Adnan Menderes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Adnan Menderes etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2020 Cumartesi

27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri

27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri

     
         27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri


27 Mayıs darbesini yapan grup içinde ideolojik bir birlik söz konusu
olmamış, radikaller ve ılımlılar olarak ikiye ayrılan yönetimde darbeden bir
süre sonra ülkenin geleceği konusundaki fikirler farklılaşmaya başlamış, bu
durum da halk üzerinde ve yönetim içinde huzursuzluğa yol açınca, radikaller
olarak adlandırılan Alparslan Türkeş önderliğindeki grup yönetimden tasfiye
edilmişlerdir. İç politikada yaşanan ayrılıkçı düşünce yapısı dış politikaya da
yansımıştır.  27 Mayıs yönetimi ilke ve uygulama düzeyinde geleneksel Türk
dış politikasına bağlı kalacaklarını belirtirken, bir yandan da Türkiye’nin
yaşadığı tarih gereği Bağlantısızlar Hareketi’ne yakın olması gerektiğini
belirtmiş, Bağlantısızlara duydukları sempatiyi söylemekten geri kalmamışlar dır.97  
Duyulan bu sempatinin yanında geleneksel dış politika bağlılığın vurgulanması 27 Yönetimi açısından oldukça önemliydi, bu önem darbenin halka duyurulduğu radyo konuşmasında;

Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz.Gayemiz,
Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir.
Büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh” prensibi bayrağımızdır.Bütün
ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sağdığız.NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. 

'' CENTO’ya bağlıyız.Tekrar ediyoruz; düşüncelerimiz ,yurtta sulh, cihanda
sulhtur.'' Şeklinde belirtilmiştir. Batıyla yakın ilişkiler içinde, profesyonel bir diplomat olan Selim Sarper98 27 Mayıs yönetiminin dış işleri bakanı olarak
atandığında,dış politikada devamlılık sözü vermiş, 1 Haziran 1960’taki ilk
basın toplantısında bu sözünü teyit etmiştir.99Dış işleri Bakanlığı’na öncelikle
Fahri Korutürk’ün getirileceği kamuoyuna duyurulmuş, ancak Selim Sarper’in
Batıyla iyi ilişkiler içinde olması ve askerler tarafından politikaya karışmayan
biri olarak görülmesi nedeniyle getirilmiştir...

Sarper, 27 Mayıs’ın ilk saatlerinde evine gönderilen askeri bir ciple alınıp sıkı yönetim komutanlığına getirildiğinde ABD, NATO ve CENTO’ya bağlı kalınacağının belirtilmesini takdirle karşıladığını belirtmiştir100. Türkiye’nin geleneksel dış politikasını 27 Mayıs yönetiminin ABD’ye ve NATO’ya olan bağlılığını belirtmesinin en büyük nedeni ABD’nin 5 Mart 1959 tarihinde imzalanan Türk Amerikan
Güvenlik İşbirliği Anlaşması101’na dayanarak bir müdahalede bulunması
olasılığıdır. MBK bu durumdan duyduğu korku neticesinde bağlılığını bir çok
defa belirtmiştir.102

MBK yönetimi dış politikada, geleneksel dış politikaya bağlı kalıp, daha bağımsız bir politika izlemek istediği bir çok defa teyit etmiştir ancak, hem mevcut anlaşmalara bağlı kalıp hem de daha bağımsız bir dış politika izleneceği konusunda her hangi bir çözüm yolu önerilmemiştir.

MBK yönetiminin dış politikada sağlamak istediği öncelikli hedef darbeyle kurulan rejimin batı tarafından bir an önce tanınması olmuştur.

Sarper’in çalışmaları sonucunda 30 Mayıs’ta ilk olarak İngiltere ve ABD MBK
yönetiminin darbeyle kurduğu yeni rejimi tanıdıkları belirttiler, bu sayı 3
Haziran ‘a gelindiğinde Sovyetler Birliği de dahil 31 ‘ çıkmıştır. Bu dönemde
yayınlanan bildiriler, uygulanan politikalar ve programlar incelendiğinde
“bağımsız, bağlantısız” dış politika isteklerinin olduğunu ancak bu isteklerinin
gerçekleşmesinin olanak bulmadığı görülmüştür.103

MBK’ nın dış ilişkilerin tabanını genişletme ve bağımsız hale getirme
gereksinimi isteği doğrultusundaki ilk girişimi, 11 Temmuz 1960 hükümet
programının kamuoyuna duyurulmuştur. Bu duyuruda Cemal Gürsel
programın dış politika ilgili bölümlerinde “Türkiye’nin kimseye karşı düşmanlık
beslemediğini, uzatılan her dost elini sıkacağı ve kendisine karşı gösterilen
hakiki ve samimi dostluğa, aynen mukabele edeceğini” açıklamıştır.104Bu
program 4 Aralık 1957’de TBMM’de okunan hükümet programı ile
karşılaştırıldığında, hem iç hem de dış politikada önemli sayılabilecek
değişiklikler olmuştur.

İlk olarak; Menderes hükümeti uluslar arası sistemin tanımlamasını
yaparken barışın sağlanmasını temel dış politika amacı olarak belirlemişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen ülkeler
arasında uluslar arası sistem içinde kalıcı barışın tam olarak sağlamadığını
belirtmiş ve “Hür milletlerin adil bir sulh nizamı bulmak ve bunu kabul
ettirebilmek hususunda ki bunca gayretlerin, teessürle ifade edelim ki henüz
neticesi alınmamıştır. Buna mükabil harp giderek şiddetini arttırmakta ve her
gün biraz daha tehlikeli bir hal almaktadır” açıklamasını yaparak dünyanın
bloklaşmış yapısını ve barışı sağlamak için gösterilen çabanın Batılı ülkeler
tarafından geldiğini vurgulamıştır. Sovyetler Birliği’ne karşı Batı desteklenmiş tir. Ayrıca; Menderes hükümeti” bağlantısızlar hareketi” ni savununa ülkelere tepki ile bakmış NATO ve Bağdat Paktı’na bağlılığı belirterek Türkiye’nin daha açık olması gerektiğini belirtmişlerdir.

27 Mayıs hükümetinin dış politika vurgusunda en önemli sorun barışın
sağlanması olarak belirtilmiş, bloklaşma ve Soğuk Savaş üzerine herhangi bir
vurgu yapılmamış, sosyalist blok Sovyetler Birliği barışı bozan taraf olarak
gösterilmemiştir. Soğuk Savaş döneminde bir bloğa kesin taraf olduğunu
belirtilmesi yerine Türk milletinin çıkarları ön planda tutulmuş buna göre
hareket edilmiştir. DP hükümeti dış politika uygulamalarının da bu yönde
olduğu,27 Mayıs hükümetinin dış politika uygulamalarında herhangi bir
farklılık getirmediği açıkça belli olmuştur.

Dış siyasetin temelleri bu şekilde belirtildikten sonra, BM, NATO ve
CENTO barışı sağlamanın bir aracı olarak görülmüştür. Ancak, Menderes
hükümetindeki NATO’ya bakış değişime uğramıştır. Eşitlik ve egemenlik
ilkelerine vurgu yaparak,”dost ve müttefik memleketlerle münasebetlerimizi
her sahada eşitlik ve egemenlik esasları dairesinde yürütmek ve geliştirmek
siyasetimizin başlıca prensiplerindendir” şeklinde belirtilmiştir.105

İkinci olarak; Menderes hükümetinin dış politika programında Sovyetler Birliği’ ne bakış NATO’nun bir üyesi olarak temkinli bir şekilde sürdürülmüştür.106 

Bu durum Menderes programında;

“Sovyetler ile münasebetlerimize gelince; Bu münasebetlerin mensup
bulunduğumuz müdafaa topluluklarından tecrit edilerek mütalaasına imkan
yoktur.NATO ve Bağdat teşekkülleri azası olarak vaziyeti mütalaa edip
hissedeceğimiz emniyet nispetinde ve müttefiklerimizle aynı seviyede olmak
üzere Rusya ile olan münasebetlerimizi devam ettirmek kararındayız”107
şeklide belirtilmiştir. Sovyetler Birliği ile kolektif bir ilişki kurma yolu tercih
edilmiştir.

