DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Kasım 2019 Pazartesi

DP, ANAP ve Sonunda AKP

DP, ANAP ve Sonunda AKP


Ömer Laçiner 
(Sayı : 163-164
Kasım-Aralık 2002)



Öyle anlar vardır ki; her biri tek tek sınırlı anlam ve öneme sahip, zaten beklenmekte olan bir dizi olay topluca gerçekleştiğinde, adeta birbirlerinin önem ve anlamını çoğaltarak, insanları birdenbire hiç beklemedikleri, hesaplamadıkları, hazırlıklı da olmadıkları, yepyeni bir durum yarattıkları, bir çığır açtıkları duygusuyla sarmalar. Toplum, farkına varmadığı bir gebelikten sonra doğum yapmış gibi şaşkınlık, sevinç ve ürküntü karışımı içindedir.
3 Kasım ertesinde Türkiye toplumunun durumu en kestirme biçimde böyle özetlenebilir.
Her ne kadar, Birikim’in bir önceki (Ekim, 162) sayısında
“...sonuçlar nasıl tecelli ederse etsin, 3 Kasım’dan sonra Türkiye’nin siyasal düzeninde -1950’lerden beri- süregelen ve giderek kaotikleşen geçiş döneminin sona erip, ‘taşların yerine oturduğu’ bir sürece girileceği şimdiden kesinlikle söylenebilir. Bu, yeni bir siyasal yapı ve düzenin teşekkül edeceği anlamına gelir.”
denmiş ise de; 3 Kasım’ın fiilî sonuçlarının yarattığı toplu durum, bu öngörünün de ötesine geçerek, Türkiye toplumunu önümüzdeki üç-beş yıla yayılacak gerçek bir yeniden kuruluş mecrasına sokmuştur.
Bu yeniden kuruluş sadece “siyasetin üst düzeyi” ile sınırlı olmayacaktır. Orada, AKP’nin odağında yer alacağı iktidar -paylaşım- mücadeleleri ve uzlaşmalarla genel siyasal yapı ve işleyiş yeniden düzenlenirken başta “siyaset”in yeniden içeriklendirilmesi olmak üzere siyasal-toplumsal olanın tümüne şamil bir iç hesaplaşma ve yeniden kuruluş ister istemez gündeme gelecek ve her siyasal akım kendini yeniden tanımlamak zorunluluğunu duyacak ve bunu başarabilmenin ölçüsünde bir gelecek umabilecektir.
3 Kasım seçimlerinden sonra nelerin olabileceğini, durumun hangi ihtimal ve gelişmelere kapı araladığını, potansiyel dönüşüm mecra ve imkânlarını gereğince tespit edebilmek için öncelikle 3 Kasım’da ne olduğunu görmek gerekir.
Olumlu ya da olumsuz bir değer yargısı yüklemeksizin, eğer 1946-50 seçimlerinde Türkiye’nin siyasal düzeninde bir devrim olduğu söylenebiliyorsa; 3 Kasım’da bundan daha kapsamlı ve derinlikli bir devrim gerçekleştiği pekâlâ ileri sürülebilir. Devrim kavramının ihtilale karşılık düşen anlamında değil elbette, ama inkılap -kalıp değiştirme- anlamında bir devrim vuku bulmuştur 3 Kasım’da.
Ancak bu tespitin gerekçelerine geçmeden önce 3 Kasım’ın benzetildiği çağrıştırdığı 1946-50 hareketi ışığında devrim profili ile çelişir gibi gözüken yanlarına değinmek gerekecek. Şüphesiz, 1946-50 devriminin “kahramanları, yani DP kadrosu ve onlara oy verenler, ne yapmak istediklerini bilen, tanımlayan, önceden düşünmüş ve hesaplamış, önlerinde geniş bir değiştirme planı, ufku olan ve bunun heyecanını, umudunu yaşayan “özneler” idi. Karşı safta yer alanlarla aralarında DP projesinin içeriği ile orantılı bir gerilim ve çatışma ortamı, aylar öncesinden beri oluşmuş ve nihai gün yaklaştıkça yoğunlaşmıştı. DP seçim zaferi kazananların coşkun sevinç patlamaları, kaybedenlerin karamsar çekilişleriyle yaşanmıştı.
Oysa “3 Kasım devrimi”, bu süreç ve görüntüden tamamen farklı, tarihimizin herhalde en az çatışmalı, gerilim ve polemikten, umut ve heyecan gösterilerinden neredeyse arındırılmış bir seçim öncesi döneminin sonunda sessizce vuku buldu. Gerçi seçimden en yakın rakibinin iki katına varan bir oy oranıyla, tek başına iktidar olarak çıkan AKP’nin yükselişi, iki yıl önceki kuruluşundan hemen sonra, seçimden aylarca önce hissedilir hale gelmişti; Ama ne dikkatleri çekecek kadar bir heyecan ve umut halesiyle çevriliydi bu “yükseliş’; ne de 1946-50 DP’sinin o ateşleyici “yeter, söz milletindir” gibi bir slogan dolaşıyordu ortada ve ne de AKP iktidarı ile yapılacak olanların parlak bir tasviri söz konusu idi. AKP, rakibi diğer büyük(çe) partiler gibi yürürlükteki iktisat politikalarını ana hatları ile sürdüreceğini yine onlar gibi AB’ye katılmayı hedeflediğini söylüyor ve sadece “tek başına, iş başına” geçerek dürüst, işbilir, çalışkan bir yönetim vaadediyordu. Bu fikir ve görüşleriyle ötekilerden hiç de farklı değillerdi, şahsi sicilleri ile onlardan daha inandırıcı bir kadro olmalarıydı onları “yükselten”. 3 Kasım’da AKP’nin şahsında, “1946-50 devrimi”nin “her mahallede bir milyoner” sloganıyla kitleleri zenginleşme yolları aramaya ve tek parti yönetiminin sosyal hayata empoze ettiği kalıpların dışına çıkmaya teşvik eden DP’si gibi bir “devrimci öncü” de söz konusu değildir. 1946-50’nin DP’si, insanlara şu andaki ekonomik-sosyal statüleri ile olduklarından daha başka bir şey olma-“zengin” olma, itildiği sosyo-politik varoluş kalıbının dışına, üzerine çıkıp, varoluş/hayat tarzını özgürce belirleyen “vatandaş” haline gelme potansiyellerini harekete geçirme imkânlarını açacak bir iktidar vaadediyor ve böylece o insanların bir DP iktidarı ortamında bizzat kendilerinin neler yapabileceklerini, ne olabileceklerini hesaplama, hayal etme imkânı veren bir perspektif sunuyordu. 1946-50 öncesinin sosyo-ekonomik-politik statüsünün bozulacağı, yeniden teşekkül edeceği vaadi idi bu. 3 Kasım’ın AKP’si ise, böylesi bir vaat ve perspektif sunmaktan özellikle kaçınmasına rağmen “yükselmesi”ni sürdürebilmiştir. Mevcut sosyo-ekonomik statüko ve gidişatın aynen korunacağını, yürürlükteki ekonomik düzenleme programını sürdüreceğini belirtmiş ve sadece daha dürüst, işbilir bir yönetim sözü vermiştir.
Yani -AKP ve en yakın rakibi CHP de- ne mevcut sosyo-ekonomik statükoyu bozmak ne de kendilerine oy vermiş kesimlere statülerini yükseltmek -ve elbette başka birilerinin statüsünü tehdit etmek- gibi bir vaad ve perspektif sunmuşlardır. Eğer her devrim bir sınıfı veya zümreyi karşısına alarak, onun statüsünü alaşağı etmek veya indirmek gibi olmazsa olmaz bir özellik taşıyorsa; 1946-50 CHP’nin temsil ettiği “devletlu” zümresini, bu zümre’ye dayanan mütegallibe ve büyük servet, imtiyaz sahibi kesimleri gerileteceğini açıkça ilân eden kimliğiyle bu özelliğe sahip denilebilir. Ama 3 Kasım’ın aktörlerinin ne “devirmek” istediği bir sınıf veya zümre söz konusudur ne de herhangi bir sınıf ya da zümre 3 Kasım arefesinde ve sonuçlarında kendi statüsüne karşı bir tehdit olduğunu açıkça ilân etmiştir. Çekirdeğinde 28 Şubat postmodern darbesine muhatap olan MNP-MSP-RP çizgisinden yetişme kadroların yer aldığı AKP, şüphesiz odağında ordunun yer aldığı “laik cephe”nin kesik kesik ve sert de olmayan saldırıları altında, karşı saldırıya asla yeltenmeksizin yürüyüşünü sürdürmüş, zaferinin ertesinde bile rövanşı alacağına dair en ufak bir imâda dahi bulunmamış, aksine liderinin ağzından “ordu ile aralarını açmaya çalışanlara izin verilmeyeceği” peşinen ilân edilmiştir.
Bütün bu söylenenler, 3 Kasım’ın bildik “devrim” profili ile çelişen, onu bu bağlamda kıyaslanabileceği 1946-50 hareketinden farklı kılan yön ve görünümlerdir. Ama öte yandan da tüm bu benzemezliklerine rağmen 3 Kasım seçim sonuçları, onunla kapanan bir dönemin sadece siyaset sahnesini altüst etmekle, birçok köklü siyasal parti ve akımı tam bir çöküntüye uğratmakla kalmayıp, bunu yapmakla siyaseti hattâ bizzat toplumu yeni baştan tanımlayıp ona göre hareket etmemizi zorunlu kılan bir ortam, bir iklim değişikliği yaratmış ise bu da farklı ama yine de bir devrim sayılmalıdır.
Özel bir öznesi olmayan bir devrimdir bu. Bildik devrimler gibi, sürükleyici bir kesimin, bir “devrimci özne”nin yönlendirdiği bilinçli, açık bir hedefi olan eylemcilerin ve eylemlerin sonucu olan, bunların damgasını taşıyan türde bir devrim değil; aksine AKP dahil kimsenin özne olmadığı, bilinçli, sonuçları iyice hesaplanmış bir eylemler zincirinin neticesinde değil, birbirinden çok farklı saiklerle, çoğu kez negatif seçimle, hattâ sonuçlarını düşünmeyi reddederek verilmiş oyların, taraf olmaktan ziyade karşı oluşların harmanlanmasından, bileşkesinden oluşan; dolayısıyla taşıyıcısı hiç kimse ve herkes olan bir “devrim”dir bu. Üzüleni, sevineni, yıkılanı yükseleni ile herkesin eseri olan, ama kimse tarafından da öngörülmeyen dolasıyla sonuçlarıyla ortaya çıktığında özne denmeye en yakın duranları bile şaşırtan; yapılırken değil yapıldıktan sonra bilincine varılan, varılmaya çalışılan bir “devrim” oldu 3 Kasım.
3 Kasım, en baştan da ifade edildiği gibi, tek bir olguya, örneğin AKP’nin 15 yıldır görülmemiş yükseklikteki bir oy oranıyla seçimi kazanmış olmasına indirgenemeyecek bir “devrim”, -bu abartılı geliyorsa- yeni bir durumdur. AKP’nin bu oy oranı ve tek başına iktidar imkânı edilebileceği CHP’nin ikinci parti konumuyla Mecliste yeniden yer alacağı ve 1950’den beri ilk kez iki partili bir parlamentonun oluşabileceği, seçim kararının alındığı Temmuz ayının epey öncesinden beri yapılan anketlerin de gösterdiği güçlü ihtimallerdi. DYP, MHP, ANAP ve DEHAP’tan en az ikisinin mutlaka baraj gerisinde kalacağı, tümünün de Meclis dışı kalmasının hiç de ihtimal dışı olmadığı konuşuluyordu. DSP, YTP, BTP ve sosyalist etiketli partilerin çok düşük oy alabileceği, SP’nin “Millî Görüş” çizgisinin çekirdek oylarını dahi koruyamayabileceği öngörülebilir gözükmekteydi. Beklenmedik, ya da hesapta olmayan tek olgu Genç Parti’nin ilk başlardaki hızlı yükselişiydi. Bazı partiler için ölümcül (çöküp gitmek) bazıları için başdöndürücü (daha iki yıl önce gerileyen bir partiden koparak kurulmuşken tek başına iktidar konumuna gelmek) ihtimaller söz konusu olmasına rağmen, böylesine hayatî bir dönemeç geçiliyorken, partilerin dişe diş bir yarışa girişmeyişleri, bu gerilimsiz gürültüsüz ortam da 3 Kasım sonrasının bize alıştığımız, ezbere bildiğimiz bir manzaradan pek farklı bir şey göstermeyeceği izlenimini vermiş olmalıdır.
Ve herhalde Türkiye toplumu olarak, tüm şu yukarıdaki ihtimallerin gerçekleşmesi halinde ülkede tam bir siyasal deprem yaşanmış olacağını, verdiğimiz oylarla yeni bir siyasal yapı ve düzenin teşekkül zeminini yaratmış olacağımızı görmüş olsak bile; onca deneyin kültürümüze, şuur altımıza kazıdığı “bilgi” depreşmiş ve bize, “milletin kendi iradesiyle böylesi bir sonuç durum yaratma”sına mutlaka dışardan “üstten” bir müdahale olur ve böylece her şey yine eski mecrasına döner” dedirtmiş, düşünmemizi, tahayyül ve beklentilerimizi kısa kestirmiş olmalıdır. O nedenledir ki seçim sonuçları ve yarattığı spektaküler durum besbelli olduğunda, bırakın AKP’ye oy verenleri örgüt çalışanlarını, başdöndürücü bir hız ve oranla iktidarın zirvelerine çıkmış olan AKP yöneticilerinde bile sevinç ve gururdan daha fazla şaşkınlık ve tevazu ile örtülmüş bir ürküntü göze çarpmaktaydı 3 Kasım gecesinde.
“Sivil iktidar”, tek başına temsil konumuna geleceği daha önceden aşağı yukarı belli olduğu için, seçimin bu sonucu şaşırtmış değildi AKP’yi. Şaşkınlığı, ürküntüsü onu bu konuma yükselten oy kaymalarının -umduğu kadar doğrulamamış CHP hariç tutulursa- diğer partileri ne hale düşürdüğünü görmekten ve bu durumda önüne açılan hareket imkânlarının genişliği oranında üzerine binecek yükün de ağırlaşacağını sezmekten dolayıdır.
3 Kasım seçimleriyle doğan durumun asıl anlam ve önemine, sosyo-politik mahiyetine işaret eden noktaya gelmiş bulunuyoruz.

