SERDAR ANT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SERDAR ANT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2020 Pazar

BİR İHTİMAL DAHA VAR!

BİR İHTİMAL DAHA VAR!




İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal çevresinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın dışında Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin tercih edebileceği bir üçüncü aday çıkarmak için son dakikaya kadar mücadele ettiği biliniyor. Bu bağlamda CHP içinden bazı milletvekillerinin de desteğiyle Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı gerçekleştirilmeye çalışıldı, ama aday olmak için gerekli olan 20 milletvekilinin desteği sağlanamadığından bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Dolayısıyla Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı yarışı bir “BOP eş başkanı”, bir “Osmanlı hayranı İslamcı” ve bir “bölücünün” arasında olacak ne yazık ki…

Peki, Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçler ne yapacak? Her şey bitti mi artık?
Örneğin Cumhuriyetçi güçler de 4 Temmuz akşamı Can Ataklı’nın Ulusal Kanal ekranlarından yaptığı gibi, isim vermeden, ama diğer bütün seçeneklerin olmazlığını vurgulayarak sonunda Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vereceğini mi ilan etmeli?

Cumhuriyetçi güçlerin kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneği karşısında Can Ataklı gibi boyun eğmek dışında başka bir seçenekleri yok mu gerçekten?

Bu soruya bir yanıt vermeden önce, bir an için seçime Cumhuriyetçi güçlerin de bir adayla katıldığını varsayalım. Örneğin bir an için, Emine Ülker Tarhan’ın aday olması için gerekli olan 20 milletvekilinin imzasının elde edildiğini ve Tarhan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine 4. aday olarak katılma hakkını elde ettiğini düşünelim.
Peki, o zaman ne olacaktı?

10 Ağustos günü, sandık başına gidecek ve Emine Ülker Tarhan için oy kullanacaktık. Amaç, Emine Ülke Tarhan’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan daha fazla oy alarak ikinci tura kalmasını sağlamak ve böylece ikinci tur oylamada Erdoğan’a karşı Cumhuriyetçi oyların toplanacağı bir direniş cephesi yaratabilmekti. Emine Ülker Tarhan’ın adaylığının tartışıldığı günlerde, Erdoğan’ı durdurabilmenin tek formülü olarak, özelikle Doğu Perinçek tarafından savunulan görüş bu değil miydi?
Bugün artık kesinleşti ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece üç adayın katılımı ile yapılacak ve ne yazık ki bu stratejinin uygulanması mümkün değildir. Ama her şey yine de bitmiş değil. Eğer Emin Ülker Tarhan seçime aday olarak katılsaydı, sandığa gidip onun birinci turda en çok oy alan iki adaydan biri olması için oy kullanacak olanlar, bence bugün de hâlâ bir şeyler yapabilirler. 10 Ağustos günü, yine sandığa gider ve BOŞ OY kullanırlar! Kısacası biz Cumhuriyetçi, laik demokrat güçlerin Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız “BOŞ OY” olur!

Mesela bu şekilde davranılacak bir seçimde birinci tur sonunda şöyle bir sonuç ortaya çıkarsa bu nasıl yorumlanmalıdır?

ERDOĞAN: % 45
İHSANOĞLU: %22
DEMİRTAŞ: %7
BOŞ OY: %26

Bu durumda yasal olarak ikinci tur oylamaya Erdoğan ve İhsanoğlu katılma hakkını elde ederler. Ama birinci tur öncesinde Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin birinci tur oylamada sandığa gidip BOŞ OY kullanacaklarının propagandası iyi yapılırsa, şu açık bir şekilde görülecektir ki, yasal sonuç ne olursa olsun bu, toplumsal gerçeği yansıtmamaktadır.

Böyle bir davranış tarzının iki sakıncası vardır: 
Birincisi, açıktır ki hukuksal sonuç almak olanaklı olmayacaktır.
Yani en nihayetinde ikinci tur oylama yine Erdoğan ile İhsanoğlu arasında olacaktır.

