Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2018 Cumartesi

MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYEDE EĞİTİM, BÖLÜM 2


MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYEDE EĞİTİM, BÖLÜM 2




1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de İlköğretim

İlköğretim toplumdaki bütün vatandaşların sahip olması gereken asgari ve ortak bilgi, beceri, davranış ve alışkanlıkların kazandırıldığı önemli bir kademedir. İlköğretim, bireyleri karşılaştıkları sorunları çözmede, toplum değerlerine uyum sağlamada ve toplum kurallarını uygulamada temel becerilerle donatmayı hedefler. Bu bağlamda ilköğretim, kararlı bir demokratik toplum yaratmada, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesinde, yaşam boyu sürecek öğrenmenin ve gelişimin temelini oluşturur. Ayrıca ilköğretimin yurttaşlık bilincinin temellerinin atıldığı evre olması hükümetlerin bu kademeye olan ilgisinin artmasına da neden olmuştur (Güven, 2010).
Demokrat Parti iktidarından önceki yıllarda, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün açıklamalarına göre, o tarihlerde ilkokul 1. sınıflarına 247.000 öğrenci gitmekte, bunlardan ancak 75.000’i ilkokulu bitirebilmektedir. 
Bunun nedenleri İnönü’ye göre, ilköğretim davasının öneminin vatandaşa, hatta bazı görevlilere anlatılamaması, kız çocuklarının okula verilmesindeki sorunlar,
köylü çocuklarının iş zamanı gelince okulu bırakmaları, yoksul olanların vaktinden önce okulu terk edip çalışmaya gitmeleri, maddi kaynak yetersizliğidir (Akyüz, 2010).

Demokratik Parti hükümetleri ilköğretimi eğitimin temeli olarak kabul etmektedir. Özellikle parti tüzüğünün 35. maddesinde bu okullarda görev yapacak öğretmenlerin “aynı şuura ve aynı seviyede bilgiye sahip olmaları esasının göz önünde tutulmasını, bunlar arasında farklı zümrelerin teşekkülüne meydan verilmemesi bakımından” tek kaynaktan ve aynı anlayışla yetişmelerini
gerekli görmüşlerdir. Bu anlayışla daha önceki dönemlerde karşımıza çıkan, eğitmenli okul veya üç yıllık okul, beş yıllık okul gibi ilköğretimdeki karışıklığa ve ikiliğe son vermek istemişlerdir (Özkan, 2008).

Ayrıca Demokrat Parti iktidarı devraldığında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, mecliste yaptığı ilk konuşmasında ilköğretime verdiği önemi şu sözlerle açıklamıştır: “İlköğretim maarif sistemimizin temelini teşkil eder. Bu itibarla üzerinde ehemmiyetle durulması lazım gelir. Herkesçe bilindiği gibi, aile ocağından sonra hayat ile temas, aileden sonra ilkokulda başlar. Genç
yavrularımızın her şeyi benimseyen taze zekâlarıyla en iyiyi ve en doğruyu, millî ve insanî bütün manevi kıymetlere istinat eden bir terbiye sistemi içinde, burada bulunmaları iktiza eder.” (Kılıç, 2008). Demokrat Parti tarafından ilköğretime verilen önemin bir diğer kanıtı, iktidarı döneminde toplanan ilk Millî Eğitim Şûrası’nın “ilköğretim” gündemiyle toplanmasıdır.

Demokrat Parti’nin ilköğretim alanında gerçekleştirmiş olduğu önemli değişikliklerden bir tanesi din dersleri konusundadır. Din dersleri önceki yıllarda olduğu gibi yine ihtiyarîdir, fakat program içi dersler haline dönüştürülmüştür: “Çocuklarına din dersi aldırmak istemeyenler bu hususu sene başında yazılı olarak okul idaresine bildireceklerdir. Böyle bir beyanda bulunmayan
kimselerin çocukları için imtihan ve dersler otomatik olarak mecburidir (Akyüz, 2010). Bu durumda, Türkçe derslerinden haftada bir saat Din derslerine ayrılmıştır (Edis, 1954). DP’nin ilköğretimde belirlediği en önemli hedef, ilköğretimi tüm ülkeye özellikle de okulu olmayan köylere götürebilmek, ilköğretimin kalitesini yükseltmek ve yeni bir ilköğretim kanunu hazırlamaktı (Kılıç, 2008). Buna bağlı olarak hazırlanan kanun tasarısında, çeşitli sebeplerle okul açılamayan köyler için yatılı ve gündüzlü bölge okullarının yeniden düzenlenerek devam ettirilmesi kararlaştırıldı.


Tablo 2: Resmi ve Özel Ana Okulları ve Ana Sınıflarında Sayısal 
Gelişmeler 

1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Ortaöğretim

     Cumhuriyet döneminde ortaöğretim kurumları ortaokullar, genel liseler, mesleki liseler olmak üzere üç farklı grupta incelenmektedir.
Demokrat Parti Tüzüğü’nün 36. maddesi Türkiye’de ortaöğretimin ihtiyaç, amaç ve hedeflerini dile getirmiştir. Bu madde de; “Orta tahsil kurullarını, gerek program ve talimatname, gerekse laboratuar ve kütüphane gibi öğretim vasıtaları bakımından, ıslah ve takviyeye muhtaç görmekteyiz. Yüksek öğretime basamak olan liselerin bu maksadı sağlayacak duruma getirilmesi lazımdır.” denilmektedir (Ekinci, 1994). Görüldüğü üzere parti programında, ortaöğretimde program ve işleyiş açısından bir düzenlemenin gerekliliğinin yanı sıra, bu okulların öğretim araçları bakımından donatılarak gerçek anlamda yüksek
öğretime eleman hazırlayan birer kurum hâline getirilmesi istenmektedir.

  Demokrat Parti iktidarıyla birlikte Türk Milli Eğitim Sistemi Amerikan Eğitim Sistemini kendisine model almaya yöneldi.

DP, ortaöğretimin eksikliklerinin giderilmesi, ihtiyaç duyulan alanlarda gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi için 1951–1954 yılları arasında üç Amerikalı uzmanı ülkeye davet etti. Bu Amerikalı uzmanlar ülkede belirli bir süre kalarak ortaöğretim kademesi hakkında incelemeler yaptı ve izlenimlerini birer rapor halinde Milli Eğitim Bakanlığı’na sundu. Bu uzmanlardan Rufi, demokratik eğitimin önemini; Tompkins öğrenci sayısının az kazandırıldığı; Beals ise, rehberlik hizmetlerinin önemini raporlarında vurgulamışlardır (Ergün, 1990).

Güven’e (2010) göre; ortaöğretim kurumları 1950 sonrasında kaynak yetersizliği sebebiyle oldukça zor duruma düşmüşlerdir.

Önceki on yıla nazaran öğrenci sayılarındaki artış %84 iken, yatırımlardaki artış %35 düzeyinde kalmıştır. Bunun sonucunda eğitimsel standartlar düşmüştür. Öğretmenlerin sayısı da yetersiz kalmış, sınıf mevcutları hızla artmıştır. 1950 sonrasında ortaöğretimin düzenlenmesi konusunda dikkati çeken diğer bir öğe, bu kurumlara yüklenen işlevin değişmesidir. 1950’ye kadar ortaöğretim kurumları ve özellikle liseler, aydın ve seçkin kesimi yetiştiren kurumlar olma özelliğini korumuştu. Fakat dış etkiler ve sosyo-ekonomik koşulların değişmesi bu kurumlara bakış açısını etkilemiştir. Bu kurumlar artık seçkin yetiştirmekten çok demokrasi için gerekli olan kitlesel eğitim vermeye yönelik düzenlenmişlerdir
(Güven, 2010).


Tablo 4: Cumhuriyet Döneminde Resmi ve Özel Ortaokullardaki Sayısal Gelişmeler

DP’nin din eğitimi konusundaki görüşü doğrultusunda 1951’de İmam Hatip Okulları açılmıştır. 1956 yılında ise, orta öğretimin tamamına seçmeli din dersi konulmuştur (Özkan, 2008). İmam Hatip Okullarının açılması hem ortaokul, hem de lise düzeyinde olmuştur. Bunların sayıları, imam ve hatip gereksinimine göre başlangıçta sınırlı iken, sonraları gittikçe artmıştır (Binbaşıoğlu, 2009). Akyüz’e (2010) göre, söz konusu uygulamada Demokrat Parti’nin seçim öncesinde, din eğitimine önem verileceği hususunda halka verdiği vaatlerin etkisi vardır.

 Demokrat Parti iktidarında açılan bir diğer okul çeşidi de “Akşam Ortaokulları” oldu. DP, çalışmak zorunda oldukları için eğitimine devam edemeyen vatandaşlar için 1959 yılında bu okulları kurdu. Akşam ortaokullarının öğrenim süresi dört yıldı (Cicioğlu, 1985). Ülkemizde ortaöğretimin kollarından birisi olan mesleki ve teknik eğitimin tarihi ise, 19. yüzyıla kadar dayanmaktadır. 1950 sonrasında ise ortaöğretimin mesleki düzeyde yerel koşullar dikkate alınarak yaygınlaştırılmaya çalışıldığı söylenebilir (Güven, 2010). Dönemin Milli Eğitim Bakanlarından Tevfik İleri konuyla ilgili şunları söylemektedir:

“Her memleketin mahalli sanatlarının program içine ve kurslar halinde okullara sokulmasına çalışıyoruz. Hem mahalli sanatlar için ehil insan yetişmesi, hem de bu okullardan çıkacak insanların iş bulmaları yolunu tuttuk”. Ayrıca Demokrat Parti Programı’nda da “mesleki ve teknik eğitim” ile ilgili şunlar dile getirilmektedir: “Ortaöğretimi memlekete yaymak esasını gözeterek
ilçelerde ortaokul ve meslek okulu bulundurmak gerekliliğine inanıyoruz” (Tunakaya, 1995).

Menderes hükümetlerinin on yıllık hayatında eğitim kültür konusuna toplu bakıldığı zaman en çok önemin mesleki ve teknik  eğitime verildiği görülmektedir. Nitekim 1957 yılında toplanan  VI. Milli Eğitim Şurası yalnız “Mesleki Teknik Öğretim” ve “Halk  Eğitimi”ni konu almıştır  Aslında mesleki eğitimin nasıl planlanacağı konusu ülkemizde  40’lı yıllardan beri önem verilen bir konudur. 
Fakat gösterilen  çabalar uygulamada istenilen sonuçlara ulaşılmaya yetmemiştir. 

Örneğin, 1940–1950 yılları arasında teknik eğitim veren  okullar altı buçuk kat artmış olmasına rağmen klasik ortaokullar  ancak bir kat artmıştır. Kalite kaygısının genellikle klasik  ortaokullar üzerine yoğunlaştığı görülmekle beraber, bu gelişme  okul programlarında da kendisini göstermeye başlamıştır. 

   1956-1957’den itibaren meslek ortaokullarında iş dersleri ağır  basan genel ortaokul niteliği verilmiştir. Böylece bu okullar kalifiye  eleman yetiştirmekten çok mesleğe yöneltme kuruluşu  işlevi görmüştür. Söz konusu değişikliğe gerekçe olarak şunlar  gösterilmiştir (Akyüz, 2010): 

1. Orta sanat okullarına, ilkokulu bitirip 12 yaşında giren  öğrenciler haftada 36–44 saat ders ve atölye çalışmaları  yapmakta, sağlıkları ve fiziksel gelişimleri bundan olumsuz  etkilenmektedir. 
2. Bir çocuk ilkokulu bitirdiği zaman, henüz kendine uygun  bir mesleği isabetle seçecek yaşta ve olgunlukta değildir. 
3. İlkokul aşamasında kazanılan bilgiler ve beceriler bir  meslek ve sanat öğrenimi için yeterli değildir. 
4. Mesleki eğitim pahalı olduğundan, meslek liselerine genel  ortaokullardan öğrenci alınması, bu sistemi daha  ekonomik hale getirebilir. 

    1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Yükseköğretim  Demokrat Parti, başlattığı hızlı kalkınma hamlesinin ihtiyacı olan kalifiye elemanı yetiştirebilmek için yüksek öğretim konusuna  özen göstermiştir. Mevcut okullar geliştirilirken bir yandan da yeni okullar açılmaya çalışılmıştır. Yüksekokullar nitelik  ve nicelik bakımından geliştirilirken, öğretmen yetiştiren okullara ayrı bir önem verilmiştir. Balıkesir, İstanbul ve Gazi Eğitim  Enstitüleri’ne 1958 yılında Bursa, 1959’da da Buca Eğitim Enstitüleri eklenmiştir (Özkan, 2008). 


TABLO 6 

   Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılında ilkokul öğretmenleri Şehir Öğretmen Okulları ile Köy Enstitüleri’nden yetiştirilmekteydi. 
Şehir Öğretmen Okulları’nın programları uzun yıllardan beri ele alınmamış, Köy Enstitüleri programları ise ihtiyaca cevap verir bir hâle getirilememişlerdir. Ayrıca her iki kurumun programlarında esaslı ayrılıkların görülmesi önemli bir 
diğer sorun olarak karşımıza çıkmaktadır (Özkan, 2008). Bunun üzerine hükümet, ilkokullarda tek kaynaktan öğretmen yetiştirmek için bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Bu tasarı ile öğretmen yetiştiren her kurum “Öğretmen Okulu” adını alacaktır. 
17 Nisan 1940 tarihli yasayla kurulmuş olan Köy Enstitüleri üzerinde en çok tartışılan eğitim kurumları arasında yer almaktadır. 

Bu kurumlar zamanla yaygınlaşmış 1948 yılında sayıları 21’i bulmuştur. Akyüz’e göre; Köy Enstitüleri’nin kuruluş amacı, özellikle köylerde yaygın olan bilgisizlikle mücadele etmek, bunu yaparken köylerin sosyal ve ekonomik yapısında öğretmen ve eğitim kanalıyla düzenlemeler, gelişmeler sağlamaktır. Bu okullar ilkokuldan sonra beş yıl eğitim vermektedirler ve programlarında kültür dersleri, ziraat dersleri ve teknik dersler bulunmaktadır. Demokrat Parti iktidarı sırasında 1952–1953 ders yılından itibaren bu okullar bilgi derslerine yöneltilmiş, Şubat 1954’te ise İlk öğretmen Okulları ile birleştirilmişlerdir. 
“Hem öğretmen, hem ziraatçı ve sanatkâr yetiştirmenin mümkün olmayacağı ve öğretmenin çalışmasını bu şekilde bölmenin okulun zararına olduğu” gerekçe olarak gösterilmiştir (Akyüz, 2010). Bu tarihe kadar 17.341 öğretmen ve 1348 sağlık memuru bu okullardan mezun olmuştur (Güven, 2009). 

1982 yılında yapılan düzenlemeye kadar ortaokullardaki öğretmen ihtiyacı üç yıllık eğitim enstitülerinden karşılanmıştır. 
1940’lı yılların sonlarında Gazi Eğitim Enstitüsü’nün kapasitesinin ülkenin ortaokul öğretmeni ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu anlaşılınca, yeni eğitim enstitüleri açılmaya başlamıştır. Bu enstitülerin kurulmasında, ortaokulların hızla şehir ve kasabalara yayılması yönünde halktan gelen istekler önemli rol oynamıştır. 1959–1960 öğretim yılında, Buca’da bir eğitim enstitüsünün açılmasıyla sayıları beşe çıkan bu kurumlar fen ve edebiyat bölümleri altında ortaokul derslerini verecek öğretmenleri yetiştirme görevini üstlenmişlerdir.


TABLO 7 - 8 

   1950–1960 yılları arasında liselere öğretmen yetiştirmede aktif rol oynayan kurum Yüksek Öğretmen Okullarıdır. 50’li yılların ortalarına kadar İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu lise öğretmeni yetiştiren tek kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu alandaki gereksinimin karşılanamaması üzerine Demokrat Parti Hükümeti tarafından 1959 yılında Ankara’da bir yüksek öğretmen okulu daha açılmıştır (Güven, 2010). 

Demokrat Parti’nin Eğitim Kültür Politikasına Yabancı Uzman Raporlarının Etkileri 

   Her ne kadar Osmanlı Devleti zamanında da benzer uygulamalar görülse de, sistemli bir şekilde yabancı uzmanların Türk eğitim sistemi hakkındaki raporlarından istifade etme ve eğitimi buna göre şekillendirme Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri kullanılan bir stratejidir. (Akyüz; 2009) Söz konusu strateji için farklı görüşler öne sürülse de yaygın olanı yabancı uzmanların Türk eğitiminin çağdaşlaşma süreci içindeki etkenlerden biri olduğudur. 1950–1960 döneminde ise, eğitim alanında yenilikler yapılmaya çalışılırken ABD ile yoğun ilişkiler içerisine girilmiştir. Çağrılan yabancı uzmanların hemen hepsi ABD’li eğitimcilerdir. Bu eğitimciler Türkiye’de incelemeler yapmışlar ve sahaları ile ilgili raporlar hazırlamışlardır. Hazırlanan bu raporlara göre ülkemizdeki eğitim sisteminde düzenlemeler yapılmıştır. 

Örneğin 1952–1953 öğretim yılında Öğretmen Okulları ile Köy Enstitüleri’nin öğretim programlarının birleştirilip, değiştirilmesi ve pedagoji derslerinin koyulması gibi uygulamalar Uzman Kate Wolferd’in raporundaki tavsiyelerine dayanmaktadır (Ergün, 1990). 

Şahin (1997), uzman raporlarının etkilerine değindiği çalışmasında Beals’in yaptığı çalışmaların Türk eğitim sistemi içerisinde rehberlik anlayışının yerleşmesinde en önemli faktör olduğunu iddia etmektedir. Uzmanların ileri sürdükleri görüşlerin yerinde uygulanışını görmek için birçok Türk eğitimci ve eğitim yöneticisi de ABD’ye inceleme gezilerine gitmişlerdir. Bu trafik, ülkeye 
yeni kavramlar ve projeler taşımıştır. “Program geliştirme”, “beslenme eğitimi”, “deneme lisesi” ve “fen lisesi” bunlardan bazılarıdır. 


TABLO 9 


SONUÇ

1950–1960 yılları arasında çok partili yaşama geçilmesi, hayatın her alanda olduğu gibi eğitim alanında da önemli değişiklikle yol açmıştır. Köy enstitülerinin kaldırılması ve yeni üniversitelerin açılması gibi önemli reformların, Türk eğitim tarihinin göz ardı edilemeyecek köşe taşlarından birkaçı oldukları ve Menderes Dönemi, toplumun farklı ideolojik görüşlerine sahip kesimlerince, siyah ile beyaz misali yorumlanıp değerlendirilse de, eğitim alanındaki sayısal ifadelere bakıldığında ciddi atılımların yapıldığı şüphesizdir. 

1940’lı yıllarda genel bütçeden Millî Eğitim’e ayrılan pay %6–7 civarında iken, Menderes Hükümeti’nin askeri darbe ile görevden uzaklaştırıldığı 1960 senesinde, bu oran iki kat artarak %13’ün üzerine çıkmıştır. Bu değerler, eğitim faaliyetlerine verilen önemin bu dönemde daha da arttığının bir göstergesidir. 

KAYNAKLAR 

Akyüz, Y. (2010). Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000- M.S. 2010, Ankara: Pegem Akademi. 
Binbaşıoğlu, C. (2009). Başlangıçtan Günümüze Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Anı Yayıncılık. 
Boratav, K. (2003). Türkiye İktisat Tarihi 1908–2002, Ankara: İmge Yayınları. 
Ceylan, S. (2008). Demokrat Parti Döneminde Üniversite Eğitimi (1950–1960), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül 
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. 
Cicioğlu, H. (1985). Türkiye Cumhuriyeti’nde İlk ve Ortaöğretim, Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları. 
Çavdar, T. (1983). Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Yayınları. 
Edis, B. (1954). İlköğretim Düsturu, İstanbul. 
Ekinci, Y. (1994). Hükümet ve Siyasi Parti Programlarında Millî Eğitim (1920–1994), Ankara: Takışık Web Ofset. 
Ergün, M. (1990). Türk Eğitim Sisteminin Batılılaşmasını Belirleyen Dinamikler, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.17, s. 453– 457, Ankara. 
Eroğul, C. (1970). Demokrat Parti İdeolojisi ve Tarihi, Ankara: Sevinç Matbaası. 
Ertan, T. F. (2004). Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara: Siyaset Kitabevi. 
Güler, A. (1991); Cumhuriyet Dönemi Üniversite Reformlarında Üniversitenin Amaç ve Fonksiyonları Üzerine Mukayeseli Bir 
İnceleme, I. Eğitim Kongresi Bildirileri, (25–26–27 Kasım), İzmir. 
Gümüş, M. (2006). 1950–1960 Arası Türk Dış Politikası, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu. 
Güven, İ. (2010). Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Naturel Yayınları. 
Güzel, E. C.(2006). Türkiye’de 1950–1960 Arasında Kültür Politikaları ve Müzelere Etkileri, Yayımlanmamış Yüksek 
Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 
Karahanoğlu, I. (2007). 1950–1970 Yılları Arasında Türk Sinemasının Temel Özelliklerinin Oluşturulmasını Sağlayan Toplumsal, 
Ekonomik, Siyasi, Kültürel Etkenler ve Bunların Türk Sinema Tarihindeki Yeri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Mimar 
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. 
Kılıç, E. (2008). Demokrat Parti Dönemi Milli Eğitim Politikası 
(1950–1960); Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Anadolu 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir. 
Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Komisyon Raporları (1991a). Beşinci Milli Eğitim Şurası 5–14 Şubat 1953, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. 
Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Komisyon Raporları (1991b). 
Altıncı Milli Eğitim Şurası 18–23 Mart 1957, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. 
Milli Eğitim Hareketleri 1923–1966 (2011). Cumhuriyet Döneminde Resmi ve Özel Ortaokullardaki Sayısal Gelişmeler, Devlet 
İstatistik Enstitüsü (www.tuik.gov.tr), Ankara 
Öçal, T. (2005). Türkiye Ekonomisi, Ankara: Savaş Yayınevi. 
Özkan, S. (2008). Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. 
Şahin, H. (2000). Türkiye Ekonomisi, Bursa: Ezgi Kitapevi. 
Şahin, İ. (1997). Demokrat Parti Hükümetleri Dönemindeki Eğitim- 
Kültür Politikaları (1950–1960), Yayımlanmamış Doktora Tezi, 
Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri. 
Türkiye Büyük Millet Meclisi (1951). Zabit ve Tutanak Dergisi, 
Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Yayınları. 
Tokgöz, E. (1999). Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914–1999), Ankara: İmaj Yayıncılık. 
Tuna, Y. (2003). Kalkınma Planlarında Yükseköğretim, Milli Eğitim Dergisi, Güz, S:160, Ankara. 
Tunakaya, T. Z. (1995). Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul: Arda Yayınları. 
Vikipedi Özgür Ansiklopedi (2010). İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye, Erişim: tr.vikipedia.org, 23.03.2010, 12.01. 
Vikipedi Özgür Ansiklopedi (2010b), Erişim: 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Türkiye_Cumhuriyeti_Millî_Eğitim_Bakanları_listesi 
30.03.2010, 13.42. 


***

MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYE DE EĞİTİM, BÖLÜM 1




MENDERES DÖNEMİNDE 1950 - 1960 TÜRKİYE DE EĞİTİM, BÖLÜM 1



DEMOKRAT PARTİ ve HÜKÜMET PROGRAMLARINDA MİLLÎ EĞİTİM 

Tunay Karakök (.) 


ÖZET 

Temel bir insan hakkı olan eğitim, bireylerin diğer insan haklarından yararlanmalarının ve haklarını arayabilmelerinin de ön koşuludur. 
İşte bu gerçek ile birlikte Türkiye Cumhuriyetinin 1950 – 1960 yıllarında Başbakanlığını yapmış olan Türk siyasi ve demokrasi tarihinde 
önemli bir yer tutan Ali Adnan Menderes’in de söylediği “Medeni bir ülkede olanlardan eksik ne varsa hepsini, hepsini sırasıyla yapacağız; 
devası olmayan hastalık yatırımsızlıktır” sözleri ile Türkiye’nin II. Dünya savaşının sıkıntılı ve çaresizlik dolu günlerinin ardından 1950’li 
yıllar ile birlikte eğitim ve öğretim alanında çok büyük ve önemli reformlara imza atılmıştır. Öyle ki Menderesli yıllarda Türkiye’de  mali yapı iyileştirilmeye çalışılırken eğitimin de üzerinde hassasiyetle durulmuş ve Türkiye’de okul öncesi, ilköğretim, orta öğretim ve  yükseköğretim eğitimlerine yönelik olarak her türlü iyileştirmelerin yapılmasına çalışılmış, devamında ise dünya da bu alanlarda yaşanan  gelişmeler takip edilmeye ve ülkede uzmanlarca uygulanmaya çalışılmıştır. 

Menderes Dönemi’nde 1950 – 1960 Türkiyede Eğitim  Tunay Karakök .,

Zonguldak Karaelmas Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, Zonguldak, 
karakokt@karaelmas.edu.tr 


Geliş Tarihi/Received : 17.04.2011 
Kabul Tarihi/Accepted: 19.06.2011 


GİRİŞ 

II. Dünya Savaşı ve 1950–1960 Yılları Arasında Türkiye’de  Siyasi Durum 

     1939–1945 yılları arasında süren II. Dünya Savaşı resmi kayıtlara göre 72.768.000 insanın ölümüyle sonuçlanmış ve 20. yüzyılın genel portresini siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda önemli ölçüde etkileyen hadiselerin başında gelmiştir. 
Türkiye ise II. Dünya Savaşı’na askeri anlamda katılmamış olmasına karşın, bu topyekün savaşın etkilerini derinden yaşamıştır. 
Buna bağlı olarak da etrafını saran kargaşa ortamından kendisini koruyabilmek için çeşitli önlemler almıştır. Türkiye yönetimi, bir yandan başını Almanya’nın çektiği Mihver devletler, diğer yandan da Müttefikler arasında bir denge politikası sürdürerek savaşın dışında kalmaya çabalamıştır. Mihver ve Müttefik politikaları genel anlamda Türkiye’yi Akdeniz’deki güç dengelerinde kendi safına çekmeye yöneliktir (Gümüş, 2006). 

İnsan kaynakları yönünden ağır sonuçları yaşanan bir Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından yeni bir savaşa girmemek konusunda kesin kararlı olan Türkiye, savaş sonuna kadar denge politikasını sürdürebilmiştir. Buna göre 1943’e kadar Almanya’nın istediği krom ve boru temin etmiştir. 1943’ten sonra ise, Balkanlar’daki Alman gerilemesine karşılık Almanya ile anlaşmayı feshetmiş, daha sonra ise Alman-Türk Tarafsızlık Antlaşması’nı da yürürlükten kaldırmıştır (Vikipedi, 2010). 

1940 yılında çıkarılan Milli Koruma Kanunu ile bir savaş ekonomisi uygulanmıştır. Savaşın özellikle ekonomiyi kötü yönde etkilemesi, Büyük kentlerde karaborsacılığın ortaya çıkmasını ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını kolaylaştırdı. Kırsalda, genç nüfusun silah altına alınması küçük ve orta büyüklükteki çiftçinin üretimini düşürdü. Büyük toprak sahipleri, arzı
kendileri kontrol etmeye başladı. Artan talep karşısında arzdaki
daralma enflasyonu ve hayat pahalılığını arttırdı (Güzel, 2006).

Söz konusu tabloya karşı iktidarın önlem olarak düşündüğü çözümlerden
ilki “varlık vergisi” oldu. Keyfi uygulamalara sebep olan bu vergi kent burjuvazisini iktidara cephe almaya itti. Diğer önlem ise “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” idi. Bu kanunla büyük toprak sahiplerinin toprakları bölünerek, küçük çiftçiye destek sağlamak hedefleniyordu. Ancak bu, devletin Türkiye’deki
bütün arazilerin zaten %70’ten fazlasına sahip olduğunu bilen toprak sahiplerini muhalefet saflarına kanalize etti. İsmet İnönü’nün devletçilik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik dar boğaz zaten toplumu da aynı yöne iletmiş durumdaydı (Çavdar, 1983).

II. Dünya Savaşı’yla birlikte Batıda oluşan yeni bir düzen ve özellikle ABD, Fransa, İngiltere gibi demokrasiyi her platformda savunan ülkelerin II. Dünya savaşından galip çıkmaları, Türkiye’nin çok partili demokrasiyi benimseme nedenlerinin başında gelen dış faktörlerden biridir. Türkiye’nin Batıya yönelmesini hızlandıran asıl gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Aynı dönemlerde Birleşmiş Milletler örgütünden Türkiye’de CHP dışında başka partilerin de kurulması gerektiği yönündeki ilk ciddi açıklama gelmiş, bunun üzerine 19 Mayıs 1945’te İsmet İnönü çok partili siyasal hayata geçileceğini halka duyurmuştur. Birkaç ay sonra 18 Temmuz 1945’te “Milli Kalkınma Partisi” kurulmuştur.

   MKP Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili rejimdeki ilk muhalefet partisi olması bakımından önem taşımaktadır. Ancak Nuri Demirağ tarafından kurulan bu parti, on üç yıllık siyasi yaşamında pek bir varlık gösterememiş ve 1958 yılında kendisini feshetmiştir.

   Tüm bu gelişmelerin arkasından Türk siyasi tarihinde demokrasiye geçiş çalışmalarının geriye dönülmez bir noktasını teşkil eden Demokrat Parti, 7 Ocak 1946’da CHP’den ayrılan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Kotaran ve Fuat Köprülü’nün önderliğinde kurularak Türk siyasi hayatındaki yerini almıştır.

  DP’nin kurulmasının hemen ardından Anadolu’nun her tarafından partiye olağanüstü bir ilgi olmuştur. Bu arada Türkiye Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ABD’den ilk yardımlarını da almaya başlamış ve DP’nin ilk yıllarında aldığı bu yardımlar sayesinde ülkede ekonomik olarak bir rahatlama yaşanmıştır
(Karahanoğlu, 2007).

14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimlerde Demokrat Parti’nin %52 oy alarak iktidara gelmesi tarihimizde önemli bir dönüm noktasıdır. 14 Mayıs 1950 seçimi, seçmenin serbest iradesinin sandığa yansıdığı ilk seçim olarak tarihe geçmiştir. Böylelikle, 27 yıl süren tek partili dönem sona ermiştir. 1950’de büyük
bir çoğunlukla iktidara gelen DP, 1954 ve1957 seçimlerinden de birinci parti olarak çıkmıştır. Ancak seçim sistemi yüzünden bu sonuçların parlamentoya yansıması oldukça farklı olmuştur.

Öyle ki DP 408 sandalye ile milletvekilliklerin % 85’ini, CHP ise 69 sandalye ile milletvekilliklerin %15’ini elde etmişlerdir (Ertan, 2006).




    1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Finansal Durum 40’lı yılların sonuna doğru Türkiye’deki halk desteğinin Cumhuriyet Halk Partisi’nden Demokrat Parti’ye kaymasının en önemli nedeni; II. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan kıtlıklar ve ekonomik sıkıntılar olarak kabul edilmektedir (Tokgöz, 1999). 

    Savaştan ağır ekonomik faturalar ile çıkmış Avrupa devletleri finansal kalkınmaya devletin öncülük etmesi gerektiğini kabul etmişlerdir. Ancak Demokrat Parti, bu durumun tersini savunan bir tutum sergilemiştir. Sanayi sektörüne olan yatırımı azaltarak, tarım sektörünü geliştirmeye yönelik uygulamalar gerçekleştirmiş, Türkiye sanayisi ise özel sektöre bırakılmaya çalışılmıştır. 

Bu sebeple kamuya ait sanayi kuruluşlarının özel sektöre satışı ile ilgili kanuni düzenlemeler yapılmıştır. Ancak tarımı desteklemek uğruna Demokrat Parti Hükümeti’nin gerçekleştirdiği bazı faaliyetler (Toprak Mahsulleri Ofisi’nin çok yüksek fiyatlarla buğday alması vs.) hazinenin zarar etmesine ve ülke enflasyonunun artmasına sebep olmuştur. 

II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in ezilmesiyle Batılılarla işbirliği yapan Stalin, önce Doğu Bloku’nu kurduktan sonra etrafındaki ülkeleri tehdit etmeye başlamıştır. Türkiye kuzey komşusundan etkilemesi, gelen bu tehditler karşısında ABD ile askeri yardım ve işbirliği ilişkileri içerisine girmiştir. Bu işbirliğinin en önemli göstergesi Marshall Planı kapsamında alınan yardımdır (Özkan, 2008).

  Marshall Planı II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Türkiye’nin bu yardım kapsamında aldığı para yüz milyon dolar civarındadır. Kazgan’a (2004) göre; Marshall Planı
çerçevesinde yapılan yardımların amacı; ABD’nin kendi parasının ve sermayesinin egemenliğini sağlaması ve Batı devletlerinin SSCB karşısında güçlenmeleriydi. Marshall Yardımı’nın etkileri en çok tarım sektöründe görüldü, Türkiye’deki traktör sayısı 1950 senesinde 16 bin iken, 1955’te 40 bini aşmıştır (Şahin, 2000).

   Türkiye bu tarihten sonra ekonomik kalkınmanın kaynağını dış borç ile karşılama eğilimi göstermiştir (Öçal, 2005). Ancak bu dönemde döviz rezervleri iyi durumda olan ve dış ticaret fazlası veren Türkiye’nin dış yardım almaya başlamasının doğru olmadığını iddia eden bilim adamları da vardır (Boratav, 2003). 1950–1960 yılları arasındaki finansal duruma genel olarak 
bakacak olursak, Türkiye’nin dış ticaret açığı bu yıllardaki ekonomik gidişatı için bir gösterge olabilir. Her ne kadar Marshall Yardımı ile geçici bir rahatlık yaşansa da, 1950’de 22,3 milyon dolar olan dış ticaret açığının 1952’de 193 milyon dolara ulaşması ekonomik yapının kötüye gittiğini ortaya koymaktadır. 

Buna rağmen kişi başına düşen gelir çeşitli faktörlerin etkisiyle %35–40 civarında artmıştır (Şahin, 2000). 

DEMOKRAT PARTİ ve HÜKÜMET PROGRAMLARINDA MİLLÎ EĞİTİM 

Birinci Menderes Hükümeti (22 Mayıs 1950 – 9 Mart 1951) programında, millî ve manevi değerlere bağlılığı olmayan bir cemiyetin kötü akıbete sürüklenecekleri ifade edilerek, böyle bir ülkede ilmin ilerleyemeyeceği de vurgulanmıştır. 
Eğitim konusunun ciddiyetle ele alınacağı ve detaylı bir plana bağlı kalınarak memleketin her köşesinde eğitim olanaklarının yayılacağı programda bahsedilen diğer bir husustur (Ekinci, 1994). 

İkinci Menderes hükümeti (9 Mart 1951 – 17 Mayıs 1954) programında ise, memleket dâhilinde bulunan ilk, orta, yüksek ve teknik öğretim şubelerinin tek bir genel eğitim siyasetine göre idare edileceğinden söz edilmektedir. Birinci 
hükümet programına göre daha kapsamlı biçimde ele alınan eğitim konusuyla ilgili yapılması planlanan bazı değişiklikler ve girişimler şu şekildedir (Ekinci, 1994): 

1. Teknik öğretim okullarında ziraat ve yol kalkınmasının makineleşmesine paralel olarak bölge ihtiyaçlarına lüzumlu 
ustaları yetiştirmek üzere kurslar ve şubeler kurulacaktır. 
2. Köy okulları inşaatında Doğu illeri ile bu iller kadar geri kalmış diğer illerin ihtiyaçları ön planda tutulacak ve 
köylü vatandaşlarımızı mükellefiyete tabi tutan mevzuat kaldırılacaktır. 
3. Doğuda bir üniversitenin temelleri atılacaktır. 

    Üçüncü Menderes hükümeti (17 Mayıs 1954 – 9 Aralık 1955) programında ise, eğitim konusuna her iki programdan da daha yüzeysel bir biçimde değinilmiştir. Hür bir milletin teminatı ve gençliğin manevi değerleri kazanabilmesi için eğitimin taşıdığı önemden söz edilmiştir. Dördüncü Menderes hükümeti (9 Aralık 1955 – 25 Kasım 1957) ve beşinci Menderes hükümeti
(25 Kasım1957 – 27 Mayıs 1960) programlarında daha önceki programlar esas alınarak, ayrıca eğitime yer verilmemiştir.

    Sonuç olarak, oluşturulan hükümet programlarının yanı sıra parti programında da milli eğitim konusuna değinilmektedir.

Demokrat Partinin 1949 yılında gerçekleştirmiş olduğu ikinci büyük kurultayında kabul edilen programında milli eğitim konusu detaylı bir biçimde ele alınmakta dır.    
Öyle ki; DP eğitim sisteminde öğretimin birliği ilkesini benimsemiştir. Mesleki eğitim ve orta öğretimin yurt ihtiyaçlarını karşılayacak bir plan çerçevesinde düzenlenerek gelecek nesillerin yalnızca entelektüel bilgi ile değil, aynı zamanda milli, manevi ve insani değerlerle yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Ayrıca belirtilen  temel ilkeler şunlardır (Ekinci, 1994):

1. Programda ilköğretim Milli Eğitimin temeli olarak kabul edilmekte, öğretmenlerin ise aynı ruha ve bilgiye sahip olmaları esası dikkate alınarak farklı grupların oluşmasına izin verilmeyeceği belirtilmektedir.
2. Ortaöğretim kurumlarının gerek program, yönetmelik gerekse laboratuar, kütüphane gibi öğretim araçları yönünden yeniden düzenlenmesi,
3. Teknik öğretim kurumlarının ülke çapında yaygınlaştırılarak ülkenin ekonomik ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi,
4. Üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerkliğe sahip olması, çeşitli bilim dallarında çalışmak amacıyla üniversite bünyesinde araştırma  enstitüsü kurulması ve özellikle ülkeye yönelik çalışmalara ağırlık verilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

    1950 – 1960 Yılları Arasında Türk Millî Eğitiminin Yönetilmesi Millî eğitim bir memlekette iktidarı elinde bulunduran kadroların en çok önem vermesi gereken konulardan bir tanesi olarak kabul edilmektedir. Devletin genel bütçesinden eğitime ayrılan pay ise, uzun yıllardır tartışılan bir konudur. Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950 yılında devletin genel bütçesi 1 milyar 487 milyon lira iken, eğitime ayrılan pay 176 milyon ile %11,86 orana sahiptir. 27 Mayıs Darbesi ile Demokrat Parti iktidardan indirildiğinde ise, genel bütçe 7 milyar 281 milyon lira iken, eğitime 981 milyon lira ile %13 pay ayrılmıştır (Ekinci, 1994).

    1950 – 1960 yılları arasında kurulan Adnan Menderes yönetimindeki beş hükümet boyunca görev yapan Millî Eğitim Bakanları şunlardır (Tablo 1):




Menderes Hükümetleri boyunca çeşitli dönemlerde dört yılayakın süre Millî Eğitim Bakanlığı görevini üstlenen Ahmet Tevfik İleri’nin, eğitim faaliyetleri bu alanda döneme damgasını vurmuştur. Bu çalışmalardan belli başlıları şunlardır (Vikipedi, 2010b):

1. İlgili kanun maddesini değiştirerek köy okulu binaları ve öğretmen evlerinin genel bütçeden ayrılacak ödeneklerle yaptırılmasını karara bağlayarak köylünün okul yapma sorumluluğunu ortadan kaldırmıştır.
2. İleri, CHP döneminde yapılan Dördüncü Milli Eğitim Şurasında alınmış olan liselerin dört yıla çıkarılması kararını 1952–1953 öğretim yılından itibaren uygulamaya koymuştur. Ancak dört yıllık lise uygulaması 1956 yılına kadar devam etmiş, bu tarihten itibaren lise öğretimi üç yıla indirilmiştir.
3. Ortaokuldan sonra liseye devam edememiş ya da lise sınıflarından belgeli olanların lise öğrenimini tamamlayıp yüksek öğrenime gidebilmelerini sağlamak amacıyla 1959–1960 öğretim yılından itibaren Akşam Liseleri açılmıştır.
4. Doğuda bir üniversitenin kurulması için gerekli altyapıyı birinci bakanlığı döneminde oluşturan İleri, ikinci bakanlığı döneminde 23 Temmuz 1957’de Erzurum’da kurulmasına karar verilen Atatürk Üniversitesinin temelini atmıştır. 
Ayrıca DP’nin fen ve teknik elaman yetiştirmek üzere Ankara’da bir öğretim ve araştırma kurumunun kurulması fikri Ortadoğu Teknik Üniversitesinin doğmasına yol açmış ve İleri 1956’da bakanlığı döneminde ODTÜ’nün temelini atmıştır
5. Mesleki ve Teknik Ortaöğretim alanında ise, tarımda makineleşmenin ortaya çıkardığı teknik eleman ihtiyacını karşılamak ve yurt dışından ithal edilen makinelerin bakım ve onarımını sağlamak amacıyla sanat enstitülerinin
içinde motor bölümlerinin temellerini atmıştır.
6. Özellikle ilköğretimin mevcut sorunlarının tespiti ve bu sorunların çözümü için 5 Şubat 1953’te Beşinci milli eğitim şurasını toplamıştır.

1950 – 1960 Yılları Arasında Gerçekleştirilen Millî Eğitim Şuraları;

1950–1960 yılları arasında birisi Şubat 1953’te; diğeri ise, Mart 1957’de iki Millî Eğitim Şurası gerçekleştirilmiştir. 

Bunlardan ilki, olan ve 5–14 Şubat 1953 tarihleri arasında gerçekleştirilen Beşinci Millî Eğitim Şurası, Tevfik İleri’nin girişimleriyle Gazi Eğitim
Enstitüsü Binası’nda toplanmıştır. Şura gündemi sekiz maddeden oluşmakla birlikte, ağırlıklı olarak ilköğretimin düzenlenmesi ile ilgili tedbirleri içermektedir. Ayrıca gündemin birer maddesi de okul öncesi eğitime ve özel eğitime muhtaç çocuklara ayrılmıştır. Şûra’da alınan belli başlı kararlar ise şunlardır (Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Raporları, 1991a):

1. İlkokul programının amaç ve ilkeleriyle içeriği arasında uyumun sağlanması
2. Toplu öğretim anlayışının ikinci devrede de hâkim olması
3. Aylık ve yıllık saatlerin uygulanmasında esneklik sağlanması
4. Programların yaygınlaştırılmadan önce denenerek geliştirilmesine karar verilmiştir.

    Altıncı Milli Eğitim Şûrası gündemi önceden belirli olarak Milli Eğitim Bakanı Profesör Ahmet Özel başkanlığında 550 üyenin katılımıyla Ankara İsmet Paşa Kız Enstitüsünde 18 Mart 1957 tarihinde toplanmıştır. Altıncı Milli Eğitim Şurası’nda ise, gündem mesleki ve teknik öğretim ile halk eğitimine ayrılmıştır (Maarif Vekâleti Çalışma Esasları Raporları, 1991b). Şûra’da alınan belli başlı kararlar ise şunlardır:

1. İlkokul mezunları için çırak okulları açılması
2. Gündüz tekniker okullarının iki yıl, akşam tekniker okullarının üç yıl öğrenim sürelerinin olması
3. Ticaret liselerinde öğrencilere daha fazla uygulamalı meslek bilgisi verilmesi
4. Yabancı dil saatlerinin arttırılması
5. Kız enstitülerinde, sekreterlik şubelerinin açılması 

    1950 – 1960 Yılları Arasında Türkiye’de Okul Öncesi Eğitim 

    20. yüzyılın başında  kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti kaynaklarının önemli bir bölümünü ilköğretimdeki okullaşmanın gelişimine harcamıştır. Bu nedenle de okul öncesi dönemin eğitimi ailelerin ve yerel yönetimlerin sorumluluğuna bırakılmıştır.

    Okuma çağına girmemiş çocukların eğitim konusu, Cumhuriyet Dönemi’nde ilk kez 1949’da Dördüncü Milli Eğitim Şûrası’nda, “aile eğitimi üzerinde durulması, ailede demokratik eğitimin uygulanması için değişik yöntemlerden faydalanılması gereği” şeklinde belirtilmiştir. Beşinci Milli Eğitim Şûrası’nda okul öncesi eğitim kurumlarının açılmasıyla ilgili hükümlerin yer aldığı görülmektedir. Yer ve vasıta temini şimdilik ferdi teşebbüslere ve mahalli idarelerin yardımına bağlı olmakla beraber, vekâlet bu hususta elinden geleni yapacaktır. 1957 senesinde yapılan Altıncı Milli Eğitim Şurası’nda ise, okul öncesi eğitime ilköğretim bünyesinde isteğe bağlı okullar olarak değinilmiştir (Güven; 2010; Tablo 2).


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

31 Temmuz 2017 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 25


28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 25

4.6.5. 28 Şubat Kararlarının Analizi 

28 Şubat 1997 MGK Kararlarının açıklanması üzerine Refah-Yol Hükümeti bu süreç içerisinde iktidarda kalma mücadelesi gösterirken Genelkurmay Başkanlığı ise, işi artık “Silahsız Kuvvetler Halletsin” şeklinde açıklamalar yaparak Refah-Yol Hükümeti’ni iktidardan uzaklaştırma çabası içerisine girmiştir. Tarihi MGK Toplantısı gündeminde irtica tehdidi ele alınmış ve hedef Başbakan Erbakan olarak gösterilmiştir. 
Bu gündem sonrasında ise artık Başbakan Erbakan ve asker arasında sürecek olan uzun süreli bir tartışma gündeme gelmiş olmakla beraber Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşmesi ve kapatılmasına kadar uzanan geniş bir olgu gerçekleşecek idi. 28 Şubat Kararları, Başbakan Erbakan için sürpriz değildi. Kararlar öncesinde de YAŞ’ta emekliye sevk edilen askerler konusunda da komutanlarla bir çatışma yaşamış Başbakan Erbakan sonrasında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber askeri kanat tarihi MGK Toplantısında Başbakan Erbakan’ı adeta Cumhurbaşkanı Demirel’e şikâyet ediyorlardı (Ilıcak, 2013, s.117). 

28 Şubat MGK Kararı sonrasında ülkede siyasi tansiyon daha da yükselmiştir. 28 Şubat 1997 tarihi MGK Toplantısından sonra Başbakan Erbakan’ın MGK kararına 
tepkisi sert olmuştur. Başbakan Erbakan, “Dinle uğraşan çarpılır, her MGK kararı uygulanmaz, MGK kararları emir değildir” şeklinde açıklamalar yapmış (TBMM, 
2012, s.1047) ve ülkedeki yüksek olan siyasi tansiyon bu açıklama ile beraber daha da yükselmiştir. Başbakanın bu sözleri üzerine, Genelkurmay Başkanlığı tarafından 8 Mart 1997 tarihinde yapılan resmi açıklamada; MGK’ya yapılan eleştirileri sert bir şekilde cevaplandırılmıştır. Basında “İmza Krizi” şeklinde değerlendirilen bu olay sonrasında koalisyon ortağı DYP’li milletvekillerinden bazıları partilerinden istifa etmiş, erken seçim yapılmasını ve hükümetten çekilmeyi önermişlerdir (Birand-Yıldız, 2012, s.217). Başbakan Erbakan, ilerleyen günlerde bu sert üslubunu terk etmiş; MGK’nın 64’üncü Kuruluş Yıldönümü kutlaması için 31 Mayıs 1997 tarihinde MGK Genel Sekreterliği 
hizmet binasında düzenlenen törene katılarak, askerlere ılımlı mesajlar vermiştir. 

Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ise 28 Mart 1997 tarihinde Genelkurmay Başkanlığını ziyaret ederek, TSK’ya irtica tehdidi hakkında yapılan görüşmelerde güven telkin eden görüşler bildirmiştir. Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, ziyaret sonrası yaptığı basın açıklamasında; 

“8 yıllık eğitimle ilgili çalışmalar hassasiyetle sürmektedir. Kimileri MGK Kararlarını İmam Hatip Okullarının, Kuran Kurslarının ve camilerin kapatılması gibi yorumlamaktadır. MGK Kararlarının niteliği böyle değildir. MGK Anayasal bir kurumdur. Hükümetimiz de gereğini yapmakta kararlıdır” demiştir. 

TBMM içerisinde bulunan muhalefet partilerinden CHP ve DSP ise hükümeti istifaya davet etmiş; CHP lideri Deniz Baykal, “Hükümetin istifa etmemesi halinde ülkede çatışma çıkacağını” öne sürmüş ve DSP Lideri Bülent Ecevit ise “Hiçbir devletin ordusu, kendine ve devlete karşı silahlı ayaklanma kışkırtıcılığı karşısında sessiz, tepkisiz kalamaz” demiştir (Komisyon, 2012, s.170-171). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı sonrasında siyasi tepkiler genel olarak yukarıda ki gibi gerçekleşmiş olmakla beraber özellikle sivil toplum kuruluşlarından da çeşitli tepkiler gelmiştir. MGK kararları toplumun bir kesimi tarafından memnuniyetle karşılanırken, diğer bir kesimi ise kararlara karşı büyük tepki göstermiştir. 

İş dünyasında, DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak; “Ya asker gelecek, ya irtica. Ne 12 Mart’ta, ne 12 Eylül’de bu kadar açık görünmüyordu. Daha ne duruyorlar… 
Bakın haftalardır hemen her gün asker medyada yer alıyor. 12 Eylül öncesinde bu kadar ses vermiyorlardı” demiştir. Sivil toplum örgütleri muhalefet partilerinden CHP ve DSP Milletvekillerinde desteğini alarak Refah-Yol Hükümeti’ne karşı muhalefet girişimlerine başlamışlardı. Cumhuriyet tarihinde ilk defa çıkar birliği yerine siyasi birlik için bir araya gelen TÜRK-İŞ, DİSK ve TESK 28 Şubat sürecinde yaşanan olayları kendi platformlarında gündeme getiriyor ve Refah-Yol Hükümeti’ni protesto ediyorlardı. Sivil toplum örgütlerinin bu faaliyetlerinin yanında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile de görüşerek, içinde bulunulan siyasi atmosfer hakkında duygu ve düşüncelerini anlatıyorlardı. Bunun yanında mecliste bulunan milletvekillerine mektuplar yazarak Anayasa’ya, laikliğe, demokrasiye ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine olan bağlılıklarını ve yeminlerine sadık kalınmasını istiyorlardı. Bu gelişmelerin yanında özellikle Anadolu’nun çeşitli illerinde, özellikle Pazar günleri, İmam Hatipliler ve başörtülü kızlar tarafından 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararları aleyhinde gösteriler düzenleniyordu (TBMM, 2012, s.1048). 

28 Şubat 1997 MGK Toplantısı sonrası ülkenin girmiş olduğu süreç, sıkıntılı bir sürecin başlangıcı olmakla beraber uzun sürecek siyasi ve sosyal tartışmaları da 
beraberinde getirecektir. Bu tarihten sonra MGK'dan geçirilen kararların uygulanmaması olasılığı, siyaset yaşamında kriz yaratacak mahiyettedir. Kabinenin RP kanadının MGK kararlarını imzalamayı reddetmesi, ardından kamuoyunda tartışmaya açması tedirginliğe yol açmıştır. 28 Şubat sonrası, aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin de tepkilerini göstermeye başladıkları bir dönemdir. Odalar Birliği, DİSK, TÜRK-İŞ, TESK ve TİSK arasında hükümete karşı bir oluşum olarak bir dönüm noktasını ifade etmektedir (Özgan, 2008, s.85). 28 Şubat 1997 döneminde, İstanbul ve Ankara kulislerine yayılan hava, Refah-Yol Hükümeti’nin gitmesi yönündedir (Opçin, 2004, s.39). Bir başka ifade ile 28 Şubat 1997 MGK’sı; hükümetin gitmesini hedefleyen bir muhtıra şeklinde yorumlanmıştır. 

28 Şubat Kararlarının analizini iyi yapabilmek için, MGK Toplantısında anılan kararların ve kararlara ilişkin bildirinin gözden geçirilmesi ve tahlil edilmesi elbette yerinde olacaktır. MGK’nın 28 Şubat 1997 Toplantısı sonucunda alınan kararların kamuoyuyla paylaşıldığı bildiri, Cumhuriyet tarihinin son Askeri müdahalesi olarak anılmış ve 28 Şubat sürecini başlatan belge olarak önem kazanmaktadır. Tarihi bildirinin yayınlanmasından önce, MGK’nın olağan toplantısıyla ilgili basın yoluyla oluşan gündem, bildirinin sunulmasından sonra da beklendiği gibi ülkeyi oldukça uzun bir süre meşgul etmiştir (Komisyon, 2012, s.313). 28 Şubat süreci “post-modern darbe” olma özelliğiyle şüphesiz önceki darbelerden birçok yönden farklıydı ve bu nedenle 28 Şubat sürecinin anlaşılması daha zor olmuş ve uzun zaman almıştır. Türkiye’de daha önce üç siyasi darbe yapılmıştı ve darbe sonucunda mevcut hükümetler gönderilmiş, yerini askeri cunta yönetimleri almış, partiler kapatılmış ve sorumlu görülen siyasiler cezalandırılmıştır. Bu ceza siyasi yasaklı olmaktan asılmaya kadar gitmiştir ve her seferinde hükümet tekrar sivil yönetime devredilse de devleti koruma amaçlı yaptırımlar ve yasalar artmıştır. Darbe sonralarında kurulan askeri hükümetler ülkeyi uzun yıllar geri götürmüş olmakla beraber ülkede istikrarsızlık ise darbe sonrasında da devam etmiştir. Darbe öncesinde toplum ve siyasi yaşamda bulunan özgürlükler darbe sonrası ile uzun süreli olarak askıya alınmıştır. Batılı demokrasilerde düşünülemez olan darbeler Türkiye’nin eğitimli kesimlerinden destek almış olmakla beraber; basın ise çoğu zaman askerlere övgüler yağdırmıştı. Demokrasiye yapılan bir darbenin meşrulaştırılması ve yoğun destek almasını anlamak için şüphesiz Cumhuriyet tarihine bakmak gerekir, zira kuruluşundan itibaren bazı kırmızı çizgiler konmuş ve bu çizgiler 
iktidara sahip elit kesimden tarafından daima korunmuştur. Yaşanan askeri darbelere baktığımızda ise elit kesimin başını ordunun çektiği görülmektedir; ancak bürokrasi, akademik camia ve daha sonra bazı sivil toplum kuruluşları da buna dâhil olmuştur ve destek vermişlerdir (Akın, 2011, s.47). 

28 Şubat süreci içerisinde hazırlanan bildiri metni ve açıklanan 18 maddelik tedbirlerin esas itibariyle askerler tarafından öncesinde hazırlanmış olduğu ve 
toplantıdan önce hazırlanmış bu metne toplantı esnasında birkaç küçük revizyondan sonra son şeklinin verildiği bilinmektedir. Zaten 28 Şubat 1997 tarihli MGK Toplantısı gündeminin, Anayasa’nın emrettiği gibi Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından değil, günler önceden askerlerce hazırlanmış olduğunu medyaya yansıyan bilgilerle gösterilmiştir. Özellikle bildiride dikkat çeken bir husus anayasal açıdan kurulun üyesi olmayan MGK Genel Sekreteri’nin toplantıya katılmış olduğunun resmi bildiride özellikle belirtilmiş olması (Gürses, 2009, s.173) 28 Şubat süreci ve bu süreçte askerin rolünün ne kadar önemli olduğunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. 

Bu dönem içerisinde özellikle Refah-Yol Hükümeti’ne adeta dayatırcasına verilen 18 maddelik bu kararlarda yer alan baskın dilin, demokratik seçimle gelen bir 
hükümete karşı kullanılması Türkiye’de çok büyük bir tepkiyle karşılanmamıştır. Bu tepkinin zayıf kalmasında, kararların ve taleplerin medya organları tarafından halka yansıtılmasında ki üslup da etkili olmuştur. Murat Yetkin’e göre; “O günkü konjonktür de askeri darbe ihtimali de düşünülmüştür”. Yetkin’in ifadesine göre; “MGK’da kararlar iletildikten sonraki hedef olan Başbakan Erbakan’ın anayasal zeminden çıkmadan hükümetten düşürülmesi amacına ulaşmak için, her aşamasında Cumhurbaşkanı Demirel’in kontrolünde olan, eşi benzeri görülme miş, kitle örgütleri, yargı ve medya boyutunun olduğu bir operasyon yürütülmüştür” 

Genel hatlarıyla bakıldığında tarihi MGK bildirisi, Türkiye Cumhuriyeti’nde görülen askeri müdahaleleri başlatan bildirilere oranla daha yumuşak bir dille yazılmış ve ifade yönünden baskın ve daha özenli seçilmiş bir dil kullanılmış bir bildiridir. Yayınlanan bildirinin en önemli özelliklerinden biri de, toplantıda alınan 18 maddelik kararlardan 10’uncu maddenin Uluslararası ilişkilerde ortaya çıkarabileceği problemler dolayısıyla tam metninin yayınlanmamış olması, zaten bildirinin tamamı yerine toplantı görüşmesinin kısa bir özeti, basın yoluyla kamuoyuyla paylaşılmıştır (Komisyon, 2012, 313). 

Bu durum karşında özellikle 28 Şubat öncesinde yapılan açık müdahalelerin yerine, askeri müdahalelerin artık bundan sonra sessiz ve daha temkinli olacağının ve siyaset yaşamının hemen hemen her alanında etkili olunacağının sinyalini vermesi açısından oldukça önemlidir. Yukarıda bildirinin 10’uncu maddesi hakkında bilgi verilmekle beraber özellikle asker ülkenin uluslararası ilişkilerini düşünülüp maddenin kısa bir özetini vermiş olsa da aslında askerin uluslararası ilişkilerde kendini daha ön plana çıkarmayı açıkça hedeflediği ve kendini baş aktör olarak gördüğünün bir işaretidir yani kendini ülkenin iç ve dış siyasetinde de etkin ve muktedir güç olarak gördüğünün bir kanıtıdır. 

28 Şubat MGK Toplantısı sonucunda basınla paylaşılan bildiri dışında hükümete yönelik 18 maddelik uyarı ve yapılması gerekenler listesi, toplantı gündeminin asıl kısmını oluşturması açısından oldukça önemlidir. Basınla paylaşılan bildiriye bakıldığında “Çağdaş Medeniyet Yolu”, “Bölücü Terör”, “Devletin Bölünmez 
Bütünlüğü”, “Tedbir”, “Huzur ve Güvenlik”, “Hukuk Devleti”, “İstenmeyen Davranışların Yol Açacağı Yaptırım” kavramlarının sıkça kullanıldığı, üzerine vurgu yapıldığı ve tekrarlandığı görülmektedir. Bu kavramların yükleneceği asıl anlam kendini; kamuoyunun başlangıçta bilmediği 18 maddelik listede göstermektedir. Giriş bölümü olarak nitelendirilebilecek olan basın bildirisi; oldukça vakur bir dille yazılmış ve hatta askeri bir müdahale için gayet demokratik ve kibar sayılacak bir dilde ifadelerden oluşmuştur. Aslında toplantıda alınan kararlar, çok örtülü bir şekilde paylaşılmış olmasına rağmen, MGK’nin çok paylaşımcı bir hava içinde basına özel bir bildiri hazırlamış ve göndermiş olması da askerin yeni manevralarından biridir. Böylece; ulaştırılmak istenen mesaj kısıtlı bir alanda amaçlanan yere ulaşmış olmakla birlikte, basınla iyi ilişkiler kurulduğuna yönelik kanaat de güçlenmiş olacaktır. Devamında halkın endişelerinin giderilmesi ya da askerin müdahil tavrının aklanması işlevini medya zaten kendiliğinden üstlenecektir (Komisyon, 2012, s.313). Başarılı bir şekilde uygulanan bu yöntem sonrasında Türkiye’de tarihin akışını ve seyrini değiştiren 
köklü değişimler de beraberinde gelmiştir. Türk demokrasisinde derin yaralar açan askeri müdahaleler sonrasında ülkeyi on yıllarca gerilere götürmekle beraber istikrarsızlığı da beraberinde getirmiştir. Özellikle 28 Şubat sonrasında, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal zemininde sonuçları uzun sürecek ve tartışılacak kalıcı problemler ortaya çıkmıştır. 

28 Şubat 1997 MGK kararlarının özünü oluşturan 18 maddede sıkça “Cumhuriyetin temel nitelikleri” vurgusu yapılmış olmakla beraber; birkaç kez “Laiklik ilkesinin korunması” konusunda özel bir hassasiyet olduğu dile getirilmiştir. Ayrıca, İslami hareketlerin özellikle irtica tehdidi ve şeriat akımlarının toplumda ciddi boyutlarda yayıldığı ve denetlenmediği; “Millet” yerine “Ümmet” kavramının oturtulmaya çalışıldığı ve “Mezhep” ayrılıklarının körüklendiği ne dikkat çekilmiştir (TBMM, 2012, s.1185). 

Yayımlanan bildirinin genel havasını, söylem tarzını, üslubunu belirleyen temel kavramlarsa demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ve tedbir kavramlarıdır. Bu iki kavram üzerinden bakıldığında mesaj gayet açıktır: “Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti tehlike altındadır.” Öyleyse yapılması gereken şey “tedbir” almaktır. Bu tedbiri almak da bu toplantı vesilesiyle MGK ve ilgili birimlere düşmektedir. Buraya kadarki değerlendirmeleri kısa bir şekilde özetlemek gerekirse; toplumsal huzursuzluk, İslami örgütlenme ve irticai kadrolaşma askeri oldukça rahatsız etmekte ve kendini Cumhuriyetin temel değerlerini korumakla görevli gördüğünden bir müdahale yolu aramakta; buna karşın Cumhuriyet tarihi boyunca daha önce yaşanmış üç askeri darbenin yarattığı kötü imaj da daha fazla pekiştirilmek istenmemektedir. Belki de bu yüzden bildiride hukuk devleti vurgusu dikkatle ve diğer kavramlara oranla daha baskın bir şekilde dile getirilmiştir. Bildirinin belirli bir yöntem örgüsüyle hazırlandığını varsayarsak; ortaya koyulan bildirinin amacı, hukuk devletinin devamlılığı için uygun ortamın sağlanmasıdır. Bu vurgunun askerin imajına yönelik bir çekinceyle yapıldığı, 
amacın aslında bir müdahale değil, hukuk devleti ilkesinin ön plana çıkarılmaya çalışılıyor olduğu düşünülebilir olmakla birlikte; bildiride kullanılan, basında da önemli yer teşkil etmiş olan bir başka ifade, bu varsayımla çelişen bir durum yaratmaktadır. Basın bildirisinin 4. maddesinin son paragrafı ve kapanıştan önceki son cümlesinde geçen “açıklanan esaslar aksine davranışların toplumda huzur ve güveni bozarak yeni gerginlik ve yaptırımlara neden olacağı” cümlesindeki yaptırım sözcüğü, hukuk devletine yapılan vurgunun ve bu vesileyle verilen önemin samimiyeti konusunda MGK'yi sorgulanır bir duruma düşürmüştür. Zaten basında yer alan haberlerde bu bildirinin darbeye yönelik bir ihtar olduğuna dair söylemler de, kaynağını çoğunlukla yaptırım kelimesinden almaktadır (Öcal, 2009, s.24-25). 

28 Şubat MGK bildirisiyle ilgili değinilmesi gereken önemli noktalardan biri ise Avrupa Birliği’ne girme konusundaki kararlılığa değinilmiş olunmasıdır. Bu önemli konu aslında MGK'nın bazı kavram ve söylemleri sarf ederken gösterdiği çekincenin nereye dayandığını açıkça ortaya koymaktadır (Öcal, 2009, s.25). Demokratik sistemlerde ülkelerin hak ve menfaatlerini koruyacak dış politika tedbirlerinin takdiri tamamen halkın demokratik temsilcileri olan TBMM ve Hükümete aittir (TBMM, 2012, s.1186). Bildiri, 28 Şubat 1997 tarihli toplantıya yansıyan iradenin sistemin gerçek patronu olduğunu ve bu iradenin bir bakıma anayasal-kurucu iradeyi yansıttığını alenen ilan etmektedir. Söz konusu bildiri, adeta anayasal düzenin dışında olduğumuzun kanıtı gibidir. Bunun en belirgin göstergesi ise, bildirinin birçok yerinde çeşitli konularda gerekli tedbirlerin Kurulca “uygun bulunduğu” belirtilmek suretiyle, hükümete herhangi bir takdir yetkisinin bırakılmadığının ima edilmiş olmasıdır (Gürses, 2012, s.85) Tavsiye niteliğinde olması gereken MGK Kararları, bildiride ilk defa yaptırım kelimesinin geçmesi de bildirinin arkasındaki iradenin niyetini açıkça gözler önüne 
sermektedir. 

Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Erdoğan'ın “28 Şubat Süreci” adlı kitabında, tarihi MGK bildirisinin analizini yapmış ve bildirinin arkasındaki iradeye hâkim olan kaygının anayasallık ve demokrasi ile ilgili olmadığını ortaya koyan birçok ifade ve ibareye rastlandığını (Komisyon, 2012, s.315) aşağıdaki şekilde ifade etmiştir: 

“Birincisi, bildirinin müelliflerinin temel kaygısı Atatürk Milliyetçiliği, Atatürk İlke ve İnkılapları, çağdaş medeniyet, rejim aleyhtarı, çağdışı uygulamalar, devleti 
güçsüzleştirmeye yeltenmek gibi ibarelerde yansıyan devletçi-ideolojik bir kaygıdır. Gerçi metinde demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları terimlerine de rastlanmakla beraber, bunların bildirinin genel felsefesiyle pek uyumlu olmadıkları ve onun için birer yama gibi durdukları söylenebilir. İkincisi, laikliğin sadece rejimin değil, aynı zamanda demokrasinin ‘de güvencesi olduğunu ve bazı ilkelerin Anayasamızın ve Devletimizin teminatı altında olduğunu belirten ifadelerden, rejim ve devletin anayasallık ve demokrasiden ayrı ve öncelikli birer değer olarak görüldükleri anlaşılmaktadır. Üçüncüsü, çağdışılıktan ve çağdaş medeniyet ’ten ayrılma yönündeki eğilimleri yeren ibarelerle birlikte düşünüldüğünde, laikliğin bir yaşam tarzı olduğunun vurgulanması, devletin asıl kaygısının insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi olmayıp, belli bir dünya görüşü ve toplum projesini hâkim kılmak olduğunu göstermektedir. Dördüncüsü, bildirinin müelliflerine göre, herhangi bir çağdaş demokraside olduğu gibi rejim ’in tartışılması Türkiye'ye yarardan çok zarar vermektedir. Demek ki, MGK'nın temel güdüsü, insan haklarının özünü oluşturan düşünce ve ifade özgürlüğünü muzır addeden cari rejimin son derece kısıtlayıcı çevresini bile yeterli görmeyen bir ruh halinden doğmaktadır. Gerçi bu, demokrat yurttaşlar için yeni bir bilgi olmamakla beraber, 28 Şubat muhtırasının gerçek motivasyonları konusunda yararlı bir ipucu teşkil etmesi bakımından yararlıdır” şeklinde ifade etmiştir (Erdoğan, 1999, s.23-24). 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

26 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 24

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 24

4.6.4. Tarihi 28 Şubat Kararları 

 Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasının ardından Hükümet ve Genelkurmay Başkanlığı arasında ki siyasi tansiyon her geçen gün artarak devam etmekteydi. 
Yaşanan bu gerginlik ve huzursuzluk atmosferi, 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan MGK toplantısında zirveye çıktı. Tarihi MGK ile Başbakan Necmettin Erbakan'ın 
Başbakanlığındaki 54. Hükümet arasında yapılan toplantının sonrasında alınan kararlar Türk siyaset tarihine "28 Şubat Kararları" olarak geçmiştir. Radikal dinci faaliyetlere ve irtica tehdidine ilişkin MİT raporunun ele alındığı toplantıdan sonra alınan kararlar için bir çeşit "Sivil Muhtıra" yorumu yapılmıştır. 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında “İrticayla Mücadele” konusu gündeme alınmış ve uzun süre tartışılmıştır. MGK sonrasında alınan 18 tedbirden oluşan 406 sayılı Karar’ın alınması öncesinde ve sonrasında gelişen (TBMM, 2012, s.927) olaylar uzun süreli bir olgunun ürünü olarak hala bugünde tartışılmaktadır. 28 Şubat 1997’de toplanan MGK, Refah-Yol Hükümeti’ne 18 maddelik bir muhtıra vermiş olmakla beraber MGK irticayı düzene karşı en önemli tehdit olarak değerlen dirmiş, bir dizi önlem alınmasını istemiştir (Özgan, 2008, s.76). 

“MGK’nın 28 Şubat 1997 Tarih ve 406 Sayılı Kararına Ek-A (Rejim Aleyhtarı İrticai Faaliyetlere Karşı Alınması Gereken Tedbirler) 

1. Anayasamızda Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasanın 4'üncü maddesi ile teminat altına alınan “Laiklik ilkesi” büyük bir 
titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiçbir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulamada yetersiz 
görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır. 
2. Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhidi Tedrisat Kanunu gereği MEB’e devri 
sağlanmalıdır. 
3. Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, Vatan ve Millet sevgisi, Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı 
doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından; 
a. 8 Yıllık Kesintisiz Eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı. 
b. Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği kuran kurslarının MEB sorumluluğu ve kontrolünde faaliyet 
göstermeleri için gerekli idari ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 
4. Cumhuriyet rejimine ve Atatürk İlke ve İnkılaplarına sadık aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü, Milli Eğitim kuruluşlarımız, Tevhidi Tedrisat Kanununun 
özüne uygun ihtiyaç düzeyinde tutulmalıdır. 
5. Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tesislere 
ihtiyaç varsa, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı'nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir. 

6. Mevcudiyetleri 677 Sayılı yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm unsurların faaliyetlerine son verilmeli, toplumun demokratik, 
siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir. 
7. İrticai faaliyetleri nedeniyle YAŞ Kararları ile TSK’dan ilişkileri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan 
bazı medya gruplarının silahlı kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol altına alınmalıdır. 
8. İrticai faaliyetleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve 
kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuruna imkân verilmemelidir. 
9. TSK aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer 
eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır. 
10. Ülkemizi çağdışı bir rejimden ve din istismarının sebep olabileceği muhtemel bir çatışmadan korumak için, İran İslam Cumhuriyeti’nin ülkemizdeki rejim 
aleyhtarı faaliyet, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, bu maksatla İran’a karşı komşuluk münasebetlerimizi ve ekonomik ilişkilerimizi bozmayacak, fakat 
yıkıcı ve zararlı faaliyetlerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır. 
11. Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla milletimizin düşmanca 
kamplara ayrılmasına yol açacak çok tehlikeli faaliyetler yasal ve idari yollarla mutlaka önlenmelidir. 
12. T.C. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasasına ve bilhassa Belediyeler yasasına aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında 
gerekli yasal ve idari işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalı ve bu tür olayların tekrarlanmaması için her kademede kesin önlemler alınmalıdır. 
13. Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye'yi çağ dışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve 
Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. 
14. Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda 
kısıtlamalar getirilmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir. 
15. Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışında kurban derisi toplattırılmamalıdır. 
16. Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve bu tür yasa dışı uygulamaların ulaşabileceği vahim boyutlar dikkate alınarak, yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır. 
17. Ülke sorunlarının çözümünü "Millet Kavramı Yerine Ümmet Kavramı" bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda 
yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve idari yollardan önlenmelidir. 
18. Büyük Kurtarıcı Atatürk'e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat 
verilmemelidir.” 

406 sayılı Karar’ın eki olan bu yazı, toplantının ertesi günü basın-yayın organlarında da yayımlanmıştır (TBMM, 2012, s.1042-1044). 

MGK toplantısından çıkan maddeler Refah-Yol Hükümeti üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştı. Bu kati ve uygulanması zorunlu maddeler bir nevi Refah-Yol 
hükümeti için sonun başlangıcıydı. Nitekim bu toplantıdan sonra çıkan kararların iyi bir şekilde uygulanmaması, Refah-Yol Hükümeti etrafındaki çemberin daha da daralmasına neden olacaktı (Özer, 2011, s.84). 

Başbakan Erbakan, 1 Mart 1997 tarihinde partisini İl Başkanları toplantısında 8,5-9 saat süren tarihi MGK Toplantısını değerlendirdi. Başbakan Erbakan, 
değerlendirmesinde: 

“Dün, anayasal kuruluşundan bu yana MGK ilk kez 9 saatlik bir çalışma yapmıştır. Bu bir rekordur. Dünkü çalışmamızdan memnuniyetimizi ifade etmek 
istiyorum. Bütün meselelerde görüş birliğinde olduğumuzu gördük. Böylece bir kısım medya balonlarının da nasıl söndüğünü gördük. Son günlerde suni olarak gündeme getirilmiş olan bölücü faaliyetler de, MGK’da enine boyuna görüşülmüştür. Yazılmış olan bildirilerdeki açıklamalar çok dikkat çekicidir. Önce bir defa güvenlik, huzur ve toplumsal barış her şeyden önemlidir. Bundan dolayıdır ki, Cumhuriyet aleyhtarı yıkıcı ve bölücü gruplar, ülkeyi laik ve anti laik ayrımlarıyla demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye matuf son günlerde yapılmış olan faaliyetlerin hepsinin yersiz olduğuna, bu suni faaliyetlerle ülkemize hizmet edilmediğini, bu huzursuzluğu meydana getiren ayrımcı, bölücü faaliyetlere derhal son verilmesi lazım geldiği üzerinde durulmuştur ve bilhassa şu bulunmuş olduğumuz Türkiye’de ki demokrasiye 
gölge düşürecek beyanlar, izanlar ve görüntüler verilmesinin fevkalade yanlış olduğu konusunda kurul üyeleri tam bir görüş birliği içindedir” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. 

MGK’nın temel gündemi ve alınan kararların birçoğu irtica tehdidi ve şeriat ile ilgiliyken Başbakan Erbakan konuşmasında, MGK Kararlarının değerlendirmesinde daha çok terör olayları üzerinde durmuş ve toplantının bu konu üzerinde yoğunlaştığı gibi bir imaj oluşturmuştur. Tabi kapalı kapılar ardında kendi partisinin üyelerini uyarmayı unutmamıştır. Onlara “Olanı biteni biliyorsunuz, artık bir şey söylememe gerek yok. Yaptığınız çalışmalarınızda lütfen daha dikkatli olun. Giyiminize kuşamınıza dikkat edin. Her doğru her yerde söylenmez. İçinizde bir şey varsa tek başınıza ıssız bir yere, ormana gidin ve ağaçlara bağırın” ikazında bulunmuştur (Aksoy, 2000, s.206-207). 

Bütün bu yaşanan gelişmeler siyasetteki tansiyonu daha da yükseltmekle beraber Hükümet ve TSK arasındaki gerilim iyice artmış ve post-modern darbe söylemleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Yaşanan bütün bu gelişmeler ile beraber, bu olayda TSK mektup ve silah kullanmamıştı onun yerine basını kullanmıştı. Bu yaşananlar askeri müdahalenin yeni bir şekliydi (Bayramoğlu, 2001, s.114). Tabi askerler ve askeriyeye yakın kesimler bunun kesinlikle bir post-modern darbe olmadığını öne sürüyorlardı örneğin Hulki Cevizoğlu’nun; Org. Salim Derviş ile yaptığı konuşmada, Org. Salim Derviş; “Bu hareketin yasal bir formla gerçekleştiğini ve bunun kesinlikle post-modern bir darbe olmadığını belirtmektedir. Ama kim nasıl nitelendirirse nitelendirsin artık ok yaydan çıkmıştı, geri dönüş yoktu, silahlar çekilmişti” şeklinde ifade etmiştir (Özer, 
2011, s.86). 

Tarihi 28 Şubat 1997 MGK Toplantısından 2 hafta sonra Bakanlar Kurulu toplandı. Başbakan Erbakan ve Tansu Çiller yaklaşık 45 dakikalık bir toplantının 
ardından Başbakan Erbakan, bakanlarına almış olduğu kararları açıkladı: 

“İki Genel Başkan olarak mutabakata vardık, Milli Güvenlik Kurulu’nun basın açıklaması ve kararları üyelere okunacak ayrıca müzakere yapılmayacak” sonrasında ise toplantı şöyle devam etti; Devlet Bakanı Lütfü Esengül MGK Toplantısında alınan 18 maddelik kararları tek tek anlattıktan sonra sözü Tansu Çiller aldı: 

“Biraz önce okunan MGK, Anayasal bir kuruluştur. Onun için MGK’da alınan kararların gereğinin yapılması şarttır. İlgili bakanlıklar MGK kararlarını uygulama 
konusunda gerekli hassasiyeti gösterecektir. Buna inanıyorum. Alınacak tedbirler kısa, orta ve uzun vadeli olarak düşünülmektedir. Kısa vadeli olanlar yasal düzenleme gerektirmeyen, hemen uygulamaya geçirilecek kararlardır. Orta ve uzun vadeli olanlar yasal düzenleme ve ek kaynak gerektirdiği için gerekli çalışmalar yapıldıktan sonra Bakanlar Kurulu’nda yeniden ele alınacaktır. Bu çalışmaların ciddiyetle yürütülmesi ve kamuoyuna bu meselelerin üzerine ciddiyetle gidileceği mesajının verilmesi gerekmektedir. Şunun iyi bilinmesini istiyorum. Hiç kimse kendinde suç aramasın. Bugün karşılaştığımız olaylar, önümüze getirilen irtica dosyaları şimdiki hükümetle ilgili değildir. Hükümetin irticai faaliyetlere yol açan bir tek kararı olmamıştır. Onun için herkesin gönlünü ferah tutmasını diliyorum.” 

Tansu Çiller’in bu konuşmasının ardından sözü tekrardan Başbakan Erbakan almış ve hep konuşmakta çekimser kalmış olduğu irtica tehdidi konusunu gündemine almış ve konuşmasında irtica tehdidi ile ilgili olarak şu açıklamalarda bulunmuştur: 

“İrtica ve kaba softalık bir nevi hastalıktır. Bu sadece Türkiye’ye has bir konu değildir. Mesela, İsrail’de bu hastalık Türkiye’ye göre çok daha yaygındır. Bugün 
Avrupa’da dini taassup vardır. Gerilere gidersek Ortaçağ’da bütün şiddetiyle yaşanmış bir hastalıktır. Dolayısıyla bu hastalık küreseldir. Türkiye’de ise bugünün konusu değildir. Bu hastalığın 200 yıllık mazisi vardır.” Olay toplumsal bir gelişmedir. Bu konuyu bu hükümete izafe etmeye çalışmak medyanın bir oyunudur. 10 sene evvel MGK’nın bu 22 maddelik listesini hiç kimse 20 tane canlı yayınla takip etmedi. Esas maksat irtica ile mücadele değil, bu hükümeti yıkmaktır. Bu hükümetin alternatifi yoktur. Herkes de bunu çok iyi biliyor. Dolaysıyla olay gayet açık; oyuna gelmeyeceğiz. Hükümet bu irticayı önlemek için kesinlikle kararlı ve inançlıdır. MGK’da herkesin bu konuda birlik ve beraberlik içinde olduğunu müşahede ettim. Olayı daha fazla büyütmeye gerek yoktur. Medeni bir şekilde irtica ve laikliğin ne olduğuna bakılsa ortada ciddi hiç bir şey olmadığı görülür. Körü körüne birtakım insanlar dogmatik hareketlerde bulunabilirler. Bunlar bir avuç insandır”(Aksoy, 2000, s.208-209). 

Başbakan Necmettin Erbakan bu şekildeki sert açıklamalarından sonra diğer açıklamalarında da sert üslubunu sürdürmüştür. Başbakan Erbakan konuşmasında; 
“Askerle ilgili olarak aralarında hiçbir problemlerinin olmadığını, aramızda saygı ve sevgi hukukunun devam ettiğine dair olumlu cümleler kurmasının yanı sıra asıl hedef aldığı kitle medya organları idi. Başbakan Erbakan’a göre krizi yaratan medyaydı, medyanın orduyu rahatsız ettiğini ve harekete geçmeye zorladığını dile getiren Erbakan, medyanın iktidar ile ordunun arasını açmak için bir sürü uydurma haber yaptığını” da dile getiren Necmettin Erbakan bu medyayı “Yobaz Solcular” ve “Bir Kısım Medya” olarak nitelendirmekteydi. Başbakan Erbakan’a göre; “Ortada krizde yoktu, Askeri darbede bunlar sadece medyanın uydurmasıydı.” (Özer, 2011, s.87). 

28 Şubat sonrası hükümetin filen bittiği ancak şeklen var olduğu bir gerçekti(Aksoy, 2000, s.215). Koalisyon hükümetinin eli kolu bağlanmış olmakla beraber adeta bir çıkmazın içeresinde bulunuyordu. Özellikle 28 Şubat 1997 tarihli MGK Toplantısında alınan ve koalisyon ortaklarının imzasına sunulan kararlar âdete koalisyonun ölüm fermanı niteliğinde idi. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

25 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



**********************