Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 4

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 4



B. 1954-1957 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 


1950-1954 dönemini sonlandıran 2 Mayıs 1954.de gerçekleştirilen genel seçimler, DP tarihinin en büyük siyasi zaferi olmuştur. Bu seçimlerde DP aldığı 
sandalye sayısıyla, adeta Mecliste tek parti haline gelmiştir. Seçimlerde DP, Türkiye genelinde oyların %58.42.sini alarak 503 milletvekili çıkarmıştır. Oyların %35.11.ini alan CHP 31 milletvekili, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ise %5.28 oranında oy alarak 2 milletvekili çıkarmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 213). DP.yi ezici bir çoğunlukla yeniden siyasal iktidar yapan 1954 seçimlerinden sonra DP, tek başına iktidar olmanın verdiği avantajlarla ülke genelinde sürdürdüğü faaliyetlerde hesap verme zorunluluğunun olmadığına dair bir kanaat edinmeye başlamış (Okutan, 2011: 141), sert ve otoriter davranarak her türlü aykırı düşünceye karşı tahammülsüz ve muhalefeti ezici bir tavır takınmıştır (Özdemir, 1995: 215, aktaran; Demir, 2010: 227). 

 1954 seçimlerinde, CHP üç ilde (Malatya, Konya ve Sinop), CMP ise bir ilde (Kırşehir) çoğunluk sağlarken, geriye kalan diğer illerde seçimi DP kazanmıştır (Tunçay, 2000: 172). Ancak seçimlerin üzerinden henüz 48 saat geçmeden Kırşehir den milletvekili seçilen CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı Meclis tarafından kınama cezasına çarptırılmıştır. 

Ayrıca Bölükbaşı.nın memleketi olan Kırşehir, CMP.ye destek verdiği için 30 Haziran.da çıkarılan 5429 sayılı yasayla ilçe düzeyine düşürüldükten sonra Nevşehir e bağlanarak cezalandırılmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 284). Seçimlerin ardından 14 Haziran.da çıkarılan 6418 sayılı yasayla DP, Malatya.ya bağlı olan Adıyaman ı bu ilden ayırarak il haline getirmiştir. Bu yasayla CHP.nin güçlü olduğu Malatya cezalandırıldığı gibi, 1954 seçimlerinde DP.ye destek veren Adıyaman da ödüllendirilmiştir (Altaş, 2011: 98). 1954 seçimlerinden sonra DP, seçim işbirliğini önlemek amacıyla muhalefet partilerinin bir araya gelip karma liste oluşturmalarını yasakladığı gibi, muhalefet partilerinin devlet radyolarından yararlanmalarını da engellemiştir (Tunçay, 2000: 183). 1954 seçimlerinin ardından kurulan III. Menderes Hükümetide, I. Menderes hükümeti gibi kurulduktan sonra CHP.ye yakınlık duyan bürokratları cezalandırmaya yönelik girişimlerde bulunmuştur. DP iktidarı, 5 Temmuz.da profesörleri ve meslekte 25 yılını geçirmiş veya 60 yaşını doldurmuş yargıçları da kapsayan kamu görevlilerini geçici olarak görevden alma ve bir dönem sonra emekliye ayırma yetkisini hükümete veren yeni bir yasayı çıkararak, bürokrasinin yürütme üzerindeki baskını sona erdirmiştir (Taşyürek, 2009: 75). 

 1954-1957 yılları arasındaki dönemde, başta yabancı sermaye akıGının azalması ve yerli sanayinin ağır yatırımlara yetmemesi ve üç yıl boyunca süren 
kuraklık nedeniyle ekonomide daralmalar görülmüştür (Şeyhanlıoğlu, 2011: 267). Ekonomik sıkıntıların başladığı bu dönemde, bir deliberasyon politikası izlenmiştir. 
Bu bağlamda dış ticaret rejimi sıkı kayıtlar altına alınmış, ödemeler dengesi açığını kapatmak için ABD.den ek kredi talebinde bulunulmuştur (Tunçay, 2000: 183). 
Ekonomide yaşanan sıkıntıların yanı sıra, Parti içindeki sert muhalefet de DP.nin işini zorlaştırmıştır. 29 Kasım 1955.te Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dış işleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlunun istifa ettirilmesinden sonra, Menderes de istifa dilekçesini vermiştir. Ancak DP milletvekili Mükerrem Sarolun geliştirdiği 
formülle, Menderes.in kürsüye çıkarak ateşli bir konuşma yapması sağlanmış ve ardından tam kadrodan güvenoyu alınarak IV. Menderes hükümeti kurulmuştur (Şeyhanlıoğlu, 2011: 213). DP.nin otoriterleşme si bu hükümet döneminde de hızlanarak devam etmiştir. 1956.da 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu fiyatları, mal ve hizmetleri denetlemek için tekrar yürürlüğe konmuştur. Aynı yılın Haziran ayında, Basın Kanununda yapılan değişiklikle hükümetin basın ve yayın üzerindeki denetimi artırılmıştır. Ayrıca seçim kampanyaları dışında yapılacak siyasal toplantılar yasaklanmıştır. Hükümet bu önlemleri alırken muhalefet de birleşme hazırlıklarına girişmiştir. CHP, Hürriyet Partisi (HP) ve CMP birleşmek için çalışmalarını başlatmıştır. DP Hükümeti, muhalefetin bu çabalarını da engellemiştir (Bingöl ve Akgün, 2005: 22-23). Hükümetin muhalif basını kontrol altına almak çabalarına da 26 Kasım 1957.de yayınlanan bir kararname ile bir yenisi daha eklenmiştir. Bu kararname ile gazete ve dergi kâğıtları nın tek elden ithali getirilmiştir. Bu şekilde gazetelerin kâğıt temini ve kullanacakları kâğıt miktarı da denetim altına alınmıştır (Demir, 2010: 527). 1955-1956 yılları Menderes.in siyasi hayatında son derece yoğun ve yıpratıcı yıllar olmuştur. 

     Menderes bu yıllarda bir yandan muhalefetle, diğer yandan Parti içi muhalefetle uğraşmıştır. Bu iki güce karşı mücadele ederken, siyasete DP den ayrılan milletvekillerinin kurduğu Hürriyet Partisinin katılmasıyla Menderes iyice yıpranmıştır. Menderes sağlıklı ve huzurlu bir siyaset ortamından umudunu yitirdiği bu günlerde, seçimlerden bahsetmeye başlamıştır (Demir, 2010: 234-325). 1958 Mayısında yapılması gereken seçimler 27 Ekim 1957.ye alınmıştır. 1950 dönemiyle başlayan ekonomik ve sosyal gelişmeler bu dönemde daha çok partiler arası sert ilişkiler ve mücadelelere yerini bırakmıştır. 1957 seçimlerine yaklaşılan dönemde ülkemizde muhalefet; İnönü.nün CHP si, Bölükbaşının başkanlığını yaptığı CMP ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu nun başkanlığındaki Hürriyet Partisinden oluşmaktadır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 217). 

C. 1957-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 

Muhalefetin giderek güç kazanmaya başladığı 1957 seçimleri öncesinde, iktidara karşı yoğun bir kampanya başlatılmıştır. Oldukça yıpranmış bir görüntü ile 
seçimlere giren DP.nin en çok eleştirilen uygulamalarının başında, DP.nin muhalefete yönelik sert tutumu gelmektedir. CMP Genel Başkanı Osman 
Bölükbaşının tutuklanması, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülekin göz altına alınması bu dönemde büyük tepki almıştır (Albayrak, 2004: 294-302, aktaran; 
Bulut, 2009 b: 78). Menderes seçimlere giderken halkın dini duygularına hitap etmeyi ihmal etmemiştir. Genel seçimlerin öncesinde Menderes, yedi yıllık 
iktidarları esnasında on beş bin caminin yapıldığını, Süleymaniye başta olmak üzere 86 caminin de onarıldığını söyleyerek halktan oy istemiştir (Taşyürek, 2009: 91). Ayrıca mitinglerde sanayileşmenin dört kat arttığı, kalkınma, büyüme ve inşaat alanındaki icraatları halkla birlikte gerçekleştirdiklerini dile getirmişlerdir. Seçimlerde, kısa bir süre içinde birçok kuruluşun açılışı gerçekleştirilerek, bir yandan tek parti dönemindeki ekonomik çöküşün hesabını sorma eğilimine girilmiş, diğer yandan DP iktidarları dönemindeki kalkınma hamlesinin halk tarafından takdir edileceği bir seçime girme gayreti taşımışlardır. DP enflasyona karşı tarım ürünlerine yüksek fiyatlar vermiş, çiftçilerin borçlarını ödemiş, böylece seçmen kitlesinin büyük bir bölümünü teşkil eden kırsal kesimdeki seçmenlere yatırım yapmıştır. Okul ve cami inşasına önemli oranda fon ayırması ve devlet radyosundan icraatlarını duyurabilmesi diğer partiler karşısında DP.yi ayrıcalıklı kılmıştı (Altaş, 2011: 111). 

 Cumhuriyet tarihinin en sert seçimlerinden olan 1957 seçimlerinde DP, ilk kez oy kaybına uğrayarak oy oranını %50.nin altına (%47.3) düşürmesine rağmen, 
uygulanan çoğunluk sisteminden dolayı 424 milletvekili çıkarabilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 217). Seçimlerde CHP de %41.12 oy oranıyla 178 
milletvekili, CMP ise %7.08 oy oranıyla 4 milletvekili, HP de %3.84 oy oranıyla 4 milletvekili çıkarmıştır (1957 Yılı Genel Seçim Sonuçları, 2011). 

 1957 seçimlerinin ardından V. Menderes Hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde CHP muhalefette kalmasına rağmen önceki dönemlere nazaran Meclis 
içinde daha güçlü bir konuma gelmişti. Özellikle CHP.nin eski seçmen kitlesini meydana getiren ordu, bu dönemde CHP.nin arkasında daha kuvvetli durmuş, bu kitleye üniversiteler ve basın da eklenerek CHP.yi bu dönemde silik görüntüsünden uzaklaştıracakları nın sinyallerini vermeye başlamışlardır. DP ise bu dönemde arkasındaki geniş halk kitlesine güvenerek, CHP.ye karşı daha sert bir tavır takınmıştır. Her iki partinin birbirlerine bakışlarının keskin bir çizgiye oturduğu bu dönemde DP, CHP.yi iktidarı seçim yoluyla teslim etmekten hoşlanmayan ve bu nedenle kargaşa çıkarmaya çalışan bir zihniyet olarak görürken, CHP.nin algılaması ise cahil halkın DP tarafından kandırıldığı yönündeydi. Bu bakış açısı her iki tarafın da birbirlerine karşı hoşgörüsüz tavırlar içine girmelerine neden olmuştur (Altaş, 2011: 127). V. Menderes döneminin hemen başında, TBMM İç tüzüğünde değişiklik yapılarak, milletvekillerinin denetim olanakları kısılmış, dokunulmazlıkların kaldırılması kolaylaştırılmış, onlara verilebilecek cezalar ağırlaştırılmıştır. Seçimi izleyen 1958 yılında ise, bir önceki dönemde baş gösteren ekonomik bunalım iyice yoğunlaşmıştır. Birçok mal bulunmaz olmuş, kuyruklar ve karaborsa doğmuştur. Başbakan ilkbaharda ticari ilişkileri geliştirmek için bir Uzak Doğu gezisine çıkmış, ancak elde edilen sonuçlar çekilen sıkıntıların üstesinden gelinmesini sağlayamamıştır (Tunçay, 2000: 185). Daha önceki dönemlerde Hükümetin iktisadi büyümeyi sürdürmek amacıyla yabancı fonlar ödünç alma politikası, karşılığını yurt içindeki enflasyoncu politikada bulmuştur. Tarım sektöründeki yüksek gelirleri korumak için Hükümet, azalan dünya fiyatlarına rağmen çiftçinin ürününe yüksek fiyatlar vermeyi yeğlemiştir. Tarımsal sübvansiyonlar için basılan paranın, şehir sermayesinin su yüzüne çıkmaya başlayan hoşnutsuzluğunu hafifletmek amacıyla da etkili bir kısa dönemli önlem olduğunun ortaya çıkması, politika saptayıcılarının da hoşuna gitmiştir. 

   Ancak 1958.de %40.a varan enflasyon oranı, bürokrasinin daha belirgin olarak da askerlerin, gerçek gelirlerinde keskin bir düşüşten zarar görmelerine yol açmıştır. 

1950-1954 döneminden sonra, aşırı değerli bir para politikası benimsenmiş, fonların özel kesime dağıtılacağı yerde git gide devlet işletmelerine yöneldiği bir 
beceriksiz politikalar dönemi izlenmiştir. Ticaret sermayesi ile çiftçiler yüksek düzeyde kâr ederken, burjuvazinin bir bölümü sanayi kesiminin daha da 
büyümesine olanaklı bir ortamı yaratmakta DP.nin başarısızlığa uğradığını düşünmeye başlamıştır. Düş kırıklığına uğramış aydınlarla İstanbullu iş adamları Hürriyet Partisi bayrağı altında birleşmişlerdir (Keyder, 1979: 58-59). 1957 seçimlerinden önce engellenen muhalefetin güç birliği, 1958 sonunda görülen partiler arası birleşmelerle gerçekleşebilmiştir. Ekim ayında Türkiye Köylü Partisi Cumhuriyetçi Millet Partisi.ne, Kasım ayında da Hürriyet Partisi CHP.ye katılmıştır. 12 Ocak 1959.da toplanan 14. CHP Kurultayında “İlk Hedefler Beyannamesi” kabul edilmiştir. Bu beyannameyle iktidardan, “partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması, seçim güvenliği, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu, memurların mahkemeye başvurma haklarının tanınması, basın özgürlüğünün Anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, Yüksek İktisat şurası kurulması, sosyal adalet kavramının Anayasaya girmesi” taleplerinde bulunulmuştur (Tunçay, 2000: 185). Sıralanan bu taleplere ve muhalefetteki güç birliğine DP nin yanıtı ise, Vatan Cephesini kurmak olmuştur. Vatan Cephesi.ne katılanların adları radyodan teker teker okunarak bu kişiler teşvik edilmiş ve hatta belli konumlarda yer alan bazı kiGiler katılması yönünde zorlanmıştır (Bingöl ve Akgün, 2005: 23). 

17 Şubat 1959.da Menderes.in başkanlığında  Londradaki Kıbrıs görüşmelerine giden delegasyonu taşıyan uçak Londra yakınlarında aşırı sisten dolayı düşmüştü. 14 kişinin şehit olduğu bu uçak kazasında Menderes.in yara almadan kurtulması, iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açmıştır. Ankara Garında Menderesi, Bayar ve İnönü.nün de bulunduğu devlet erkânı ve büyük bir kalabalık coşkuyla karşılamıştır. 
İnönü nün Menderesi tren garında  karşılaması ve ona geçmiş olsun dileklerini iletmesi iktidar-muhalefet arasındaki çatışmanın bir süreliğine yumuşamasına neden olmuştur. Menderese DP.nin ileri gelenlerince İnönü.ye nezaket ziyaretinde bulunması yönünde telkinlerde bulunulmuştur. Ancak bu girişim Bayar tarafından “CHP.ye güven olmaz” gerekçesiyle engellenerek, iktidar-muhalefet arasındaki yumuşama sürecine son verilmiştir (Altaş, 2011: 133). 

 Bu sıralarda TBMM düzenli olarak toplanamadığı gibi, toplandığı zamanlarda da ya toplantılar kısa sürmüş, ya da iktidar-muhalefet arasındaki kavgaya varan gerginlikler yaşanmıştır. Bu durum muhalefetin faaliyetlerini daha çok Meclis dışına kaydırmasına yol açmıştır. Nitekim İnönü, Nisan 1959.da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisi düzenlemeye karar vermiştir. İnönü.nün bu geziyi Büyük Taarruz.da Yunan Başkomutanı Trikupisi esir aldığı Uşak ta başlatması DP lilerin tepkisini almış ve İnönü Uşaktan İzmir e giderken DP.li kızgın kalabalığın saldırısına uğramış ve başından yaralanmıştır. Sonradan Uşak Olayı olarak tarihe geçecek bu olaydan sonra iktidar-muhalefet ilişkileri iyice gerilmiştir. 1960 yılında da politik durumu normalleştirmek ve iktidarla muhalefet arasında olumlu bir ilişki kurmak oldukça zorlaşmıştır. 1960.ın başında İnönüyü Kayseri.ye götüren trenin yetkililerce durdurulup, İnönü.den Ankara.ya geri dönmesi istenmiştir. Ancak İnönü nün bu teklifi kabul etmeyerek, yoluna devam etmesi iktidarı zor durumda bırakmıştır. (İnan, 2007: 121). Bu dönemde iktidar muhalefeti “ihtilal kışkırtıcılığı”yla, muhalefetse iktidarı bir “istibdat idaresi kurmakla” suçlamıştır. Bu dönemde CHP.nin 15 Mart.ta Güney Kore Diktatörü Syngman Rhee.ye karşı ayaklanmaların başlamasını, basına örnek alınması gereken bir davranış gibi yansıtması iktidar-muhalefet arasındaki gerginliği iyice artırmıştır. DP Meclis Grubu 18 Nisan 1960.da, CHP.nin yasadışı yöntemlerle siyasal mücadele yaptığını, bir kısım basın organlarının da onu bu yolda desteklediğini ileri sürerek tamamı DP.li 15 kişilik bir soruşturma kurulu olan Tahkikat Komisyonunu kurmuştur (Tunçay, 2000: 186). Bu Komisyonun kararları kesin nitelikte olup, Komisyonun kararlarına karşı başvurulacak bir üst makam öngörülmemiştir. Komisyona bütün yayınlara sansür koymak, her türlü toplantıyı ve siyasal eylemi yasaklamak gibi birçok olağanüstü yetki verilmiştir (Kongar, 2006: 154). 

Muhalefeti ve basını soruşturmakla görevlendirilen, gazete kapatılması ve hatta muhaliflerin tutuklanmasına kadar varabilen geniş yetkilerle donatılan bu 
Komisyona, muhalefetin tepkisi gecikmemiştir (Okutan, 2011: 146). Tahkikat Komisyonunun oluşturulması için hazırlanan önergenin Meclis görüşmeleri 
esnasında, İnönü.nün yaptığı konuşma, 27 Mayıs.ta yapılacak askeri müdahalenin de ilk işaretini teşkil etmiştir. İnönü Meclis konuşmasında şöyle demiştir: “Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimini kurarsa, o memlekette ihtilal behemehâl olur. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. şimdi arkadaşlar, Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir hak olarak kullanılacaktır” (Tunçay, 2000: 187). Bu konuşmanın yapıldığı gün kurulan Tahkikat Komisyonu, muhalefetle basın aleyhinde ortaya atılan iddiaları soruşturmak üzere görevlendirilmiş ve soruşturmalar bitene kadar bütün siyasi toplantılar yasaklanmış, Meclis görüşmeleri ve önergelerin Resmi Gazete dışında hiçbir yayın organında yer almamasına karar verilmiştir. Tahkikat Komisyonu Meclis.ten aldığı bir kararla Meclis.teki görüşmeleri yayınlayan gazetelere karşı tedbirler almış ve Komisyona karşı çıkan nitelikteki yazılara yer veren dergi ve gazeteler kapatılmıştır (Dilipak, 1990: 251). Daha sonra da 27 Nisan 1960.da Tahkikat Komisyonunu ek yetkilerle donatan bir yasa çıkarılmıştır. Bu yasayla Tahkikat Komisyonu, sivil ve askeri savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olmuş, istediği ev ve kuruluşu basarak, öngördüğü bilgi ve evraka el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve hatta matbaalarıyla birlikte kapatılmasına karar verebilecek yetkilere kavuşturulmuştur. Komisyonun kararlarına karşı gelmenin veya kararlarının savsaklanması nın ise üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması öngörülmüştü. Bu yasanın kabulünden sonra 12 CHP millet vekiline 3 ile 6, İnönü.ye de 12 oturum Meclis.ten çıkarılma cezası 
verilmiştir. İnönü.nün 18 Nisan daki konuşmasının Meclis tutanaklarından silinmesine karar verilmiştir. Oturumlardan çıkarılma cezası alan milletvekillerinin direnmesi üzerine, söz konusu milletvekilleri Meclis Genel Kurulu Salonundan polis zoruyla çıkarılmıştır (Toroğlu, 2007). 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 3

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 3



 II. TÜRKİYE’DE 1950-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: DP İKTİDARI-CHP MUHALEFETİ 

A. 1950-1954 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 

 16 gubat 1950.de çıkarılan 5545 sayılı yasadan sonra, 1950 seçimlerinin hazırlıklarına başlanmıştır. 1950 seçimleri öncesinde CHP, Atatürk tarafından 
kurulan, Cumhuriyeti ilan eden, bürokrasi ve ordu tarafından desteklenen, laiklik ve modernleşmenin öncülüğünü yapan parti olarak iktidar yarışında kendini daha Şanslı görmüştür. Seçmenler ise CHP yi kendisi için bir ayrıcalık olarak addettiği misyonundan değil, bu misyonu edinebilmek için uyguladığı baskılardan, savaş 
yıllarında yüklediği ekonomik külfetlerden tanımıştır. DP nin 1950 seçimleri için yürüttüğü seçim kampanyası; tek parti idaresinin din üzerindeki baskısına ve 
ekonomi üzerinde devletin ezici nitelikli denetimine son verilmesi şeklinde sıralanabilen iki temel üzerine konuşlanmıştı (Taşyürek, 2009: 45). DP seçim 
bildirgesinde; üretimi artırıp, vergileri azaltacağını, dengeli bir bütçe ile ülkenin ekonomik durumunu düzelteceğini, ülkeye yabancı sermaye çekmek için ülke 
şartlarının düzeltileceği, özel sermayenin geliştirileceği, ekonomide hükümet tekelinin kaldırılacağı şeklinde birtakım vaatlere yer vermiştir. CHP.nin seçim 
bildirgesinde yıllardır devam eden devletçi ekonominin yerini özel mülkiyetin alacağı, yabancı sermayenin girişinin özendirileceği, paranın değerinin korunacağı gibi vaatler yer almıştı. CHP nin seçim bildirgesinde yer alan asıl dikkat çekici husus ise, CHP nin dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devrimlerinin temelini oluşturan altı ilkenin Anayasadan çıkarılmasıdır (Altaş, 2011: 54-55). DP seçimlerden önce radyo konuşmaları, yazılı açıklamalar ve halka doğru bir dizi mitingler yaparak büyük bir seçim kampanyasına girişmiştir. 1946.dan itibaren hürriyet ve demokrasinin sembolü haline gelen DP, verdiği mücadelede milli iradenin sancaktarlığından, demokrasinin öneminden sıklıkla söz etmiş olup, DP.li adaylar yurdu karış karış gezerek halk ile her zaman ve zeminde iletişim kurmak için büyük çaba harcamışlardır (Demir, 2010: 206). 1950 seçimlerinde DP, Türk siyasi tarihine damgasını vuran, halkın tek parti iktidarına ve baskıcı 
uygulamalarına duyduğu tepkinin de ifadesi olan “Yeter! Söz Milletindir!” sloganını kullanmıştır (Altaş, 2011: 55). Türk siyasal hayatında ilk kez sıradan bir demokrat ülke standartlarında, hâkim teminatı altında gizli oy, açık tasnif usulü ile yapılan ilk çok partili genel seçim olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinde (Şeyhanlıoğlu, 2011: 191), DP oyların %53.3.ünü alarak 420 milletvekili, CHP %39.9.unu alarak 69 milletvekili, Millet Partisi (MP) %3.1.ini alarak 1 milletvekili çıkarmıştır. 
Ayrıca seçimlerde 1 de bağımsız milletvekili seçilmiGtir. Birden çok partinin ve bağımsız adayların katıldığı bu seçimde “adi çoğunluk seçim sistemi”nden dolayı 
aGkın ve eksik temsil gerçekleşmiştir (Buran, 2005: 107). Ancak buna rağmen 14 Mayıs 1950 seçimleriyle DP.nin barışçı yollarla ve müdahaleye yol açmadan 
iktidara gelmesi, dönemin şartlarında gelişmekte olan ülkeler için benzersiz bir deneyim olmuştur (İnan, 2007: 117). Özetle DP, kuruluşundan itibaren her türlü aşırılıktan imtina ederek, kanun dışına çıkmadan, halka dayalı, ortak tarihe ve kültüre vurgu yapan pragmatist bir siyaset izleyerek iktidara gelmiş, bu şekilde de büyük bir toplum mühendisliğinin yaşandığı 27 yıllık tek parti iktidarına kansız ve muvazaasız olarak son vermiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 193). 

Seçimlerin ardından TBMM.nin 22 Mayıs 1950 tarihli oturumunda Bayar Cumhurbaşkanı, Koraltan ise Meclis Başkanı seçilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 
195). Sıra Başbakanın atamasına gelince Menderes Bayar a Köprülü yü teklif etmiş, fakat Bayar hükümeti kurması için Menderes.i görevlendirmiştir. Ayrıca 
Partinin liderliğini de Menderes e devretmiştir (Bayar, 2010: 142-143). Menderes.in başkanlığındaki DP.nin ilk kabinesi, 2 Haziran 1950.de oylamaya 
katılan 282 milletvekilinin oy birliğiyle güvenoyu alarak göreve başlamıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 197). Ancak 2 Haziran 1950.de beş gün önce okunmuş yeni hükümet programının TBMM.de görüşülmesi sırasında, Başbakan Menderes.in son konuşmasını cevaplama hakkı muhalefete verilmeyince CHP.li 
milletvekillerinin salonu terk etmesi, gelecekteki partiler arası ilişkiler bakımından iyiye yorulmayacak bir emareyi teşkil etmiştir. Teorik düzlemde DP ve CHP.nin çok fazla sayıda ortak noktaları olmasına rağmen, on yıl süren DP iktidarı boyunca iki parti arasında sürdürülen ilişkinin biçimi, her geçen zaman partiler arasındaki çekişmenin şiddetini artırmıştır. Bu ise Türk siyasal kültüründe aktif muhalefetin yapıcılığının ve eleştirinin hoş görülmesi alışkanlığının yerleşmemesiyle açıklanabilir (İnan, 2007: 118). 

DP işbaşına gelir gelmez dinin toplumun en önemli sosyokültürel öğesi ve hücrelerine nüfuz etmiş temel özelliği olduğunun farkına varmıştır. Marksizm.in 
tersine dinin toplumsal, ekonomik altyapıları belirleyeceğine inanan, Weberyen bir perspektife sahip olan DP, CHP.nin yaptığı gibi dinin bu özelliğini bastırmaktan ziyade bunu açığa çıkarmanın yararlı olacağını düşünmüştür (Kahraman, 2007: 28-29). Bu bağlamda seçim vaatleri arasında yer alan 1932 yılında çıkarılan Arapça ezan okunmasını yasaklayan yasayı yürürlükten kaldırarak, ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlayan 5665 Sayılı yasayı muhalefetin de desteğiyle çıkarmıştır. 
Ayrıca baskı altında olan diğer hürriyetler de teker teker hayata dönmeye başlamıştır. 

Radyoda dini program yasağı kaldırıldığı gibi, Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli veya aleni dershane açanlar hakkındaki 23 Eylül 1931 tarih ve 12073 Sayılı 
Kararnamedeki yasaklara da son verilmiş, ayrıca 4 Kasım 1950.de Roma da imzalanan İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi gereği din dersleri ilkokul programına dahil edilmiştir (Taşyürek, 2009: 60). 

 Dini liberalizasyonlar konusunda oldukça yol kat eden DP.nin 1950 seçimleri sonrasında CHP.ye karşı tutumu, muhalefette iken CHP.nin kendisine 
karşı olan tutumundan farklı olmamıştır. I. Menderes Hükümetinin güvenoyu aldıktan sonraki ilk icraatları arasında orduda CHP.ye yakınlık duyan üst düzey 
komutanların ve bürokratların tasfiyesi yer almıştır (Bingöl ve Akgün, 2005: 22). Hükümetin ilk ayı içinde Genelkurmay Başkanı dahil ordunun birçok komutanı 
emekliye sevk edilip, siyasete bulaşmamış ordu komutanları atanarak, DP üzerindeki baskı unsurlarından biri yok edilmiştir. Ordudaki bu değişikliğin 
ardından iki hafta içinde, ilk önce valiler arasında geniş çaplı bir rotasyon gerçekleştirilmiş, ardından da neredeyse yurdun her tarafında kaymakamların 
tamamının yerlerini değiştiren kaymakam kararnameleri çıkarılmıştır (Altaş, 2011: 67-68). Ayrıca bu hükümet döneminde, Kore Savaşına asker gönderme kararı alınmış, yerel yönetim seçimleri yenilenerek, muhtarlık, belediye ve il genel meclisi seçimleri yapılmıştır. Yapılan yerel seçimlerde de DP, oyların çoğunu alarak birinci parti gelmiştir. Şöyle ki, DP 13 Ağustos 1950 Muhtar Seçimlerinde 19.052 muhtarlık kazanırken, CHP ise 13.152 muhtarlık, MP ise 130 muhtarlık kazanmıştır. 3 Eylül 1950.de yapılan belediye seçimlerinde DP 600 belediyenin 560.ını kazanmıştır. 15 Ekim 1950.de yapılan il genel meclisi seçimlerinde de DP 51 ilde mutlak çoğunluk sağlamayı başarmıştır. Ancak büyük değişikliklere ve başarılı icraatlarına rağmen DP parti içinde yaşanan çatışmalarla sarsılmıştır. Parti içindeki istifaların artmasından dolayı I. Menderes Kabinesi 8 Mart 1951.de istifa etmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 201-203). 

8 Mart 1951.de istifa eden Menderes, Bayarın tekrar görevlendirmesi üzerine 29 Mart 1951.de hükümeti tekrar kurmuştur. II. Menderes Hükümeti döneminde, başta CHP olmak üzere, bazı egemen güçler iktidarı irtica suçlamasıyla yıpratmaya, halkın üzerinde baskı kurmaya çalışmıştır. 
Ancak Menderes Hükümeti, irtica yanlısı bir parti olmadığını ve Atatürkçü çizgiden uzaklaşmadıklarını göstermekten çekinmemiştir. Şöyle ki, Atatürk heykellerine yönelik olarak Ticaniler tarikatı tarafından yapılan saldırılardan sonra 1951.de Atatürk ü Koruma Kanunu çıkarılarak, bu tarikat cezalandırılmış, Atatürk e yönelik saldırılar önlenmiştir. Ayrıca 1953.de İslamcı gazetelerin yazılarından etkilenerek laik ve liberal fikirleriyle tanınan gazeteci Ahmet Emin Yalman a suikast girişiminde bulunan Hüseyin Üzmez.in bu girişiminden sonra, birçok İslamcı yayın ve teşkilat yasaklanmış, gerekli olan yasal düzenlemeler 
sertleştirilmiş ve laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla MP kapatılmış tır (Taşyürek, 2009: 60-62). 
Cumhurbaşkanı Bayar tarafından her Cumhurbaşkanı değiştirildiğinde devlet dairelerine yeni Cumhurbaşkanının resminin asılmaması, devlet dairelerinde yalnızca Atatürk.ün resminin bulundurulması, paraların üstünde de sadece Atatürk.ün resminin bulunması istenmiştir. Ayrıca Bayar, Çankaya. nın oda ve salonlarının da Atatürk.ün zamanındaki şekline sokulmasını tamim 
ettirmiştir (Bayar, 2010: 169). Bu dönemde Atatürk.ün Meclis.teki silah arkadaşlarının ve Kemalistlerin yapamadığını Menderes ve arkadaGları yapmıştır. 
Atatürk.ün naşı Etnografya Müzesinden, Menderes ve Bayarın sürekli uyarı ve çalışmaları neticesinde yapımı tamamlanan Anıt kabire nakledilmiştir (Taşyürek, 
2009: 74). 

 1950-1954 dönemindeki iktidar muhalefet ilişkilerinde partilerin rollerinde belirgin değişiklikler gözlenmiştir. Tıpkı 1946-1950 döneminde olduğu gibi, 
siyasal özgürlüklerle ilgili çatışmalar belirginleşmiştir (Tunçay, 2000: 179). DP.nin 1950.de iktidar oluşu, ülkede demokratik prensiplerin hızlı bir şekilde yerleşeceği umudunu yeşertmiştir. Bu umut DP iktidarının ilk yıllarında pratik edilmiş, ancak zamanla meydana gelen bazı hadiseler demokratik prensiplerden tavizleri beraberinde getirmiştir. Meclis.teki „çoğunlukçuluk., „çoğulculuğa. galip gelmiş, iktidarla muhalefet arasındaki ilişki her geçen gün sertleşmiştir. CHP.nin muhalefeti ise, sürekli ve etkili bir şekilde sürmüştür. Ülkenin durumu, 1950 ler den itibaren muhalefete siyasal malzeme sağlayacak durumda olmuş, fakat DP.nin uyguladığı politikalar CHP.nin muhalefet yapma yollarını tıkamıştır. Ancak bu dönemde, toplumun iktidar partisine olan sempatisi canlı tutulmuştur (Okutan, 2011: 139). Bunda sağlanan ekonomik rahatlama ve büyüme etkili olmuştur. 1950-1954 yılları arasında, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması için çok sayıda kamu yatırımlarına girişilmiştir. Bu dönemde ekonomi alanında kaydedilen gelişmeler sayesinde, kırsal kesime para akarken, ülke içinde ve dışında tüketici mallarına talepte büyük bir artış gözlenmiştir (Ahmad, 2011:141). Bu dönemde başta tarım sektörü alanında olmak üzere yaşanan ekonomik büyüme, Anadolu sermayesinin birikmesine imkân tanımış, buradan sanayiye aktarılan sermaye birikimi güçlü 
işletmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 267). Ekonomide kaydedilen gelişmelerden dolayı toplumsal desteği güçlenen DP, bu dönemde CHP ile hesaplaşmaya devam etmiştir. Bu alanda atılan adımlardan biri de CHP.nin elindeki mallara yönelik olan girişimlerdir. Tek parti döneminde 
CHP, büyük miktarda mal edinmiştir. Özellikle il özel idaresi ve hazineden halk evlerine ciddi miktarlarda kaynak aktarılmış ve bu kaynağın büyük bir bölümü de CHP.ye aktarılmıştır. DP grubunda oy birliğiyle alınan bir kararla, halk evlerinin mallarının tamamı ve CHP. nin elinde bulunan malların bir bölümü (57.629.491 
lira), 8 Ağustos 1951.de kabul edilen bir yasa tasarısıyla hazineye devredilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 205). CHP.nin malvarlığının ikinci kısmına da 9 Aralık 
1953.de çıkarılan 6195 Sayılı CHP.nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri Kanunuyla el konulmuştur. Bu yasayla CHP.nin elindeki Genel Merkez Binası ve 
Ulus Gazetesi olmak üzere birçok mal varlığına hazinece el konulmuştur. 
Bu yasa, bir anlamda Halk evlerinin de sonu anlamına geliyordu. DP muhalefetteyken en çok eleştirdiği noktalardan biri olan radyonun parti propagandası için sadece hükümet tarafından kullanılmasıydı. Ancak DP iktidara geçtikten sonra, o da devlet radyosunu kendi tekeline almakta gecikmemiştir (Tunçay, 2000:179). Ayrıca bu dönemde DP Komünizm Propagandası yapıldığı ve ders programlarının liyakatli öğretmen yetiştirmeye elverişli olmadığı ve köylerde CHP.nin eli kulağı olarak tek parti rejimini yerleştirdiği gerekçesiyle, 27 Ocak 1954.de çıkardığı 6234 sayılı yasa ile Köy Öğretmen Okulları adı altında, diğer öğretmen okulları ile birleştirerek Köy Enstitülerinin varlığına son vermiştir. Böylece DP, sandıkta CHP.yi sildiği gibi, tek parti döneminin hem ekonomik hem de toplumsal dönüştürme araçlarının başında gelen ve devrimlerin köylere inmesine ön ayak olan kurumları ve mallarıyla da halkın desteğiyle tarihten silinmiş oluyordu (Albayrak, 2003: 373; Karpat, 2010: 323, aktaran; Şeyhanlıoğlu, 2011: 206). 


 Gerek siyasal gerekse ekonomik anlamda liberal bir platformla iktidara gelen DP.nin bazı konulardaki tutumu, partinin liberalizminin sınırlarını ortaya 
koymuştur. Yasal çerçevedeki anti demokratik öğeleri ayıklamayı vaat eden DP.nin bu yönde bazı çalışmaları olmuş, ancak DP özellikle basına karşı gerekli 
hoşgörüyü gösterememiş, eleştirilere katlanamamıştır. Henüz 1951.de bir resmi ilanlar kararnamesi çıkararak, gazeteleri hükümetin takdirine göre ödüllendir mek ya da cezalandırmak imkânına kavuşmuştur. 1953 Temmuzunda Ceza Kanununda değişiklik yaparak, bakanların basında küçük düşürülmesine karşı uygulanan yaptırımlar adeta otomatik hale dönüştürülmüş, bu dönemi takip eden 1954 seçimleri öncesinde de Basın Kanunu tadil edilerek, basın karşısında hükümet ispat hakkı tanınmaksızın güçlü bir konuma erişmiştir (Tunçay, 2000: 179). DP.nin akademisyenlere karşı olan tutumu da basından farksızdır. Akademisyenlerin ilk yıllarda DP.ye olan desteği, zamanla CHP ye doğru kaymıştır.  
DP.nin vaat ettiği hürriyet ortamı ve temel reformların gerçekleşmemesi akademik çevrelerde büyük bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır. DP iktidarı da sert bir şekilde eleştirilerde bulunan ve CHP.ye destek veren öğretim üyelerini daha iyi denetlemek amacıyla 5 Temmuz 1954.te, öğretim üyelerini Milli Eğitim Bakanlığı emrine almaya yönelik olan 6535 sayılı yasayı çıkarmıştır. Bu yasayla DP.ye muhalif olan bazı öğretim üyeleri Bakanlık emrine alınarak cezalandırıl mıştır (Demir, 2010: 501). Sıralanan tüm bu olaylar, her geçen gün DP muhaliflerinin sayısını artırmıştır. Ağırlıklı olarak 1954.den önce gerçekleşen bu olaylar tesadüfî değildir. Çünkü bu dönem yukarıda da değinildiği gibi hükümetin ekonomik alanda başarılı olduğu ve arkasında ciddi bir halk desteğinin olduğu bir dönemdir. 