Bu seçimde 1946’dan beri Türkiye’de siyasî hayata egemen olagelmiş, hemen tümü de toplumda derin kökleri olan geleneksel mecralar olarak bu siyasal hayat içindeki akışları, akımları, yönlendirmiş olan siyasal partilerin tümü de gayet ağır bir yenilgiye uğradı; birçoğu silinme derecesine düştü, çoğu birer enkaz haline geldi.
Tümü de en az yarım yüzyıllık bir maziye dayanan, kimi uzun yıllar %50’yi aşan bir çoğunlukla ülkeyi tek başına yönetmiş, tümü de %20’yi bulan veya aşan oy gücüyle koalisyon hükümetlerinde nazım rol oynamış, ülke siyasetine onlarsız düşünülemez biçimde damgalarını vurmuş bu kuruluşlar, daha üç yıl önceki seçimlerde oyların %80’den fazlasını toplamışlarken 3 Kasım’da bu oranın üçte birinden azını, çoğu da kerhen evrilmiş oylarla edinebilmişlerdir. Bunların arasında sadece MHP, yarım asırlık mazisinin ortalaması olan %5-8 civarındaki çekirdek oyunun 1999 seçimlerinin özel ortamında %18’e yükselebildiği, dolayısıyla şimdi yeniden % 8’lere inen oy gücüyle eski haline dönmüş sayılabilir. Ancak ulaştığı o noktadan çok büyük oy kaybıyla düşüşün bu partiyi ciddi iç hesaplaşmalara, kopuşlara gebe, çalkantılı bir sürece sokması da kaçınılmaz olacakır.
Türkiye koşullarında bile varlığı bir anomali olan, Ecevitler’in şahsıyla kaim bir kişiye özel “parti” olarak DSP’nin silinip gitmesi aslında yadırganacak değil, şu birkaç yıl içinde kaçınılmaz olarak karşılaşılacak bir sonuçtu. Şaşırtıcı olan, 1987’den beri girdiği her seçimde oy oranını arttırarak 1999’da % 22 oy oranına sıçramış bu partinin üç yıl sonunda % 1 (YTP’yi de eklersek) % 2 düzeyine düşerek, ardında hemen hiçbir iz bırakmaksızın silinip gitmesidir.
3 Kasım sonrası ortamın ve özel olarak AKP’nin anlam ve mahiyeti bağlamında asıl üzerinde durulması gereken, kökleri 20. yüzyıl başlarına kadar uzanan “merkez sağ” geleneğin partileri ile en son SP’nin temsil ettiği “İslâmi hareket”in, “Milli Görüş” çizgisinin geldiği noktadır.
Her şeyden önce belirtilmelidir ki; bu iki asırlık gelenek, dar anlamıyla birer siyasî görüşü, akımı parti örgütünü değil; dünya görüşü, yaşama tarzı, ilişkileri, çıkar-tahayyül ufku ve hesapları ile Türkiye toplumunun belirli kesimlerini, yani somut sosyo-politik varlıkları neredeyse birebir temsil eder, onların organik birer parçası, “uzanımı”dırlar. Bu köklü geleneklerin omurgasını oluşturan ve Türkiye toplumunun mülk-servet sahibi orta sınıfların büyük çoğunluğunu kapsayan bu iki kesim, partileri aracılığı ile dünya ve siyaset görüşlerini paylaşan öteki toplum kesimleriyle, “oy depoları” ile çevrelenmişlerdir.
1969 seçimlerine kadar aynı parti (DP-AP) çatısı altında yer alan ve “Millî Görüş”ün, bu tarihten sonra ayrılarak kendi parti geleneğini başlatmasından itibaren iki ayrı mecrada hareket eden bu iki orta sınıf kesimi, partilerinin siyasal programları üzerinden tüm mülk ve servet sahibi kesimlere, köylülük, küçük esnaf ve emekçilerin oluşturduğu “oy depoları”na, aslında orta sınıfların ülke siyasetinde nasıl, neye dayanarak ve ne ölçüde bir belirleyicilikle damgalarını vurabileceklerinin iki ayrı modelini, perspektifini sunmaktaydılar. Her biri o partilerin omurgasını oluşturan orta sınıf kesiminin hayat tarzının, mülk ve servet sahibi olarak varoluş koşullarının derin izini taşıyan bu iktidar modelleri şüphesiz “oy depoları”nca çekici bulunacak vaadleri, moral-manevi tatmin veya motivasyon argümanları da içermekteydi.
12 Eylül darbesi sonrasında, 1983 seçimleri ile merkez sağ geleneğin DYP ve ANAP’la ikiye bölünmesi, merkez sağ ve “milli görüş”ün toplam %70’e varan oy potansiyeli üzerinde süren rekabetini üç parti arası bir yarışmaya dönüştürdü. Burada bu rekabetin sayısal sonuçlarının gidişatını yorumlamadan 3 Kasım’daki durumu kavrayabilmek için, önce her üç partinin orta sınıflar için hangi iktidar modellerine tekabül ettiği konusu üzerinde durmalıyız.
İlkin şu nokta belirtilmelidir ki; bütün bu orta sınıf omurgalı partiler, ekonomik-sosyal varoluşları ile modern burjuvaziye benzeyerek güçlendikleri, yaygınlaştıkları oranda, böylece “burjuvalaşan” toplumun siyasal iktidarını da o iktidarı halen elinde tutan kesimlerden almak, en azından iktidardaki paylarını tedrici olarak genişletmek isterler. Bu partilerin politik diskurlarındaki “demokrasi mücadelesi” deyiminin asıl kasdettiği budur. Ancak ne var ki, devlet iktidarını elinde tutmakta olan zümreler de (Türkiye özelinde “devleti kuran” ve arada yuvalanan asker-bürokrat-elit) egemenliklerini, orta sınıflardan gelen bu atağa karşı, kendilerine sosyal destek ve takviyeler edinerek tahkim etmeye çalışırlar. Konuyu, Türk orta sınıfları, burjuvazisi bağlamında ele aldığımız için burada işaret etmemiz gereken nokta, Türkiye’de devleti elinde tutan zümrenin, 1930’da Serbest Fırka ile başlayan orta sınıfların ilk iktidar atağının ertesinde uyguladığı genel “devletçi” politika ile, “devlet eliyle ve devlete bağlı, bağımlı” bir orta sınıf yaratma yoluna girmiş olmasıdır. Hızla zenginleştirilen, mülk ve servetinin büyüklüğünün yanısıra “modern-monden” yaşam tarzıyla da henüz pre-modern ve modern arası eşikte yalpalayan Türk orta sınıflarından koparak bir yüksek-büyük burjuvazi profili gösteren bu kesim, 1946-50 DP’sinin karşısında, CHP’nin yanında yer aldı ve bu desteğini 1970’lere kadar büyük ölçüde korudu.
1946’dan günümüze merkez sağ geleneğin kendini bir “halk hareketi” olarak sunma ve geniş kitleleri de buna inandırabilmesinin aslî gerekçesi budur. Türkiye’nin bu “büyük burjuvazi”si 1970’lere kadar CHP’nin temsil ettiği asker-bürokrat zümre ile birlikte bir tür “aristokrasi” görünümü verebilmiştir.
Dolayısıyla, 1950-70 döneminin çok büyük bölümünde tek başına iktidar olmuş “merkez sağ” , DP-AP geleneği, her ne kadar bu “yerleşik” büyük sermaye ve mülk sahibi kesimin ekonomik çıkarlarına dokunmaksızın, asıl temsil ettiği orta sınıfların hızla zenginleşip güçlenmesine dönük politikalar izlemeye ağırlık vermiş ise de, bu kesimlerin CHP dolayımında asker bürokrat elitle açık veya zımni birlikteliğinden doluşan iktidar-devlet gücünü esaslı olarak geriletememiştir.
12 Eylül’den sonra ANAP’ın yürürlüğe koyduğu iktidar stratejisi, merkez sağın omurgasını oluşturan orta sınıf kesimleri ile o büyük -“yüksek”- burjuvazinin ittifakını, “kaynaşma”sını sağlayarak orta vadede “devlet” (lular)ın iktidarını geriletebilme hesabına dayanıyordu. Neo-liberal iktisat politikalarının orta sınıflara kazandırdığı dinamizm ve “ihracat ekonomisi” ile açılan hızla zenginleşme yolları, gerçekten de “ANAP dönemi zenginleri”ni temsil eden Türk yuppieleri ile Türk yüksek burjuvazisinin genç kuşakları arasındaki köprüyü kurmaya, “kaynaşma”yı sağlamaya yetti ama, bu sürecin vahşi kapitalizm ortamı, “merkez sağ”ın “oy depoları”nda ağır hasarlar da yarattı. 1987 seçimleri sonrasında, ilk yapılan mahalli seçimlerde ANAP’ın büyük oy kaybı ve SHP’nin (sonradan CHP) birinci parti konumuna yükselmesi, “merkez sağ”ın geleneksel çizgisine, DP-AP’nin uzanımı olan Demirel’in DYP’sine hamle yapma, 1950-70’lerin o “oy depoları”nı da gözeten “popülist” politikaların devreye sokulması yolunu açtı.
Demirel’in DYP’si, 1991 seçimlerinden birinci parti olarak çıkma başarısını gösterse de; ANAP üzerinden sağlanan orta sınıfın bir kesimiyle büyük sermayenin kaynaşmasını partisi hesabına geçirme yönündeki çabaları sonuçsuz kaldı. ANAP o kaynaşmanın partisi olarak, DYP ise bu kaynaşmayı mümkün kılan neo-liberal iktisat politikalarına ayak uydurmakta zorlanan orta sınıfların, bu zorlanma arttıkça “oy depoları”na ekonomi dışı argümanlarla sarılarak ayakta durmaya çalışacak kesimlerin partisi olarak ayrı mecralarda yollarına devam ettiler. Ancak her iki mecranın da tıkanması kaçınılmazdı.
Çünkü ANAP noktasından bakıldığında; ona hayat vermiş olan neo-liberal politikalar, her ne kadar başlangıçta geniş kesimlerde “ben de zengin olabilir, köşeyi dönebilirim” izlenimi vermiş, böylece geniş bir kitlesel destek sağlanabilmiş ise de, çok geçmeden bu politikaların sınırlı bir kesimi zenginleştirirken yoksulluğu ve yoksulların sayısını, oranını çok daha hızlı arttırmaktan başka bir sonucu olamayacağı açıkça görülmüştür. 1990’larda tüm dünyada bir seri ağır ekonomik krizle birlikte neo-liberal fırtınanın dinmeye başlamasının ve tüm ekonomilerin bir restorasyon sürecine girmelerinin nedeni de bu olmuştur. Bu fırtınanın dinmesiyle ANAP hem 1980’lerde kazandığı kitlesel desteğin önlenemez çekilişiyle yüz yüze kaldı; hem de kapitalist mantığın bile şaibeli saydığı yöntemlerle zenginleşmeye cevaz veren neo-liberal yaklaşımla özdeşleşmiş kesimlerle, bundan sıyrılmaya çalışanlar arasında 1990 sonrası başgösteren ayrılık ANAP’ın omurgasını oluşturan yeni orta sınıflar-yüksek burjuvazi (büyük sermaye) “kaynaşması”nı giderek çatlattı.
Türk büyük burjuvazisi -herhalde “devlet ana”sının sürekli himayesinde büyüyüp beslenmesinden ötürü- egemen sınıf/zümre haline gelmenin sosyo-politik yükümlerinden, bedellerinden kaçınarak sadece bu konumun rantına talip, kastımsı karakteriyle temayüz etmiştir. Bu vasfıyla 1960’lardan itibaren devlet=CHP formülü silikleşmeye başladığında o da CHP ile ilişkilerini gevşetmeye, 1970’lerin CHP’si döneminde ise neredeyse koparmaya yönelmişti. Bu tarihlerden itibaren tüm -orta sınıf omurgalı- büyük merkez partileri ve ordu gibi güç odakları ile özerk, konjonktürel ilişkiler çerçevesinde ekonomik iktidarı ve nüfuzu ile siyasal gidişatı etkilemeye matûf bir tutum izledi. ANAP’ın “hızlı dönemi”nde Özal’ın orta ve üst burjuvazi katmanlarını neo-liberalizmin potasında kaynaştırma projesine meyleden bu zümrenin genç kuşakları, ANAP iktidarı ve hortumlamaya dayalı Türk neo-liberalizmi tökezlemeye başladığında ve 1990’lı yıllar konjonktüründe ANAP’a yakınlıklarını sürdürmekle birlikte, zümrenin örgütü TÜSİAD üzerinden yine o özerk ilişkiler moduna geçmişti. Büyük sermayenin ANAP’la arasına koyduğu bu mesafe, o partiyi “İstanbul dükalığı”nın gölgesi altında göstermeye yetecek kadar kısa, ama aynı zamanda ANAP’ın büyük sermayeden ziyade 1980’lerin hızla ve şaibeli yollarla zenginleşmiş hırslı yeni burjuvaların partisi olduğunu bildirecek kadar da uzundu. Böylece ve bu kimlik kartıyla ANAP, yürürlükteki iktisat politikalarından canı yanan, ama tepkisini bunların “yan ürünü” olan yolsuzluklara, vurgunlara yöneltebilen kesimlerin ilk hedefi olarak, değil seçmen kitlesini tutmayı, dayandığı kesimin firarını da önleyemeyeceği bir tükeniş sürecine girmiş oldu.
DYP, daha ikinci iktidar döneminden itibaren hızlı bir yıpranışa mahkûm olduğu belli olan ANAP’ın dayandığı yeni, dinamik burjuva katmanlarını ve bu partiyi destekleyen büyük burjuvaziyi geleneksel merkez sağa -1980’lerin ekonomik gidişatına uyarlanma zorluğu çektikleri için- sadık kalmış, böylece “taşralı”laşmış orta sınıflarla kendi bünyesinde biraraya getirmek için, Çiller gibi vitrin malzemeleri de kullanarak epey uğraştıysa da; 1990’larda iktidarda olmasına ve bizzat Çiller’i başbakanlığa getirmiş olmasına rağmen başarılı olamadı. İlk geldiğinde DYP’yi “ağzı çorba kokanlar” partisi olmaktan çıkarma sözü veren Çiller, daha iki yıl geçmeden büyük burjuvaziye-“creme de la crema”e veryansın ediyor, iktidarın verdiği “fırsat”ları kaçırmamak için ANAP’tan DYP’ye yamanan birkaç yuppie ile DYP’nin geleneksel DP-AP rotasına dönüyordu.
Bir krizler sarmalına gireceğinin işaretlerini vermekte olan ülke ekonomisinin 1990’lı yılları boyunca bu rotada yürümenin mümkün olmadığı çabucak anlaşıldı. 1994 Nisan krizinde ekonominin batağa saplanmasından çok daha önce DYP, Demirel’le başlayıp Çiller’le hız verilen bir “proje”yle, o zamana kadar sürdürülen “seçmeninden aldığı destekle politik gücünü arttırma” yöntemini geri plana atıp gücü doğrudan temsil edenlerle ilişkilerini öne çıkararak bunları bünyesine, vitrinine yerleştirerek politik gücünü sürdürme yoluna girdi. 1995 seçimlerinde RP ve ANAP’ın gerisinde oy oranıyla üçüncü parti konumuna geriledikten sonra çark ettiği bu politikanın gereği olarak DYP, Doğan Güreş gibi generallerle ordunun, Mehmet Ağar ve bazı üst düzey polis şefleri ile Emniyet kuvvetlerinin de “temsilini üstlendiği”ni kuvvetle ima etmekteydi. “Ülkücü hareket”ten yetişme “Komando Ayvaz” gibi figürler de ihmal edilmemişti. O yıllarda tam gaz sürdürülen “Kürt sorununa askerî-polisiye çözüm” stratejisinin, bu “devlet politika”sının yürütücü güçleri, toplumun her alanına yaydıkları “icraat”ları ile özerk birer politik güç-parti gibi görünme ve davranma imkânını bulmuş olmaktaydılar.
DYP’nin bu “parti”lerle eklemlenme projesi, -ki birkaç yıl sonra Refahyol hükümeti ile bundan da çark edilecektir- 1946’dan beri iktidar mücadelesi vermekte olan -kapitalizme, moderniteye ilk geçiş safhasının özellikleriyle yüklü, makûl, bu anlamda geleneksel- orta sınıfların, bu süreçteki sonuncu ve tükeniş hamlesidir.
Çünkü, kapitalizmle birlikte -orta sınıfın- burjuvazinin verdiği iktidar mücadelesi, dar anlamıyla bir devleti ele geçirme, o gücü kullanabilme mücadelesi değil, orta sınıfın, burjuvazinin temsil ettiği -ekonomi kökenli- değer, öncelik, kurum ve ilişkilerin topluma egemen kılınması, o sırada egemen olan düzenin ve iktidar sahiplerinin temsil ettiği -en genel ifadeyle- pre-modern, din ve fiziki-askerî güce, değişmez hiyerarşiye odaklı değer, öncelikler ve kurumlar düzenini yıkmak, değilse ikincilleştirmek mücadelesidir. DP ve AP çizgisinin “her mahallede bir milyoner yaratma” yüceliğiyle asker-bürokrat zümrenin “devlet”ine karşı yürüttüğü mücadele, tüm kısırlıklarına rağmen bu perspektif içine yerleşir. ANAP’ın “devletlu”ların şemsiyesi altında eğleşen büyük burjuvaziyi saflarına çekerek kadim muktedirleri izole etme stratejisi de öyle.
DYP’nin yaptığı ise ekonomi üzerinden savunabileceği, en öncelikli diye güvenle ilân edebileceği değeri ya da bunu yapacak mecali kalmamış olanların sırf var kalabilmek için daha dün çarpıştıklarının kılıç gölgesine sığınmaktan, pes etmekten başka bir şey değildir.

