Doç.Dr.Sait YILMAZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doç.Dr.Sait YILMAZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Mart 2019 Cumartesi

TÜRKİYE, NEREYE GİDİYOR? NE YAPMALI?

TÜRKİYE, NEREYE GİDİYOR? NE YAPMALI?





Doç.Dr.Sait YILMAZ

Türkiye olarak zor bir dönemden geçmenin ötesinde bıçağın kemiğe dayandığı bir aşamaya süratle yaklaşıyoruz. Yıllardır ülkemiz üzerine oynanan oyunların, algı yönetimi ile halkı kandırarak içeride ve dışarıda kendi gizli gündemlerini ilmek ilmek uygulayanların planları artık sonuç alma aşamasına geldi. Ülke içinde irtica’nın en tehlikeli kolu olan iktidardaki Siyasal İslam ile onların BOP ortağı Kürtçüler, kendi planları için ittifak halindedir. Cumhuriyet ilkelerine sadık, bu ülkenin birlik ve bütünlüğünü savunan Atatürkçü kesim ise tamamen tasfiye edilmeye çalışılan hedef konumundadır. Artık yolun sonuna gelen Erdoğan iktidarı, geleceğini bağladığı ABD tarafından kendisine hem içeride hem dışarıda verilen ödevleri yapmakta köşeye sıkışmış hissediyor. İktidarın cemaatle olan kavgası ise her ikisinin de patronu ABD olduğu için yüzeyseldir ve uygulamada görüldüğü gibi kozmetik iktidar paylaşım çekişmesinden öte bir aşamaya geçememektedir. Erdoğan’ın amacı bir taşla iki kuş vurmak; hem “de facto” bir başkanlık rejimi yaratarak iplerin kendinde olduğu bir yönetimle kendini kurtarmak, hem de ABD’nin verdiği ödevleri yerine getirerek İslamcı rejim hayalini gerçekleştirmektir. Bunların yapılması için uyguladığı strateji bugüne kadar olduğu gibi devletin tüm güçlerini, çoğunlukla hukuka aykırı şekilde kullanarak ve sahip olduğu medya gücü “algı yönetimi” yolu ile muhafazakâr kesimleri bir kez daha aldatarak, oy çoğunluğunu yakalamaktır. Ancak, bu sefer Kürtçülerin baskısı altındaki oylara da ihtiyacı olduğundan onlara şimdiden bir şeyler vereceğini göstermek amacı ile yeni yasa tasarısını alelacele gündeme getirdi. Türkiye’nin üç önemli sorunu, hepsi de artık son aşamaya gelmiş olan; ülke içinde ve dışındaki gelişmelerle birlikte tetiklenen bölünme tehlikesi, iktidarın son on yıldır uyguladığı Cumhuriyet rejimini tasfiye çalışmaları ile ülkeyi İslamcı bir diktatörlüğe götüren rejim sorunu ve nihayet Cumhuriyet rejimine sahip çıkan milli güçlerin dağınık, güçsüz ve yönsüz yani lider ve strateji eksikliği içinde olmasıdır. Bu makalede, içinde bulunduğumuz resmi yeniden ortaya koyup, olacaklar ve yapmamız gerekenler ile ilgili bir değerlendirmede bulunacağız. 



Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve AKP’nin durumu



Şimdi biraz geriye gidelim, son bir ayda Cumhurbaşkanı seçim sürecinde nereden nereye geldiğimiz ile ilgili bilgilerimizi yenileyelim. Önce Süleyman Demirel, CHP ve MHP’ye yeni Cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü önerdi. Amaç böylece AKP’yi birbirine düşürmek, mümkünse bölmekti. Abdullah Gül’ün adaylığı en başından tasvip görmedi. CHP içinde bir grup MHP lideri Bahçeli’ye giderek Meral Akşener’i aday gösterdiler. Bahçeli ise CHP’lileri kendisinin ayarttığını düşünerek Akşener’i payladı. BBP’nin adayı Ekmelettin İhsanoğlu, SP’nin Haşim Kılıç, DP’nin ise İlhan Kesici idi. CHP ve MHP henüz aday ararken, Abdullah Gül devreye girdi ve MHP’ye Ekmelettin İhsanoğlu’nu önerdi. Böylece beş partinin (CHP, MHP, DSP, DP, BP) çatı adayı ortaya çıkmış oldu. CHP içinde başka bir grubun Emine Ülker Tarhan’ı aday gösterme gayreti ise Deniz Baykal’a takıldı. Bu dönemde Tayyip Erdoğan da boş durmadı. Kendi adayı Ekmelettin İhsanoğlu olmasına rağmen BBP ve hemen her gün hükümeti çok sert eleştirmesine rağmen SP, verilen rüşvetlerle Erdoğan’ın safına geçti. Erdoğan, HDP’den zayıf bir aday göstermesini istedi. Böylece HDP seçmeni blok halinde oy vermeyecek hatta seçim sandığına bile gitmeyecekti. Ancak, HDP, Öcalan “asla aday olmayacak” dediği halde parti içinde en güçlü isim olan Selahattin Demirtaş’ı aday gösterdi. Bunun nedeni ise Demirtaş’ın Öcalan ve Barzani ile köprüleri yıkmış olması, PYD ve Suriye Kürtlerine yakınlaşmasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması halinde Demirtaş’ın Erdoğan ile pazarlığının çetin olacağı kesindir.
AKP, yabancıların özel projesi olarak kurulmuş ve zamanla suç örgütüne dönüşmüş, İslamcılık temelinde yozlaşmış bir partidir. 17 Aralık 2013 tarihi ile aysberg’in görünen ucu ortaya çıkmıştır. AKP’nin nasıl bir suç ortaklığı üzerinde yürüdüğünü anlamak için kumpasları, çeşitli ve yaygın bireysel yolsuzluk (Avrupa Birliği’nden küçük ölçekli tırtıklamaları ya da on yıldır TÜBİTAK’ın araştırma fonlarını kendi adamları üzerinden cemaatlere aktarmaları gibi) ve rüşvet suçlarını bir kenara bırakalım, Erdoğan’ın yönettiği kara para ve rüşvet trafiğini inceleyelim. Türkiye’ye son on yılda başlıca 6 adresten kara para ve rüşvet geldi; Suudi Arabistan ve Katar, İran, Rusya, Azerbaycan, Çin ve Irak’ın kuzeyi.
- Suudi Arabistan ve Katar’a özellikle İstanbul’da peşkeş çekilen arsa ve işyeri alanları ile yüz milyarlarca dolar partiye aktı. Sadece Sevda Tepesi’nden 100 milyar dolar alındı. Gezi Parkı’nın rüşveti çok önceden alındığından vazgeçmeleri zor oldu ve hükümete çok pahalıya mal oldu. Suriye’deki savaşın finansmanı da bu ülkelerden Türkiye’ye geldi. Türkiye, bu ülkelerden gelen yüz milyarlarca dolar para ile El Kaide uzantısı örgütlere silah, eğitim, barınma vb. her türlü imkânı sağladı. Adana’da yakalanan TIR’lar da IŞİD’a silah götürüyordu. IŞİD’in Irak’ta Türk şoförleri ve konsolosluk yetkililerini rehin almasının arkasında parası verildiği halde Türkiye’den beklenen yardımların gelmemesi yatıyor.
- Uluslararası yaptırımların uygulandığı İran ise petrolünü, doğal gazını satabilmek, dolar bulabilmek için çeşitli yollar deniyordu. İran, 2013 yılında Türkiye, Katar ve Malezya’ya 650 milyar dolar değerinde altın vb. değerli maden göndermiş, bunun için de Türkiye’deki Reza Zarrab benzeri aracı kişiler kullanmış. Ancak, İran’a sadece 400 milyar dolar dönmüş. İranlı yetkililer bu kaybın 15-20 milyarlık bölümünün Malezya’da iç edildiğini tespit ettiler ve aracı kişiyi İran’da astılar. Kayıp 250 milyar doların büyük bölümü Türkiye içinde paylaşıldı. İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Türkiye’ye yakında yapacağı ziyaretin ana konusu bu paralar olacak. Erdoğan’ın villasında, Halk Bankası müdürünün kutular içinde sakladığı bu paralar ABD’yi rahatsız etti. ABD’nin son dönemde Ziraat Bankası’nın peşine düşmesinin arkasında da gene kayıtsız para aktarmalar var.
- Rusya’dan devam eden kara para trafiği ise Rus mafyasının Türkiye’de para aklamak için yaptığı yatırımlar ve verdiği rüşvetler oluşturmaktadır. Fuhuş, kadın ticareti ve uyuşturucudan elde ettikleri paralar ile başta Antalya olmak üzere pek çok ilimizde otel (Rönesans, Riksos vd.) ve AVM kuran Rus mafyası bunlar için hatırı sayılır (60-80 milyar dolar) rüşvet de verdi. Ancak, durumun farkına varan Putin, aynı otellerden başa Soçi olmak üzere Rusya içinde pek çok şehre de aynılarından kurdurdu ve her birinden %10 rüşvet almaktadır. İşin ilginç yanı Türkiye’de her biri bir milyar dolara mal olan oteller, Rusya’da 150 milyon dolara inşa edilmektedir.


- Azerbaycan üzerinden gelen rüşvet ise Hazar Denizi’nde çıkan İran doğal gazının (ihraç edemediği için) Azerbaycan’a taşınarak TPAO ve BOTAŞ tarafından ihraç edilmesi ile ilgilidir. Buradan da taraflar kişisel olarak birkaç milyar dolar da olsa nemalanmaktadır. 
- Çin’den nemalanma ise aracı bir kişinin bu ülke ile AKP arasında kurulan özel ilişkilerine dayanmaktadır. Bu ilişkiler; füze kalkanı, hızlı tren, TSK.nın havuz gemisi gibi projeler dahilinde yürümektedir.
- Irak’ın kuzeyindeki Barzani kaçakçısı ile ilişkiler ise buradaki petrolün hükümete yakın Siyah Kalem, Türkerler gibi şirketler vasıtası ile taşınarak karşılıklı nemalanma anlayışı ile yürümektedir. Nitekim Barzani’nin petrolü Ceyhan’dan pompalandı ve tanker gemisi uzun süre müşteri aradı ve 15 gün önce petrol İsrail’e satıldı. 