İkincisi de bu biçimde BOŞ OY kullanmak amacıyla sandığa gidip bir anlamda gövde gösterisi yapılsa bile, bu davranış en sonunda bu düzmece seçime, bu danışıklı dövüşe bir tür hukuksal geçerlilik, bir meşruiyet kazandıracaktır.
Ne var ki bu olumsuzlukların yanında elde edilecek bir kazanım vardır ki,
bence ilk iki sakıncayı dengeler.

Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda BOŞ OY’ların sayısı en azından sıralamada ilk iki arasında yer alırsa, başka bir anlatımla BOŞ OY’lar Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilecek oylardan daha çok olursa,  o zaman bu ülkede Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin hâlâ var olduğu; bu tür düzmece seçimlerle, dayatmalarla Cumhuriyeti tasfiye etme girişimlerine kimsenin meşruiyet kazandıramayacağı bütün dünyaya gösterilmiş olur.

Böyle bir seçenek Can Ataklı gibi, en sonunda boyun eğip “ne yapalım başka yapacak bir şey yok ki?” demeye getirerek üstü kapalı bir şekilde Ekmeleddin İhsanoğlu için destek vereceğini açıklamaktan çok daha onurlu ve çok daha işlevseldir.

Bu önerdiğim seçeneğin daha radikal olanı, hiç sandığa gitmemek ve seçime katılım oranını en azından yüzde 70 altına düşürmektir. Bu ikinci seçeneğin daha az göze batıcı ve ses getirici olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, eğer kitlesel olarak yapılabilirse ve sonunda boş oylar en azından % 20’ler düzeyine çıkarılabilirse, sandığa gidip BOŞ OY kullanmanın da aslında Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin sesini duyurması için etkin bir yol olduğu açıktır.
Ayrıca böyle bir seçenek, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında gündeme gelecek CHP Olağanüstü Kurultay’ında Cumhuriyeti güçlerin elini güçlendirecek, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tasfiyesini daha da kolaylaştıracaktır.
Kısacası, her şey bitmiş değil. Mücadele son dakikaya kadar sürmelidir. Hele ki sözkonusu olan Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi mücadelesi ise umutsuzluğa kapılmak, teslim olmak asla düşünülmemelidir.

Ne güzel diyordu Nazım:

Mesele esir düşmekte değil,
Teslim olmamakta tüm mesele…

SERDAR ANT
5.7.2014

BEYAZ,

BEYAZ, 


Serdar Ant
   
Türk Siyasal yaşamı üzerine konuşurken, Siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken unsurlar nelerdir?

Siyasi Partiler1

Kuşkusuz ilk akla gelen siyasi partilerdir. Sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını, toplum üzerinde etki sahibi olan kimi aydınları, sınıfsal karakteri ortada olan medyayı da yine bu çerçevede sayabiliriz. Ama ilk aşamada en göze batan, en etkin aktörler siyasal partilerdir.Türkiye’nin bugünkü koşullarında siyasal partilerin, özellikle de Meclis’teki iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve MHP’nin tatmin edici bir seçenek olmadıkları ve etkili bir muhalefet sergilemedikleri ortadadır.

MHP

Örneğin, MHP’nin özellikle 22 Temmuz seçimleri sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı inkâr edilemez bir gerçektir. Seçimler öncesinde “Apo asılsın” diyerek meydanlara ip atıp duygu sömürüsü yapan ve oy avcılığına soyunan, ama seçim sonrasında PKK uzantısı DTP’nin milletvekilleri ile el sıkışan bir partinin inandırıcılığı kuşkuludur artık. Üstelik iş bununla da bitmemektedir. Avrupa Birliği’ni savunan MHP’dir, ABD ile stratejik müttefik olmanın gereklerini en iyi kendisinin yerine getireceğini iddia eden MHP’dir, liberal ekonomi taraftarı olan MHP’dir, özelleştirmeler konusunda “uslu siyaset” yapan MHP’dir, türbana destek veren MHP’dir. Bu liste uzar gider.

CHP

CHP’ye gelince, onun da MHP’den temelde hiçbir farkı yoktur aslında. Ne ABD ile ilişkiler, ne AB, ne ekonomi, ne de diğer meselelerde… Örneğin Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü lideri, Atatürk’ün ölümünden sonra karşıdevrim sürecini tetikleyen “ikinci adam” İsmet İnönü’nün 1963'te açtığı yolda inançla yürüdüğünü göstermek istercesine AB üyeliği konusunda şunları söylemekten çekinmemekte dir: “Biz bu projeyi başından beri istiyoruz. Türkiye’nin tam üyeliği için AB’de irade var mı, yok mu? Asıl mesele bu. Tam üye olacaksak 20 yıl da 30 yıl da bekleriz, ama tam üye yapılacağımızı bilirsek daha iyi motive oluruz.” (Milliyet, 11.4.2008)

AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri

Bu bağlamda AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri için de aynı şeyler, şu ya da bu derecede geçerlidir. Sonuçta bütün partilerin aynı kumaştan olduğunu iddia etmek bir abartma olmaz.

Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısır döngü içinde debelenmektedir İşte bu nedenle Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısır döngü içinde debelenmektedir. İlkesizlik ve ikiyüzlülük artık kanıksanan davranışlar olmuştur. Siyaset, program ve proje ekseninde değil (çünkü bu düzlemde partiler arasında hiçbir fark yoktur!), lider merkezli olarak yapılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak partiler, liderlerin kişisel mülkü haline gelmiştir. Parti içi siyasette, en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir partide ne özgürlük ne demokrasi vardır. Siyasal yaşamda yıllardır egemen olan, bir liderler oligarşisidir aslında. Örneğin bugün “merkez-sol” CHP’de siyaset yapan, ama geçmişte merkez-sağ bir partide yetkili konumlarda bulunmuş ünlü bir siyasetçinin “partileri, genel başkanlar ve genel başkanın etrafındaki heyetler yönetirler. Yoksa dışarıdan, ‘ben de varım, benim de hakkım var, benim de fikrimi alın’, gibi yaklaşımlardan bir hayır çıkmaz.” şeklindeki sözleri hiçbir tepki görmemekte, gerçeğin dile getirilmesi olarak kabullenilmektedir. Laik şeyhlerin liderliğindeki laik tarikatlar haline gelen partilerde, siyasal yaşam bir şeyh-mürit ilişkisini aratır çerçevede şekillenmekte dir. Bilindiği gibi, şeyh-mürit ilişkisinin belirleyici özelliği dinsel niteliği değildir. İlişkiye şekil veren nitelik itaattir, mutlak sadakattir. Müridin şeyhine bağlılığı sorgusuz sualsiz, körü körüne benimsenen bir inanç üzerinde yükselen, aklın süzgecinden geçirilmeden içselleştirilen bir itaat ve sadakat duygusu temelinde boy verir. Şeyh her zaman haklıdır, hikmet sahibidir, ne söylese doğrudur, yerindedir. Eleştiriden bağışıktır. Hatta eleştirilebilir olduğu düşünülemez bile… Dokunulmazdır. Deyim yerindeyse bir tür küçük Tanrı’dır! Bu nedenle mürit bağımlı bir “kişiliktir”. Ne aklı, ne vicdanı, ne de irfanı hürdür. Özgürlüğü ve bağımsızlığı bir karakter özelliği haline getirememiş olduğundan, aklının değil şeyhin kılavuzluğuna ihtiyaç duyar. Birey olduğunu sanır, ama ağanın marabasından, padişahın dalkavuğundan farkı yoktur. Bunun için de kendi eksikliğini, boyun eğdiği şeyhini yücelterek gidermeye çalışır. Ve sonunda şeyh uçar! Ama o güzel deyimde belirtildiği gibi, şeyhi uçuran mürittir aslında! Bu zihinsel yapı çerçevesinde şekillenen kulluk ilişkisi, günümüz Türkiye’sinde sadece tarikatlarda ve cemaatlerde değil, siyasal partilerde de egemendir.