Türkiye orta sınıflarının iktidara ikinci hamlesinin ANAP’ı Türkiye kapitalizminin neo-liberal evresine tekabül eden yeni, ayrı bir mecra saydığımızda üçüncü “tarz”ını temsil eden MNP-MSP’den RP-SP’ye uzanan -Milli Görüş- çizgisi, başlangıcından 1980’lere kadar bu orta sınıfların pre-modern/kapitalist özelliklerini koruyarak var olmak isteyen kesimlerinin hareketi kimliği ve görünümündedir. 1960’ların sonlarına kadar DP-AP çizgisinin bir bileşeni olarak -ya da onun kanatları altında- yer aldıktan sonra partileşmiş, % 10 civarında -çekirdek- bir oy gücüyle 1970’leri geçtikten, 12 Eylül darbesini atlattıktan sonra 1980’ler sonunda parti olarak yeniden faaliyete geçmiş, 1987 seçimlerinde %4 civarında oy alabildiğinde marjinalleşmekte olduğu izlenimini vermiş, MHP ile ittifak yaparak girdiği 1991 seçiminde alınan % 16 oy, çekirdek oylarının tekrar bu partiye döndüğü şeklinde yorumlanmış; fakat dört yıl sonra % 25’e varan bir “oy patlaması” yaparak ülkenin birinci partisi konumuna yükselmişti.
1995 seçimlerinin bu sonucu sürpriz değildir. 1990’ların ilk yıllarından itibaren “İslâmî hareket”in güçlenip yaygınlaştığı açıkça görülebilir hale gelmiş 1994 mahalli seçimi (RP adayları R.T. Erdoğan’ın İstanbul, M. Gökçek’in Ankara Belediye başkanlıklarını kazandığı seçim) ile bu gözlem çarpıçı biçimde doğrulanmıştı.
Ancak çok daha dikkatli gözlemciler, “İslâmi hareket”in 1980’lerin ortalarından itibaren yükselişe geçtiğini tespit etmekle kalmayıp; bu “yükseliş”in “Milli Görüş”ün pre (veya anti) modern/kapitalist çekirdeğinin bu özelliği ile genişlemesinin bir sonucu değil; modernist yaklaşımı olmasa bile onun işlevsel yöntemlerini, kapitalizmin değer ve önceliklerinin birçoğunu İslâm -bir ideoloji- içinde harmanlayan veya tersinden ifade edilirse, İslâmiyeti o yöntem, değer ve öncelikleri onaylayacak hattâ öne çıkaracak biçimde “anlayan” yeni unsurların o çekirdeğe “eklenmesi”nin, bu sonuncuların kazandırdığı dinamizm ve ivmenin sonucu olduğunu da belirtmekteydiler.
Bu “yeni unsurlar”, endüstriyel üretimden pazarlamaya, bankacılıktan medyaya kadar ekonominin bütün alanlarında modern rakiplerinden kalite ve perforans olarak hiç de aşağı kalmayan işadamları, üstdüzey uzman, teknisyenlerden, bu konum ve işlevlere aday üniversite öğrencilerinden oluşan, büyük çoğunluğu genç bir orta sınıf kesimidir, ileride AKP’yi onun çekirdeğini oluşturacak olanlar bunlardır.
Şüphesiz bunların yanısıra aynı RP eksenli “İslâmi hareket” içinde ve çevresinde Osmanlı son döneminin İslâm/Batılılaşma geriliminin problematiğine kapanmış, bu çatışmayı bir yaşam tarzının zorla egemen kılınması, amacı bu olan bir güç (iktidar) mücadelesine indirgeyen, bu perspektifi rövanşist bir anlayışla uygulamaya çalışan, örgütlenenler de dahil olmak üzere çeşitli akım ve eğilimler de sıralanmaktaydı. Ancak İslâmi harekete özellikle metropollerde ve 1980’lerin “ihracata dönük ekonomi”sinin hareketlendirdiği Anadolu kentlerinde genişleyen bir kitlesel destek sağlayanlar bu “radikal İslâmcı” grupçuklar değildi. İktidarlarına, “devlet”e yönelik aslî tehdidin bunlardan gelmediğini, en kolay ve gayet iyi bildikleri biçimde onları bertaraf edebileceklerinin de bilincinde olan Türkiye’nin muktedirleri, görünürdeki tüm heterojenliğine rağmen genel İslâmi hareketin ortak paydasını o radikal grupların özetlediğini empoze etmenin politik yararlarının da elbet farkındaydılar.
Ayni İslâmi dili kullanmak, aynı kitabi referanslara başvurmak ve bu ortaklığa dayanarak tümünü aynı potaya yerleştiren yerleşik muktedirlerin “laikliği koruma” adına başlattıkları karşı saldırı, sadece “Milli Görüş” eksenindeki legal hareketle illegal gruplar arasındaki çok yönlü farklılıkların anlaşılmasını değil; bu yöntem farklılığı koordinatını dikey kesen alt sınıflara özgü İslâmîyet yorum ve talepleri ile -sınıf veya konumunu yükseltmeye odaklı- orta sınıf İslâmiyet yorumu arasındaki derinleşmeye açık farklılıkların da su yüzüne çıkmasını imkânsızlaştırdı.
Öte yandan, yükselen İslâmi hareketin odağında ekseninde yer alan RP’yi yönlendiren “Milli Görüş” ve onun Erbakan liderliğindeki yönetici kadrosu, içinden geldikleri geleneksel merkez sağın siyasal kültürü, deneyimleri ve perspektifinden hiç de uzak olmadıkları için, iktidar mücadelesi vermeyi devlet fonksiyonları alanına dönük, bu fonksiyonların icrası üzerinde nüfus veya pay sahibi olmaya odaklı bir mücadele olarak görmekteydiler. ANAP çizgisi de dahil geleneksel merkez sağın, bu perspektifte davranması normal sayılabilir; çünkü devlet aygıtında yerleşik asker bürokrat muktedirler zümresi ile benzer bir yaşam tarzını, çoğu noktada benzer veya ortak bir modernleşme diskurunu paylaşan kadroları ile, muktedir zümrenin üstün konumuna ve önceliklerine dokunulmadığını gösteren formel taviz ve uzlaşmalar yapmak, böylece iktidar payını tedricen arttırmak mümkündür.
Oysa yüzyıllık hesaplaşmaların yükü bir yana; “sahibi” olduğu modernleşme projesi ile Türkiye toplumuna yaşam tarzları ile tarif edilen bir toplumsal hiyerarşi empoze eden, “çağdaş yaşam tarzı” kalıplarına aykırı gündelik hayat davranışlarını bile birer “sosyal düzeni tehdit” işareti olarak algılayan, kendi muktedir konumunu -özellikle ’80’lerden itibaren- neredeyse sadece bu tür tehditlerin varlığıyla meşrûlaştıran, “çağdaş yaşam tarz”larını böyle yaşamayanlara karşı bir üstünlük duygusuyla sürdürmeye alışmış kesimlerin desteğini o meşrûlaştırmanın -resmî- ideolojisiyle sağlayan “Atatürkçü” asker-bürokrat zümrenin Millî Görüş çizgisi ile böyle bir mecraya girmesi, kendi konum ve meşrûiyetini reddetmek anlamına geleceği için imkânsızdır.
Erbakan liderliğindeki Millî Görüş çizgisi, ülkenin en çok oya sahip partisi olma kozundan ziyade, kritik “Kürt” sorunuyla başı dertte olan, bu soruna “askerî çözüm” yolunu dayatmanın yol açtığı karanlık, şaibeli yöntem ve sonuçlar nedeniyle konum ve meşrûiyeti yıpranan, sorgulanabilir hale gelen asker-bürokrat zümrenin bu durumda, kendisine tüm icraatı konusunda her türlü tavizi de veren RP ile uzlaşma kapısını -nihayet- aralayabileceğini, onu da diğer “merkez” partiler gibi “hükûmet edebilir” kategorisine alabileceğini düşünerek Refah-Yol deneyimine hevesle atıldı.
Sonuç 28 Şubat ve ertesindeki bozgundur. Bu bozgun “Milli Görüş”ü 1999 seçimlerinde oylarında % 40’a varan bir kayba uğrattı; 3 Kasım’da ise başdöndürücü bir düşüşle % 2.5’luk bir oy oranıyla bir enkaza dönüştürdü.
Bu bozgun sürecinde RP’nin, ardından kurulan FP’nin içinde üst-orta düzey kadrolar olarak yer almış bir ekibin kurduğu AKP’nin, daha iki yıl bile geçmeden 1983’teki ANAP’tan beri hiçbir partinin erişemediği bir oy oranı ile birinci parti ve tek başına iktidar konumuna ulaşmasını konjonktürel koşullarla, o pek moda “tepki” oyları argümanıyla açıklamak en hafif deyimiyle sığlık, yüzeyselliktir.
Daha Birikim’in 149. (Eylül 2001) sayısında AKP’nin ciddi, yeni bir orta sınıf hareketi olduğu özellikle belirtilmiş ve bu partinin
“...içinden geldiği İslâmi-Sûnni haraketin MNP-MSP...FP’de somutlaşmış siyasallaşma mecrası içinde ele alınmaktan çok, 1930’ların Serbest Fırkası 1946-50’nin DP’si, 1965 AP’si gibi kurulu -devlet- düzene karşı kitlesel bir tepkinin mecrası olabilmiş hareketlerin bir devamı, son halkası...”
olduğuna özellikle işaret edilmişti.
O yazıda AKP’ye yön veren kadronun, kurucu çekirdeğin ideolojik açıdan homojen olduğu da vurgulanmış, bu homojen ideolojinin ne arkaik, pre-modern dönem İslâmiyeti, ne “Milli Görüş” çizgisinin MNP-MSP evresinde sunduğu mühendislik, sanayi fetişizmi ve ilmihali eklemleyen ideolojisi ne de 1990’lardaki RP-FP evresindeki adil düzen retoriği ile Kur’anı ve İslâmı yeniden yorumlayan -popülist- ideoloji olmadığını, bu çizgiden hemen hemen koparak -kestirme bir ifadeyle- Avrupa’da Protestanlığın yaptığı, Batı kapitalizminin, burjuva dünya görüşünün mayasında yer alan, din ve kapitalizm sentezinin bir benzerini andıran otantik bir Türk burjuva ideolojisidir. Biraz daha ileri gitmek pahasına AKP’de temsil edilen ideolojinin daha önce DP-AP ve ANAP tarafından formüle edilmiş ideolojilerden çok daha pür bir burjuva ideolojisi olduğunu da söyleyebiliriz.
Nasıl Serbest Fırka’dan -MNP-MSP’yi de içererek- 1970’lerin AP’sine varan orta sınıf hareketi Türkiye’nin pre-modern safhadan modernizme. kapitalizmin başlangıç evresine, ilk gelişme, ivme kazanma evresine tekabül ediyor, bu sınıfın kendisi ve iktidar mücadelesi perspektif(ler)i böylesi geçiş dönemlerinin kaçınılmaz pre-modern kalıntıları, pre-modern iktidar anlayış ve kültürü ile malûl ise... ANAP, neo-liberalizme uyarlanmış katmanlar öncülüğünde bu sınıfın postmodernizme geçiş sürecinde, önceki “çarpık modernleşme” döneminin kalıntılarıyla yüklü safhaya tekabül ediyorsa; şimdi AKP’de çoğunluğuyla (diğer kanadı -bu yazıda bağlam gereği yeterince ele almadığımız- CHP’de kümelenen) Türkiye postmodernizminin dinamik orta sınıfı da bu yeni dönemin siyaset ve iktidar anlayışına büyük ölçüde oturan bir politik hareketle iktidara gelmiştir.
Bu, sadece çatışma gürültülerinin, sert polemiklerin, kapışmaların yaşanmadığı, sakin bir seçim öncesi süreç yaşandığı için “sessiz” bir devrim değildir. Daha önceki orta sınıf hareketleri, siyasal mücadeleyi önceki -halihazır- muktedirlerin işlev alanlarına -“devlet fonksiyonları”na, “devlet politikaları”na- ve mevzilendikleri bürokratik aygıda dönük bir perspektifle yürüttükleri, “mücadele alanını” yöntem ve başarı kıstaslarını böylece belirledikleri için, aslında “rakip”lerinin sahasında onun kurallarını ve güç mantığını kabullenmiş oluyorlardı.
Oysa AKP-ANAP’ın başlattığı perspektifi olgunlaştırarak mücadelenin alanını, bu ilk kritik safhada, sadece “burjuva toplumu”nun aslî unsurlarının yer aldığı, bu topluma özgü dinamiklerin belirlediği ekonomi alanı ile sınırlayarak, “ekonominin sorunları”na teksif ederek, öncelikle “devlet”in müdahil olamayacağı onu dışarıda tutan bir zemine yerleşti ve rakip partilerin onu çekmeye çalıştığı “devlet”le ilgili, “devletin hassas olduğu” alanlara asla girmedi. Ve herhalde hükümet olduktan sonra da epeyce bir süre girmeyecektir. Bu noktada ne denli bilinçli olduğunun kanıtı içinden geldiği “İslâmi hareket” ve seslendiği seçmen kitleleri için gayet hassas olan “türban sorunu”nda bile “öncelikli sorunumuz değil” diyebilmiş olmasıdır.
Bu, aşırı bir ılımlılaşma, taviz ve çekinme gibi görünüyorsa da aslında otantik Türk orta sınıf temsilcilerinin bu ve benzeri sorunlara kendi içinde tutarlı, tam bir burjuva mantık içinde yaklaştıklarını, bu mantığın gereklerine uygun bir yol izleyeceklerinin kanıtı olarak değerlendirilebilir.
AKP, bu ve benzeri “devlet”le ilgili sorunları kendi koyduğu bir öncelikler sırası içinde, vakti ve koşulları olgunlaştığında mutlaka çözüme kavuşturma kararlılığından geri adım atmış değildir.
AKP, temsil ettiği sınıfın (burjuvazinin) varoluş etkinliğinin ekonomi olduğunu, güç ve iktidar -dolayısıyla devlet- kavramlarına ekonomi kaynaklı bir içerik, meşrûiyet referansı kazandırdığı oranda egemenliğini kurabileceğini; bu içerik ve referansa yaslanarak, devlette mevzilenmiş ekonomi dışı-üstü addedilen fonksiyonlarıyla hükmeden pre-modern kalıntı iktidar sahiplerini ya gerilemeye ya da tâbi olmaya zorlayabileceğini esas almış gözüküyor şimdilik. Krizlerden, artan yoksullaşmadan bunalmış toplum çoğunluğunun, “güç ve iktidarın ekonomik sıkıntıları azaltmaktan daha değerli bir içeriği ve meşrûiyeti olamaz” demeye en yatkın olduğu; dibe vurmuş ağır hasarlı halihazır ekonomik düzenin kaçınılmaz bir restorasyondan başka çaresinin kalmadığı ve zaten bu yola girdiği önümüzdeki dönem koşulları, eğer şu yukarıda özetlenen yaklaşımı esas almış ise, AKP’ye gayet uygun bir zemin sunacak demektir. Son seçimlerde yalnızca alt sınıfların “tepki oylarının çoğunu değil, DYP ve ANAP’ın omurgasını teşkil eden orta sınıf katman ve kesimlerinin -o partilerin çökmesine, enkaza dönüşmesine yol açacak ölçüde- desteğini almış olan AKP, ülke ekonomisine -ilân ettiği düzeyin bir hayli aşağısında da olsa- bir sağlamlık, verimlilik ve dinamizm kazandırdığında, kazandırdığının işaretleri görülebilir olduğunda tarihsel bir eşiğe varmış olacaktır. Böylece “nihai hesaplaşma”yı arkaikleşmiş bir devlet anlayışının değil, dinamik bir orta sınıfın “öz” değer ve güç kıstaslarının egemen olduğu bir zeminde yapmanın koşulları oluşmuş olacaktır. Bu durumda toplumun “asıl” gücünü göstermiş ve iyi yönetmiş olarak AKP ve Türk orta sınıfları, toplumun büyük çoğunluğu ile birlikte bu toplumun kadim egemenlerine “hesap veren” değil, “hesap soran” konumuna geçmiş olacaklardır. Ve bu noktada eğer AKP’liler, bu “hesap sorma”yı yalnızca kendi boyunlarındaki -türban gibi- “namus borçlar”ı ile kısıtlamaz, diğer demokratik güçlerle birlikte Türkiye’nin demokratik gelişiminin önüne tüm “borçlar”ın gündeme geleceği “çoğul” bir ortam yaratılmış olursa... işte o zaman Türkiye’nin pre-modern tarih öncesi nihayet bitiyor diyebileceğiz.

15 Aralık 2018 Cumartesi

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 5

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 5



 18 Nisan.da çıkarılan Yetki Yasasının çıkmasından sonra, ülkede büyük bir siyasal kaos yaşanmıştır. Bunda muhalefetin de katkısı büyüktür. CHPnin Ulus 
Gazetesi aracılığıyla gençliği göreve çağırması, siyasi tansiyonun yükselmesine yol açmıştır. Bundan sonra iktidarla muhalefet arasındaki kavga sokaklara taşmıştır. İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesinde öğrencilerle polis arasında çatışmalar çıkmaya başlamış ve bu olaylardan sonra İstanbul ve Ankara.da sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bu sırada Harp Okulu öğrencilerinin dahi yürüyüşe geçmesi, sonun başlangıcının bir işareti olmuştur. Artık ordu da duyduğu rahatsızlığı dışa vurmaya başlamıştır. Üstelik müdahale için de gerekli koşullar olgunlaşmıştır (Okutan, 2011: 147). Bu dönemde muhalefet de 5 Mayıs saat 5.te Kızılay.da (555 K) ses getiren bir protesto yürüyüşünü düzenlemiştir. Ülkede iktidar-muhalefet arasındaki gerginliğin iyice arttığı, ihtilalin sıradan bir olaymış gibi konuşulduğu bir atmosferden bunalan Menderes, iç siyasetteki tıkanmaları gidermek, dolaşan dedikoduları yalanlamak ve moral toplamak amacıyla Ege gezisine çıkmaya karar vermiştir (Demir, 2010: 375). Ancak 27 Mayıs.ta Menderes Eskişehir deyken Türk Silahlı Kuvvetleri darbe yaparak yönetime el koymuştur. Menderes Eskişehir.den Konya.ya giderken Kütahya.da, Bayar ise Çankaya.da teslim alınmıştır. Saat 04:30.da Ankara.da yapılan bir anonsla ordunun yönetime el koyduğu halka duyurulmuştur (Taşyürek, 2009: 118). 

27 Mayıs Darbesini yapan subaylar ve darbeye sıcak bakan bilim adamları, DP.yi seçim sistemini bozmak, diğer siyasi partilere haksızlık yapmak, yargıçlara ve memurlara baskı uygulamak, Meclis.in hükümeti denetleme mekanizmasını zayıflatmak, Meclis araştırması kurumunu yozlaştırmak, ara seçimleri yapmamak, halkın CHP.ye oy vermesine ceza olarak Kırşehiri ilçe yapmak, Adıyaman ı Malatya.dan ayırarak il yapmak, muhalefetin varlığına ve denetimine tahammülsüzlük göstermek, parti ile devletin işlevlerini birleştirmek, devlet hizmetine girecekleri parti süzgecinden geçirmek gibi birçok kanunsuz davranışla suçladılar. Şüphesiz DP iktidarı döneminde diğer iktidarlar gibi Anayasa ve yasalara aykırı pek çok eylem ve işlem yapılmıştır. Ancak sıralanan bu sebepler iddia edildiği gibi halkın seçtiği bir iktidarın askeri darbeyle yıkılmasını meşru kılacak nitelikte değildir (Taşyürek, 2009: 119). Darbenin ardından Menderes ve arkadaşları Yassı ada.ya götürülerek aylarca yargılanmıştır. Bunlardan bazıları intihar etmiş, bazıları ise acımasız Şartlara dayanamayarak kısa sürede yaşamını yitirmiştir. Yassı adada yapılan duruşmalarda 15 idam, sayısız müebbet ve ağır cezalara çarptırılan DP. lilerden Bayar yaş haddinden idamdan kurtulurken Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dış işleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edilmiştir (Seyhanlıoğlu, 2011: 224). 

 27 Mayıs Darbesiyle iktidarına son verilen DP muhalefet yıllarında iktidara gelmek için demokrasinin kurallarını istemiş ve bu yönde davranmıştır. Ancak 
iktidara geldikten sonra muhalefete karGı kendisinin muhalefetteyken istediği hakları CHP.nin ifrat politikasından dolayı yeterince tanımamıştır (Şeyhanlıoğlu, 
2011: 289). CHP de muhalefet yıllarında DP.nin muhalefet yıllarındaki taleplerini ve söylemlerini anımsatırcasına oldukça benzer bir siyasal üslup ve söylem 
içerisine girmiştir. Bu çerçevede 1950-1960 yıllarının demokrasi savunuculuğu nu CHP üstlenmiş ve siyasal söyleminin temel motifi demokrasi olmuştur. Her iki parti özelinde de denilebilir ki hem CHP hem de DP, demokrasiye oldukça pragmatik bir bakış açısıyla yaklaşmış ve birbirlerine karşı yürüttükleri siyasal 
iktidar mücadelesinde demokrasi kavramının içeriğini hem dönemin konjonktürü 
hem de bu konjonktürün belirleyiciliği altında partilerin menfaatleri belirlemiştir 
(Özçelik, 2010: 186). 

  DP muhalefet yıllarında CHP.nin siyasete yaklaşımı ve muhalefete karşı tavrından hoşnutsuzluk duymuştur. Ancak iktidar döneminde geçmişin etkilerinden hiçbir zaman tam olarak kurtulamamıştır. CHP.nin zaman zaman yaptığı eleştirilere hep tek parti dönemini referans göstererek tepki vermiştir (Demir, 2010: 629). Özellikle III. Menderes Hükümeti döneminden sonra gerçek demokratik ilkelere uygun davranışlardan ziyade, tek parti dönemine öykünen uygulamalara yönelinmiştir. Demokrat Parti iktidarının bu niteliği, Parti kurucularının ve önderlerinin tek parti dönemindeki deneylerle yetişmiş olmasına bağlanabilir. Bir başka ifadeyle, DP.li önderler siyasal eğilimlerini tek parti düzeni uygulamaları içinde tamamlamışlardır. Bu nedenle DP.nin tek parti düzenine karşı kurulmuş olmasına rağmen, DP.nin yöneticileri kendilerini tek parti döneminin baskıcı tutumundan kurtaramamıştır. DP.li yöneticilerin davranışları demokratik olmaktan çok, baskıcı eğilimleri vurgulamış; karşıt grup ve düşünceleri dikkate almamışlardır (Kongar, 2006: 150). Ancak 27 Mayıs Darbesi.ne gelinmesinde öncelik Bayar ve Menderes yönetiminin sorumluluğundan kaynaklansa da, İnönü ve CHP nin iktidara alternatif politikalar üretmek yerine basın üzerinden sert politikalar üretmesi, başka bir ifadeyle muhalefet alışkanlığı kazanmamasının da önemli ölçüde rolü bulunmaktadır. DP iktidarı muhalefeti ezmek için Meclis.teki gücünü kanunları zorlayarak kullanırken, CHP de Meclis dışındaki güçleri birleştirerek hükümete karşı direnerek varlığını korumak ve siyasetteki gerilimi sürekli artırmanın yollarını aramıştır (Demir, 2010: 630). 

Sonuç itibariyle geniş halk desteğini arkasına alarak art arda üç kez iktidara gelen DP nin darbe yoluyla iktidardan indirilmesi, Türk siyasal hayatında yeni bir dönemi başlatmıştır. DP yöneticilerinin trajik sonları Türk halkının hafızasından hiç silinmemiş, idam edilen Menderes siyasi bir sembole dönüşmüş (Bulut, 2009a: 44), Menderes.in anısı her politikacı ve parti tarafından siyasal amaçlarla kullanılagelmiştir (Ahmad, 2011: 164). 

 27 Mayıs Darbesiyle ordunun siyasete bu şekilde müdahalede bulunması, Cumhuriyet.in ilk günlerinde temel bir ilke olarak kabul edilen silahlı kuvvetlerin 
tarafsızlığı ilkesini sona erdirmiştir. 27 Mayıs Darbesi, Osmanlı geleneğine de aykırı bir nitelik taşımıştır. Zira Osmanlı döneminde yeniçeriler, iktidara doğrudan el koymak yerine yönetici grup içerisinde değişiklik yapmaya yönelik bir baskı yapmakla yetinmişlerdir. Bu bakımdan 27 Mayıs Darbesi, gelenekten ciddi bir kopuşu simgelemekte ve uzun vadeli etkilere neden olabilecek bir örnek teşkil etmektedir. 27 Mayıs Darbesi, Cumhuriyetin ilk otuz yılında kurulan siyasal dengenin toplumsal temellerini zayıflattığı gibi, toplumsal örgütlenme ve devlet otoritesine ilişkin geleneksel anlayışın son kalıntılarının ortadan kalkmasına neden olmuştur. Ayrıca ekonomik ve sosyal çatışmaların yüzeye çıkmasını sağlamış ve bu konular hakkındaki düşüncelerin billurlaşmasına da katkı sağlamıştır (Karpat, 2009: 111). 

   Ancak sonuçta Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs,ülkemizde daha sonra askeri darbe anlayışının yerleşmesinde önemli bir dönüm 
noktası olmuştur. Ülke ilerleyen yıllarda çok sayıda darbe girişimine tanıklık etmiştir (Buran, 2005: 108). 


SONUÇ 

 Ülkemizde partileşme sürecini başlatmak amacıyla Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulan, ulus devletin kurulmasında ve şekillenmesinde önemli işlevler üstlenen CHP.den sonra Atatürk.ün de desteğiyle 1924 ve 1930 yıllarında TpCF ve SCF olmak üzere iki kez çok partili hayata geçiş denemesi gerçekleştirilmiş; ancak birtakım sosyo-kültürel ve konjonktürel nedenlerden dolayı bu girişimler başarısız olmuştur. Atatürk.ün ölümünden sonra CHP.nin başına geçen İnönü ise, Parti içindeki konumunu güçlendirmek ve Atatürk.ün Parti.deki izlerini silmek için birçok antidemokratik girişimde bulunmuş, çok partili bir hayattan ziyade Parti içinden milletvekillerinden oluşan bir Müstakil Grup.un kurulmasını sağlamıştır. İnönü döneminde izlenen sıkı iktisat politikası ve tek parti döneminin baskıcı uygulamalarından dolayı toplumda beliren hoşnutsuzluk, Batı ülkelerinin tek parti rejimlerine karşı olumsuz tavrıyla birleşince ülkemizde tek parti rejimi derinden sarsılmıştır. 1945.de Toprak Reformu Kanunu ile bütçe görüşmeleri sırasında Mecliste yaşanan tartışmalardan sonra, Parti içinde yükselen muhalefet kanadı tarafından Parti uygulamalarından duydukları hoşnutsuzluğu dile getirmek amacıyla verilen Dörtlü Takrir.le Parti.den kopmalar başlamış ve ülkemizi fiili anlamda çok partili hayatla tanıştıracak olan DP.nin temelleri atılmıştır. İnönü.nün icazetinin alınmasıyla Bayarın başkanlığında kurulan DP, CHP tarafından kendisine meydan okumadan faaliyette bulunacak sembolik bir muhalefet partisi olarak addedilip, ilk başlarda DP ile sıkı ilişkiler tesis edilmeye çalışılmıştır. Ancak DP.nin gerçek bir muhalefet partisi olacağı anlaşılınca partiler arasındaki ilişkiler bozulmaya başlanmıştır. CHP.li yöneticiler DP.nin güçlenmesine fırsat vermemek ve seçmenleri kendi safına çekmek için CHP.yi demokratik bir görünüme kavuşturmak ve parti-devlet anlayışnı sonlandırmak için önemli revizyonlara gitmiştir. Ayrıca bir yıl sonra yapılacak olan yerel ve genel seçimleri öne alarak DP.yi hazırlıksız yakalamak istemişlerdir. DP.nin katılmama kararı aldığı yerel seçimlerden sonra, genel seçimler için her iki parti de seçim çalışmalarına başlamış olup, bu seçimlerde ilk kez adaylar meydanlara inerek halkın ayağına gitmiştir. 

Ancak 1946 seçimleri, 4918 sayılı yasa gereği açık oy-gizli sayım, çoğunluk sistemi ve sayım sonrası oy pusulalarının yakılması ilkelerine göre seçim 
güvenliğinden yoksun olarak yapılmıştır. 1946 daki haksız yenilgiden sonra muhalefette kalan DP nin örgütlenmesini ve büyümesini engellemek amacıyla, 
CHP tarafından birçok girişimde bulunulmuş, partiler arasındaki ilişkiler gittikçe bozulmuştur. Ancak 1946-1950 döneminde DP, yaptığı ciddi muhalefetle CHP 
yönetiminin ve ülkemizin daha demokratik bir görünüme kavuşmasına birçok katkıda bulunmuştur. DP Kongrelerinde alınan kararlar, CHP yönetiminin birçok 
dini liberalizasyona gitmesine ve halk önceliğine önem vermesine, Parti Program ve Tüzüğünü değiştirmesine yol açmıştır. DP tarafından yapılan etkili muhalefet ten dolayı, demokratik nitelikli seçim yasaları çıkarılmış ve diğer siyasi partilerin de seçim propagandaları için radyodan yararlanmasının yolu açılmıştır. Bu dönemde CHP, DP ile rekabet edebilmek için ülkedeki birçok anti-demokratik nitelikteki yasaları ve uygulamaları kaldırmıştır. 

Günaltay Hükümeti döneminde çıkarılan seçim yasasından sonra, 1950 seçimlerinin hazırlıklarına başlanmıştır. DP.nin tek parti idaresinin din üzerindeki baskısı ve ekonomi üzerindeki sıkı denetimi üzerine kurulu bir seçim kampanyasını yürüttüğü, Türk siyasi hayatına damgasını vuran “Yeter! Söz Milletindir!” sloganını kullandığı 1950 seçimlerinde DP, oyların %53.3.ünü alarak 420 milletvekiliyle tek başına iktidar olmuştur. DP 1950-1954 döneminde, dini ve ekonomik liberalizasyona yönelik birçok yasal düzenlemeyi gerçekleştirmiş olup, İnönü.nün Atatürk.ün izlerini silmek için yaptığı birçok düzenlemeye son vermiş ve CHP.den farksız olarak laiklik konusundaki hassasiyetlerini de göstermekten çekinmemiştir. Ancak 1946-1950 dönemindeki gibi siyasal özgürlüklerle ilgili çatışmalar, bu dönemde de görülmeye başlanmıştır. DP iktidarının ilk yıllarında demokratik prensipler yerleştirilmeye çalışılmış, ancak daha sonradan bunlardan uzaklaşılmıştır. İktidarla muhalefet arasındaki ilişkiler giderek sertleşmiş ve muhalefet birçok engellemeyle karşılaşmıştır. Birçok kamu yatırımının gerçekleştiği, ekonomik verilerin düzeldiği bir dönem olan 1950-1954 döneminde arkasındaki toplumsal desteğe güvenen DP, CHP.nin elindeki malları hazineye devrederek, Halk evlerini, Köy Enstitülerini kapatarak ve radyoyu DP.nin tekeline alarak CHP ile hesaplaşmasına devam etmiştir. Ayrıca yaptığı yasal düzenlemelerle CHP.ye yakın olan askeri, bürokrasi ve basını da cezalandırmıştır. 1954 seçimleriyle en büyük siyasi zaferini elde eden DP, 1954-1957 döneminde sert ve otoriter, muhalefete karşı tahammülsüz bir tavır benimsemiştir. Şöyle ki bu dönemde seçimlerde CHP ve CMP.nin çoğunluk sağladığı iller cezalandırılmış, muhalefet partilerinin işbirliğini önlemek amacıyla karma liste oluşturmaları önlenmiş, CHP.ye yakın olan asker, bürokrasi, akademisyen, yargıçların ve basın organlarının cezalandırılmasına devam edilmiştir. 1957 seçimleriyle üçüncü kez tek başına iktidara gelen DP ile önceki dönemlere nazaran Meclis içinde güçlenen CHP, 1957-1960 döneminde birbirine karşı oldukça hoşgörüsüz bir tavır içine girmiştir. Bu dönemde muhalefet partileri arasında görülen birleşmelere karşı Vatan Cephesi kurularak siyasi kutuplaşmalar devam etmiş; basına karşı ciddi yaptırımları uygulayan, başta İnönü olmak üzere birçok CHP.li millet vekilini cezalandıran ve siyasi faaliyet yasağı getiren Tahkikat Komisyonu kurulmuştur. Bu uygulamadan sonra, CHP.nin ve CHP.ye yakın basın organlarının aracılığıyla ülkedeki siyasi tansiyon yükselmiş, İstanbul ve Ankara.da öğrenci olayları çıkmış ve buralarda sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bunu da 27 Mayıs Darbesi izlemiştir. 

 Sonuç olarak Türk siyasal hayatının çok partili hayatla ve muhalefet olgusuyla tanıştığı 1946-1950 döneminde, iktidar olan CHP ile DP arasında oldukça sert ve ciddi bir muhalefet yaşanmış olup, bu dönemde DP, demokrasinin kurallarını sürekli vurgulamış ve bu yönde davranmıştır. CHP de bu dönemde DP ile rekabet edebilmek için Parti içinde önemli revizyonlara gitmiş, ülkedeki birçok anti-demokratik yasa ve uygulamalara son vermiş, daha demokratik ve eşitlikçi bir siyasi ortamı Şekillendirmek durumunda kalmıştır. 1950.den sonra üç kez ardarda tek başına iktidara gelen DP, muhalefetteyken iktidardan istediği hakları iktidara geldiğinde muhalefete tanımamıştır. Her iki parti de demokrasi kavramının içeriğini pragmatist bir bakış açısıyla doldurmuş, her iki partinin muhalefete karşı olan tutumu da birbirinden farksız olmuştur. Devletçi-seçkinci yaklaşıma karşı olan DP, halktan aldığı siyasi güce dayanarak tek parti dönemine öykünen uygulamalara yönelmiş, baskıcı bir tutum içinde karşıt görüşe sahip olanları dikkate almamış, Meclis çoğunluğundan dolayı elde ettiği gücünü kanunları zorlayarak kullanmıştır. Ancak CHP de alternatif politika üretmek yerine sert eleştirilere dayanan, Meclis dışındaki güçlerini devreye sokarak siyasi gerilimleri tırmandıran bir politika izlemiştir. Muhalefet ve iktidar arasında izlenen bu yanlış politikalar; Cumhuriyetin ilk otuz yılında kurulan siyasi dengeleri zayıflatan, halkın özgür iradesini hiçe sayan ve demokrasiyi rafa kaldırarak toplumsal gelişmeyi sekteye uğratan, partileşme sürecimizi ve modernleşme serüvenimizi dinamitleyen 27 Mayıs Darbesini doğurmuştur. 

KAYNAKÇA 

AHMAD, Feroz (2011), Modern Türkiyenin Oluşumu, 9. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul. 
AKŞĞIN, Sina (2008), Kısa Türkiye Tarihi, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul. 
ALTAŞ, Sedat (2011), Çarıklı Demokrasi, 1. Baskı, İkinci Adam Yayınları, İstanbul. 
BAYAR, Celal (2010), Başvekilim Adnan Menderes, Hazırlayan: İsmet BOZDAĞ, Truva Yayınları, İstanbul. 
“1957 Yılı Genel Seçim Sonuçları” (2011), http://www.belgenet.net/ayrinti.php?yil_id=3, Erişim Tarihi: 13.01.2011. 
BİNGÖL, Yılmaz, Şener AKGÜN (2005), “Demokratlıktan Muhafazakâr Demokratlığa: Demokrat Parti ile Adalet ve Kalkınma Partisinin Karşılaştırmalı Bir Analizi”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Vol 9; 1-33. 
BURAN, Hasan (2005), Seçim Sistemleri ve Türkiye için Yeni Bir Seçim Sistemi Önerisi, Siyasal Kitabevi, Ankara. 
BULUT, Sedef (2009 a), “Üçüncü Dönem Demokrat Parti iktidarı (1957-1960): Siyasi Baskılar ve Tahkikat Komisyonu”, Gazi Akademik Bakış Dergisi, Vol 2, Issue 4; 125-145. 
BULUT, Sedef (2009b), “27 Mayıs 1960.tan Günümüze PaylaGılamayan Demokrat Parti Mirası”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Vol 19; 73-90. 
CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) (2012), “CHP Tarihi”, http://www.chp.org.tr/?page_id=67,  Erişim Tarihi: 14.07.2012. 
DEMİR, Şerif (2010), Türk Siyasi Tarihinde Adnan Menderes, Paraf Yayınları, İstanbul. 
DİLİPAK, Abdurrahman (1990), Menderes Dönemi, Beyan Yayınları, İstanbul. 
KAHRAMAN, Hasan Bülent (2007), AKP ve Türk Sağı, 1. Baskı, Recep Yener, Agora Kitaplığı, İstanbul. 
KARPAT, H. Kemal (2009), Osmanlı.dan Günümüze Kimlik ve Gdeoloji, (Çev. Güneş Ayas), 2. Baskı, Timaş Yay, İstanbul. 
KAŞTAN, Yüksel (2006), “Türkiye Cumhuriyetinde Tek Partili Dönemden Çok Partili Döneme Geçişte CHP.nin Yönetim Anlayışındaki Gelişmeler (1938-1950)”, 
A.K.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Vol 8, Issue 1; 123-140. 
KEYDER, Çağlar (1979), “Türkiye.de Demokrasinin Ekonomik Politiği”, İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak (Der.), (1987), Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul; 38-75. 
KIRKPINAR, Leyla (2002), “Demokrat Parti ve Muhalefet Stratejisi”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Vol 1; 85-98. 
KONGAR, Emre, (2006), 21. Yüzyılda Türkiye 2000.li Yıllarda Türkiye.nin Toplumsal Yapısı: Remzi Kitabevi, İstanbul. 
İNAN, Süleyman (2007), “Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)”, Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Süleyman İnan, Ercan Haytoğlu (Der.), (2007), Anı Yayıncılık, Ankara; 117-145. 
OKUTAN, Çağatay (2011), “Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)”, Yusuf TEKİN-Çağatay OKUTAN (Der.), (2011), Türk Siyasal Hayatı, Orion Kitabevi, Ankara; 
134-147. 
ÖZÇELİK, Pınar Kaya (2010), “Demokrat Partinin Demokrasi Söylemi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Vol: 65, Issue: 3; 163-187. 
ŞEYHANLIOĞLU, Hüseyin (2011),Türk Siyasal Muhafazakarlığı nın Kurumsallaşması ve Demokrat Parti, Kadim Yayınları, Ankara. 
TAŞYÜREK, Muzaffer (2009), Adnan Menderes, Anonim Yayıncılık, İstanbul. 
TOROĞLU, Celal (2007), “DP ve Demokrasi Yalanı (8)! Son”, 
http://blog.milliyet.com.tr/dp-ve-demokrasi-yalani--8---son/Blog/?BlogNo=66682,  Erişim Tarihi: 16.07.2012. 
TUNÇAY, Mete (2000), “Siyasal Tarih (1959-1960)”, Mete TUNÇAY vd., (Ed.), (2000),  Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, Cem Yayınevi, İstanbul; 177-184. 
YETKİN, Çetin (1983), Türkiye.de Tek Parti Yönetimi 1930-1945, Altın Kitaplar  Yayın evi, İstanbul. 
YILMAZ, Hakan S. (2007), “İdris Küçükömerin Siyasal Tezleri Bağlamında AKP ve CHP  Parti Programlarının Analizi”, Selçuk iletişim, Vol 5, Issue 1; 156-173. 



***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 4

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 4



B. 1954-1957 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 


1950-1954 dönemini sonlandıran 2 Mayıs 1954.de gerçekleştirilen genel seçimler, DP tarihinin en büyük siyasi zaferi olmuştur. Bu seçimlerde DP aldığı 
sandalye sayısıyla, adeta Mecliste tek parti haline gelmiştir. Seçimlerde DP, Türkiye genelinde oyların %58.42.sini alarak 503 milletvekili çıkarmıştır. Oyların %35.11.ini alan CHP 31 milletvekili, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) ise %5.28 oranında oy alarak 2 milletvekili çıkarmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 213). DP.yi ezici bir çoğunlukla yeniden siyasal iktidar yapan 1954 seçimlerinden sonra DP, tek başına iktidar olmanın verdiği avantajlarla ülke genelinde sürdürdüğü faaliyetlerde hesap verme zorunluluğunun olmadığına dair bir kanaat edinmeye başlamış (Okutan, 2011: 141), sert ve otoriter davranarak her türlü aykırı düşünceye karşı tahammülsüz ve muhalefeti ezici bir tavır takınmıştır (Özdemir, 1995: 215, aktaran; Demir, 2010: 227). 

 1954 seçimlerinde, CHP üç ilde (Malatya, Konya ve Sinop), CMP ise bir ilde (Kırşehir) çoğunluk sağlarken, geriye kalan diğer illerde seçimi DP kazanmıştır (Tunçay, 2000: 172). Ancak seçimlerin üzerinden henüz 48 saat geçmeden Kırşehir den milletvekili seçilen CMP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı Meclis tarafından kınama cezasına çarptırılmıştır. 

Ayrıca Bölükbaşı.nın memleketi olan Kırşehir, CMP.ye destek verdiği için 30 Haziran.da çıkarılan 5429 sayılı yasayla ilçe düzeyine düşürüldükten sonra Nevşehir e bağlanarak cezalandırılmıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 284). Seçimlerin ardından 14 Haziran.da çıkarılan 6418 sayılı yasayla DP, Malatya.ya bağlı olan Adıyaman ı bu ilden ayırarak il haline getirmiştir. Bu yasayla CHP.nin güçlü olduğu Malatya cezalandırıldığı gibi, 1954 seçimlerinde DP.ye destek veren Adıyaman da ödüllendirilmiştir (Altaş, 2011: 98). 1954 seçimlerinden sonra DP, seçim işbirliğini önlemek amacıyla muhalefet partilerinin bir araya gelip karma liste oluşturmalarını yasakladığı gibi, muhalefet partilerinin devlet radyolarından yararlanmalarını da engellemiştir (Tunçay, 2000: 183). 1954 seçimlerinin ardından kurulan III. Menderes Hükümetide, I. Menderes hükümeti gibi kurulduktan sonra CHP.ye yakınlık duyan bürokratları cezalandırmaya yönelik girişimlerde bulunmuştur. DP iktidarı, 5 Temmuz.da profesörleri ve meslekte 25 yılını geçirmiş veya 60 yaşını doldurmuş yargıçları da kapsayan kamu görevlilerini geçici olarak görevden alma ve bir dönem sonra emekliye ayırma yetkisini hükümete veren yeni bir yasayı çıkararak, bürokrasinin yürütme üzerindeki baskını sona erdirmiştir (Taşyürek, 2009: 75). 

 1954-1957 yılları arasındaki dönemde, başta yabancı sermaye akıGının azalması ve yerli sanayinin ağır yatırımlara yetmemesi ve üç yıl boyunca süren 
kuraklık nedeniyle ekonomide daralmalar görülmüştür (Şeyhanlıoğlu, 2011: 267). Ekonomik sıkıntıların başladığı bu dönemde, bir deliberasyon politikası izlenmiştir. 
Bu bağlamda dış ticaret rejimi sıkı kayıtlar altına alınmış, ödemeler dengesi açığını kapatmak için ABD.den ek kredi talebinde bulunulmuştur (Tunçay, 2000: 183). 
Ekonomide yaşanan sıkıntıların yanı sıra, Parti içindeki sert muhalefet de DP.nin işini zorlaştırmıştır. 29 Kasım 1955.te Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dış işleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlunun istifa ettirilmesinden sonra, Menderes de istifa dilekçesini vermiştir. Ancak DP milletvekili Mükerrem Sarolun geliştirdiği 
formülle, Menderes.in kürsüye çıkarak ateşli bir konuşma yapması sağlanmış ve ardından tam kadrodan güvenoyu alınarak IV. Menderes hükümeti kurulmuştur (Şeyhanlıoğlu, 2011: 213). DP.nin otoriterleşme si bu hükümet döneminde de hızlanarak devam etmiştir. 1956.da 1940 tarihli Milli Korunma Kanunu fiyatları, mal ve hizmetleri denetlemek için tekrar yürürlüğe konmuştur. Aynı yılın Haziran ayında, Basın Kanununda yapılan değişiklikle hükümetin basın ve yayın üzerindeki denetimi artırılmıştır. Ayrıca seçim kampanyaları dışında yapılacak siyasal toplantılar yasaklanmıştır. Hükümet bu önlemleri alırken muhalefet de birleşme hazırlıklarına girişmiştir. CHP, Hürriyet Partisi (HP) ve CMP birleşmek için çalışmalarını başlatmıştır. DP Hükümeti, muhalefetin bu çabalarını da engellemiştir (Bingöl ve Akgün, 2005: 22-23). Hükümetin muhalif basını kontrol altına almak çabalarına da 26 Kasım 1957.de yayınlanan bir kararname ile bir yenisi daha eklenmiştir. Bu kararname ile gazete ve dergi kâğıtları nın tek elden ithali getirilmiştir. Bu şekilde gazetelerin kâğıt temini ve kullanacakları kâğıt miktarı da denetim altına alınmıştır (Demir, 2010: 527). 1955-1956 yılları Menderes.in siyasi hayatında son derece yoğun ve yıpratıcı yıllar olmuştur. 

     Menderes bu yıllarda bir yandan muhalefetle, diğer yandan Parti içi muhalefetle uğraşmıştır. Bu iki güce karşı mücadele ederken, siyasete DP den ayrılan milletvekillerinin kurduğu Hürriyet Partisinin katılmasıyla Menderes iyice yıpranmıştır. Menderes sağlıklı ve huzurlu bir siyaset ortamından umudunu yitirdiği bu günlerde, seçimlerden bahsetmeye başlamıştır (Demir, 2010: 234-325). 1958 Mayısında yapılması gereken seçimler 27 Ekim 1957.ye alınmıştır. 1950 dönemiyle başlayan ekonomik ve sosyal gelişmeler bu dönemde daha çok partiler arası sert ilişkiler ve mücadelelere yerini bırakmıştır. 1957 seçimlerine yaklaşılan dönemde ülkemizde muhalefet; İnönü.nün CHP si, Bölükbaşının başkanlığını yaptığı CMP ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu nun başkanlığındaki Hürriyet Partisinden oluşmaktadır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 217). 

C. 1957-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 

Muhalefetin giderek güç kazanmaya başladığı 1957 seçimleri öncesinde, iktidara karşı yoğun bir kampanya başlatılmıştır. Oldukça yıpranmış bir görüntü ile 
seçimlere giren DP.nin en çok eleştirilen uygulamalarının başında, DP.nin muhalefete yönelik sert tutumu gelmektedir. CMP Genel Başkanı Osman 
Bölükbaşının tutuklanması, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülekin göz altına alınması bu dönemde büyük tepki almıştır (Albayrak, 2004: 294-302, aktaran; 
Bulut, 2009 b: 78). Menderes seçimlere giderken halkın dini duygularına hitap etmeyi ihmal etmemiştir. Genel seçimlerin öncesinde Menderes, yedi yıllık 
iktidarları esnasında on beş bin caminin yapıldığını, Süleymaniye başta olmak üzere 86 caminin de onarıldığını söyleyerek halktan oy istemiştir (Taşyürek, 2009: 91). Ayrıca mitinglerde sanayileşmenin dört kat arttığı, kalkınma, büyüme ve inşaat alanındaki icraatları halkla birlikte gerçekleştirdiklerini dile getirmişlerdir. Seçimlerde, kısa bir süre içinde birçok kuruluşun açılışı gerçekleştirilerek, bir yandan tek parti dönemindeki ekonomik çöküşün hesabını sorma eğilimine girilmiş, diğer yandan DP iktidarları dönemindeki kalkınma hamlesinin halk tarafından takdir edileceği bir seçime girme gayreti taşımışlardır. DP enflasyona karşı tarım ürünlerine yüksek fiyatlar vermiş, çiftçilerin borçlarını ödemiş, böylece seçmen kitlesinin büyük bir bölümünü teşkil eden kırsal kesimdeki seçmenlere yatırım yapmıştır. Okul ve cami inşasına önemli oranda fon ayırması ve devlet radyosundan icraatlarını duyurabilmesi diğer partiler karşısında DP.yi ayrıcalıklı kılmıştı (Altaş, 2011: 111). 

 Cumhuriyet tarihinin en sert seçimlerinden olan 1957 seçimlerinde DP, ilk kez oy kaybına uğrayarak oy oranını %50.nin altına (%47.3) düşürmesine rağmen, 
uygulanan çoğunluk sisteminden dolayı 424 milletvekili çıkarabilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 217). Seçimlerde CHP de %41.12 oy oranıyla 178 
milletvekili, CMP ise %7.08 oy oranıyla 4 milletvekili, HP de %3.84 oy oranıyla 4 milletvekili çıkarmıştır (1957 Yılı Genel Seçim Sonuçları, 2011). 

 1957 seçimlerinin ardından V. Menderes Hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde CHP muhalefette kalmasına rağmen önceki dönemlere nazaran Meclis 
içinde daha güçlü bir konuma gelmişti. Özellikle CHP.nin eski seçmen kitlesini meydana getiren ordu, bu dönemde CHP.nin arkasında daha kuvvetli durmuş, bu kitleye üniversiteler ve basın da eklenerek CHP.yi bu dönemde silik görüntüsünden uzaklaştıracakları nın sinyallerini vermeye başlamışlardır. DP ise bu dönemde arkasındaki geniş halk kitlesine güvenerek, CHP.ye karşı daha sert bir tavır takınmıştır. Her iki partinin birbirlerine bakışlarının keskin bir çizgiye oturduğu bu dönemde DP, CHP.yi iktidarı seçim yoluyla teslim etmekten hoşlanmayan ve bu nedenle kargaşa çıkarmaya çalışan bir zihniyet olarak görürken, CHP.nin algılaması ise cahil halkın DP tarafından kandırıldığı yönündeydi. Bu bakış açısı her iki tarafın da birbirlerine karşı hoşgörüsüz tavırlar içine girmelerine neden olmuştur (Altaş, 2011: 127). V. Menderes döneminin hemen başında, TBMM İç tüzüğünde değişiklik yapılarak, milletvekillerinin denetim olanakları kısılmış, dokunulmazlıkların kaldırılması kolaylaştırılmış, onlara verilebilecek cezalar ağırlaştırılmıştır. Seçimi izleyen 1958 yılında ise, bir önceki dönemde baş gösteren ekonomik bunalım iyice yoğunlaşmıştır. Birçok mal bulunmaz olmuş, kuyruklar ve karaborsa doğmuştur. Başbakan ilkbaharda ticari ilişkileri geliştirmek için bir Uzak Doğu gezisine çıkmış, ancak elde edilen sonuçlar çekilen sıkıntıların üstesinden gelinmesini sağlayamamıştır (Tunçay, 2000: 185). Daha önceki dönemlerde Hükümetin iktisadi büyümeyi sürdürmek amacıyla yabancı fonlar ödünç alma politikası, karşılığını yurt içindeki enflasyoncu politikada bulmuştur. Tarım sektöründeki yüksek gelirleri korumak için Hükümet, azalan dünya fiyatlarına rağmen çiftçinin ürününe yüksek fiyatlar vermeyi yeğlemiştir. Tarımsal sübvansiyonlar için basılan paranın, şehir sermayesinin su yüzüne çıkmaya başlayan hoşnutsuzluğunu hafifletmek amacıyla da etkili bir kısa dönemli önlem olduğunun ortaya çıkması, politika saptayıcılarının da hoşuna gitmiştir. 

   Ancak 1958.de %40.a varan enflasyon oranı, bürokrasinin daha belirgin olarak da askerlerin, gerçek gelirlerinde keskin bir düşüşten zarar görmelerine yol açmıştır. 

1950-1954 döneminden sonra, aşırı değerli bir para politikası benimsenmiş, fonların özel kesime dağıtılacağı yerde git gide devlet işletmelerine yöneldiği bir 
beceriksiz politikalar dönemi izlenmiştir. Ticaret sermayesi ile çiftçiler yüksek düzeyde kâr ederken, burjuvazinin bir bölümü sanayi kesiminin daha da 
büyümesine olanaklı bir ortamı yaratmakta DP.nin başarısızlığa uğradığını düşünmeye başlamıştır. Düş kırıklığına uğramış aydınlarla İstanbullu iş adamları Hürriyet Partisi bayrağı altında birleşmişlerdir (Keyder, 1979: 58-59). 1957 seçimlerinden önce engellenen muhalefetin güç birliği, 1958 sonunda görülen partiler arası birleşmelerle gerçekleşebilmiştir. Ekim ayında Türkiye Köylü Partisi Cumhuriyetçi Millet Partisi.ne, Kasım ayında da Hürriyet Partisi CHP.ye katılmıştır. 12 Ocak 1959.da toplanan 14. CHP Kurultayında “İlk Hedefler Beyannamesi” kabul edilmiştir. Bu beyannameyle iktidardan, “partizanlığın kaldırılması, ikinci meclisin kurulması, seçim güvenliği, Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hakimler Kurulu, memurların mahkemeye başvurma haklarının tanınması, basın özgürlüğünün Anayasa güvencesine bağlanması, üniversite özerkliği, Yüksek İktisat şurası kurulması, sosyal adalet kavramının Anayasaya girmesi” taleplerinde bulunulmuştur (Tunçay, 2000: 185). Sıralanan bu taleplere ve muhalefetteki güç birliğine DP nin yanıtı ise, Vatan Cephesini kurmak olmuştur. Vatan Cephesi.ne katılanların adları radyodan teker teker okunarak bu kişiler teşvik edilmiş ve hatta belli konumlarda yer alan bazı kiGiler katılması yönünde zorlanmıştır (Bingöl ve Akgün, 2005: 23). 

17 Şubat 1959.da Menderes.in başkanlığında  Londradaki Kıbrıs görüşmelerine giden delegasyonu taşıyan uçak Londra yakınlarında aşırı sisten dolayı düşmüştü. 14 kişinin şehit olduğu bu uçak kazasında Menderes.in yara almadan kurtulması, iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açmıştır. Ankara Garında Menderesi, Bayar ve İnönü.nün de bulunduğu devlet erkânı ve büyük bir kalabalık coşkuyla karşılamıştır. 
İnönü nün Menderesi tren garında  karşılaması ve ona geçmiş olsun dileklerini iletmesi iktidar-muhalefet arasındaki çatışmanın bir süreliğine yumuşamasına neden olmuştur. Menderese DP.nin ileri gelenlerince İnönü.ye nezaket ziyaretinde bulunması yönünde telkinlerde bulunulmuştur. Ancak bu girişim Bayar tarafından “CHP.ye güven olmaz” gerekçesiyle engellenerek, iktidar-muhalefet arasındaki yumuşama sürecine son verilmiştir (Altaş, 2011: 133). 

 Bu sıralarda TBMM düzenli olarak toplanamadığı gibi, toplandığı zamanlarda da ya toplantılar kısa sürmüş, ya da iktidar-muhalefet arasındaki kavgaya varan gerginlikler yaşanmıştır. Bu durum muhalefetin faaliyetlerini daha çok Meclis dışına kaydırmasına yol açmıştır. Nitekim İnönü, Nisan 1959.da Ege illerini kapsayan bir propaganda gezisi düzenlemeye karar vermiştir. İnönü.nün bu geziyi Büyük Taarruz.da Yunan Başkomutanı Trikupisi esir aldığı Uşak ta başlatması DP lilerin tepkisini almış ve İnönü Uşaktan İzmir e giderken DP.li kızgın kalabalığın saldırısına uğramış ve başından yaralanmıştır. Sonradan Uşak Olayı olarak tarihe geçecek bu olaydan sonra iktidar-muhalefet ilişkileri iyice gerilmiştir. 1960 yılında da politik durumu normalleştirmek ve iktidarla muhalefet arasında olumlu bir ilişki kurmak oldukça zorlaşmıştır. 1960.ın başında İnönüyü Kayseri.ye götüren trenin yetkililerce durdurulup, İnönü.den Ankara.ya geri dönmesi istenmiştir. Ancak İnönü nün bu teklifi kabul etmeyerek, yoluna devam etmesi iktidarı zor durumda bırakmıştır. (İnan, 2007: 121). Bu dönemde iktidar muhalefeti “ihtilal kışkırtıcılığı”yla, muhalefetse iktidarı bir “istibdat idaresi kurmakla” suçlamıştır. Bu dönemde CHP.nin 15 Mart.ta Güney Kore Diktatörü Syngman Rhee.ye karşı ayaklanmaların başlamasını, basına örnek alınması gereken bir davranış gibi yansıtması iktidar-muhalefet arasındaki gerginliği iyice artırmıştır. DP Meclis Grubu 18 Nisan 1960.da, CHP.nin yasadışı yöntemlerle siyasal mücadele yaptığını, bir kısım basın organlarının da onu bu yolda desteklediğini ileri sürerek tamamı DP.li 15 kişilik bir soruşturma kurulu olan Tahkikat Komisyonunu kurmuştur (Tunçay, 2000: 186). Bu Komisyonun kararları kesin nitelikte olup, Komisyonun kararlarına karşı başvurulacak bir üst makam öngörülmemiştir. Komisyona bütün yayınlara sansür koymak, her türlü toplantıyı ve siyasal eylemi yasaklamak gibi birçok olağanüstü yetki verilmiştir (Kongar, 2006: 154). 

Muhalefeti ve basını soruşturmakla görevlendirilen, gazete kapatılması ve hatta muhaliflerin tutuklanmasına kadar varabilen geniş yetkilerle donatılan bu 
Komisyona, muhalefetin tepkisi gecikmemiştir (Okutan, 2011: 146). Tahkikat Komisyonunun oluşturulması için hazırlanan önergenin Meclis görüşmeleri 
esnasında, İnönü.nün yaptığı konuşma, 27 Mayıs.ta yapılacak askeri müdahalenin de ilk işaretini teşkil etmiştir. İnönü Meclis konuşmasında şöyle demiştir: “Eğer bir idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimini kurarsa, o memlekette ihtilal behemehâl olur. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. şimdi arkadaşlar, Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir hak olarak kullanılacaktır” (Tunçay, 2000: 187). Bu konuşmanın yapıldığı gün kurulan Tahkikat Komisyonu, muhalefetle basın aleyhinde ortaya atılan iddiaları soruşturmak üzere görevlendirilmiş ve soruşturmalar bitene kadar bütün siyasi toplantılar yasaklanmış, Meclis görüşmeleri ve önergelerin Resmi Gazete dışında hiçbir yayın organında yer almamasına karar verilmiştir. Tahkikat Komisyonu Meclis.ten aldığı bir kararla Meclis.teki görüşmeleri yayınlayan gazetelere karşı tedbirler almış ve Komisyona karşı çıkan nitelikteki yazılara yer veren dergi ve gazeteler kapatılmıştır (Dilipak, 1990: 251). Daha sonra da 27 Nisan 1960.da Tahkikat Komisyonunu ek yetkilerle donatan bir yasa çıkarılmıştır. Bu yasayla Tahkikat Komisyonu, sivil ve askeri savcılarla yargıçların tüm yetkilerine sahip olmuş, istediği ev ve kuruluşu basarak, öngördüğü bilgi ve evraka el koyabilecek, gazeteleri toplatabilecek ve hatta matbaalarıyla birlikte kapatılmasına karar verebilecek yetkilere kavuşturulmuştur. Komisyonun kararlarına karşı gelmenin veya kararlarının savsaklanması nın ise üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması öngörülmüştü. Bu yasanın kabulünden sonra 12 CHP millet vekiline 3 ile 6, İnönü.ye de 12 oturum Meclis.ten çıkarılma cezası 
verilmiştir. İnönü.nün 18 Nisan daki konuşmasının Meclis tutanaklarından silinmesine karar verilmiştir. Oturumlardan çıkarılma cezası alan milletvekillerinin direnmesi üzerine, söz konusu milletvekilleri Meclis Genel Kurulu Salonundan polis zoruyla çıkarılmıştır (Toroğlu, 2007). 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 3

TÜRKİYE’DE 1946-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: CUMHURİYET HALK PARTİSİ (CHP) DEMOKRAT PARTİ (DP)’YE KARŞI. BÖLÜM 3



 II. TÜRKİYE’DE 1950-1960 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ: DP İKTİDARI-CHP MUHALEFETİ 

A. 1950-1954 DÖNEMİ İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİ 

 16 gubat 1950.de çıkarılan 5545 sayılı yasadan sonra, 1950 seçimlerinin hazırlıklarına başlanmıştır. 1950 seçimleri öncesinde CHP, Atatürk tarafından 
kurulan, Cumhuriyeti ilan eden, bürokrasi ve ordu tarafından desteklenen, laiklik ve modernleşmenin öncülüğünü yapan parti olarak iktidar yarışında kendini daha Şanslı görmüştür. Seçmenler ise CHP yi kendisi için bir ayrıcalık olarak addettiği misyonundan değil, bu misyonu edinebilmek için uyguladığı baskılardan, savaş 
yıllarında yüklediği ekonomik külfetlerden tanımıştır. DP nin 1950 seçimleri için yürüttüğü seçim kampanyası; tek parti idaresinin din üzerindeki baskısına ve 
ekonomi üzerinde devletin ezici nitelikli denetimine son verilmesi şeklinde sıralanabilen iki temel üzerine konuşlanmıştı (Taşyürek, 2009: 45). DP seçim 
bildirgesinde; üretimi artırıp, vergileri azaltacağını, dengeli bir bütçe ile ülkenin ekonomik durumunu düzelteceğini, ülkeye yabancı sermaye çekmek için ülke 
şartlarının düzeltileceği, özel sermayenin geliştirileceği, ekonomide hükümet tekelinin kaldırılacağı şeklinde birtakım vaatlere yer vermiştir. CHP.nin seçim 
bildirgesinde yıllardır devam eden devletçi ekonominin yerini özel mülkiyetin alacağı, yabancı sermayenin girişinin özendirileceği, paranın değerinin korunacağı gibi vaatler yer almıştı. CHP nin seçim bildirgesinde yer alan asıl dikkat çekici husus ise, CHP nin dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devrimlerinin temelini oluşturan altı ilkenin Anayasadan çıkarılmasıdır (Altaş, 2011: 54-55). DP seçimlerden önce radyo konuşmaları, yazılı açıklamalar ve halka doğru bir dizi mitingler yaparak büyük bir seçim kampanyasına girişmiştir. 1946.dan itibaren hürriyet ve demokrasinin sembolü haline gelen DP, verdiği mücadelede milli iradenin sancaktarlığından, demokrasinin öneminden sıklıkla söz etmiş olup, DP.li adaylar yurdu karış karış gezerek halk ile her zaman ve zeminde iletişim kurmak için büyük çaba harcamışlardır (Demir, 2010: 206). 1950 seçimlerinde DP, Türk siyasi tarihine damgasını vuran, halkın tek parti iktidarına ve baskıcı 
uygulamalarına duyduğu tepkinin de ifadesi olan “Yeter! Söz Milletindir!” sloganını kullanmıştır (Altaş, 2011: 55). Türk siyasal hayatında ilk kez sıradan bir demokrat ülke standartlarında, hâkim teminatı altında gizli oy, açık tasnif usulü ile yapılan ilk çok partili genel seçim olan 14 Mayıs 1950 seçimlerinde (Şeyhanlıoğlu, 2011: 191), DP oyların %53.3.ünü alarak 420 milletvekili, CHP %39.9.unu alarak 69 milletvekili, Millet Partisi (MP) %3.1.ini alarak 1 milletvekili çıkarmıştır. 
Ayrıca seçimlerde 1 de bağımsız milletvekili seçilmiGtir. Birden çok partinin ve bağımsız adayların katıldığı bu seçimde “adi çoğunluk seçim sistemi”nden dolayı 
aGkın ve eksik temsil gerçekleşmiştir (Buran, 2005: 107). Ancak buna rağmen 14 Mayıs 1950 seçimleriyle DP.nin barışçı yollarla ve müdahaleye yol açmadan 
iktidara gelmesi, dönemin şartlarında gelişmekte olan ülkeler için benzersiz bir deneyim olmuştur (İnan, 2007: 117). Özetle DP, kuruluşundan itibaren her türlü aşırılıktan imtina ederek, kanun dışına çıkmadan, halka dayalı, ortak tarihe ve kültüre vurgu yapan pragmatist bir siyaset izleyerek iktidara gelmiş, bu şekilde de büyük bir toplum mühendisliğinin yaşandığı 27 yıllık tek parti iktidarına kansız ve muvazaasız olarak son vermiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 193). 

Seçimlerin ardından TBMM.nin 22 Mayıs 1950 tarihli oturumunda Bayar Cumhurbaşkanı, Koraltan ise Meclis Başkanı seçilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 
195). Sıra Başbakanın atamasına gelince Menderes Bayar a Köprülü yü teklif etmiş, fakat Bayar hükümeti kurması için Menderes.i görevlendirmiştir. Ayrıca 
Partinin liderliğini de Menderes e devretmiştir (Bayar, 2010: 142-143). Menderes.in başkanlığındaki DP.nin ilk kabinesi, 2 Haziran 1950.de oylamaya 
katılan 282 milletvekilinin oy birliğiyle güvenoyu alarak göreve başlamıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 197). Ancak 2 Haziran 1950.de beş gün önce okunmuş yeni hükümet programının TBMM.de görüşülmesi sırasında, Başbakan Menderes.in son konuşmasını cevaplama hakkı muhalefete verilmeyince CHP.li 
milletvekillerinin salonu terk etmesi, gelecekteki partiler arası ilişkiler bakımından iyiye yorulmayacak bir emareyi teşkil etmiştir. Teorik düzlemde DP ve CHP.nin çok fazla sayıda ortak noktaları olmasına rağmen, on yıl süren DP iktidarı boyunca iki parti arasında sürdürülen ilişkinin biçimi, her geçen zaman partiler arasındaki çekişmenin şiddetini artırmıştır. Bu ise Türk siyasal kültüründe aktif muhalefetin yapıcılığının ve eleştirinin hoş görülmesi alışkanlığının yerleşmemesiyle açıklanabilir (İnan, 2007: 118). 

DP işbaşına gelir gelmez dinin toplumun en önemli sosyokültürel öğesi ve hücrelerine nüfuz etmiş temel özelliği olduğunun farkına varmıştır. Marksizm.in 
tersine dinin toplumsal, ekonomik altyapıları belirleyeceğine inanan, Weberyen bir perspektife sahip olan DP, CHP.nin yaptığı gibi dinin bu özelliğini bastırmaktan ziyade bunu açığa çıkarmanın yararlı olacağını düşünmüştür (Kahraman, 2007: 28-29). Bu bağlamda seçim vaatleri arasında yer alan 1932 yılında çıkarılan Arapça ezan okunmasını yasaklayan yasayı yürürlükten kaldırarak, ezanın tekrar Arapça okunmasını sağlayan 5665 Sayılı yasayı muhalefetin de desteğiyle çıkarmıştır. 
Ayrıca baskı altında olan diğer hürriyetler de teker teker hayata dönmeye başlamıştır. 

Radyoda dini program yasağı kaldırıldığı gibi, Arap harfleriyle eğitim yapmak için gizli veya aleni dershane açanlar hakkındaki 23 Eylül 1931 tarih ve 12073 Sayılı 
Kararnamedeki yasaklara da son verilmiş, ayrıca 4 Kasım 1950.de Roma da imzalanan İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi gereği din dersleri ilkokul programına dahil edilmiştir (Taşyürek, 2009: 60). 

 Dini liberalizasyonlar konusunda oldukça yol kat eden DP.nin 1950 seçimleri sonrasında CHP.ye karşı tutumu, muhalefette iken CHP.nin kendisine 
karşı olan tutumundan farklı olmamıştır. I. Menderes Hükümetinin güvenoyu aldıktan sonraki ilk icraatları arasında orduda CHP.ye yakınlık duyan üst düzey 
komutanların ve bürokratların tasfiyesi yer almıştır (Bingöl ve Akgün, 2005: 22). Hükümetin ilk ayı içinde Genelkurmay Başkanı dahil ordunun birçok komutanı 
emekliye sevk edilip, siyasete bulaşmamış ordu komutanları atanarak, DP üzerindeki baskı unsurlarından biri yok edilmiştir. Ordudaki bu değişikliğin 
ardından iki hafta içinde, ilk önce valiler arasında geniş çaplı bir rotasyon gerçekleştirilmiş, ardından da neredeyse yurdun her tarafında kaymakamların 
tamamının yerlerini değiştiren kaymakam kararnameleri çıkarılmıştır (Altaş, 2011: 67-68). Ayrıca bu hükümet döneminde, Kore Savaşına asker gönderme kararı alınmış, yerel yönetim seçimleri yenilenerek, muhtarlık, belediye ve il genel meclisi seçimleri yapılmıştır. Yapılan yerel seçimlerde de DP, oyların çoğunu alarak birinci parti gelmiştir. Şöyle ki, DP 13 Ağustos 1950 Muhtar Seçimlerinde 19.052 muhtarlık kazanırken, CHP ise 13.152 muhtarlık, MP ise 130 muhtarlık kazanmıştır. 3 Eylül 1950.de yapılan belediye seçimlerinde DP 600 belediyenin 560.ını kazanmıştır. 15 Ekim 1950.de yapılan il genel meclisi seçimlerinde de DP 51 ilde mutlak çoğunluk sağlamayı başarmıştır. Ancak büyük değişikliklere ve başarılı icraatlarına rağmen DP parti içinde yaşanan çatışmalarla sarsılmıştır. Parti içindeki istifaların artmasından dolayı I. Menderes Kabinesi 8 Mart 1951.de istifa etmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 201-203). 

8 Mart 1951.de istifa eden Menderes, Bayarın tekrar görevlendirmesi üzerine 29 Mart 1951.de hükümeti tekrar kurmuştur. II. Menderes Hükümeti döneminde, başta CHP olmak üzere, bazı egemen güçler iktidarı irtica suçlamasıyla yıpratmaya, halkın üzerinde baskı kurmaya çalışmıştır. 
Ancak Menderes Hükümeti, irtica yanlısı bir parti olmadığını ve Atatürkçü çizgiden uzaklaşmadıklarını göstermekten çekinmemiştir. Şöyle ki, Atatürk heykellerine yönelik olarak Ticaniler tarikatı tarafından yapılan saldırılardan sonra 1951.de Atatürk ü Koruma Kanunu çıkarılarak, bu tarikat cezalandırılmış, Atatürk e yönelik saldırılar önlenmiştir. Ayrıca 1953.de İslamcı gazetelerin yazılarından etkilenerek laik ve liberal fikirleriyle tanınan gazeteci Ahmet Emin Yalman a suikast girişiminde bulunan Hüseyin Üzmez.in bu girişiminden sonra, birçok İslamcı yayın ve teşkilat yasaklanmış, gerekli olan yasal düzenlemeler 
sertleştirilmiş ve laikliğe aykırı faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla MP kapatılmış tır (Taşyürek, 2009: 60-62). 
Cumhurbaşkanı Bayar tarafından her Cumhurbaşkanı değiştirildiğinde devlet dairelerine yeni Cumhurbaşkanının resminin asılmaması, devlet dairelerinde yalnızca Atatürk.ün resminin bulundurulması, paraların üstünde de sadece Atatürk.ün resminin bulunması istenmiştir. Ayrıca Bayar, Çankaya. nın oda ve salonlarının da Atatürk.ün zamanındaki şekline sokulmasını tamim 
ettirmiştir (Bayar, 2010: 169). Bu dönemde Atatürk.ün Meclis.teki silah arkadaşlarının ve Kemalistlerin yapamadığını Menderes ve arkadaGları yapmıştır. 
Atatürk.ün naşı Etnografya Müzesinden, Menderes ve Bayarın sürekli uyarı ve çalışmaları neticesinde yapımı tamamlanan Anıt kabire nakledilmiştir (Taşyürek, 
2009: 74). 

 1950-1954 dönemindeki iktidar muhalefet ilişkilerinde partilerin rollerinde belirgin değişiklikler gözlenmiştir. Tıpkı 1946-1950 döneminde olduğu gibi, 
siyasal özgürlüklerle ilgili çatışmalar belirginleşmiştir (Tunçay, 2000: 179). DP.nin 1950.de iktidar oluşu, ülkede demokratik prensiplerin hızlı bir şekilde yerleşeceği umudunu yeşertmiştir. Bu umut DP iktidarının ilk yıllarında pratik edilmiş, ancak zamanla meydana gelen bazı hadiseler demokratik prensiplerden tavizleri beraberinde getirmiştir. Meclis.teki „çoğunlukçuluk., „çoğulculuğa. galip gelmiş, iktidarla muhalefet arasındaki ilişki her geçen gün sertleşmiştir. CHP.nin muhalefeti ise, sürekli ve etkili bir şekilde sürmüştür. Ülkenin durumu, 1950 ler den itibaren muhalefete siyasal malzeme sağlayacak durumda olmuş, fakat DP.nin uyguladığı politikalar CHP.nin muhalefet yapma yollarını tıkamıştır. Ancak bu dönemde, toplumun iktidar partisine olan sempatisi canlı tutulmuştur (Okutan, 2011: 139). Bunda sağlanan ekonomik rahatlama ve büyüme etkili olmuştur. 1950-1954 yılları arasında, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması için çok sayıda kamu yatırımlarına girişilmiştir. Bu dönemde ekonomi alanında kaydedilen gelişmeler sayesinde, kırsal kesime para akarken, ülke içinde ve dışında tüketici mallarına talepte büyük bir artış gözlenmiştir (Ahmad, 2011:141). Bu dönemde başta tarım sektörü alanında olmak üzere yaşanan ekonomik büyüme, Anadolu sermayesinin birikmesine imkân tanımış, buradan sanayiye aktarılan sermaye birikimi güçlü 
işletmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır (Şeyhanlıoğlu, 2011: 267). Ekonomide kaydedilen gelişmelerden dolayı toplumsal desteği güçlenen DP, bu dönemde CHP ile hesaplaşmaya devam etmiştir. Bu alanda atılan adımlardan biri de CHP.nin elindeki mallara yönelik olan girişimlerdir. Tek parti döneminde 
CHP, büyük miktarda mal edinmiştir. Özellikle il özel idaresi ve hazineden halk evlerine ciddi miktarlarda kaynak aktarılmış ve bu kaynağın büyük bir bölümü de CHP.ye aktarılmıştır. DP grubunda oy birliğiyle alınan bir kararla, halk evlerinin mallarının tamamı ve CHP. nin elinde bulunan malların bir bölümü (57.629.491 
lira), 8 Ağustos 1951.de kabul edilen bir yasa tasarısıyla hazineye devredilmiştir (Şeyhanlıoğlu, 2011: 205). CHP.nin malvarlığının ikinci kısmına da 9 Aralık 
1953.de çıkarılan 6195 Sayılı CHP.nin Haksız İktisaplarının Hazineye Devri Kanunuyla el konulmuştur. Bu yasayla CHP.nin elindeki Genel Merkez Binası ve 
Ulus Gazetesi olmak üzere birçok mal varlığına hazinece el konulmuştur. 
Bu yasa, bir anlamda Halk evlerinin de sonu anlamına geliyordu. DP muhalefetteyken en çok eleştirdiği noktalardan biri olan radyonun parti propagandası için sadece hükümet tarafından kullanılmasıydı. Ancak DP iktidara geçtikten sonra, o da devlet radyosunu kendi tekeline almakta gecikmemiştir (Tunçay, 2000:179). Ayrıca bu dönemde DP Komünizm Propagandası yapıldığı ve ders programlarının liyakatli öğretmen yetiştirmeye elverişli olmadığı ve köylerde CHP.nin eli kulağı olarak tek parti rejimini yerleştirdiği gerekçesiyle, 27 Ocak 1954.de çıkardığı 6234 sayılı yasa ile Köy Öğretmen Okulları adı altında, diğer öğretmen okulları ile birleştirerek Köy Enstitülerinin varlığına son vermiştir. Böylece DP, sandıkta CHP.yi sildiği gibi, tek parti döneminin hem ekonomik hem de toplumsal dönüştürme araçlarının başında gelen ve devrimlerin köylere inmesine ön ayak olan kurumları ve mallarıyla da halkın desteğiyle tarihten silinmiş oluyordu (Albayrak, 2003: 373; Karpat, 2010: 323, aktaran; Şeyhanlıoğlu, 2011: 206). 


 Gerek siyasal gerekse ekonomik anlamda liberal bir platformla iktidara gelen DP.nin bazı konulardaki tutumu, partinin liberalizminin sınırlarını ortaya 
koymuştur. Yasal çerçevedeki anti demokratik öğeleri ayıklamayı vaat eden DP.nin bu yönde bazı çalışmaları olmuş, ancak DP özellikle basına karşı gerekli 
hoşgörüyü gösterememiş, eleştirilere katlanamamıştır. Henüz 1951.de bir resmi ilanlar kararnamesi çıkararak, gazeteleri hükümetin takdirine göre ödüllendir mek ya da cezalandırmak imkânına kavuşmuştur. 1953 Temmuzunda Ceza Kanununda değişiklik yaparak, bakanların basında küçük düşürülmesine karşı uygulanan yaptırımlar adeta otomatik hale dönüştürülmüş, bu dönemi takip eden 1954 seçimleri öncesinde de Basın Kanunu tadil edilerek, basın karşısında hükümet ispat hakkı tanınmaksızın güçlü bir konuma erişmiştir (Tunçay, 2000: 179). DP.nin akademisyenlere karşı olan tutumu da basından farksızdır. Akademisyenlerin ilk yıllarda DP.ye olan desteği, zamanla CHP ye doğru kaymıştır.  
DP.nin vaat ettiği hürriyet ortamı ve temel reformların gerçekleşmemesi akademik çevrelerde büyük bir hoşnutsuzluk uyandırmıştır. DP iktidarı da sert bir şekilde eleştirilerde bulunan ve CHP.ye destek veren öğretim üyelerini daha iyi denetlemek amacıyla 5 Temmuz 1954.te, öğretim üyelerini Milli Eğitim Bakanlığı emrine almaya yönelik olan 6535 sayılı yasayı çıkarmıştır. Bu yasayla DP.ye muhalif olan bazı öğretim üyeleri Bakanlık emrine alınarak cezalandırıl mıştır (Demir, 2010: 501). Sıralanan tüm bu olaylar, her geçen gün DP muhaliflerinin sayısını artırmıştır. Ağırlıklı olarak 1954.den önce gerçekleşen bu olaylar tesadüfî değildir. Çünkü bu dönem yukarıda da değinildiği gibi hükümetin ekonomik alanda başarılı olduğu ve arkasında ciddi bir halk desteğinin olduğu bir dönemdir. 

Bu dönemde Meclis.te ciddi bir muhalefet olmadığı gibi, Meclis aritmetiği de DP.nin lehinedir ve DP dışında bir hükümetin kurulma ihtimali yoktur 
(Bingöl ve Akgün, 2005: 23). 

 4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***