Görüldüğü gibi AKP gerçekte tam donanımlı bir suç örgütü ve bu işbirliği partiyi ayakta tutuyor. Bu yolda bugün pek çok kişi zamanla dışarı itildi. Örneğin bir zamanlar Erdoğan’ın yıldızı ve Gülen’in kasası olan Çalık’ın pabucu dama atıldı. Elde edilen kara paranın, rüşvetin çoğu sözde bir havuz oluşturularak, AKP’ye hizmet edecek medya oluşturmaktan seçim yardımlarına kadar pek çok alanda kullanıldı. Eskiden halka seçim yardımı olarak makarna, kömür, patates verilirdi. Şimdilerde nakit para veriliyor. Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasına Erdoğan’ın Samsun’dan başlamasının nedeni bu ilin en fazla seçim yardımı almış olması. Köyler dâhil toplam nüfusunun %40’ı seçim yardımı olan Samsun’da Valiliğe çocuğuma ya da yaşlı babama bakamıyorum diyen herkese aylık 300 TL veriliyor. Bu paralara fakfukfon, Kızılay, Yeşilkart gibi yardımları da eklerseniz ve tüm Türkiye’de seçimlerin böyle kazanıldığını hesaplarsanız, bu kaynağın büyüklüğü daha iyi anlaşılır. AKP, bu paraları ekonomiye katkı olsun diye kullanmadı. 2003’de iktidara geldiğinde IMF’ye 32 milyar dolar borcumuz vardı, toplam borcumuz ise 218 milyar dolardı. Bugün IMF’ye borcu kapanmış olsa da Türkiye’nin toplam dış borcu 718 milyar dolara ulaşmıştır. AKP iktidarı kamu üzerinden borçlanmak yerine özel şirketler üzerinden süratle borçlanmaya devam etmiştir. Bu paralara Cumhuriyetin 80 yıllık birikimini özelleştirme adı altında yabancılara satarak elde ettikleri 55 milyar doları da ilave edelim. Bu dipsiz kuyuda bir sona gelinmektedir, mızrak artık çuvala sığmamaktadır. Suç ortakları olası bir yol ayrımına hazırlık olsun diye birbirleri hakkında yüklüce belge ve kasete sahiptir.

Türkiye’nin bölünmesinin neresindeyiz?

Emperyalizm gittiği bütün ülkelerde her zaman en gerici güçler ve bölücüler ile işbirliği yapmıştır. İngilizler, Hindistan’da ve Kurtuluş Savaşı öncesi Türkiye’de böyle yaptılar. Hindistan’da doğan İslamcılığın mimarlarından olan Cemalettin Afgani, İngiliz ajanı idi. İngilizlerin yerel ajanları vasıtası ile ektiği tohumlar bugün Afganistan-Pakistan ve Hindistan’ı içine alan İslamcı terörün kaynağı oldu. O dönemden beri İngilizler, İslamcılık felsefesinin entelektüel gücü oldular. Yeni Türkiye’yi kendi mandalarına sokmak isteyenler İngilizler, milli güçler karşısında gericiler ve bölücüler ile işbirliği yaptılar. Rahip Frew gibi Müslüman kılığına girmiş ajanlar Türkiye’ye Hindistan’dan geldiler. İngiliz ajanı Molla Sait ve Şeyh Sait gibi isimler gerici ve bölücü hedefler peşinde İngiliz çıkarlarına hizmet ettiler. Bugün de ılımlı İslam projesinin arkasındaki entelektüel güç İslam dünyasında değil, Batılı ülkelerde yaşamaktadır. Seçilmiş İslamcılar uzun bir zamandır başta İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nin İslam Çalışmaları Enstitüsü olmak üzere önce Batılı üniversitelere burs verilerek çekilmekte, Arap ülkelerinden birinde bir süre çalıştırıldıktan sonra Türkiye’deki görevlerine başlamakta ve hızla yükselmektedirler. Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi bugün de ülkemiz için yabancılar tarafından yazılmış bir dönüştürme ve bölünme senaryosunun hayata geçmesi için İslamcı-Kürtçü ittifakı ile karşı karşıyayız. Bu projenin bir ayağında, tüm Ortadoğu’da yapmaya çalıştıkları gibi etnik kökene ve ulus-devlet özelliğine sahip olmayan, adında ve anayasasında Türk kelimesi geçmeyen bir İslam devleti kurmak, diğer tarafında ise bölgeyi terör bataklığına ve kontrol edilmesi kolay minyatür devletlere dönüştürmek için yeni Kürt ve Arap devletçiklerinin kurulması planı vardır. Çünkü Batının özelde ABD ve İsrail’in çıkarları bunu dikte etmektedir. 

Sokaktaki yaşlı adama soruyorum, diyor ki; “Erdoğan, ABD’ye kafa tutuyor, PKK o var diye saldıramıyor”. Erdoğan’ın danışmanlarının büyük Kürdistan’ın kurulmasının gerekçesi olarak çevrelerine anlattığı hikâye ise; “Kürt konfederasyonu kurulursa petrolü ihraç etmek için bize muhtaç olacak, biz de zengin olacağız”. Erdoğan, TV’de bağırıyor; “Cumhurbaşkanı olunca da mücadeleye devam edeceğiz.” Erdoğan’ın mücadelesini verdiği İslamcı dönüşümün ve bölünmenin şifresi ise; “Yeni Türkiye, Yeni Anayasa” sloganıdır. Erdoğan tarafından algı yönetiminin ana teması olarak seçilen bu slogan altında aşağıdaki alt psikolojik savaş temaları ile kamuoyu üzerinde algılama süzgeci uygulanmaktadır;

- Vesayet rejimlerine ve darbelere son, demokratik devlet.
- Türkiye’nin büyümesini ve güçlenmesini istemeyen derin güçler.
- Akan kanın durması, demokratik çözüm ve barış, geriye dönüş yok.
- Türkiye’nin artık tek bir merkezden yönetilemeyecek kadar büyük bir ülkedir.
- Seçimle işbaşına gelmiş “halk iradesi” her şeyin üstündedir.

Erdoğan iktidarı son on yılda başkalarını komplolarla darbecilikle suçlayarak sivil bir darbe yaptı. Bugün paralel dediği yapılarla her şeyin çok iyi farkında olarak kendi gündemi için işbirliği yaptı, kumpas suçunun ortağı değil asıl planlayıcısı oldu. Bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün kumpasın tetiğine basan ilk açıklamayı yapan kişi olduğunu unutmayalım. Ülkedeki Atatürkçü aydın kesimler içinde pek çok kişi susturuldu, tasfiye edildi, tehdit edildi. Bölünme sürecine ve hükümetin çarpık dış politikasına ses çıkaramasın diye TSK hedef alındı, komuta yapısı hapse atıldı, ordu büyük bir travmaya maruz bırakıldı. Bu işler için yabancılar ve onun manivelası olan cemaat ile işbirliği yapıldı. Fakir halk, istikrar ve Türkiye’de ekonominin çok iyi olduğu algısı ile kandırıldı. 17 Aralık 2013’te suçüstünde yakalanmasına rağmen ülkede hukuk sistemi çöktüğü için iktidar yüzsüzce işine devam etti. Bugün Musul ve Kerkük’e karşılık olduğu söylenmeden, Irak Türkmenlerinin katledilmesine göz yumuluyor. Barzani petrolü müjdesi ile Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulmasına onay verilmesi için algı yönetimi yapılıyor. İç ve dış politikası “Sünni mezhepçilik” üzerine oturmuş hükümet, ulus-devletlerin değil Barzani, PKK, Hamas, El Kaide ve IŞİD’in dostudur. Ülkenin bölünmemesi ya da Irak ve Suriye’de Kürt devleti kurulmaması gibi hayati milli çıkarlar Erdoğan yönetiminin umurunda değildir. On yıllardır Türk dünyasına kayıtsız, ama Suudi Arabistan, İsrail ve ABD ile birlikte İslam dünyasının birbirini yok etmesine taraftır. Özetle Erdoğan’ın Sünni İslamcı hükümeti hem Türk hem de İslam dünyasına da büyük zarar vermektedir, Erdoğan bunun mücadelesini yapmaktadır. 
Gelelim bölünmenin neresinde olduğumuza; adı “Terörün sona erdirilmesi, Toplumun Bütünleştirilmesi” olan yasa önerisi ile aslında tam tersi yapılacaktır. Ülkenin Türkiye-Kürdistan’ı olarak seçilen bölgesi zaten “de facto” olarak silahlı PKK terör örgütün insafına bırakıldı, şimdi bu hem de uluslararası bir çerçeve altında meşruiyet kazanacaktır. Daha önce Erdoğan hükümetinin; Öcalan, BDP ve dolaylı olarak PKK terör örgütü ile yaptığı görüşmeler ile Kürt devletinin nüvesi olan KCK’yı eli ile kurduğunu ve Oslo görüşmeleri ile Kürt devletinin kurulması için protokoller yaptığını unutmayalım. Gelinen aşama Erdoğan’ın başkanlık hayali ve sonraki genel seçimler için PKK’ya mahkûm edilmiş Kürt seçmenimizin oylarını çekme ve bu destek için ABD ve Kürtçülerin şantajına boyun eğme safhasıdır. Neden şantaj? Çünkü anlaşmalara uymak için zaten hazır olan Erdoğan, 2010 yılından beri Türk kamuoyu tepkisinden korktuğu için tereddüt etmektedir. Bugüne kadar aynı korku ile top dolaştırdı ancak bölücüler seçimler öncesi bazı garantiler almak yani durumlarını ve şartlarını meşrulaştırmak istiyorlar. İşte bu yasa ile Erdoğan’ın “Yeni Türkiye, Yeni Anayasa” süreci öncesi konumlarına meşruiyet yanında uluslararası boyutta kazandırıyorlar. Hâlihazırda Öcalan canisi, PKK terör örgütü ve uzantıları ile gelinen son görüşme trafiğinin özeti aşağıdaki Tablo’daki gibidir.
Tablo: Hükümet-PKK Terör Örgütü Pazarlığı’nda Son Durum

Şu an yeni yasa tasarısı ile hükümet, bu işleri bugüne kadar hukuksuz olarak götürdüğü MİT teşkilatı yanında sekretarya olarak Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nı da işlenen suçlara dâhil etmekte, bu işler için kullandığı memurları yeni kanunla bir kez daha koruma altına almaya çalışmaktadır. Bundan sonra yapılacak iş; Türkiye’nin bölünmesinin kitabına uydurulması (yasa önerisinde “mevzuata ilişkin çalışmalar yapmak” diye geçmekte) ve halka bu büyük ve acı lokmayı “demokratik barış”, “analar artık ağlamıyor”, “Kürtler kendi kendini yönetse ne olur?” diye yutturmaktır. Peki, bütün bunlar için neden yapılıyor? Öncelikle Erdoğan, Başkan olabilsin, kendisini ve ailesini kurtarabilsin sonrasında diktatörlük hayallerini hayata geçirebilsin diye. 

Türkiye’nin rejim sorunu nereye gidiyor?

