur. Şirketin başkanlığını Rusya Deniz Kuvvetlerinde uzun yıllar görev yapmış ve 8 başarı madalyasına 
sahip İgor Nikov ve yine Rusya Deniz Kuvvetlerinde çalışmış ve 9 madalyaya sahip Sergey Emelin yürütmektedir. Şirketin sunduğu hizmetler arasında 
denizlerde gemi taşımacılığı güvenliği, karada ise önemli tesisler ve konvoy güvenliğinin sağlanması yer almaktadır. Bununla birlikte kurtarma ve danışmanlık hizmetleri de şirketin görev tanımı içine girmektedir. 

Şirket ilk sınıraşan görevini 1991-2001 yılları arasında Birleşik Arap Emirlikleri’nde ifa etmiştir. Sudanlı milliyetçi gruplar tarafından kaçırılan bir gemi, sahibinin talebi üzerine kurtarılmıştır. Yine aynı bölgede 20 petrol tankerinin Irak-Birleşik Arap Emirlikleri-Hürmüz Boğazı-Aden Körfezi-Güney Avrupa hattında güvenli ulaşımının 
sağlanması temin edilmiştir. 

Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Irak’ta çok sayıda görev üslenmiştir. Bu kapsamda Irak’ın farklı bölgelerinde 2004 yılı içinde 6 farklı koruma görevini yerine getirmiştir. 

Bu görevlerden bazıları şunlardır: 

• Zaho’dan Bağdat’taki Ulaştırma Bakanlığı’na gidecek olan 70 tırlık bir konvoyun güvenliğini sağlama. 
• Tikrit yakınlarındaki bir petrol sahasına bazı ekipmanların ulaştırılmasına eşlik ederek olası saldırılara karşı bölgedeki güvenliği tesis etme. 

<  Suriye savaşında öne çıkanlar; 
PMC Wagner, 
Moran Güvenlik Grubu, 
Slavonic Corps, 
Antiterör Güvenlik Şirketi, 
RSB Grup ve 
Redut Özel Birliği’dir. >


• Kara-tepe bölgesine petrol-delme ekipmanlarının ulaştırılması. 
• Basra-Kerbela arasındaki 2. stratejik boru hattı projesinin analizi. 
• Zakha-Kerkük-Bağdat-Basra arasında 90 tırlık bir konvoyun güvenliği.18 

MSG Irak’ın dışında Nijerya, Kenya ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde yerel güvenlik güçlerini eğiterek, VIP koruma hizmetinde bulunmuştur. 

MSG, Suriye kapsamında Rusya’dan Tartus’a gelen askerî gemilerin güvenliğini sağlamakla birlikte, üsteki bazı güvenlik noktalarında da görev yapmaktadır.19 



PMC Wagner 

PMC Wagner Suriye’de görev yapan Rus özel askerî şirketler arasında en fazla adı zikredilen şirket olma özelliğine sahiptir. Şirketin kuruluş tarihine dair 
net bir bilgi yoktur. Kurucuları arasında 2013’e kadar Pskov 2. Özel Birlik Tugayı’nda görevli olan Yarbay Dmitriy Utkin bulunmaktadır. Krasnodar 
Kray bölgesi Molkino köyünde kamp merkezi bulunan Wagner ile aynı bölgede Rusya ordusuna ait 10. Askeri Tugayı yer almaktadır. 
Suriye’ye giden Rus savaşçıların bir bölümünün, adı geçen köye 200 km uzaklıktaki Primorsko Havaalanı’ndan götürüldüğü kaydedilmektedir.20 
“Wagner” elemanlarının büyük çoğunluğu Suriye’de savaşmaktadır. Suriye savaşına dair yayın yapan Rusça haber sitelerinde Suriye’den Sivastopol’e 
cesetler geldiği ve bunların Wagner elemanı olduğuna dair geniş bilgiler yer almaktadır. Örneğin 24 Eylül 2015’te 10, 20 Ekim 2015’te ise 26 cesetin 
Sivastopol Limanı’na gemilerle geldiği kaydedilmektedir.21 

Petersburg merkezli Fon-tanka haber sitesinde görevli gazeteci Denis Korotkov’a göre, Wagner’in bünyesinde bine yakın personel görev yapmaktadır. 
Doğu Ukrayna’da da savaşan Wagner elemanlarının, Rusya’nın askerî müdahalesiyle birlikte Suriye’ye kaydırılmaya başlandığına dair bilgiler 
bulunmaktadır. Özellikle Doğu Ukrayna’daki Luhansk’ta bir ağaca asılmış olan ilanlar, durumun daha da somutlaşmasını sağlamaktadır. 



Tablo 3: PMC Wagner Kurucusu Dmitriy Utkin (En Sağda) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile birlikte 

Söz konusu ilanda “Neden Suriye’de savaşmak daha iyi” sorusu sorulmakta, cevaplarda ise “Donbas’ta savaşan bir kişinin 15 bin ruble kazandığı, 
ancak Suriye’de savaşan birinin 200 bin ruble kazandığı” kıyaslamasına yer verilmektedir.22 

Dikkat çekici diğer bir nokta ise Suriye’de savaşan birinin statü olarak daha yukarıda ve alacağı madalyaların daha üst düzey olduğunun belirtilmesidir. 
Son kıyaslama ise karşılaştırmayı ideolojik bir boyuta taşımaktadır. “Düşmanınız kim” sorusuna Donbass bölgesi için verilen cevapta “ Ortodoks kardeşleriniz ” 
yazarken, Suriye için verilen cevapta ise “ İslamcılar ” ifadesi yer almaktadır.23 

Diğer taraftan Dmitriy Utkin 9 Aralık 2016’da Kremlin’de düzenlenen Anavatan Kahramanları Günü resepsiyonuna katılarak Rusya Devlet Başkanı 
Vladimir Putin tarafından cesaretinden dolayı madalyaya layık görülmesi, Wagner ile Rusya resmî organları arasındaki bağlantı açısından önemli bir 
gösterge olarak kabul edilmektedir.24 



Slav-Corpus: 

SlavCorps Suriye’de 

Wagner ile birlikte aktif faaliyet gösteren özel askerî şirketler arasında öne çıkmaktadır. Şirketin resmî internet sitesi bulunmamaktadır. 
Bu nedenle kuruluş tarihine dair net bilgi yoktur. Çalışanlarının tamamı profesyonellerden oluşurken, Afganistan, Irak, Afrika, Tacikistan, Kuzey Kafkasya ve Sırbistan’da daha önceden görev yapmış kişiler, şirket bünyesine daha kolay katılma imkânına sahiptir. 

Şirketin 2013’ten itibaren Suriye topraklarında faaliyet gösterdiği açık kaynaklarda yer almaktadır. Şirkete bağlı silahlı güçlerin özellikle Palmira ve 
Halep’teki çatışmalara dâhil oldukları belirtilmektedir. DerZor’un doğusundaki petrol kuyularının güvenliği de uzun bir dönem söz konusu şirketin çalışanları 
tarafından sağlanmıştır. 

Burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta ise tıpkı Wagner gibi SlavCorps’un da önce Doğu Ukrayna’daki savaşta yer almasıdır. İki şirket çalışanları da buradan Suriye’ye geçerek Rusya’nın çıkarları doğrultusunda görev almışlardır. 

Ancak şirketin sahadaki operasyonlarda ilk yer almaya başladığı dönemde basına da yansıyan bazı sıkıntılar yaşanmıştır. Humus’ta 267 şirket savaşçısı 6 bine yakın muhalif tarafından çevrilince araçlarına binerek kaçmak zorunda kalmıştır. Bu olayın ardından Latakya üzerinden Rusya’ya dönen paralı savaşçılar Moskova’da tutuklanmıştır. Grubun liderleri arasında yer alan Vadim Gusev ve Evgeniy Sidorov da bu kapsamda içeri alınmıştır.25 

Rusya’nın söz konusu şirket çalışanlarını Suriye’de kullanmasına rağmen geri döndüklerinde tutuklaması, iki ihtimali gündeme getirebilir. Birncisi 
sahadaki gruplarla FSB arasında bir uyumsuzluk yaşanmış olmasıdır. İkinci ihtimal ise Rusya uluslararası kamuoyuna, “Devlet olarak bu grupları tanımıyorum ve arkasında değilim” mesajı vermiş olabilir. Bu noktada Rusya Savunma Bakanlığı içinde de özel askerî şirketlere karşı bir direnç olduğunu eklemek faydalı olacaktır. 

3. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

12 Aralık 2017 Salı

Medvedev’in Suriye Ziyareti ve Türkiye

Medvedev’in Suriye Ziyareti ve Türkiye


Hasan Kanbolat, 
05 MAYIS 2010 
ORSAM Başkanı, 
hasankanbolat@orsam.org.tr

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev, 10-11 Mayıs’ta Suriye’yi, 11-13 Mayıs’ta da Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirecek.

Medvedev'in Suriye ziyareti Sovyetler Birliği’nden sonra Rusya Federasyonu’ndan Suriye'yi ziyaret edecek olan ilk Rus devlet başkanı olması bakımından önem taşıyor. Suriye, Soğuk Savaş yıllarında Moskova'nın Ortadoğu’daki kalesiydi. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Rusya Federasyonu kendini toparlayana kadar Moskova’nın Şam’a ilgsi azalsa da 2000’li yıllarda ikili ilişkiler yeniden canlandı. Özellikle, Ağustos 2008'de (8/8/8) gerçekleşen savaşın ardından Şam tercihini Moskova olarak yaptı. Savaştan hemen sonra Rusya Federasyonu’nun Karadeniz’deki tatil kenti Soçi'de Medvedev ile bir araya gelen Esad, Moskova’nın yanında olduğunu açıkça belirtmişti. Obama'nın iktidara gelmesinin ardından düzelme eğilimine giren Suriye-ABD ilişkilerinin, Şam'ın Lübnan'daki Hizbullah militanlarına füze ve silah gönderdiği gerekçesi ile yeniden bozulması ve Washington’un bu ülkeye yönelik yaptırımları bir yıl daha uzatması da Şam-Moskova yakınlaşmasının hızlanmasına neden oldu.

Medvedev'in Şam'da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir araya gelmesi ve ikili ekonomik ve askeri ilişkilerin geliştirilmesini öngören anlaşmalar imzalanması bekleniyor. Rusya Federasyonu ile Suriye arasında Soğuk Savaş yıllarında mevcut olan sıcak askeri ilişkilerin tekrar eski düzeyine döndüğü de açık bir gerçektir. Suriye’nin Rusya Federasyonu’ndan silah almaya devam etmesi, Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği tarafından ikmal ve bakım üssü olarak kullanılan Suriye’nin Tartus limanının, 2017 yılında kira sözleşmesi sona erecek olan Ukrayna-Kırım’daki Rus deniz üssüne alternatif bir arayış olarak yeniden gündeme gelmesi ikili askeri ilişkilerin geliştiğinin işaretleri olarak yorumlanmaktadır. Ekonomik ilişkilere bakılacak olunursa, 1993’de Suriye ile Rusya Federasyonu arasında imzalanan ticari, ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması ile iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerde somut gelişmeler zaten yaşanmaya başlamıştı. Söz konusu anlaşma çerçevesinde Suriye-Rusya Federasyonu Ticari ve Ekonomik İşbirliği Komisyonu oluşturulmuştu. Söz konusu işbirliği, ticaret, enerji, toprak reformu, sulama, petrol ve gaz sanayi ve ulaştırma alanlarını kapsamıştı. Esad’ın 2005 yılında Moskova’ya yaptığı resmi ziyaret ile birlikte ikili ekonomik ilişkiler daha da gelişmişti. Esad’ın Moskova ziyareti sırasında, karşılıklı yatırımların teşviki ve korunması, uluslararası kara taşımacılığı, Suriye Petrol Bakanlığı ve Rusya Syur Neft Gaz Şirketi arasında petrol ve gaz alanında işbirliği anlaşması, bankacılık alanında işbirliği anlaşması, standartlar alanında anlaşma muhtırası, Suriye ve Rusya işadamları konseyi ortak işbirliği anlaşması ve Suriye’de gaz arıtma tesisi anlaşması imzalanmıştı.

Günümüzde Suriye, Rusya Federasyonu’na ağırlıklı olarak yaş meyve ve sebze, yağ, tohum, tekstil, ev gereçleri, mobilya ihraç ediyor. Türkiye, Rusya Federasyonu’na Rusların çıkarttığı zorluklar nedeniyle yaş meyve ve sebze satmakta zorlanırken, Türkiye’den daha ilkel koşullarda üretim yapan Suriye bu konuda hiçbir sıkıntı ile karşılaşmamaktadır. Suriye-Rusya Federasyonu dış ticaret hacmi 2000 yılında 166 milyon dolar İken 2009 yılında 1 milyar doları aşmıştır.

Suriye-Rusya Federasyonu ilişkilerinin iyi olması Soğuk Savaş yıllarında Türkiye için bir sıkıntı kaynağı olmuştu. Ancak, günümüzde gerek Suriye gerek Rusya Federasyonu ile iyi ilişkiler kurmuş olan Türkiye için söz konusu durum negatif değil pozitif bir olgu haline gelmeye başlamıştır. Örneğin, Türkiye’nin güneyindeki yaş meyve ve sebze üreticileri, Türk tekstilcileri üretimlerini Suriye’ye kaydırarak Suriye üzerinden Rusya Federasyonu’na ihracata başlamışlardır. Suriye’ye giden Medvedev, Soğuk Savaş yıllarının izole edilmiş ülkesi Suriye ile değil, Türkiye üzerinden dünyaya açılmaya başlayan Şam ile karşılaşacaktır. Bu nedenle, Suriye’nin dinamiğini belirleyen artık Moskova değil Ankara-İstanbul olmaya başlamıştır.
   
  
 05 MAYIS 2010 

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=781


***


28 Eylül 2017 Perşembe

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP



Suriye Üzerine Oyunlar,  Türkiye ve AKP 

Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ* 
* Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü, saityilmaz@beykent.edu.tr 


Suriye’de Mart 2011’de başlayan ayaklanma hareketleri Haziran 2011 itibarı ile gerek ülke içinde devam eden silahlı şiddet hareketlerinin artması, gerekse Türkiye sınırına biriken ve artma eğiliminde olan göç dalgası ile birlikte kritik bir safhaya girmektedir. Suriye’yi bugüne getiren olayların başlangıcını Beşar Esad’ın iktidara geldiği 2000 yılına kadar geri götürmeliyiz. Londra’da göz doktorluğu eğitimli, modern eğilimli Beşar Esad, daha iktidara gelir gelmez babası Hafız Esad’a göre daha esnek bir yönetim tarzı izleyeceğinin mesajlarını vermiş ve ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan bu yeni dönem, o zamandan başlayarak Suriye’ye sızmak isteyen Batılı istihbaratçıların iştahını kabartmış, muhalif gruplar bu dönemde hareketlenmeye başlamıştı. 

2003 yılında başlayan Irak Savaşı sonrasındaki dönem Suriye üzerindeki oyunların ve muhalif hareketlerin daha da sistematik hale gelmeye başladığı gelişmelere sahne oldu. Mart 2011’de başlayan üçüncü dalga ise, Tunus’ta başlayan ve Libya’da kanlı bir biçimde devam eden Büyük Orta Doğu’yu dönüştürme projesinin önemli bir kavşağıdır. Bu projede iktidar partisi AKP’nin aldığı rol ve ABD’nin operasyon partisi1 olma konumu özellikle Suriye Sahnesin de belirginleşti. 

Suriye’deki Resim 

Tıpkı Irak gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılan topraklar üzerinde kurulan ve sınırları cetvelle çizilen suni devletlerden biri olan Suriye, 1920-1946 yılları arasında Fransa mandasında kaldı. 1947 yılından itibaren ülkeyi Alevi azınlığın iktidarı olarak adlandırılan Baas Partisi yönetmeye başladı. Irak’ta Saddam döneminde iktidardaki Baas Partisi Sünni’lerin elinde iken, Suriye’deki Baas Partisi Şii’lerin elinde olagelmiştir. Yaklaşık 23 milyon olan bugünkü nüfusunun ancak %11-12’sini Aleviler, %67-70 ise Sünniler oluşturmaktadır. Diğer gruplar arasında İsmailliler %1,5, Dürziler %3-5, Hıristiyanlar %14-15 olarak dikkati çekmektedir. Suriye’deki Kürt nüfusu 300 bin ile 1,5 milyon arasında veren çeşitli kaynaklar bulunmaktadır. Golan, Lazkiye çevresi, Şam ve Halep’te önemli bir Türkmen nüfusu bulunmaktadır. Suriye demografisinin dikkati çeken yönü işsizlik ve özellikle Sünni Araplar ve Kürtler arasındaki yüksek nüfus artış hızıdır. 

Suriye’de 10-24 yaş arası gençler toplam nüfusun %36.3’ünü oluşturmaktadır. Kişi başına gelir 2.400 Dolar civarındadır. 

Mart 2011’de başlayan dalganın en önemli özelliği, 1982 Hama olaylarından sonra muhalifler tarafından rejimi değiştirmek için şiddet olaylarına tekrar başvurulmasıdır. 

Üstelik Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapatılması, olağanüstü halin kaldırılması, barışçıl gösteri hakkının yeniden düzenlenmesi gibi önemli muhalif isteklerini yerine getiren reform çabalarına rağmen şiddet olaylarının ve gösterilerin devam etmesi; bizzat Beşar Esad’ı hedef alan bir rejim değişikliği için düğmeye basıldığının göstergesi olarak kabul edilebilir. 

Bununla beraber, muhalefeti kimin temsil ettiği oldukça muğlaktır. Toplumun farklı kesimlerinden destek alıyor olsa da göstericilerin en çok iktidarı ele geçirmek isteyen Sünni Araplar arasından çıktığı ilk tespittir. Dahapragmatik davranmak isteyen Kürtler ise kontrollü davranarak, kendi haklarını geliştirecek her taraf ile anlaşma bekleyişinde dir. Sünni Arap iktidarından çekinen Hıristiyanlar da, Kürtler gibi bekle-gör politikası izlemektedir. Dürziler ise tarafsız kalmayı tercih etmektedir. 




Esad’ın tek belirgin desteği Alevilerden gelmektedir. Beşar Esad iktidarının en güçlü yanı, Ordu (özellikle üst kademeler) ve istihbaratı güçlü bir şekilde elinde tutmasıdır. 

Der’a, Şam, Humus, Banyas, Rastan ve Bayda gibi yerlerde muhaliflerin etkin olduğu, meydana gelen şiddet olaylarında onlarca eylemcinin öldürüldüğü ve binlercesinin tutuklandığı bildirilmektedir. 

Olaylar genellikle Türkiye sınırına uzak olmakla birlikte göçmen akımı özellikle Hatay’ı seçmektedir. Türkiye ile Suriye arasında 877 km. kara sınırı bulunmaktadır. 
Hatay bölgesinde sayıları gün geçtikçe artan göçmen sayısı ve Batının yakın ilgisi ister istemez bize Irak’ın kuzeyinde 1990’lı yıllarda meydana gelen gelişmeleri 
hatırlatıyor. Aynı kanserli bölgenin Türkiye-Suriye sınırında da yayılması ve hatta tüm Türkiye sınırlarını sarması yadsınamaz bir ihtimaldir. 
Söz konusu göçmen akınının neden Türkiye sınırlarına yakın bir yerde hem de aylar öncesinden yabancı basının yerleşerek hazırlandığı bölgede gerçekleştiği ve neden NGO’ların kapıda beklediği iyi sorgulanmalıdır. Türkiye ile Suriye arasında ki muhtemel bir Kürt kuşağının Irak’tan sonra Arap dünyasıyla Türkiye’nin fiziki bağını tamamen koparacağı unutulmamalıdır. 

Suriye, Orta Doğu bölgesinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı dört devletten birisidir. Suriye’deki Kürtler ağırlıklı olarak Türkiye-Suriye sınırı boyunca üç ayrı bölgede yoğunlaşmışlardır. Bu bölgeleri, Türkiye’nin Hatay şehrine 30 km. mesafede bulunan Afrin, Halep şehrinin kuzeyindeki Fırat nehrinin Suriye’ye giriş noktası olan Ain Al Arap, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı ve Haseki şehirlerinin bulunduğu bölgeler (Cezire Bölgesi) olarak sayabiliriz.2 

Cezire bölgesindeki Kürtleri ,Suriye vatandaşlığa almamıştır. Afrin bölgesindeki Kürtler ise yerli Kürtlerdir. 
Suriye’deki Kürtler büyük çoğunluğu ile Sünni mezhebine mensupturlar. Bu ülkedeki Yahudi Kürtlerin çoğu, İsrail devletine göç etmişlerdir. Ayrıca Şam, Halep, Tartus ve Lazkiye şehirlerinde de iş bulmak amacıyla buralara göç eden çok sayıda kimliksiz Kürt olduğu bilinmektedir. 
Suriye’deki Kürtlerin bugün içinde yaşadıkları rejimin de etkisiyle oldukça Araplaştıklarını da söyleyebiliriz. Suriye, Türkiye ve Irak sınırına yakın bölgelerde yaşayan Kürt grupları ülkeiçinde iskân ederek asimile etme stratejisi izlemektedir. Kürtlerin boşalttığı bölgelere Arapları yerleştirerek burada bir Arap Hattı kurmayı istemektedir. 

ABD ve Batı Oyununda Yeni Perde 

< Suriye'de Beşar Esad’ı Hedef alan bir Rejim >

11 Eylül 2011 sonrası güvenlik ortamının en öne çıkan özelliği iç ve dış müdahalelerin artık eşkıyalık düzeyine varacak kadar keyfi bir hal alması ve bu yönde evrensel barış ve güvenliğin düzenleyicisi olması beklenen Birleşmiş Milletlerin (BM) işlevsizliğinin iyice belirginleşmesi ya da sadece Batılı ülkelere istedikleri meşruiyeti sağlama rolününötesine geçememesidir. BM Şartnamesi ’nin 2/4. maddesi devletlere uluslararası ilişkilerinde “devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne karşı kuvvet kullanmayı” yasaklamış olmasına rağmen, Batılı devletler 51. maddedeki muğlâk meşru savunma hakkının kapsamını istismar etmektedirler. Daha da vahimi önce Kadife devrimlerde, bugün ise Orta Doğu’da görüldüğü gibi demokrasi ve özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için “insan hakları” gerekçesini ortayasürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir. Çanlar şimdi Suriye için çalmaktadır ve uluslararası müdahale için gerekli ortam her gün biraz daha pekişmektedir. Tıpkı Libya ve diğer ülkelerde olduğu gibi bir yandan yönetim tehdit ve şantajla baskı altına alınırken, örgütlenen ve ellerine silah verilen göstericiler çeşitli yerleşim bölgelerini kontrol altına alarak isyanın yaygınlaşmasına ve destek bulmasına çalışmakta, onlara güvenlik güçlerinin müdahalesi ise “ İnsan hakları ihlali ” olarak Batılılar tarafından mümkün olan her vasıta ile dış dünyaya lanse edilmektedir. 




2003 yılındaki Irak Savaşı döneminde, ABD-Suriye ilişkilerinde olumsuzluklar giderek tırmanmaya başlamıştır. ABD, İsrail’in de etkisiyle, Suriye üzerinde; Filistin’e verdiği desteği azaltması, ülkesinde Hizbullah terör örgütünün faaliyetlerine müsaade etmemesi, Irak’a Suriye’den yapılan yasadışı malzeme ve personel geçişlerini önlemesi ve ülkesinde demokratikadımlar atması yönünde baskılara başlamıştır. Bu arada, ABD ve İsrail, Suriye’de Kürt kartını da kullanmaya başladı. Mart 2004’de Cezire bölgesindeki Kamışlı’da bir futbol maçında çıkan olaylar bir anda tüm Suriye’ye yayılmış, Kürtlerin yasadışı gösterilerine ve toplumsal bir harekete dönüşmüştür. 

Bu olaylar sırasında Kürtlerin ABD’ye destek veren sloganlar atmaları, Suriye’nin olayların arkasında ABD, İsrail ve hatta Talabani’nin olduğu ve Kürtleri kışkırttık ları şeklinde açıklamalar yapmasına da neden olmuştur. Irak’lı Kürtlerin ve özellikle Talabani’nin,Suriye’deki Kürt faaliyetlerine daha değişik nitelikte ve örtülü olarak destek verdiği bilinmektedir. 

ABD’de 2005’de yapılan “ Suriye Kürtleri Konferansı ”na Talabani’nin oğlunun katılması bunun önemli bir delili olarak algılanmaktadır. Aynı konferansın Haziran 2006’da Belçika’da yapılan toplantısını müteakip, hemen arkasından ABD’de devam ettirilen ikinci toplantıda ise, Suriye’deki yaklaşık 12 ayrı partide dağılmış olan Kürtlerin kendi aralarında bölündükleri, tıpkı diğer ülkelerdeki Kürtlerde olduğu gibi aralarında görüş ayrılıkları olduğu görülmüştür. Bu bölünme daha çok, Suriye’deki Kürtlere ABD tarafından yapılacak yardımların nasıl ve kimlere yapılacağı ve Suriye’ye nasıl ulaştırılacağı konusundadır. 01 Haziran 2011’de Antalya’da toplanan muhalif grupların toplantısına Kürt temsilcilerin büyük bir kısmı, toplantının Türkiye’de yapılmasını protesto ederek katılmadılar. Gelinen aşamada ABD, olayların biraz daha gelişmesini dikkatle izlemekte, bir yandan BM vasıtası ile Suriye üzerindeki baskıları artırmaktadır. ABD’nin bahanesi Suriye yönetiminin BM ile işbirliği yapmamasıdır. 

Bu oyun tıpkı Irak’ta olduğu gibi BM yolu ile Suriye’nin iç işlerine açıktan müdahil olma ve yeni istekler oluşturma stratejisidir. Avrupa Birliği (AB) içinde ise Suriye’nin meraklısı doğal olarak Fransa’dır. 

Parsayı ABD’ye bırakmak istemeyen Fransa, şimdiden AB kararlarıyla Suriye’nin AB içindeki mal varlıklarını dondurma, seçilmiş kişi ve şirketlere seyahat ve hava sahası kullanma yasağı, yaptırım uygulanacak Suriyeli üst düzey yetkililerin listesinin belirlenmesi gibi tedbirler oluşturdu.

Kısaca, ABD ve AB tarafından kendiliğinden düşmezse Suriye’deki rejimin değiştirilmesi yönünde, askeri seçeneklere varan bir kriz yönetimi sessizce ve oldukça planlı bir şekilde uygulanmaktadır. Obama’nın demeçlerinin tonundan, Angelina Jolie’nin ziyaretine, yabancı basın ajanslarının aylardır Hatay’ı mesken tutmasından, Türkiye’deki seçimlere, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül’ün çıkışlarına ve Suriye hükümeti içinde savaş suçlusu ilan edileceklerin listesine kadar her şey bu kriz yönetimin bir parçasıdır. 

  <  Türkiye, '' Bir anda Demokrasi ve İnsan hakları Şampiyonu olarak ortaya çıkmış ve komşu bir ülkede Rejimin değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. ''  >

Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı ne demokrasi ne de özgürlük getirmektir. 
İki amaca hizmet etmektedir: 
   Seçilen Ülkelerde Rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan.., 
KONTROL EDİLEBİLİR İKTİDAR YAPILARI OLUŞTURMAK VE YABANCI DÜŞMANI OLMAYAN ILIMLI İSLAM TİPİNİ TÜM ORTA DOĞUYA YAYMAK TIR.   

Türkiye ne yapmaya Çalışıyor? 

Haziran 2000’de Hafız Esad’ın ölümü ve 13 Haziran 2000’de Cumhurbaşkanı Sezer’in de bu cenaze törenine katılması ile Türkiye-Suriye ilişkileri düzelme yoluna girmiştir. 
2003 yılından itibaren Suriye-Türkiye ilişkileri ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda olumlu noktalara gelmiştir. 
2005 yılında ABD’nin Suriye Muhalefet Lideri adayı olarak sunduğu Ferid Gadiri’nin Türkiye’ye gelişine zamanın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer onay vermemişti. 
Ancak, AKP, iktidara geldiği günden beri devlet olarak değil devletin kimi unsurlarını yedeğine almış bir operasyon partisi olarak hareket etmektedir. 
Yani AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına politika uygulayanlar, iktidar partisinin bir kısım 
danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. 

Daha açık olarak muhalefet, asker, devlet güvenlik kurumları ve dışişleri bakanlığının büyük kısmı hükümetin politikaları ve hedeflerinin ne tam olarak farkındadır ve ne de destekçisidir. 

Bu Gazze’ye düzenlenen operasyonlar için de böyleydi, Libya için de böyle oldu, Suriye için de böyledir. Askerlerin hükümet uygulamalarına sağladığı destek yasak savma kabilinden, geçiştirme tedbirlerdir. NATO kapsamında Libya için gönderilen askeri destek dış kapının boşa dönen tokmağıdır. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun birkaç danışmanı ile oluşturduğu politikaların arkasında sanıldığı gibi yüzyıllık devlet kültürümüz değil, başka devletlerin yönlendirmeleri ya da hesapları vardır. 2003 yılı sonrasında Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekterliği’nin kötürüm hale getirilmesi ve Dışişleri Bakanlığı’nın By-Pass edilmesi iç politikada olduğu gibi dış politikada da AKP hükümetine dış güçlerle birlikte bağımsız manevra alanı sağlamıştır. Bunun son adımı ise Ocak 2011’de Başbakanlık Kriz Merkezi Yönetmeliği’nin iptali olmuştur. AKP’nin Büyük Orta Doğu yönündeki niyetleri daha Irak Savaşı esnasında Irak’ın Kuzeyindeki gelişmelere ulusal çıkarlar yerine sözde daha büyük mercekten yani Orta Doğu penceresinden bakma motivasyonu ile başlamıştır. Bugün de ülke çıkarları yerine, din esaslı Kürtlerle ve Araplarla birlikte “ Mezopotamya Vizyonu ”, başta Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere AKP’nin hayali olmuştur.3 

Tıpkı Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Sünni Araplar üzerinden bir strateji izlenmektedir. Nitekim Sünni algı nedeni ile bugün Hatay ve Adana bölgesinde yaşayan Aleviler de Suriye’ye karşı olumsuz tutumdan etkilenmiş ve gösterilere başlamışlardır. Türkiye, gerçekten ülke çıkarları yönünde hareket etmiş olsa idi öncelikle Suriye’deki istikrarsızlığın kendi lehine olmadığı gerçeğinden hareket ederdi. 

AKP, Washington tarafından geliştirilen ve merkezinde “Ilımlı İslam” siyasetinin bulunduğu Büyük Orta Doğu Projesi’nin stratejik bir ürünüdür. Dış güçler tarafından tasarlanmış, planlanmış ve sınırları çizilmiş bir projedir. Doğu’nun kalbine sokulmuş bir Truva Atı’dır.4 

ABD ve AB’nin operasyon partisi olan AKP, ülke içinde hukuk ve yasa dışı yöntemler kullanarak yürütülen Ergenekon operasyonları sayesinde önce ülke içinde rakiplerini yok etti ve yeni Anayasa ile Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini tamamen tasfiye aşamasına geldi. AKP, Batı hegemonya siyasetinin İslam dünyasındaki taşıyıcı unsurlarından birisi ve suç ortağı, Batılıların Büyük Orta Doğu Projesi için içten kolaylaştırıcı (facilitator) olarak seçtikleri ve imal ettikleri operasyon partisidir. 

Batılılar, Türkiye’den sonra Orta Doğu’nun diğer ülkelerini de bir bir dönüştürürken, yabancı basında AKP’nin Türkiye’yi bölgesel güç yaptığı hatta Osmanlı İmparatorluğu’nu kurabileceği pompalamaları yapılmaktadır.5 

  < Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, Kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destekvermek ve İşbirliği yapmak olmalı idi.  >

Ancak, muhafazakârlığın milliyetçi vasfına sahip olmayan İslamcı AKP’nin uzak hayalinde Osmanlı değil, “ Müslüman İmparatorluğu” bulunmaktadır. 
Şimdi AKP’nin Suriye’de gözettiği hedefleri inceleyelim; 


    - Batılı güçlerin AKP ile birlikte Suriye’yi tanıma ve yoklama döneminde 2011 Mart’ına kadar Başbakan Erdoğan, Suriye’yi eleştirmediği gibi ona yaklaştı ve böylece oluşan güven ortamında vizeler kaldırıldı, geçişler kolaylaştı. Bu dönem boyunca Suriye ile ilişkilerin yegâne Türk tarafı AKP yöneticileri idi. Wikileaks belgelerinde AKP-Suriye yakınlaşmasının İran’ı bölgede yalnız bırakmak amacına matuf olduğunun AKP yöneticilerince itiraf edilmesi anlamlıdır. Bu kapsamda, İran-AKP yakınlaşmasının da başından beri samimi bir içerik taşımadığı, AKP’nin sık gördüğümüz ikiyüzlülüğünün açık kanıtı oldu. 

   -Nisan 2011’den itibaren gösterilerin artması ile birlikte Erdoğan’ın söylemi birden değişmeye  başladı. Dışişleri Bakanı, Başbakanın özel temsilcisi, MİT Müsteşarı ve bazen Başbakan doğrudan telefon görüşmesi ile Beşar Esad’ı reformlar (!) konusunda ikna dönemine girdi. Kaddafi gibi Esad’ın da pabucu kolay bırakmayacağının anlaşılması üzerine, Batılıların empoze ettiği Suriye karşıtı atmosfer içinde Erdoğan, Beşar Esad karşıtı bir duruş ile doğrudan Suriye halkına hitap etmeye başladı. 

Suriye’den Türkiye’ye mülteci akını başlatıldı ve Türkiye kapılarını açtı. 

   -Suriye’deki çatışmalar devam ederken ülke televizyonu Sana News’de “Gelişmiş silahlar taşıyan eylemcilerin üzerinde Türk pasaportları ve sim kartları çıktığı” haberi yer aldı. 14 Haziran 2011 günü ise Press TV, Türkiye’yi ABD ve İsrail ile birlikte silahlı gruplara lojistik ve teknik destek vermekle suçladı. Müteakiben, AKP-Şam ilişkileri çatışma dönemine girdi ve “daha fazla sessiz kalamayız” diyen Erdoğan, Suriye’deki muhalif gruplara İstanbul ve Ankara’da imkânlar tanımaya başladı. Suriye’den yeni talep “insani davranmıyor” gerekçesi ile Beşar’ın kardeşi Mahir’in feda edilmesi idi. 

<  Batılılar, Demokrasi ve Özgürlükler adına çeşitli ülkelerde muhalif grupları örgütleyerek ve silahlandırarak iç çatışmalara yol açıp, sonra da bunları korumak için ^‘İnsan Hakları’ ^ gerekçesini Ortaya sürmek gibi tehlikeli bir oyunun içine girmişlerdir.     > 

 -Sırada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül vardı. Gül; “Suriye’yi  günlük istihbaratla takip ediyoruz. Sivil-asker en kötü senaryolara karşı hazırlığımızı yapmış vaziyetteyiz” dedi. 
Gül, Beşar Esad’ın gayretlerine “yetmez” dedi ve isteklerini  sıraladı. Gül’ün bahsettiği askeri seçeneklerin ne olduğu belli  değil ama Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay bölgesine ziyareti bu kapsamda gönüllü bir desteği temsil etmiyor kanaatindeyiz. 

Kayda değer diğer bir tepki ise Cumhurbaşkanı  danışmanları Erşat Hürmüzlü’nün “Suriye’de devrimlerin  kaçınılmaz olduğu, BM’den Şam hükümeti aleyhine bir karar çıkarsa Türkiye’nin bu kararı destekleyeceği ve ülkede barış  isteniyorsa tek yolun demokrasi olduğu” açıklamasıdır. 
Türkiye, bir anda demokrasi ve insan hakları şampiyonu  olarak ortaya çıkmakta ve komşu bir ülkede rejimin değişmesi  gerektiğini ifade etmekte, ülke yönetimine baskı yapmakta, böylece dolaylı olarak halkı isyana teşvik etmekte, 

<  Genişletilmiş ya da Büyük Orta Doğu Projesi’nin amacı; Seçilen ülkelerde rejimleri değiştirerek Batı yanlısı ve dışarıdan kontrol edilebilir iktidar yapıları oluşturmak ve yabancı düşmanı olmayan '' ILIMLI İSLAM TİPİ '' ni  Tüm Orta Doğu’ya yaymaktır. >

Suriye Üzerine Oyunlar, Türkiye ve AKP muhalif grupları kendi ülkesinde toplamakta, akıl vermektedir. Türk televizyonlarındaki AKP eksenli yorumculara bakarsanız, Suriye’de demokratik, insan haklarına saygılı ve özgür bir toplumun 
gelişmesi tüm Orta Doğu’nun ve Türkiye’nin hayrınadır. Genel seçimler sonrası rahatlayan AKP, şimdi Suriye konusunda daha da aktif bir politika izlemektedir. AKP, Batı adına hemrejim değişikliklerini ucuza getirmek için hedef ülke liderleri üzerinde “ikna edici” rol üstlenmekte, hem de istedikleri meşruiyet desteğini sağlamaktadır. Sadece ülke içinde değil, dış politikada da AKP, bir operasyon partisi niteliği kazanmıştır. Ancak, AKP’nin bu operasyonları ne planlayacak ne de uygulayacak bir beyin takımı ve kadrosu vardır. ABD-AB-AKP ilişkilerinin tam bir panoramasının çıkarılmasının sadeceTürk ulusal güvenliği için değil, başta komşularımız olmak üzere uluslararası güvenlik için de önemli bir ihtiyaç haline geldiğini kaydetmeliyiz. 

<   AKP’nin izlediği politikalar genellikle bir devlet politikası olmaktan uzaktır. Bugün Türkiye adına uygulanan politikalar iktidar partisinin bir kısım danışmanları ve onlara operasyonel olarak hizmet eden suni bir takım yapılanmalardan ibarettir. >

Sonuç yerine 

Türkiye’nin komşusu olan bir ülke ile ilişkisi, onun kendi iç dinamiklerine saygı göstererek, kendi dönüşümünün gerçekleşmesinde talep edilmesi halinde destek vermek ve işbirliği yapmak olmalı idi. Bugün ise Suriye’deki gerginliklerin nihayetinde ya Beşar Esad bir şekilde çatışmaları kontrol altına alarak, yönetimini devam ettirecek ya da bu çatışmalar bir süre daha devam ederek, mevcut iktidarın yer değiştireceği bir kaos ortamına girilecektir. Ortaya çıkacak sonuç hiç de bazılarının iddia ettiği gibi demokratik ve modern Suriye olmayacak tır. Esasen ne Batı, ne de Türkiye’nin hesapları bunun üzerine değildir. Batılılar ve özelde İsrail, Esad rejimini değiştirerek Batıya müzahir bir Suriye yönetimi ile İran’ı yalnız bırakma ve Büyük Orta Doğu’da bir kaleyi daha ele geçirme peşindedir. Ancak, her iki durumda da Türkiye kaybeden taraf olacaktır. Beşar kazanırsa Türkiye, bir kuzudan bir aslan yaratarak gerçek bir düşman kazanacaktır. 
Artık, Beşar’ın Türkiye aleyhine her hareketi kendine göre meşru bir gerekçe taşıyacaktır. Beşar kaybederse, kazanan ABD, Fransa ve İsrail olacak, ortaya çıkan yeni kaotik rejimde Kürtlerin konumu Türkiye’nin başka bir baş ağrısı olacaktır. Kısaca, BOP’da sıra yavaş yavaş bize gelmektedir. 

Ulusal çıkar odaklı olmayan ve Batılılarla hareket eden bir yönetimin ülkeyi sürükleyeceği uçurum ancak bölünmedir. AKP, çok zayıf ve her an bozulabilecek iç ve dış dengeler üzerinde hareket etmektedir ve bugün gelinen aşamanın bir bozguna dönüşmesi çok zor değildir. Operasyon partileri, operasyonlar için vardır; günü gelince oyun biter, piyonlar torbaya girer. 


DİPNOTLAR;

1 Operasyon Partisi kavramı Merdan Yanardağ’ın “Operasyon Partisi (Bir ABD Projesi Olarak AKP)” isimli kitabından esinlenerek kullanılmıştır
2 Sait Yılmaz & Osman Akagündüz: Kürtler Neden Devlet Kuramaz, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2011), s.376-377. 
3 Gürkan Zengin: Hoca Türk Dış Politikası’nda “Davutoğlu Etkisi”, İnkılap Kitabevi, (İstanbul, 2010), s.154. 
4 Yanardağ: a.g.e., (2011), s.14. 
5 Newsweek: Osmanlı Canlanabilir, 14 Haziran 2011. 


***