TSK, BOP ve Türban
Güneş Operasyonu
Tahmin, Tevil ve Takdir
Siviller ve Askerler
ABD ve AB'nin Kucagindaki Yönetim
ABD’nin Hedefi
Hain?
Genelkurmay Başkanları
Bir Türkiye Analizi
12ler
ABD ve Darbeler
ABD Hizmetindeki F-16'lar  
Ordu

Bu bağlamda Türk siyasal yaşamında bir başka aktör öne çıkmakta, en azından kitlelerin gözünde bir umut haline gelmektedir: Türk Silahlı Kuvvetleri ya da ordu… Bu nedenle (belki biraz paradoksal görünebilir) ordunun da en az siyasal partiler kadar eleştirel bir gözle değerlendirilmesi, mercek altına alınması zorunludur. Öte yandan eleştiri bir beklenti ile yapılır. Ne kadar sert olursa olsun, özünde bir umudu, bir değişim beklentisini içerir. Ne olduğu ve yıllardır aynı çizgide ısrarla devam etmeleri nedeniyle de artık değişemeyecekleri ortaya çıkmış “parti” denilen laik tarikatların eleştirilmesi zaman kaybından başka bir şey değildir artık.

Asker ve Siyaset

Ordu bağlamında düşünmeye başlayınca ilk akla gelen soru, askerin siyasal yaşamda bir etkisi, bir rolü, bir ağırlığı olup olmadığıdır. Kısacası, asker siyasetin dışında mıdır Türkiye’de? Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir parantez açıp bir noktayı açıklığa kavuşturmak yanlış anlaşılmamak için zorunludur. Bu yazı çerçevesinde “ordu” derken işaret etmek istediğim, ordu adına karar alıcı konumda olanların varlığıdır. Yaptığımız konuşmalarda, yazılarımızda aslında bu karar alıcıları eleştiriyor ya da destekliyoruz. Bu alınan kararlar neticesinde şekillenen ordunun tavrı ve izlediği politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her üyesi (ya da üyelerinin çoğunluğu) tarafından paylaşılmakta mıdır bilinmez, ama bizim ordumuzun en önemli özelliklerinden biri disiplin anlayışıdır. “Emir, demiri keser” biçiminde de ifade edilen bu özellik, en basit bir “er-erbaş” ilişkisinde geçerli olduğu gibi, hiyerarşinin en üst basamakları için de geçerlidir. Bu durumda herhangi bir konuda ordu içinde bir oy ya da görüş birliği olmasa bile, son tahlilde en üst makamlarda ve kilit konumlarda olanların demiri bile kesen emirleri bağlayıcı olur. Onun için ordu soyutlaması, siyasal ilişkiler düzleminde, aslında ordunun yönetiminde kilit konumda olanları ve onların tutumlarını simgeler.
Kuşkusuz bütün siyasal sistemler, bir anlamda, belli bir askeri gücün varlığına dayanır. Dolayısıyla askerin mutlak anlamda siyaset dışı olduğunu iddia etmek zaten mümkün değildir. Ama Türkiye’de askerin siyasete ilgisinin birçok başka ülkeden daha farklı ve yoğun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin tarihsel, kültürel, sosyal koşullarından ve dışa bağımlığından kaynaklanan bu ilginin ve askerin siyasetle iç içeliğinin gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama bunun bir olgu olduğu inkâr edilemez. Siyasetle bu derece iç içe olan bir kurum, ister istemez onun yarattığı kirlenmeden ve yıpranmadan da etkilenir. Hele ki Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede, siyasal yaşamın gelgitleri orduyu da vurur ya da ordu da aslında bu gelgitler çerçevesinde bir rol sahibidir zaten.

Ordunun tavrı, izlediği politikalar ve tutumu

O zaman orduyu, siyasal-ideolojik ilişkiler düzleminde siyasi partilerle aynı kategoride değerlendirmemek için ordunun partilerden farklı bir siyasal duruş ve yöneliş içinde olması; üstelik bu duruş ve yönelişin salt söylemle sınırlı kalmayıp, siyasal pratiği belirleyecek bir eylemliliği, kısacası somut açılımları da içermesi gerekmez mi ? Açık konuşmak gerekirse, örneğin yukarıda siyasal partileri eleştirirken değindiğimiz konulardan hangisinde ordunun tutumu bu partilerinkinden daha tutarlıdır ya da farklıdır? TSK’nin karşı olmadığını Genelkurmay Başkanı’nın defalarca açıkladığı AB’ye tam üyelik konusunda mı? Kaldı ki AB üyelik sürecinin Türkiye’ye getirdikleri ve Türkiye’yi getirdiği nokta da artık gözlerden saklanamayacak şekilde ortadadır ve Türkiye’nin egemenliği ile ulusal bütünlüğünü tehdit eden bir içeriktedir. Ya da ondan habersiz adım at(a)madığımız ABD ile ilişkilerde mi? Veya sosyoekonomik düzen ve liberal ekonomik politikalar bağlamında mı? Dünya Bankası ve IMF reçeteleri hakkında mı? Özelleştirmeler konusunda mı? Türban meselesinde mi?