Bu dönemde Meclis.te ciddi bir muhalefet olmadığı gibi, Meclis aritmetiği de DP.nin lehinedir ve DP dışında bir hükümetin kurulma ihtimali yoktur 
(Bingöl ve Akgün, 2005: 23). 

 4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 2

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 2



1946 seçimlerinden sonra İnönü Cumhurbaşkanı, Recep Peker de Başbakan olmuştur. Peker Hükümetinin göreve başlamasından sonra, DP tarafından 1946 
seçimlerine itiraz edilmiştir. Yapılan itirazlarla iktidarla muhalefet arasındaki ilk siyasi mücadele başlamıştır. CHP Hükümetinin seçimlerin adil koşullarda 
yapıldığını iddia etmesine karşın, DP.li milletvekilleri Hükümeti seçimlere hile katmakla itham etmiş ve seçimlerin iptalini istemiştir. DP.li milletvekilleri, yapılan bu itirazlardan sonuç alınamaması durumunda istifa ederek sine-i millete dönmekle CHP ve Hükümeti tehdit etmiştir. Ancak devreye İnönü.nün girmesiyle DP.lilerin Meclis.e girmesi sağlanmıştır (Demir, 2010: 113-115). Seçimlere yapılan itirazların doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlamak, benimsenen açık oy-gizli sayım ve sayım sonunda oy pusulalarının yakılması yöntemini benimseyen 4918 sayılı yasadan dolayı oldukça zordur. DP tarafından yapılan şikâyetler belirlenen komisyonca görüşülmüş ve reddedilmiştir (Buran, 2005: 105). 

 Muhalefet yıllarında meşruiyetini ve ideolojik söylemini esas olarak demokrasiye dayandırmaya çalışan (Özçelik, 2010: 171) DP.nin Meclis Sözcüsü olan Menderes, 1946.da Matbuat (Basın) Kanununda değişiklik yapılması konusunda CHP lilerce getirilen yasa tasarısının keyfi bir yönetime neden olacağı ve hükümetin muhalif gördüğü her gazeteyi kolayca kapatabileceği, bunun yasal sınırlarının gayet iyi ve net çizilmesi gerektiğini vurgulayarak, bu yasa tasarısına 
muhalefet etmiştir. Ancak bu muhalefete rağmen, tasarı yasalaşmıştır (Demir, 2010: 126-127). Bunu da 1947 Bütçe Görüşmelerinde yine Menderes tarafından 
getirilen eleştiriler izlemiştir. Bütçe Görüşmelerinde Menderes.in yapmış olduğu uzun eleştirilerden sonra kürsüye gelen Peker.in Menderes.ten “psikopat” diye söz etmesi, DP.lilerin topluca Meclis.i terk etmelerine yol açmıştır (Kırkpınar, 2002: 96). Menderes bizzat Meclis.teki hakaretlere muhatap olduğu halde, iki hafta sonra toplanacak olan DP Birinci Kongresinden önce Meclise dönülmesi gerektiğini ifade etmiş ve arkadaşlarıyla tek tek görüşerek onları ikna etmeye çalışmıştır. 14 günlük bir boykotun sonunda 28 Aralık.ta DP.li milletvekilleri Meclise geri dönmüşlerdir. DP.li milletvekilleri Meclis.e döndükten sonra yapılacak olan Parti Kongresine odaklanmıştır. Ancak başlarda Hükümet Kongrenin yapılmaması için büyük çaba harcamıştır. Hükümetin nüfuzundan dolayı, Ankara.da kongre yapılacak yer bulunamamıştır. Salon sahipleri salonlarını kiralamaya yanaşmamış, otellerde yapılan rezervasyonlar da iptal edilmiştir. Sonunda Ankara daki Demokratların gelecek delegeleri evlerinde misafir etmeye karar vermesi üzerine çabaları boşa çıkan Hükümet bu baskıyı kaldırmış, oteller rezervasyon için DP.ye müracaat etmiş ve 7 Ocak 1947.de Ankara Ulus Sinemasında 906 delege ile Kongre yapılmıştır (Bayar, 2010: 94). Kongre.de Hükümet ve CHP şiddetle eleştirilmiştir. Öte yandan CHP Hükümeti de DP.yi komünist yöntemler kullanmakla suçlamıştır. Hükümet ile DP arasındaki siyasal çekişmeler gün geçtikçe artarak sürmüş ve sonunda iplerin kopabileceği bir noktaya gelinmiştir (Kongar, 2006: 147). İktidar ve muhalefet arasında karşılıklı tehditkâr ifadelere varan gerginliğin, çok partili hayatın geleceği açısından büyük tehlike oluşturduğunun farkına varan İnönü, siyasete ağırlığını koymaya karar vermiştir (Demir, 2010: 159). 

   İnönü 7 Haziranda Bayarla görüşmüştür. Çankaya.da yapılan görüşmede İnönü, Cumhurbaşkanı olarak Hükümetle DP.nin arasını bulmak istediğini belirtmiştir. Yapılan görüşmede Bayar, şikâyetlerini bir kez daha dile getirerek, Peker Hükümetinin politikalarını değiştirmesi gerektiğini belirtmiştir (Bayar, 2010: 110). İnönü daha sonra, Peker.le de görüşür. İnönü, İktidar ve muhalefetle yaptığı görüşmeler neticesinde siyaseti normalleştirme adına bir 
müdahale için gerekli girişimlere başlamıştır. Bunun üzerine Nihat Erim le birlikte DP.nin varlığının ve Hükümetin baskılarının kabul edilerek, CHP ile DPnin eşit 
statüde kabul görmesinde son derece etkili bir gelişme olan 12 Temmuz Bildirisini hazırlayarak, bu bildiriyi her iki partinin yöneticilerine vermiştir. Kabul edilen bu bildiri, siyasi hayatımıza bomba gibi düşmüştür. Bildiriden sonra Peker istifa etmiş, DP içinde de çatışmalar başlamıştır. Bunun üzerine Hasan Saka Hükümeti kurulmuştur. I. Saka Hükümetinin mali sorunların ve hayat pahalılığının önüne geçememesinden dolayı istifasını vermesi üzerine, İnönü hükümeti kurma görevini tekrar Saka.ya vermiştir. DP.nin Meclis Sözcüsü olan Menderes, II. Saka Hükümeti.nin programını eleştirirken, ülkenin içine düştüğü mali sorunların temel nedeninin II. Dünya Savaşından çok, CHP.nin kötü yönetimi olduğunu belirtmiştir. Menderes, CHP.nin memur kadrolarını gereksiz yere Gişirdiğini, ekonomik yapıyı bozacak düzeyde gereksiz yere vergi topladığını, ülkenin kaynaklarının lüzumsuz inşaatlara kanalize edildiğini ve ülkede büyük bir israfın olduğunu dile getirmiştir (Demir, 2010: 166-179). 

 CHP, DP.nin sıkı muhalefeti, I. ve II. Kongrelerinde aldığı kararlar doğrultusunda adeta makas değişikliğine giderek siyasal muhafazakârlık 
değerlerinin en önemli unsuru olan, devrimleri durdurma sürecine girmiş, din ve halk önceliği alanında önemli değişikliklere gitmek zorunda kalmıştır. 1947.de dini eğitim veren özel okulların açılması yönünde bir yasa hazırlanarak, dershanelerde dini eğitim vermenin yolu açılmıştır. CHP.nin 1947.deki III. Kurultayında Partinin program ve ideolojisi de değiştirilmiştir. Sosyal meselelerde Kurultay „Ortanın Sağında bir konum almış, ayrıca Köy Enstitüleri ve Halk evlerinin çalışma düzenleri değiştirilmiştir. Parti Tüzüğünde laiklik ve din konusunda önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Aralık 1947.de Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi artırılmış, 1949.da birçok ilde İmam Hatip kursları açılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı, bu kursların ortaokul muadili, iki yıllık meslek okullarına dönüştürülmesine karar vermiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 187-188). 
II. Saka Hükümeti 13 Ocak 1948.de, “gizli oy ve açık tasnif” ve “sandık başında seçime katılan parti adına müşahit bulundurulması” kuralını getiren yeni 
bir seçim yasası teklifini CHP Meclis Grubu.na sunmuştur. Bu teklif Peker.in öncülüğünü yaptığı bir grup tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Hazırlanmakta olan yasa teklifini DP.ye verilen bir taviz olarak niteleyen Peker, bu yasayı engellemek için çok çaba harcamış, ancak yasa 33 muhalife karşı 167 oyla kabul edilmiştir. 14 Ocak 1949.da II. Saka Hükümeti.nin istifasından sonra Şemseddin Günaltay Hükümeti kurulmuştur. Günaltay Hükümeti de (Demir, 2010: 180-181). 
Menderes.in eleştirilerinden nasibini fazlasıyla almıştır. Günaltay Hükümeti döneminde de daha demokratik nitelikli bir seçim yasası çıkarılmıştır. 16 şubat 
1950.de gizli oy-açık tasnif usulünün yanı sıra, seçimlere her türlü yargı güvencesi ve muhalefet partilerine de radyoda propaganda yapma olanağını veren 5545 Sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu kabul edilmiştir. Böylece DP.nin eşit şartlarda seçime katılmasının önündeki büyük bir engel kalkmıştır. CHP.deki makas değişikliği, Günaltay Hükümeti döneminde de kendini göstermiştir. Çıkarılan demokratik seçim yasasının dışında, dini liberalizasyon alanında da önemli gelişmeler kaydedilmiştir. CHP ilahiyat fakültelerinin açılması için 30 gubat 1949.da bir yasa hazırlamıştır. Ayrıca tarih ve din büyüklerinin türbelerinin ziyarete açılması, ibadet ve ayinlerin serbestçe yapılması, seçmeli din derslerinin müfredata konması, yeniden İmam-Hatip okulları ile bir ilahiyat fakültesinin açılması yönünde kararlar alınmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 187-189). 

1946 seçimleri sonrasında ilk kez kendisine ciddi muhalif olabilecek bir partiyle karşılaşan CHP, demokrasi ve özgürlük söylemleri sonrasında birçok 
kişinin kayıt olduğu ve desteklediği DP ile rekabet edebilmek için, sosyal alanda anti demokratik nitelikli yasaları kaldırmış, işçilere sendikalaşma hakkı tanımıştır. CHP bu dönemde cemiyet ve dernek kurulmasına izin vermiş, Basın Yayın Kanununda değişiklik yaparak sansürü kaldırmış, sıkıyönetim uygulamasına son vermiş ve sıkıyönetim mahkemelerindeki dosyaları da bağımsız mahkemelere aktarmıştır. Ayrıca Polis Salahiyet Kanununda değişiklik yaparak halkın sebepsiz yere karakola götürülmesi uygulamasına son vermiş, siyasal partilere propaganda izni vermiş ve en önemlisi İstiklal Mahkemelerini kaldırmıştır. Ekonomi alanında da Toprak Mahsulleri Vergisi, Varlık Vergisi ve İhracat Vergisini kaldırmıştır ve Toprak Reformu Yasasında bazı değişiklikler yapmıştır. Kısaca ülkemizde çok partili hayata geçilmesiyle CHP kendini yeniden gözden geçirerek, Parti Tüzüğünde ve yönetim anlayışında önemli değişikliklere gitmiştir. Söz konusu durum ülkede demokrasinin yerleşmesi ve muhalefet partilerinin hükümetleri daha doğru kararlara yönlendirmesi açısından büyük bir deneyim olmuştur (Kaştan, 2006: 138). 


 3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 1

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 1


Yrd.Doç.Dr Selahaddin BAKAN*
* Yrd.Doç.Dr. İnönü Üniversitesi İ.İ.B.F., 
selahaddin.bakan@inonu.edu.tr

Hakan ÖZDEMİR**
** Öğr.Gör. Bitlis Eren Üniversitesi Adilcevaz M.Y.O, 
ozdemirhakan44@gmail.com


Özet;

Bu çalışmanın amacı 1946-1960 yılları arasında hükümet-muhalefet ilişkilerini
analiz etmektir. Bu çalışma 1946-1960 yılları ile sınırlıdır. Çalışmanın orijinalitesi
Cumhuriyet Halk Partisi muhalefeti ile Demokrat Parti iktidarının ilişkilerinin analize tabi tutulmasından kaynaklanmaktadır.Sonuçlar göstermektedir ki, iktidara karşı sert bir muhalefet anlayışı vardır. Demokratik hak talebinin muhalefette iken zirve yaptığını, ancak iktidara geçince bu hakların ihmal edildiğini görmekteyiz.Makalenin içeriğinden daha iyi anlaşılacağı üzere, her iki partinin sert ve uzlaşmaya yanaşmayan çatışmacı tavrı 27 Mayıs 1960 İhtilali ile son bulmuştur.

GİRİŞ

Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce ülkede partileşme sürecini başlatmak amacıyla kurulan CHP; Cumhuriyeti kuran,
ulus devletin şekillenmesinde önemli roller üstlenen, toplumsal alanda gerçekleştirilen reformlara öncülük eden, ülkeyi kesintisiz olarak 27 yıl yöneten bir siyasi partidir. Atatürk?ün iki kez teşebbüs edip başaramadığı çok partili hayata geçiş denemesinden sonra ülkemizi çok partili hayatla tanıştıran, Türk siyasal hayatına muhalefet deneyimini kazandıran DP, 1950 seçimleriyle 27 yıllık tek parti iktidarını kansız ve muvazaa sız olarak sona erdiren, Türkiye?de merkez-sağın tarihi serüvenini başlatan bir siyasi partidir. 1946-1960 döneminde Türk siyasetinde öncü parti olan CHP ile çok partili hayata geçişte köprü olan DP arasındaki ilişkiler  incelendiğinde; siyasal hayatımızda görülen birçok aksaklığın, iktidar-muhalefet ilişkilerindeki sorunların ve muhalefet alışkanlığına ilişkin yanlışların temellerinin  bu dönemde atıldığı görülmektedir. Ayrıca bu dönemde iktidar ve muhalefet arasında izlenen yanlış politikalar, ülkede kurulan siyasi dengeleri ters yüz eden,  ülkemizin demokratik gelişimini rafa kaldıran ve askeri darbe anlayışının yerleşmesinde rol oynayan 27 Mayıs Darbesi.ne de yol açmıştır. 
Bu çalışmanın amacı 1946-1960 döneminde iktidar ve muhalefet ilişkilerini CHP ve DP örnekleri üzerinden ortaya koymak olup, çalışma tarihsel ve betimsel 
araştırma yöntemlerinden yararlanılarak sürdürülmüştür. Bu amaçla, CHP ve DP.nin siyasi tarihi ana hatlarıyla özetlendikten sonra, partiler arasındaki ilişkiler ele alınmıştır. Çalışma şu şekilde organize edilmiştir: Takip eden bölümde Türkiye.de 1946-1950 döneminde iktidarda olan CHP ile muhalefette yer alan DP arasındaki ilişkiler ortaya konmuştur. İkinci bölümde 1950-1960 döneminde iktidarda olan DP ile muhalefette yer alan CHP arasındaki ilişkiler ele alınmış ve çalışma sonuç kısmıyla tamamlanmıştır. 

I. TÜRKİYE’DE 1946-1950 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CHP İKTİDARI-DP MUHALEFETİ 

 Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi olan Mustafa Kemal Atatürk, ülke ikinci dönem TBMM seçimlerine hazırlanırken; ülkedeki siyasal mücadeleyi 
Meclis.ten bütünüyle hâkim olduğu partiye çekmeye karar vermiştir (Ahmad, 2011: 69). Osmanlı Devletinde II. Meşrutiyet sonrası gelişmeleri de yakından 
takip eden Atatürk, Osmanlı Devletindeki partileşme tecrübelerine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce ikinci dönem TBMM seçimleriyle birlikte 
ülkede partileşme sürecini başlatmış ve ilk olarak 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası (HF).nı kurmuştur (Kaştan, 2006: 124). HF 1924 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF), 1935 yılında ise Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. CHP tarafından 1927.de, “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” 
şeklinde sıralanan dört temel ilke benimsenmiş olup, bunlara 1935 yılında “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya 
çıkarılmıştır (CHP, 2012). Kurucusu ve ilk Genel Başkanı olan Atatürk.ün önderliğinde ulusal bağımsızlığı kazanan CHP, Cumhuriyeti kuran, saltanata ve 
hilafete son veren, ulusal birliğin oluşturulmasında öncü roller üstlenen bir siyasi partidir. Modern bir cumhuriyetin oluşturulması için başta hukuk, eğitim ve 
toplumsal alanda gerçekleştirilen reformlara öncülük eden CHP, bu bağlamda bir ulus devlet projesinin kurucu unsuru olarak önemli tarihsel işlevleri yerine 
getirmiştir (Yılmaz, 2007: 161). Ancak CHP.nin yaptığı devrimlere karşı çıkan Kazım Karabekir, Hüseyin Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi hepsi Kurtuluş Savaşı kahramanı olan kişiler, Partiden ayrılarak 17 Kasım 1924.te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF).nı kurmuştur. Çok partili hayata ilk geçiş denemesi olan TpCF.nin HF.ye muhalefeti iki alanda belirginleşmektedir: Ekonomi ve din. TpCF, HF.nin devletçilik politikalarını, sert ve katı laiklik anlayışını eleştiriyordu. Ancak TpCF.nin kuruluşundan birkaç ay sonra çıkan Şeyh Sait İsyanı.nın sonunda geniş yetkili İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve Takrir-i Sükun Kanunu çıkarılmıştır. Bu gelişmelerin Üzerine TpCF kapatılmıştır. Ülkemizde TpCF.den sonraki diğer çok partili siyasal hayata geçiş denemesi ise, 1930.da Atatürk.ün talimatlarıyla liberal görüşleriyle bilinen Fethi Okyar tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF).dır. SCF de TpCF.ye benzer Gekilde dini ve iktisadi fikirlere dayanmaktaydı. Ancak SCF.nin hükümete ve CHF.ye yönelttiği sert eleştiriler nedeniyle siyasal ortam gerginleşmeye ve ülkede kanlı olaylar belirmeye başlamıştır. Bunun üzerine CHF.nin de SCF.ye karşı baskı yollarına başvurması üzerine Partinin yöneticileri Kasım 1930.da partiyi kapatma kararı almıştır (Akşin, 2008: 194-205). SCF.nin kapatılmasından 1946.ya kadar çok partili hayata geçiş denemelerine, siyasi ve ekonomik liberalizm arayışlarına ara verilmiştir. 

 Ancak Atatürk.ün ölümünden sonra Parti içinde meydana gelen değişiklikler 
ve II. Dünya Savaşı nedeniyle alınan sıkı önlemler alternatif arayışlarına yol 
açmıştır. Atatürk.ün ölümüyle “parti devleti yönetimi. yeni bir döneme girmiştir. 
CHP.nin 26 Aralık 1938.de toplanan olağanüstü kurultayında yapılan tüzük 
değişikliğiyle İsmet İnönü “ Milli Şef ” ve “Değişmez Genel Başkan” olmuştur (Yetkin, 1983: 159). 

İnönü bu dönemde Türk Parasının üzerine Atatürk yerine kendi resmini bastırıp, bir de İnönü Ansiklopedisi yayımlatmıştır. 
CHP.de Atatürk taraftarları ile İnönü taraftarları şeklinde bir ayrım belirmiştir. 
26 Mart 1939 da ki seçimlerde Atatürk.e yakınlığı ile bilenen adaylar liste dışında tutulmuş, Atatürke muhalif olan adaylar milletvekili seçilmiştir. CHP nin 29 Mayıs 1939.daki 5. Büyük Kurultayında başka bir parti kurulması yerine Mecliste CHP içerisinde 21 
Millet vekilinden oluşturulan ve başkanlığını da İnönü.nün yapacağı bir Müstakil Grup kurma kararı alınmıştır. Mecliste bağımsız kimlik taşıyan, fakat CHP.nin 
grubunda görüş bildirme ve oy kullanma hakkına sahip olmayan bu oluşum, işlevsiz bir yapıda eriyip gitmiştir. Ayrıca Ocak 1940.da olağanüstü şartlarda, ulusal ekonomi ve savunmayı ilgilendiren hususlarda hükümete geniş yetki veren Milli Korunma Kanununun yürürlüğe konması ve ardından gelen uygulamalar da halkı CHP.ye adeta düşman etmiştir. II. Dünya Savaşı döneminde izlenen iktisat politikası, toplumsal dengeleri sarsıcı sonuçlar yaratmıştır (Altaş, 2006: 16-17). şöyle ki, II. Dünya Savaşı yıllarında çıkarılan Milli Korunma Kanununun yanı sıra, Varlık Vergisi Kanunu ve Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu gibi uygulamaların sonunda büyük bir kıtlık dönemi başlamış, karaborsa yaygınlaşmış, yüksek fiyat artışlarından dolayı sabit gelirli çalışanların satın alma gücü oldukça düşmüştür. Ekonomik alanda yaşanan bu krize, tek parti dönemindeki baskıcı uygulamalar da eklenince, halkın tek parti yönetimine karşı memnuniyetsizliğinde artış görülmüştür (Kırkpınar, 2002: 86). 

Bu dönemde Batılı ülkelerin tek parti yönetimleriyle dayanışma içine girmekten kaçınmaları ve Savaş sonrasında tek parti yönetimlerine son verilmesi gibi nedenlerle de ülkemizde tek parti rejimi derinden sarsılmıştır (Altaş, 2011: 26). 
Ancak bu dönemde çok partili hayata geçiş de iki engele takılmıştır: Birincisi, devletle bütünleşmiş bir partiye bunu kabul ettirmek, ikincisi de Atatürk.ün iki kez teşebbüs edip başarılı olamadığı bir uygulamayı devletin temel değerlerinden taviz vermeden hayata geçirmek (Demir, 2010: 84). 

Bu engellere rağmen 1945 yılında hazırlanan Toprak Reformu Kanunu ile bütçe görüşmeleri sırasında Meclis.te yaşanan tartışmalar, ülkemizde çok partili 
hayata geçişin kapılarını - DP.nin kurulmasının yolunu- aralamıştır (geyhanlıoğlu, 2011: 271). 

  Toprak Reformu Kanunu görüşmelerinde Adnan Menderes ve Celal Bayar tasarıyı şiddetle eleştirmiş ve yapılan oylamada CHP milletvekillerinden 
olan Menderes ve Bayarın yanı sıra, Refik Koraltan, Fuat Köprülü de ret oyu kullanmıştır. Bu Kanuna muhalefet eden aynı milletvekilleri, Bütçe Kanunu.na da muhalefet etmişlerdir. Muhalefet konusundaki bu ortaklık, muhalefeti birleşmeye ve taleplerini ortak hedefler çerçevesinde örgütlü ve sistematik bir şekilde savunmaya itmiştir (Demir, 2010: 62). Türk Hükümetinin Birleşmiş Milletler.de teorik olarak onayladığı hak ve hürriyetleri Türkiye içinde teminat altına alacak çok sayıda kanuni reform teklifinde de bulunan (Taştürek, 2009: 32) bu milletvekilleri, iç ve dış gelişmeleri değerlendirmek amacıyla ortak toplantılarda bir araya gelerek karşılıklı fikir alışverişini hızlandırmıştır. Bu toplantılar neticesinde birbirini daha iyi tanıma fırsatına erişen bu dört milletvekili, “ülkemizin demokratikleşmesi için ne yapılabilir?” sorusuna yanıt aramış ve bir takrir verilmesi hususunda oydaşmaya varmışlardır (Demir, 2010: 64). 

 Takrirde, II. Dünya Savaşı yıllarında siyasi özgürlüklerin doğal olarak kısıtlanmasına rağmen CHP nin Müstakil Grup oluşturduğunu; fakat tek parti 
döneminin özelliklerinden dolayı amaçlanan sonuçların alınamadığı belirtilmiştir (Demir, 2010: 66). Ayrıca takrirde savaşın sona ermesi, demokrasiye toplumun 
hazır hale gelmesiyle Millet Meclisinin hükümeti denetlemesi, anayasada yazılı hak ve özgürlüklerin tanınması ve Mecliste birden fazla siyasi partinin olması dile getirilmiştir. Bunların gerçekleştirilebilmesi için de CHP.nin program ve tüzüğünün değişikliğe uğraması şartının getirilmesini öngören takrir (Altaş, 2011: 30), 
Parti.de fırtınalar koparmıştır. Çankaya da İnönü.nün başkanlığında yapılan toplantılarda, takririn reddedilmesi ve imza sahiplerinin grupta hırpalanmalarına 
karar verilmiştir. Daha sonra da aralıksız olarak yedi saat süren bir müzakereden sonra, takrir oya sunulmuştur. İmza sahibi dört milletvekili haricinde, bütün 
milletvekilleri takririn reddi yönünde oy kullanmıştır. Takririn reddinden sonra takrire imza atan vekillerin Parti içindeki durumu kötüleşmiştir (Bayar, 2010: 44-45). 
Ancak takrire imza atan milletvekilleri kısa sürede basının ve halkın çoğunluğunun adeta gözdesi olmuştur. Gittikleri her yerde büyük itibar gören bu milletvekilleri CHP.den ayrılarak yeni bir parti kurmaları halinde halktan büyük bir destek görecekleri hususunda tatmin ve ikna olmuşlardır. Ülkenin genel gidişatı da bu yönde olup, basın da takrir sahiplerine sempatiyle yaklaşmaya, sayfalarında görüşlerine yer vermeye başlamıştır (Taşyürek, 2009: 36). Basından destek gören takrir sahiplerinden Bayarın Basın Kanununda değişiklik yapılması ile ilgili hazırlamış olduğu yasa tasarısını Meclise taşıması, Menderes ve Köprülü.nün yayımlanan makaleleri, CHP yönetiminin takrircilerle ilgili somut bir tavır takınmasına zemin hazırlamıştır. Partinin bilgisi dahilinde olmayan faaliyetlerin, doğrudan parti disiplinini zedeleyici olduğu gerekçesiyle, Menderes ve Köprülü Parti Disiplin Kurulu.na sevk edilmiş ve Parti Grubunun kapalı toplantısında ikisi hakkında ihraç kararı çıkmıştır (Altaş, 2011: 31). 
Bu ihraç kararını Koraltanın ihracı ve Bayarın Parti üyeliğinden ve milletvekilliğinden istifası izlemiştir. Ancak İnönü.nün iktidar partisinin karşısında denetim görevi görecek bir muhalefet partisinin gerekliliğine vurgu yaptığı 1 Kasım 1945 tarihli Meclis açılış konuşması, çok partili hayata geçişte ve DP.nin kuruluş sürecinde son derece etkili olmuştur (Demir, 2010: 84). Bu konuşmanın ardından Bayar ve arkadaşları arasında parti kurma fikri iyice kökleşmiştir. Vatan Gazetesi yazarı Ahmet Emin Yalmanın Amerika.da 1825.te liberal görüş yanlılarının kurdukları Demokrat Partiden ilham alarak, yeni kurulan partinin adının Demokrat Parti olması yönünde bulunduğu teklif Bayar tarafından kabul edilmiştir. Böylece DP.nin siyasal kimliğinin ilk işaretleri belirmeye başlamış olup, DP statükocu CHP.yi çözecek liberalizme yakın bir görünüme sahipti (şeyhanlıoğlu, 2011: 119). İsim bulma sürecinden sonra Bayar, 1 Aralık 1945.te yeni bir parti kurulacağını açıklamıştır. Konuyla ilgili olarak İnönü.nün de desteğinin alınmasıyla Parti.nin altyapısı tamamlanmıştır. 4 Ocak 1946.da 
Partinin adının Demokrat Parti olduğu açıklanmış ve Kuruluş dilekçesinin Refik Koraltan tarafından verilmesinden kısa bir süre sonra da kuruluş izni alınmış, 
Bayar Genel Başkanlığa seçilmiştir (Demir, 2010: 87). 

 CHP yeni kurulan DP.nin SCF.nin 1930.da ve Müstakil Grupun savaş sırasında davrandığı gibi, meşruluğuna fiilen meydan okumadan hükümeti uyanık 
tutacak sembolik bir muhalefet olarak siyasi hayatına devam edeceğini ummuştu. İnönü.nün Bayarı muhalefetin başına geçmeye zorlamasının arkasında da bu temenninin yattığı söylenebilir. Bu nedenle DP ilk başlarda, CHP.yi halktan gelen düşmanca duyguları giderecek ve halk ayaklanmasını engelleyecek bir emniyet vanası olarak görülmüştür. Başlangıçta Demokratlar da bu rolü yerine getirecek gibi görünmüştür. DP.nin programı CHP.nin programından pek farklı değildi. DP de Anayasa gereğince Kemalizm.in altı ilkesini benimsemiş, ancak bu ilkeleri zamanın şartlarına göre yeniden yorumlayacaklarını ifade etmiştir. Başlıca hedeflerinin demokrasiyi geliştirmek olduğunu, halkçılığı ve halkın egemenlini vurgulayan DP (Ahmad, 2011: 128).nin kuruluşu, bu nedenlerle CHP ve Hükümet tarafından iyi bir gelişme olarak görülmüştür. Bu yüzden CHP, DP.nin kuruluş günlerinde Parti kurucularıyla iyi ilişkiler kurma yolunda çaba göstermiştir. Ancak bir süre sonra kamuoyunda DP.nin gerçek bir muhalefet partisi olacağı ve etkin bir muhalefet yürüteceği yönündeki yorumlar yaygınlaştıkça, iyi ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır (Kırkpınar, 2002: 90). DP.nin demokrasi ve özgürlük söylemleri sonrasında çok sayıda kişi Parti.ye kayıt olmuş ve partiyi desteklemiştir. 
DP.nin örgütlenme çabaları da beklenin üzerinde bir seyir izlemiştir. DP.ye halkın gösterdiği yoğun ilgiden ve gösterdiği büyümeden kuşkulanan CHP, yeni stratejiler benimsemeye başlamıştır. Bu bağlamda DP.nin kuruluşundan dört ay sonra, Parti önemli değişikliklere gitmeye karar vermiştir. 1938.de getirilen “Milli Şeflik” ve “Değişmez Genel Başkanlık” sıfatları ortadan kaldırılmıştır. Ayrıca „ Parti-Devlet. anlayışı, Cumhurbaşkanının Partinin Genel Başkanı olması, valilerin illerde Parti başkanı olması uygulamaları kaldırılarak, bu makamlar süre ve seçim esaslarına bağlanmıştır (Kaştan, 2006: 137-138). 

Parti yapısını bu değişikliklerle demokratikleştirmeye çalışan CHP, güçlenen DP muhalefetine karşı hem belediye hem de genel seçimleri bir yıl öne alarak 
DP.yi hazırlıksız yakalamak gibi bir tercihte bulunmuştur. Ancak CHP.nin DP.yi hazırlıksız yakalama gayretleri, DP kurmaylarınca ihtiyatla karşılanmış ve Nisan 
1946.da yapılacak belediye seçimlerine katılmama kararı alınmıştır (Kırkpınar, 2002: 91). Böylece DP.nin kuruluşunun üstünden dört ay geçmeden ülke önce 
yerel seçimlere, ardından da genel seçimlere sürüklenmiştir. CHP İktidarının seçimleri öne alması iktidar ve muhalefet arasında ilk ciddi tatsızlıkların 
yaşanmasına neden olmuştur (Demir, 2010: 93). 

Demokratlar, kurallar daha demokratik hale getiriline kadar seçimlere katılmayı ve CHP yönetimini meşrulaştırmayı reddetmeye karar verdiler. Bunun 
üzerine CHP Hükümeti bazı yasaları düzeltmek ve Demokratları yarı yolda karşılamak durumunda kalmıştır. Böylece Seçim Yasası, seçmen kurulları 
aracılığıyla iki basamaklı seçimler yerine doğrudan seçimlere izin verecek biçimde değiştirildi; üniversitelere idari özerklik tanındı ve Basın Yasasının 
serbestleştirilmesine karar verildi. Aynı zamanda CHP Hükümeti, yeni yasalar uyarınca seçimlere katılmayı reddetmesi halinde muhalefet partisi olan DP.yi 
kapatma tehdidinde bulunmuştur (Ahmad, 2011: 130). 

 DP.nin katılmadığı belediye seçimlerimden sonra her iki parti de yapılacak olan genel seçimler için, seçim kampanyalarına başlamıştı. Yıllardır muhalefetsiz 
bir seçime alışkın olan İnönü, bu yeni durum karşısında strateji değiştirip seçim meydanlarına inmiş, aktif propaganda ve miting çalışmalarına başlamıştı. DP ise 
ilk önemli girişim olarak, Kurtuluş Savaşının önemli komutanlarından ve uzun yıllar Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan Mareşal Fevzi Çakmak ı parti 
listesinden bağımsız olarak aday göstermiştir. Daha sonra da ülkenin dört bir yanında siyasi çalışmalarını hızlandırmıştır (Kırkpınar, 2002: 94-95). 21 Temmuz 1946 daki Milletvekili Genel Seçimi, kabul edilen 4918 sayılı yasaya göre açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre yürütülmüştür. Ayrıca bu yasaya göre, oyların sayımından sonra seçmen pusulaları yakılarak imha edilmiştir (Taşyürek, 2009: 40). DP.nin örgütlerinin hala zayıf olduğu ve tarafsızlığı seçim başarısı açısından hayati önem arz eden devlet bürokrasisinin CHP.ye göbekten bağlı olduğu 1946 seçimlerini CHP.nin kazanması sürpriz olmamıştır. Seçimlerde CHP 465 sandalyenin 390.ını kazanırken, DP 65, bağımsızlar ise 7 sandalye kazanmıştır. Seçimlerin bir baskı ve korku ortamında gerçekleştirildiği konusunda genel bir oydaşmanın olduğu 1946 seçimlerinin bir sonucu olarak iki parti arasındaki ilişkiler geleceğe dönük olarak zehirlenmiştir (Ahmad, 2011: 131). 
1946 seçimleri ülkede şekilsel demokrasinin şartlarına riayet edilerek yapılsaydı, DP.nin resmen aldığı sonuçlardan daha ileri sonuçlar elde edeceğinden şüphe 
edilmemektedir. Seçimlerde uygulanan 4918 sayılı yasanın yanı sıra, seçim güvenliğinin sağlanamaması da bunda etkilidir. Şöyle ki, seçimlerde bölgenin 
mülki ve idari amirleri CHP.nin dışında oy verecek kesime yönelik ciddi yaptırımlar uygulamış, jandarma baskısını onların üstüne göndermiş, hatta seçimde CHP sandıkları kaçırmıştır (Kahraman, 2007: 3). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir



Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 

Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 
(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.
Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu 
labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt 
üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı
www.cafrande.org

https://www.cafrande.org/demokrasi-istatistiklerin-edilmesidir/

*********

BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR ;

Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum – Ulus Baker
“Masum siviller” ne kadar masum? Alçaklığın Modern Tarihi – Tarık Aygün
Sevginin Nefretle İlişkisi: Spinoza ve Aşkın Diyalektiği – Ulus Baker
Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: Hayatın Geometrisi – Ulus Baker
www.cafrande.org

   

1 Kasım 2017 Çarşamba

ANKARADA BOMBA PATLAMASI SONRASI KATLİAM..


ANKARADA BOMBA PATLAMASI SONRASI KATLİAM

Ankara'da Terör Saldırısı: 103 ölü
İHA,NTV Haber,Anadolu Ajansı,DHA
18 Kasım 2015 Çarşamba



Ankara'da Cumhuriyet tarihinin en büyük Terör saldırısı gerçekleştirildi. “ Emek, barış, Demokrasi ” Mitinginin yapılacağı tren garı kavşağında gerçekleştirilen canlı bomba saldırısında 103 kişi hayatını kaybetti.

Ankara'da 10 Ekim Cumartesi günü gerçekleştirilen canlı bomba saldırısında ölenlerin sayısı 103'e yükseldi.
Edinilen bilgiye göre, saat 10.04'te, “ Emek, Barış, Demokrasi ” mitinginin toplanma yeri olan tren garı kavşağında iki ayrı patlama meydana geldi. 
Olayla ilgili son açıklama Başbakanlık Koordinasyon Merkezi tarafından yapıldı.
Açıklamaya göre, iki canlı bomba tarafından gerçekleştirildiği tespit edilen saldırıda ölenlerin sayısı 103'e yükseldi.



ÖLENLERDEN BİRİ FİLİSTİN VATANDAŞI

Açıklamada ayrıca terör saldırısında hayatını kaybedenlerden birinin Filistin vatandaşı olduğu kaydedildi. 

CANLI BOMBALAR ERKEK

Öte yandan saldırıyı iki erkek teröristin gerçekleştirdiği tespit edildi. Daha önceden yapılan açıklamalarda canlı bombalardan birinin kadın olduğu belirtilmişti.
65'i yoğun bakımda olmak üzere saldırıda yaralanan 160 vatandaşın tedavisi ise 19 hastanede devam ediyor.


CANLI BOMBALAR GRUPLA BİRLİKTE ALANA GİRDİ

NTV Ankara Muhabiri Gökhan Gerçek'in aktardığı bilgilere göre, canlı bombaların grupla birlikte alana girdiği belirlendi. Saldırı anını gören 3 farklı güvenlik kamerasına ait görüntüler inceleniyor. Saldırganların kimlik ve eşkal tespiti de vücutlarının büyük oranda parçalanması nedeniyle henüz yapılamadı. Savcılık olay yerindeki tüm parçalara ilişkin DNA testi yapılması talimatı verdi. Olayla ilgili uzmanların yaptığı ilk inceleme IŞİD'i işaret ediyor.
Olay yerine Suruç katliamında görev yapan uzmanlar da çağrıldı. Bomba imha ve olay yeri inceleme uzmanları, saldırının düzenlenme şekli, bombanın türü, bomba düzeneğinin Suruç'taki saldırıyla büyük benzerlikler taşıdığı bilgisini verdi.

MİTİNGDE 14 BİN KİŞİ

Saldırının mitinge katılanların yürüyüşe geçmeye hazırlandığı sırada meydana geldiği öğrenildi. Edinilen bilgiye göre iki patlama 3-4 saniye arayla gerçekleşti.
Öte yandan, emniyet kaynakları, patlama sırasında miting toplanma alanında yaklaşık 14 bin kişinin olduğunu bildirdi.


5 SAVCI, 4 BAŞMÜFETTİŞ GÖREVLENDİRİLDİ

Saldırıya ilişkin soruşturma, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca görevlendirilen 5 savcı tarafından yürütülüyor.
Ayrıca saldırıyla ilgili güvenlik zaafieyti olup olmadığı araştırılıyor. 
İçişleri Bakanlığı olayın gerçekleşmesiyle ilgili tüm boyutlarını soruşturmak üzere 2 mülkiye başmüfettişi ve 2 polis başmüfettişi görevlendirdi.

YAYIN YASAĞI GETİRİLDİ

RTÜK tarafından Başbakanlığın Ankara'da meydana gelen patlama hakkında geçici olarak yayın yasağı getirilmesine karar verdiği bildirildi.


LİDERLER PROGRAMLARINI İPTAL ETTİ

Saldırı sonrası Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul'daki programlarını iptal etti. Ayrıca Başbakan Davutoğlu, CHP lideri Kılıçdaroğlu ve HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş da seçim programlarını iptal etme kararı aldı.

https://www.ntv.com.tr/turkiye/ankarada-teror-saldirisi-103-olu,G7aJ87ksF0Kd8ko_oYJuOw

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 25


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 25

4.6.5. 28 Şubat Kararlarının Analizi 

28 Şubat 1997 MGK Kararlarının açıklanması üzerine Refah-Yol Hükümeti bu süreç içerisinde iktidarda kalma mücadelesi gösterirken Genelkurmay Başkanlığı ise, işi artık “Silahsız Kuvvetler Halletsin” şeklinde açıklamalar yaparak Refah-Yol Hükümeti’ni iktidardan uzaklaştırma çabası içerisine girmiştir. Tarihi MGK Toplantısı gündeminde irtica tehdidi ele alınmış ve hedef Başbakan Erbakan olarak gösterilmiştir. 
Bu gündem sonrasında ise artık Başbakan Erbakan ve asker arasında sürecek olan uzun süreli bir tartışma gündeme gelmiş olmakla beraber Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ve kapatılmasına kadar uzanan geniş bir olgu gerçekleşecek idi. 28 Şubat Kararları, Başbakan Erbakan için sürpriz değildi. Kararlar öncesinde de YAŞ’ta emekliye sevk edilen askerler konusunda da komutanlarla bir çatışma yaşamış Başbakan Erbakan sonrasında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber askeri kanat tarihi MGK Toplantısında Başbakan Erbakan’ı adeta Cumhurbaşkanı Demirel’e şikâyet ediyorlardı (Ilıcak, 2013, s.117). 

28 Şubat MGK Kararı sonrasında ülkede siyasi tansiyon daha da yükselmiştir. 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısından sonra Başbakan Erbakan’ın MGK kararına 
tepkisi sert olmuştur. Başbakan Erbakan, “Dinle uğraşan çarpılır, her MGK kararı uygulanmaz, MGK kararları emir değildir” şeklinde açıklamalar yapmış (TBMM, 
2012, s.1047) ve ülkedeki yüksek olan siyasi tansiyon bu açıklama ile beraber daha da yükselmiştir. Başbakanın bu sözleri üzerine, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 8 Mart 1997 tarihinde yapılan resmi açıklamada; MGK’ya yapılan eleştirileri sert bir şekilde cevaplandırılmıştır. Basında “İmza Krizi” şeklinde değerlendirilen bu olay sonrasında koalisyon ortağı DYP’li milletvekillerinden bazıları partilerinden istifa etmiş, erken seçim yapılmasını ve hükümetten çekilmeyi önermişlerdir (Birand-Yıldız, 2012, s.217). Başbakan Erbakan, ilerleyen günlerde bu sert üslubunu terk etmiş; MGK’nın 64’üncü Kuruluş Yıldönümü kutlaması için 31 Mayıs 1997 tarihinde MGK Genel Sekreterliği 
hizmet binasında düzenlenen törene katılarak, askerlere ılımlı mesajlar vermiştir. 

Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ise 28 Mart 1997 tarihinde Genelkurmay Başkanlığını ziyaret ederek, TSK’ya irtica tehdidi hakkında yapılan görüşmelerde güven telkin eden görüşler bildirmiştir. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, ziyaret sonrası yaptığı basın açıklamasında; 

“8 yıllık eğitimle ilgili çalışmalar hassasiyetle sürmektedir. Kimileri MGK Kararlarını İmam Hatip Okullarının, Kuran Kurslarının ve camilerin kapatılması gibi yorumlamaktadır. MGK Kararlarının niteliği böyle değildir. MGK Anayasal bir kurumdur. Hükümetimiz de gereğini yapmakta kararlıdır” demiştir. 

TBMM içerisinde bulunan muhalefet partilerinden CHP ve DSP ise hükümeti istifaya davet etmiş; CHP lideri Deniz Baykal, “Hükümetin istifa etmemesi halinde ülkede çatışma çıkacağını” öne sürmüş ve DSP Lideri Bülent Ecevit ise “Hiçbir devletin ordusu, kendine ve devlete karşı silahlı ayaklanma kışkırtıcılığı karşısında sessiz, tepkisiz kalamaz” demiştir (Komisyon, 2012, s.170-171). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı sonrasında siyasi tepkiler genel olarak yukarıda ki gibi gerçekleşmiş olmakla beraber özellikle sivil toplum kuruluşlarından da çeşitli tepkiler gelmiştir. MGK kararları toplumun bir kesimi tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğer bir kesimi ise kararlara karşı büyük tepki göstermiştir. 

İş dünyasında, DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak; “Ya asker gelecek, ya irtica. Ne 12 Mart’ta, ne 12 Eylül’de bu kadar açık görünmüyordu. Daha ne duruyorlar… 
Bakın haftalardır hemen her gün asker medyada yer alıyor. 12 Eylül öncesinde bu kadar ses vermiyorlardı” demiştir. Sivil toplum örgütleri muhalefet partilerinden CHP ve DSP Milletvekillerinde desteğini alarak Refah-Yol Hükümeti’ne karşı muhalefet girişimlerine başlamışlardı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa çıkar birliği yerine siyasi birlik için bir araya gelen TÜRK-İŞ, DİSK ve TESK 28 Şubat sürecinde yaşanan olayları kendi platformlarında gündeme getiriyor ve Refah-Yol Hükümeti’ni protesto ediyorlardı. Sivil toplum örgütlerinin bu faaliyetlerinin yanında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile de görüşerek, içinde bulunulan siyasi atmosfer hakkında duygu ve düşüncelerini anlatıyorlardı. Bunun yanında mecliste bulunan milletvekillerine mektuplar yazarak Anayasa’ya, laikliğe, demokrasiye ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine olan bağlılıklarını ve yeminlerine sadık kalınmasını istiyorlardı. Bu gelişmelerin yanında özellikle Anadolu’nun çeşitli illerinde, özellikle Pazar günleri, İmam Hatipliler ve başörtülü kızlar tarafından 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları aleyhinde gösteriler düzenleniyordu (TBMM, 2012, s.1048). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı sonrası ülkenin girmiş olduğu süreç, sıkıntılı bir sürecin başlangıcı olmakla beraber uzun sürecek siyasi ve sosyal tartışmaları da 
beraberinde getirecektir. Bu tarihten sonra MGK'dan geçirilen kararların uygulanmaması olasılığı, siyaset yaşamında kriz yaratacak mahiyettedir. Kabinenin RP kanadının MGK kararlarını imzalamayı reddetmesi, ardından kamuoyunda tartışmaya açması tedirginliğe yol açmıştır. 28 Şubat sonrası, aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin de tepkilerini göstermeye başladıkları bir dönemdir. Odalar Birliği, DİSK, TÜRK-İŞ, TESK ve TİSK arasında hükümete karşı bir oluşum olarak bir dönüm noktasını ifade etmektedir (Özgan, 2008, s.85). 28 Şubat 1997 döneminde, İstanbul ve Ankara kulislerine yayılan hava, Refah-Yol Hükümeti’nin gitmesi yönündedir (Opçin, 2004, s.39). Bir başka ifade ile 28 Şubat 1997 MGK’sı; hükümetin gitmesini hedefleyen bir muhtıra şeklinde yorumlanmıştır. 

28 Şubat Kararlarının analizini iyi yapabilmek için, MGK Toplantısında anılan kararların ve kararlara ilişkin bildirinin gözden geçirilmesi ve tahlil edilmesi elbette yerinde olacaktır. MGK’nın 28 Şubat 1997 Toplantısı sonucunda alınan kararların kamuoyuyla paylaşıldığı bildiri, Cumhuriyet tarihinin son Askeri müdahalesi olarak anılmış ve 28 Şubat sürecini başlatan belge olarak önem kazanmaktadır. Tarihi bildirinin yayınlanmasından önce, MGK’nın olağan toplantısıyla ilgili basın yoluyla oluşan gündem, bildirinin sunulmasından sonra da beklendiği gibi ülkeyi oldukça uzun bir süre meşgul etmiştir (Komisyon, 2012, s.313). 28 Şubat süreci “post-modern darbe” olma özelliğiyle şüphesiz önceki darbelerden birçok yönden farklıydı ve bu nedenle 28 Şubat sürecinin anlaşılması daha zor olmuş ve uzun zaman almıştır. Türkiye’de daha önce üç siyasi darbe yapılmıştı ve darbe sonucunda mevcut hükümetler gönderilmiş, yerini askeri cunta yönetimleri almış, partiler kapatılmış ve sorumlu görülen siyasiler cezalandırılmıştır. Bu ceza siyasi yasaklı olmaktan asılmaya kadar gitmiştir ve her seferinde hükümet tekrar sivil yönetime devredilse de devleti koruma amaçlı yaptırımlar ve yasalar artmıştır. Darbe sonralarında kurulan askeri hükümetler ülkeyi uzun yıllar geri götürmüş olmakla beraber ülkede istikrarsızlık ise darbe sonrasında da devam etmiştir. Darbe öncesinde toplum ve siyasi yaşamda bulunan özgürlükler darbe sonrası ile uzun süreli olarak askıya alınmıştır. Batılı demokrasilerde düşünülemez olan darbeler Türkiye’nin eğitimli kesimlerinden destek almış olmakla beraber; basın ise çoğu zaman askerlere övgüler yağdırmıştı. Demokrasiye yapılan bir darbenin meşrulaştırılması ve yoğun destek almasını anlamak için şüphesiz Cumhuriyet tarihine bakmak gerekir, zira kuruluşundan itibaren bazı kırmızı çizgiler konmuş ve bu çizgiler 
iktidara sahip elit kesimden tarafından daima korunmuştur. Yaşanan askeri darbelere baktığımızda ise elit kesimin başını ordunun çektiği görülmektedir; ancak bürokrasi, akademik camia ve daha sonra bazı sivil toplum kuruluşları da buna dâhil olmuştur ve destek vermişlerdir (Akın, 2011, s.47). 

28 Şubat süreci içerisinde hazırlanan bildiri metni ve açıklanan 18 maddelik tedbirlerin esas itibariyle askerler tarafından öncesinde hazırlanmış olduğu ve 
toplantıdan önce hazırlanmış bu metne toplantı esnasında birkaç küçük revizyondan sonra son şeklinin verildiği bilinmektedir. Zaten 28 Şubat 1997 tarihli MGK Toplantısı gündeminin, Anayasa’nın emrettiği gibi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından değil, günler önceden askerlerce hazırlanmış olduğunu medyaya yansıyan bilgilerle gösterilmiştir. Özellikle bildiride dikkat çeken bir husus anayasal açıdan kurulun üyesi olmayan MGK Genel Sekreteri’nin toplantıya katılmış olduğunun resmi bildiride özellikle belirtilmiş olması (Gürses, 2009, s.173) 28 Şubat süreci ve bu süreçte askerin rolünün ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

Bu dönem içerisinde özellikle Refah-Yol Hükümeti’ne adeta dayatırcasına verilen 18 maddelik bu kararlarda yer alan baskın dilin, demokratik seçimle gelen bir 
hükümete karşı kullanılması Türkiye’de çok büyük bir tepkiyle karşılanmamıştır. Bu tepkinin zayıf kalmasında, kararların ve taleplerin medya organları tarafından halka yansıtılmasında ki üslup da etkili olmuştur. Murat Yetkin’e göre; “O günkü konjonktür de askeri darbe ihtimali de düşünülmüştür”. Yetkin’in ifadesine göre; “MGK’da kararlar iletildikten sonraki hedef olan Başbakan Erbakan’ın anayasal zeminden çıkmadan hükümetten düşürülmesi amacına ulaşmak için, her aşamasında Cumhurbaşkanı Demirel’in kontrolünde olan, eşi benzeri görülme miş, kitle örgütleri, yargı ve medya boyutunun olduğu bir operasyon yürütülmüştür” 

Genel hatlarıyla bakıldığında tarihi MGK bildirisi, Türkiye Cumhuriyeti’nde görülen askeri müdahaleleri başlatan bildirilere oranla daha yumuşak bir dille yazılmış ve ifade yönünden baskın ve daha özenli seçilmiş bir dil kullanılmış bir bildiridir. Yayınlanan bildirinin en önemli özelliklerinden biri de, toplantıda alınan 18 maddelik kararlardan 10’uncu maddenin Uluslararası ilişkilerde ortaya çıkarabileceği problemler dolayısıyla tam metninin yayınlanmamış olması, zaten bildirinin tamamı yerine toplantı görüşmesinin kısa bir özeti, basın yoluyla kamuoyuyla paylaşılmıştır (Komisyon, 2012, 313). 

Bu durum karşında özellikle 28 Şubat öncesinde yapılan açık müdahalelerin yerine, askeri müdahalelerin artık bundan sonra sessiz ve daha temkinli olacağının ve siyaset yaşamının hemen hemen her alanında etkili olunacağının sinyalini vermesi açısından oldukça önemlidir. Yukarıda bildirinin 10’uncu maddesi hakkında bilgi verilmekle beraber özellikle asker ülkenin uluslararası ilişkilerini düşünülüp maddenin kısa bir özetini vermiş olsa da aslında askerin uluslararası ilişkilerde kendini daha ön plana çıkarmayı açıkça hedeflediği ve kendini baş aktör olarak gördüğünün bir işaretidir yani kendini ülkenin iç ve dış siyasetinde de etkin ve muktedir güç olarak gördüğünün bir kanıtıdır. 

28 Şubat MGK Toplantısı sonucunda basınla paylaşılan bildiri dışında hükümete yönelik 18 maddelik uyarı ve yapılması gerekenler listesi, toplantı gündeminin asıl kısmını oluşturması açısından oldukça önemlidir. Basınla paylaşılan bildiriye bakıldığında “Çağdaş Medeniyet Yolu”, “Bölücü Terör”, “Devletin Bölünmez 
Bütünlüğü”, “Tedbir”, “Huzur ve Güvenlik”, “Hukuk Devleti”, “İstenmeyen Davranışların Yol Açacağı Yaptırım” kavramlarının sıkça kullanıldığı, üzerine vurgu yapıldığı ve tekrarlandığı görülmektedir. Bu kavramların yükleneceği asıl anlam kendini; kamuoyunun başlangıçta bilmediği 18 maddelik listede göstermektedir. Giriş bölümü olarak nitelendirilebilecek olan basın bildirisi; oldukça vakur bir dille yazılmış ve hatta askeri bir müdahale için gayet demokratik ve kibar sayılacak bir dilde ifadelerden oluşmuştur. Aslında toplantıda alınan kararlar, çok örtülü bir şekilde paylaşılmış olmasına rağmen, MGK’nin çok paylaşımcı bir hava içinde basına özel bir bildiri hazırlamış ve göndermiş olması da askerin yeni manevralarından biridir. Böylece; ulaştırılmak istenen mesaj kısıtlı bir alanda amaçlanan yere ulaşmış olmakla birlikte, basınla iyi ilişkiler kurulduğuna yönelik kanaat de güçlenmiş olacaktır. Devamında halkın endişelerinin giderilmesi ya da askerin müdahil tavrının aklanması işlevini medya zaten kendiliğinden üstlenecektir (Komisyon, 2012, s.313). Başarılı bir şekilde uygulanan bu yöntem sonrasında Türkiye’de tarihin akışını ve seyrini değiştiren 
köklü değişimler de beraberinde gelmiştir. Türk demokrasisinde derin yaralar açan askeri müdahaleler sonrasında ülkeyi on yıllarca gerilere götürmekle beraber istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir. Özellikle 28 Şubat sonrasında, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal zemininde sonuçları uzun sürecek ve tartışılacak kalıcı problemler ortaya çıkmıştır. 

28 Şubat 1997 MGK kararlarının özünü oluşturan 18 maddede sıkça “Cumhuriyetin temel nitelikleri” vurgusu yapılmış olmakla beraber; birkaç kez “Laiklik ilkesinin korunması” konusunda özel bir hassasiyet olduğu dile getirilmiştir. Ayrıca, İslami hareketlerin özellikle irtica tehdidi ve şeriat akımlarının toplumda ciddi boyutlarda yayıldığı ve denetlenmediği; “Millet” yerine “Ümmet” kavramının oturtulmaya çalışıldığı ve “Mezhep” ayrılıklarının körüklendiği ne dikkat çekilmiştir (TBMM, 2012, s.1185). 

Yayımlanan bildirinin genel havasını, söylem tarzını, üslubunu belirleyen temel kavramlarsa demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ve tedbir kavramlarıdır. Bu iki kavram üzerinden bakıldığında mesaj gayet açıktır: “Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti tehlike altındadır.” Öyleyse yapılması gereken şey “tedbir” almaktır. Bu tedbiri almak da bu toplantı vesilesiyle MGK ve ilgili birimlere düşmektedir. Buraya kadarki değerlendirmeleri kısa bir şekilde özetlemek gerekirse; toplumsal huzursuzluk, İslami örgütlenme ve irticai kadrolaşma askeri oldukça rahatsız etmekte ve kendini Cumhuriyetin temel değerlerini korumakla görevli gördüğünden bir müdahale yolu aramakta; buna karşın Cumhuriyet tarihi boyunca daha önce yaşanmış üç askeri darbenin yarattığı kötü imaj da daha fazla pekiştirilmek istenmemektedir. Belki de bu yüzden bildiride hukuk devleti vurgusu dikkatle ve diğer kavramlara oranla daha baskın bir şekilde dile getirilmiştir. Bildirinin belirli bir yöntem örgüsüyle hazırlandığını varsayarsak; ortaya koyulan bildirinin amacı, hukuk devletinin devamlılığı için uygun ortamın sağlanmasıdır. Bu vurgunun askerin imajına yönelik bir çekinceyle yapıldığı, 
amacın aslında bir müdahale değil, hukuk devleti ilkesinin ön plana çıkarılmaya çalışılıyor olduğu düşünülebilir olmakla birlikte; bildiride kullanılan, basında da önemli yer teşkil etmiş olan bir başka ifade, bu varsayımla çelişen bir durum yaratmaktadır. Basın bildirisinin 4. maddesinin son paragrafı ve kapanıştan önceki son cümlesinde geçen “açıklanan esaslar aksine davranışların toplumda huzur ve güveni bozarak yeni gerginlik ve yaptırımlara neden olacağı” cümlesindeki yaptırım sözcüğü, hukuk devletine yapılan vurgunun ve bu vesileyle verilen önemin samimiyeti konusunda MGK'yi sorgulanır bir duruma düşürmüştür. Zaten basında yer alan haberlerde bu bildirinin darbeye yönelik bir ihtar olduğuna dair söylemler de, kaynağını çoğunlukla yaptırım kelimesinden almaktadır (Öcal, 2009, s.24-25). 

28 Şubat MGK bildirisiyle ilgili değinilmesi gereken önemli noktalardan biri ise Avrupa Birliği’ne girme konusundaki kararlılığa değinilmiş olunmasıdır. Bu önemli konu aslında MGK'nın bazı kavram ve söylemleri sarf ederken gösterdiği çekincenin nereye dayandığını açıkça ortaya koymaktadır (Öcal, 2009, s.25). Demokratik sistemlerde ülkelerin hak ve menfaatlerini koruyacak dış politika tedbirlerinin takdiri tamamen halkın demokratik temsilcileri olan TBMM ve Hükümete aittir (TBMM, 2012, s.1186). Bildiri, 28 Şubat 1997 tarihli toplantıya yansıyan iradenin sistemin gerçek patronu olduğunu ve bu iradenin bir bakıma anayasal-kurucu iradeyi yansıttığını alenen ilan etmektedir. Söz konusu bildiri, adeta anayasal düzenin dışında olduğumuzun kanıtı gibidir. Bunun en belirgin göstergesi ise, bildirinin birçok yerinde çeşitli konularda gerekli tedbirlerin Kurulca “uygun bulunduğu” belirtilmek suretiyle, hükümete herhangi bir takdir yetkisinin bırakılmadığının ima edilmiş olmasıdır (Gürses, 2012, s.85) Tavsiye niteliğinde olması gereken MGK Kararları, bildiride ilk defa yaptırım kelimesinin geçmesi de bildirinin arkasındaki iradenin niyetini açıkça gözler önüne 
sermektedir. 

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın “28 Şubat Süreci” adlı kitabında, tarihi MGK bildirisinin analizini yapmış ve bildirinin arkasındaki iradeye hâkim olan kaygının anayasallık ve demokrasi ile ilgili olmadığını ortaya koyan birçok ifade ve ibareye rastlandığını (Komisyon, 2012, s.315) aşağıdaki şekilde ifade etmiştir: 

“Birincisi, bildirinin müelliflerinin temel kaygısı Atatürk Milliyetçiliği, Atatürk İlke ve İnkılapları, çağdaş medeniyet, rejim aleyhtarı, çağdışı uygulamalar, devleti 
güçsüzleştirmeye yeltenmek gibi ibarelerde yansıyan devletçi-ideolojik bir kaygıdır. Gerçi metinde demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları terimlerine de rastlanmakla beraber, bunların bildirinin genel felsefesiyle pek uyumlu olmadıkları ve onun için birer yama gibi durdukları söylenebilir. İkincisi, laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ‘de güvencesi olduğunu ve bazı ilkelerin Anayasamızın ve Devletimizin teminatı altında olduğunu belirten ifadelerden, rejim ve devletin anayasallık ve demokrasiden ayrı ve öncelikli birer değer olarak görüldükleri anlaşılmaktadır. Üçüncüsü, çağdışılıktan ve çağdaş medeniyet ’ten ayrılma yönündeki eğilimleri yeren ibarelerle birlikte düşünüldüğünde, laikliğin bir yaşam tarzı olduğunun vurgulanması, devletin asıl kaygısının insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi olmayıp, belli bir dünya görüşü ve toplum projesini hâkim kılmak olduğunu göstermektedir. Dördüncüsü, bildirinin müelliflerine göre, herhangi bir çağdaş demokraside olduğu gibi rejim ’in tartışılması Türkiye'ye yarardan çok zarar vermektedir. Demek ki, MGK'nın temel güdüsü, insan haklarının özünü oluşturan düşünce ve ifade özgürlüğünü muzır addeden cari rejimin son derece kısıtlayıcı çevresini bile yeterli görmeyen bir ruh halinden doğmaktadır. Gerçi bu, demokrat yurttaşlar için yeni bir bilgi olmamakla beraber, 28 Şubat muhtırasının gerçek motivasyonları konusunda yararlı bir ipucu teşkil etmesi bakımından yararlıdır” şeklinde ifade etmiştir (Erdoğan, 1999, s.23-24). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

26 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***