4 Aralık 2014 Perşembe

"12 Eylül" ve Amcalarınız






"12 Eylül" ve Amcalarınız 
Serdar Ant

Behiç Gürcihan'a Hatırlatma :
24.09.2012

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

(Açık İstihbarat : Tabi ki o kadar basit değil fakat eleştirilen yazının kapsamı çerçevesinde Serdar Ant'ın aşağıdaki yazısında haklı olarak dile getirdiği konular ele alınmamıştır. Yoksa TSK'nın Mustafa Kemal'in askerlerinden NATO'nun ordusuna evriminin ele alınması gereken yüzlerce miladı sayılabilir.)


Behiç Gürcihan’ın “Tolga Örnek'e Açık Mektup: Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme” (Açık İstihbarat, 22.9.2012) başlıklı yazısını kâh içim burkularak kâh gülümseyerek okudum.

Öncelikle belirtmeliyim ki Behiç Gürcihan’ı tanımam. Bir kere bile olsa bir araya gelip konuşmuşluğumuz, herhangi bir tanışıklığımız yok. Açık İstihbarat isimli sitede yayınlanan yazılarını okurum ara sıra… Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ile evli olduğunu, Ergenekon davası kapsamında bir ara gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldığını, ama şu anda tutuksuz yargılandığını biliyorum, o kadar… Onun Tolga Örnek’le olduğu gibi, kendisiyle bir ortak geçmişimiz de yok tabii… 

Benim de babam bir askerdi, ama ben “paşa çocuğu” değilim. Geçmişte babamın görevi nedeniyle yurtdışında, mesela Napoli’de bulunma imkânına sahip olamadığım için, “İtalya’nın nimetlerinin peşinden koşma” gibi bir durumum da olmadı hiç… Ama çocukluk ve gençliğimin tamamı Gölcük gibi bir ortamda geçtiğinden askeriyeyi biraz da olsa bilirim. Bu bağlamda Tolga Örnek’i ve ailesini, uzaktan da olsa tanıdığımı söyleyebilirim.

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e açık mektubunu yazarken Napoli günlerinden ve eski Yugoslavya’nın parçalandığı dönemden bahsediyor. 

Öyle anlaşılıyor ki tanışmaları ve arkadaşlıkları o yıllara dayanıyor. Yani 1990’lı senelere… O yılları 20’li yaşlarda delikanlılar olarak yaşamış olmalılar. Gürcihan, 

“Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günler…” 

dediğine göre, o dönemde dünyada olan bitene karşı kaygısız kaldıklarını, daha doğrusu bugün olduğu gibi bir bilince sahip olmadıklarını da itiraf etmiş oluyor bir bakıma. Bir tür özeleştiri yapıyor kendince… Bunu eleştirmek için yinelemiyorum. 

Ama çocukluk ve gençlik yıllarımızda hangimizin dünya umurundaydı ki? Hele ki “İtalya’nın nimetleri” ayaklarınızın altına serilmişken kim takar Yugoslavya’yı? Babanız Washington’da askeri ateşe ise, Türkiye’de olup bitenler sizi çok mu ilgilendirir sanki? Neyse…

Benim Tolga Örnek’i ve ailesini “tanımam” ise daha eskiye dayanıyor. 

1970’li yılların ikinci yarısı, 1980’lerin başına… 12 Eylül öncesi ve sonrasının karanlık yıllarına yani… Aslında buna “tanımak” denilebilir mi, bilmiyorum. Tolga Örnek daha kısa pantolonla dolaşırken, aynı mahallede ve aynı apartmanda oturmuştuk Örnek ailesiyle… Ben ve kardeşim, Tolga ve Burak’tan 5-6 yaş kadar büyüktük, ama aynı okula aynı askeri servislerle gittik, Yüzbaşılar Mahallesi’nin sokaklarında koşturduk durduk, bağlardan kiraz aşırdık, 8. Sokak’ın o ünlü deresinde oyuncak “kayık” yarıştırdık. Dünyadan bîhaber olduğumuz çocukluğumuzun o avare yıllarında, yaşamımız kısa bir dönem de olsa çakıştı Tolgalarla...

Özden Örnek, daha o yıllarda parmakla gösterilen bir subaydı. 

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o seneler binbaşı ya da yarbay idi galiba, ama geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirdi hep… Öyle derlerdi, biz çocuklar da büyüklerimizin konuşmalarından duyardık bu lafları. Kimi günler, gecenin bir saatinde apartmanın kapısı önünde bir askeri aracın durduğunu ve o saatte Özden binbaşıyı alıp gittiğini görürdük. Kısacası parlak bir subaydı, soyadı gibi “örnek” bir askerdi.

Eşi “Sevil teyze” de anımsayabildiğim kadarıyla “burnu Kaf dağında” bir insan değildi. Sonradan bu alçakgönüllü yapısı değişti mi, bilmiyorum. Ama askerlerin dünyasında subay ve astsubay aileleri arasında nasıl bir “uçurum” olduğunu o ortamda yaşayanlar gayet iyi bilirler. Buna rağmen benim anımsadığım “Sevil teyze” böyle bir insan değildi. Annemlerle görüşürler, karşılıklı ev gezmelerine gelip giderlerdi. Bayramlarda ziyaretimize de gelirlerdi, aradaki rütbe farkına falan bakmadan…

Biz çocuklar, böyle bir ortamda büyüdük işte… Türkiye kan ve ateş denizinde çalkalanır, her gün 15—20 kişi “anarşi ve terör” ortamında can verirken, bizler böyle bir sahte cennette yaşıyorduk. 

Ne “sağ”dan haberimiz vardı, ne “sol”dan… 

Hatta Türkiye’de olup bitenleri bile bilmezdik. Hem yaşımız böyle şeyleri anlamak için çok küçüktü, hem de yaşadığımız ortam bunların bize ulaşmasını engelliyordu. 

Türkiye’nin içine sürüklendiği bu batağın, Behiç Gürcihan ve Tolga Örnek’in babalarının 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” yaşananların bir ön habercisi, belki de bir provası olduğunu o yıllarda nereden bilebilirdik ki? 

Türkiye’nin bir “istikrarsızlaştırma operasyonu” ile nasıl faşizme sürüklendiğini, generallerin müdahale için koşulların olgunlaşmasını nasıl sabırla beklediklerini, 12 Eylül darbesiyle olacaklardan, darbenin gerçekleşmesinden çok önce Amerikan askeri kaynaklarında nasıl bahsedildiğini yıllar geçtikten sonra öğrenebildik ancak…

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

Behiç Gürcihan, bugün, 1990’larda olduğu gibi “İtalya’nın imkânlarının peşinde koştuğu” yıllarda değil artık. Dediği gibi, “o günler geride kaldı.” Belki o yıllarda, bugün olduğu kadar bilinçli ve duyarlı bir insan değildi. Ama bugünkü Behiç Gürcihan için aynı şey söylenebilir mi? 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül’de nasıl bir rol oynadığını görmezden gelerek “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” şeklindeki sığ bir değerlendirmeyle gelişmeleri açıklamaya çalışmak, Tolga Örnek’a “açık mektup” yazan Behiç Gürcihan’ı inandırıcılıktan yoksun kılar, o kadar... 

Hatta ne 12 Eylül’ü, TSK’nın bitiriliş öyküsünü çok daha gerilere uzatmak da olasıdır. Ve eminim ki bu sürecin dönüm noktalarını Behiç Gürcihan da en az benim kadar iyi bilmektedir.

Dünya askeri darbeler literatürüne “bizim çocuklar” (our boys) olarak geçen 12 Eylül’ün faşist generalleri kimi temsil ediyorlardı ki?

12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter’ı arayan Dışişleri Bakanı, 

“Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti” derken, kimi kastediyordu acaba?

6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşmede 

“Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır” derken ne demek istiyordu acaba?

ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir’e söylediği 

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı, bu mümkün olmazdı” şeklindeki sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne zaman bitirildiği konusunda bir fikir vermiyor mu acaba?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bitirilmesi ve “milletin ordusu” olmaktan çıkıp bir “NATO kuvveti” haline gelmesini içeren süreçte, Behiç Gürcihan için 90’lı yıllar öncesinin bir önemi yok mu peki? 

Tolga Örnek’e seslenirken Hilmi Özkök’ten, Yaşar Büyükanıt’tan, Çevik Bir’den bahsediyor ve bu generallerin oynadığı rolü eleştiriyor. İyi de bu paşalar 90’lı yıllar öncesinde ne yapıyorlardı? Ay’da mı yaşıyorlardı!

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nda çalışıyordu. Ne yapıyordu orada? 

Darbenin nasıl yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, nerelerde işkence tezgâhları kurulacağı, kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı, milletin anadilinin nasıl yasaklanacağı ve daha böyle bir sürü “ince” işin planlamasıyla mı ilgileniyordu acaba? 

“Bizim çocukların” lideri Kenan Paşa, yıllar sonra gazeteci Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide Yaşar Büyükanıt hakkında şunları söylüyordu:

“Henüz ihtilal yapmamıştık... Ben Genelkurmay Başkanıydım... Yaşar Paşa, yarbay rütbesi ile Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda çalışıyordu... Dikkatimi çekti... Ve yanımdaki komutanlara dedim ki: Bu yarbaya dikkat edin... İstikbal vaat ediyor... İleride büyük komutan olacak."

Kenan Paşa’nın, Behiç Gürcihan’ın hedef tahtasında olan Hilmi Özkök için verdiği referans da sağlam:

“1980'de biz ihtilali yaptığımızda, Hilmi Paşa, yarbay rütbesindeydi... Milli Güvenlik Kurulu'nda görev yaptı. Çok sevdiğim bir komutan... Çalışkan, bilgili... İyi yabancı dili var. Deneyimli.”

Çevik Bir’e ise hiç değinmiyorum. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in yaveri olarak görev yaptığını gösteren fotoğrafları daha birkaç ay önce basında hepimiz gördük.

Behiç Gürcihan Tolga Örnek’e yazdığı mektupta, 1990’lı yılları kastederek “Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” diyor… 1990’da bunları yapan babalarınız, 1980 darbesinde neler yapıyordu peki?

Behiç Gürcihan, bu konuda bir açıklama yapar mı bilmiyorum, ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında, örneğin Özden Örnek’in hangi görevlerde bulunduğunu özgeçmişinden öğrenebiliyoruz:

“1978'den itibaren iki yıl süre ile Donanma Komutanlığı Harekât ve Eğitim Şube Müdürü olarak çalıştı. 1982'de ABD Deniz Komuta Kolejinden mezun oldu. 1982'de yılında Albay olan Örnek, aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Şube Müdürlüğüne atandı.”

Hiçbir yorum yapmıyorum!

Bugün Balyoz operasyonu ve davası ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir temizlik yapıldığından ve “Mustafa Kemal’in askerleri”nin Türk ordusundan tasfiye edildiğinden, “kangren olan kolun” kesildiğinden bahsediliyor. Gel de sorma şimdi:

Kimdir bu “Mustafa Kemal’in askeri” olanlar?

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök, Çevik Bir gibi geleceğin “parlak” subaylarıyla beraber aynı kurmay kadrosunu oluşturanlar mı? 

ABD’nin “bizim çocuklar” (our boys) olarak tanımladığı beş generalin, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözü kulağı, eli ayağı değil miydi bu kişiler? 

Balyoz davasında yargılananların ya da 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'nın parçalanmasında” görev alanların, 12 Eylül döneminde nerelerde, neler yaptığına bir bakılsa, oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşılır herhalde… 

Örneğin, birkaç yıl önce Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Org. Işık Koşaner’in 1978’de Kara Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı emrinde kurmay subay olarak çalışması gibi… 

Ne ilginçtir ki, 12 Eylül ve darbe soruşturması yapanlar, Işık Paşa’nın o yıllardaki deneyimlerine ve tanıklığına başvurmuyorlar nedense…

Bugünlerde bir “Mustafa Kemal’in askerleri” lafıdır gidiyor. 

İyi de “Mustafa Kemal’in askeri” olarak tanımlanan bu generallerin ağzından en son ne zaman “ya istiklal ya ölüm” sözünü duydunuz? 

Bu paşaların görev yaptıkları süre içinde, Anadolu’nun göbeğine kurulmuş Amerikan üslerine karşı en ufak bir tepkisi oldu mu? 