Son on yıldır büyük bir hukuksuzluk ve yolsuzluk batağına saplanmış, gittikçe diktatörleşen bir liderin elindeki Türkiye, büyük bir rejim sorunu ile karşı karşıyadır. Türkiye’deki rejim sorununun ana unsurlarını şu şekilde sıralayabiliriz; 


(1) Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkelerine dayalı rejimin tasfiye edilerek İslamcı bir devlet yapısına dönüştürülmesi, bu kapsamda devletin demokratik, laik ve hukuk devleti özelliklerinin yok edilmesi, 
(2) Atatürkçü kesimlere kumpaslar kurularak başlayan hukuksuzluğun, zaman içinde tüm hukuk sisteminin yürütme kontrolüne alınarak, yasama-yürütme-yargı arasında olması gereken kuvvetler dengesinin tamamen yürütme lehine bertaraf edilmesi, 
(3) Kuvvetler dengesini gözetmesi beklenen Cumhurbaşkanının iktidar partisinin onay makamı gibi hareket etmesi, yeni dönemde Cumhurbaşkanlığı’nın Erdoğan tarafından hesap vermekten kurtulma ve ideolojik gündemini gerçekleştirme vasıtası olarak görülmesi,
(4) Son yıllarda polis, MİT gibi kurumları da parti organı haline getiren ve kendi derin devletini kuran Erdoğan’ın yeni Başkanlık sarayında bütün erkleri üzerinde toplayarak kurmaya çalıştığı başkanlık rejimi ile ülkeyi diktatörlük rejimine götürmesi, 
(5) İslamcı iktidarın geliştirdiği seçim hileleri ve adil olmayan seçim sistemi nedeni ile ülkede demokratik yollardan İslamcı iktidarın gitmesinin imkânsızlığının kamuoyu üzerinde yarattığı artan baskı ve ümitsizlik, 
(6) Suçluluk güdüsü ile hareket eden Erdoğan’ın hiçbir kanun ve sınır tanımaz, intikamcı, kindar ve kabadayı tavrı ile hedef seçtiği kişi ve kurumları açık ve örtülü yollardan sindirmeye ve bertaraf etmeye çalışması,
(7) Ülkenin kara para ile dönen ekonomisi yanında dış borcun tavan yapması,  fütursuzca özelleştirilen (banka, kamu teşkili vs.) kuruluş ve doğal kaynaklarımızın ciddi birer milli güvenlik sorunu haline gelmesi,
 (8) Türkiye’nin her yerinde TOKİ ve AVM inşaatları ile kendine yakın iş adamlarına verilen ihalelerden alınan rüşvetlerin, çeşitli dernekler vasıtası ile Müslümanlara yardım amacı ile toplanan yardım paralarının parti amaçları için (TV satın alma, şirket ele geçirme vb.) kullanılması, ülke medyasının yarısının bu şekilde yandaş hale getirilmesi,
(9) Ülkede medya sahibi olan sermayedar kesimin RTÜK ve ihaleler yolu ile baskı altına alınarak, çok küçük bir medya organı dışında halkın haber alma özgürlüğünün kısıtlanması, özellikle inşaat sektöründeki devlet ihaleleri yolu ile kendilerine yakın bir sermayedar (yeşil sermaye) kesimi oluşturulması,
(10) Sadece kendisine oy veren kesimi “halk iradesi” kabul ederek, toplumun diğer kesimlerini hasım haline getirip ülkedeki kutuplaşmanın körüklenmesi, Türk-Kürt, Sünni-Alevi ayrışmasının körüklenmesi, 
 (11) Çıkarılan kanunlarla TSK içinde terfi ve atamalara karışma, komutanları mahkemeye verme, orduyu siyasi amaçları için kullanma yetkisi edinen hükümetin, ordunun yeniden yapılanması çalışmaları adı altında Ak MİT’ten sonra “AK Ordu” kurma gayreti içinde olması,
(12) Eğitim sistemini kendi ideolojik gündemine göre düzenlenme yanında, polis, dışişleri bakanlığı gibi önemli kurumlara giriş ve üniversite vb. eğitim kurumlarına seçme sınavlarında yaptığı düzenbazlıklarla kendi yandaşlarına haksız kadrolaşma imkânı sağlaması. 

Yukarıdaki liste uzayıp gitmektedir. Türkiye’deki rejim sorunundan anlamamız gereken; demokratik bir ülkede olması gereken serbest ve adil seçimlerin Türkiye’de yapılamaması, ülkemizin her yerini ve tarafsız olması gereken kurumları particiliğin ve yandaşlığın sarmış olması, hukuk sistemine güven kalmaması, ülkeyi yöneten liderin kendi ideolojik amaçları için demokrasi ve hukuk sistemini diktatörlüğe giden yolda istismar etmesi, eğitiminden ekonomisine MİT’inden askerine parti amaçlarına uygun olarak ülkemizin dönüştürülmesidir. Halk iradesi; yasama ve hukuk sistemi ile birlikte bir bütündür. Atatürk 1923 yılında; “Bu devletin dayandığı temeller, tam bağımsızlık ve milli egemenliktir, bu millet egemenliğinin bir zerresinden bile taviz vermeyecektir” demişti. Bugün Türkiye’de ne “milli egemenlik” hâkimdir ne de iç ve dış politikasını Batıya özelde ABD’ye dayamış bir ülke olarak “tam bağımsızlık” söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı sonrası içimize sızan küresel sermaye ve ABD tarafından başlatılan Türkiye’nin dönüşümü BOP kapsamında İslamcılığın iktidara getirildiği AKP ile birlikte yeni bir şekil almış, ülkemiz hem rejiminin değiştirildiği hem de bölündüğü yeni bir sürece sokulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti içinde hepsinin de arkasında AKP tezgâhı bulunan devlet içinde pek çok devlet (paralel, derin, KCK) bulunmaktadır. Yapılan tüm hukuksuzluklar, ihanetler ve ülkeyi İslamcı bir diktatörlüğe götürme gayretlerinin örtüsü olarak “halk iradesi” yalanı söylenmekte, toplumun diğer kesimleri, yasama ve yargı, muhalefet, sivil toplum örgütleri, AKP dışında hiçbir kurum ve kuruluş halk iradesinden sayılmamaktadır. 

Türkiye’deki seçimler; milyonlarca fazla oy pusulasının kullanıldığı, yurt dışında oy kullanma tezgahı ile kontrol edilemeyen 2.3 milyon oyun doğrudan AKP’ye gittiği, seçim sonuçlarının belirlenme aşamasında elektriklerin kesildiği, hükümetin devletin tüm imkanlarını ve seçim yardımlarının tamamına yakını yanında birkaçı dışında medya vasıtalarını da tamamen parselleyerek adaletsiz bir seçim süreci ile gerçekleşmektedir. Örneğin Erdoğan, istifa etmesi gerektiği halde başbakanlığı bırakmadan; devleti, belediyeleri ve medyanın büyük çoğunluğunu arkasına alarak 41 seçim mitingi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi için halka yönelik algı yönetimi yapmaya çalışırken, demokrasinin temel şartı olan seçimlerde adil ve eşit kampanya yürütme ilkesi nerede kalmaktadır? Erdoğan bir kere başbakanlık ya da yürütmenin başı olma konumunu kaybederse bir daha onu ve yakın ekibini kimsenin hapislerden kurtaramayacağının farkındadır. İşte bu korku ile bugüne kadar dönüştürdüğü yargı, MİT, polis gibi yapıların kendisine ihanet etmeyeceğini düşünerek, her türlü hukuksuzluğu ve düzenbazlığı yapmakta gözü kara davranmaktadır. Çünkü buralarda vereceği en küçük taviz sonunu getirecektir. Her gece yatarken, kendisine kimin ihanet edebileceğinin korkusu ve ülke yönetiminin dizginlerinin elinden kaçması kâbusu ile uykuya dalmaktadır. Ortada bir darbe çalışması olmadığının artık iyice anlaşılmış olması nedeni ile halka söyleyebileceği cemaatle mücadele, şantiye, ekonomi ve analar ağlamayacak sözlerinden başka yalan kalmamıştır. Bütün hesabı sadece Cumhurbaşkanı olmak değil, yürütmenin, devletin ve partisinin de dizginlerini elinde tutabilmektir ve bu diktatörlük çelişkisi onun sonunu getirecek gelişmelerin çok uzak olmadığının habercisidir. Burada önemli olan artık Erdoğan ve tayfasının değil, Atatürkçülerin ne yaptığı ya da yapmadığı, yeni gelişmelere ne kadar hazır olduğudur. 

Atatürkçü kesimlere düşen..

Son 12 yılda Atatürkçüler, devlet içinde özellikle bürokrasideki etkin konumlarını kaybettiler. Bunun nedeni sadece iktidarın tayin ve atama baskısı değil, kendi geleceklerini iktidarın dümen suyunda gitmekle birleştirerek, makam ve mevki sahibi olmayı amaç değil araç edinmiş, vizyonsuz, bilgisiz ve korkak kişilerin devlet içinde bir yerlere gelmiş olmasıdır. Devlet yönetimi içinde Cumhuriyet ilkelerini sahip çıkması gereken güçlerin başında olanlar, kişisel çıkarlarının ve korkularının arkasında ya iktidara biat etti ya da günü kurtarmak için sessiz kaldı. Bugün de kendilerinin de en az bu iktidardakiler kadar olan-bitenden sorumlu ve suçlu olduğunun, bir gün onlar gibi hesap vereceklerinin farkında değiller. Nitekim yaptıkları işin suç olduğunun farkında olanlar, kanun zırhına bürünmek istiyorlar. Bu millet, Türkiye’ye bu fetret devrini yaşatan İslamcılar kadar makamlarının arkasında saklanan bürokratları, Ergenekon-Balyoz-casusluk gibi kumpaslarda işbirliği yapan hakim, savcı ve polisleri, terör örgütü ile bölünme çalışmaları yapan MİT mensuplarını, irticayı tehdit olmaktan çıkaran ve silah arkadaşlarını arkadan vuran askerleri hiçbir zaman unutmayacak, mezarda da olsa hesap soracaktır. Tıpkı Kenan Evren örneğinde olduğu gibi onları Anayasa bile kurtaramayacaktır. Şüphesiz, Atatürkçü aydınların başına gelenlerden çıkarılacak dersler kadar, insan ve lider yetiştirme sistemimiz, terfi ve atama düzenimiz, Atatürkçülük eğitimimiz gibi pek çok konuda oturup yeniden düşünmemiz gereken bir dönemdeyiz. Hapishanelerde onlarca kitap yazan mağdurlarımız, bu konularda da çalışmalıdır. Öte yandan son 12 yılda iktidarın tüm baskısına ve kumpaslara rağmen başını dik tutan, doğru bildiğini söyleyen, Atatürkçüler için umut ışığı olmaya devam eden ya da böyle oldukları için haksızlıklara uğrayan rektör, memur, diplomat, asker, gazeteci, akademisyen, Çarşı grubu, mezuniyet töreninde “Her yer Taksim her yer Gezi” diye bağıran genç arkadaşlarımız, kim varsa isim isim onların da hatırlanması sağlamalı, bu kişilerin her zaman arkasında olacağımızı göstermeliyiz.

İktidarın gerçek korkusu ise halkımızın bilinçli Atatürkçü kesimlerinin harekete geçmesi yani Gezi Ruhu’dur. Ancak, bizler sanki Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nın engellenmesi çare olacak gibi kısa vadeli konulara odaklanıyoruz. Atatürkçüler, bu ülkenin birlik ve birliğini savunan solcu-sağcı, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, modern-muhafazakâr kim varsa birlik ve beraberlik içinde olmalıdır. Türkiye’yi bekleyen büyük tehlikeler için uyanık ve karşı koymaya hazır olma zamanıdır. Bu birlik ve beraberliğin çatısı ne yazık ki kendi içinde bile dörde-beşe bölünmüş, dış güçlerin yönlendirmesi ile Cumhurbaşkanı adayı çıkaran düzen partileri değildir. Hükümetin çıkardığı paketleri yetersiz bularak bölücülükte AKP ile yarışan, parti içinde Atatürkçüleri tasfiye ederek bölücülerle seçim stratejisi belirleyen bugünkü CHP doğru adres değildir. Çok sıkıştığı her dönemde AKP’nin önünü açan, milliyetçileri dizginleyen MHP’nin de kendi tabanı dışında Türkiye’deki her kesimi kucaklaması mümkün değildir. Toplumun diğer kesimlerine hitap etmeyi; CHP bölücülükte, MHP ise muhafazakârlıkta AKP ile yarışmak olarak anlamışlardır. İstemeye istemeye oy verdiğimiz bu partiler yerine artık yeni ve milli bir Atatürkçü kadro ve düşünce etrafında toplanmalıyız. Bu oluşum, Atatürk’ün çizdiği yolda ülkenin gerçeklerine, milli çıkarlara göre hareket eden, tam bağımsızlık ve milli egemenlik anlayışı içinde toplumun tüm kesimlerinin ihtiyaçlarına hitap eden merkezde bir çatı olmalıdır. Bu çatı ülkenin birlik ve bütünlüğü, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizin temel ilkelerine samimiyetle inanmış her kesimden insanları barındırmalı ve bu kesimlere hitap etmelidir. Böyle bir oluşumun içeride ve dışarıda pek çok düşmanı vardır ve hep olacaktır. Bugüne kadar ki denemelerde de kısır liderlik ve vizyon sorunları nedeni ile bir mesafe alınamadı. Ancak, bıçak kemiğe dayanmıştır ve toplumumuz içinde her kesimden Atatürkçülerin, ben ve parti merkezli düşünceleri bir kenara bırakarak, ülkeyi içinde bulunduğu bölünme ve rejim değişikliği tehlikesinden kurtaracak işbirliği için kolları sıvama zamanıdır. Hepimizin aynı gemide olduğumuzu unutmamalı, önce sağ salim hep birlikte bu gemiyi kurtarmalı, bunun için de farklı yaklaşımları bir kenara bırakarak, öncelikle milli barışı sağlama, Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini yerine getirmeliyiz.

Atatürkçü kesimlere düşen korkmamak ve direnmektir. Bu ülkenin yerel yönetimlerin güçlendirilmesi maskesi altında bölünmeye çalışılması kadar, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejiminin tek bir ilkesinin dahi yok edilmesine karşı direnmeliyiz. “Yeni Türkiye Yeni Anayasa” sloganının arkasında bölünmüş ve İslamcı bir Türkiye için Anayasa değişikliği vardır. Bir ülkede bayrak iniyor, milli mücadele şehitlerimizin isimleri ve TC ibaresi tabelalardan siliniyor ve ses çıkmıyorsa işgal vardır, işgalciler ile işbirliği vardır. Erdoğan’ın bayrak indirmeye karşı çıkışı samimi değildir, sadece kamuoyu tepkisini frenlemeye yönelik bir gayrettir. Arka planda İslamcı Türkiye ve Kürdistan’a giden yolda her iki tarafın saatini ayarlama çekişmesi yapmaktadır. Tıpkı 1919’da olduğu ve Atatürk’ün ifade ettiği gibi “Bu ülkeyi milletin azim ve iradesi kurtaracaktır”. O dönemde de halkımızın çoğu bilinçsiz idi ama Atatürk’ün açtığı yolda Cumhuriyet kuruldu. Bugün de görev biz Atatürkçülere, milli güçlere, özellikle de gençlerimize düşüyor. Ülkemizi yönetenler rejime ve toprak bütünlüğümüze ihanet ediyor, bunun için bölücülerle ittifak ediyor, yabancılarla işbirliği yapıyor. Erdoğan gibi terör örgütü ve uzantıları da aslında en zor döneminden geçiyor. Yolsuzluk batağına batmış bir hükümetin lideri olarak Erdoğan yalnız, içeride ve dışarıda köşeye sıkışmış durumdadır. Terör örgütünün varlık nedeni ise Erdoğan’dan koparacakları vasıtası ile hem umut olmak hem de kendini kurtarmaktır. Kara para ile dönen Türkiye ekonomisini ve Erdoğan’ı batırmak yabancılar için çok kolaydır. Ancak, Batılılar için çıkarlarına hizmet edecek bundan daha iyi bir Erdoğan bulunamayacağı için ödevlerini yapması beklenmektedir. İran bile Türkiye’de zayıf bir Erdoğan’ın milli bir hükümetten çok daha iyi olacağını düşünüyor. Hepsinin ortak korkusu ise Atatürkçülerin ayağa kalkması ve Türkiye’de başkalarının değil ülke çıkarlarının bekçisi olan milli bir hükümetin kurulmasıdır. Bizlere düşen de zamanı gelince ayağa kalkmak, direnmek ve ülkeyi İslamcı ve bölücülerden kurtarmaktır.

Sonuç..

Peki, seçimlerden sonra ne olacaktır? Tayyip Erdoğan, aslında uzun süre kararsız kaldıktan sonra parti içinde birileri tarafından gaza getirildi ve sonu gelsin diye öne sürüldü. Seçilmediği takdirde artık Cumhurbaşkanlığı, hükümetin onay makamı olmayacak; yargı, TSK, MİT gibi devlet kurumlarına siyasi amaçlı müdahale ve istediği her yasayı onaylatma imkânı ortadan kalkacaktır. Devlet içinde tam kontrolün gevşemesi Erdoğan ile ilgili oldukça birikmiş dokümantasyonun ve suç ortaklıklarının deşifre olmasına yol açacaktır. Erdoğan’ın, Cumhurbaşkanı olması halinde başbakanlığı ve parti başkanlığını da kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için kendisine en yakın kişiler ve hakkında en çok dokümantasyona sahip olan Beşir Atalay, Efkan Ala ve Hakan Fidan’ı (İran kliği) yeni dönemde kendisine en yakın konumda tutmak istiyor. Beşir Atalay ise partinin başına geçirmek için düşündüğü isimdir. Parti içinde bu oluşuma karşı Bülent Arınç savaş halindedir. AKP içinde diğer bir çekişme ise eski MTTB ekibinden gelen Abdullah Gül, Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu gibi isimlerin yer aldığı İslamcı olmakla birlikte Batıcı da olan grup ile Ahmet Davutoğlu ve Hakan Fidan gibi isimlerin yer aldığı Osmanlıcı grup arasındadır. Özetle, Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa bile ne partisini ne de kendisine verilen %50’ye yakın oyu uzun süre blok halinde tutamayacak, karşılıklı belge ve kasetler sonunu getirecektir. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde Abdullah Gül ve Ekmelettin İhsanoğlu’nun AKP’yi bölmesi, mümkünse partinin başına geçmesi ve Abdullah Gül’ün başbakan olması, üzerinde çalışılmakta olan projedir. Görüldüğü gibi Ekmelettin İhsanoğlu, boşuna öne sürülmedi, seçilmese de onu başka roller beklemektedir. Özetle Erdoğan seçilse de seçilmese artık günleri sayılıdır.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra izleyeceği yol şu şekildedir;
- “De facto” olarak Türkiye’de başkanlık sistemini uygulamak, başbakanlık ve parti başkanlığını seçeceği vekilleri ile kontrolünde tutmak,
- Cumhurbaşkanı olmanın morali ve diğer partilerin zayıflığını fırsat bilerek Meclis’te Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu sağlamak için erken seçime gitmek, 
- Yerel yönetimler yasası ile Türkiye’yi önce 20 eyalet bölgesine bölerek, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın yönetimine bıraktığı bölgelere idari ve mali özerklik vermek,
- Yeni Anayasa ile başkanlık sistemi ile ülkeyi Sünni İslami kurallara göre yönetilen bir diktatörlük rejimine dönüştürmek, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ilkelerine dayalı rejimin tüm kodlarını yok etmek,
- TSK.yı yeniden yapılanma örtüsü altında küçültüp Ak Ordu’ya çevirmek, imam hatip mezunlarından rejimini korumak için İran’dakine benzer Muhafız Ordusu kurmak.

Demokrasilerde iktidarlar en fazla beş yılda bir değişen iktidarlar ile değişirken kendisine 2023, 2053, 2071 gibi hedefler koyan Erdoğan’ın yönetiminde Türkiye, İslamcı bir diktatörlüğe doğru gitmektedir. Bu diktatörlük kendi gündemi için dış güçler ve bölücülerle işbirliği yapmakta, hem ülkenin bölünmesine hem de mezhepçi anlayışı nedeni ile Türk ve İslam dünyasının büyük zarar görmesine, Ortadoğu’nun terör bataklığına dönüşmesine vesile olmaktadır. 
Erdoğan’ın bu proje için çevresine anlattığı masal Türkiye’nin bölünerek büyüyeceği, Suriye-Irak-Türkiye ve İran parçaları ile kurulacak, Kerkük ve Musul’a sahip olacak Büyük Kürdistan’ın Türkiye’ye muhtaç olacağı ve bizim de enerji ve ekonomi ile zengin olacağımızdır. Türk halkına söylenecek yalan ise 
“Akan kan durdu ve Kürtler kendilerini yönetse ne olur?” safsatasıdır. Bu ortamda Genelkurmay Başkanı istifaya hazırlanırken, BDP adını “Bölgeler 
Demokrasi Partisi” yapmaya hazırlanıyor, İçişleri Bakanı ise “Kimse devletten daha devletçi olmasın” diye gözdağı veriyor. Türk halkı çok tehlikeli bir 
süreçte iç savaşa giderken, yapmamız gereken birbirimizle savaşmak değil, bu iktidardan ve işbirlikçilerinden tamamen kurtulmak, bunun için de direnmektir. 
İlk adım ise 10 Ağustos’ta sandık başına gitmek, içimize sinmese de son on yıldır olduğu gibi Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona oy vermektir. 
Büyük Ortadoğu Projesi’nin manivelası olarak ABD tarafından kurulan AKP ve Erdoğan’ın görev süresi dolmak üzeredir. Gelen haberlere göre; ABD, yeni 
dönemde Orta Asya ile ilgili projesine başlayacağından Türkiye’de İslamcı değil, Türkçü ya da milliyetçi bir iktidara ihtiyaç duyacaktır.
 

@DocDrSaitYilmaz

***

30 Eylül 2017 Cumartesi

AKP’nin TSK Üzerine Planları



AKP’nin TSK Üzerine Planları

Doç.Dr.Sait YILMAZ

Başbakan Ahmet Davutoğlu, geçen hafta partisinin grup toplantısında yeni İç Güvenlik Paketi'ni açıklarken, önce Kobani’deki çatışmalara ve bu kapsamda bölücü örgütün ülke içinde başlattığı olayları değindikten sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yeniden yapılanma ihtiyacı üzerinde durdu ve sanki bu konuların devamı imiş ya da sorumlularından biri de askerler imiş gibi; diğer tedbirler yanında Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığının da İçişleri Bakanlığı'na bağlanacağını açıkladı. Davutoğlu’nun bu açıklamalarını İçişleri Bakanlığı’ndan aldığı brifing ile ilişkilendirmesi de dikkat çekici diğer bir noktadır. Davutoğlu'nun basına yansıyan açıklaması şu şekilde idi; “Kobani olaylarından sonra ülkemizin her bir yanından gelen seslere cevap verecek paketi hazır hale getirdik. İçişleri Bakanlığı’nın yeniden yapılandırılması… Aldığım brifingden sonra bakanlıklarımızın yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç var. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün etkinliğini ve esnekliğini güçlendirecek tedbirler alacağız. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün kendi kurumsal yapısı içinde piramit bozulması olduğunu gözledik. Bunu düzelteceğiz. Bu çerçevede çok önemli bir adım atıyoruz, devrim. Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlıklarımızın atamalarının doğrudan İçişleri’ne bağlanmasıdır. Şimdiye kadar, İçişleri’ne bağlı olmakla birlikte TSK içinde düzenlemeler yapılıyordu. Askeri konular hariç, bütün diğer konularda yetkiler İçişleri Bakanı ve Bakanlığı’na veriliyor. Atama değerlendirme sicil ve birçok konular. Ayrıca bunun beş alana yansıması için de bundan sonra jandarmalarımız İçişleri Bakanlığımızın tayin edeceği özel bir kıyafet giyecekler.” Kobani gelişmeleri sonrası hükümet, bölücülere verdiği sözleri tutmaya başlamak için konuyu bir şekilde Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlamış, Kandil ve İmralı’ya mesaj vermiştir. Bunu yaparken de, kendi mahvettiği polis teşkilatını yeniden yapılandıracağını ve PKK’ya bıraktığı kamu düzenini sağlayacağını gerekçe göstermektedir. 

Neden Jandarma ve neden şimdi? 

Ankara’nın bir yandan demokratik barış çözümü adını verdiği PKK ve siyasi uzantıları ile pazarlıklarının geldiği aşama, Kobani (Ayn el Arap) bölgesi ile ilgili PKK’nın 81 ilin 35’inde başlattığı ayaklanma provası, diğer yandan “PYD ve PKK aynıdır” diyen Cumhurbaşkanı açıklamasından kısa süre sonra hükümetin ABD’nin baskısı ile Kobani bölgesine yardıma onay vermek zorunda kalması ve bunu sanki dostumuzmuş gibi Barzani ile ortak bir çaba gibi göstermek istemesi, iç kamuoyuna yönelik yeni bir algı yönetimi başlatmasını gerekli kılmıştı. Bu yüzden İmralı ve Kandil ile sıkı ilişkilerini bozmak istemeyen hükümet, Kobani’ye yönelik ayaklanma girişimlerinin sorumlusu olarak cemaat, Gezi Parkı, muhalefet partileri gibi olmadık adresleri hedef gösterirken, yeni güvenlik paketi ile bir yandan süregelen hukuksuzlukların daha da geniş bir manevra sahası edinmesinin önünü açmakta, diğer yandan önümüzdeki dönemde beklenen gelişmelerin önünde engel olma potansiyeli yüksek olan askerlere yönelik yeni girişimleri bu olayları önlemeye yönelik tedbirler gibi göstermektedir. Esasen Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı gibi TSK unsurlarının İçişlerine Bakanlığı’na bağlanması uzun zamandan beri hükümetin zamanlama için fırsat beklediği bir girişim idi. Öncelikle hemen hatırlatalım ki bu kuvvetler zaten İçişleri Bakanlığı’na bağlı ama yeni düzenleme ile atama ve sicil işlemleri de bakanlığa ait olacak. Peki, nedir bu değişikliklerle hükümetin yapmak istediği? Önce bu gelişmelerin arkasındaki gerçek nedeni açıklayalım. 

Hükümetin MİT Müsteşarı aracılığı ile PKK ve İmralı ile yaptığı görüşmelerin Oslo’da ortaya çıkan sonuçları tarafların taslak bir plan üzerinde anlaştıklarını, hatta birkaç protokolün hazırlandığını göstermişti. 2007’den itibaren kendi eli ile Kürt devletini kurmak için KCK’nın içine sızan MİT, bu yapının varlığını da uzun süre kamuoyundan gizlemişti. Ancak, 2010 yılında polis ve adalet sistemi içindeki cemaat yapılanmasının başlattığı KCK operasyonları, hem bu yapının kötürümleşmesine hem de içindeki suça başlamış MİT elemanlarının deşifresine yol açtı. Böylece, Oslo protokollerinin gereği olan sözde barış planının uygulanması da ertelenmişti. KCK soruşturması kapsamında 13 Ocak 2012 tarihinde BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’nda yapılan aramalarda, MİT heyeti ile Öcalan arasında yapılan 5 ayrı protokole yönelik belgeler ortaya çıkmıştı. Operasyonda ele geçirilen protokollere göre; yeni anayasa yapılması, değişmez maddelerin olmaması, MGK’nın kaldırılması, askeri vesayete son verilmesi, Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, TMK, TCK, CMK’da değişikliklerin yapılması, yerel yönetimlerin özerkleştirilmesi gibi öneriler yer almaktaydı. Protokole göre; yerel yönetimlerde demokratik özerkliğe geçilmesi, Kürtçe anadilde eğitim, karşılıklı af uygulanması, Öcalan’ın ilk aşamada ev hapsine çıkarılması, koruculuğun lağvedilmesi öngörülüyordu. Ayrıca mahkeme kararıyla tutuklanan KCK sanıklarının serbest bırakılması sözü veriliyordu. Protokollerin öngördüğü ana hususlar şunlardı;

- Demokratik özerklik statüsünün sağlanması,
- Kürt kimliğinin yeni anayasada yer alması, Kürtçe’nin ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi.
- Önderliğin (Öcalan) ilk aşamada ev hapsine alınması,
- Önderliğin özgürce, toplumsal ve siyasal yaşama katılması,
- Gerillanın silahsızlandırılması, mevcut yasalar çerçevesinde toplumun öz savunma gücü ya da yeni bir statüyle demokratik çözüm içinde varlığını koruyacak bir yapılanmaya kavuşması.
Ancak, Öcalan’ın “yol haritasında” istenenler ve MİT-PKK “mutabakat metninde” imza altına alınan hususlar ise şu şekilde idi; 
- Öcalan Yol Haritası’nda PKK’nın silah bırakmasını değil “öz savunma gücü olarak” Kürtlerin koruma gücü olmasını istiyor. MİT’in “mutabakat metninde” bu istek kabul ediliyor.
- Öcalan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Yeni Anayasa Komisyonu kurulmasını istiyor, bu istek MİT’in imzaladığı protokollerde aynen kabul ediliyor.
- Öcalan KCK sanıklarının serbest bırakılması talep ediliyor, MİT bu talebi de aynen kabul ediyor.
- Öcalan Demokratik Özerklik statüsünün sağlanması talep ediliyor, MİT mutabakatında bu talep de aynen kabul ediliyor.
- Öcalan kendisinin ilk aşamada ev hapsine alınmasını sonra da özgürlüğe kavuşmasını istiyor, MİT bunu da kabul ediyor.
- Öcalan çözüm için operasyonların karşılıklı durdurulmasını istiyor, MİT bunu da kabul ediyor.
- Öcalan KCK yapılanmasının legal statüye kavuşturulmasını istiyor, MİT bunu da kabul ediyor. Muhtemelen bunun için de KCK operasyonlarına karşı çıkıyor. Dahası, iddialara göre bölgenin KCK’ya devredilmesi de kabul ediliyor.


Görüldüğü gibi Öcalan ve PKK ile yapılan görüşmelerde MİT, PKK’ya silahları bırakmayı kabul ettirememiş, aksine PKK’nın “öz savunma gücü” olarak bölgede polis olarak konuşlandırılmasını kabul etmiştir. MİT, PKK’nın “özerklik” talebini AB Yerel Yönetimler Şartı noktasına bile çekememiştir. Bu zabıtlardan çıkan net sonuç şu: MİT bölgeyi PKK’ya teslim edecek ve PKK militanlarına da “öz savunma gücü” olarak bölgeye dönüşüne izin vererek yerel polis gücü olarak maaş bağlayacaktır. Nitekim kısa süre sonra Jandarma Genel Komutanlığı’na Güneydoğu Anadolu’daki bütün birliklerinin arama-tarama faaliyetlerini durdurarak sadece nokta operasyonu yapın emri verildi. İşte şimdi yukarıdaki planın hayata geçmesi yani öncelikle bölgenin PKK’nın inisiyatifine geçmesinin, bölgedeki Türk askeri varlığına son verilerek onun yerini PKK’nın alması için, PKK ile kırsalda mücadelenin asıl sorumlusu olan Jandarma’nın bölgeden çekilmesi gereklidir. Bunun için de komutanlarından değil, siyasi iktidardan emir alan, tıpkı polis gibi siyasi iktidarın güdümündeki sivil İçişleri Bakanlığı ve valinin sicil ve ceza sistemi ile hareket eden yöneticilere ihtiyaç vardır. Böylece siyasi iktidar ve onun seçtiği kamu yöneticileri, Jandarma ve Sahil Güvenlik unsurlarını istedikleri gibi yönetebilecekler, istedikleri bölgeden çekebileceklerdir. İşin özeti Jandarma Bölge Komutanlığı’nın atama ve sicil yönünden de İçişlerine Bakanlığı’na bağlanması, Türkiye içinde özerk Kürt yönetim bölgesinin ilk ve en önemli adımıdır. Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın açıkladığı gibi yaklaşık 1,5 ay önce karşı tarafa verilen bir sayfalık ve 6 maddelik bir eylem planı var ve hükümet ilk adımı atmak istemektedir.

Sırada neler var?

Hükümetin Jandarma ve Sahil Güvenlik üzerindeki oyunları bunlarla da sınırlı değildir. Hükümetin diğer uzun vadeli hedeflerini sıralayalım; 
- Mevcut yasalara göre, jandarma da kolluk kuvveti kapsamındadır. Yani, savcı operasyonlarda jandarmadan da yardım alabilir. Nitekim Adana’da MİT TIR.larının suçüstü yakalanmasında Jandarma böyle bir işleve sahipti. 25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonunda ise soruşturmayı yürüten savcılık emniyet mensuplarının operasyon yapmaması üzerine, askerden destek istemişti. Ancak bu destek talebi gerçekleşmedi. AKP Hükümeti’nin, ileride bu tür durumların yaşanmaması için, jandarmayı da siyasi iradeye bağlamak istemektedir. Özetle AKP, AK Jandarma kuruyor.
- Yeni yasa ile Jandarma Genel Komutanlığı kadrosu orgenerallikten korgeneralliğe düşürülecek, önce MGK’dan dışlanacak, sonra İçişleri Bakanlığı müsteşarına bağlanacak. Jandarma Karargâhı, beyni ve arşivi yok edilecek. Bazı il jandarma komutanlıkları general kadrosuna çıkarılacak, rütbe ve terfiler tıpkı poliste olduğu gibi siyasi eğilimlere göre ulufe gibi dağıtılacak, sürgünler ve keyfi tayinler yapılacak, bu da dengeyi bozacak. Devletin, halkıyla yegâne irtibatı, gözü ve kulağı olan karakolların bazıları kapatılacak. Hem devletin hem de Silahlı Kuvvetler’in istihbarat gücü önemli ölçüde zayıflayacak.
- AKP’nin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine Atatürkçü bir ordu ile ulaşması mümkün değil, bu yüzden uzun vade için alternatif bir ordu yani AK Ordu’nun hesapları yapılıyor. TSK üzerinde son yıllarda oynanan casusluk, fuhuş vb. komplolar yolu ile birçok subayın tasfiyesi yanında, askeri eğitimin de değiştirilmesi ile uzun vadede Ak MİT’ten sonra Irak ve İran’daki Devrim Muhafızları benzeri Ak Ordu hedefine ulaşılacaktır. 280 bin personeli bulunan Jandarma Genel Komutanlığı’ndan oluşturulacak AK Jandarma, bu ordunun gelecekte nüvesi olabilir. Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması durumunda, başına Emniyet Genel Müdürlüğü’nde olduğu gibi bir vali ya da üst düzey bürokrat atanabilecektir.
Peki, bütün bunlar olurken Genelkurmay Başkanlığı ne yapıyor? Siyasi iktidar ile askerlerin, ne terörle mücadele ne de Ortadoğu’daki gelişmeler özellikle son Kobani gelişmeleri konusunda aynı düşünmedikleri pek çok kez taban tabana zıt oldukları kesindir. Genelkurmay Başkanlığı, mümkün olduğu kadar az ve düşük tonda görüşlerini açıklayarak, devlet olma kültürü içinde hareket etmeye özen gösterirken, ne yazık ki muhalefet partileri ve diğer düşünce odaklarından da beklenen tepkiler gelmemektedir. Örneğin,  Peşmerge'nin Türkiye'den Kobani'ye geçişi için TSK, "Bu konunun muhatabı biz değiliz'' derken adres olarak Dışişleri'ni işaret etmişti. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ise, "Benim haberim var. Ben askerin bakanıyım" diyerek arabesk bir tavır ortaya koydu. Başbakan Davutoğlu’nun Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ilişkin açıklamaları konusunda ise Genelkurmay Başkanlığı ile yazılı açıklama yaparak konuyla ilgili görüşlerin Başbakanlığa bildirildiğini beyan etti. Genelkurmay’ın Başbakanlığa gönderdiği görüş yazısında, “Düzenleme için uygun ortam olmadığı, şu anda bu yönde bir düzenlemenin yapılması güvenlik zafiyeti oluşturacağı” şeklinde ifadelerin yer aldığı öğrenildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in kişiye özel ibaresiyle Başbakan Ahmet Davutoğlu’na gönderdiği yazıyla ilgili medyaya yansıyan bilgilere göre, Jandarma personelinin atama yetkisinin İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıyla;
- Teşkilatın siyasi etkilere açık hale gelebileceği, askeri hiyerarşiye göre yapılanmış Jandarma’nın, askeri teamüllerden uzak siviller tarafından atama ve sicil bakımından değerlendirilmesinin sağlıklı olmayacağı,
- Doğu ve Güneydoğu’da PKK ile mücadele eden birliklerin çoğunlukla Jandarma ve Kara Kuvvetleri personeli karmasından oluşması nedeni ile Jandarma’nın İçişleri’ne bağlanması durumunda emir komutada ciddi boyutta aksaklıklar yaşanabileceği,
- Özellikle Sahil Güvenlik Komutanlığı’nda uzman personel sıkıntısı doğabileceği, Jandarma’nın İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıyla bir savaş halinde TSK personelinde yaklaşık 200 bin kişilik bir azalma olacağı endişeleri dile getirildi.
Bizce bu endişeler gayet haklıdır ve ilgili komutanlıklar asayiş görevleri dışında da özellikler askeri muharip kapsamda barışta ve savaşta önemli rollere sahiptir ve bu görevlerin yerine getirilmesinde de sivil ve siyasi bir yönetici bağlı olunması önemli zafiyetler teşkil edecektir. Bugün için her ne kadar personel kaynağının yine TSK.dan karşılanacağı öne sürülse de bu hükümet etme anlayışı ile zamanı gelince gerek personel alımı gerekse komuta kademelerinin oluşturulmasında siyasi tasarrufların önünün açılacağını tahmin etmek zor değildir. Avrupa Birliği reformları sonrası Yunanistan’da hükümetin sırf kendi siyasi görüşüne uygun diye emekli olmuş generalleri ve subayları tekrar komuta kademelerine getirdiğini unutmayalım. Genelkurmay’dan gelen yukarıdaki görüşlere rağmen hükümetin, jandarmanın İçişleri Bakanlığı’na bağlanması konusundaki düzenlemeyi iç güvenlik paketine koydu. Bu durum Ankara’da, Jandarma krizinin yaşanmasına yol açtı. Düzenlemenin iç güvenlik paketine konulduğuna yönelik de askerlere bir bilgi verilmemesi, krizin daha da derinleşmesine yol açtı. Özetle, Genelkurmay’ın düzenlemeye karşı çıktığı, hükümetin ise güvenlik paketi ile konuyu oldu-bittiye getirmeye çalıştığı anlaşıldı. 

Sonuç; 

AKP’nin Ak Jandarma ve AK Ordu Planı’na dur denilmelidir..

2011 yılında AKP Milletvekili Hüseyin Çelik, partisinin sözcüsü olarak, Türkiye için öngördükleri ileri demokratik adımları medyaya şu şekilde açıklıyordu; Genelkurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, 35’inci maddenin kaldırılması, Yunanistan ile Balkanlar’dan gelen tehdit algısına karşı kurulan Ege Ordusu ve 1’inci Ordu’nun kaldırılması, TSK.da verilen askeri eğitimin değiştirilmesi. Nitekim 35’inci madde yukarıda açıklandığı gibi kaldırıldı. Çelik’in 2023 yılına kadar tamamlanacağını işaret ettiği 15 maddelik eylem planı içinde yukarıdakilere ilave olarak öne çıkan diğer hususlar şunlardı: Jandarmanın yapısı, konumu ve görev tanımının değişmesi, profesyonel orduya geçiş, askerlik süresinin kısaltılması, zorunlu askerliğin kaldırılması, OYAK’ın varlığı ve işlevinin gözden geçirilmesi. Türk toplumu ve TSK, sinsice oynanan bu plana dur demediği takdirde sadece Güneydoğu’yu kaybetmekle kalmayıp, daha geniş tasfiye operasyonları ile Jandarma’dan sonra Cumhuriyet rejimin en önemli kalesini de kaybedebiliriz. Önümüzdeki dönemde Çelik’in bahsettiği planın yeni adımlarını göreceğiz, silahlı kuvvetlerin ana unsurları ve kurumları tek tek elinden alınmakla kalmayıp, bunların kabiliyetleri ve personel sayıları da azaltılacak. Her şeyden önce Türk milleti artık olup-biteni görmeli ve bütün bunlara dur diyebilmelidir. Sakın Türkiye’de muhalefet partileri olduğunu düşünmeyin, onlardan bir medet ummayın.



***

28 Eylül 2017 Perşembe

AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ; AKP-CEMAAT MÜCADELESİ .,




AKP-CEMAAT MÜCADELESİ .,  

AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ;






















AKP-CEMAAT MÜCADELESİ ., Doç.Dr.Sait YILMAZ



Gülen Cemaati ile Erdoğan arasındaki ipleri kopartan gelişme, 2011 seçimleri sonrası cemaatin 6-7 bakanlık istediğine Erdoğan’ın olumlu karşılık vermemesi oldu. EGM içinde hâkim olan cemaat, KCK operasyonları ile aslında pek de ilgisi olmayan hükümetin adamı pek çok kişiyi de hapse soktu. KCK taşının altından da çıkan Hakan Fidan nedeni ile başı sıkışan Erdoğan kılıcı çekti ve EGM içindeki cemaat uzantısı önce 3.200, daha sonra 1.600 kişiyi tayin etti. Bununla beraber EGM istihbarat ile narkotik ve mali dairelerin de hala etkin olan cemaat, hukuk sisteminde dokunulamayan savcıları ile birlikte kendi operasyonlarını yapabilme kabiliyetine sahiptir. Erdoğan tasfiye ettiği polisler ise bugün il ve ilçelerde yani yerelde cemaatin uzantıları oldular. Son operasyonlar ise Erdoğan’ın cemaatin para ve insan devşirme kaynağı olan dershanelerin kapatılmasına yönelik inadından kaynaklandı gibi gözükse de arkasında iç ve dış hesapların yapıldığı ve hedefte Erdoğan’ın olduğu bir satranç oyunu başladı. Erdoğan’ı destekleyen dini grupların durumu pekiyi değilken, Gülen kurduğu dershane ağı ile en niteliksiz insanını bile çaycı yaparak kadrosunu güçlü ve kendine bağlı tutabiliyor. Türkiye’deki hukuk sistemi ve EGM içindeki uzantıları temizlenmedikçe cemaat bürokrasisi çökmeyecektir. Cemaatin hesabı yakın zamana kadar Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ve parti aygıtının elinden çıkması ile cemaatin tüm kontrolü ele geçirmesi idi. Bunun farkına varan Erdoğan, Numan Kurtulmuş’u yerine hazırlamak, Başkanlık sistemini getirerek hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan olarak yetkileri elinde toplamak istedi. İkisi de ABD projesi olan AKP ve Gülen Cemaati arasındaki mücadeleyi anlamak için biraz sabırla okuyarak, kökleri 11. yüzyıla kadar Nakşibendilik ve Kadirilik arasındaki rekabeti anlamakla işe başlamalıyız.
Türkiye’de Tarikat ve Cemaatler
Bir bütün olarak irtica; (din devleti kurmak isteyen) Siyasal İslâm, (onların kaynağını teşkil eden) cemaat ve tarikatlar ile (silahlı terör yoluna sapan) radikal İslamcılar olarak tasnif edilmelidir. Siyasal İslâm’ı temsil edenler daha kalabalık ve daha ılımlı bir ideolojik eğilime sahiptir. Bunların saflarında daha çok Müslüman aydınlar, İslamcı siyasi partiler ve tarikatlar bulunmaktadır. Mezhep ve tarikat kavramları sık sık karıştırılır. Mezhep; gitmek, izlemek, gidilen yol demektir. Kur’anı Kerim’de mezhep veya tarikat diye bir kavram yoktur. Mezhepler dört halife döneminden sonra Kur’anı Kerim’in farklı yorumlarından ortaya çıkmıştır. Tarikat, Tanrı’ya ulaşma yollarından biridir. Nerede olursa olsun, her din, tarikatlarla doludur. Tarikata (yola) giren kimseler (mürid) ve yolda ilerleyenler (salik) tasavvuf öğretisinin esaslarını yaptıkları pratiklerle (zikir, tefekkür, rabıta, murakabe, nafile ibadetler vs.) icra ederler. Müslümanlıkta 8. yüzyılın sonlarına kadar tarikat ve tasavvuf adlı herhangi bir kurum yoktu. M.S. 8. yüzyıldan itibaren Harezm, Maveraünnehir ve Fergana bölgesinde Türkler, İslam’ın Sünni yorumu ile karşılaştılar, Hanefilik ve Maturidilik mezheplerini kabul ettiler. Öte yandan hayvan sürülerinin ardından sürekli yer değiştiren ve okuma-yazma bilmeyen Türkler arasında ise farklı bir İslam gelişti. Bu İslam’ı göçebe Türk toplulukları içinde Ahmed Yesevi’den önce ve onun zamanında yaşamış isimlerini bilemediğimiz sufiler yaymıştı. İslam’ın bu yorumu 11. yüzyılda Orta Asya’daki Türkler arasında daha çok tasavvufi tarikatlar içinde gelişirken, Türkmen göçleriyle Anadolu’ya geldi.
İslam tasavvufu Kur’an ayetlerinin birbirinin içine geçmiş muhkem (manası açık) ve müteşabih (manası açık olmayan) ayetlerden kaynaklandı. Muhkem ayetlere bakarak mezhepler, müteşabih ayetlere bakarak da tarikatlar ortaya çıktı. Yozlaşmamış bir tarikatın tekkesi aynı zamanda çok yönlü bir eğitim kurumu niteliğindeydi. Buralarda müritler çeşitli din bilimleri, sanat ve meslek eğitimi, iş ahlakı, görgü kuralları gibi konularda eğitilirlerdi. İslam dünyasında sayıları yüzleri bulan ve çoğu çeşitli kollara ayrılmış tarikatların sayısı belirsizdir ve her zaman yeni bir tarikat ortaya çıkabilir. 18. yüzyıla gelindiğinde tarikatlar neredeyse Türkiye’deki hemen her şehir ve köyde kendine yer edinmiş, mesleki ve toplumsal hayata egemen hale gelmişlerdi. Tarikatlar ve tekkeler, yozlaşana kadar, birer avunma-dayanışma, acılara ve güçlüklere bir arada göğüs germe yuvalarıydı. Tanzimat’ın başında pek fazla sesini çıkaramayan tarikatlar Sultan 2. Abdülhamit’in dini yanlarından faydalanarak öne çıkmış, Sultan’ın İslam politikası içinde rolleri abartılmıştı. Nakşibendîler, hilafetin ve şeriatın hâkimiyetinden her türlü sapmaya sistemli olarak karşı çıkıyorlardı. Atatürk Eylül 1925’de tarikatları kaldırdı, tekke ve zaviyeleri kapattı. Ancak, yasak olmasına rağmen, bir gericilik, sömürme, nüfuz sağlama aracı olarak tarikatlar, halkın bir kesimini kendine bağlamak, bir sınıf haline getirip bağnazlaştırmak için kullanılmaya devam etmektedir.
Namaz kılmak ya da mevlit dinlemek için bir araya gelmiş kişilerden oluşan topluluğa ‘cemaat’ denir. Kökleri çok eskiye dayanan tarikatların çizgisinden geldiğini iddia eden pek çok cemaat vardır. Sık sık kendi içlerinde bölünmektedir. Örneğin Nakşibendî tarikatı ile diğer Nurculuk cemaatleri kendi içlerinden çıkan Fethullah GÜLEN cemaati ile içten içe mücadele halindedir. Türkiye’de cemaatlerin bazılarının siyasetle çok yakın bağları varken, bazıları politikayla ilgilenmemektedir. Ancak tüm Türkiye’nin her bölgesinde günlük hayatı ve insan ilişkilerini etkilemektedirler. Said-i Nursi’nin (1873-1960) kuruculuğunu yaptığı Nurculuğun Türkiye’deki kolları şu şekilde sıralanabilir; Fethullah Gülen Grubu, Meşveret Grubu (Mustafa Sungur grubu, Mehmet Kırkıncı Grubu, Mehmet Kurdoğlu Grubu), Yeni Asya Grubu, Med-Zehra Grubu, Acz-i Mendi Grubu. Bu gruplar arasında özellikle Fethullah Gülen grubu faaliyetleri ile ön plana çıkmıştır. Türkiye’nin en büyük tarikatı olan ve sayıları oldukça çoğalan, arkasındaki iktidar desteği ile başta sermaye ve medya olmak üzere her alana el atan Nakşibendîlerin Sünni Kürtler ile arasında güçlü bir bağ vardır.

Nakşibendiliğe, günümüzde dört cemaat bağlıdır; İskenderpaşa Cemaati, Erenköy Cemaati, İsmail Ağa Cemaati ve Adıyaman Menzil Dergâhı. Kadiri tarikatının en belirgin ismi Hacı Muharrem Hilmi’nin 1964 yılında ölmesi üzerine tarikat mensupları dağılmışlardır. Birbirinden bağımsız hareket eden birçok şeyhin bulunduğu gruplar arasında en etkin olanını Haydar Baş’ın etrafında toplanan grubun olduğu bilinmektedir. Kadiri Tarikatının kolları; Muhammediye, Galibiler, İcmalciler ve Tillocular’dır.
Tarikat ve Cemaatlerin Gelişmesi
Türkiye’de iki kutuplu bir din çekişmesi yaşanmaktadır. Birinci grupta Melamiler, Nakşiler ve Bektaşiler, ikincide ise Kadiriler, Yeseviler ve Mevleviler bulunmaktadır. Bunlar birbirlerinin mezarlıklarına bile gitmezler. Nakşibendilik ve Kadirilik tarikatlarının kökeni 11. yüzyıla kadar geri gider. Nakşibendiliğin kurucusu Abdulhalik Gücdevani (Ölümü 1119) ve Kadiriliğin kurucusu Abdülkadir Geylani (1077-1166), Yusuf Hemedani’nin (1048-1140) öğrencisi idi.

Aralarındaki rekabetin başlama nedeni Kur’an tefsiri yazma konusundaki farklı düşünceler idi. Nakşibendilik, Türkistan’da yaşayan ve Türk Mutasavvıfı Ahmed Yesevi’nin talebesi olan Muhammed Bahaüddin Nakşibend (1318-1389) tarafından kuruldu. Türk toplulukları arasında gelişen tarikatın 1850 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en güçlü olan kolu, Nakşibendiliğin Halidiye kolunun temsilcisi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi idi. Nakşibendilik, aşırı tapım ve gizli zikir (zikr-i hafi) ile Tanrı gerçeklerine ulaşım amacı güder. Daha açık bir deyişle, bu tarikatta zikir (Tanrı adını anma) içten ve sessizce yapılır. Geceleyin tek başına, temiz giysiler içinde, yüksek sesle olmaksızın belli sayıda ‘Allah’ denir. Tarikata beş bin tespih çekmekle girilir. Nakşibendilik, Türkiye’de en etkin tarikatlar arasındadır. 1930 Menemen isyanını müteakip Nakşibendîlerin lideri Şeyh Mehmet Esat ve yardımcıları mahkemeye çıkarıldı. Şeyh hapishane revirinde öldü, en büyük oğlu idam edildi. Nakşibendîler, 1940’ların
sonuna doğru canlandılar, ancak 20 yıl boyunca sessiz ve derinden giderek üniversite profesörleri, devlet memurları ve serbest meslek sahiplerini de aralarına alarak sayılarını artırdılar. Çok partili hayata geçiş ile birlikte DP’nin demokrasi düzeni başta Said-i Nursi ve Süleymancılar olmak üzere çeşitli cemaatlerin serbest dolaşımına imkân vermişti. 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü ortam içinde 1970'li yıllarda, Türkiye’deki derneklerin % 60'ı dinci derneklerdi. 1973 yılında İmam Hatip okullarının liselere denklik alması ve üniversitelere gidebilmesi en büyük kazanımları oldu. Böylece, kırsal ve taşra kesiminden kentlere doğru ilerlemeye başlayan İslamcı kesim, 1970'li yıllardan itibaren gençliğe büyük yatırım yaptı. 12 Eylül 1980 sonrasında, İslami kesimde dergiler dönemi başladı, neredeyse her tarikatın, dergâhın, cemaatin dergisi vardı. 1970'lerin ortalarında, Milli Görüş istikametinde hizmet gören Ak-Evler hareketinden koparılarak "Akyazılı" Vakfı kurdurulan Fethullah Gülen, giderek Bediüzzaman'ın çizgisinden uzaklaşarak Masonik merkezlere yaklaştı. Dünya'ya hükmeden, çok gizli ve kirli işler çeviren karmaşık ve karanlık ilişkiler ağına takıldı. Gülen’e göre, 12 Eylül 1980’de asker tam zamanında yetişmeseydi, ‘Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı.’ MSP’nin yükselişi ile Nakşibendîlerin sesi duyulmaya başlandı. 1980’lerde Anavatan Partisi içinde Nakşibendîler politika ve ekonomi içinde etkili olma imkânı buldular. 1980'li yılların sonuna doğru ve 1990'lı yıllarda, çok daha aktif bir siyasî hareketliliğe girdiler. Artık yalnız siyasî parti değil; dernekler, vakıflar yoluyla çok daha rahat bir para akışına kavuştular, eğitim amaçlı çalışmalar yaptılar.
1990’lardan itibaren, Türkiye’de Alevilik diğer bir kutba çekilirken, Sünnilik de siyasal İslam ile birlikte gittikçe Araplaşmaya başladı. 1990’lı yıllarda, “İslam” dergisinden kopanlar (Zahid Akman, Fehmi Koru vd.) milletvekili oldular, şirket kurdular, zengin oldular, ünlendiler. Bugün ise, köktenci İslam dergileri, gazeteleri, radyoları, televizyonları ve diğer iletişim araçları kestirilmesi güç bir boyuta ulaşmıştır. Türkiye’de irtica iki hedefe yöneliktir; devlet yapısı ve toplum. Devleti ele geçirmenin birinci koşulu toplumu ‘cemaatleştirmektir’. Bu süreçte, siyasal iktidarı da sağlayacak partileşmekten camileri ele geçirmeye, medyalaşmaktan şirketleşmeye kadar her yönteme başvurmaktadırlar. İrtica’nın hedefi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Atatürk’ün öngördüğü milliyetçilik anlayışına bağlı demokratik, laik ve sosyal hukuk düzenini yıkmaktır. Siyasal İslam’ın stratejisi, devlet aygıtını eline geçirerek ve elinde tutarak ülkenin tüm kurumları ile dönüşümünü sağlamaktır.
Onlara taban teşkil eden cemaat ve tarikatların ortak strateji ise tebliğ, cemaatleşme ve cihat’tır. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Almanya’da Süleymancılar ve İspanya’da Opus Dei aynı yılda 1928’de kuruldular. Bunların stratejileri de aynı idi; diğer ülkelerde okullar ve hastaneler açarak, çocukları yetiştirip devlete sızmak.
Müslümanlık öğeleriyle çatışan birçok unsuru bulunan ve bir çeşit din olarak nitelenen Nurculuk, 20. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da kurulmaya çalışılmıştır.
Amacı Nakşibendîliğe dayanan dinsel bir devlet kurmaktır. AKP’nin 2002 seçimlerini kazanmasında cemaat ve tarikatların büyük katkısı oldu. Milletvekilleri yerel olarak bunların arasındaki pazarlıklarla belirlendi. Bunların bir kısmı Nurcu olduğu gibi içlerinde Kürtçü ve millici olanlar da vardı. Bugünleri göremeyen Erdoğan, bu gruplardan uzun süre istifade etti. AKP – Gülen Çekişmesinin Arka Planı ; Türkiye’de iki kutuplu din çekişmesinden ayrı olarak Nakşilerin içinde Başbakan’ın ve bugünkü iktidara yakın olan kişilerin dâhil olduğu İskender Paşa Cemaati ile Gülen’in Nur Cemaati arasında ideolojik çekişme vardır. İdeolojik çekişmenin temelinde de Said-i Nursi’nin (bazılarına göre Said-i Kürdi) nasıl kabul edildiğine ilişkin görüş ayrılığı vardır. Said-i Kürdi ise Nurs denen yerde doğduğu ve bu yüzden Nursi soyadı takındığı, ‘nur’ sözünden kuvvet alarak bu ayetle kendisinin müjdelendiğini, Allah’ın nuru olduğunu iddia etmiştir. Said-i Nursi’nin 14 risalesinin içeriği öğrencilerine yazdıkları mektuplar, Kur’an tefsirleri (bitmemiş) ve çağın sorunlarına kendince verdiği cevapları içermektedir. Nakşi olan Said-i Nursi (1878-1960), yazmakta olduğu Kur’an tefsirlerinin yarısını bitirdikten sonra Abdülkadir Geylani’nin “Fut-Ül Rabbani” adlı eserini okur ve Nakşibendiliği bırakıp, Kadiriliğe geçer. Bunun nedenini de 14 Nur Risalesinden Tasdik-i Gayri isimli ciltte uzun uzun anlatır. Bu geçişten sonra Kur’an tefsiri yazmayı bırakır. Bunun üzerine Nakşiler ve bir kısım Nurcu gruplar Said-i Nursi’yi takip ederken, Erzurum’daki Mehmet Kırkıncı grubu ve hemşerisi Gülen ayrı bir yol izledi. Diğer gruplar bunlara cephe alıp, aralarından atarken, Kırkıncı Gülen’i Komünizmle Mücadele Derneği’ne üye yaptı. Fethullah Gülen’in en büyük düşmanı Erbakan oldu. 1980 sonrası Türk soluna karşı alternatif oluşturmak isteyen Kenan Evren, Gülen’i ABD’ye takdim etti.
Bu dönemde Gülen’in vaaz kasetlerini Genelkurmay Başkanlığı çoğaltıp, dağıtıyordu. Gülen’in daha sonra Dinler Arası Diyalog Projesi’ni başlatması diğer gruplarla bağlarını iyice koparttı ve “diyalogcu” diye anılmaya başlandı.
Fethullah Gülen, cemaatinin kendi eserleri olmadığı için Said-i Nursi’nin eserlerini temel alır. Gülen gurubu hem Nakşi hem Nurcudur. Ancak, Said-i Nursi’nin Kadiriliğe döndüğü gerçeğini saklarlar. Çünkü Kadirilik ticaretin önünde engel olarak görülmektedir. Said-i Nursi’nin eserlerine sahip çıkmanın gerekçesi ise onun eserinin tamamlanmamış olması nedeni ile istedikleri gibi artırma ya da azaltma yapabilmeleridir. Özetle, Başbakan’ın dâhil olduğu İskender Paşa Cemaati de Gülen grubu da Nakşi olmakla birlikte, Kadiriliği ret bakımından ayrı düşmekte, birbirleri ile çekişmektedirler. Nakşilik ile Kadirilik arasında yukarıda anlatıldığı gibi bin yıldır süren bir çekişme var, ancak Kadirilik bugün etkinliğini yitirmiştir. Gülen grubu, Nakşi usule göre ibadet ve örgütlenme yapmaktadır. Hükümet içinde Gülen grubundan Hüseyin Çelik ismi öne çıkmaktadır. Abdullah Gül, Gülen grubundan olmamakla birlikte onlara yakındır. Gülen grubu bürokraside etkin olmaya önem verir.
İktidarda olan ve bugüne kadar Üç başbakan (Özal, Erbakan ve Erdoğan) çıkarmış olan İskender Paşa cemaati ise siyasette etkin olma peşindedir. Şu anda ideolojik mücadeleden ziyade iktidarı ele tutma/ele geçirme ve ülke sermayesinin paylaşımı konusunda gittikçe açık ve birbirini yok etmeye yönelik hale gelen bir çekişme yaşanmaktadır. Nakşiler MÜSİAD, Gülenciler ise önce İŞHAD, daha sonra onu da içine alan TUSCON ile ekonomik güç olmaya başladılar.
Sermaye çekişmesi MÜSİAD ve cemaatin TUSCON’u üzerinden yürümekte, hükümet MÜSİAD’ı büyütmeye çalışmaktadır.
Hükümete yönelik yolsuzluk soruşturmaları gibi Ergenekon, KCK ve Hakan Fidan’a yönelik operasyonlarının arkasında da Gülen Cemaati vardır. 2008’de partisi kapanma korkusu yaşayan Erdoğan, ABD ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde dış politikada ve Kürt meselesinde esaslı değişikliklere giderken askerlere karşı düzenlenen komplolarda cemaatin yaptıklarına ses çıkarmadı. Ancak, gelişmeler kontrolden çıkıp, Erdoğan ve ekibinin de suyu ısınmaya başlayınca hükümetin tavrı değişti. Hükümet, bu davaları özel yetkili mahkemeler ile sınırlı tutarak, tertiplerin yükünü cemaatin sırtına yükledi. Cemaatin, Türkiye içinde Ergenekon tertibini yapacak kapasitesi yoktu. Bu kapasite desteği ve yönlendirme ABD tarafından sağlandı. Öte yandan ABD’den Kürt devletini kurma görevi alan hükümet, bunun alt yapısını MİT ile hazırlamaya başladı. 2008’den itibaren medyaya terörle mücadelede askeri yönden başarısız olunduğu, barışçı ve silahsız çözüm mesajları pompalanmaya başlandı. Mademki Kürt devleti kurulacaktı bunu biz kendi elimizle kurmalıydık. Böylece KCK’nın kurulması ve gelişmesinde MİT etkin bir rol aldı ve KCK adı 2010 yılına kadar resmi raporlara sokulmadı. Ancak, Kürtlerle de ideolojik çekişme içinde olan Cemaat Kürt açılımına karşı çıktı.
Bu çekişmenin temelinde de Gülen Cemaati’nin Said-i Nursi’nin Kürt olduğunu kabul etmemesi yatmaktadır. KCK operasyonlarını başlatan Adalet Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) içindeki cemaat uzantıları, ulaştıkları bilgilerle içindeki MİT ajanlarının ve başbakanın sır küpü olan Hakan Fidan’ın altını oymaya başladılar. Sonuç; AKP-Gülen Çekişmesi Türkiye İçin Bir Fırsat Olabilir; Erdoğan gibi cemaatten şikâyetçi diğer kişi ise kankası Öcalan’dır. Öcalan, Kandil’e yazdığı mektuplarda sık sık cemaatin kurduğu, kendi tanımı ile “Paralel Devlet”e atıf yapmakta ve cemaatin sözde barış sürecine engel olmasının ötesinde yurt içi yurt dışında örgüte yönelik komplolara giriştiğinden şikâyet etmektedir. Basına yansıyan operasyonlar bir yandan AKP’nin içine düştüğü yolsuzluk batağını ve çürümüşlüğü, diğer yandan devlet içinde oluşan diğer devletin gücünü göstermektedir. AKP’nin beslediği liberal kesim çıkar kavgasına düşmüş ve doymamaktadır. Bu paranın kaynağı kara para olduğu için her şey ortaya saçıldı. Öte yandan, uzun zamandır ABD ile Erdoğan arasındaki uçurum o kadar belli idi ki, Erdoğan, Putin’e bizi Şangay İşbirliği Örgütü’ne alın diyerek, NATO’nun karşıtı olan bu örgüte ekonomik bir örgüt sanarak sarılmak istiyordu. 77 yılda Türkiye gelen yabancı para 20 milyar dolar iken 2002’den sonra her yıl Türkiye’ye 20 milyar dolar girdi ve böylece her yıl %5 civarında bir büyüme sağlandı. 600 milyar dolardan fazla borcu olan, üretimin %70’inden fazlasının yabancılar tarafından yapıldığı, borsanın %95 yabancı paralarla döndüğü Türkiye’de Merkez Bankası’nın 130 milyar dolar rezervi çok fazla önem arz etmemektedir. Bugün yabancıların hazır parasında sona gelindi, Kemal Derviş ABD’den gene kıpırdamaya başladı. Katar’dan istenen para olmadı, umut bağlanan Irak’ın kuzeyindeki petrol anlaşmasına ise ABD ve Maliki yönetimi engel oldu. ABD, iç ve dış politikada hüsrana uğrayan Erdoğan’ın işini bitirmek istiyor. Gülen okullarına baskın düzenleyen ABD, hem Türkiye’deki operasyonları tetikledi hem Gülen’i de baskı altına aldı. Erdoğan boşuna Halk Bankası üzerinden vurulmuyor. Halk Bankası, Irak’ın kuzeyine verilen ihalelerin ve İran’a uygulanması istenen yaptırımlara rağmen para transferlerinin yapıldığı bankadır. Erdoğan’ın köşke çıkması ile sırları ortaya saçılacak ve orada da çok uzun süre kalamayacaktır. Öte yandan cemaatin başbakanlık için düşündüğü isim öteden beri Abdullah Gül olagelmiştir. Erdoğan ile Gül arasında, cemaate yakın olması ve Batı ile daha yakın ilişkileri nedeni ile kişisel sorunlar vardır. EGM’yi istediği gibi kullanmayan Erdoğan, bu süreçte askerlere yakınlaşmakta, hatta Jandarma istihbaratından destek almaktadır. Türkiye’nin en önemli sorunu önce cemaatten sonra Erdoğan’dan kurtulmaktır. Önümüzde kaset savaşları ve muhafazakâr kesimde yeni partileşme gayretleri bizi beklemektedir. Cemaat yeni partinin başına Abdullah Gül’ü düşünmektedir. Kendilerine yakın buldukları küçük siyasi partiler ve gruplar ile temaslara başladılar bile. Sağlık sorunları nedeni ile çok yaşamayacağı belli olan Gülen’in yerini ise Hüseyin Gülerce alacaktır. Erdoğan da hastadır, kendi zengin ettiği liberal kesimin desteğini kesmesi ile oldukça yalnızlaşmıştır. AKP ise gittikçe ANAP’laşacak ve küçülecek tir. Erdoğan, cemaat ve Kürtçülerle olan stratejik ittifakında bir sona gelmektedir. Gelinen aşama Türkiye’de yeni ve sağlıklı dengelerin kurulmasına, dış güçlerin ellerinin kırılmasına bir vesile olabilir. Bu yüzden Erdoğan’ın Türk toplumunun ulusalcı ve milliyetçi kesimlerini görmezden gelmeyi artık bir kenara bırakarak, yeni ve milli bir barışın önünü açması en doğru yol olacaktır. Yabancı yol haritalarına göre değil ülke çıkarlarına göre iç ve dış politikaların yürütüldüğü, komploların olmadığı ve hukukun gerçekten üstün tutulduğu bir ülkeyi hepimiz özledik.

Bunu kendi içimizde bir an önce başarmalıyız.
Yoksa bu gemide hep birlikte Batacağız. @DocDrSaitYilmaz ***