27 Mayıs hükümeti ise hükümet programında Sovyetler ile kuracağı ilişkilerin esasını ; ”Sovyetler Biriliği ile münasebetlerimizi karşılıklı saygı esasına müstenit iyi komşuluk çerçevesinde ilerletmeyi samimiyetle arzu etmekteyiz” vurgusunu yaparak belirtmiştir. NATO dışında da komşuluk temellerinin oluşturulmak istenmiştir.108Sovyetler Birliği ile genel anlamda bakıldığında dış politika da 
27 Mayıs hükümetinin getirdiği ciddi bir fark olmamıştır. Eğer 27 Darbesi gerçekleşmeyip,DP hükümeti iktidarda olsaydı, Başbakan Menderes Temmuz 1960’da SSCB ile ilişkilerin daha iyi noktaya gelmesini sağlayacak bir gezide bulunmayı planlamıştır.

Üçüncü olarak; Menderes hükümeti Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki coğrafyası nedeniyle stratejik önemini arttırmış, askeri ve siyasi pozisyonu açısından en fazla ihtiyaç duyulan ülke durumuna gelmiştir. 109

Başbakan Menderes, Ortadoğu’da Suriye ile olan sorunlara dikkat çekmiş ve bu bölgede bölge dışındaki bir devletin emniyeti ve istikrarı tehlikeye düşürmesi sadece bu Ortadoğu’daki barışı değil tüm dünya barışını tehlikeye düşüreceğini belirtmiş ve daha dar kapsamlı Ortadoğu politikası izlemeyi tercih etmiştir.110 27 Mayıs yönetimi dış politika programında Arap ülkeleriyle, özellikle de Birleşik Arap Cumhuriyet’i ve Irak ile uluslar arası sistem düzeyinde ilişkilerinin önemi vurgulanmış daha küresel Ortadoğu politikası benimsemiştir.111 Soğuk Savaş konjonktür, başta Ortadoğu bölgesi olmak üzere Balkanlar, Yugoslavya, Afrika ve Latin Amerika ile yakın ilişkiler içinde olunması verilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Son olarak Menderes hükümeti ve 27 Mayıs hükümetlerin dış politikaları arasında ki farklılık Avrupa ile olan ilişkiler noktasında olmuştur. DP hükümeti 1957 yılında kamuoyuna sunduğu dış politika programında Avrupa’nın bütünleşme yolunda bir örgütlenme içinde olduğunu, bu bütünleşme içinde az gelişmiş ülkelere yapılan yardımlardan Türkiye’nin yararlanması, payını alması gerektiğini belirtilmiştir.27 Mayıs hükümeti Avrupa ile olan ilişkiler de Avrupa Konseyi’ne yer vermiş,konseyin
çalışmalarına her bireyin insan hakları ve hürriyetlerinden faydalanmasını
sağlamak amacıyla aktif bir şekilde katılmak gerektiğini belirtmiştir.Ancak 27
Mayıs hükümeti, Avrupa Konseyi demokrasiyi rafa kaldırdığı gerekçesi ile
Türkiye’yi dışlamış,Türkiye için temel sorun kaybettiği bu imajı yeniden
kazanıp,ilişkileri normal seviyeye getirmek için çaba sarf etmiştir.112

27 Mayıs darbesi uluslar arası sistemde büyük yankı uyandırmış, darbe öncesinde ve sonrasında Türkiye’nin iç ve dış politika uygulamaları yabancı ülkeler tarafından dikkatle incelenmiştir. Örneğin; Türk siyasetini ve devletin durumunu iyi bir şekilde çözen, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Burrows, ülkesini Türkiye’de yaşanan tüm olaylar hakkında bilgilendirmiştir.

22 Nisan 1960 tarihli raporunda Menderes’in kendisine karşı oluşan
muhalefete ve basına karşı bir önlem aldığını alınan bu önlemin son derece
hatalı olduğunu belirtmiş, ülke içinde taşrada çıkan olayları, ordu içindeki
kaynamaları ve oluşan genel havayı birebir ülkesine iletmiştir. Büyükelçi
Burrows, darbeden bir ay önce de darbe ortamının var olabileceğini
öngörmüş, ancak yapılabilecek her hangi bir müdahalenin de Türkiye’nin bir
iç meselesi olarak görmüş, onları ilgilendiren konunun Türkiye’de yaşayan
İngiliz vatandaşlarının ve Kıbrıs’ın durumunun olduğunu vurgulamıştır. İngiliz
dış politikasında Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye’nin siyasi ortamından
daha önemli olmuştur. Darbe gerçekleştikten bir hafta sonra İngiliz
makamlarına ulaştırdığı genel durumu belirten raporunda; Menderes
hükümetinin, 1955-1960 yılları arasında özellikle entelektüel kesimin
desteğini geniş ölçüde yitirdiğini, DP iktidarından hoşlanmayan kesimlerin
darbeden önce var olduğunu bildirmiştir.113

Genel olarak bakıldığında;

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da yeni yönetimin dış
politikası eskiye göre kayda değer herhangi bir değişiklik göstermemiştir.
Zaten 27 Mayıs yönetimi, darbenin ertesi günü yayınladığı bildiride de,
Türkiye’nin bütün ittifaklarına ve taahhütlerine sadık kalacağını NATO’ya ve
CENTO’ya bağlı olduğunu bildirmiştir. Yani, dış politikada herhangi bir
değişikliğin olmayacağı darbenin ilk günün de açıklamıştır. Dış politika da
Türkiye’yi ileriye taşıyacak bir değişiklik olmazken, 1960’lı yılların ortasında
Soğuk Savaş dönemindeki yumuşamayla birlikte Türkiye iki blok arasındaki
önemini kaybetmeye ve uluslar arası sistemde yalnızlaşmaya başlamıştır.114

           Uluslar arası Sistemde Diğer Devletlerle Olan İlişkiler

27 Mayıs darbesinin dış işleri bakanı Selim Sarper 11 Temmuz 1960’taki ilk basın toplantısında dış politikada, NATO, CENTO, VE BM’ye bağlı kalacağını birdirmiş, batıya bu yolla devamlılık sözü vererek batı karşısında Türkiye’nin durumunu garantiye almıştır.115

Dış politika konusunda son derece duyarlı olan İsmet İnönü, Selim Sarper’le yaptığı görüşmede Batı Bloğunda kalmanın Türkiye açısından son derece yararlı olacağını, NATO, CENTO ve BM’ye olan devamlılık ve bağlılığın bildirilmesinin çok doğru ve yerinde bir açıklama olduğunu belirtmiş, bu birliklerde olan üye ülkeler arasında istenmeyen bir üye konumunda olmanın Türkiye için çok olumsuz sonuçlar doğuracağını bu yüzden uyumlu bir üyelik sürdürülmesi gerektiğini eklemiştir.

27 Mayıs hükümeti genel olarak dış politikada içe ve dışa dönük davranışlar içinde olmuştur. İç politikada ve dış politikada radikal değişikler yapmaktan kaçınmıştır. Yani dış politikada darbe ile gelen hiçbir değişiklik olmamıştır. 116


                      Amerika Birleşik Devletleri- Türkiye İlişkileri


Yakın tarihe bakıldığında ABD ‘nin askeri rejimlerle daha içli dışlı ilişkiler içinde olduğu, daha iyi ilişkiler kurduğu görülmüştür. DP milletvekillerinden Adnan Selekler, 27 Mayıs müdahalesinin ertesi gününde, harp okulunda tutuklu oldukları sırada Fatin Rüştü Zorlu’ya:
“Beyefendi Amerika askeri müdahaleye ne der?” şeklinde bir soru yöneltmiştir. Zorlu’nun yanıtı ise :
“…Amerika askeri rejimleri tercih eder. Amerikalılar askerlerle daha kolay
anlaşırlar.”Şeklinde olmuştur.

Amerika’nın askeri rejimlerle anlaşmasının en önemli nedeni; askeri
rejimle yönetilen ülkedeki subayların Amerikan eğitimi almaları ve genelde
dünyayı Amerikan perspektifinden bakamaya koşullandırılmış olmaları
olmuştur.117Örnek olarak 2009 yılında Honduras’ta Cumhurbaşkanı Manuel
Zelaya karşı darbe yapan Romeo Vasquez, Amerika’da ABD Okulu’nda
eğitim almıştır.ABD Honduras’daki darbeyi yakından izlemiş, olup biteni
dikkatle takip etmiştir.118

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 17 Nisan 1961 günlü 8453 sayılı ,

”Türk Siyasetinde Silahlı Kuvvetlerin Rolü” adındaki gizli raporunda 27 Mayıs
darbesi şu şekilde değerlendirilmiştir:

27 Mayıs 1960 tarihinde başbakan Adnan Menderes hükümetini deviren
Türkiye Silahlı Kuvvetlerince yapılan darbe Türkiye dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inancı yıkılmıştır…Ordunun Türk Siyasi hayatı üzerindeki etkisi,bu nedenle hiç şüphe yok ki ,devam edecektir ve ordu, yeni bir siyasi bunalım ortaya çıkması halinde ,eskiye oranla müdahale etmeye daha hazır olacaktır.”119

Washington büyükelçisi Melih Esenbel Türkiye’nin bütün uluslar arası
yükümlülüklerine bağlı kalacağını Amerikan hükümetine bildirmiş, darbe
sonrasında Türk- ABD ilişkilerinin geleceğini garantiye almaya çalışmıştır.
Amerikan Büyükelçisi Fletcher Warren darbenin iç politikadan kaynaklandığını, bu durumunda Amerikan karşıtı bir politika olmadığını belirten bir mesaj göndererek 27 Mayıs Darbesi hakkında ABD’nin görüşünü bildirmiştir. Büyükelçi Warren daha sonra darbe hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak istemiş ve darbenin ertesi günü 28 Mayıs 1960’da Cemal Gürsel ile bir görüşme yapmıştır.120 

Bu görüşme sırasında Warren Gürsel’e ;

”Şimdiye kadar şahit olduğum en kesin, etkili ve çabuk darbe. 

Ankara halkının sonuçtan memnun olduğunu gösteriyor” demiştir 121
Görüşmede, Türkiye’nin mali açıdan ABD yardımına ihtiyacı olduğu açık
bir dille Cemal Gürsel tarafından bildirilmiş, ABD hükümeti bu görüşmeden
kısa bir süre sonra 27 Mayıs yönetimine istediği krediyi vermiştir. Ayrıca ABD
hükümeti 30 Mayıs 1960’da 27 Mayıs hükümetini tanığını belirtmiş, bu durum
diğer Avrupa ülkelerinin Türkiye’de darbe sonrasında kurulan yeni hükümeti
tanımaları açısından örnek teşkil etmiş ve etkili olmuştur. 122

ABD, MBK yönetimini tanıdığını ilan etmiş ancaki Menderes hükümeti
döneminde yapılmış olan ve büyük bir kısmı TBMM’ye getirilmeden yürürlüğe
girmiş olan ikili anlaşmaların geçerli olup olmayacağı ABD tarafından merak
edilen bir konu olmuştur.27 Mayıs hükümeti dış işleri bakanı Selim Sarper 
Haziran 1960, Türkiye’nin eski dönemlerde yapılan anlaşmalarının hepsinin
geçerli olduğunu ve yükümlülüklerine bağlı kalınacağını belirtmiştir. 

Bu durum ABD tarafından son derece olumlu bir şekilde karşılanmıştır.123
11 Haziran 1960 tarihinde ABD başkanı Dwight D.Eisenhower MBK
hükümetinin başkanına gönderdiği iyi niyet mektubunda Gürsel hükümetinin
seçimlerin yapılması ve hükümeti iradesinin sivil idareye devredilmesi
hususunda gösterdiği azmi takdir ettiğini ayrıca, Türkiye’nin NATO, CENTO
ve BM olan bağlılığını devam ettireceğinin açıklanmasını memnuniyetle
karşıladığını, bundan sonraki süreçte de iki ülke arasındaki ilişkilerin dostluk
ve işbirliği içinde devam edeceğini belirtmiştir. ABD başkanı tarafından
gönderilen bu iyi niyet mektubuna cevaben Gürsel, ABD ve Türkiye
arasındaki sağlam temellere dayanan ilişkilerin hiçbir şekilde sekteye
uğramadan dostluk ve barış içinde devam edeceğini dile getiren bir mesaj
göndermiştir.124

Bu durum akla 27 Mayıs darbesinden, ABD’nin önceden haberi olup
olmadığı, darbenin ABD desteği ile yapılıp yapılmadığı sorusunu getirmiştir.
Bu sorunun ortaya çıkması ve bir çok çevre tarafından tartışılmasının nedeni;
Büyükelçi Warren’in Washington’a yollamış olduğu raporda Türkiye’ de
ordunun müdahalesinin söz konusu olmadığını, Menderes hükümeti ile iyi
ilişkiler içinde bulunan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’ nun hükümet
ile olan ilişkilerinin dengeli olduğunu, Genelkurmay’ın herhangi bir müdahale
olursa destekte bulunmayacağını bildirmiştir. Ancak bir taraftan da CIA’ nın
ve MİT ile ordu içinde yakın haber alma kaynaklarını kullanarak aslında
darbenin tüm hazırlıklarından haberdar olduğunu ve bu konuda merkezi
uyardığının düşünülmesi olmuştur.125

Menderes hükümetinin on yıllık iktidarı boyunca ABD siyasetini
sorgusuz bir şekilde desteklemiş, ABD’ye karşı eksiksiz sadakat
göstermiştir.126 Ordunun yönetime el koymasıyla birlikte dış politika
devamlılık için söz verirken bir yandan da Arap ülkeleri ve bağlantısızlar
hareketi ile ilişkileri geliştirmek istediğini belirtmiştir.127

27 Mayıs hükümetinin her fırsatta batıya bağlılığını belirtmesinin en büyük nedeni, dışarıdan gelebilecek herhangi bir müdahaleye karşı yanında batıyı destek olarak görmek istemesi olduğu kadar, ekonomik sorunlar içinde olup, ülkenin istikrara kavuşması ve kalkınmasını sağlamak için almak istediği acil ekonomik yardımlarında etkisi önemli olmuştur.128 İhtiyaç duyulan ekonomik yardımlar için ABD ve Batı dünyasının desteğinin alınması gerektiği düşüncesi MBK ‘nın radikal ve ılımlı kanadının da hemfikir olduğu bir düşünce olmuştur.129

Ekonomiyi iyi bir noktaya taşımak isteyen 27 Mayıs hükümeti, Devlet
Planlama Teşkilatı’nın hazırlıklarına başlamış, ordu içindeki gereksiz
fazlalıkları azaltmak için tasfiyeler yapmıştır. Amaç, ordu içindeki muhalif
kesimi çıkarmaktır. ABD’nin verdiği 12 milyon dolarlık yardım ile tasfiye
gerçekleştirilmiş, DP döneminin sonlarında uygulanan ekonomik yardım
kesintilerine son verilmiştir. ABD Büyükelçisi Warren Türkiye’ye yapılan
yardımların devam edeceğini belirtmiştir. 1960 yılı içinde Türkiye dış
yardımının %75’ni ABD’den almıştır. Menderes hükümeti zamanında
bozulmaya başlayan Türk-Amerikan ilişkileri MBK yönetimi döneminde tekrar
canlanmaya başlamıştır.130

1960’lar boyunca Amerikancı, ABD destekli dış politika çizgisinden
vazgeçilmesinin gerektiği kamuoyunda giderek artan bir şekilde dile
getirilmeye ve talep edilmeye başlamıştır. ABD’ye bağımlı dış politika
istemeyen kamuoyu içinde anti-Amerikancı hareketlerin yayılmaya
başlaması, uluslar arası sistemdeki ülkeler arasındaki bloklaşmanın
azalması, Türkiye’nin bağlantısızlar hareketine olan yakınlığının artması gibi
durumlardan dolayı bu dönemde Türk –Amerikan ilişkilerinde sarsıntılar
yaşanmaya başlamıştır.131

DİPNOTLAR:

97 Fırat.a.g.e.,29
98 “ Türk siyaset adamı. İstanbulda doğmuştur. Amerikan Kolejinde lise öğrenimini gördükten
sonra, Almanya’da hukuk öğrenimi yapmıştır. Memuriyet hayatına öğretmenlikle başlamış,
sonradan Dışişleri Bakanlığına girerek, çeşitli memuriyetlerde bulunmuştur. İkinci Dünya
Savaşı yıllarında Matbuat Umum Müdürlüğü yapmış, Moskova büyükelçisi olmuş, Birleşmiş
Milletlerdeki devamlı delegeliğimize getirilmiştir. 27 Mayıs, 1960 hareketinde Dışişleri
Bakanlığına getirilmiş, 15 Ekim 1961 genel seçimlerinde C.H.P. adayı olarak İstanbuldan
milletvekili seçilmiştir ”Bkz.”Selim Sarper”. http://www.bibilgi.com/Selim-Sarper-(1899--?)
99 Ahmad.a.g.e.512
100 Fırat.a.g.e.,s.30-31
101 5 Mart 1959’da imzalanan Türk Amerikan Güvenlik İşbirliği Anlaşmasına göre; Türk-ABD
ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye çıkarılmıştır. Bu doktrin özetle;
ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde komünizmin saldırısına hedef olacak Ortadoğu
ülkelerine, gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak yardım etmesini öngörülmüştür.ABD
anayasasına uygun olarak Türkiye’ye herhangi bir saldırı olması durumunda Türk
hükümetinin de isteği ile her türlü uygun harekette bulanabilecektir.Bkz.”Atatürk Sonrası
Türkiye”, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/egitim/ait203204/II12.pdf
102 Müge Aknur.”27 Mayıs Darbesi ve Dış Politika”.(der.)Haydar Çakmak.Türk Dış Politikası
(1918-2008).s.549-551
103 Fırat.a.g.e.,s.29-33
104 Aknur.a.g.e.,s.550
105 Fırat.a.g.e.s,32-33
106 Aknur.a.g.e.,s.551
107 Fırat.a.g.e.,s.34
108 Fırat.a.g.e.,s.34
109 Sönmezoğlu.a.g.e.s,95
110 Fırat.a.g.e.,s.34.
111 Ahmad.a.g.e.s.512
112 Fırat.a.g.e.,s.34-36
113 İngiliz Kaynaklarına Göre 27 Mayıs Darbesi, 
      http://www.vaziyet.net/ingiliz-kaynaklarinagore-27-mayis-darbesi/.20 Ocak 2010
114 Sadık Can.Atatürk Sonrası Dış Politika. 
      http://www.sadikcan.com/13-konu-ataturksonrasi-dis-politika.html.20 Ocak 2010
115 Ahmad,a.g.e.,s.512
116 Fırat.a.g.e.,s.42-43
117 Yetkin.a.g.e.s.76
118 “Generals Who Led Honduras Military Coup Trained at the School of the”Americas.
       http://www.democracynow.org/2009/7/1/generals_who_led_honduras_military_coup.23 Ocak 2011.
119 Yetkin.a.g.e.s.83
120 Fırat.a.g.e.,s.42-43
121 Kamil Karavelioğlu.Bir Devrim İki Darbe.Gürer Yayınları,İstanbul,2007,s.89
122 Aknur.a.g.e.,s.551
123 Baskın Oran,Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. İletişim Yayınları, İstanbul ,2009.s.681
124 Aknur.a.g.e.,s.551
125 Fırat.a.ge.,s.43-44
126 Burcu Bostanoğlu.”Türk Dış Politikasında Çok Odaklılık Arayışı”. Türkiye-ABD ilişkilerinin Politikası.İmge Kitapevi,Ankara,2008.
127 Yakup Beriş, Aslı Gürkan.”Türk Amerikan İlişkilerine Bakış Ana Temalar ve Güncellemeler”.Temmuz 2002, 
       http://www.tusiad.us/Content/uploaded/TURKIYEABD_ILISKILERI-UPDATE2.PDF.24 Ocak 2010.
128 Fırat.a.g.e.,45
129 Aknur.a.g.e.s,652
130 Fırat.a.g.e.,s.45-46
131 Bostancıoğlu,a.g.e.,s.373-374

***

27 Mayıs Askeri Darbesine Giden Yolda Türk Dış Politikası

  27 Mayıs Askeri Darbesine Giden Yolda Türk Dış Politikası


27 MAYIS DARBESİ VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI.,
GİRİŞ

27 Mayıs darbesi T.C tarihinde demokrasiyi kesintiye uğratan ilk askeri darbedir. Bu darbe kendinden sonra gelen 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesine örnek teşkil etmiştir. Bu bölümde, 27 Mayıs darbesini ve bu dönemdeki Türk dış politikası açıklanmıştır. Amaç, 27 Mayıs darbesinin Türk dış politikasında meydana getirdiği değişimleri açıklamaktır.

Bu kapsamda ilk olarak, 27 Mayıs darbe ile iktidarına son verilen Demokrat Parti’nin dış politikasının genel hatları ve dış politika araçları üzerinde durulmuş ve 27 Mayıs darbesine giden yol anlatılmıştır.

İkinci olarak ise 27 Mayıs askeri darbesi anlatılmış, darbe yönetimin ülkeyi yönetirken nasıl bir tutum içinde olduğu, yönetimin işleyişi anlatılmıştır.
Son olarak 27 Mayıs yönetiminin anayasası olan 1961 Anayasası’nın içeriğinden ve getirdiği değişikliklerden bahsedilmiştir.

Üçüncü olarak da, bu dönem dış politikası incelenmiş, uluslar arası sistemde diğer devletlerle olan ilişkiler anlatılmıştır. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri Türkiye ilişkileri, ikinci olarak Sovyetler Birliği Türkiye ilişkileri, üçüncü olarak Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Türkiye ilişkileri ve son olarak Kıbrıs sorunu kapsamında Türkiye’nin tutumu incelenmiştir.

   27 Mayıs Askeri Darbesine Giden Yolda Türk Dış Politikası

Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası Genel Hatları Türkiye Cumhuriyeti, 12 Temmuz 1946’ da yapılan ilk çok partili seçimlere kadar tek parti yönetimi ile yönetilmiştir.

7 Ocak 1946 tarihinde Demokrat Parti resmen kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde demokratikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır. DP’nin kurulmasından dört yıl sonra 14 Mayıs 1950’de, CHP ve DP arasında yapılan seçimler, DP’nin zaferiyle sonuçlamıştır.1

Milli Mücadele’nin, Kurtuluş Savaşı’nın ve devrimin değişmeyen siyasal
örgütü CHP 27 yıl boyunca iktidarda kalmış, ülkeyi tek elden yönetmiş, ancak
halkın oyuyla düşmüş, devletin idaresini Demokrat Partiye bırakmıştır.2

DP’liler seçimlerde kazandıkları bu zaferi “Beyaz Devrim” olarak nitelendirmişler,3 DP’nin lider kadrosu da CHP’nin içinde çıkmıştır.4 
DP Türkiye genelinde 408 milletvekili ile iktidara gelmiş Adnan Menderes DP
genel başkanı ve Başbakan, Celal Bayar Cumhurbaşkanı ve Refik Koraltan
da TBMM Başkanı olmuştur.

Beklenmedik bir zaferle başlayan 1954 ve 1953’de yapılan seçimlerle tekrar elde edilen, 10 yıllık DP iktidarı, 27 Mayıs Askeri Darbesi ile sonlanmıştır.5

Demokrat Parti iktidarı boyunca dış politikasını öncelikli olarak CHP karşı muhalefet yıllarında yaşanan, uluslararası sistemdeki ve ülke içindeki
yaşanan gelişmelere göre şekillendirmiştir. Menderes başbakan olmadan
önce İzmir Tepecik Köy’de 27 Ağustos 1948’ de yaptığı konuşmasında dış
politika hakkındaki görüşlerini şu şekilde dile getirmiştir;

”O tarihlere nazaran bugün Avrupa’da kuvvetler dengesi kökünden değişmiştir. Faşist yönetimler ortadan kalkmış,buna dayanan dünya sistemi yıkılmıştır.  

Almanya artık askeri bir kuvvet değildir, o devrin bağımsız hareketleri
olan Romanya,Bulgaristan,Polonya,Çekoslovakya ve Macaristan da demir
perdenin arkasında kalarak Sovyet Rusya’nın eline geçmiştir.Japonya’ da dünya
siyasetinde oynadığı önemli rolden uzaklaşmıştır.ABD’nin ise dünya barışını
korumak adına Avrupa’da ve Yakın Orta Doğu’daki rolü bir Avrupa Devleti’nden
daha önemli hale gelmiş, bir zamanların Avrupa dengesi olan milletlerarası bir
politika yerini tüm dünyayı içine alan ve ideolojik esaslara göre ayrılan bir güçler
karşılaşmasına bırakmıştır.Yani dünya barışı artık bir bütün haline gelmiştir”.6

Başbakan Menderes, ABD ile aktif politikanın yürütmenin dış politikada önemli nokta teşkil ettiğini düşünmüş, diplomasisinin temelinin de Batı ülkeleri ve Orta Doğu’da gelişen siyasi olaylara katılımın oluşturacağını belirtmiştir. Soğuk Savaş Döneminde de her iki bloğuda gerçek güç dengesi görmüş, bölgedeki güç boşluğunu Türkiye’nin yararı doğrultusunda kullanmaya çalışmıştır.7

10 yıllık DP iktidarı boyunca dış politikadaki belirleyici aktörler , Adnan
Menderes ve TBMM başkanı Fuat Köprülü ve 25 Kasım 1957’den itibaren
kısa sürelide olsa dış işleri bakanlığı görevini yapan Fatin Rüştü Zorlu
olmuştur.8

DP’nin ilk hükümet programında BM’ye bağlı kalınacağı, İngiliz, Fransız ittifakına ve ABD ile kurulmuş olan dost ve yakın ilişkiye devam edileceği belirtilmiştir.Bu programda SSCB ile ilişkilere ve Kıbrıs politikasına hiçbir şekilde yer verilmemesi eleştirilen bir durum olmuştur.1950-1960 arasındaki dönemde Sovyet tehdidine karşı batı yanlısı bir dış politika izlenmiştir. Batının desteğini alırken diğer bölgelerinde önemi üzerinde durulmuş Arap Devletleri, özellikle İran, Filistin, Hindistan ve Endonezya ile ilişkiler geliştirmeye çalıştırılmıştır. Akdeniz ülkeleri ile de dostluk ve barış ortamının Sadabat Paktı sonrasında olduğu gibi devam ettirilmek istenmiştir 9.

Menderes Batı yanlısı bir dış politika izlenmiştir, çünkü; sermaye kazanımı ve teknolojik gelişmenin sağlanması için Batı’dan destek ve yardım almalıdır, bu sayede az gelişmiş bir ülke olan Türkiye kalkınma yoluna gidecektir. İzlenen batı yanlısı politikada güvenlik, öncelikli hedef olmuş , bu bağlamda dış politikada güvenlik arayışlarına gidilmiştir.10 4 Nisan 1949 yılında Belçika, Danimarka, Fransa, İngiltere, İzlanda, İtalya, Kanada, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz ve ABD kurulan NATO’ya (North Atlantic Treaty Organization) üye olmak istenilmiştir.11

ABD’nin NATO’ya üye olan Avrupalı müttefiklerinden beklentisi, değişen savaş teknolojisine uygun olarak NATO bölgesinin sorumluluğunun üstlenilmesi, güvenliğin sağlanması olmuştur. Avrupa ülkeleri de savaş tehdidi göze alınıyorsa ABD’nin vereceği ya da yapacağı nükleer silahı kullanma hakkına sahip olma hakkını istemiştir.12 Bu kapsamda kurulan ittifaka katılmak sağlam bir güvence olarak görülmüştür. ABD’nin tam desteğiyle, kurucu üyelerin karşı çıkmasına rağmen 21 Eylül 1951’de NATO konseyi Türkiye ve Yunanistan’ı üyelik için davet etmiş,19 Şubat 1952’de TBMM tarafından davet kabul edilmiş ve üyelik gerçekleşmiştir.13.

1950’de gerçekleşen Kore Savaşı Türkiye’nin üyeliği ve NATO’nun
oluşumu açısından oldukça önemli olmuş, Türkiye savaşa asker yollama şartı
ile ittifaka davet edilmiştir.14Türk dış politikasında NATO, ABD ile özdeş
görülmüş, NATO’nun çıkarları ile Türkiye’nin çıkarları aynı kabul edilmiştir.
Menderes hükümeti batıya ve ABD’ye yakın bir politika izleyip ekonomik ve
askeri yardım almayı hedeflemiştir, bunun için NATO bünyesinde yer almak
oldukça önemli görülmüştür15.

Menderes bu durumu Milliyet Gazetesi baş yazar Ali Naci Karacan’ a verdiği
mülakatta şu şekilde belirtmiştir;

Arzu etmesek de üçüncü bir Dünya Savaşı’nın çıkması halinde Türkiye’nin
ne kadar nazik ve önemli bir durum arz edeceği asla gözden uzak tutulamaz. Dünyada öyle kilit noktaları vardır ki bunlar hem zayıf hem de güvensiz
bırakıldığı takdirde tecavüz hem kolaylaştırılmış, hem tahrik edilmiş olur. 
Bu gerçeklerin dikkatle göz önünde bulundurulacağı ve tecavüze açık kapı
bırakılmamak yolunda esaslı tedbirler alınacağına inanıyoruz.16

Dış politika belirlenirken Demokrat Parti programında en önemli ayrıntı ekonomik ilişkile olmuş, uluslar arası ilişkilerde ülkelerle ekonomik ittifaklar kurmak için çalışmış, yabancı sermayenin iç piyasaya girmesi hedeflenmiştir. Bu kapsamda batı ittifakı dahilinde İtalya, Almanya ve İspanya ile ekonomik ittifaklar kurulmaya çalışılmıştır.

Bunun yanında Menderes iktidarının uluslar arası ilişkilerde üçüncü dünya ülkelerine gerektiği kadar değer vermemiş olması sıkça eleştirilmiştir çünkü Türkiye bu dönemde sömürgeci güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren Afrika’nın kuzeyi ve Ortadoğu ülkelerinin karşısında batının yanında yer almıştır, bu durum Atatürkçü dış politikaya aykırı bir durumdur.17

Bağımsızlıklarını elde eden bu devletler,1955 Bandung Konferansı doğu ve batı bloğunun karşısında uluslar arası yeni bir hareketi başlatmışlardır. 

”Bağlantısızlık”(Non-aligment) hareketinin temel felsefesi hiçbir bloğa ya da askeri bir ittifaka bağlı olmamaktır.18Bağlantısızlar hareketi içindeki devletler oluşum sürecinde, kendi içlerinde ayrılıklara düşmeye başlamış, zaman zaman anlaşmazlık lar iş birliğini gölgede bırakmıştır ,bu yüzden de bloklar kadar uluslar arası sistemde etkin olamamışlardır. Doğu bloğunun yıkılmasından sonra da bu hareketin anlamı kalmamıştır.19

Demokrat parti hükümeti, uluslar arası sistem açısından önemli bir
yere sahip olan bağlantısızlık hareketine karşı çıkmış, bağlantısızlık
politikasını kesinlikle reddetmiş, batı bloğuna olan yakınlığını sürdürmüştür.
Menderes hükümeti döneminde batıyla yakın ilişkilerin sinyalleri aslında
önceden verilmiştir. DP daha kuruluş aşamasındayken Fuat köprülü Vatan ve
Kuvvet Gazetesindeki yazılarında şu şekilde belirtmiştir; Dünya ideoloji bakımından birbirine tamamıyla zıt iki büyük cepheye ayrılmıştır.Bunlar insanlık haysiyetinin ve milletlerin hürriyet ve istikbalini esas tutan hürriyet ve sulh cephesiyle , bu esaslara hiç kıymet vermeyerek her ne suretle olursa olsun , aşırı solcu bir dünya yaratmak isteyen karşı cephedir. Buna göre II.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmaya çalışılan insani boyut yeni uluslar arası siyasi düzeni tehdit eden Bolşevik emperyalizmidir”….”Komünizm karşısında dikilen ABD ,İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki siyasetiyle insanlığa hizmet etmektedir”…”Türkler de bu davada kızıl emperyalizm karşısında kurulan demokrasi cephesinde yerini almalıdırlar. 

Türk milletinin demokratik milletler safında, BM idealinin gerçekleşmesi yolunda kendisine düşen vazifeleri samimiyetle ifa edeceğinden bütün dünya emin olabilir.20
Menderes hükümeti Sovyetler Birliği’ne hep temkinli bir şekilde yaklaşmıştır. Stalin’den sonra başa gelen Kruşçev Türkiye’ye yönelik toprak taleplerinden vazgeçtiğini belirten 1950 Beyanatını yayınlanmış, ancak bu beyan Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes tarafından samimi olarak algılanmamıştır.21

Sovyetler Birliği de Türkiye aleyhine bir dış politika izlemiştir. 

Örneğin; 6 Ekim 1953’te Türkiye üye ülke devletleri tarafından verilen 40 oy ile
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine seçilmiştir, ancak Rus delegesi
Vichinsky, bu mevkie Türkiye veya Filipinler’ in BM’nin kuruluş anlaşmasında
belirtilen coğrafi esasa aykırı olduğunu belirterek itiraz etmiştir. 

Bu itiraz reddedilmiş ve Rus delegesi genel kurul başkanı tarafından susturulmuş tur. 22

İki ülke arasındaki bu durum, Menderes’in Amerika ziyareti sırasında
1958 yılında ABD’den talep ettiği 300 milyon dolarlık ek yardım reddedilip,
kalkınma hızının %7-8 den %4’e düşürülmesi önerisini alıncaya dek devam
etmiş ancak bu tarihten itibaren dış politikada alternatif değişim önerileri
aranmış Sovyet seçeneği de değerlendirilmeye başlamıştır.9 Aralık 1959’da
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Dr.Lütfi Kırdar’ın Moskova’yı ziyareti ile
SSCB ile olan 20 yıllık kesinti sona ermiştir. Menderes de 1960 yılının
Temmuz ayında resmi bir ziyarette bulunacağını açıklamıştır.23
Menderes dönemi dış politikasında önemli bir diğer nokta ise Ortadoğu’ da izlenmek istenen aktif siyaset olmuştur.24 

Ortadoğu, II.Dünya Savaşı’ndan günümüze kadar Ortadoğu Türkiye’den İsrail’e ,Mısır’dan Suudi Arabistan’a kadar geniş bir coğrafyada tüm ülkeler üzerinde etkili
olmuş,dünya politikasında “merkezi” bir rol oynamıştır.Bölge Asya,Afrika ve

Avrupa kıtaları arasında geçiş yeri konumundadır.25
II.Dünya Savaşından sonra ABD ve SSCB arasındaki rekabet gittikçe
belirginleşmeye başlamıştır.Bu rekabet Yakın ve Ortadoğu’da etkin bir
şekilde hissedilmiştir çünkü bu bölgeler sahip olduğu stratejik açı, petrol
kaynakları ve doğal kaynaklar ile önem giderek artmıştır.Türkiye Avrupa ve
Ortadoğu’yu birbirine bağlayan bölgede bulunması nedeniyle Batı’nın
gözündeki değerini arttırmış, askeri ve siyasi pozisyonu açısından en fazla
ihtiyaç duyulan ülke durumuna gelmiştir. Türkiye’nin üstlendiği bu politika da
SSCB ile karşı karşıya getirmiştir.26 Menderes hükümetinin Ortadoğu’da
izlediği aktif siyaset 1954 yılından sonra bozulmaya başladı. Bunun nedeni
DP hükümetinin ABD’den daha fazla yardım alabilmek için Ortadoğu’daki
konumunu ve önemini pazarlanacak bir ürün gibi kullanmaya başlamasıdır.
Ayrıca bu tarihlerde Türkiye’nin sınır komşusu olarak Batı karşıtı Arap ülkeleri
kurulmaya başlamıştı, Türkiye Arap ülkeleri için sınırdaş, dindaş, aynı kültürel
zeminden gelen bir ülkeydi ancak Batı yanlısı bir politika izlediği için Ortadoğu’ da söz sahibi olamazdı. Türkiye 1955’de Ortadoğu’yu komünizmden korumaya yönelik bir ittifak olan Bağdat Paktı’na imza atarak Ortadoğu’daki Batı yanlısı politikasını daha belirginleştirmiş, Arap ülkelerinin tepkisini iyice çekmiştir 27. 

Menderes’in Ortadoğu politikası dönemin şartlarına göre kaçınılmaz, hatta iyi niyetli bir politikaydı ancak Menderesin sahip olduğu ideoloji, dünya görüşü ve vizyonu, bölgede uygulanan aktif ve atak dış politika başta ülkedeki muhalefetin olmak üzere çoğu çevrenin tepkisini çekmiştir.28

1957 yılında üçüncü Menderes hükümetinin kurulmasından sonra dış
politikada diğer önemli husus Kıbrıs sorunu olmuştur. Bunun nedeni; adadaki
Türk halkına uygulanan kötü muamele ve uluslar arası sistemde kaybedilen
prestij olmuştur. Kıbrıs sorunu bu tarihten sonra artık uluslar arası bir kimlik
haline getirmiştir.29 Menderes hükümeti Kıbrıs üzerinde söz sahibi olan ve
korumacı politika izleyen İngiltere’nin politikasını dikkatle takip etmiş, Kıbrıs
sorunun çözümü için iş birliği arayışlarına girmiştir. Hem Kıbrıs sorunu çözüp
hem de İngiltere ile olan ilişkilerini sağlam tutmaya çalışmıştır. Menderes
Hükümeti Yunanistan’ın Enosis 30 politikasına karşı resmi bir tez halini almış
ve 5 istek ileri sürülmüştür bu istekler; İngilizler’in Kıbrıs’ta kalması ve
Rumların çıkması halinde adanın Türkiye’ye verilmesi, bunlar olmazsa
adanın taksim edilmesi, self goverment (özerlik) verilmesi ve Yunanistan’a
verilmesi olmuştur. Bu istekler Londra ve Zürih Anlaşmaları’na kadar devam
ettirilmiştir.31Türkiye’nin bu taleplerine karşın Yunanistan adanın hakimiyetini
ele geçirmek hususunda kararlı bir tutum sergilemiştir. Kıbrıs Cumhurbaşkanı
Makarios Kıbrıs’ın istiklalinin temin edilmediği takdirde tek başına adada
Cumhuriyet ilan edeceğini belirtmiş, ayrıca Kıbrıs halkını İngiliz iradesine
davet ve teşvik etmeyeceğini belirterek tehdit etmiştir.32 Menderesin iktidarda
olduğu yılar hem Yunanistan hem de Türkiye de, Kıbrıs konusuyla beraber
gündeme gelen ulusçu toprak kazanımlarının ideolojik, siyasi ve hukuksal
temele oturtulmaya çalışıldığı yıllar olmuştur.33

Menderes başbakanlığı süresince, dönemin şartlarına göre dış politika vizyonunu şekillendirmiş, kısmen de olsa Atatürk dönemi dış politikası doğrultusunda ilerlemeye çalışmış, bu doğrultuda istikrar paktları imzalamıştır. Ancak bir çok noktada 1950-1960 dönemi dış politika anlayışı farklılaşmıştır. Atatürkçü dış politikanın hedefi Türkiye sınırları çerçevesinde güvenlik çemberi kurmak olmuş, bu amaç için kurulan Balkan ve Sadabad Paktı ile SSCB ile dost ilişkiler kurulmuştur. Saldırmazlık ve Dostluk İttifakları ile yakın ilişkiler geliştirilmiş tir. Menderes döneminde SSCB ile ilişkiler önceleri olumsuz şekilde ilerlese de daha sonra iyileştirme yoluna gidilmiştir.34

DİPNOTLAR:

1 Melih Aktaş.”Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Dış Politika Felsefesi”,(der.)Haydar
Çakmak,Türk Dış Politikası (1918-2008),s.432
2 Suna Kili,”Türk Devrim Tarihi”,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001,İstanbul,s.255-256
3 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecince Türkiye (1945-1980),Hil Yayın,İstanbul,2007,s.60
4 Nuray Mert,Merkez Sağın Kısa Tarihi,Selis Kitaplar,İstanbul,2007,s.21
5 Aktaş,a.g.e,s.432
6 Meltem Yetener,”Adnan Menderes”.(der.).Ali Faik Demir.Türk Dış Politikası’nda Liderler,Bağlam Yayınları,Ankara,2007.s.50-51
7 Mehmet Seyfettin Erol,Batı İle İlişkiler (1950-1960), Haydar Çakmak(der.).,Türk Dış Politikası 1918-2008),s.438
8 Aktaş,a.g.e,s.434
9 Yetener,a.g.e.s.52
10 Erol,a.g.e, s.437
11 Fahir Armoğlu,”20.Yüzyıl Siyasi Tarih”i,Alkım Yayınevi,2007,İstanbul,s.448
12 Oral Sander,”Siyasi Tarih 1918-1994”,İmge Kitapevi,İstanbul,2007,s.335-339
13 Ali,L .Karaosmanoğlu.”Türkiye’nin NATO’ya Girişi” Haydar Çakmak(der.)..,Türk Dış Politikası (1918-2008),s.503-504
14 Gözen,”Nato,ABD ve Türk Dış Politikası”, a.g.e.s.164
15 Sönmezoğlu.a.g.e.s.48
16 Yetener,a.g.e. s.53
17 Yetener,a.g.e.s.54
18 Armaoğlu,a.g.e.s.625
19 Sander,a.g.e.427-428
20 Yetener,a.g.e.,s.63
21 Aktaş,a.g.es.435
22 Türkiye Güvenlik Konseyine Seçildi.(1953,Ekim 6).Cumhuriyet,p.A1
23 Aktaş,a.g.e.s.435
24 Mehmet Hasgüler,”Dönemin Dış Politika Değerlendirmesi”,Haydar Çakmak (der.), “Türk Dış Politikası (1918-2008)”,s559
25 Sander,a.g.e.s.294
26 Sönmezoğlu,a.g.e.s.95
27 Hasgüler,a.g.e.s.560
28 Gözen,a.g.e.s.182
29 Hasgüler.a.g.e.s.561
30 (“Birleşme anlamına gelmektedir. Kıbrıs Adası'nın Yunanistan ile birleşmesi dileğini belirtmekte kullanılan bir deyimdir. 
     Yunanistan ve Kıbrıs Rumları arasında benimsenen
     Enosis, Megalo İdea düşüncesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır )Enosis Nedir?,(b.t),5 Ocak 2010, 
     http://www.turkcebilgi.com/enos%DDs/ansiklopedi
31 Hüseyin Bağcı, “Kıbrıs Sorunu”,Haydar Çakmak(der.) “Türk Dış Politikası 1918- 2008,s.522-526
32 Makarios İngiltere’ye Dün Tehdit Savurdu.(1960, Nisan 3).Akşam.p.A1
33 Fuat Aksu,”Türk Yunan İlişkileri, İlişkilerin Yönelimini Etkileyen Faktörler Üzerine Bir İnceleme, Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi Araştırma 
     Projeleri Dizisi 2,Ankara,2001,s.156
34 Yetener,a.g.e.s.55

***

23 Eylül 2020 Çarşamba

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 1

6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir. BÖLÜM 1


Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi 

“ 6-7 Eylül Pogromu, Kolektif Şiddettir ve adını doğru koymak gerekir ” 

Gayrimüslim toplumlara yönelik 6-7 Eylül’de yapılanları “ Kolektif bir Şiddet” olarak niteleyen Doç. Dr. Ömer Turan, “‘Biz hep haklıydık’ hatasından  kurtulmalıyız. Çare geçmişte yaşananları açıklıkla konuşmaktır” dedi 

BarışKop@baris_kop 

Cumartesi 7 Eylül 2019 15:34 

Türkiye tarihinin karanlık ve utanç sayfalarından biri: 6-7 Eylül 1955. 

Başta Rumlar ve sonradan Ermeniler olmak üzere gayrimüslim toplumuna yönelik gerçekleştirilen linç ve yağma hareketinin 64’üncü yıldönümünde, o gün yaşananların öncesi ve sonrası ile yaratılan derin tahribatın onarılması yönünde atılması gereken adımları Independent 

Türkçe için İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden Doç. Dr. Ömer Turan ile konuştuk. 

Doç. Dr. Ömer Turan / Fotoğraf: Independent Türkçe 

Resmi verilere göre 11 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı, kadınlar tecavüze uğradı. 

Bunun yanında 4 bin 214 ev, 1.004 işyeri, 73 kilise, 2 manastır, 1 sinagog, 26 okul ile fabrika, otel ve bar gibi yerlerin bulunduğu toplam 5 bin 317 mekân 

da saldırıya uğradı. 6-7 Eylül 1955 tarihi için isim doğru koyulmalı diyor Turan; “Pogrom” “ Etnik bir Gruba yönelik kolektif şiddet: Pogrom ” 

6-7 Eylül Pogromu’nun 64’üncü yılında, yaşananları ve nedenlerini bir kez daha konuşmak istiyorum. Katliam ve yağma girişiminin fitili İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskısıyla beraber ateşleniyor fakat olayların nedeni salt bu değil tabii. 

Siz, 6-7 Eylül’ü, o güne giden süreci ve sonrasında yaşananları nasıl görüyor, değerlendiriyorsunuz? 

Sanırım kelime tercihiyle başlamamız lazım. Siz sorunuzu sorarken 6-7 Eylül Pogromu dediniz. Kesinlikle olan biteni bir pogrom olarak adlandırmak gerekli. 

Genel olarak Türkiye’de “6-7 Eylül Olayları” kalıbı kullanılıyor. 

Olaylar dendiğinde birincisi, yaşananın boyutları azımsanmış oluyor. İkincisi, olay kelimesi sanki kendiliğinden olmuş gibi bir izlenim veriyor. 

Pogrom Rusça kökenli bir kelime. İlk olarak 19. yüzyılda Yahudilere yönelik şiddeti adlandırmak için kullanılmış. Ama artık sadece Yahudilerin başına gelenler için kullanılmıyor bu kelime. 

Pogromu nasıl tanımlayabiliriz? En kısa tanımını etnik bir gruba yönelik kolektif şiddet şeklinde yapabiliriz. Kitlenin şiddet uygulayıcısı olarak seferber 

edilmesi pogromun temel özelliği. Bu kolektif şiddetin içinde, yağma olabilir, linç olabilir, hırsızlık, tecavüz ya da cinayet olabilir. 

6-7 Eylül 1955’te olan kolektif şiddeti kesinlikle İstanbul Rumlarını hedef alan bir pogrom olarak adlandırmak gerek. 

Hemen bir parantez açalım, elbette ana hedef Rumlardı ama Ermeniler ve Yahudiler de bu şiddetin hedefi oldular. 

Diplomatların hazırladıkları raporlar bize şu bilgileri veriyor: 

Rumlara ait takriben 2 bin 500 iş yeri ve 670 ev tahrip edildi. Ayrıca Ermenilere ait takriben bin iş yeri, 150 ev saldırıya uğradı. 

“6-7 Eylül sadece yağmalanmış mağazalar olarak hatırlanmamalı” 

İlk önce tahrip edilen mülklerden söz ettik. Hataya düşmemek için kolektif şiddetin hem nedenlerine, hem de sonuçlarına değinmemiz gerekmekte. 

Yoksa 6-7 Eylül’ü herkesin görmüş olduğu İstiklal Caddesi’nde yağmalanmış lüks mağazalara ait fotoğrafla hatırlama yanılgısına düşeriz. 

Oysa cinayetler söz konusudur. Kaynaklarda öldürülenlerin sayısı 13 ila 17 arasında değişiyor. 

200’den fazla Rum kadına tecavüz ediliyor. Resmi açıklamalara göre 30’dan fazla Rum ağır yaralanıyor. Gayri resmi kaynaklara göreyse bu sayı 300 civarında. 

Linç güruhu kimi Rum Erkekleri zorla sünnet ediyor. Zorla sünnet edilenler arasında papazlar da var. 

Söylediğim gibi, yıllarca 6-7 Eylül belleğimizdeki görüntüler hep dükkânlara yönelik saldırıların görüntüleriydi. 

Ama 2015’te Serdar Korucu’nun editörlüğünde hazırlanan Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 isimli kitapla Patrikhane fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un çektiği fotoğrafları gördük. 

Ve anladık ki aslında dükkânlar kolektif şiddete maruz kalan hedeflerden sadece biri. 

Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

Kiliseler, okullar ve mezarlıklar da hedef alınıyor. 73 kilise, 26 okul bu pogromda zarar görüyor. 

Kalumenos’un çektiği fotoğraflar şiddetin boyutunu çok güçlü şekilde yansıtıyor bize: Mezarların bile nasıl kırıldığını, nasıl açıldığını görüyoruz. 

Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

İşte bu kapsamda bir şiddetten bahsettiğimiz için pogrom kelimesini kullanmamız gerek. Bu ölçekte bir şiddet için olaylar kelimesinin hafifletici etkisi yetersiz kalır. 

-Peki, amaç neydi? 

İki amaçtan söz etmek gerek. Birincisi, 1910’lardaki İttihatçı dönemden beri süregelen toplumu ve ekonomiyi Türkleştirme amacı. 

İkinci amaç ise, 1955 bağlamında daha spesifik bir amaç: Dönemin DP hükümeti Londra’da toplanmış olan Kıbrıs Konferansını dağıtmaya yönelik bir hamle  düzenlemek istiyor. 

Bu hamleyi hazırlayan unsurlar arasında Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde sert bir tutum almasını isteyen Britanya diplomasisinin yol göstericiliğinin de payı olması mümkündür. 

Sonuçta Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve Türk istihbarat birimlerince tahrip gücü düşük dinamitler yerleştiriliyor. Ve bu haber İstanbul basınında oldukça  abartılarak, küçük olay büyütülerek veriliyor. 

Atina’daki AA muhabirinin “Bahçede bir iki dinamit lokumu patladı” şeklinde geçtiği haber “Atamızın Evi Bomba İle Hasara Uğradı” şekline dönüşerek manşete taşınıyor. 

Kâğıt kıtlığı olan bir dönemde gazetelerin ikinci baskıyı yapmaları önceden bir tertibat olmaksızın imkânsız gözükmektedir. 

Sonrası da önceden seferber edilmiş güruhun kamyonlarla saldırıların gerçekleşeceği semtlere taşınması, bir örnek sopalarla kolektif şiddetin başlaması. 

Fuat Köprülü: Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır 

-Türkiye toplumu 6-7 Eylül devlet eliyle organize edildiğini nasıl öğrendi? 

1990’ların başında emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun verdiği bir söyleşi kritik. 

Yirmibeşoğlu “özel harp” kökenli bir subay. Söyleşisinde "6-7 Eylül’ün muhteşem bir özel harp örgütlenmesi" olduğunu söyledi. Ve "amacına ulaştığını" da belirtti. 

Aslında özel harp biriminin rolü dışında bir tertip olduğu çoktan beri biliniyordu. DP hükümetinin panikle ortaya attığı “Komünistler yaptı” tezi kimseyi ikna etmemişti. 

Adnan Menderes (ortada) ve Fuat Köprülü (sağda) / Fotoğraf: Twitter 

DP’nin kurucularından Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs’tan hemen sonra verdiği bir söyleşi var. Biliyorsunuz Köprülü, DP kurucularından, ama 1957’de istifa etmişti. 

Fuat Köprülü o söyleşide şöyle diyor: 

Hadiseler Fatin Rüştü Zorlu’nun ilhamı ile Menderes ve Gedik tarafından tertiplenmiştir. Ata’nın Selanik’teki evini Menderes bombalatmıştır. 

Meselenin tahkik edilmesini, mesullerini bir an evvel meydana çıkartılmasını istedikçe Menderes’in işi kapatmaya çalıştığını gördüm. 

Yani bir grup insanın kendi kendilerine Kıbrıs’ı bahane edip Rumlara saldırmış olmadığı hep biliniyordu. 

Tabii bu açıklamaların yapılmış olması 6-7 Eylül’ün bir kolektif şiddet vakası, bir devlet organizasyonu olarak toplumsal bellekte yer ettiği anlamına gelmiyor. 

“Oktay Engin sonradan Nevşehir Valiliğine kadar yükseliyor” 

-Devlet tarafından organize edildiğine yönelik başka hangi bilgiler var elimizde? 

Her şeyden önce Selanik’teki evin bahçesine dinamit lokumlarını koyan kişi hakkında epeyce bilgi var. 

Adı Oktay Engin. 

O dönemde Yunanistan vatandaşı bir Batı Trakya Türkü ve Türk istihbaratına çalışıyor. 

Yunanistan’da hapis cezasına mahkûm ediliyor. Çıkınca Türkiye’ye gelip hukuk eğitimini tamamlıyor. 

Oktay Engin sonraları Türkiye’de Nevşehir valiliğine kadar yükseliyor. 

Başka bir bilgiye ise hasar görmüş ve hasar görmemiş binalara bakarak ulaşıyoruz. 

Kitle kendiliğinden hareket etse ilk tahribat muhtemelen Fener Patrikhanesi ve İstiklâl caddesindeki Yunan konsolosluğunda olurdu. 

Fakat bir organizasyon söz konusu, bu iki kritik yeri jandarma kuvvetleri korumaya alıyor. 

Diğer yerlerde ise polis tedbir almıyor. 

Sonradan kimilerinin “Bugün polis değiliz, Türküz” dediklerini öğreniyoruz. 


Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre’nin raporu 

İlgi duyanlar, bu hafta Agos’ta yer alan rapora bakabilirler. O dönemde raporu AA Muhabiri 

Selçuk Emre, İstanbul Valisi’nin talebi üzerine hazırlıyor. 

Rapor açıkça güvenlik güçlerinin uzun süre saldırılara müdahale etmediğini, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in “göstericilere” yumuşak davranılması talimatını verdiğini aktarıyor. 

Elbette pogrom dediğimiz gibi göstericiler değil saldırganlar demeliyiz. 

Selçuk Emre’nin raporundaki en önemli detay ise İstanbul’da kitle içinde, kitleyi yönlendiren hava değişimli Topçu Kıdemli Yüzbaşı Hamdi Özkanlı isimli bir subay ile birlikte dört sivil daha olduğu. 


Dönemin AA muhabiri Selçuk Emre'nin raporunun ilk sayfası / Agos 

Bu beş kişi tespit ediliyorlar ve tutuklanıyorlar; ama tutuklular formalite icabı bir sorgulamadan geçirildikten sonra aynı gece serbest bırakılıyorlar. 

Selçuk Emre’nin raporuna Atatürk Kitaplığı’nda ulaşan Hüsnü Gürbey ve Mahsuni Gül bu 

bilgiyi “İstanbul Merkez Kumandanlığı” tarafından tutulan tutanağa dayandırıyorlar. 

“Öncelik Tahribat ve vandalizm” 

Bir de konuya dair en önemli çalışmalardan biri olan Dilek Güven’in "6-7 Eylül Olayları" isimli kitabında karşımıza çıkan bir detay var. Bu da hırsızlık konusu. 


Fotoğraf: Patrik Fotoğrafçısı Dimitri Kaloumenos’un Objektifinden 1955 

Güven, 6 Eylül akşamının ilk anlarında saldırgan grupların liderlerinin hırsızlığı engellemeye çalıştıklarını aktarıyor. 

Hatta bazı liderler kimi kavşaklarda yoldan geçenlerin üzerlerini arayarak hırsızlığı önlemeye çalışıyorlar. 

Güven, bunu "organize grupların önceliğinin tahribat ve vandalizm olduğu" şeklinde yorumluyor. 

Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi 

Bunu da saldırgan kitlenin kendiliğinden harekete geçmediği, bir merkezi talimatla hareket ettiği şeklinde değerlendirebiliriz. 

Gecenin ilerleyen saatlerinde ise hırsızlık vakaları çoğalıyor. 

-Bu tarz olayların yıl dönümlerinde genelde yapılanlara baktığımızda; kınama, anma metni yayımlama ve bir/iki tweet atmanın ötesine geçmiyor. Bunun ötesine geçmemiz için ne yapılmalı? Özür ve yüzleşmenin önemi nedir? Bu süreç nasıl yürütülmelidir? 

Geçmişe dair bilginin demokratikleşmesi ve çoğulculaşması çok önemlidir. 

Bir ulusun geçmişinde sorunlu, utanılacak hiçbir şey görmemek, önyargılı bir tutumdur. 

“Biz hep haklıydık” hatasından kurtulmak gerekiyor. 

Maalesef Türkiye’de bu hatanın sıklıkla yapıldığını görüyoruz. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***