Belki bir tek DTP-PKK konusu bu çerçevede değerlendirilemez. Zira ben bugüne kadar bölücülerle tokalaşan, Kürtçüleri Meclis’e taşıyan bir asker görmedim. Bugünden sonra da böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ama kimi çevrelerce “Kürt sorunu” diye adlandırılan sorunun ortaya çıkmasında ve bugünkü duruma ulaşmasında emperyalist güçlerin etkisi ve desteğinin varlığı da reddedilemez. Ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu eksende, yani emperyalizm karşısında çok tutarlı bir çizgi içinde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bu konuyu güncel somut bir örnekle açalım.

26 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber “MGK’dan Kuzey Irak’a Yeşil Işık…” başlığını taşımaktaydı. “Şubat ayında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Ankara ziyaretine onay veren MGK, önceki gün Ankara’nın diyalog kurmadığı bölgesel Kürt yönetimi ile temas için kapı araladı. Bu aşamada daha önce planlanmış dört aşamalı süreç devreye sokulacak. Sürecin ilk aşamasını bölgesel Kürt yönetiminin Başbakanı Neçirvan Barzani ile temas oluşturacak.” diyen haber, “bölgesel Kürt yönetimi… Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini” karşılarsa daha sonraki aşamaların gerçekleşeceğini bildiriyordu. “Buna göre Türk yetkililerinin Kuzey Irak’ta Neçirvan Barzani ile görüşmesi ya da Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi söz konusu olacaktır.” Daha sonra da “bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani ile temas gündeme gelecek. Bunun da yine Barzani’nin Ankara’ya davet edilmesi ile gerçekleştirilebileceği” belirtilmektedir.

Bu haberin Cumhuriyet’te yayınlandığı gün, aynı sayfada yer alan bir başka haber de “bir binbaşı, bir er şehit…” başlığını taşımaktaydı. “Bir binbaşı, bir er şehit…” başlıklı haber bölgesel Kürt yönetiminin “Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini”, bir bakıma nasıl karşıladığının da bir göstergesidir. Türkiye, birkaç ay önce Kuzey Irak’a bir sınır ötesi askeri harekât gerçekleştirdiğinde, harekâtın ilk gününden itibaren Türk askerinin Irak topraklarından çekilmesi ve harekâta son vermesini sürekli dile getiren “Bölgesel Kürt Yönetimi” değil miydi? Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı, daha birkaç ay önce Barzani’nin PKK’ya destek verdiğini, terörü koruyup kolladığını söylemiyor muydu? Barzani-Talabani ikilisi “kedimizi bile vermeyiz” diyerek PKK’lı teröristlere kol kanat germiyor muydu? “Bölgesel Kürt Yönetimi” lideri Barzani, PKK’nın terörist eylemleri karşısında Kürtleri kastederek “Onlar kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiye’de bu Kürt sorunu için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur” demiyor muydu? Ne çabuk unutuldu bunlar? Ve şimdi MGK, Kuzey Irak’a yeşil ışık yakıyor!

Milli Güvenlik Kurulu, 

Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında hükümetin belli üyeleri, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’ndan oluşan anayasal bir kurumdur. Barzani liderliğindeki “Bölgesel Kürt Yönetimi” ise, ABD emperyalizminin emri ve desteği ile Kuzey Irak’ta kurulan kukla devlettir. O kukla devlet, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) temel taşlarındandır ve BOP’un amaçlarından biri de Türkiye’yi bölmektir.

Türkiye’nin milli güvenliğinden sorumlu olanların bu kukla devleti tanıma yolunda adım atıp, yeşil ışık yakmaları nasıl değerlendirilmelidir? Kendini “BOP Eş Başkanı” ilan eden Başbakan’ın ve siyasal iktidarın bu tanıma konusundaki hevesi anlaşılabilir! Peki, ya asker? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları? MGK üyesi olan komutanlarımız, Barzani’nin artık terör ve teröristle bir ilişkisinin olmadığını mı düşünmektedirler? Türkiye’nin milli güvenliği ile ilgili kararlar alan bu kuruldan, askerlerin onay vermediği bir karar çıkabilir mi?

“Sözde-Özde Atatürkçülük?”

Öte yandan yakın geçmişte yaşananlar bağlamında düşünürsek, siyasal partilerin 22 Temmuz 2007 sonrasında devleti teslim almak için atağa kalkan AKP’ye karşı dirençli ve tutarlı bir muhalefet sergiledikleri pek iddia edilemez. Ne var ki, ordunun da etkili muhalif bir tavır aldığı söylenemez. “Sözde-özde Atatürkçülük” nutukları atanlar, 22 Temmuz sonrasında ne yazık ki tek kelime söylememiş, tek bir tepki göstermemişlerdir. “Düşündüğümüz zaten biliniyor” diye yaşananları geçiştirmişlerdir. Oysa merak edilen düşünülenler değil, yapılacak olanlardı. Türkiye neler yapıldığını da yaşayarak öğrenmiştir! 22 Temmuz seçimlerinden sonra ordu ile hükümet arasında adı konulmamış bir uyumun varlığından bahsetmek mümkündür. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakan’ın Kasım 2007 başında gerçekleşen ABD gezisi öncesinde “Dışişleri Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakan’ın ABD ziyaretinin sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. Devlet bir bütündür” demekte bir sakınca görmemiştir.

Kuşkusuz asker ile siyasi iktidarın uyum içinde hareket etmesi devlet ciddiyetinin gerektirdiği bir davranıştır. Dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması da teorik olarak ve genelde doğrudur. Ne var ki Türkiye’nin bugünkü koşullarında riayet edilmesi gereken bir duyarlılık mıdır bu? Mevcut “yasal” hükümetin ne olduğunu, amacını, niyetlerini ve bugüne kadar yaptıklarını yaşayarak görüyoruz. Birçok yurtseverin, Atatürkçünün kaygılandığı gibi ulusun, vatanın ve devletin geleceği gerçekten tehlikedeyse ve o tehlikeyi küçümsememek gerekiyorsa, bu tehlikenin ortaya çıkmasında mevcut “yasal” hükümetin sorumluluğu ve rolü mutlaktır. Onun için her ne nedenle olursa olsun, böyle bir siyasi iktidarla uyumu korumak, bunun olması gerektiğini söylemek, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi lazım gelen ve sorgulanmayı gerektiren bir davranıştır.
Ordunun da izlediği çizgi günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur Bu çerçeveden bakıldığında ordunun da izlediği çizgi bakımından günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur. İşte bu nedenle, Türk siyasal yaşamında bir kör dövüşü yıllardır sürüyor. Özal gidiyor, Çiller geliyor; Derviş gidiyor, Şimşek geliyor; Yılmaz gidiyor, Erdoğan geliyor. Kimi zaman muhtıralar veriliyor! Kimilerine göre ordu, kimilerine göre de iktidar rejimin teminatıdır, ilericidir, çağdaştır vs… Laiklik, herkesin kafasına göre tanımladığı, bir anlamda her niyete yenen bir muz haline getirilmiş tir! Bütün bunlara rağmen ABD’nin etkisi ve baskısı hep Türkiye’nin üzerindedir. Çünkü teminatı kim olursa olsun, rejim ABD’nin istediği rejimdir. Uygulanan program hep aynı programdır. Kazananlar hep aynı, kaybedenler de hep işçi, emekçi, köylü, memur, esnaf, kısacası halktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır?

Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır? Somut konuşalım, IMF reçetesi ya da Dünya Bankası programlarının uygulanmasını isteyenlerin mi, yoksa o uygulama sonucu işsizlik ve sefalete mahkûm olanların mı? Eğer ikincisinin yanındaysa, bu ülkede emperyalizmin ekonomik programı son 30 yıldır neden aralıksız uygulanmaktadır? TÜPRAŞ özelleştirilirken, TEKEL ve OYAK satılırken tepki gösteren tek bir asker olmamıştır! Tıpkı susarak alkışlayan partilerimiz gibiydi ordu da… Oysa TÜPRAŞ, her şey bir yana, TSK’nin ana ikmal kaynağıdır. Bu durum askeri hiç mi rahatsız etmemiştir? “İncirlik kapatılsın” diyen etkili konumdaki tek bir komutanımız çıkmamıştır bugüne kadar. Üstelik Genelkurmay Başkanı, Türkiye hakkındaki niyetlerini artık sağır sultanın bile duyduğu AB’yi savunmakta, “TSK’nin AB’ye karşı olamayacağını” ilan etmekte, Genelkurmay İkinci Başkanı “BOP takdire şayandır, makul bir girişimi desteklemeye istekliyiz” demektedir! ABD ile stratejik müttefikliği sorgulayan ve karşı çıkan, AB hayali ile gözü bağlanmamış askerleri bekleyen emekliliktir! Ama Türk askerinin kafasına çuval geçiren sözde “stratejik müttefik”, PKK ile masaya oturmamız gerektiğinden bile bahsedebilmekte; PKK, tüm AB ülkelerinde yasal olarak faaliyet gösterebilmektedir artık!

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”
Dost, acı söyler demişler. İnsan sevdiğini eleştirir. Az ya da çok bir umut, bir beklenti şekillendirir eleştiriyi. Orduyu eleştirmemizin nedeni de budur. Peki, AB ve ABD hayranı olanların bu eleştirilere vermesi gereken yanıt, “hain edebiyatı” ekseninde mi olmalıdır?

Yaşananlara baktığımızda, “günümüz koşullarında ordu ile partilerimizin savundukları politikalar arasında ne fark var?” diye sormamak elde mi? Belki “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” denebilir. Ne var ki, bu “beyaz” üzerinde de düşünülmelidir artık.

1“Parti” Nasıl Kurulur?

Geçenlerde sanal ortamdaki tartışma gruplarından birinde bir avukat tarafından gönderilen bir çağrıya rastladım. Bu mesajda bir Türkiye değerlendirmesinden sonra, “Büyük Millet Partisi”nin kurulması için çağrı yapılıyordu. Bilmem ki, bu davete icabet edecek birileri olacak mı? Ne var ki, dikkatimi bu çağrı değil de, bu çağrıya verilen yanıtlardan biri çekti. Şöyle yanıtlanıyordu bu parti kurma daveti:
“Benim şu ana kadar edindiğim bilgi ve deneyimlere göre, parti inşası böyle çağrılarla olmaz. Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. 

Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir. Hem kadro, hem de program hemen hemen eşit önemdedir. Programı benimseyen dışarıda kalmış kişiler de kısa sürede kadroya katılır. “
İşte Türkiye’de siyaset tam da bu nedenle ölüdür! Ülkemiz, işte bu nedenle bir “siyasi partiler mezarlığı” haline gelmiştir. İki sayfa yazı yazıp parti kurmaya çağrı yapmak gerçekten de eleştirilmeyi hak ediyor. Evet, ilanla, çağrıyla parti kurulmaz. Ne var ki, bunu eleştiren kişinin yaklaşımının da bu çağrıyı şekillendiren zihniyetten bir farkı var mı?

Deniliyor ki “Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir.”
Nedir o “irade”? Halk mı, belli bir sınıf mı, belli bir zümre mi?

              Meçhul!

Dahası o “kurmay kadro” nasıl tespit ediliyor? Kim onu “kurmay” olarak atıyor? Yetkiyi kimden alıyor?

Açıktır ki, “kurmaylığı” kendinden menkul…

Sonuçta, işte kendini “kurmay” olarak adlandıran ve çoğunlukla topluma tepeden bakan bir avuç muhteris, oturup bir program hazırlıyor ve sözde “parti” kuruyor. Sonra da o programı benimseyip kendisine “askerlik” yapacak, her söyleneni sorgusuz sualsiz uygulayacak parti kadrolarını aramaya başlıyor! Bu maya tutarsa parti kurulmuş oluyor!
Bu durum Türkiye’de çok karşılaşılan bir manzaradır. Böyle bir yapıda ne yaratıcılık olur, ne katılımcılık, ne üretkenlik… Bu kafa yapısı hiçbir zaman halkla bütünleşemez, hatta halka ulaşamaz bile. Türkiye’de türlü iddialarla ortaya çıkan partilerin en temel açmazı da budur.

“Parti” adı verilen bu tarikatlar aslında üye değil, mürit aramaktadır! Programı değil, “kutsal kitabı” vardır. Parti üyesi olan müritler, o programda ne yazdığını bile bilmezler. “Program” olarak oluşturulan metnin ne anlama geldiği, günün birinde birileri tarafından ortaya konulduğunda da apışıp kalırlar, kafaları karmakarışık olur! Çünkü ne o programın oluşturulması sırasında görüşleri sorulmuştur, ne de daha sonra o konuda özgürce konuşup değerlendirme yapma, katkıda bulunma imkânları vardır. Ne yapılacağına, ne tür politikalar uygulanacağına parti lideri-şeyhi ve yakın çevresi karar verir, buna boyun eğmek de partinin “çelik disiplini” gibi fiyakalı laflarla yutturulmaya çalışılır üyelere. Parti adı verilen bu tür “siyasal tarikatlar” kendi içlerinde demokratik olmadıkları için toplumu da demokratikleştiremezler en nihayetinde. Süreç, o sözde “kurmayın” iradesi ile şekillendiği için, o “kurmay” da ölmeden liderlik koltuğunu terk etmez. Seçim yenilgisi, siyasal skandal vs. nafile… İnsan, hiç malını mülkünü bırakıp gider mi?
Bugün Türkiye’nin ihtiyacı bu tipte yeni partiler kurarak var olan hurdalığa yeni katkılar yapmak değildir. Bu yapıyı değiştirebilmektir. Partileri, “lider mülkü” olmaktan, “tek adam partisi” halinden kurtarmaktır.

Somut birkaç soru soralım. Örneğin bugün CHP’de “ikinci adam” kimdir? Diyelim ki, Baykal Hakk’ın rahmetine kavuştu, parti kimin Genel Başkanlığı altında toplanır, yola hangi liderlikle devam eder, varlığını sürdürebilir? Aynı şeyi, MHP, DSP, İP ve diğerleri için de söylemek mümkündür. Çünkü bu partilerin hiçbirinde “ikinci adam” bırakılmamıştır! Bu tek adam egemenliğinin devam etmesi için, liderden sonra yedekte bekleyen bir “ikinci adam”ın var olmasının gerekliliği değildir kastettiğim. Şu andaki yapıda egemen olan lider (yani şeyh!), kendisinden başkasına, bir alternatife kesinlikle tahammül edemez. Kendi iktidarına olası bir tehdittir çünkü o “ikinci adam”! Onun için her şeyi lider-şeyh ve onun seçtiği yakın çevresi belirler. Programı, tüzüğü, politikaları, stratejiyi, taktiği, her şeyi… Partililerden de uyması, itaat etmesi beklenir. Sorgu, tartışma, öneri, katkı yok! İtaat eden, iyi partilidir; karşı çıkan, “hain”!

Bu kısır ve baskıcı zihniyetin doğal sonucu da parti sayısının sürekli artmasıdır. Çünkü parti içi muhalefet, nefes alacak kanal bulamayınca, dışarıya akar ve yeni bir örgütlenmeye gider. Ne var ki, o da “tek adam” zihniyetinin egemen olduğu siyaset okulunda yetiştiğinden, yeni parti de bu anlayışta şekillenir. Bu süreç, sonuçta siyasal parçalanmışlık ve birbirine benzer yapıların oluşturduğu bir partiler mezarlığı yaratır. Türkiye’deki siyasal partiler mevzuatı da bu sakat yapının yaşamasına ve kendini yeniden üretmesine elverişlidir. Türkiye’nin hali, bugün budur ne yazık ki…

Ülkede kaç siyasal parti olduğunu bilen var mı? