Oytun Orhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Oytun Orhan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2020 Cumartesi

Libya'daki vekalet savaşında Türkiye

 

Libya'daki vekalet savaşında Türkiye



Libya’da Trablus’u almaya çalışan Hafter yanlısı güçlerle karşı karşıya gelen Türkiye, siyasi belirsizliğin hakim olduğu ve fiilen ikiye bölünmüş olan ülkede nüfuzunu artırmaya çalışıyor. Peki ama neden?
Petrol zengini Libya, Arap Baharı'nın başladığı ve ardından Muammer Kaddafi'nin linç edilerek öldürüldüğü 2011 yılından bu yana giderek derinleşen bir iç savaşın içinde. Ülkede çok sayıda silahlı grup faaliyet gösterse de uluslararası alanda destek bulan ve etkinliğini artıran iki güç var: Bunlardan biri Birleşmiş Milletler, Türkiye ve Katar'ın yanı sıra bazı Batı ülkelerinin tanıdığı Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti. Diğeri de Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır, Fransa tarafından desteklenen ve ülkenin doğusunu kontrolü altına bulunduran Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi. İşte Türkiye'yi düşman ilan eden ve kendini Libya Ulusal Ordusu olarak tanımlayan silahlı birliklerin komutanı General Halife Hafter de Temsilciler Meclisi'nin yanında.
Hafter ve destekçilerinin Türkiye'ye karşı suçlamalarda bulunmasının nedeni ise Türkiye'nin Ulusal Mutabakat Hükümeti'ne siyasi desteğin yanı sıra silah satışı yaparak askeri destek de vermesi. Ulusal Mutabakat Hükümeti‘ne bağlı güçlerin Türk malı silahları kullanarak önemli bir şehri geri alması Hafter‘in Türkiye'ye açık cephe almasına yol açtı ve Libya'daki altı Türk'ün tutuklanmasıyla da gerginlik tırmandı. Türkiye'nin tutuklamaların devam etmesi halinde Hafter yanlısı güçlerin açık hedef haline geleceğini açıklamasının ardından tutuklanan Türklerin serbest bırakıldığını ifade eden Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nden (ORSAM) Oytun Orhan, Libya'daki iç savaşın aslında Türkiye'nin de dahil olduğu bir vekalet savaşı olduğuna dikkat çekiyor.
📷
General Halife Hafter
"Libya fiili olarak bölündü"
Ortamın giderek kızıştığı uyarısında bulunan Orhan, "Esasında Suudi Arabistan, BAE ve Fransa ittifakının askeri anlamda yaşadığı bir başarısızlığın bir tezahürü olarak da görebiliriz, Türkiye'ye dönük artan bu eleştirileri. Tabii Libya'daki bu çatışmaların bir sonucu olacak. O da şu: (Gelişmeler) Bir askeri güç dengesine ulaşıldığını gösteriyor. Bu Türkiye‘nin kendi pozisyonunu koruması açısından önemli, olumlu. Ama bir yandan da bu Libya'nın fiili olarak bölündüğü anlamına geliyor" değerlendirmesinde bulunuyor.
Orhan'ın askeri güç dengesinden kastı ise Libya'nın fiili olarak ikiye bölünmesine neden olan güçler arasındaki iktidar paylaşımı. Tarafların askeri güç açısından benzer konumda olduklarına işaret eden Orhan, Libya'nın siyasi geleceği ile ilgili olarak da "Bir taraf diğer tarafa üstünlük kuramadığı için artık bir birleşmenin olmayacağını söylemek mümkün" öngörüsünde bulunuyor.
Dolayısıyla Libya büyük bir siyasi belirsizlik içinde. BM ile birlikte bazı Batı ülkeleri Trablus'daki hükümeti muhatap alsa da Doğu'daki grubun da uluslararası güçler tarafından askeri, lojistik ve mali açıdan desteklenmesi denklemi daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Açık bir pozisyon almasa da ABD'nin de Hafter'e destek verdiği tahmin ediliyor. Rusya'nın durumu ise muğlak. Libya'nın demografik yapısını da iktidar denklemine dahil etmek gerekiyor. Hafter yanlıları Libya'nın doğusu ile birlikte geniş bir alana sahip, ancak nüfus yoğunluğunun bulunduğu Trablus ve çevresi Ulusal Mutabakat Hükümeti'nin kontrolünde.
"Hafter yasa dışı milis bir lider"
Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı'nın dış politika uzmanı Emrah Kekilli ise Hafter'i yasa dışı bir milis lider olarak tanımlıyor ve Libya'daki çatışma ve çözümsüzlüğün nedeni olarak Hafter'i gösteriyor. Kekilli'nin Hafter güçlerinin Türkiye'ye tepkisini "Hafter son aylardaki yenilgilerini izah edebilmek için bir dış düşman arayışındadır, Türkiye'yi tehdit ederek kendi tabanını konsolide etme gayretindedir" şeklinde açıklıyor.
Hafter'in bir Kaddafi olmaya aday olduğuna, ancak gücü ve imkanlarının bunun için yeterli gelmediğine işaret eden Kekilli, "Libya'da siyasi çözüm sağlanabilirse, Hafter zayıflayarak sahneden çekilecektir" diyor. Kekilli ayrıca "Türkiye krize müdahale etmemiştir, uluslararası hukuk çerçevesinde meşru aktörlerle muhataptır" yorumunu yapıyor.
Türkiye'nin Libya'daki çıkarları
Peki Türkiye'nin Libya'daki çıkarları neler? En önemli unsurlardan biri ticari. Kaddafi öncesinde Türkiye'nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki yatırımları açısından Libya'nın açık ara öne çıkan bir ülke olduğunu belirten Ortadoğu uzmanı Oytun Orhan, "Kaddafi döneminde Libya'da çok sayıda Türk firması faaliyet gösteriyordu. Yaşanan iç savaş ise Türkiye'nin ekonomik anlamda burada ciddi bir kayıp yaşamasına neden oldu. Tabii işin bir diğer boyutu da Doğu Akdeniz'deki güç mücadelesi konusu" diyor.
📷
Ortadoğu uzmanı Oytun Orhan
Türkiye geçen aylarda Doğu Akdeniz'de petrol ve doğal gaz arama amaçlı sondaj çalışmalarına başlamıştı. Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin faaliyetlerini yasa dışı bularak tepki göstermesinin ardından Doğu Akdeniz, uluslararası politikada bir çatışma alanı olarak ortaya çıkmaya başladı. Libya'nın bu çatışma alanında jeopolitik önemi nedeniyle kritik bir konumda olduğuna işaret eden Orhan, "Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki güç mücadelesinde, enerji oyununda kendi yanındaki müttefiklere ihtiyacı var. Libya'yı da bir müttefik olarak koruma çabası içinde" değerlendirmesini yapıyor.
Müslüman Kardeşler ve Türkiye
Öte yandan Türkiye'nin Libya'daki rolünün Mısır merkezli Müslüman Kardeşlerle bağlantılı olduğunu savunanlar da var. Türkiye'nin Libya'da Müslüman Kardeşlerle bağlantılı grupları desteklediği ve dolayısıyla radikal İslamcı gruplara destek verdiği iddia ediliyor.
ORSAM'dan Oytun Orhan bu değerlendirmelere mesafeli. Orhan, "Türkiye‘nin Trablus hükümetini desteklediği biliniyor. Trablus güçlerine silah satışı söz konusu. Meşru bir silah satışı bu. Ancak bu desteği Müslüman Kardeşlerle sınırlandırmamak lazım. BM nezdinde de meşru bir hükümet olan Trablus hükümetinin yanında yer aldığını ve Suudi Arabistan ve Emirliklerin desteklediği güçlere karşı bir pozisyon aldığını söylemek daha doğru olur" diyor.
Libya'da bundan sonra ne olacak?
Sekiz yıldır süren bir iç savaş, silahlı milisler, yüzlerce can kaybı ve evini, yurdunu terk etmek zorunda kalan binlerce mülteci. Peki Libya'yı nasıl bir gelecek bekliyor? Almanya'nın Giessen kentindeki Justus-Liesig Üniversitesi'nden Andreas Dittman, Deutsche Welle'den Nermin İsmail'in bu sorusuna şu yanıtı veriyor: "Hafter'in ülkede ilerlemesini memnuniyetle karşılayan çok sayıda Libyalı var. Sükuneti sağlaması ve ekonomik büyümeyi sağlaması umuluyor. Kimse daha fazla çatışma istemiyor. Ancak öte yandan Kaddafi'nin bir tekrarı olacağı gerekçesiyle Trablus çevresinde Hafter'in iktidara gelmesini istemeyenler de var. Onlar askeri bir diktatöre karşı demokrasi istiyor."
Hülya Schenk
© Deutsche Welle Türkçe


5 Kasım 2018 Pazartesi

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası

Tahran Zirvesi sonrası Suriye, İdlib ve Türkiye’nin Politikası




Oytun Orhan  11.09.2018

Ortadoğu Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Suriye Çalışmaları Koordinatörü Oytun Orhan, Star Gazetesi’nden Fadime Özkan’a verdiği röportajda Tahran zirvesi sonrası Astana süreci ve İdlib’in geleceğini, Suriye’de Rusya, ABD ve İran gibi aktörlerin pozisyonlarını, Ankara –Şam işbirliği ihtimalini, Türkiye’nin Suriye’deki öncelikleri ve PKK/YPG ile mücadelesi başlıklarını değerlendirdi.

Rusya ve Esed rejimi İdlib’in dış çeperini bombalamaya başlamışken Tahran’da üçlü zirve de gerçekleşti. Zirvenin sonucu ne sizce? Ateşkes kararı çıkmadı ama Türkiye istediklerinin ne kadarını aldı?
Esasında Türkiye ve Rusya arasında bütün Astana zirveleri öncesinde teknik düzeyde görüşmeler zaten yapılıyor. Tahran zirvesi öncesinde de Rusya Savunma Bakanlığı ve ordusundan yetkililer Türk muhatapları ile Ankara’da görüşmeler gerçekleştirmişti. Suriye’de eğer bir bölgeye ilişkin askeri hareket yapılacaksa taraflar önceden nihai sınırlar konusunda anlaşmaya varıyor. Ancak İdlib konusunda anlaşıldığı kadarı ile bu tarz bir anlaşma henüz mevcut değil. Bu müzakere kapısının kapandığı anlamına gelmiyor.

KISMİ GÜÇ GÖSTERİSİ

Astana süreci kırılma noktasında mı?

Zirvenin toplanmış olması, bir sonraki zirvenin Rusya’da yapılacağının açıklanması tarafların Astana Süreci’ne halen şans verdiğinin işareti. Ancak son zirve artık tarafların Suriye’de işbirliği zemininin giderek zayıfladığını gösteriyor. Açıkçası Rusya ve İran tarafı belki de Türkiye’ye olan ihtiyacın artık eskisi kadar olmadığını düşünüyor ve İdlib ile birlikte görüş farklılıkları daha ön plana çıkıyor. Bu açıdan İdlib Astana sürecinin devamı açısından önemli bir test alanı olacak. Rusya Türkiye’nin sınırlarını görmek isteyecek. Türkiye de Rusya’ya Suriye’de halen kendisine ihtiyacı olduğunu, kendisi olmadan düzen kurmanın mümkün olmadığını göstermek isteyecektir. Dolayısıyla taraflar arasında İdlib üzerinden kısmi bir güç gösterisi olabilir. Her iki kanattan da askeri hamleler söz konusu olacaktır. Rusya hava saldırılarını artırabilir, Türkiye de muhalifler üzerinde uzun süredir ateşkese uymaları yönündeki baskısını kaldırır ve hatta İdlib’teki mevcut askeri varlığını artıracak bazı hamlelerde bulunabilir.

ABD, FIRSAT KOLLUYOR

BM Güvenlik Konseyi de Cuma günü İdlib konusunda toplandı. Bu gelişmeyi Tahran zirvesi açısından nasıl okumalıyız? ABD olayın akışını tamamen Astana sürecine ve garantör devletlere bırakmak istemiyor denebilir mi?
ABD en başından bu yana Astana sürecinden rahatsız zira Suriye konusunda kararlar üç garantör ülke olan Türkiye, Rusya ve İran tarafından alınıyor ve ABD’nin hiçbir inisiyatifi bulunmuyor. Dahası Astana’nın iki garantör ülkesi Rusya ve İran bölgede rekabet halinde olduğu iki aktör. Bu nedenle ABD uzunca bir süredir garantör ülkeler arasında çatlak yaşanması beklentisi içinde. Bu şekilde Suriye’de oyun alanının genişleyebileceğini düşünüyor. ABD’nin Suriye’deki rolü şu anda ülkenin doğusu ile sınırlı ancak geniş anlamda Suriye iç savaşı ve siyasi çözüm konusunda etkisi zayıf. İdlib meselesi ABD’ye bunu tersine çevirmek için bir fırsat sunabilir. Ancak bunun olabilmesi için öncelikle Suriye’de Türkiye-Rusya işbirliğinin sona ermesi gerekiyor. Bu iki aktör boşluk bırakmaz ise ABD’nin müdahil olma şansı zor gözüküyor.

KİMYASAL ABD İÇİN BİR SİLAH

Beyaz Saray “rejim bir kez daha kimyasal silah kullanırsa ABD hızlı ve sert cevap verecek dedi. Daha önce verilmeyen bu ceza neden şimdi verilmek isteniyor?
ABD’nin kimyasal silah kullanımı konusundaki hassasiyeti de tam bu noktada önem kazanıyor. ABD bir şekilde İdlib meselesine müdahil olmak istiyor ancak elindeki araçlar çok sınırlı. Kimyasal saldırı işte bu imkanı sunabilir.

İdlib’te kim, ne planlıyor tam olarak? Bütün olay ABD ve Rusya arasında mı geçecek?

İdlib’in geleceğini Rusya-ABD değil Türkiye-Rusya arasındaki müzakereler belirleyecek. Zaten İdlib konusunda da ABD ile Rusya çok farklı pozisyonda. ABD’nin İdlib hassasiyetinin temelinde iki nedenin yattığını düşünüyorum. Birincisi İdlib’in düşmesi halinde siyasi çözüm konusunda Rusya ve Esad rejimini zorlayacak hiçbir aracının kalmayacağını düşünüyor. Bu durum rejimin aşırı güçlenmesi ve Rus etkisinin pekişmesi anlamına gelecektir. Bunun dolaylı sonucu ise Suriye’nin kuzeydoğusundaki ABD nüfuz alanının daha büyük baskı altına girmesidir.

TÜRKİYE İÇİN RİSK NEDİR?

ABD ve Rusya, birbirlerinin Suriye’deki varlık alanlarını kabullendi mi yoksa çatışma riski var mı? Anlaşamadıkları noktalar ne? Ve tabii asıl Soru: Rusya ve ABD’nin Türkiye aleyhine uzlaşma ihtimali var mı?

Esasen ABD ve Rusya’nın Suriye konusunda bazı açılardan benzer pozisyona sahip olduğu görülüyor. Rusya ve ABD’nin Suriye’de anlaşması Türkiye açısından felaket senaryosu. Zira bölgesel güçler iki büyük gücün aralarındaki rekabetten faydalanarak kendi oyun alanlarını genişletebilir. Dolayısıyla iki büyük gücün anlaştığı bir ortamda Suriye’deki düzeni büyük ölçüde belirleyebilmeleri söz konusu olacaktır. Bu da bölgesel güçlerin etkisinin sınırlanması anlamına gelir. Ama Suriye’de ABD-Rusya anlaşmasının Türkiye açısından daha büyük bir riski söz konusu. Çünkü bu anlaşma büyük ihtimalle Suriye’nin iki büyük güç arasında nüfuz alanlarına bölünmesi ve paylaşılması temeline dayanacaktır. Bunun anlamı Suriye’de federal yapıya geçilmesi, Suriye’nin kuzeydoğusunda PKK kontrolündeki bölgenin siyasi statü kazanması ve iki büyük gücün Suriye’deki askeri varlıklarının, üslerinin kalıcı hale gelmesidir. Dolayısıyla Türkiye Ortadoğu’ya açılan kapısı Suriye sınırlarında terör koridoru, iki büyük gücün askeri varlığı ile yaşamak zorunda kalabilir.

RUSYA VE ABD ANLAŞIR MI?

Ancak ABD ve Rusya arasında her ne kadar güç paylaşımına dayalı bir anlayış olsa da görüş farklılıkları ağır basıyor. Her şeyden önce Rusya’nın Suriye’de bu denli güçlenmesini sağlayan iki bölgesel güç olan Türkiye ve İran’ı yanına alarak hareket etmesi sayesinde gerçekleşti. Daha da önemlisi Şam’ın onayı ile Suriye’de bulunuyor. Ancak ABD ile söz konusu temellerde anlaşması Rusya’nın bölgesel ittifaklarının sonu anlamına gelir ve bunu yapmak istese bile dikte ettiremez. Dolayısıyla Rusya ABD’nin Suriye’deki varlığı ile mücadele etmemeyi tercih edebilir ancak ABD ile federalizm temelinde anlaşamaz. 

SÜPER GÜÇ OLMA YOLUNDA

Rusya Suriye’de ne istiyor?

Rusya’nın Suriye’de birkaç tane önceliği var. Rusya Eylül 2015 tarihinde Suriye’ye müdahale ettiğinde ilk amacı Suriye rejimini ayakta tutmaktı. Rusya’nın Şam’a desteğinin arka planında birkaç neden söz konusuydu. Rusya’nın bu riskli hamlesi Suriye’de bütün dengeleri değiştirdi ve Moskova adına belki beklediğinin ötesinde kazanımlar sağladı. Artık Suriye, Rusya açısından elini güçlendiren bir koz değil doğrudan stratejik öneme sahip bir alan haline gelmiş durumda. Bunun en önemli nedeni Rusya’nın Tartus’ta deniz ve Lazkiye’de hava üslerinin 50 yıllık kullanım haklarını almış olmasıdır. Rusya bu anlaşmalardan sonra her iki üssün kapasitesini artırdı. Bu askeri üsler Rusya’yı Doğu Akdeniz’in en güçlü aktörü konumuna getirecektir. Rusya bu şekilde artık sadece kendi sınırları etrafına güç enjekte edebilen değil aynı zamanda bir süper gücün olması gerektiği şekilde sınırlarının ötesinde etki uygulayabilen bir aktör olmuştur. Bu açıdan Rusya’nın Suriye’deki varlığı onu yeniden süper güç konumuna doğru yaklaştırıyor. Rusya her şeyden önce bunu korumak istiyor ve bu Esad rejiminin ayakta kalması ile doğrudan bağlantılı. Rusya bununla bağlantılı olarak kendi etkisine açık şekilde bir Suriye ulusal ordusunun kurulmasını destekliyor.

RUSYA PAZARLIK GÜCÜ KAZANDI

Rusya ikinci olarak Suriye meselesini diğer devletlerle ilişkilerinde pazarlık aracına dönüştürebilmeyi başardı. Suriye meselesi ABD, Avrupa ve bölge ülkeleri için o kadar kritik bir konu haline geldi ki Suriye kaynaklı sıkıntılarını çözmek isteyen herkes Suriye’de karar alıcı haline gelen Rusya ile pazarlık etmek durumunda kaldı. Bu da Rusya’nın farklı alanlarda hem siyasi hem de ekonomik çıkar elde edebilmesine neden oldu.

Bunların dışında Rusya’nın özellikle İdlib kaynaklı tehdit algıları da var. İdlib’teki gruplar içinde çok sayıda Kafkas ve Orta Asya kökenli savaşçı yer alıyor. Rusya bu unsurların kaynak ülkelerine dönmeden Suriye topraklarında imha edilmesini istiyor. Üçüncüsü Selefi-Cihatçı hareketlerin güçlenmesinin kendi iç güvenliğini riske edebileceğini düşünüyor ve bu nedenle bu tarz hareketleri kendi topraklarına yaklaşmadan boğmak istiyor.

REJİM FEDERALİZME KARŞI

Rusya’nın Suriye rejimi üzerinde ne kadar etkili? 


İran ve Suriye ne istiyor peki, birbirleriyle nerede örtüşüp nerede ayrışıyorlar?
Rusya’nın pozisyonu Şam ve Tahran ile uyuşsa da Suriye’de federalizm konusunda farklı düşündükleri görülüyor. Rusya Suriye’de federalizme sıcak bakıyor ancak Suriye’deki önceliği bu değil ve şimdilik taraflar arasında sıkıntıya yol açmıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de kritik bir oyuncu olsa da her istediğini Şam’a dikte ettirecek bir gücü bulunmuyor. Hatta birçok zaman Rusya’nın Şam’ın isteklerine göre pozisyonunu değiştirmesi gerekebiliyor. Örneğin ilk Astana toplantısı sonrası Rusya’nın sunduğu anayasa taslağı sadece Türkiye değil aynı zamanda Şam’ın da itirazları nedeniyle gündemden düşürüldü. Zira bu taslakta özerlikten bahsediliyordu ve Suriye bundan çok rahatsız oldu.

RUSYA VE İRAN RAKİPTİR

Rusya ile İran arasında da Suriye’de artan rekabetin işaretleri görülmeye başlandı. Ancak bu farklılığı tarafların işbirliğini sonlandırmasına neden olacak bir çatlak olarak görmemek gerekir. İran Suriye’de kendi etki alanını Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan gibi ülkelerden ihraç ettiği Şii milis güçler üzerinden kuruyor. Bu gruplar doğrudan İran yönlendirmesi ile hareket ediyor ve Suriye’nin güvenlik yapılanmasının bu güçler üzerine inşa edilmesi Rusya’nın ulusal ordu projesi ile ters düşüyor. Buradan kaynaklı bir rekabet söz konusu. Esasen işin özünde iç savaş sonrası Suriye’de kim daha fazla etkili olacak rekabeti yatıyor. Rusya her ne kadar Suriye’de büyük karar alıcı gibi gözükse de İran sahada ve Suriye’nin kılcal damarlarına daha fazla nüfuz edebilmeyi başarıyor. Bu Rusya’da kaygı yaratıyor ve son dönemde Dera operasyonuna İranlı milislerin dahil edilmemesi ve İsrail sınırından 80 km. içeri çekilmeleri olayında olduğu gibi Rusya’nın İran etkisini dengelemeye çalıştığı örnekler söz konusu. İdlib meselesi de bunlardan biri. Dikkat edilecek olursak tartışılan İdlib operasyonunda İranlı milislerin rolünden bahsedilmiyor. Rusya kendisinin belirleyici askeri güç olduğu bir ortamda sahanın İran tarafından domine edilmesini istemiyor.

KİM NE İSTİYOR?

Türkiye’nin İdlib planı ne tam olarak? 

Rusya ile Türkiye İdlib konusunda anlaştı mı, hangi çerçevede anlaştı?
Rusya ve rejim ülkenin diğer çatışmasızlık bölgelerindeki tahliyeler sonucunda sivil halk ve silahlı grupları İdlib’e yönlendirmişti. Bunun sonucunda İdlib’te yani Türkiye’nin sınırlarında sivil nüfus sayısı 3,5 milyona ulaştı ve on binlerce de muhalif savaşçı yer alıyor. Astana’nın garantör ülkeleri radikal ve ılımlı unsurların ayrıştırılması, ılımlılar ile siyasi çözüme varılması ve radikallerin elimine edilmesi konusunda anlaşmıştı. İdlib’te gerçekten de radikal örgütler bulunuyor. El-Kaide’nin türevi olan HTŞ yapılanması güçlü bir konumda. Ancak bunun yanı sıra Astana’nın da parçası olan, Türkiye’nin desteklediği ılımlı muhalif gruplar çoğunlukta. Rusya ve rejim radikallerin varlığını öne sürerek İdlib’e askeri müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Türkiye bölgedeki radikallerin varlığını kabul ediyor ve mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak farklı bir metod öneriyor. Zira Rusya’nın metodu Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası yaşanması, radikal unsurların Türkiye’ye sızması riskini içeriyor. Türkiye İdlib’te radikal ve ılımlıların zaman içinde daha fazla ayrıştığı, ılımlı kampın giderek güçlendiği ve radikallerin zayıflatıldığı bir yöntem öneriyor. Bu konuda da uzunca bir süredir çaba sarf edildi ve mesafe de kat edildi. Ancak bu yöntemin başarı üretmesi için daha fazla zamana ihtiyaç var. Bunun için Türkiye İdlib’in çatışmasızlık bölgesi olarak kalmasını istiyor.

BELİRLEYİCİ GÜÇ RUSYA

Moskova, Tahran ve Şam ne istiyor?

Ancak Tahran zirvesindeki tartışmalar Rusya ve rejimin İdlib’te radikal varlığını öne sürerek askeri müdahale konusunda kararlı olduğunu gösteriyor. Esasen rejim açısından bakıldığında İdlib’teki bütün silahlı unsurlar terör örgütü olarak görülüyor. Ancak Rusya desteği olmadan İdlib’e adım atamayacağının farkında. O nedenle Rusya’nın tavrı belirleyici olacak. Rusya’nın önünde iki alternatif bulunuyor. Rusya, farklı alanlarda Türkiye ile arasında sürdürdüğü işbirliğini korumak adına İdlib’te Türkiye’nin hassasiyetlerini göze alır ve İdlib’te Türkiye’nin sunduğu çözüm planına zaman tanır. Tersi durumda “teröristler var” argümanı üzerinden her türlü sonuca katlanarak İdlib’e askeri operasyon seçeneğini kullanır.

RUSYA ŞU AN TEST EDİYOR

Sizce Ne yapar?

Ben Rusya’nın İdlib’te şimdilik bir test yaptığını düşünüyorum. Askeri operasyon konusunda ciddi ancak bir yandan da Türkiye ve dünyanın tepkisinin ne olacağını görmeye çalışıyor. Rusya sınırları zorlayacak ve üstesinden gelebileceğini düşündüğü noktada operasyonlara devam edecektir. Ancak askeri seçeneği kullanması durumunda Türkiye’nin de Rusya’ya sınırlarını göstermeye çalışacağını düşünüyorum.

İDLİB TÜRKİYE İÇİN HAYATİ

Avantaj ve dezavantaj durumları nasıl?

Rusya bugüne kadarki askeri başarılarını bir düzeye kadar Astana süreci sayesinde elde etti. Türkiye İdlib’te Doğu Guta ve Dera senaryosunun tekrarlanmasının mümkün olmadığını ya da aşırı maliyetli olacağını gösterebilir. Dolayısıyla taraflar İdlib üzerinden yeni bir güç testine girebilir. Bu rekabetin sonucu İdlib’in kaderini ve İdlib’in kaderi de Suriye iç savaşının nasıl sonuçlanacağını belirleyecektir. Türkiye’nin bu noktada avantajları coğrafya, muhalifleri yönlendirebilme gücü, İdlib kamuoyu üzerinde sahip olduğu etki, İdlib içinde sınırlı da olsa caydırıcı olabilecek askeri varlığı ve hepsinden önemlisi Türkiye’nin İdlib sorununu hayati olarak görmesi ve bedel ödeme kapasitesinin yüksek olması.

KİMYASAL SİLAH SİVİLLERİ GÖÇE ZORLAMAK İÇİN.,

Kimyasal silah tehdidinden bahsediliyor sıkça. Taraflar birbirini itham ediyor. Gerçek mi bu tehdit, kim kime karşı kullanabilir?
Suriye iç savaşı sırasında kimyasal silah daha önce defalarca kullanıldı dolayısıyla bu tehdit son derece gerçek. Bu saldırılarda hedef her zaman muhaliflerin kontrol ettiği bölgeler ve buradaki siviller olmuştu. ABD daha önceki kimyasal silah saldırılarda bir daha bu yola başvurmaması için rejim hedeflerine saldırı gerçekleştirmişti. İdlib operasyonu gündeme geldiğinde kimyasal saldırı ihtimali yeniden tartışılmaya başlandı. Bunun en önemli nedeni İdlib’teki sivil nüfus ve savaşçı sayısının çok fazla olması. Suriye bu denli nüfus yoğunluğu olan bir bölgede askeri operasyon düzenlemenin zorluğunun farkında. Kimyasal saldırıların önemi de bu noktada ortaya çıkıyor. Kimyasal silah saldırılarının esas amacı siviller arasında korku ortamı yaratarak kitlesel göçe zorlamak. Eğer ABD kimyasal silah kullanımı konusunda kırmızıçizgi çekmemiş olsaydı Suriye’nin İdlib’te bu seçeneği kullanması yüksek olasılıktı. Ancak ABD ve Fransa İdlib operasyonuna karşı olduklarını açıklamanın yanı sıra kimyasal silah kullanılırsa askeri müdahalede bulunacaklarını açıkladı. Dolayısıyla rejimin böyle bir ortamda ABD ve Batı’yı İdlib çatışmasının içine çekecek şekilde bir kimyasal saldırı girişiminde bulunmasını düşük olasılık görüyorum.
Ancak devletler her zaman rasyonel hareket etmeyebilir ve Şam askeri olarak sıkıştığını düşündüğü bir noktada bu yola başvurabilir. Rusya böyle bir saldırı olursa suçun muhaliflere atılması için önceden hamlede bulundu ve muhaliflerin Batı müdahalesini sağlamak için kimyasal saldırı gerçekleştireceğine ilişkin kanıt olduğunu ve bunları BM’ye sunduklarını açıkladı. Ancak İdlib’te kimyasal saldırı olursa bunu muhaliflerin yaptığına dünyada hiç kimsenin inanmayacağını düşünüyorum.

REJİM RUSYA VE İRAN SAYESİNDE AYAKTA

Gitti gidecek gitmeli sarkacında geçen altı yıl içinde Esed yerini bilakis sağlamlaştırmış görünüyor. Suriye’nin geleceğinde de olacak mı? Siyasi çözüm hala mümkün mü?

Esad rejimi bir açıdan giderek zemin kazanıyor ancak bu askeri zaferlerin çok büyük bir maliyeti de söz konusu. Şam son birkaç yılda elde ettiği başarıları büyük ölçüde İran’ın savaşçı ve Rusya’nın hava desteği sayesinde elde etti. Bunun iki önemli sonucu oldu. Şam hava sahası Rusya’nın kontrolüne geçti ve Rusya imzaladığı anlaşmalar ile Suriye’nin Doğu Akdeniz kıyısında iki önemli askeri üssün en az 50 yıllık kullanım hakkını aldı. Diğer taraftan Şam’ın merkezi ordusu aşırı zayıfladı ve İran’ın desteklediği milis gruplar sahayı kontrol eder hale geldi. Rusya ve İran Suriye rejimini ayakta tutmak için bir bedel ödediler ve tabii ki bu bedelin karşılığını almak isteyeceklerdir. Şam açısından bu durumun maliyeti dış güçlerin etkisine, yönlendirmesine aşırı açık bir yönetim. Hatta bazı açılardan ülkesindeki egemenliğini başka aktörlerle paylaşmak durumunda kalan bir Şam olacak. Ama sonuçta büyük resme baktığınızda Suriye’nin geleceğinde rejim en güçlü aktör olarak kalacaktır. Suriye krizi için siyasi çözüm aşamasına gelindiğinde doğal olarak büyük oranda askeri sahada zaferi elde eden tarafın beklentilerine uygun bir çözüm modeli üzerinde uzlaşma sağlanacaktır.

ANKARA VE ŞAM GÖRÜŞMELİ Mİ?

Ankara-Şam ilişkisi Türkiye’nin selameti için şart mı?

Türkiye kamuoyunda uzunca bir süredir “Suriye rejimi ile doğrudan irtibat kurulmalı” şeklinde bir tartışma yürütülmekte. Bu açıdan üç temel görüşün öne çıktığı görülüyor. Birinci görüşe göre Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması konusunda ittifak yapabileceğimiz tek aktör Şam’dır ve ancak böyle bir işbirliği ABD eliyle kurulan PKK devletinin önüne geçebilir. İkinci görüş ise Rusya elinde kukla konumuna düşmüş ve Türkiye’ye hiçbir şey sunma imkanı olmayan zayıf Esad yönetimi ile görüşmektense gerçek patron konumundaki Rusya ile koordinasyon sağlanarak Türkiye’nin istediklerini elde edebileceğini savunmaktadır. Bu görüşü savunan kesim Türkiye’nin Astana süreci ile beraber zaten bunu yaptığını belirtmektedir. Üçüncü görüş ise Türkiye’nin Rusya ve İran üzerinden dolaylı şekilde Suriye ile irtibat kurmasının dahi yanlış olduğunu savunmaktadır. Her üç görüşün kendi içinde tutarlı, insani tarafları olmakla birlikte en azından üçüncü görüşün mevcut siyasi ve askeri gerçekler açısından uygulanabilir olmadığı ortada.

MUHALİFLER ÖNEMLİ BİR KOZ

Diğer iki görüşü değerlendirir misiniz?

Birinci görüş Türkiye’nin Suriye’deki tek önceliğinin toprak bütünlüğünün korunması, PKK/YPG’nin varlığının sona erdirilmesi olduğu düşüncesine dayanıyor. Ancak bu doğru değil. Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele olmakla birlikte tek önceliği değil. Türkiye aynı zamanda mülteciler meselesine çözüm bulmak istiyor, Suriye’de muhaliflerin kabul edebileceği bir siyasi çözüme ulaşılmasını destekliyor. Türkiye’nin Suriye krizinden başından bu yana uygulamış olduğu politika, geliştirmiş olduğu bir söylem ve daha önemlisi Suriye sahasında kurmuş olduğu ittifaklar söz konusu. Dolayısıyla Türkiye bir anda hiçbir şey olmamış gibi Şam ile irtibata geçemez, geçerse bunun maliyetleri olur. Türkiye’yi şu anda Suriye krizinde etkili kılan en önemli kart muhalifler ve Suriye halkının önemli bir kısmı üzerinde sahip olduğu etkidir. Şam ile ilişki kurulması bu etkiyi ortadan kaldıracaktır. Karşılıklı bu denli güven bunalımının olduğu ve YPG/PKK ile mücadele konusunda sizinle samimi olarak mücadele edeceğinden emin olamadığınız bir aktöre karşı elinizdeki tüm kartları açamazsınız.

ŞAM İLE NE ZAMAN NE ŞARTLA?

Diğer taraftan “Suriye ile irtibat kurulmamalı zaten Rusya üzerinden istediğimizi alıyoruz” argümanını savunan kesimin de yine yanlış bir kabul üzerinden hareket ettiğini düşünüyorum. O yanlış kabul de Esad rejiminin Rusya elinde bir kukla olduğu ve gerçek bir aktör olmadığıdır. İç savaş boyunca Şam’ın Rusya ve İran’a bağımlılığı aşırı artsa da halen bir aktördür ve size PKK ile mücadelede sunabileceği şeyler vardır. Diğer taraftan söz konusu olan Suriye’nin bütünlüğü ise Türkiye’nin Şam dışında güvenebileceği başka bir aktör olmadığı da ortada. Şam doğal olarak egemenliğini yeniden Suriye topraklarının tamamında tesis etmek istiyor. Bu Türkiye açısından bir fırsat olarak görülebilir ve uygun şartlar oluştuğunda bu konuda ittifak olabilir.
Suriye konusunda istediklerimizi Rusya üzerinden alıyoruz argümanının da son Tahran zirvesi ile zayıfladığını söylemek mümkün. Türkiye’nin Suriye’de Rusya ile işbirliği sınırlarına ulaşmaya başladı. Hele ki Suriye’de federalizm ve PYD ile ilişkiler söz konusu olduğunda Batı’dan çok da farklı düşünmeyen bir Rusya’dan Suriye’nin toprak bütünlüğü ve PKK ile mücadele konusunda ne elde edebileceğiniz şüpheli. 

REJİMİN YAPMASI GEREKENLER VAR

Bütün bu değerlendirmeden sonra siz ne öneriyorsunuz?

Öncelikle Şam ile irtibat meselesinin bir seçenek olarak tartışılmasını sağlıklı bulduğumu söylemeliyim. İfade ettiğim üzere Suriye meselesine salt PKK ile mücadele perspektifinden bakıldığında Şam ile irtibatın Türkiye’nin elini güçlendireceğini düşünüyorum. Ancak ifade ettiğim sınırlamalar dolayısıyla bu sürecin ertelenmesi ya da arka planda yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin Suriye’de PKK ile mücadelede başarı sağlamak için de öncelikle siyasi çözümü başarması gerekiyor. Siyasi çözüme ulaşıldıktan sonra Şam ile zaten çok geniş bir işbirliği alanı doğacaktır. Ancak öncelikle rejim ile muhalifler arasındaki çelişkinin sona erdirilmesi ve Şam’ın da ilgisi, dikkat ve kaynaklarını Suriye’nin doğusuna yönlendirmesi için zemin hazırlanması gerekmektedir.

İDLİB TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK SINIRI

Türkiye’nin desteklediği, Afrin ve El-Bab operasyonlarında birlikte hareket ettiği muhalifler Suriye’nin geleceğinde olabilecek mi bu denklemde? Nasıl olacak?

Şu anda Suriye’nin kaderini askeri çatışmalar belirliyor olsa da en nihayetinde kriz siyasi yollarla çözülecektir. Nihai askeri tablo bize Suriyeli muhaliflerin Suriye’nin siyasi geleceğinde ne derece var olacakları konusunda fikir verecek. İşte İdlib bu açıdan kritik önemde. İdlib tüm silahlı muhaliflerin toplandığı ve kontrol etmeyi başardıkları tek vilayet konumunda. İdlib’teki muhaliflerin elimine edildiği, İdlib’in rejim kontrolüne geçtiği bir senaryo Suriye’nin geleceğinde muhaliflerin neredeyse hiçbir rolünün olmaması anlamına gelir. Hatta böyle bir durumda rejimin karşısında müzakere edecek muhalif de kalmayacaktır. Suriye dışındaki siyasal muhalefetin siyasi çözüm masasındaki etkisi büyük oranda muhaliflerin sahadaki gücüne dayanıyor. Bunun olmadığı bir ortamda rejim 2012 Anayasası’nda ufak bazı değişiklikler yaparak yoluna devam edecektir. Dolayısıyla sorunuzun yanıtı İdlib savaşının nasıl sonuçlanacağının yanıtında gizli.
İdlib’i düşürmeyi başarmış bir rejimin sonraki hedefinin Afrin ve el-Bab olacağını tahmin etmek zor değil. Bu bölgelerde Türk askeri varlığı olmasa İdlib’e nazaran çok kolay biçimde rejimin kontrolüne geçer. Ancak İdlib’te yenilgiye uğramış bir Türkiye’nin de bu bölgelerde direnme gücü azalır. İşte bu nedenle de İdlib Türkiye için kritik önemdedir. Türkiye Rusya ve rejime İdlib’te sınır çekemezse kendi bölgelerinin hedef olacağını biliyor.

İDLİB DÜŞERSE EL-BAB VE AFRİN HEDEF OLUR

Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarıyla Suriye sınırımızın batısı PKK-PYD’den temizlendi ama doğusu hala PKK elinde. İdlib’deki gelişmeler Suriye’nin doğusu ve batısı açısından ne tür riskler imkanlar taşıyor?

Türkiye’nin Suriye’de birinci önceliği PKK ile mücadele yani Fırat’ın doğusundaki YPG varlığını ortadan kaldırmak. Türkiye kamuoyunda birçok kesim “Suriye iç savaşı bizim meselemiz değil o nedenle İdlib’e neden bu kadar önem veriyoruz” şeklinde bir düşünceyi savunuyor. Hatta Suriye’de PKK ile mücadele açısından İdlib’in rejime bırakılması ve birlikte Suriye’nin doğusuna odaklanılması gerektiği savunuluyor. Benim görüşüme göre İdlib’i kaybeden bir Türkiye’nin Suriye’nin doğusu konusunda da eli çok zayıflar. İdlib’i ele geçiren rejim bir sonraki aşamada sizinle birlikte Fırat’ın doğusuna değil öncelikle Afrin ve el-Bab üzerine yoğunlaşır. Ancak İdlib meselesinin Türkiye ve muhaliflerin de istediği bir çerçevede çözülmesi Suriye’nin doğusu konusunda gerçek anlamda Şam ile Ankara işbirliğinin önünü açabilir. Türkiye’nin Suriye masasında güçlü olması gerekiyor ki Fırat’ın doğusu konusunda da rol oynayabilsin. Bunun da ön şartı İdlib’i ayakta tutmak ve Suriye’de Türkiye’siz bir çözümün mümkün olmadığını göstermekten geçmektedir.

SURİYE DOĞU FIRAT’I PKK’YA BIRAKIR MI?

Enerji ve su kaynakları halihazırda Suriye’nin kuzey doğusunda. Bu durum nasıl etkiler süreci, Esed ile YPG -dolayısıyla ABD- anlaşmasını mı? Esed ile PKK anlaşması Rusya buna göz yumar mı?

YPG ve ABD’nin birlikte kontrol ettiği bölge Suriye topraklarının yaklaşık dörtte biri ancak doğal kaynaklarının yaklaşık yüzde 60’ını barındıran bir alan. Suriye her ne kadar iç savaşı kazansa bile kendi ayakları üzerinde durabilen bir güce ulaşması için bu bölgeleri geri alması hayati önemde. Yani ABD ile Rusya anlaşsa bile Şam bu bölgeleri geri alabilmek adına her yolu deneyecektir. Zaten tam da bu nedenle Şam ile YPG arasında sürdürülen müzakereler hep sonuçsuz kalıyor. Rejimin YPG’ye verebileceği tavizler ile YPG’nin maksimalist talepleri arasındaki makas çok açık ve bu boşluğun doldurulması çok zor. Ancak son hafta içinde Türkiye kamuoyunda çok fazla tartışılmasa da ABD’den çok kritik açıklamalar geldi. ABD’nin yeni atanan Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ABD’nin Suriye’de siyasi çözüm olana ve İran ülkeden çıkarılana kadar Suriye’de kalmaya devam edeceğini belirtti. Yine ABD basınında ABD’nin Suriye’de kalması konusunda Trump’un ikna edildiği haberleri yansıdı. Bölgedeki kalıcı ABD varlığı denklemi değiştiriyor. Rusya’nın da ABD alanlarına göz yumabileceği ve YPG’ye siyasi statü kazandırmak istediği düşünüldüğünde Suriye’nin ve Türkiye’nin işi zorlaşıyor. Ancak şunu söylemek gerekir. YPG bölgeleri eğer yasal statü kazanacaksa bu sadece ABD koruması ile değil ancak Şam ile anlaşarak mümkün olabilir. İşte ABD bu noktada Rusya üzerinden YPG’nin rejimle anlaşması yolunu destekleyebilir. Ancak yine de Şam’ın ABD ve Rusya’nın istediği çerçevede bir anlaşmaya yanaşması zor. İşler bu noktaya geldiğinde de Irak’ta bağımsızlık refernadumu sonrası görülen bölgesel işbirliğinin zemini daha güçlenmiş olacaktır.

Bu Röportajın Orijinali 10 Eylül 2018 tarihinde Star Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

http://orsam.org.tr/tr/tahran-zirvesi-sonrasi-suriye-idlib-ve-turkiyenin-politikasi/

***

12 Aralık 2017 Salı

İran, İsrail Sınırına Uzandı: Ahmedinejat’ın Lübnan Ziyareti

İran, İsrail Sınırına Uzandı: Ahmedinejat’ın Lübnan Ziyareti


Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı
15 EKİM 2010 

İran lideri Ahmedinejat, Lübnan’a tarihi nitelikte bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Lübnan, İran dış politikasında merkezi öneme sahip olmasına rağmen Ahmedinejat Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasından bu yana ilk kez Lübnan’a ayak basmıştır.

Ahmedinejat, bölge ve dünya tarafından yakından takip edilen ziyareti sırasında Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman, Başbakan Saad Hariri ve Meclis Başkanı Nebih Berri ile bir araya gelmiştir. Ziyaretinin ikinci gününde ise Beyrut’ta İran Büyükelçiliği’nde Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile görüşmüştür. Ziyaret sırasında İran ve Lübnan arasında ekonomik ve doğal kaynaklar alanında işbirliğini öngören anlaşmalar imzalanmıştır. İran, su ve enerji projelerine finansman desteği verme konusunda taahhütte bulunmuştur. Bunun yanı sıra Lübnan ordusu ile silah anlaşması imzalanması gibi işbirliği olanakları ele alınmıştır.

İran lideri ziyaretinin ikinci gününde, 2006 Savaşı’nda Hizbullah-İsrail çatışmalarına sahne olan Güney Lübnan’daki Bint Jbeil kentini ziyaret etmiştir. Bu kent savaş ertesinde İran’ın mali yardımları ile yeniden inşa edilen birçok yerleşim birimlerinden biridir. Ahmedinejat bir futbol stadyumunda binlerce Şii Lübnanlı önünde İsrail’e sadece birkaç kilometre uzaklıkta yaptığı konuşmada sert mesajlar vermiştir. İranlı lider “direnişiniz, sabrınız ve azminizin tüm düşman tankları ve uçaklarından daha güçlü olduğunu kanıtladınız. Tüm dünya şunu bilmelidir ki Siyonistler yok olacaktır” ifadelerini kullanmıştır. Muhtemelen İsrail, sınırlarının sadece dört kilometre ötesinde binlerce kişinin İran bayrakları sallayarak dinlediği bu sert İsrail karşıtı konuşmayı kaygı ile takip etmiştir. Bu durum İran’ın İsrail sınırlarına Şii Lübnanlılar vasıtasıyla uzanmasını göstermesi açısından son derece önemlidir.

Ahmedinejat’ın ziyareti Lübnan halkı ve siyasileri arasındaki bölünmeyi belirgin şekilde ortaya koymuştur. Lübnanlı Şiiler, Hizbullah ve Emel Hareketi ziyareti büyük sevinçle karşılarken, Sünniler ve Saad Hariri’nin liderlik ettiği Gelecek Hareketi ziyareti kaygıyla takip etmiştir. Bu yaklaşım farklılığı Ahmedinejat’ın havaalanında Hizbullah milletvekilleri ve Emel lideri Nebih Berri tarafından karşılanmasından Beyrut sokaklarında sadece Şiilerin destek gösterileri altında dolaşmasına kadar net olarak görülmüştür. Ziyaret boyunca Beyrut’un ve Güney Lübnan’ın her köşesinde İran bayrakları, Humeyni ve Ali Hamaney posterleri asılı kalmıştır. Hizbullah’a bağlı Al-Manar televizyonu ziyarete ilişkin yayınlarında Ahmedinejat’ı “lider ve patron (master)” olarak tanımlamıştır. İran liderinin karşılanış biçimi, İran’ın Lübnan’daki etkinliğini göstermesi açısından da önemlidir. Ziyaretin ülkedeki Şiiler ve Hizbullah üzerinde olumlu etkisinin olacağı ve bu kesimleri cesaretlendireceğini söylemek mümkündür.

Ziyaret, Şiiler dışında kalan kesimler üzerinde ise kaygıya neden olmuştur. Sünnilerin çoğunlukta olduğu Trablus kentine asılan Ahmedinejat posterlerinin üzerine çarpı işaretleri çizilmiş, Sünni halk ziyareti “Lübnan’a değil Hizbullah’a gerçekleştirilmiş” olarak değerlendirmiştir. Siyasal alanda ise başta 14 Mart İttifakı olmak üzere ziyarete tepki gelmiş, koalisyon koordinatörü Fares Souaid, “ziyaret ile Beyrut’un, İran’ın etkisi altında ve Akdeniz’de bir İran üssü olduğunun” ima edilmeye çalışıldığını belirtmiştir.

İran lideri ziyareti öncesinde S. Arabistan, Suriye ve Ürdün liderlerini arayarak “ülkedeki ortamı germek veya Hizbullah’ın kontrolü ele geçirmesini sağlamaya yardımcı olmak gibi bir amacının olmadığını” belirtse de Lübnan ziyareti Arap rejimlerinde rahatsızlık yaratmıştır. Suriye dışındaki Arap ülkeleri açısından bakıldığında ziyaret iki açıdan kaygı unsurudur. Birincisi Şiilik ekseninde Ortadoğu’da artan İran etkinliğinden çekinilmektedir. İkinci neden içsel kaygılara dayanmaktadır. Hizbullah’ın yükselişinin, İran desteği ile Sünni Arap çoğunluğun bulunduğu ülkelerde silahlı Şii grupların ortaya çıkmasını cesaretlendireceğinden endişe duyulmaktadır.

Ziyareti en yakından takip eden ülkeler ise kuşkusuz ABD ve İsrail olmuştur. ABD, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Philip Crowley aracılığı ile ziyaretten duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Crowley, “İran’ın Hizbullah gibi örgütlerle kurduğu ilişki vasıtası ile Lübnan’ın egemenliğini zayıflattığını” belirtmiş ve geziyi “provokasyon” olarak nitelendirilmiştir. İsrail Başbakanı Netanyahu ise ziyareti “Lübnan, İran rejiminin bir uzantısı haline dönüşüyor” sözleri ile yorumlamıştır. Bu yaklaşım tam resmi yansıtmamakla birlikte, İsrail algılamasını göstermesi ve Lübnan’ın ne derece İran kontrolüne geçtiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ziyareti her şeyden önce Suudi Arabistan Kralı Abdullah ve Suriye Lideri Beşar Esad’ın ağustos ayı içinde gerçekleşen tarihi Beyrut ziyaretine bir karşılık olarak görmek gerekmektedir. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı’nın ardından sürekli gerilen Suudi Arabistan-Suriye ilişkileri son bir yıl içinde yumuşama eğilimi içine girmişti. Bu sürecin son ayağını ise tartışmanın merkezinde yer alan Lübnan’a iki ülke liderinin düzenlediği ortak ziyaret oluşturmuştu. Suudi Arabistan açısından bu ziyaret, Lübnan’da İran etkinliğinin Hizbullah vasıtasıyla gittikçe artması sürecini Suriye aracılığı ile dengeleme çabasıydı. Suriye açısından ise, İran ve Hizbullah ile yakın ilişki içinde olsa da uzun bir dönem kendisinin kontrolünde olan ve 2005 sonrasında rolünü İran’a kaptırmaya başlayan Suriye’nin eski rolünü Suudi Arabistan desteği ile yeniden kazanma çabası olarak yorumlanabilirdi. İran, ziyaret ile iki ülkenin bu çabasına karşılık Lübnan’daki rolünü koruyacağı mesajını vermektedir. Lübnan’daki taraftarlarına desteğinin devam edeceğini göstermeye ve safları sıkılaştırmaya çalışmaktadır. Ziyaret, Şii halk ve Hizbullah’a verilen desteğin artarak devam edeceğinin de göstergesidir. İran, Hizbullah’ın arkasında olduğunu göstererek örgütün ülke içindeki konumunu da güçlendirmeyi amaçlamaktadır.

İran, ikinci olarak İsrail ve ABD’ye mesaj vermeye çalışmaktadır. Ahmedinejat ziyaretinin ikinci gününde Lübnanlı Şiilerin yoğun olarak yaşadığı Güney Lübnan bölgesine giderek ülkesinin İsrail sınırlarına dayandığını göstermeye çalışmaktadır. İran’ın Hizbullah vasıtasıyla İsrail karşısında sağladığı etkinlik, İsrail ve Amerika açısından en başta gelen caydırıcı güçtür. İran, olası bir İsrail-ABD saldırısı ya da nükleer silah üretimi iddiası nedeniyle baskıların yoğunlaşması durumunda verilecek ilk karşılık Hizbullah üzerinden olacaktır. İran, Ahmedinejat’ın Güney Lübnan ziyareti ile bu mesajı daha vurgulu bir şekilde vermeye çalışmaktadır.

Ahmedinejat’ın ziyareti zamanlama açısından da kritik bir dönemde gerçekleşmektedir. 2005 yılında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesini araştırmak için Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan Lübnan Özel Mahkemesi yakın zamanda iddianamesini açıklayacaktır. Hizbullah iddianamede büyük ihtimalle suikasttan sorumlu tutulacaktır. Böyle bir gelişme yaklaşık iki yıldır nispeten sakin bir dönem geçiren Lübnan’da istikrarın yeniden bozulmasına neden olacaktır. Ülkede bir Sünni-Şii çatışmasını tetiklemesinin yanında ulusal birlik hükümetinin de devrilmesine yol açabilir. Hizbullah bu mahkemenin tamamen siyasal amaçlı olarak hareket ettiğini savunmaktadır. Örgüt, Lübnan hükümetinin mahkemeyi tanımadığını açıklamasını istese de bu pek mümkün gözükmemektedir. Saad Hariri liderliğindeki hükümette 14 Mart İttifakı’nın ağırlığı bulunmaktadır ve bu kesim Lübnan Özel Mahkemesi ile işbirliği yapılmasını istemektedir. İran liderinin ziyaretinin, Hizbullah üzerindeki baskıların artmasının beklendiği bir dönemde gerçekleşiyor olması anlamlıdır. İran böylece Hizbullah’ın Hariri soruşturması nedeniyle herhangi bir zayıflatılma girişimine engel olmaya çalışmakta ve Hizbullah’ın üzerine gidilmesi durumunda ülkede istikrarsızlığın baş gösterebileceği mesajını da vermeye çalışmaktadır.
   
http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1255

***

Suriye Lübnan’a Geri mi Dönüyor?

Suriye Lübnan’a Geri mi Dönüyor?


Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı, 
oytunorhan@orsam.org.tr
12 AĞUSTOS 2010 


Suriye lideri Beşar Esad ve Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Şam’da bir araya geldikten sonra birlikte Lübnan’ın başkenti Beyrut’a tarihi bir ziyaret düzenlediler. Ziyareti önemli kılan üç unsur bulunmaktadır. Birincisi Suudi Arabistan Kralı’nın 53 yıl aradan sonra ve Beşar Esad’ın da 2005 yılında Suriye askerlerini ülkeden çektikten sonra ilk kez Lübnan’a ayak basmalarıdır. Diğer unsur Suudi Arabistan ve Suriye’nin Lübnan üzerinde doğrudan etkiye sahip ülkeler olmasından kaynaklanmaktadır. İki ülke liderinin birlikte Beyrut’a gitmiş olması Lübnan’ın istikrarı ve geleceği açısından önemli ipuçları taşımaktadır. Üçüncüsü zamanlama ile ilgilidir. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri suikastını araştırmak için kurulan Lübnan Özel Mahkemesi ilk iddianamesini yakın zamanda açıklayacaktır. Basında çıkan haberlere göre iddianamede Hizbullah üyeleri büyük ihtimalle suikastla bağlantılı gösterilecektir. Bu durumda örgütün üst düzey üyelerinin mahkemeye ifade vermek üzere çağrılması gündeme gelecektir. Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah böyle bir talebe kesinlikle uymayacaklarını ifade etmiştir. Dolayısıyla iddianamenin ülkede 2008 Doha Uzlaşısı’ndan bu yana devam eden istikrar ortamını bozması beklenmektedir. Ziyaret iddianamenin açıklanmasına kısa bir süre kala gerçekleşmiştir ve bu nedenle zamanlama açısından kritik öneme sahiptir.

Suriye ve Suudi Arabistan Lübnan’daki siyasi mücadelede iki farklı kutbu temsil etmektedir. Lübnanlı Sünnilerin çoğunluğunu oluşturduğu ve halen iktidarda bulunan 14 Mart İttifakı’nın arkasındaki en büyük mali ve siyasi destek Suudi Arabistan’dan gelmektedir. Şii Hizbullah örgütünün liderlik ettiği muhalif 8 Mart İttifakı ise İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. Ancak Suriye’nin konumu İran’dan farklılıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Suriye’nin Hizbullah ile ideolojik bir ortaklığı bulunmamaktadır. Hizbullah ideolojik olarak İran’dan beslenen ve büyük oranda bu ülkeden destek alan ancak bu desteği alabilmek için Suriye’ye ihtiyaç duyan bir örgüttür. Bu açıdan Suriye-Hizbullah ittifakını stratejik olmaktan ziyade taktiksel olarak tanımlamak doğru olacaktır. İsrail karşıtı duruş tarafları bir araya getirmektedir. Hizbullah’ı İran’ın Lübnan’daki stratejik uzantısı olarak görmek daha doğrudur. İran sadece Şii toplum ve partiler ile ilişkiye geçerken Suriye, Lübnan’da en etkin güç olduğu dönemde ülkedeki tüm dini ve mezhepsel gruplar arasından kendine yakın müttefik bulmayı başarabilmiştir. Bu açıdan daha pragmatik bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Ancak Suriye askerlerinin çekilmesi sürecinde Şiiler ve bir kısım Hıristiyan grupların dışında herkesin Suriye karşıtı cepheye geçişi bu gruplarla sorun yaşamasına neden olmuştur. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı sonrasında Suriye ve Suudi Arabistan ilişkilerinin bozulması Suriye’nin bu gruplarla arasının daha da açılmasına neden olmuştur. Yani Suriye’nin 14 Mart İttifakı ile yaşadığı sorunların dönemsel olduğu söylenebilir. Ancak netice itibariyle son birkaç yıldır Suriye’nin Şiiler dışında kalan kesimlerle sorunlu bir ilişkisi bulunuyordu. Suudi Arabistan ve Suriye arasındaki ilişkinin de gergin oluşu Lübnan istikrarını doğrudan etkiliyordu. Lübnan’ın yaklaşık iki yıldır sakin bir dönem geçirmesinin arkasında da Suriye ve Suudi Arabistan’ın karşılıklı üst düzey ziyaretler neticesinde ilişkilerini düzeltmeleri yatmaktaydı. Dolayısıyla iki ülke liderinin Lübnan siyasetinde çatışan grupların arkasındaki en önemli ülkeler olarak birlikte Beyrut’a ziyaret düzenlenmesi Lübnan’daki tansiyonun bir süre daha düşük olacağının işareti olarak yorumlanabilir.

İki liderin ziyareti Lübnan’da yeni bir dönemin başlayabileceğinin işareti olarak da değerlendirilebilir. Bu yeni dönem güç dengelerinin değişmesi, yeni ittifakların kurulması ve en nihayetinde Suriye’nin Lübnan’da etkinliğini yeniden tesis etmesi ile sonuçlanabilir.

1976 yılında ABD ve İsrail, Suriye’nin Lübnan’a askerlerini sokmasına onay vermiş ve Lübnan üzerindeki vesayetini tanımıştır. Bundaki en önemli faktör Lübnan’da istikrarı sağlayacak tek gücün Suriye olması idi. O dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lübnan’ın en önemli askeri gücü konumuna gelmişti ve İsrail’in güvenliğine tehdit oluşturuyordu. Lübnan, “FKÖ tehdidi”ne karşı 2000’li yılların ortalarına kadar sürecek olan Suriye vesayetine teslim edilmişti. ABD, İsrail ve bazı Arap ülkeleri açısından bir anlamda “kötünün iyisi” tercih edilmişti. Son yıllarda Lübnan’da ortaya çıkan durum, farklıklar taşımakla beraber, 1970’lere benzer bir denge oluşturmaktadır. Güney Lübnan tamamen Hizbullah örgütünün etkinlik alanına girmiştir. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı’ndan sonra İsrail sınırına Birleşmiş Milletler Uluslararası Barış Gücü (UNIFIL) yerleştirilmiş olsa da bölgede halen gerçek gücün Hizbullah olduğu bilinmektedir. Örgüt savaş sırasında askeri kapasite anlamında zarar görmüş ancak İran ve Suriye’nin desteği ile kısa sürede toparlanmıştır. Hizbullah İsrail’e oluşturduğu tehdidin yanı sıra Lübnan’ın “sahipliği” noktasında da önemli bir güce eriştiğini söylemek mümkündür. Hizbullah ve liderlik ettiği 8 Mart İttifakı iktidarda değildir. Ancak Hizbullah’ın etkinliği siyasi yapıdaki temsilinden bağımsız olarak sokaktaki gücüne dayanmaktadır. Hizbullah gerektiğinde sahip olduğu askeri üstünlük vasıtasıyla gerçek gücün kim olduğunu göstermektedir. Bu açıdan 7 Mayıs 2008 olayları bir dönüm noktasıdır. Hizbullah Lideri Nasrallah tarafından “kutsal bir gün” olarak tanımlanan bu tarihte Hizbullah Beyrut’u işgal etmiş ve hükümeti kendi isteği yönünde karar almaya zorlamıştır. Dolayısıyla Lübnan giderek daha fazla Hizbullah kontrolüne geçen bir ülke konumundadır. Bu etkinliği ABD ve İsrail açısından kabul edilemez kılan unsur sadece örgütün ABD ve İsrail karşıtı duruşundan değil arkasındaki esas gücün İran olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Lübnan’ın yeniden “Suriye vesayetine” teslim edilebilir bir ülke olarak öne çıktığı söylenebilir.

Suriye açısından bakıldığında da Hizbullah’ın bu denli güçlenişi rahatsız edicidir. Suriye, Hizbullah konusunda birbiriyle çelişen gibi görünen ancak esasen rasyonel bir bakış açısına sahiptir. Suriye Hizbullah’ı uzun yıllardır desteklemektedir. Ancak Lübnan’ın Suriye vesayeti altında olduğu yıllarda Hizbullah sadece Güney Lübnan’da etkili, İsrail işgaline direnen bir örgüt konumundaydı. Lübnan’da güç dengeleri tamamen Suriye lehine idi. Bu açıdan Hizbullah Suriye’nin İsrail’le mücadelesinde önemli bir dış politika aracı idi. Ancak 2005 yılında Suriye’nin Lübnan’daki askerlerini çekmesinin ardından dengeler Hizbullah lehine değişmeye başlamıştır. Suriye’nin bıraktığı boşluğu Lübnan ordusu yerine Hizbullah doldurmuştur. 2005 yılında İsrail’e karşı sağladığı askeri başarı örgütün gücünü artırmıştır. Bu süreçte Lübnan, Suriye’den çok Hizbullah vasıtasıyla İran’ın etkinlik alanını genişlettiği bir ülke olmuştur. Lübnan tarihi, kimliksel, stratejik ve ekonomik nedenlerle Suriye için vazgeçilmez bir ülkedir. Dolayısıyla Suriye, İran ve Hizbullah ile işbirliği içinde olsa da Lübnan’daki konumunu yeniden tesis etmek arayışındadır. Ancak İran’ın artan etkisinden esas kaygılananların ABD ve İsrail olduğu konusunda şüphe bulunmamaktadır. Nükleer silah elde etmiş bir İran’ın Hizbullah vasıtasıyla İsrail sınırlarına dayanması kendileri açısından kabul edilemez bir durumdur. Olaya bu açıdan bakıldığında Suriye ve İsrail’in Lübnan’daki gelişmelerden farklı nedenlerle olsa da ortak kaygılar duyduğu söylenebilir. Bu da aynen 1976 yılında olduğu gibi taraflar arasında adı konmamış bir mutabakatı beraberinde getirebilir. Bu mutabakat içinde Suudi Arabistan da yer almaktadır. Zira İran’ın Şiilik temelinde Ortadoğu’da etkinliğini yaymasından kaygı duyan ülkelerin başında Suudi Arabistan gelmektedir. Hizbullah’a karşıBütün bu nedenlerle Hizbullah ve İran’a karşı Lübnan’ı yeniden kontrol edebilecek tek güç olarak Suriye ön plana çıkmaktadır. Suudi Arabistan ve Suriye liderlerinin ortak Beyrut ziyaretini bu dönemin başlangıcı olarak okumak mümkündür.

Lübnan’ın Suudi Arabistan eliyle Suriye etkinliğine devredildiği savını destekleyen gelişmeler de yaşanmaktadır. Suriye’nin Lübnan’daki gücünü artırma süreci iç savaş yıllardakinden farklı araçlarla gerçekleşecektir. Etkinliğin tesisi farklı siyasi gruplarla kurulan ittifaklar ile sağlanacaktır. Bu da Suudi Arabistan’ın telkini ile gerçekleşebilir. Bunun ilk işaretleri yaşanmaktadır. Hariri suikastı sonrasında kendini Suriye karşıtı olarak konumlandıran Sünni ve Dürzi gruplar Suriye ile yeniden yakınlaşmaya başlamıştır. 2009 yılı seçimlerinin ardından Lübnan Başbakanı olarak seçilen Saad Hariri yıllardır itilaf içinde olduğu Şam’ı son yıllarda toplam dört kere ziyaret etmiştir. Yine sert Suriye karşıtı duruşu ile bilinen Dürzi lider Velit Canpolat da Şam’da Beşar Esad ile bir araya gelmekte ve son yıllardaki sert Suriye karşıtı söyleminden keskin bir dönüş sergilemektedir. Son olarak Suudi Arabistan lideri ile gerçekleşen ortak ziyaret bu savı desteklemesi açısından büyük önem taşımaktadır.

Kral Abdullah ve Esad’ın Beyrut ziyaretini önemli kılan bir diğer unsur Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikastı araştırmak üzere kurulan Birleşmiş Milletler bünyesindeki Lübnan Özel Mahkemesi’nin yakın zaman içinde iddianamesini açıklayacak olmasıdır. Bu iddianamede büyük olasılıkla Hizbullah üyeleri sorumlu tutulacaktır. Hizbullah lideri Nasrallah eğer Hizbullah suikastla bağlantılı gösterilirse “Lübnan'da işlerin kötüye gideceğini ve herkesin bunun sonuçlarına katlanacağını” ifade ederek istikrarsızlık beklentilerini artırmıştır.

Hizbullah’ın suikastla bağlantılı olduğu iddiası ilk kez 2009 Lübnan parlamento seçimi öncesinde Alman Der Spiegel dergisinde yer almıştı. O dönemde seçimi etkilemeye yönelik ortaya atıldığı söylenen suçlama mahkeme iddianamesinde yer alırsa olay resmi nitelik kazanacak ve üst düzey Hizbullah üyelerinin sanık olarak mahkemeye çağrılması gündeme gelecektir. Hizbullah ise buna kesinlikle karşı çıkacağını lideri Nasrallah’ın ağzından açıkça ifade etmiştir. Böylece uluslararası toplum ile örgüt arasında yeni bir kriz baş gösterecektir. Olası krizin en önemli sonucu Lübnan’da istikrarsızlığın ortaya çıkmasıdır. Krizin iki nedene bağlı olarak ortaya çıkacağını söylemek mümkündür. Birincisi Lübnan’da iktidarda bulunan 14 Mart İttifakı’na bağlı grupların çoğunluğu suikastın sorumlularının ortaya çıkarılmasını istemekte ve Mahkeme sürecini desteklemektedir. Bu nedenle Hizbullah ile iktidar arasında yeni bir sorun alanı doğacaktır. Bu kutuplaşma, 7 Mayıs 2008 tarihinde olduğu gibi silahlı çatışma riskini beraberinde getirecektir. İkincisi Hizbullah askeri gücünü kullanarak Batı’ya “benim üzerime gelirsen sonucu Lübnan’ın istikrarsızlığı olur” mesajı vermeye çalışabilir. Bu iki neden Lübnan’da Hizbullah merkezli yeni bir istikrarsızlık olasılığını artırmaktadır. Suudi Arabistan ve Suriye liderlerinin Beyrut ziyareti Lübnan’da tansiyonu düşürmek ve olası çatışmanın engellenmesi için bir çaba olarak da yorumlanabilir.
   

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=1049

***

Türkiye-Suriye Askeri Tatbikatı ve İsrail’in “Rahatsızlığı”

Türkiye-Suriye Askeri Tatbikatı ve İsrail’in “Rahatsızlığı”

Oytun Orhan, 
28 NİSAN 2009 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı

Türkiye ile Suriye Kara Kuvvetleri arasında, sınır bölgesinde üç gün sürecek, “sınır birlikleri değişim tatbikatı” düzenleniyor. Bu tatbikat, Türkiye ile Suriye arasında ilk olma özelliğinin yanı sıra ilk kez NATO üyesi bir ülkenin Suriye ile düzenliği bir ortak askeri tatbikat niteliğini taşıyor. Yapılış amacı “iki ülke kara kuvvetleri unsurları arasındaki, dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek, sınır birlikleri arasında, eğitim ve birlikte çalışabilirlik seviyesini artırmak” olarak açıklanan tatbikata sayıları onlarla ifade edilen asker katılıyor.

Tatbikat her şeyden önce Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen noktayı göstermesi açısından önemlidir. İki ülke daha 10 yıl öncesine kadar teröre destek sorunu nedeniyle savaşın eşiğine gelmişti. Adana Mutabakatı ile güvenlik alanında başlayan işbirliği dönemi siyasi ve ekonomik alanda devam etmişti. Tatbikat iki ülke yakınlaşmasında yeni bir aşama olarak görülebilir. Askeri işbirliği, tatbikat ile sınırlı kalmayacaktır. Tatbikatın hemen ertesinde iki ülkenin ilgili bakanları arasında “savunma işbirliği anlaşması” da imzalanacaktır. Tatbikat, özellikle İsrail tarafında kaygıya neden olmuştur. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak, sınır birlikleri değişim tatbikatının, kendileri açısından "rahatsız edici bir gelişme" olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla tatbikat, Türkiye’nin Suriye ile yakınlaştığı oranda gerilen İsrail ile ilişkilerinde de yeni bir aşamadır. En son, Davos krizine rağmen Türkiye-İsrail gerginliği İsrail tarafından somut bir yaptırıma dönüşmemişti. Bunun en önemli nedenlerinden biri, “Türk Hükümetlerinin iç politika ihtiyaçları nedeniyle İsrail’e karşı sert eleştiriler yönelttiği ve bunun söylem düzeyinde kaldığı” yönündeki İsrail algısıdır. Yine de, Türkiye’nin daha önce benzerlerini İsrail ile yaptığı gibi Suriye ile ortak tatbikat düzenlemesi giderek artan kuşkuları derinleştirecek, bazı çevrelerde Ankara’nın farklı bir yöne kaydığı şeklideki kaygıları körükleyecektir. Ancak ortak tatbikat farklı bir bakış açısıyla şöyle de değerlendirilebilir: Türkiye-Suriye ortak tatbikatı yalnızca Türk dış politikasında yaşanan değişimin işareti olarak değil Suriye dış politikasında yaşanan bir değişimin de işaretidir. Bu bakış açısıyla ortak tatbikat bölge ve İsrail açısından farklı anlamlar taşıyabilir. İsrail’de, Türkiye’nin Batı ve İsrail’le sürdürdüğü yakın işbirliğinin sonlanmaya başladığı algısı sıkça gündeme getirilmektedir. Ancak diğer taraftan İran ile çok sıkı ilişkilere sahip Suriye de, bölgede Türkiye ile kendisine yeni bir dış politika alternatifi yaratmaktadır. Türkiye-Suriye yakınlaşması İran-Suriye ilişkilerinde son yıllarda giderek artan karşılıklı bağımlılığı kendiliğinden azaltmaktadır. Sürece, Türkiye’nin değişiminden duyulan kaygı yerine Suriye’de meydana gelen değişim penceresinden bakıldığında ortaya İsrail’in belli bir noktaya kadar destekleyebileceği bir süreç çıkmaktadır. Bu açıdan önem taşıyan diğer bir unsur tatbikatın niteliğidir. Sınır değişimi tatbikatı, sınır birliklerinin ortak çalışabilme kapasitesini artırmak ve bu çerçevede sınır kaçakçılığına karşı daha etkin bir mücadele geliştirmek amacıyla düzenlenmektedir. Yani üçüncü bir ülke hedef alınmamaktadır. Türkiye-Suriye savunma işbirliğine, Suriye’nin askeri alanda Rusya’ya olan bağımlılığını az da olsa azaltacak bir unsur olarak bakılabilir. 

Bütün bunlara rağmen, Türkiye-Suriye yakınlaşması zaten son yıllarda kötüleşen Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir gerginlik unsuru olacaktır. Şimdiye kadarki Türkiye-İsrail ilişkilerinin temel direklerinden birini savunma alanındaki işbirliği oluşturmuştur. 1990’ların ortalarında imzalanan savunma ve güvenlik işbirliği anlaşmaları ile zaman zaman tarafların “stratejik müttefiklik” olarak tanımlanan pozisyonları bölgesel ve her iki ülke içi yaşanan değişimlerin sonucu olarak olumsuz anlamda değişmektedir. Şimdiye kadar somut sonuç vermeyen değişim, ortak tatbikat ile beraber en azından Türkiye-İsrail savunma işbirliğini zayıflatabilir ve İsrail’i Türkiye’ye silah satışında daha temkinli olmaya itebilir.
   
 28 NİSAN 2009 

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=243

***

Suriye’nin Dış Politika Açılımı ve Lübnan’a Yaklaşımı

Suriye’nin Dış Politika Açılımı ve Lübnan’a Yaklaşımı


Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı


Suriye ve Lübnan’ın karşılıklı büyükelçilik açma süreci 2008 yılının ortalarında Fransa’nın girişimi ile başlamıştı. Fransa, Temmuz 2008 ayı içinde ev sahipliği yaptığı Avrupa Birliği (AB) Akdeniz Birliği Zirvesi’ne Beşar Esad’ı davet ederek bir anlamda Suriye’nin 2005 yılı Hariri suikastı sonrasından beri süren uluslararası izolasyonunu kırmasına imkân sağlamıştı. Şam yönetimi Sarkozy’nin bu “jesti” karşılığında Lübnan’da büyükelçilik açmayı kabul etmişti. Temmuz ayında gerçekleşen zirveden bir ay sonra Suriye ve Lübnan Devlet Başkanları karşılıklı büyükelçilik açma niyetlerini dile getirdi. Beşar Esad’ın Ekim ayı içinde yayınladığı kararname ile ilk kez Suriye’nin Beyrut’ta elçilik açması resmiyet kazandı. Buna paralel olarak Şam’da Lübnan Büyükelçiliğinin açılma süreci de işlemeye devam etti. Ocak 2009 tarihinde Mişel Huri’nin kabul mektubu Şam Büyükelçiliği Suriye tarafından onaylandı ve 16 Mart tarihinde de Şam’da ilk Lübnan Büyükelçiliğinin açılışı yapıldı. Karşılıklı büyükelçilik açılmasının önemi, Suriye’nin 1940’lardan bu yana Lübnan’ın bağımsızlığını tanıma anlamına geleceği gerekçesiyle Beyrut’ta büyükelçilik açmayı reddetmiş olmasından kaynaklanıyor. Lübnan’ı tarihsel olarak kendi topraklarının bir parçası olarak gören ve kendilerinden “koparıldığına” inanan Şam yönetimleri, bu ülkeyi her zaman hayati çıkar alanı olarak görmüş ve belli dönemlerde (özellikle 1991-2005 yılları arasında) patronaj ilişkisi kurabilmiştir. Dolayısıyla büyükelçilik açılışları iki ülke ilişkileri ve Suriye’nin Lübnan’a bakışı açısından simgesel ama önemli bir gelişmedir.

Büyükelçilik açılışları, Suriye’nin yeni dönem ilişkileri çerçevesinde anlam kazanmaktadır. 2005 yılında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikast Suriye’nin bölgede ve uluslararası alanda yalnızlaşmasına neden olmuştu. ABD, Avrupa Birliği, Suudi Arabistan ve Mısır ile sorunları derinleşen Suriye’nin İran ile ilişkileri giderek yakınlaşmaya başlamıştı. İran’a dayalı az alternatifli ilişki ağı Suriye’nin yoğun bir uluslararası baskı altında kalmasına ve ekonomik olarak sıkıntı yaşamasına neden olmuştu. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı bu süreci daha da tetiklemişti. Örneğin Suriye-Suudi Arabistan ilişkileri gerilim, Beşar Esad’ın Suudi Kralı için “yarım akıllı” ifadesini kullanmasına kadar varmıştı.

Ancak bölgede koşullar değişiyor ve ilişkilerde yeni bir hava esiyor. Her şeyden önce Obama’nın başkanlık koltuğuna oturması ile Suriye ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlayacağı beklentisi çok güçlü. Bunun ilk işaretleri de verilmeye başlandı. Dışişleri Bakanı Clinton’ın “Suriye’yi teşvik etmek gerektiği” ifadelerinin yanı sıra ABD Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör John Kerry’nin Şam ziyareti ilk somut adımlar niteliğinde. Avrupa Birliği ile ilişkiler zaten Sarkozy ile beraber yumuşama eğilimi içine girmişti. Hariri suikastı sonrasında dondurulan AB-Suriye Ortaklık Anlaşması yeniden hayata geçirildi. Buzların erime süreci Ortadoğu ülkeleri ile de devam ediyor. Yaklaşık dört yıllık gergin ilişkilerin ardından son iki ay içinde Suriye-Suudi Arabistan arasında yaşanan diplomasi trafiği şaşırtıcı boyutlara ulaştı. Yumuşamanın ilk sinyalleri Şubat ayında Suudi Arabistan İstihbarat Başkanı’nın Şam’a gerçekleştirdiği ziyaret ile verilmeye başladı. Suudi Kralı’nın “iki kardeş ülke arasında işbirliği yapması” yönündeki mesajını getiren İstihbarat Başkanı’nın ziyaretini takiben, aynı ay içinde, Suriye Dışişleri Bakanı Muallem Riyad’da sıcak bir şekilde karşılandı. Mart ayının başında Suudi Dışişleri Bakanı’nın Şam gezisini Mart’ın ikinci haftasında iki ülke arasındaki en üst düzey ziyaret olan Esad- Kral Abdullah görüşmesi takip etti. Riyad’da Mısır ve Katar’ın da katılımıyla gerçekleşen mini zirvede ele alınan konulardan biri de Lübnan konusuydu. Bu ülkede farklı siyasal hareketleri destekleyen iki ülke işbirliği yapma konusunda görüşmeler yaptı.

Suriye’nin son dönemdeki Lübnan açılımları işte böyle bir dış politik ortamda gerçekleşmektedir. Batı ve Arap ülkelerinin ilişkileri yumuşatma çabaları Suriye’nin Lübnan’da kendi adlarına daha “olumlu” bir rol oynamasını sağlamaktadır. Suriye de izolasyonu kırma açısından fırsat yakalamaktadır. Öte yandan tarafların aklında daha farklı hesaplar da olabilir. Örneğin Suriye açısından Birleşmiş Milletler Hariri Suikastı Araştırma Komisyonu’nun Mart ayında çalışmalarına başlaması önemli bir gerekçe olabilir. Suriyeli üst düzey yetkililerin suikastla bağlantısını ortaya koyması beklenen olası rapor Suriye üzerinde önemli bir baskı unsuru oluşturuyor. Raporun “siyasi amaçlı kullanıldığını” düşünen Şam yönetimi sıcaklık kazanan ilişkilere paralel olarak raporun içeriğinin de yumuşayacağını düşünmekte. Buna karşılık ABD yeni dönemde bölgesel önceliği olacak Irak’tan çekilme, Ortadoğu Barış Süreci gibi konularda Suriye’nin işbirliğine ihtiyaç duymakta. Suudi Arabistan ise Suriye-İran ittifakını gevşeterek artan İran etkinliğini sınırlama çabası içinde. Bunun yanı sıra bu ay sonunda Riyad’da gerçekleştireceği zirvenin başarı şansını artırmak için Suriye’nin katılımını sağlamaya çalışmakta. Ve son olarak Suudi Arabistan Suriye ile yakınlaşarak Haziran ayında Lübnan’da gerçekleşecek meclis seçimlerinin sakin ve sorunsuz geçmesini sağlamaya çalışmakta. 

Suriye’nin Lübnan ile karşılıklı büyükelçilik açma girişimi, Batı ve Suudi Arabistan’ın yakınlaşma çabalarına karşı bir “jest” olarak görülebilir. Bu adımlar Suriye’nin Batı ve Arap devletleri ile ilişkilerinde yumuşama sağlamaktadır.
   
 19 MART 2009 

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=223


***

Yeni Bölgesel Şartlar ve İsrail-Suriye Barış Görüşmeleri


Yeni Bölgesel Şartlar ve İsrail-Suriye Barış Görüşmeleri

Oytun Orhan, 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı


İsrail Başbakanı Olmert’in istifasının ardından ertelenen İsrail-Suriye dolaylı barış görüşmeleri Gazze saldırıları sonrası çıkmaza girmiştir. Suriye, operasyon sürerken görüşmeleri askıya aldığını açıklamıştır. Belirsizliğin hâkim olduğu görüşmelerin geleceği konusunda etkili olabilecek faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz: Gazze operasyonunun yarattığı yeni bölgesel güç dağılımı ve İsrail siyasetine etkileri, Obama yönetiminin getireceği yeni yaklaşım ve arabuluculuk rolü üstlenen Türkiye’nin pozisyonunda oluşan değişim.

1. Gazze Operasyonu ve Barış Görüşmeleri: Gazze operasyonu bölgesel güç dengelerini İsrail lehinde değiştirmiştir. HAMAS’ın Suriye etkisine daha açık olan askeri kanadı önemli ölçüde zayıflatılmıştır. İkinci Lübnan Savaşı ile psikolojik üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Suriye, şimdi karşısında güç kullanımında tereddüt etmeyen bir İsrail bulmuştur. Suriye güç dengelerinin aleyhine döndüğü bir ortamda pazarlık masasına zayıf konumda oturmak istemeyecektir. Ayrıca Suriye’nin hassas olduğu Filistin sorunu konusunda, görüşmelerin devam ettiği bir dönemde, İsrail’in saldırı düzenlemesi barış ortamını yok ederek görüşmelerin geleceğini olumsuz etkileyecektir. İsrail açısından da Filistin sorununun öne çıkması, Suriye ile görüşmelerinin rafa kaldırılmasını gündeme getirebilir.

2. İsrail İç Politikası: “İran tehdidi”nin yarattığı kaygılar, 2006 Lübnan (Hizbullah) Savaşı’nın başarısızlığı, Gazze’den tek taraflı geri çekilme sonrası HAMAS’ın düzenlediği roket saldırıları ve son Gazze operasyonu, İsrail kamuoyunun tercihlerinde ulusal güvenlik konularını birinci sıraya yükseltmiştir. Dolayısıyla İsrail seçimlerinden Kadima Partisi birinci sırada çıkmış olsa da genel eğilim İsrail sağı lehinde olmuştur. Likud’un az farkla ikinci sırada yer almasının yanında İsrail Evimiz ve Yahudi Evi gibi milliyetçi sağ partiler seçimden güçlenerek çıkmıştır. İsrail siyasetinin kendine özgü yapısı nedeniyle Knesset’te sandalye kazanan her parti koalisyon görüşmelerinde önemli roller üstlenmektedir. Kadima Partisi hükümeti kurmayı başarabilse bile sağ partilerin etkin olacağı bir koalisyon ile karşılaşabiliriz.

İsrail siyasetinde milliyetçi-sağ partilerin güçlenmesi İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini olumsuz etkileyebilir. Partisi ikinci sırada çıkmış olsa da halen başbakanlık koltuğunun önemli adaylarından Likud lideri Netanyahu, muhalefet döneminde İsrail-Suriye barış görüşmelerinin sürdürülmesine karşı çıkmaktaydı ve kampanya döneminde “barış ancak güçlü iken olur ve İsrail Golan Tepeleri ile çok daha güçlü” söylemiyle stratejik tepelerin Suriye’ye iadesine karşı çıktığını ifade etmişti. Netenyahu, Suriye sınırının zaten güvenli olduğunu ve barışa ihtiyaç olmadığını düşünmektedir. Golan’ın iadesinin gündeme gelmediği bir ortamda İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini tartışmak da anlamsızdır. Seçimlerden beklendiği gibi güçlenerek çıkan ve hükümet içinde bazı bakanlıkları alması muhtemel Evimiz İsrail partisi de “barış karşılığı toprak” ilkesine karşı çıkmaktadır. Dolayısıyla İsrail iç politikasının alacağı yeni şekil zaten kırılgan bir zeminde yürüyen dolaylı görüşmelerin sonlanmasına neden olabilir.

3. Obama ve Ortadoğu: İsrail’de olası milliyetçi-sağ hükümete karşılık ABD’de Obama yönetiminin işbaşında olması, beraber çalışabilirlik açısından umut verici bir tablo çizmemektedir. İsrail sağının müzakereleri ikinci plana atan, kuvvet kullanımı ve tek taraflılığı öne alan yaklaşımı Obama yönetiminin Ortadoğu politikalarıyla çelişebilir. Daha önce Kuzey İrlanda sorununun çözümünde önemli rol oynamış deneyimli müzakereci George Mitchell’in Ortadoğu Özel Temsilciliğine atanması hem diplomasi yoluyla çözüm hem de Barış Süreci’ne verilecek öncelik için önemli işaretlerdir.

Barış Süreci’ne ilişkin Obama yönetiminden genel olarak beklenen, sürecin İsrail-Suriye ayağına öncelik vermesi yönündedir. Bu yaklaşımın temelinde, karmaşık Filistin sorununu çözmeden önce İsrail çevresinde barışçıl bir ortam yaratma düşüncesi yatmaktadır. Suriye’ye Golan Tepeleri’nin iadesi sağlanırsa, Suriye’nin İran, Hizbullah ve HAMAS ile ittifakı zayıflatılabilir, İran’ın da bu örgütler üzerindeki etkisi sınırlanabilir. Obama yönetimi henüz işbaşına gelmeden Suriye’ye yönelik açılımın sinyallerini vermiştir. Obama ekibinden bir grup, görüşmeler yapmak üzere Suriye’nin başkentine gitmiştir. Bu doğrultuda en çarpıcı gelişme, yakın dönemde ABD’nin Suriye’ye büyükelçi atayabileceği yönündeki haberlerdir. Bu açılımlar gerçekleşirse İsrail-Suriye barış görüşmelerinin de ciddi olarak gündeme gelmesini bekleyebiliriz. ABD’nin aktif olarak katılımı ve desteği, görüşmelerin devamı açısından olumlu bir faktör olarak görülebilir. Görüşmelere soğuk bakması beklenen yeni İsrail yönetiminin ABD tarafından ikna edilmesi de gündeme gelebilir.

4. Türkiye’nin Rolü: Türkiye, Gazze operasyonu sonrasında bölgedeki ağırlığını daha çok Filistin tarafından yana koymuştur. Bu yaklaşımın Türkiye’ye belli avantajlar sağlaması kaçınılmazdır. Ancak diğer taraftan İsrail nezdinde Türkiye’nin tarafsızlık algısı erozyona uğramıştır. İsrail’de oluşacak yeni hükümetin Türkiye’yi tarafsız bir arabulucu olarak görme konusunda şüpheleri oluşabilir. Yine de, Filistin tarafında sağlanan güven ve itibar, İsrail açısından Türkiye’yi daha değerli bir arabulucu da yapabilir. Zaten Türk-İsrail ilişkileri pratikte şimdilik bir değişim göstermemiştir. Askeri ve ekonomik alanda işbirliği aynen sürmektedir. İki taraftan da ilişkilerin devamına ilişkin beklentileri dillendirmektedir. Dolayısıyla HAMAS ve Filistin halkı üzerinde etkin bir Türkiye, arabuluculuk açısından ön plana çıkabilir. Son olayların arabuluculuk rolünü nasıl etkileyeceği sorusunun yanıtı, eleştirilerin İsrail’de yarattığı hasarın derinliği ve Türkiye’nin bundan sonra eleştiri dozunu nasıl ayarlayacağı ile doğrudan bağlantılı olacaktır. Türkiye’nin arabulucu rolündeki değişimin yönü, İsrail-Suriye barış görüşmelerinin geleceğini olumlu ya da olumsuz etkileyebilir.

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=132


***


11 Mart 2017 Cumartesi

Fırat Kalkanı’nda El-Bab ve Sonrası,



Fırat Kalkanı’nda El-Bab ve Sonrası,


Oytun Orhan
2017-02-20

Fırat Kalkanı Harekatı’nda kritik bir aşamaya gelindi. Operasyonun Münbiç ile beraber iki nihai hedefinden biri olan El-Bab’ın ele geçirilmesi için şehir savaşı başladı. Esasında Fırat Kalkanı yaklaşık iki ay önce El-Bab’a ulaşmıştı. Ancak Fırat Kalkanı’nın El-Bab kapısına dayanması ile beraber o zamana görülmemiş şekilde yerel ve bölgesel bazı aktörlerden itirazlar yükselmeye başladı. El-Bab’ın kritik önemi nedeni ile hem DEAŞ yüksek bir direnç göstermeye başladı hem de yakaladığı “tarihi fırsatı” kaçırmak istemeyen PYD/YPG El-Bab sırasının kendisine geçmesi için Türkiye’nin askeri başarısızlığına yatırım yapmaya başladı. El-Bab kuşatmasına paralel Türkiye içinde artan PKK ve DEAŞ eylemleri bu çerçevede görülebilir. El-Bab’a kadar Fırat Kalkanı’na ciddi itiraz yükseltmeyen İran, Rusya ve Suriye rejiminden de aykırı sesler duyulmaya başlandı.



Bedel ağır olabilir,

Rusya ile yapılan görüşmeler neticesinde El-Bab konusunda sıkıntı aşıldı ve hatta iki ülke Hava Kuvvetleri arasında imzalanan mutabakat ile operasyonlar koordineli şekilde yürütülmeye başlandı. Sonrasında Rus uçaklarının da El-Bab’ta DEAŞ hedeflerini vurmaya başlamasına şahit olduk. Ancak İran ve rejimin itirazları somut karşılığa dönüştü ve Kasım 2016 ayı sonunda El-Bab çevresinde gerçekleşen rejim hava saldırısı sonucunda dört Türk askeri hayatını kaybetti. Daha sonraki günlerde saldırı öncesinde o bölgede İran destekli milis güçlere ait bir insansız hava aracının dolaştığı bilgisi basına yansıdı.

Türk ordusunun operasyonları neticesinde DEAŞ militanlarının El-Bab’ın güneyinden bırakılan koridor üzerinden Rakka’ya doğru çekileceği beklentisi vardı ancak örgüt tersine bu açık hattı şehirdeki savunmasını tahakküm etmek için kullandı ve daha fazla sayıda savaşçısını şehre gönderdi. Türkiye karşılık olarak uzunca bir süre dışarıdan top atışları ve havadan uçak saldırıları ile örgütü zayıflatmaya çalıştı. Sonucunda 8 Şubat 2017 gecesi şehri ele geçirmek için operasyon başlatıldı ve Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçleri şehrin batı tarafından merkeze girmeye başladı. Şehirdeki DEAŞ savaşçı sayısı operasyonlar neticesinde azaltılmıştı ancak Rakka’dan takviye ile halen 700 civarında DEAŞ’lının El-Bab’ı savunmak için mevzilendiği düşünülüyor. DEAŞ ciddi bir zayıflama eğilimi içinde olsa da en önemli gücü motivasyon. Örgüt çok sayıda savaşçısını intihar saldırısına yönlendirebilme kapasitesine sahip. Bu da hem kaybın artmasına hem de sürenin uzamasına neden oluyor. Bu durum en nihayetinde şehrin ÖSO kontrolüne geçeceği ancak bedelin biraz ağır olabileceği anlamına geliyor.

Türk ordusu ve ÖSO’nun ilerleyişine paralel rejime bağlı güçler de Halep şehrinin kuzeydoğusundan El-Bab’a doğru ilerlemeye başladı. Bu ilerleyiş ÖSO ve rejim güçlerinin El-Bab’ın batı kısmında sınırdaş olması ile sonuçlandı ve bu da taraflar arasında çatışmaları tetikledi. ÖSO ile rejimin sınırdaş olması birçok kaza yaşanabileceği anlamına geliyor. Yerel çaptaki çatışmalar bir anda büyüyebilir. Ancak gerginliğin tırmanarak çatışmaların büyümesi düşük olasılık zira hem Türkiye hem de Rusya durumun sakinleşmesi yönünde tavır alacak ve sahadaki taraflara ateşkese uymaları yönünde telkinde bulunacaktır. Ancak her iki kanat içinde de ateşkesi sabote etmek isteyecek aktörler olabileceği unutulmamalı. İran Devrim Muhafızları ve bazı rejim unsurlarının Suriye’de savaşı sürdürme yönünde tavır aldığı, Türkiye-Rusya yakınlaşmasından rahatsız olduğu biliniyor. Rejim-ÖSO karşılaşması Suriye’de ateşkesi, Astana sürecini sabote etmek için son derece uygun bir ortam sunabilir. ÖSO-Rejim çatışmasında belirleyici olacak olan Rusya’nın çatışmaları önleme konusunda ne kadar samimi olacağı.

Fırat Kalkanı’nın Geleceği;

El-Bab’ın ÖSO kontrolüne geçmesi ve rejim güçlerinin güneyden ilerleyişi neticesinde El-Bab-Halep yolu taraflar arasında sınır oluşturabilir. Rejimin El-Bab’a yönelmesinin ise birkaç nedeni olabilir. Astana süreci ile ateşkes sağlanmış ve siyasi çözüm yolunda irade ortaya konmuş olsa da Türkiye ve Suriye tarafları birbirinin niyetlerine güvenmiyor. Rejim ve İran El-Bab’ın güneyinden PYD/YPG bölgelerine ulaşarak Fırat Kalkanı’nın El-Bab sonrasında doğuya, Rakka’ya uzanmasının önünü kesmek istiyor olabilir. Rejim ve İran açısından Rakka ve Deyr ez Zor kesinlikle kaybedilmiş bölgeler değil ve Halep sonrasında daha büyük bir özgüvenle buralara geri dönmenin planlarını yapıyorlar. İran için bu bölgeler Irak’taki Haşti Şaabi (İran destekli milis yapılanma) ile coğrafi bağlantıyı sağlamak açısından hayati önemde. Rejim de doğal olarak şartlar elverirse her karış Suriye toprağına geri dönüşün yollarını aramakta. Her tarafı DEAŞ ile çevrelenmiş olduğu halde rejim güçlerinin Deyr ez Zor’da halen direniyor olması başka türlü açıklanamaz.

Bütün bunlara rağmen rejimin güneyden El-Bab’a doğru ilerleyişi Türkiye açısından fırsat da sunmaktadır. Rejimin araya girmesi DEAŞ’ın Rakka’dan ikmal hattını keserek Türkiye ve ÖSO’nun El-Bab’ta rahatlamasını sağlamıştır. Bunun da ötesinde ÖSO ile birlikte rejim güçlerinin de PYD/YPG bölgelerinin arasına girmesi “Kuzey Suriye Federasyonu” açısından büyük bir darbe.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifade ettiği üzere Fırat Kalkanı’nın daha güneye inmesi söz konusu değil. El-Bab’ın ÖSO’ya geçmesi ile beraber Fırat Kalkanı’nın DEAŞ ile sınırdaşlığı sona erecek ve yeni hedef YPG olacaktır. YPG ile mücadele açısından ilk aşamada iki bölge öne çıkıyor. Birincisi Münbiç ve diğeri Afrin. Türkiye Münbiç’te ABD, Afrin’de de Rusya ile koordineli bir şekilde süreci götürmek durumunda kalabilir.  Bu süreçte belirleyici unsur Trump’ın Suriye’de DEAŞ ile mücadelede nasıl bir yol izleyeceği olacak. Trump’ın Başkanlığı devraldığı sırada yaptığı konuşmada vurguladığı üzere Suriye’de  ve hatta dış politikada önceliği DEAŞ ile mücadele. Bu açıdan ABD’nin Suriye politikası Obama döneminden çok büyük bir farklılık taşımayabilir. Sadece ABD’nin Suriyeli muhaliflere zaten sınırlı olan desteği azalacaktır. 

Ancak Trump yönetiminin DEAŞ ile mücadelede nasıl bir yol izleyeceği, hangi aktörlerle işbirliği yapacağı Münbiç ve sonrasında Fırat’ın doğusundaki YPG bölgelerinin kaderini belirleyecek gibidir. 

İlk işaretler birbiri ile çelişiyor. Trump ve ekibindeki isimlerden Türkiye-ABD ilişkileri, Suriye’de Türkiye ile işbirliğine dönük olumlu mesajlar geliyor. Ancak aynı yetkililer YPG ile ittifakın önemine ve sürdürülmesi gerektiğine de vurgu yapıyor. ABD her ne kadar net bir tercihe zorlanacak olsa da bunu yapmaktan kaçınacak gibidir. Muhtemelen YPG ile işbirliğine devam edilecek, Rakka kırsalının tamamı YPG’ye teslim edilecek, Rakka merkezine operasyon gündeme geldiğinde de Türkiye ve daha fazla Rakkalı Arap’ın dahil olacağı bir plan üzerinde çalışacaktır. YPG ile işbirliğine devam ederken de Türkiye tarafına yönelik “ Hasar Kontrolü ” çabası içinde olabilir. ABD, bazı tavizler üzerinden Türkiye’yi “rahatlatacak” açılımlar yapmak isteyebilir. 

ABD bakışına göre “ Türkiye şimdi itiraz etse de uzun vadede yeni gerçeklik ile birlikte yaşayabilir.” Bu açıdan Türkiye-Irak Kürt Bölgesi ilişkisi örnek olarak veriliyor. Buna göre “ Türkiye Irak Kürt Bölgesi kurulurken de itiraz etmiş ancak sonrasında sıkıntı kalmamış ve iyi ilişkiler kurulmuştur.” Ancak muhtemelen ABD tarafının anlamadığı Türkiye açısından sorunun Kürt değil ancak “PKK bölgesi” kuruluyor olması. Bu da Türkiye’nin hasar kontrolü ile yatıştırılamayacağı anlamına gelebilir.

İdlib’teki gelişmeler,

Kuzey Suriye’de Türkiye’yi yakından ilgilendiren diğer bir süreç İdlib’te yaşanmakta.  Türkiye-Rusya yakınlaşması, Halep’in düşüşü ve en nihayetinde Astana süreci İdlib merkezli muhalifler arasında yeni bir tartışma başlattı ve derinleşen görüş ayrılığı sıcak çatışma ile sonuçlandı. İdlib’teki en güçlü grup olan Nusra Cephesi (yeni adıyla Şam’ın Fethi Cephesi) ve diğer bazı muhalif gruplar askeri çözüm konusunda ısrarcı davranmakta. Bu da söz konusu muhalif grupların Nusra Cephesi liderliği altında birleşmesi ve “Hai’at Tahrir al-Sham” adı altında yeni bir çatı oluşum kurması ile sonuçlandı. Diğer grupta yer alan muhalifler ise Ahrar eş-Şam liderliği altında Nusra’ya karşı birlikte hareket etme temelinde bir araya gelmekte. Bu kesim Astana sürecini desteklemekte ve muhtemelen Türkiye’ye daha yakın duran gruplardan oluşuyor. Güç dengeleri açısından bakıldığında “Hai’at Tahrir al-Sham”’ın diğer gruba karşı çok daha güçlü konumda. Dolayısıyla çatışmaların devam etmesi İdlib’in büyük ölçüde Nusra Cephesi kontrolü altına girmesi ile sonuçlanabilir. Türkiye’nin tavrını Ahrar liderliğindeki bloktan yana koyacağı ortada. Ancak mevcut bölünme süreci Türkiye açısından salt riskler içermiyor. Türkiye-Rusya mutabakatının ana maddelerinden biri de ılımlı muhaliflerin DEAŞ ve Nusra Cephesi gibi radikallerden ayrıştırılması. İdlib’te muhalifler tablosu o kadar karmaşık ki bu ayrımın nasıl yapılacağı ve Türkiye’nin nasıl rol oynayacağı belirsizdi. Ancak İdlib’teki gelişmeler ile saflar netleşmekte. Türkiye ise yoluna siyasi çözümü destekleyen ılımlı muhaliflerle devam edecektir.

Bu yazı “Fırat Kalkanı’nda El-Bab ve Sonrası” başlığı ile Star Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/5070?s=orsam|turkish


***