Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Kasım 2018 Pazartesi

DOLMABAHÇE MUTABAKATI, ve Bülent Arınç İle SÖYLEŞİ, Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir

DOLMABAHÇE MUTABAKATI, ve  Bülent Arınç İle SÖYLEŞİ



Bülent Arınç: Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir
Rengin Arslan
BBC Türkçe, Ankara
17 Haziran 2016


Türkiye Siyasetinin en deneyimli isimlerinden birisi olan, TBMM Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve hükümet sözcülüğü yapan ve artık aktif siyasete ara veren Bülent Arınç, başkanlık tartışmalarından, çözüm sürecine; Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık görevlerinden istifasından, kendi siyaset hayatına ve basın özgürlüğüne kadar pek çok soruyu BBC Türkçe için yanıtladı.

Bülent Arınç, “Bu Parti Tayyip’in Partisi değildir. Bu parti milletin bize bir emanetidir, hepimizin partisidir. Bir kişinin şahsi mameleki haline getirilemez” diyor.

Davutoğlu’nun İstifasını ise 'gelişi ne kadar şık ve iyi olduysa, giderken herhalde çok da şık olmadı' diye yorumluyor ve soru işaretleri yarattığını söylüyor.

Medyada TRT dahil pek çok mecranın kendisine kapatıldığını düşündüğünü söyleyen Arınç’ın BBC Türkçe’nin sorularına yanıtları şöyle:

    _ Bugün Dolmabahçe Mutabakatı’ndaki fotoğrafta yer alan örneğin bir Yalçın Akdoğan’ın olmadığı bir dönemdeyiz, böyle bir hükümet ile iş başında AKP. Siz bu geçmiş bir yıldaki bu farkı nasıl görüyorsunuz? Barış süreci, çözüm süreci, farklı şekillerde isimlendirilen, bu ortaklaşma süreci nasıl bitti ve hükümetin eksiklikleri oldu mu? Yapılabilecekler var mıydı?

Çözüm süreci benim bildiğim 2009’dan beri, içinde bulunduğum için söyleyebilirim, onun öncesinde ise Oslo görüşmeleriyle ilgili bir tartışma söz konusu olmuştu. Devletin istihbarat elemanlarının, PKK’nın önde gelen birkaç lideriyle konuşma yaptıkları söylendi. Bunlar da inkar edilmedi. Bir şekilde dışarıya verilmiş, deşifre edilmiş ve bu şekilde insanlar; hükümetin, siyasi makamların değil belki ama esasen terörle mücadeleyi kendine görev bilen bir istihbarat örgütünün ne yapılabilir diye bir nabız yokladığını biz de bilmiş olduk.

VİDEOSU;

https://www.youtube.com/watch?v=dO6ncEqf8Yg

Sizin Haberiniz yok muydu?

Oslo’daki görüşmelerden yoktu. Ben hükümette değildim o tarihte. Dışarıdan da öyle bir duyum almamıştım.

Terörün bitmesi için bence siyasi bir karara ihtiyaç var."
Terör bir sonuç, onu meydana getiren sebepler var. O sebepleri ortadan kaldırdığınız zaman terör de kendiliğinden bitecektir. Buradaki hedefimiz şuydu: silahlı terör örgütünü, silahlarından arındırmak; eylem yapmaktan vazgeçirmek, sivil hayatın içine dahil etmek ve terör örgütlerinin en büyük sermayesi olan dağa çıkan gençleri dağa çıkmaktan vazgeçirmek ve dağdakileri de indirmek. Bütün bunlarla biz iyi niyetle bir çözüm sürecine başlamıştık. Bu kademe kademe devam edecek, güven arttırıcı önlemler diyebileceğimiz bazı tedbirlerle de sonuca ulaşabilecektik. Gerçekten de süreç geliştikçe mesela terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan, yani şu an hükümlü olarak İmralı’da bulunan kişinin giden gelenler marifetiyle olumlu mesajlar verdiğini, bu mesajların belki birincisinin de 2013 Nevruz’unda okunan mesajdı. 'Silahları bırakacaksınız, ülkeyi terk edeceksiniz, bundan sonra fikir ve siyaset konuşsun' dedi. Bizim de istediğimiz buydu. Sembolik bazı çıkışlar başladı ama örgüt hayır dedi ve kalmaya devam etti.

'Çözüm süreci bitmedi, Buzdolabında'

Eğer ortada daha önce gelişmiş bir diyalog ve müzakere varsa bir masa tek taraf tarafından zor devrilir. Bu anlamda soruyorum aslında, sizce hükümetin hiç mi kabahati yok çözüm sürecinin bitişinde, bu çatışmalı sürecin tekrar başlamasında?
Yani kabahatimiz yok diye söylüyorum, bunu bilerek de söylüyorum. Taktiksel bazı yanlışlıklar belki yapılmış olabilir. Ama biz burada çok iyi niyetliydik. HDP ve Kandil çok kötü niyetliydi. Bu çok açık. Her fırsatı kollayarak, bu büyük toplu terör olayları olmasa bile, bireysel olarak çok kötü işler yapıyorlardı. Bunların bir kısmına belki çözüm süreci zarar görmesin diye göz yumuluyordu. Ama büyük bir kısmı da adli olay olması sebebiyle müsaade edilmiyordu.

Ama bu süreçte bir kırılma noktası olarak; siz de söylediniz en son 28 Şubat'ta HDP’li milletvekilleriyle Yalçın Akdoğan, Mahir Ünal ve Efkan Ala’nın da birlikte olduğu; sanırım Kamu Güvenliği Müsteşarının da olduğu bir toplantı yapıldı. Bu bir mutabakat değildi. Burada anlaşılan şuydu: HDP, tarafı kendi düşüncelerini ortaya koyacak, hükümet de ne yapılması gerektiği konusunda kendi düşüncesini ortaya koyacaktı. Yoksa ortak bir metin üzerinde konuşulmuş ve anlaşılmış değildi.



Niyetimiz iyiydi ama devam etmedi. Bitti mi derseniz, bitmedi. Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle buzdolabında kaldı. Ne zaman biter, bu çatışmalar tek taraflı olarak silahlarını bırakırlar, patlayıcılarını bırakırlar, Türkiye’den dışarı çıkarlar ve ta o başta geldiğimiz noktaya bugün samimi olarak geldiklerini fiilen gösterirlerse o zaman şüphesiz yeni bir süreç, yeni bir isimle yeni argümanlarla yeniden başlayabilir. Terörün bitmesi için bence siyasi bir karara ihtiyaç var.

“Başbakan Davutoğlu ile çözüm sürecini konuştuk”

Sizce o yöne doğru bir yönelim var mı? Binali Yıldırım’ın başbakanlığı ile de birlikte yeni bir dönem açılacak mı, yoksa eskiden de Davutoğlu ile bir halihazırda bir çalışma vardı ve devam eder mi?

Yeni başbakanımız tabii Cumhurbaşkanımızın talimatlarının dışına çıkmaz veya kendi görüşünü söylemeden önce, sayın Cumhurbaşkanımızın ne düşündüğünü öğrenmek ister. Siz benimle bir konuşma yapıyorsunuz, ben de spontane olarak bildiklerimi size söylüyorum. Ama benim yerimde sayın Binali Yıldırım otursaydı herhalde bu soruları alır, önce sayın Cumhurbaşkanımızla konuşur, sonra size cevap vermeye gayret ederdi. Benim böyle bir becerim olmadığı için ben sizinle doğrudan doğruya konuşabiliyorum.


Onların ne düşündüğünü sayın Cumhurbaşkanımız hemen hemen her toplantıda söylüyor. Bir imhadan bahsediyor. Terörle mücadelenin, teröristle mücadelenin bugünkü şekliyle devam edeceğini söylüyor. Bir taraftan da bu silahları alırlar, gömerler, betonla kaplarlarsa, ki bunu çok eskiden de söylerdi- o zaman tekrar belki bir şeyler olabilir diyor. Benim farkım şurada ben 29 Ocak akşamı, Taha Akyol bey ile CNN Türk’te uzun bir mülakat yaptım. O mülakatın bir yerinde de yarın sabahtan tezi yok bir süreç başlamalıdır dedim. Çözüm süreci demeyelim artık. Çünkü çok tavsadı. Çok gücünden kaybetti. Çok eleştirildi. Fakat bir siyasi ve toplumsal sonuca ulaşmak için bir yola ihtiyacımız var, bir sürece ihtiyacımız var. Bu sürecin adı gerektiği zaman konulur. Hiç önemli değil. Ben bunun ta o zaman ihtiyaç olduğunu düşünmüştüm, bugün daha büyük ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.


Yani ben terörle mücadelede sonuca gitmek için mutlaka siyasi bir sürecin hemen başlaması gerektiğini düşünüyorum. Bunu paylaşan insanlar hükümette var mı, cumhurbaşkanlığında var mı onu bilmem doğrusu. Kendileriyle bunu tartışma imkanımız olmadı. Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bu konuları görüşmüştük. O da pek çok konuda hak verdiğini ifade etmişti. Hatta bir sözü vardır, "2013 şartlarına dönülürse niye olmasın" diye. Ama sayın cumhurbaşkanımız herhalde bu sözü pek beğenmedi.

O şimdilik bu işin devam edeceğini ve silahlar gider ve üzerine beton dökülürse.. Bunu tek başına karşı taraftan bir vaat olarak almamız mümkün değil. Peki ben Türkiye’den gideceğim? Silahları da bırakacağım, üstünü de gömeceğim. Sonra ne olacak, ben ne olacağım, bu militanlar ne olacak? Türkiye’de ne olacak. Bunu da bilmeyi istiyorum. Bunun da bir karşılık kontr garantisinin olması lazım derse buna siyaset kurumu karar verecek.

Başkanlık: 'Türkiye’de her meselenin önünü kapatan bir konu'
Türkiye’nin bir başka ana gündem maddesi başkanlık sistemi. Bu konuda siz çok uzun zamandır açıklamalar yapıyorsunuz. Gündemde bu kadar hararetli olmadığı zamanlarda da açıkyürekli açıklamalarınızı duymuştuk. Bugün Türkiye’nin gündemindeki bu kadar merkezi bir tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor."

Başkanlık konusundaki tartışmalar yeni Anayasa’nın da önüne geçti. Maalesef Türkiye’de her meselenin önünü kapatan bir konu haline geldi. Ekonomi konuşamıyorsunuz başkanlığı konuşmaktan; Suriye’yi konuşamıyorsunuz, dış politikayı konuşamıyorsunuz, iç politikadaki terörle mücadeleyi ve yeni süreci konuşamıyorsunuz. Ağzını açan herkes başkanlıktan veya yarı başkanlıktan bahsetmeye başlıyor. Geldiğimiz noktada aslında bu konunun hem parlamento içerisinde hem de referanduma götürülerek halkın bu konuda ne düşündüğünü bilmemiz lazım. Çünkü her meselenin önünü tıkayan çok hayati meseleleri arka plana atan bu tartışmalardan Türkiye’ye fayda yok, hayır yok. Bizim bu meseleyi gündemden çıkarmamız lazım. Yalnız çıkarabilmemiz için, sayın Cumhurbaşkanımızın nasıl bir sistem istediğini de bilmemiz lazım.

Mesela CHP nasıl bir başkanlık istiyorsunuz, getirin görüşelim dedi. E bu çok iyi bir meydan okuma. Bunun karşılığının AK Parti tarafından işte böyle bir başkanlık sistemi diyerek somutlaştırılması lazım. Şu anda somutlaşmış başkanlık yönetim modeli olarak bir model elimizde yok. Anayasa profesörleri bile konuşuyor, 20 defa dinleyin, ne dediğini anlamıyorsunuz. Ben anlamıyorum şahsen.

'Başkanlık Made in RTE Olsun'

Sizce Erdoğan ne istiyor peki? Çünkü başkanlık mevzusu sayın Cumhur başkanının Türkiye’nin gündeminde öncelikli sıralara yerleştirdiği bir konu oldu. Sizce Erdoğan neden ve nasıl bir başkanlık sistemi istiyor?

 Erdoğan yapısı itibariyle sözünü dinletebileceği, bütün karar mekanizmalarında tek başına müessir olabileceği, yapacağı çalışmaların önüne çok engelin çıkmayacağı bir başkanlık sistemi arzu ediyor.

Benim şahsen şu anki düşüncem şu: Bir, iyi bir model üzerinde AK Parti elinde varsa hemen elinde yoksa üç-beş gün içerisinde bir taslağı ama Cumhur başkanımızın okeyini aldıktan sonra, arada başka şeyler çıkmasın diye bunu söylüyorum; ben öyle dememiştim, siz böyle çıkardınız demesin diye söylüyorum; yani “Made in RTE” taşıyan ama AK Parti’nin ismiyle Meclis’e gelecek olan bir örnek çıksın. Bu örneği parlamentodaki partilerin önce genel başkanlarıyla sonra kendileriyle ne diyorsunuz diye konuşulsun. Bir ay sonra da arkadaş biz bunda varız veya yokuz derselerse bence 316 milletvekilinin imzasıyla o modeli versinler. Parlamentodan çıkacak duruma bakalım. 331 ile kabul edildi diyelim, hemen millete gideriz. 330’un altında kaldık diyelim üstünü örteriz. Bu iş Türkiye’nin gündeminden bir şekilde çıkması lazım.

Sayın Davutoğlu’nun istifası beklenen bir istifa değildi. Kendisi de açıklamasında, burada kendi isteğimle istifa ediyor değilim, diye konuşmasında da zaten ifade etti. Siz kurucusu olduğunuz partinin geçtiği bu süreci nasıl değerlendiriyor sunuz? Bu süreçler nasıl yaşanır AKP’de. Bu sefer ne olmuştur sizce?

Sayın başbakan bir akşam köşke gitti ve dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz şaşırdık."

Biz 2001 14 Ağustos’ta Partiyi kurarken doğrusu bu tür geçişlerin olacağını düşünmemiştik. Ama ben mesela ben o tarihte, ileride meclis başkanı olacağımı hiç düşünmemiştim. Yani süreç içerisinde karşılaştığımız olaylardır. Bunlardan üzüldüklerimiz vardır, iftihar ettiklerimiz, sevindiklerimiz vardır.

'' Sayın Başbakan bir akşam köşke gitti ve Dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz Şaşırdık."

Şimdi sayın cumhurbaşkanımız 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı oldu. Partiye bir genel başkan gerekti ve o genel başkan ve aynı zamanda başbakan olacak. İstişareler yapıldı, yapıldığı söylendi. Benimle de konuşuldu. Sonunda sayın Davutoğlu’nu bizzat sayın Erdoğan genel başkan adayımız olarak açıkladı.


'Bir insanın onuru vardır, haysiyeti vardır'

Son güne kadar yanında başbakan yardımcısı olarak, hükümet sözcüsü olarak yanında çalışmış bir insanım. Fakat günün birinde işte bu troller, troliçeler ortaya bir şeyler atmaya başladılar. Ahlak sınırlarını aşan, terbiyesizce, sayın Davutoğlu’nu itham eden pelikan, penguen her neyse dosyaları açıklanmaya başlandı. Biz bunların hiçbirine ihtimal vermedik. Ama sayın başbakan bir akşam köşke gitti ve dönüşünde bana 'Allahaısmarladık' dedi ve hepimiz şaşırdık. Yani böyle bir şey Türk siyasi tarihinde hiç rastlanmamıştır, bizim çizgimizde de hiç olmadı bu. Yani bir sebep olması lazım. Bir insan bu kadar başarılı olduktan sonra 'Ben gidiyorum, Allahaısmarladık' demez.

Nedir Sebebi sizce?

Burada iki büyük engelimiz var. Sayın başbakan sebepleri kendisi söylememiştir, hatta üzerini örtmüştür. Sayın Cumhurbaşkanımıza bağlılık yeminleri yapmıştır, onun namusunu, ailesinin namusunu kendi namusu bilmiştir, onun hukukunu koruyacağını söylemiştir

Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olması, başbakan olması eşitler arasında onu birinci gördüğümüz için olmuştur."
Bizim de söyleyebileceğimiz sayın Davutoğlu’nun gelişi ne kadar şık ve iyi olduysa, hepimizin gönlünden geçen olduysa; giderken herhalde çok da şık olmadı. Hiç alışık olmadığımız bir vefasızlık örneği oldu. Bir de bir insanın onuru vardır, haysiyeti vardır. Git denince veya gitmelisin deyince; kongreyi yap, şuna devret denince bu hoş bir şey değil. Çevresine nasıl anlatacak bunu, ailesine nasıl anlatacak, kendisine dönüp nasıl anlatacak, biz dava arkadaşlarına nasıl anlatacak; herhalde onun altında ezildiğini düşünüyorum. Keşke bir açık kapı bıraksaydı, bir işaret gösterseydi ve bunun üzerine Türkiye’de ve parti içerisinde de olumlu bir sorgulama olabilirdi. Yine Tayyip Erdoğan sevgisi devam ederdi, yine AK Parti’nin bütünlüğü devam ederdi, ama şimdi insanlar kendilerine soruyorlar bu iş neden böyle oldu diye. Onlar da izah etmekte zorlanıyorlar.

VİDEO  2 
https://www.youtube.com/watch?v=dO6ncEqf8Yg&t=4s

'Biz muhalif bir hareket değiliz'


Az önce başka bir konuda konuşurken sayın Davutoğlu ile o sırada haberleştiğinizi söylediniz. Yeni başbakan ile böyle bir diyaloğunuz oldu mu, olacak mı sizce?
Hayır sadece kendisine başarılar diledim. Ama bu konularda bir görüşmemiz olmadı ama arzu ederlerse görüşebiliriz tabii.

AKP içinde davaya halel gelmesin, zarar gelmesin duygusunun çok güçlü olduğunu sadece gazeteciler değil kamuoyu da yakından görüyor. Siz bu süreçlerde, Gezi eylemleri oldu, 17-25 Aralık süreçleri oldu, dışarıya yansımasa bile, parti içerisinde eleştirileriniz dile getirdiniz mi?

Çok fazlasıyla. Bunu herkes bilir aslında. Biz her gün mikrofonların önünde onu bunu eleştirecek, ona buna muhalefet edecek insanlar değiliz. Öncelikle ben bir milletvekiliyim. Milletvekillerinin bir grubu var. İkincisi bakanım, bakanlar kurulu var. Üçüncüsü başbakan ile cumhurbaşkanı ile görüşme imkanım var. Bunların hepsini değerlendirmem lazım. Biz dışarıdaki bir insan değiliz. Şu anda dışarıdaki bir insanım. Onun şartları farklı. Ama geçmişte bakanlar kurulunda da, cumhurbaşkanı olduktan sonra da diğer bütün zeminlerde de benim bildiğim ve doğruluğuna tanık olduğum olaylar konusunda onların görüşlerinin tamamen dışında, onların görüşlerinin tamamen dışında, onları eleştiren konuşmalar yaptığımı herkes bilir.

Mesela benim orada bir sözüm, "Eskiden Bizdik şimdi Ben olduk" sözü aslında çok şey konuşur. Ben çünkü partiyi kuranlardan birisiyim.


Bülent Arınç, Erdoğan'ın Başbakanlık yaptığı dönemde hükümet sözcülüğü ve Başbakan Yardımcılığı görevlerini yürtmüştü.

Biz o zaman 10 tane başbakan adayı çıkarın deseler çıkarırdık ama içimizde eşitler arasında birinciyi de ön plana koyardık. Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın genel başkan olması, başbakan olması eşitler arasında onu birinci gördüğümüz için olmuştur. Yoksa Allah’ın özel olarak gönderdiği, tek başına her şeyi ifade eden, herkesten daha üçlü, herkesten daha akıllı, herkesten daha bilgili, herkesten daha sorgulanmayan bir insan olarak kendisini görmedik.

 ^^ ''  Bugün biz muhalif bir hareket değiliz. Bizim damarımızda muhaliflik yok. Eleştiri var. Doğruyu göstermek var." ^^

   Şimdi tek adam deniliyorsa, bizde tek adam modeli yok. Bir insan nihayetinde insandır, beşerdir, bizim kendimize örnek aldıklarımız her zaman yanındaki arkadaşlarıyla, ekibiyle kadrosuyla istişare eden görüşlerini onlarla paylaşan, hatta onların verdiği kararları uygulayan bir anlayıştır. Bundan bir vazgeçme veya uzaklaşma olduysa biz bunları zaman zaman dile getirmişizdir.

 ^^ Turgut Özal Üniversitesi’nde yapacağınız çalıştayın engellenmesine ilişkin bir açıklama “Aktif siyasete ara verdiğim bu dönemde” diye başladınız açıklamanıza. Geri mi dönüyorsunuz, aktif siyasette sizi görecek miyiz tekrar? ^^

Bugün biz muhalif bir hareket değiliz. Bizim damarımızda muhaliflik yok. Eleştiri var. Doğruyu göstermek var. Mutlak doğruyu Allah bilir. Ben kendi doğrumu söylüyorum. 
Siz de bana kendi doğrunuzu söylersiniz. Ben sana söylüyorum aslında. Eskiden İslam sosyologları öyle demişler. Benim söylediğim doğrudur. Ama yanlış olma ihtimali vardır. Sen konuş, bana göre söylediğin yanlış ama doğru da olabilir. O zaman ben konuşayım sen dinle. Sen konuş ben dinleyeyim.

  ^^  Ergenekon, KCK, Odatv gibi başlıklarda Türkiye’nin büyük davalarında gazetecilerin de yargılandığı ve hapiste olduğu dönemler oldu. O zaman “Türkiye’de basın özgürlüğü vardır”, onların yargılanmalarının sebepleri başka kanunlardır gibi açıklamalarınızı yakinen hatırlıyoruz. Buradan geriye baktığınızda fikrinizde bir değişiklik olmuş mudur?  ^^

Geldiğimiz nokta çok olumlu değil. Bunu göğsümü gere gere anlatacak, savunacak bir noktada değilim. Ben beş buçuk yıl basından, medyadan sorumlu olarak çalıştım.

Kendime göre iyi işler yaptım, doğru işler yaptım.

Fakat bu sizin sözünü ettiğiniz, söylediğiniz ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü konusunda iki sıkıntımız vardı. Bir, terörle mücadele kanunundan kaynaklanan. 
Örneğin Freedom House geliyor, CPJ (Gazetecileri Koruma Komitesi) geliyor, efenim bizim kayıtlarımıza göre sizde diyelim ki 39 veya 49 kişi tutuklu veya hükümlü. 
Biz de dönüp bakıyoruz, basın mesleğinde çalışır da çalışma hayatını gazetecilik üzerine yapan insan görünmüyor. Nerden kaynaklanıyor bu? İsimleri verirlerdi bize, bakardık, adam gazeteci olarak yazdırmış ama banka soymaktan hükümlü. Sıfatı gazeteci suçu terör örgütünün propagandasını yapmak. 
O zaman propaganda suçtu. 
Adam gazeteci yazdırmış kendisini ama terör örgütüne mali finansman sağlamış veya da patlayıcı getirmiş.


6 Mayıs'taki duruşmada gazeteci Can Dündar'a 5 yıl 10 ay hapis cezası verilmişti.

O zaman dönerdik dostlarımıza bunların suçları, terörle mücadele kanunundan kaynaklanıyor, dolayısıyla bu basın mesleği veya çalışma hayatıyla veya gazetecilik faaliyetleri üzerine inşa edilebilecek suçlar değil. Bizde bir terörle mücadele kanunu var. Teşekkür ederiz, anladık derlerdi. Bunu bozan iki şey oldu. Ahmet Şık ve Nedim Şener. İddianame öyleydi. Kitap yazmışlar, basılmadan el konmuş. O kitaplarıyla terör örgütüne yardım ve yataklık gibi bir suçlama.

Fakat sonradan günümüzde daha çok Can Dündar ve Erdem Gül ile başladı. Daha sonra başka gazeteciler Hidayet Karaca ve Ekrem Dumanlı vs ama iddianamelerine bakarsanız, gizli sırları ifşadan, devlete zarar veren faaliyetler den ve casusluktan bahseden garip, inanılması mümkün olmayan birtakım iddianameler yazılmaya başlandı. 

Bunu zannediyorum paralel devlet yapılanmasıyla mücadele kapsamında bir gizli silahlı terör örgütü kapsamına sokabilecek faaliyetler olarak görüyor savcılar. 
Böyle dava açıyor. İddianamede suçlamalar korkunç. Bir de tutukluyorlar. Ondan sonra içeriden çıkmak da çok uzun yıllar alıyor.

'TRT'den Uzaklaştırılmam Talimatla yapıldı'

Yine son açıklamanızdan, “Hoşa gitmeyen gerçekleri duymama ve duyurmama adına izlenen bu anti demokratik yol baskı rejimlerinin yoludur ve tarih kitapları 
bu yolcuların hazin sonlarıyla doludur” demiştiniz. Türkiye sizce bu kadar dramatik bir baskı rejimi yolunda mı, onun içine girdi mi, o yol çoktan bitti mi çoktan?
Bunlar eleştiriler. Dramatik bir baskı rejimi sözünü ben söyleyemem. Bununla kendimizi inkar etmiş oluruz. Ya da AK Parti iktidarını doğrudan suçlamış olurum. 
Bunu yapacaksa başkaları yapsın. Her şey ortada. Bütün veriler ortada. Bir kısmı buna doğru diyebilir. Bir kısmı o kadar da değil diyebilir. Bir kısmı Türkiye demokratik bir ülke ve bütün şartlarıyla devam ediyor diyebilir. Ben diyeceklerimi belki farklı bir kapsamda konuşmak isterim. Bir defa benim bazı özel televizyonlardan, başta TRT’den hemen hemen iki seneden beri uzaklaştırılmış olmamamın birilerinin talimatıyla yapıldığını çok iyi biliyorum. Üniversiteler özgür alanlar. Ben gerçekten üniversite gençliğini çok seviyorum. Kendi gençliğimi orada görüyorum. Bütün üniversitelerden bize öğrenci topluluklarından davet geldi.

Tayyip Erdoğan Milletvekili değilken ben bu partiyi orada temsil ettim."

Yine benim kötü bir huyum var. Sorulara bildiğim kadarıyla ve dürüst cevaplar veriyorum. Falan yere filan yere bakıp, sorup edip, efendim ne buyurursunuz, ne söylemem gerek filan demiyorum. Bu söylediklerim yine birilerini rahatsız etti. Birileri adına durumdan vazife çıkaranları rahatsız etti. Bu kez neredeyse gününü koyduğumuz üniversite toplantıları iptal edildi.

Kimdir Birileri?

Yani çok malum şeyler bunlar. Çok malum. Sokağa çıksanız sahibini sorsanız o bile söyler ama beni mazur görün. Mani oluyor halimi takrire hicabım.

Peki sizce AKP’nin bir muhalefete ihtiyacı var mı? Kurucu kadrolarından çok fazla kişi üçüncü dönem, başka sebeplerle, çok da önemli bir birikim bir yandan, 
bugün parti içerisinde değil, kademelerde değil, hükümette değil. Sizce böyle bir muhalefete ihtiyaç var mı?

Buna halk karar verir. Kendi konumumu söyleyeyim. Biz toplumda bilinen insanlarız. Bana AK Parti’nin vicdanı dediler, eyvallah dedim. Dürüst adamdır dediler, eyvallah dedim. Korkmaz, bildiğini doğrudan söyler dediler. Bunlar bana göre güzel meziyetler. Bunu vatandaş bana vermişse, ben de alır şerefle taşırım. 
Bu bir tarafa. Ama ben bu partinin kurucusuyum. Bu parti benim kucaklarımda yetişti. Parlamentodan grup başkanıydım. Yani Tayyip Erdoğan milletvekili değilken ben bu partiyi orada temsil ettim.

"AK Parti’de işlerin iyi gitmediğini düşünenler varsa..."
'' Kimse bize bir muhalif hareket olarak, yeni bir parti kuracaklar gözüyle bakmasınlar."

14 sene millete çok büyük hizmetler yaptık. Bunun en azından 2011 seçimlerine kadar olan bölümü sayın Erdoğan’ın mükemmel bir başbakanlığıdır. Türkiye içeride ve dışarıda çok mesafe kat etmiştir. Sonra yaşadığımız başka olaylar var. Ben bu partim varken, beni dışlayanlar olsa bile, seni kuruculuktan çıkardık diyenler olsa bile, kongreye davet ederken sıfatlarımı ihmal etmiş olsalar bile, hâlâ birtakım trol ve troliçelerin arkasında durarak, ceplerine para koyarak üzerimize saldırtsalar bile ben yine AK Parti’deyim.

Bir deyiş vardır. Ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin. Bizim gidecek başka bir diyarımız yok. Biz gidemeyenlerdeniz. AK Parti’nin iyi olmasını isteriz. 
Cumhurbaşkanı’nın iyi olmasını, başarılı olmasını isteriz. 40 yıllık arkadaşımız. Ama eğer kötü giden bir şey varsa, biz onlara yapmayın etmeyin, şu daha doğrudur deme hakkımızın da olmasını isteriz. Bunu şu an çok fazla bulamıyoruz.

Ama ben şu an partimin zararına olabilecek hiçbir şeyin içerisinde olamam. Kimse bize bir muhalif hareket olarak, yeni bir parti kuracaklar gözüyle bakmasınlar. 

Onlar bizim başka tarafa bakmayacağımızı çok iyi bilirler. Ama bundan istifade ederek de sürekli bizi yok etmeye, küçültmeye, basit ve aciz görmeye hatta, pelikan lı penguen li şeylerle aşağılıkça iftiralarla suçlamaya kalkarlarsa tepemizi attırmasınlar. Söyleyeceğimiz o. Fakat siyaset boşluk kabul etmez. Bugün AK Parti’de işlerin iyi gitmediğini düşünenler varsa, artık bu partiden Türkiye’ye hayır gelmez, ben buna oy vermem diyenler varsa, çareyi çözümü onlar bulurlar. Su akacağı yolu mutlaka bulur.

Biz 2001'de kurulduğumuzda biçim için çok uygun bir zemin vardı. Siyaset dip yapmıştı. Mevcut partilerin hiçbirisini millet istemiyordu. Zaten hepsini parlamento dışında bıraktı. Biz güzel bir tablo koyduk önlerine. Güzel bir fotoğraf tablosu. Tayyip bey var, Abdullah Gül bey var, ben varım, o var, bu var. Millet bizim fotoğrafımızı beğendi. Süleyman Demirel’in aile fotoğrafında kim varsa, millet onları reddetti. Ama AK Parti’nin aile fotoğraf tablosunda kim varsa millet onları kabul etti.

Bu AK Parti’nin başarıları tek başına Recep Tayyip Erdoğan’ın başarıları değildir. Sayın Bekir Bozdağ’ın da kulağını çınlatalım. Bu parti Tayyip’in partisi değildir. 

Bu parti Milletin bize bir Emanetidir, hepimizin partisidir. Bir kişinin şahsi mameleki haline getirilemez.

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/06/160616_arinc_arslan_mulakat


***

26 Eylül 2018 Çarşamba

Yine YALAN, hep YALAN! Bakın Rehineler nasıl Serbest kalmış.

Yine YALAN, hep YALAN! Bakın Rehineler nasıl Serbest kalmış.  


Irak'ın Musul Kentindeki Türkiye Başkonsolosluğu'nda IŞİD Militanları tarafından rehin alındıktan sonra 101 gün sonra serbest bırakılan 49 kişiden Gaziantepli 
özel harekat polisi Veysel Can, Esarette yaşadıklarının anlattı.

Veysel Can'ın DHA'ya anlattıkları anlattıkları, Davutoğlu'nun ve yandaş medyanın bütün yalanlarını da ortaya koydu.

Meğer rehinelerin bırakıldığından MİT'in haberi yokmuş ve rehineler sınırda 4 saat görevlilerin gelmesini beklemiş.

3 çocuk babası 50 yaşındaki özel harekat polisi Veysel Can, IŞİD baskını öncesinde yaşanan skandallar zincirini şöyle anlattı:

DAVUTOĞLU İLE GÖRÜŞTÜK TESLİM OLDUK

Olayın olduğu gün yaklaşık bin IŞİD militanının başkonsolosluk binasını sardığını anlatan Veysel Can şunları söyledi: "Daha önceden bulunduğumuz yerde 
bir IŞİD komutanı öldürülmüş. IŞİD de bildiriler dağıtarak, sesli anonslarla insanların şehri terk etmesini, bunun intikamının kanlı bir şekilde alınacağını 
söylemiş. Bizim binamızın karşısındaki operasyon birliği de kentten ayrıldı. 

Sonra baskın günü kapıya geldiler. IŞİD militanları içindeki bir Türkmen kapıyı açmamızı söyledi. Biz de bunun mümkün olmadığını söyledik. Sonra tahminime göre içinde 500 kilodan fazla patlayıcı bulanan 3 kamyoneti bizim kapılarımızın önüne koydular. Kapılarımızı havaya uçuracaklardı. Yaklaşık bin kişi çevremizi 
sarmıştı. Çoğu ağır silahlıydı. Evlerin çatılarında roketatarlı militanlar vardı. Sonra Başkonsolosumuz, o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu ile 
görüştü. Onun talimatıyla çatışmadık ve teslim olmak durumunda kaldık" dedi.

TÜRKİYE İLE BAZI KONULARDA ANLAŞMAMIZ GEREKİYOR

Teslim olduktan sonra Azerbaycan uyruklu bir IŞİD komutanının yanlarına gelerek, "Sizi Türkiye'ye hemen göndermeyeceğiz, önce Türkiye ile bazı konularda anlaşmamız gerekiyor" dediğini anlatan Veysel Can, geçen süre içinde 8 farklı noktaya transfer edildiklerini kaydetti.

MİT'İN HABERİ BİLE YOKMUŞ!

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu, Rehinelerin serbest bırakılmasından sonra MİTî tebrik etmişti.

Ancak özel harekatçı Can'ın anlattıkları skandalı ortaya çıkardı. Kendilerinin sınıra bırakıldığından MİT'in haberi olmadığı için 4 saat sınırda beklediklerini 
belirten Can, "MİT'e haber vermedikleri için 4 saat sınırda bekledik. Geçen süreden sonra Türk görevliler geldi" dedi.

   IŞİD Komutanlarının, serbest bırakılmalarından 10 günce yanlarına gelerek, 
   

    "Yarın sizi Türkiye'ye göndereceğiz" dediğini söyleyen Veysel Can, "Biz buna 
inanmadık çünkü daha önce de bırakacağız dediler, fakat bırakmadılar. Çok yalan söylüyorlardı. Zaten dedikleri gibi ertesi günde bırakmadılar. Sonra serbest bırakılacağımız gün gelerek bize hazırlanmamızı söylediler. Biz hazırlandık otobüse bindik. Yine başka bir yere transfer ediliyoruz diye düşünüyorduk. Sonra yanımıza onların Musul Valisi dediği kişi geldi. Anlaşmanın sağlandığını ve Türkiye'ye gönderileceğimiz söyledi. Biz yine inanamamıştık. Otobüslerle Suriye'nin içinden geçerek Rakka'ya, sonra Telabyad'a geldik. Biz burada kalacağız diye düşünüyorduk. Sonra Akçakale sınırına geldik. Burada Türkiye'ye gireceğimize inandık. MİT'e haber vermedikleri için 4 saat sınırda bekledik. Geçen süreden sonra Türk görevliler geldi, " Belgeleri imzalayıp sizi sayarak teslim alacağız " dedi. Sonra biz teslim aldılar sınırı geçerken bazı arkadaşlarımız Türk bayrağının yanından geçerken çığlıklarla ağlamaya başladı. 
Bizi MİT Bölge Müdürlüğü'ne götürdüler. Burada ailelerimizle ilk defa telefon görüşmesi yaptık."

İŞTE BUNLAR DA BÜTÜN BİR MİLLETİN, GÜVENİP SEÇTİĞİ YÖNETİCİLERİ TARAFINDAN NASIL  ALDATILDIĞININ İSPATLARI:



***





12 Aralık 2017 Salı

Irak-Suriye Arası Mekik Diplomasisi: Türkiye’nin Arabuluculuğu


Irak-Suriye Arası Mekik Diplomasisi: Türkiye’nin Arabuluculuğu

Yrd. Doç. Dr. Veysel Ayhan, 
02 EYLÜL 2009 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Ulus. İliş. Bölümü

Gergin olan Irak-Suriye ilişkileri 19 Ağustos 2009 tarihinde Bağdat’ın en iyi korunan bölgesi sayılan ve hükümet ile yabancı diplomatik misyon temsilciliklerinin bulunduğu Yeşil Bölge’de meydana gelen patlamaların ardından kopma noktasına gelmiştir. Yaklaşık 100 kişinin yaşamını yitirdiği ve 600 kişinin yaralandığı saldırıların ardından Irak hükümeti bombalamaların eski Baas üyeleri tarafından düzenlendiğini açıklamıştır. Saldırıların son birkaç aydır Musul ve Bağdat’ta meydana gelen eylemlerin ardından gerçekleşmesi, Maliki hükümetinin ABD askerlerinin Irak yerleşim birimlerinden çekilmesinden sonra güvenliği sağlamada başarısız olduğu tartışmalarını gündeme getirmiştir. Ağustos ayında gerçekleştirilen saldırıların sonucunda 450’den fazla kişinin yaşamını yitirmesi ve yaklaşık 1.500 kişinin yaralanması Irak’taki güvenlik sorununun ciddiyetini koruduğunu göstermektedir. Irak hükümeti tarafından yapılan açıklamalarda son 13 ayın en kanlı saldırılarının Ağustos ayında gerçekleştirildiği görülmektedir. 30 Haziran’da Amerikan askerlerinin yerleşim birimlerinden çekilmesini takip eden Temmuz ayındaki saldırılar sırasında ise yaşamını yitiren Iraklı sayısı 275 kişiydi. Dolayısıyla son iki ayda gerçekleşen saldırılarda yaklaşık 725 kişi yaşamını yitirmiştir.  Ağustos ayındaki en önemli ve en büyük saldırı 19 Ağustos’ta Yeşil Bölge’de gerçekleştirilen saldırılar olmuştur. Saldırıların ardından hem Irak Parlamentosu hem de Şii blokta Maliki’nin Başbakanlık konumu yeniden tartışmaya açılmıştır.

Irak’ın en iyi korunan bölgesi olduğu ileri sürülen Yeşil Bölge’de eş zamanlı gerçekleştirilen saldırıların doğrudan Maliki yönetimini hedef aldığı açıktır. Parlamento binası ve Dışişleri Bakanlığı önünde gerçekleştirilen saldırılardan anlaşıldığı üzere eylemler bireysel olmaktan ziyade iyi organize edilmiş ve ciddi bir istihbarat desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Saldırıların doğrudan hükümeti hedef alması üzerine gözler bir kez daha Irak’taki Sünni-Şii gerginliğine çevrilse de, saldırıların Irak üzerinde etkili olmak isteyen yabancı güçlerin de desteğiyle gerçekleştirildiği ileri sürülmüştür. Iraklı Parlamenterlerin bir kısmı doğrudan Suriye’yi suçlarken diğerleri İran veya El Kaide’yi suçlamıştır. Ancak, İran ve Suriye’nin aksine El Kaide doğrudan saldırıları gerçekleştirdiğini öne sürmüştür. Örgüt tarafından yapılan açıklamada saldırılarda Maliye, Dışişleri ve Savunma Bakanlığı’nın hedef alındığı ileri sürülmüştür. Bununla birlikte son aylarda özellikle Musul ve Bağdat’ta gerçekleştirilen saldırıların hedefinde ağırlıklı olarak Şiiler bulunmaktaydı. Irak hükümeti El Kaide’nin yanı sıra eski Baas üyelerinin de saldırılarda payı olduğunu ileri sürmektedir. 2003 Savaşı sonrası iktidardan dışlanan Sünni Arapların saldırılar yoluyla Bağdat üzerindeki güç mücadelesini sürdürdükleri ileri sürülmektedir. Bu bağlamda Sünni Arapların bir kısmı El Kaide gibi örgütlerin yanında olurken diğer bir kısmı Baas üyelerinin içinde yer aldığı grupları desteklemektedir. Ancak, ister El Kaide isterse Baasçı gruplar olsun sonuçta Sünni Arapların temel hedeflerinin iktidardan daha fazla pay elde etmek olduğu açıktır.

Diğer yandan Sünni grupların tek başına hareket ettiğini varsaymak da gerçekçi görünmemektedir. Özellikle Yeşil Bölgede gerçekleştirilen saldırılar dikkate alındığında bazı bölge devletlerinin eylemlere ya doğrudan veya dolaylı destek sağladığı ileri sürülebilir. Ancak, bunun hangi devletler olduğunu belirtmek oldukça güçtür. Çünkü Irak’ta tüm bölge ülkelerinin kendi güçleri oranında etkili olmaya çalıştığı görülmektedir. İran, Suudi Arabistan ve Suriye’yi saldırıların arkasında yer almakla suçlayan olduğu gibi Mısır ve Ürdün’ü de Irak’taki istikrarsızlığı derinleştirmek için terörist faaliyetlerin destekçisi olarak gören bulunmaktadır. 

Devlet otoritesinin yeniden tesis edilmeye çalışıldığı Irak’ta, bir araya gelen beş-on kişilik silahlı grupların da kendi bireysel çıkarları doğrultusunda eylemler gerçekleştirdiği ileri sürülmektedir. Ancak son dönemde Musul, Bağdat ve Yeşil Bölgede gerçekleştirilen saldırıların bireysel olmadığı, politik amaçlar ve mesajlar içerdiği açıktır. Özellikle Yeşil Bölgede gerçekleştirilen saldırılarda en büyük mesajın doğrudan Maliki hükümetine verilmek istendiği ileri sürülebilir.

Nitekim saldırıların ardından Maliki hükümetinin ilk başta eski Baas üyelerini ardından doğrudan Suriye rejiminin suçlaması dikkat çekicidir. 19 Ağustos saldırılarından bir hafta sonra Irak televizyonuna çıkartılan Wisam Ali Kazım İbrahim adında bir sanık saldırıları üstlenmiş ve bombalama eylemlerinin emrini Suriye’de yaşayan Baas liderlerinden aldığını öne sürmüştür. Kendisini Baas Partisi üyesi ve eski bir polis şefi memuru olarak tanıtan İbrahim 2006 ve 2007 yılları arasında Suriye’de kaldığını ve liderliğini İbrahim El Duri’nin yaptığı eski Baas Partisiyle ilişki içinde olduğunu ileri sürmüştür. Eylemlerin nasıl gerçekleştirildiğini anlatan İbrahim aynı zamanda bombalama emrini de doğrudan Suriye’de yaşayan Baas liderlerinden aldığını belirtmiştir. İbrahim’in açıklamalarının ardından Irak hükümeti Suriye’yi terörist eylemlerin destekçisi olmak ve Irak’ı istikrarsızlaştırmakla suçlamıştır. Suriye’nin resmen suçlanmasının ardından Maliki hükümeti Şam Büyükelçisi Alaa al-Jawadi’yi danışma amacıyla süresiz geri çektiğini açıklamıştır. Ardından Suriye de Irak’taki diplomatik misyon şefini geri çekme kararı almıştır. Irak’ın tutumu hakkında açıklama yapan hükümet sözcüsü Ali Debbağ, “Suriye’yle ilişkilerimiz dönüm noktasındadır. Suriye ya Irak’la iyi ilişkiler kurmayı ya da Irak’a saldırı düzenleyen kişileri korumayı seçecektir” ifadesini kullanmıştır. Debbağ sözlerinin devamında uluslararası toplumun Irak’ta işlenen suçlar ve soykırımın bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirildiğini anlamalarını sağlamak için çaba harcayacaklarını belirtmiştir. 

Irak hükümetine göre Suriye rejimi hem eski Baas üyelerinin faaliyetlerine göz yummakta hem de bu grupların eğitim başta olmak üzere her türlü eylemine lojistik destek sağlamaktadır. 19 Ağustos saldırılarından bir gün önce Şam’da Beşar Esad’la bir görüşme gerçekleştiren Başbakan Maliki Irak’ın tezlerini bir kez daha gündeme getirmiş ve Suriye’nin Irak’taki saldırılardan sorumlu olan kişileri iade etmesini istemişti. Esasında Irak yönetimi uzunca bir dönemdir bu talepleri yinelemektedir. Irak hükümet sözcüsü Debbağ’a göre 18 Ağustostaki ziyarette Irak heyeti terörist faaliyetlere karışanların listesini Suriye’ye vermesine ve iadelerini istemesine karşılık Şam yönetimi işbirliğine yanaşmamıştır. Nitekim iki ülke arasındaki sorunların giderilmesi ve ilişkilerin geliştirilmesine dönük olarak Ağustos ayının başında Suriye-Irak Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştu. Ancak, Ağustos ayında Irak’ta meydana gelen şiddet olayları ve ardından büyükelçiliklerin geri çağrılması işbirliği zeminini ortadan kaldırmıştır.

Bağdat-Şam hattındaki krizin tırmanması üzerine Türkiye doğrudan devreye girmiş ve taraflar arasındaki sorunları çözmek için Dışişleri Bakanı Davutoğlu Bağdat ve Şam’a gitmiştir.

Türkiye’nin Arabuluculuğu 

Irak ve Suriye arasındaki gerginliğin tırmanması üzerine devreye giren Türkiye, iki ülke arasındaki sorunların giderilmesi ve bölgede istikrarın tesisi için hem Iraklı yetkililer hem de Suriyeli yetkililerle doğrudan görüşmeler gerçekleştirmiştir. Bağdat ve Şam görüşmeleri öncesi yayınlanan Dışişleri Bakanlığı Bildirisinde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Bağdat’ta meydana gelen son gelişmelerle ilgili olarak Suriye ve Irak taraflarının görüşlerinin öğrenilmesi ve bu çerçevede Türk tarafının konuya yönelik düşüncelerinin aktarılmasının öngörüldüğü” açıklanmıştır. Açıklamada “Türkiye’nin, Ortadoğu’da barış ve istikrarın hâkim olması için komşular arasında karşılıklı saygı ve güvene dayalı ilişkiler bulunması gerektiğine inandığı ve bu anlayış temelinde iki ülke arasındaki sorunun çözümüne katkı sağlamak amacıyla söz konusu girişimin başlatıldığı” açıklanmıştır. Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Davutoğlu görüşmeler sırasında “öncelikli olarak taraflar arasında krizi derinleştirici bir dil kullanılmaması ve karşılıklı saygı esasında sorunların ele alınması yönünde bir çağrıda bulunmuştur. Davutoğlu, Irak’taki görüşmeleri sırasında Başbakan Maliki’den “Suriye’ye iletmemizi istediğiniz her şeyi ve elinizdeki kanıtları belgeleri ve bilgileri bize söyleyin, biz de bunu Suriye tarafına iletelim” teklifinde bulunmuştur.  Zira Suriye lideri Beşar Esad, saldırıların ardından Irak’ın suçlamalarını kabul etmemiş ve Suriye rejiminin saldırıların içinde yer aldığını kanıtlayan belgelerin Irak tarafından Şam’a gönderilmesini istemişti. Aynı yöndeki talep Suriye Dışişleri Bakanlığı tarafından yayınlanan bildiride de yer almıştı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad konuyla ilgili yaptığı bir açıklamada 1.2 milyon Irak’lı mülteciye ev sahipliği yapan Suriye’nin saldırılardan sorumlu ülke olarak suçlanmasının ahlaki olmadığını belirtmişti. Sözlerinin devamında Esad yıllardır terörizmle mücadele etmiş bir ülkenin suçlanmasını politik mantıktan yoksun bir bakış açısının ürünü olarak değerlendirdiklerini ve ayrıca herhangi bir kanıt olmadan Suriye’nin suçlanmasının kabul edilemez ve mantık dışı olduğunu açıklamıştır. 

Şam yönetiminin yanı sıra Irak içindeki bazı siyasi partiler de Maliki’den Şam rejimine yönelik suçlamaları kanıtlamak için bir heyeti delillerle birlikte Suriye’ye göndermesi yönünde baskıda bulunmuştu. Sadr grubuna bağlı parlamenterlerden Kenani, Irak hükümetinden krizi aşmak için içinde Savunma, Güvenlik ve Dışişleri bakanlığından kişilerin yer alacağı bir heyetin Şam’a gönderilmesini talep etmişti. Dolayısıyla Dışişleri Bakanı Davutoğlu da görüşmeleri sırasında Irak tarafından Suriye’nin doğrudan suçlanması yerine sorunun aşılması için Şam’a sunulmak üzere güvenilir delilleri istemesi dikkat çekicidir. Bu çerçevede Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile Başbakan Maliki görüşmesinin ardından Iraklı yetkililerin Suriye’ye sunulmak üzere bazı bilgi ve belgeleri Türk heyetine verdiği ileri sürülmüştür.  Bağdat’taki temasları sırasında arabuluculuk rolü hakkında bir açıklama yapan Dışişleri Bakanı Davutoğlu Irak tarafından kendisine sunulan bilgileri Şam’da görüşeceği Beşar Esad ve Dışişleri Bakanı Velid Muallim’le paylaşacağını ifade etmişti.  Bununla birlikte Türkiye, iki ülke arasındaki sorunların diplomatik yöntemlerle çözümlenmesi için Türkiye’nin de içinde yer alacağı üçlü bir danışma mekanizmasının kurulmasını önermiştir.

Bağdat ve Şam görüşmeleri hakkında basına demeç veren Davutoğlu, krizin aşılması konusunda iyimser olduğunu açıklamıştır. Davutoğlu, “Suriye’deki görüşmelerimde çok aydın bir yaklaşım sergilendiği için çok mutluyuz ve birlikte çalışmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullanmıştır. Davutoğlu Türk tarafının krizin aşılması yönünde her iki tarafa önerilerde bulunduğunu açıklamış ancak önerilerin kamuoyuyla paylaşılmayacağını ifade etmiştir.

İran Yerine Türkiye

Şam-Bağdat arasındaki krizin aşılmasında Türkiye ile birlikte İran da arabulucu rol oynamaya çalışmaktadır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ziyaretinden iki gün önce İran Dışişleri Bakanı Manuşer Muttaki Bağdat’ı ziyaret etmişti. Davutoğlu’nun Bağdat’taki görüşmeleri sırasında Muttaki de Şam’da Suriyeli yetkililer ile görüşmelerde bulunmuştu. Davutoğlu’nun Suriye’ye geçmesinin ardından Muttaki Bağdat’a gelerek Iraklı yetkililerle bir dizi görüşme gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla iki ülkenin eş zamanlı olarak arabuluculuk rolü oynaması dikkat çekmiştir. Ancak, İran’ın konumu ile Türkiye’nin konumu arasında önemli farklar olduğunu belirtmek gerekir. Birincisi yukarıda da belirtildiği üzere Irak’ta bazı kesimler Suriye’yi suçlarken diğer bir grup doğrudan İran’ı Irak’taki istikrarsızlığı körüklemekle suçlamaktadır. İran’ın bazı kesimler tarafından suçlandığı bir ortamda arabuluculuk rolünü nasıl oynayacağı soru işaretidir. Ayrıca, İran’ın Türkiye’den farklı olarak tüm Iraklı gruplar üzerinde önemli bir etkiye sahip olmadığını belirtmek gerekir. Özellikle Sünni Arapların İran’a bakışı oldukça olumsuzdur. Diğer yandan son yıllarda Ankara tüm Iraklı gruplarla iyi bir işbirliği kurma yönünde başarılı adımlar atmıştır. Türkiye-Irak ilişkilerinde yaşanan gelişme 2009 Temmuz’unda taraflar arasında imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi anlaşmasıyla daha da artmıştır. Stratejik İşbirliği Anlaşması kapsamında iki ülke arasındaki işbirliğinin güvenlikten ekonomiye, eğitimden kültürel alana oldukça geniş bir zeminde geliştirilmesi öngörülmektedir.

Türkiye aynı zamanda Suriye’yle oldukça iyi ilişkilere sahiptir. Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Abdulfettah Ammuri Türkiye Suriye ilişkilerinin stratejik olduğunu ve arabuluculuk girişimleri konusunda Türkiye’nin tercih edildiğini belirtmektedir. Diğer yandan Suriye’de gerçekleştirilen kamuoyu yoklamalarında da Suriye’deki toplumun model olarak İran yerine Türkiye’yi tercih ettiği görülmektedir. Suriye’de gerçekleştirilen bir kamuoyu araştırmasına göre Suriye halkının %85’i Türkiye’yi İran’a tercih ettiğini belirtmiştir. Suriyeli bir yazara göre “Şam rejimi savaş ve güvenlik istediği zaman doğrudan İran’a yönelmek zorunda kalmakta, ancak modernleşme ve barış istiyorsa Türkiye’ye yönelmektedir”.

Türkiye ve Suriye’nin Irak politikaları arasında da oldukça önemli benzerlikler bulunmaktadır. Her iki ülke Irak’ın parçalanmasına açıkça karşı çıkmakta ve tüm grupların siyasal sistemde temsil edilmesini sağlamaya çalışmakta, bölgede ikinci bir Şii devletinin kurulmasına karşı çıkmaktadır. Diğer yandan Maliki yönetiminin de son dönemlerde daha bağımsız ve Arap milliyetçiliği esaslı bir politika yürütmesi dikkat çekicidir. Bu durumda son aylarda Türkiye-Irak ve Suriye üçgeninde artan işbirliğinin Türkiye’nin arabuluculuk çalışmalarıyla belli bir noktaya taşınacağı ileri sürülebilir. Ancak, krizin bir bütün olarak son bulması oldukça güçtür.

Sonuç olarak; Bağdat-Şam arasındaki krizde hem Türkiye hem de İran’ın arabuluculuk girişimlerinde bulunmasına karşın, Tahran’ın tüm Iraklı gruplarca ve Suriye tarafından güvenilir bir ülke olarak görülmediğini belirtmek gerekir.  Türkiye’nin son yıllarda bölgede artan prestijinin ve güvenilirliğinin de etkisiyle arabuluculuk rolünü oynayabileceği öngörülmektedir. Bununla birlikte Irak-Suriye ilişkilerinin karmaşık yapısının Türkiye’nin girişimleri önündeki en önemli engelli oluşturduğu açıktır. Her iki ülke dışında bölge ülkeleri ve küresel güçlerin Bağdat-Şam ilişkilerinde rol oynadığı dikkate alınırsa, arabuluculuk rolünün zorluğu daha iyi anlaşılacaktır.

Irak hükümeti Esad rejimini eski Baasçıları korumakla suçlamayı sürdürdüğü bir dönemde Suriye ulusal çıkarları gereği Bağdat’taki Şii merkezli yapının zayıflatılmasını istemektedir. Buna karşın Iraklı Şiiler iktidar üzerindeki etkilerini yaymaya çalışmaktadır. Dolayısıyla 2009 ve 2010 yılında da Irak’ta şiddetin ve Suriye-Irak arasındaki krizin sürmesi olasıdır.
   
 02 EYLÜL 2009 

http://orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=334


***

25 Kasım 2017 Cumartesi

Tarihsel Dip Noktada ABD – Türkiye… Ne olur?

Tarihsel Dip noktada ABD – Türkiye… Ne olur?


Orhan Bursalı
 
 
Aile efradının Malta vergi cennetindeki şirketleri deşifre edilen Başbakan(*) ABD’ye gitti. İkinci Başkan ile görüşecek. Bu yolculuğun Cumhurbaşkanı’nın izniyle yapıldığı açık. türkiye abd resim ile ilgili görsel sonucu Dış ilişkiler ve bu tür temaslar tamamen Cumhurbaşkanı’nın yetkisi dahilindedir.
Anımsayın, Başbakan iken Ahmet Davutoğlu Beyaz Saray ile randevu ayarlamıştı, RTE’nin bilgisi dışında…
Ve gidemediği gibi, koltuğunu da kaybetmişti. yatay
Başbakan’ın açıklanan resmi programına bakıyorum, olağan işler ve ağırlıklı olarak lobicilik üzerine kurulan bir program…
Gezinin zamanlaması
Bu ziyaret ne zaman gerçekleşiyor? Türkiye ile ABD arasında ilişkilerin tarihin en diplerinde seyrettiği ve Amerikalı komutanların Suriye’de PKK ile dostuz ve iyi işler yapıyoruz dediği bir zamanda. Bu şu demek: PKK terör örgütü evet listemizde yazılı ama gerçekte müttefikiz.

Başka? Yaklaşan Rıza Sarraf davasında, Sarraf’ın itirafçı olacağı ve mahkeme dosyasına Cumhurbaşkanı RTE ile ilişkilerin de gireceğinin, Amerikan gazetelerinde açıklandığı bir dönemde.

Başbakan’ın resmi programında tabii ki görmeyeceğimiz, Amerikan hükümeti ile ikili görüşmelerde acaba bir pazarlık da gündeme gelir mi?

Ne pazarlığı demeyin. Öncelikle Sarraf davası…

İktidar, dış politikada yeni bir sayfa açılabileceğinin işaretlerini verip duruyor. Buna NATO üyeliğini de katıp, bir “saf değiştirme paketi”ni, sözel olarak Amerikalılara hissettirirler mi?
“Tamamen Batılı müttefik olarak kalırız, ama..” diyerek, Gülen’in iadesini ve PKK ile ilişkilerin kesilmesini de, bir istek olarak böyle bir pakete dahil ederler mi?
Resmi olarak değil, bu durumun Türkiye’yi ve kamuoyunu Batı ile ittifakta bir ayırım noktasına getirdiğini, “hissettirerek”…

ABD ne der?

Sarraf davasında gelinen nokta ve Suriye’deki resmiyet kazanan PKK itirafına bakacak olursak, Amerikan yönetiminin, çizdiği yolda gideceğini söylemek mümkün. AKP iktidarının değişmesine – düşmesine oynadığı görülebilir.
AKP, dış politikada büyük bir çöküş yaşadığı gibi, pek çok açıdan içeride de sürdürülemez bir yönetim tarzı izliyor… Ekonomik darboğaz da cabası.
Şüphesiz, ABD’nin “hegemonik büyük devlet” olarak, eğer Ankara’dan “saf değiştiririz” gibi bir hissiyat alırsa, buna “boyun eğmesi” zor.
ABD, Gülen’i ileride verebilir. Çünkü Gülen artık bir siyasal araç olmaktan çıkmış ve Türkiye’de oyunu tamamen kaybetmiştir. AKP iktidardan düşse bile, ülkemizde hiçbir siyasal gücün, FETÖ’yü bir kaldıraç olarak kullanması ve yeniden iktidar oyununun içine sokması imkânsızdır. Kimse buna cesaret edemez.

ABD vizeyi de kaldırabilir. Bu da en kolay iştir ve zaten komiktir.

Peki Sarraf davası?

Bu kadar Amerikan kamuoyuna mal olmuş ve ciddi bir hukuki düzeye ulaşmış bir davayı “düşürmesi”, istese de mümkün değil.

PKK’yi Suriye’de kullanmaktan vazgeçer mi?

En zor nokta bu. Amerikan politikası bölgede tamamen kontrol edeceği bir Kürt Devleti yaratmaya büyük yatırım yaptı. Bunu başarabilir mi, tartışmalı, çünkü Rusya tarafında Suriye’nin bütünlüğünü koruma kararlılığı var. Ayrıca Irak hükümeti de ülkenin birliğini parçalayacak girişimlere askeri müdahale içinde.
ABD bizzat savaşa girmeyi göze alır mı? Bu da tartışma konusu.
Özetle, sanırım ABD çizdiği yoldan ayrılmayacak şimdilik ve bizim heyeti sırtını sıvazlayarak geri gönderecek.

Tıpkı Cumhurbaşkanı’na son gezisinde yaptıkları gibi..

Zor dönemler…

(*) Şüphesiz bir hukuksuz durum yok, ama derin bir ahlaki sorun var. Ülke kaderinde rol oynayan bir liderin çocukları Malta gibi ülkelerde bol bol şirket kurarak, ülkemizden kurumsal vergi kaçırmış oluyor.
Böylece, parraaanın nasıl iktidarın kılcal damarlarında dolaştığını, dillerdeki söylem ile yapılanın birbirine zıtlığını bir kez daha yaşıyoruz.
Binali Yıldırım, koltuğunda ne kadar kalabilecek?



***

5 Kasım 2017 Pazar

GKA = GÖÇMEN KABUL ANLAŞMASI VE VİZE DAYATMASI AVRUPA DAN ALINAN KREDİ

GKA = GÖÇMEN  KABUL ANLAŞMASI  VE VİZE DAYATMASI AVRUPA DAN ALINAN KREDİ



FT: AB ile Türkiye arasında ' 3 Milyar Euro Anlaşmazlığı '

12 Mayıs 2016


Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Alman mevkidaşı Angela Merkel, göçmen anlaşması üzerinde yürütülen müzakereler sırasında sık sık biraraya gelmişti.


Financial Times gazetesi, Türkiye ile AB arasında prensipte varılan göçmen anlaşmasında AB tarafından ödenmesi sözü verilen 3 milyar euro'nun nasıl kullanılacağına ilişkin, taraflar arasında görüş ayrılığı olduğunu aktarıyor.
"Türkiye ve AB 3 milyar euro'luk anlaşmada fikir ayrılığında" başlıklı haberde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın AB'nin vaat ettiği 3 milyar euro'yu ödemesini istediğini, Brüksel'in ise ödemenin BM ve uluslararası sivil toplum kuruluşları üzerinden yapılması konusunda ısrarcı olduğunu yazıyor.
Haberde şu ifadeler var:



"Ankara Brüksel'den, AB bütçesi ve üye ülkelerin katkılarıyla finanse edilen 3 milyar euro'yu doğrudan Türk hükümetine ve hükümete bağlı kuruluşlara vermesini istiyor."
"(Türkiye) parayı ülkedeki 2.75 milyon kayıtlı Suriyeli mülteci için yeni okullar ve yeni hastaneler yapılması, ayrıca mülteci kamplarının geliştirilmesi için kullanmak istiyor."
"Avrupa Komisyonu yardım harcamalarının tabi olduğu katı kurallar çerçevesinde fonların BM kuruluşları ve uluslararası sivil toplum örgütleri aracılığıyla yönlendirilmesinde ısrarcı davranıyor."
"Şimdiye kadar, BM'ye bağlı Dünya Gıda Programı, Uluslararası Göç Örgütü ve Danimarka Mülteci Konseyi gibi vakıfların da aralarında bulunduğu kuruluşlara yapılan bağışlarla, 190 milyon euro onaylandı. Avrupa Komisyonu, Temmuz ayı sonuna kadar toplam 1 milyar euro tahsis edileceği sözünü verdi."
Volkan Bozkır: Terörle mücadele yasasını değiştirmeyeceğiz
'AB ve Türkiye'nin kirli anlaşması'


Financial Times, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın AB'ye karşı memnuniyetsizliğini de ifade ettiğini belirtip, Salı günkü konuşmasından şu sözlerini aktardı:
"3 milyon mülteciye bu millet bakıyor. Ne dediler? 'Biz size yılda 3 milyar euro vereceğiz'. Peki, bu parayı verdiler mi şu ana kadar? Yok. Hala orta sahada top çeviriyorlar. Verecekseniz verin."
"Buraya geliyor yöneticiler, gidiyor bizim kamplarımızı geziyor, öbür taraftan da diyor ki 'Bize proje gönderin'. Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz ne projesi? Şu anda 25 tane kamp var. Bu kampları görüyorsunuz. Proje diye bir şey yok. Biz uyguladık."



AFAD: Bize verirlerse daha verimli olur

Haberde, AFAD Başkanı Fuat Oktay'ın Brüksel'deki yetkililerin Dünya Gıda Örgütü ve Unicef benzeri kuruluşlarla çalışma önerisinde bulunduğunu ancak Türkiye'nin bu öneriyi reddettiği de belirtiliyor ve Oktay'ın şu sözleri aktarılıyor:
"Bizim yaklaşımımız, bizimle doğrudan çalışmaları. Doğrudan. Böylece AB tarafından harcanacak ve kullanılacak her bir kuruş daha verimli ve daha etkin olacak."
AB'nin Genişlemeden Sorumlu yetkilisi Johannes Hahn'ın uluslararası kuruluşlarla yardım ulaştırmanın 'altyapı, insan gücü ve hali hazırda var olanlardan' dolayı daha iyi olacağı sözlerine katılmayan Fuat Oktay, Suriyeli mültecilerle nasıl ilgilenileceğini en iyi Türkiye'nin bildiğini söyledi.
Oktay, "Günlük olarak operasyonlar yürütüyoruz, ihtiyaçlarının ne olduğunu biliyoruz ve bu ihtiyaçlar bekletilemez" diyor.

Oktay, Avrupalı yetkililerin 'bürokrasiye, kurallara ve prosedürlere fazla takıldığını' söyleyip Brüksel'e bunları aşmaları uyarısında bulundu.
Financial Times'ın haberine göre Avrupa Komisyonu anlaşmanın başından beri ödenecek paranın çoğunun yardım kuruluşları aracılığıyla ulaştırılması konusunda ısrarcıydı.
Avrupa Komisyonu'ndan bir sözcü de "Bu fon mülteciler için, Türkiye için değil" diyor.

Haberin devamı şöyle:

"Bir takım 'sınırlı özel önlemler' kapsamında üzerinde anlaşılan projelerde kullanılması amacıyla Türk yetkililere doğrudan yardım verilebilir ama bunlar, Türkiye'nin paranın nasıl harcanacağıyla ilgili görüşünü tatmin etmeye yetmeyebilir."
"Bu uyuşmazlık, vize serbestisiyle ilgili kavgalar sürerken anlaşma yolunda yeni bir engel oluşturabilir."
"Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Erdoğan'la iktidar mücadelesi sonrası ani gidişi başarı beklentilerine darbe vurdu. Davutoğlu Merkel'le beraber insan kaçakçılarıyla mücadele ve Yunanistan'da sığınma talepleri reddedilenlerin geri dönüşünü kabul etme konusunda anlaşmaya öncülük etmişlerdi."
"Ama Erdoğan ise tam aksine, tekrar tekrar anlaşmaya dair umutları söndürdü."
ALINTI KAYNAK;
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160511_ft_ab_turkiye_3milyar


****

BU HUSUSTA DİĞER İLĞİLİ KONU BAŞLIKLARI VE WEB ADRESLERİ;

İlgili haberler

Bozkır: Terörle mücadele kanununu değiştirmeyeceğiz
11 Mayıs 2016

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160511_bozkir_ab

****


'AB ve Türkiye'nin kirli anlaşması'
10 Mayıs 2016

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160510_ab_turkiye_analiz

***



Erdoğan'dan AB'ye 'Verilen sözler tutulmalı' mesajı
9 Mayıs 2016


http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160509_erdogan_avrupa_gunu

****


Prodi: Böyle giderse Türkiye sonsuza dek Avrupa dışında kalacak
8 Mayıs 2016

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160508_prodi_turkiye_ab

****

Renzi: Türkiye’de yaşananlar soru işareti yaratıyor
7 Mayıs 2016



http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160507_renzi_turkiye

****


Almanya: Yeni başbakanla uyumlu çalışmayı umuyoruz
6 Mayıs 2016



http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160506_almanya_yeni_basbakan


***


30 Eylül 2017 Cumartesi

AKP’nin TSK Üzerine Planları



AKP’nin TSK Üzerine Planları

Doç.Dr.Sait YILMAZ

Başbakan Ahmet Davutoğlu, geçen hafta partisinin grup toplantısında yeni İç Güvenlik Paketi'ni açıklarken, önce Kobani’deki çatışmalara ve bu kapsamda bölücü örgütün ülke içinde başlattığı olayları değindikten sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yeniden yapılanma ihtiyacı üzerinde durdu ve sanki bu konuların devamı imiş ya da sorumlularından biri de askerler imiş gibi; diğer tedbirler yanında Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığının da İçişleri Bakanlığı'na bağlanacağını açıkladı. Davutoğlu’nun bu açıklamalarını İçişleri Bakanlığı’ndan aldığı brifing ile ilişkilendirmesi de dikkat çekici diğer bir noktadır. Davutoğlu'nun basına yansıyan açıklaması şu şekilde idi; “Kobani olaylarından sonra ülkemizin her bir yanından gelen seslere cevap verecek paketi hazır hale getirdik. İçişleri Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması… Aldığım brifingden sonra bakanlıklarımızın yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç var. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün etkinliğini ve esnekliğini güçlendirecek tedbirler alacağız. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün kendi kurumsal yapısı içinde piramit bozulması olduğunu gözledik. Bunu düzelteceğiz. Bu çerçevede çok önemli bir adım atıyoruz, devrim. Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlıklarımızın atamalarının doğrudan İçişleri’ne bağlanmasıdır. Şimdiye kadar, İçişleri’ne bağlı olmakla birlikte TSK içinde düzenlemeler yapılıyordu. Askeri konular hariç, bütün diğer konularda yetkiler İçişleri Bakanı ve Bakanlığı’na veriliyor. Atama değerlendirme sicil ve birçok konular. Ayrıca bunun beş alana yansıması için de bundan sonra jandarmalarımız İçişleri Bakanlığımızın tayin edeceği özel bir kıyafet giyecekler.” Kobani gelişmeleri sonrası hükümet, bölücülere verdiği sözleri tutmaya başlamak için konuyu bir şekilde Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlamış, Kandil ve İmralı’ya mesaj vermiştir. Bunu yaparken de, kendi mahvettiği polis teşkilatını yeniden yapılandıracağını ve PKK’ya bıraktığı kamu düzenini sağlayacağını gerekçe göstermektedir. 

Neden Jandarma ve neden şimdi? 

Ankara’nın bir yandan demokratik barış çözümü adını verdiği PKK ve siyasi uzantıları ile pazarlıklarının geldiği aşama, Kobani (Ayn el Arap) bölgesi ile ilgili PKK’nın 81 ilin 35’inde başlattığı ayaklanma provası, diğer yandan “PYD ve PKK aynıdır” diyen Cumhurbaşkanı açıklamasından kısa süre sonra hükümetin ABD’nin baskısı ile Kobani bölgesine yardıma onay vermek zorunda kalması ve bunu sanki dostumuzmuş gibi Barzani ile ortak bir çaba gibi göstermek istemesi, iç kamuoyuna yönelik yeni bir algı yönetimi başlatmasını gerekli kılmıştı. Bu yüzden İmralı ve Kandil ile sıkı ilişkilerini bozmak istemeyen hükümet, Kobani’ye yönelik ayaklanma girişimlerinin sorumlusu olarak cemaat, Gezi Parkı, muhalefet partileri gibi olmadık adresleri hedef gösterirken, yeni güvenlik paketi ile bir yandan süregelen hukuksuzlukların daha da geniş bir manevra sahası edinmesinin önünü açmakta, diğer yandan önümüzdeki dönemde beklenen gelişmelerin önünde engel olma potansiyeli yüksek olan askerlere yönelik yeni girişimleri bu olayları önlemeye yönelik tedbirler gibi göstermektedir. Esasen Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı gibi TSK unsurlarının İçişlerine Bakanlığı’na bağlanması uzun zamandan beri hükümetin zamanlama için fırsat beklediği bir girişim idi. Öncelikle hemen hatırlatalım ki bu kuvvetler zaten İçişleri Bakanlığı’na bağlı ama yeni düzenleme ile atama ve sicil işlemleri de bakanlığa ait olacak. Peki, nedir bu değişikliklerle hükümetin yapmak istediği? Önce bu gelişmelerin arkasındaki gerçek nedeni açıklayalım. 

Hükümetin MİT Müsteşarı aracılığı ile PKK ve İmralı ile yaptığı görüşmelerin Oslo’da ortaya çıkan sonuçları tarafların taslak bir plan üzerinde anlaştıklarını, hatta birkaç protokolün hazırlandığını göstermişti. 2007’den itibaren kendi eli ile Kürt devletini kurmak için KCK’nın içine sızan MİT, bu yapının varlığını da uzun süre kamuoyundan gizlemişti. Ancak, 2010 yılında polis ve adalet sistemi içindeki cemaat yapılanmasının başlattığı KCK operasyonları, hem bu yapının kötürümleşmesine hem de içindeki suça başlamış MİT elemanlarının deşifresine yol açtı. Böylece, Oslo protokollerinin gereği olan sözde barış planının uygulanması da ertelenmişti. KCK soruşturması kapsamında 13 Ocak 2012 tarihinde BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’nda yapılan aramalarda, MİT heyeti ile Öcalan arasında yapılan 5 ayrı protokole yönelik belgeler ortaya çıkmıştı. Operasyonda ele geçirilen protokollere göre; yeni anayasa yapılması, değişmez maddelerin olmaması, MGK’nın kaldırılması, askeri vesayete son verilmesi, Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, TMK, TCK, CMK’da değişikliklerin yapılması, yerel yönetimlerin özerkleştirilmesi gibi öneriler yer almaktaydı. Protokole göre; yerel yönetimlerde demokratik özerkliğe geçilmesi, Kürtçe anadilde eğitim, karşılıklı af uygulanması, Öcalan’ın ilk aşamada ev hapsine çıkarılması, koruculuğun lağvedilmesi öngörülüyordu. Ayrıca mahkeme kararıyla tutuklanan KCK sanıklarının serbest bırakılması sözü veriliyordu. Protokollerin öngördüğü ana hususlar şunlardı;

- Demokratik özerklik statüsünün sağlanması,
- Kürt kimliğinin yeni anayasada yer alması, Kürtçe’nin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi.
- Önderliğin (Öcalan) ilk aşamada ev hapsine alınması,
- Önderliğin özgürce, toplumsal ve siyasal yaşama katılması,
- Gerillanın silahsızlandırılması, mevcut yasalar çerçevesinde toplumun öz savunma gücü ya da yeni bir statüyle demokratik çözüm içinde varlığını koruyacak bir yapılanmaya kavuşması.
Ancak, Öcalan’ın “yol haritasında” istenenler ve MİT-PKK “mutabakat metninde” imza altına alınan hususlar ise şu şekilde idi; 
- Öcalan Yol Haritası’nda PKK’nın silah bırakmasını değil “öz savunma gücü olarak” Kürtlerin koruma gücü olmasını istiyor. MİT’in “mutabakat metninde” bu istek kabul ediliyor.
- Öcalan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Yeni Anayasa Komisyonu kurulmasını istiyor, bu istek MİT’in imzaladığı protokollerde aynen kabul ediliyor.
- Öcalan KCK sanıklarının serbest bırakılması talep ediliyor, MİT bu talebi de aynen kabul ediyor.
- Öcalan Demokratik Özerklik statüsünün sağlanması talep ediliyor, MİT mutabakatında bu talep de aynen kabul ediliyor.
- Öcalan kendisinin ilk aşamada ev hapsine alınmasını sonra da özgürlüğe kavuşmasını istiyor, MİT bunu da kabul ediyor.
- Öcalan çözüm için operasyonların karşılıklı durdurulmasını istiyor, MİT bunu da kabul ediyor.
- Öcalan KCK yapılanmasının legal statüye kavuşturulmasını istiyor, MİT bunu da kabul ediyor. Muhtemelen bunun için de KCK operasyonlarına karşı çıkıyor. Dahası, iddialara göre bölgenin KCK’ya devredilmesi de kabul ediliyor.


Görüldüğü gibi Öcalan ve PKK ile yapılan görüşmelerde MİT, PKK’ya silahları bırakmayı kabul ettirememiş, aksine PKK’nın “öz savunma gücü” olarak bölgede polis olarak konuşlandırılmasını kabul etmiştir. MİT, PKK’nın “özerklik” talebini AB Yerel Yönetimler Şartı noktasına bile çekememiştir. Bu zabıtlardan çıkan net sonuç şu: MİT bölgeyi PKK’ya teslim edecek ve PKK militanlarına da “öz savunma gücü” olarak bölgeye dönüşüne izin vererek yerel polis gücü olarak maaş bağlayacaktır. Nitekim kısa süre sonra Jandarma Genel Komutanlığı’na Güneydoğu Anadolu’daki bütün birliklerinin arama-tarama faaliyetlerini durdurarak sadece nokta operasyonu yapın emri verildi. İşte şimdi yukarıdaki planın hayata geçmesi yani öncelikle bölgenin PKK’nın inisiyatifine geçmesinin, bölgedeki Türk askeri varlığına son verilerek onun yerini PKK’nın alması için, PKK ile kırsalda mücadelenin asıl sorumlusu olan Jandarma’nın bölgeden çekilmesi gereklidir. Bunun için de komutanlarından değil, siyasi iktidardan emir alan, tıpkı polis gibi siyasi iktidarın güdümündeki sivil İçişleri Bakanlığı ve valinin sicil ve ceza sistemi ile hareket eden yöneticilere ihtiyaç vardır. Böylece siyasi iktidar ve onun seçtiği kamu yöneticileri, Jandarma ve Sahil Güvenlik unsurlarını istedikleri gibi yönetebilecekler, istedikleri bölgeden çekebileceklerdir. İşin özeti Jandarma Bölge Komutanlığı’nın atama ve sicil yönünden de İçişlerine Bakanlığı’na bağlanması, Türkiye içinde özerk Kürt yönetim bölgesinin ilk ve en önemli adımıdır. Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın açıkladığı gibi yaklaşık 1,5 ay önce karşı tarafa verilen bir sayfalık ve 6 maddelik bir eylem planı var ve hükümet ilk adımı atmak istemektedir.

Sırada neler var?

Hükümetin Jandarma ve Sahil Güvenlik üzerindeki oyunları bunlarla da sınırlı değildir. Hükümetin diğer uzun vadeli hedeflerini sıralayalım; 
- Mevcut yasalara göre, jandarma da kolluk kuvveti kapsamındadır. Yani, savcı operasyonlarda jandarmadan da yardım alabilir. Nitekim Adana’da MİT TIR.larının suçüstü yakalanmasında Jandarma böyle bir işleve sahipti. 25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonunda ise soruşturmayı yürüten savcılık emniyet mensuplarının operasyon yapmaması üzerine, askerden destek istemişti. Ancak bu destek talebi gerçekleşmedi. AKP Hükümeti’nin, ileride bu tür durumların yaşanmaması için, jandarmayı da siyasi iradeye bağlamak istemektedir. Özetle AKP, AK Jandarma kuruyor.
- Yeni yasa ile Jandarma Genel Komutanlığı kadrosu orgenerallikten korgeneralliğe düşürülecek, önce MGK’dan dışlanacak, sonra İçişleri Bakanlığı müsteşarına bağlanacak. Jandarma Karargâhı, beyni ve arşivi yok edilecek. Bazı il jandarma komutanlıkları general kadrosuna çıkarılacak, rütbe ve terfiler tıpkı poliste olduğu gibi siyasi eğilimlere göre ulufe gibi dağıtılacak, sürgünler ve keyfi tayinler yapılacak, bu da dengeyi bozacak. Devletin, halkıyla yegâne irtibatı, gözü ve kulağı olan karakolların bazıları kapatılacak. Hem devletin hem de Silahlı Kuvvetler’in istihbarat gücü önemli ölçüde zayıflayacak.
- AKP’nin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine Atatürkçü bir ordu ile ulaşması mümkün değil, bu yüzden uzun vade için alternatif bir ordu yani AK Ordu’nun hesapları yapılıyor. TSK üzerinde son yıllarda oynanan casusluk, fuhuş vb. komplolar yolu ile birçok subayın tasfiyesi yanında, askeri eğitimin de değiştirilmesi ile uzun vadede Ak MİT’ten sonra Irak ve İran’daki Devrim Muhafızları benzeri Ak Ordu hedefine ulaşılacaktır. 280 bin personeli bulunan Jandarma Genel Komutanlığı’ndan oluşturulacak AK Jandarma, bu ordunun gelecekte nüvesi olabilir. Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması durumunda, başına Emniyet Genel Müdürlüğü’nde olduğu gibi bir vali ya da üst düzey bürokrat atanabilecektir.
Peki, bütün bunlar olurken Genelkurmay Başkanlığı ne yapıyor? Siyasi iktidar ile askerlerin, ne terörle mücadele ne de Ortadoğu’daki gelişmeler özellikle son Kobani gelişmeleri konusunda aynı düşünmedikleri pek çok kez taban tabana zıt oldukları kesindir. Genelkurmay Başkanlığı, mümkün olduğu kadar az ve düşük tonda görüşlerini açıklayarak, devlet olma kültürü içinde hareket etmeye özen gösterirken, ne yazık ki muhalefet partileri ve diğer düşünce odaklarından da beklenen tepkiler gelmemektedir. Örneğin,  Peşmerge'nin Türkiye'den Kobani'ye geçişi için TSK, "Bu konunun muhatabı biz değiliz'' derken adres olarak Dışişleri'ni işaret etmişti. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ise, "Benim haberim var. Ben askerin bakanıyım" diyerek arabesk bir tavır ortaya koydu. Başbakan Davutoğlu’nun Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ilişkin açıklamaları konusunda ise Genelkurmay Başkanlığı ile yazılı açıklama yaparak konuyla ilgili görüşlerin Başbakanlığa bildirildiğini beyan etti. Genelkurmay’ın Başbakanlığa gönderdiği görüş yazısında, “Düzenleme için uygun ortam olmadığı, şu anda bu yönde bir düzenlemenin yapılması güvenlik zafiyeti oluşturacağı” şeklinde ifadelerin yer aldığı öğrenildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in kişiye özel ibaresiyle Başbakan Ahmet Davutoğlu’na gönderdiği yazıyla ilgili medyaya yansıyan bilgilere göre, Jandarma personelinin atama yetkisinin İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıyla;
- Teşkilatın siyasi etkilere açık hale gelebileceği, askeri hiyerarşiye göre yapılanmış Jandarma’nın, askeri teamüllerden uzak siviller tarafından atama ve sicil bakımından değerlendirilmesinin sağlıklı olmayacağı,
- Doğu ve Güneydoğu’da PKK ile mücadele eden birliklerin çoğunlukla Jandarma ve Kara Kuvvetleri personeli karmasından oluşması nedeni ile Jandarma’nın İçişleri’ne bağlanması durumunda emir komutada ciddi boyutta aksaklıklar yaşanabileceği,
- Özellikle Sahil Güvenlik Komutanlığı’nda uzman personel sıkıntısı doğabileceği, Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıyla bir savaş halinde TSK personelinde yaklaşık 200 bin kişilik bir azalma olacağı endişeleri dile getirildi.
Bizce bu endişeler gayet haklıdır ve ilgili komutanlıklar asayiş görevleri dışında da özellikler askeri muharip kapsamda barışta ve savaşta önemli rollere sahiptir ve bu görevlerin yerine getirilmesinde de sivil ve siyasi bir yönetici bağlı olunması önemli zafiyetler teşkil edecektir. Bugün için her ne kadar personel kaynağının yine TSK.dan karşılanacağı öne sürülse de bu hükümet etme anlayışı ile zamanı gelince gerek personel alımı gerekse komuta kademelerinin oluşturulmasında siyasi tasarrufların önünün açılacağını tahmin etmek zor değildir. Avrupa Birliği reformları sonrası Yunanistan’da hükümetin sırf kendi siyasi görüşüne uygun diye emekli olmuş generalleri ve subayları tekrar komuta kademelerine getirdiğini unutmayalım. Genelkurmay’dan gelen yukarıdaki görüşlere rağmen hükümetin, jandarmanın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması konusundaki düzenlemeyi iç güvenlik paketine koydu. Bu durum Ankara’da, Jandarma krizinin yaşanmasına yol açtı. Düzenlemenin iç güvenlik paketine konulduğuna yönelik de askerlere bir bilgi verilmemesi, krizin daha da derinleşmesine yol açtı. Özetle, Genelkurmay’ın düzenlemeye karşı çıktığı, hükümetin ise güvenlik paketi ile konuyu oldu-bittiye getirmeye çalıştığı anlaşıldı. 

Sonuç; 

AKP’nin Ak Jandarma ve AK Ordu Planı’na dur denilmelidir..

2011 yılında AKP Milletvekili Hüseyin Çelik, partisinin sözcüsü olarak, Türkiye için öngördükleri ileri demokratik adımları medyaya şu şekilde açıklıyordu; Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, 35’inci maddenin kaldırılması, Yunanistan ile Balkanlar’dan gelen tehdit algısına karşı kurulan Ege Ordusu ve 1’inci Ordu’nun kaldırılması, TSK.da verilen askeri eğitimin değiştirilmesi. Nitekim 35’inci madde yukarıda açıklandığı gibi kaldırıldı. Çelik’in 2023 yılına kadar tamamlanacağını işaret ettiği 15 maddelik eylem planı içinde yukarıdakilere ilave olarak öne çıkan diğer hususlar şunlardı: Jandarmanın yapısı, konumu ve görev tanımının değişmesi, profesyonel orduya geçiş, askerlik süresinin kısaltılması, zorunlu askerliğin kaldırılması, OYAK’ın varlığı ve işlevinin gözden geçirilmesi. Türk toplumu ve TSK, sinsice oynanan bu plana dur demediği takdirde sadece Güneydoğu’yu kaybetmekle kalmayıp, daha geniş tasfiye operasyonları ile Jandarma’dan sonra Cumhuriyet rejimin en önemli kalesini de kaybedebiliriz. Önümüzdeki dönemde Çelik’in bahsettiği planın yeni adımlarını göreceğiz, silahlı kuvvetlerin ana unsurları ve kurumları tek tek elinden alınmakla kalmayıp, bunların kabiliyetleri ve personel sayıları da azaltılacak. Her şeyden önce Türk milleti artık olup-biteni görmeli ve bütün bunlara dur diyebilmelidir. Sakın Türkiye’de muhalefet partileri olduğunu düşünmeyin, onlardan bir medet ummayın.



***

12 Haziran 2017 Pazartesi

Türkiye'ye ait Gizli bilgiler Katar'a mı verilecek..,


Türkiye'ye ait Gizli bilgiler Katar'a mı verilecek..,

Türkiye ile Katar arasında ‘ Arşiv Alanında İşbirliği Protokolü'nün Onaylanması Anlaşması yürürlüğe girdi

07 Mayıs 2016 17:36

Türkiye ile Katar arasında kritik bir anlaşma yürürlüğe girdi. İki ülke, devlet arşivlerini birbirine açtı. Gizli devlet belgeleri alışverişi yapılmasını içeren anlaşma 

1 Yıl geçerli olacak.

Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun görevi bırakma tartışmaları devam ederken, kritik bir anlaşma sessiz sedasız yürürlüğe girdi. 

Bakanlar Kurulu kararı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve bakanların imzasıyla Resmi Gazete'de yayımlandı.

Nokta'da yer alan habere göre, Türkiye ile Katar arasında 2 Aralık 2015'te Doha'da imzalanan Türkiye ile Katar arasında ‘Arşiv Alanında İşbirliği Protokolü'nün Onaylanması Anlaşması yürürlüğe girdi.

Belge alıp verilecek

10 maddeden oluşan anlaşmaya göre; iki ülke milli mevzuatlarına uygun olarak ve karşılıklılık esası temelinde devletler arası işbirliği yapılacak. Türkiye ve 
Katar arşivlerini zenginleştirmek amacıyla araştırma yapabilecek. Anlaşmaya göre, Türkiye ve Katar devlete ait gizli belgeleri birbirlerine gönderebilecek. 
Belgelerin çoğaltılmış örnekleri ile arşiv belgeleri için yayınlanan kılavuz envanter ve benzeri araştırma malzemelerinin değiş tokuşu yapabilecek.

Arşivciler gönderilecek

Devletin arşivinde yer alan belgelerin dijitalleştirilmesi konusunda da iki ülke iş birliğine gidebilecek. Arşivlerin elektronik ortama aktarılması için Türkiye'den 
Katar'a, Katar'dan da Türkiye'ye elemanlar gelecek. Belirlenen arşivciler, 15 gün boyunca devlet belgeleri arasında çalışacak. Arşivcilerin masraflarını gittikleri 
ülke karşılayacak.

Protokol 1 yıl geçerli

Türkiye adına Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Katar adına da Devlet Arşivleri, uygulayıcı kurumlar olacak. Protokolde 8'inci madde dikkat çekiyor: 
“Protokol yürürlüğe giriş tarihinden itibaren 1 yıl süreyle yürürlükte kalacaktır” ifadesi yer aldı. Feshetmek isteyen ülke 6 ay önce bildirecek.


http://t24.com.tr/haber/turkiyeye-ait-gizli-bilgiler-katara-mi-verilecek,339419

***

28 Ocak 2016 Perşembe

Ama, Bahçeli Çukur Kahve'ye Gidememişti!



Ama, Bahçeli Çukur Kahve'ye Gidememişti!

Kim nereye gitti, Nereye gidemedi?

28 Kasım 2014 Cuma
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Dersim olayları ile ilgili yaptığı açıklamalara, “ Yüreğin yetiyorsa bunları Tunceli’de söyle ” demesi ve Bahçeli’nin buna ‘ Cuma günü Tunceli’deyiz ” diye cevap vermesiyle bir anda bu kent siyaset gündeminin en tepesine oturdu…

Evet, Bahçeli dediğini yaptı. Tunceli’ye gitmekle kalmadı. Valilik binasının önünde Ankara’da söylediği, “ 1937-1938'de Tunceli'de baş gösteren hadiseler bir isyandır ve bu isyana karışanlar da devrin bölücü teröristleridir. Hiçbir teröristin dini, milleti, etnik kökeni önemli sayılamayacaktır” yüksek ifadelerini tekrarladı… Aslında Bahçeli bunu hep yapıyor. Daha öncede dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık dillendirdiği “ Fırat’ın doğusuna geçemiyorlar ” eleştirilerine, 6 Haziran 2011’deki Diyarbakır mitingiyle cevap vermiş ve Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi konuşmasını ‘ Ne Mutlu Türküm Diyene ’ ifadeleriyle bitirmişti…Bunlar neredeyse herkesin malumu ancak ben size Dünya Lideri (!) Recep Tayyip Erdoğan’ın yapamayıp ta Bahçeli’nin yaptığı bir ziyaret anlatayım…

Erdoğan başbakanlığı döneminde Yunanistan ziyaretinin bir gününü Batı Trakya’ya ayırarak bölgeye gitti. Türk toplumun temsilcileriyle görüşen Erdoğan, Gümülcine sokaklarında gezerken kahve molasını Batı Trakya Türklerinin buluşluma noktası Gümülcine Türk Gençler Birliği’nde değil de 20 metre ilerisindeki Çukur Kahve’de vermişti. Soydaşları hayal kırıklığına uğratan bu kararın arkasında ise Yunan polisinin, Türk heyetine söylediği, ‘Eğer buraya girerseniz sizin güvenliğinizi sağlayamayız’ ifadelerinin yattığı belirtiliyor.
Erdoğan’dan yıllar sonra bölgeye giden MHP Lideri Bahçeli ise Gümülcine Türk Gençler Birliği’ne gitmekle yetinmedi. Burada binlerce Türk’le kucaklaşarak, tarihi bir konuşma yaptı. Gümülcine Türk Gençler Birliği’nin adındaki ‘Türk’ kelimesinin kaldırılmak istemesine, “ Korkmayın, çekinmeyin tabelanızı da indirseler, adınızı da silseler siz bu asırlık çınarların altında yüz yıl sonra da Türkçe konuşacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milliyetçileri bunun teminatıdır” diye cevap verdi… Bunları yaparken bir koruma ordusu değil sadece emektar koruması ve soydaşları vardı… Bahçeli’nin gideceğim deyip gidemediği tek yer Türkmeneli oldu. Oradaki dostlarımızdan öğrendiğimize göre; bunun arakasında da Ankara’nın Bağdat Hükümeti’ne bu ziyarete izin vermemesi ile ilgili yaptığı baskılar etkili olmuş… Yani Bahçeli, usta ve çırağının gidemezsin dediği yerlere gitmekle yetinmeyerek, onların gidemediği giremediği yerlerde de Ankara’da söylediklerini tekrarlamaktan çekinmedi… He bu arada az kalsın unutuyordum. 

Bir Gazze ve Şam hikâyesi vardı. Sahi ne oldu onlar; ‘ Uzun adam ’la ‘ koşan adam ’ Gazze’ de Müslüman kardeşleriyle buluşup Emeviye Camii’nde Cuma namazı kılacaklardı… Oldu da ben mi kaçırdım yoksa bunlar 2053, 2071 3023 projesi miydi…

Son olarak;
İsterimsiniz; yarın 'koşan adam' çıkıp ‘Bahçeli uzaya gidemez’ desin….

ÖZEL NOT; 

YAZIYI OKUDUKTAN SONRA GÜNÜMÜZE UYARLAYIN? UYUTMAYA DEVAM....