“NATO’ya karşı en ufak bir eleştirileri oldu mu?” diye sormuyorum, çünkü hepsi NATO karargâhlarında görev yaparak, ABD’deki Askeri Kolejlerde ya da Kraliyet Akademilerinde eğitim alarak yükseldiler ordu içinde… 

Türkiye’nin AB’ye üye yapılacağı masalıyla ekonomide, siyasette, hukukta, dış politikada, kısacası yaşamın her alanında ödün üstüne ödün vererek AB kapısında uşak yapılmasına karşı en ufak bir karşı çıkışı oldu mu, bu “Mustafa Kemal’in askerlerinin”? 

Türkiye ekonomisi Dünya Bankası memurlarına teslim edilip IMF reçetelerinin uygulanması sonucu milyonlarca insan açlık ve sefalet denizinde kulaç atar hale düştüğünde, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana ikmal kaynağı olan TÜPRAŞ olmak üzere kamu varlıkları bir avuç asalağa peşkeş çekilirken bu paşaların aklına “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın gerektirdiği sorumluluk geldi mi hiç? 

MGK toplantılarında bu konularda eleştirel tek söz ettiler mi mesela? 

OYAKBANK satılırken bile susulmadı mı? 

“Mustafa Kemal’in askeri” olanlar, silah arkadaşları Org. Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile yaşama veda etmesine hiç tepki gösterdiler mi?

Muavenet batırıldığında neden mezar gibi sessizdiler? Kuzey Irak’taki kukla devleti kuran Çekiç Güç, Anadolu’nun göbeğinde konuşlandığında, her 6 ayda bir, bu emperyalist kuvvetin görev süresinin uzatılması için MGK’da onay verenler bu “Mustafa Kemal’in askerleri” değil miydi? 

Türk askerinin terörist yatağı Kuzey Irak’a adımını atması yasaklanmışken, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye taşeronluk yapmasını sineye çekenler kimlerdi?

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir tasfiyeden bahsediliyor.

Peki, 12 Eylül döneminde, Atatürkçü ve solcu kaç subay atıldı TSK’den? 

Bugün gerçekleşen tasfiyeyi şimdi birileri nasıl seyrediyorsa, Yaşar Büyükanıtlar, Hilmi Özkökler, Çevik Birler de 12 Eylül döneminde Atatürkçü ve solcu subay kıyımını seyretmediler mi? 

Büyük bir ihtimalle o listelerin hazırlanmasında bile rol oynamışlardır!

İşte şimdi tasfiye edilenler de, 12 Eylül’de Özköklerin, Büyükanıtların silah ve dönem arkadaşı olan kurmaylar değil miydi? Bugün de tasfiye edenler tasfiye ediliyor! 

Kısacası sustunuz, sıra size de geldi en sonunda!

Ve bütün bu olanlara rağmen, Behiç Gürcihan “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” diyor! 

Hangi 10 sene? Bilgi dağarcığınızda ve belleğinizde “12 Eylül” diye bir olay yok mu sizin?

Atatürk, 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir” 

diyordu. Oysa artık Yugoslavya’dan Afganistan’a, Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada emperyalizme hizmet sunan Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece son 10 yıldır değil, çok daha uzun bir süredir milletin ordusu değildir ne yazık ki… 

“İstilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti” haline getirilmiştir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” olmaktan çıkışı, Behiç Gürcihan ile Tolga Örnek’in “İtalya yıllarının” da, hatta benim çocukluk dönemimin de gerisine uzanır. 

Ama bugünkü iktidar savaşını yerli yerine oturtmamızı sağlayacak bu arka planı görmezden gelir ve hikâyeyi sadece 10 yıl öncesinden başlatırsanız, sonunda “amcalarınıza” tepki göstermenin de ötesine geçemezsiniz! Oysa bütün o “amcalar”, ABD’nin “bizim çocuklar” takımının üyesidirler.

Madem babalarınızın Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynadığını kabul edecek kadar gerçekçi bir bakışa eriştiniz, o zaman o “amcalar” ve 12 Eylül döneminde silah arkadaşı olan günümüzün “Mustafa Kemal’in askerileri”(!) o dönemde neler yaptıklarının, daha doğrusu ne tür olayların yapılmasına tanık ve aracı olduklarının da hesabını versinler.

Açık İstihbarat @ 2012
Kaynak: Serdar Ant - bellek2009.blogspot.com

 http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=10175


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder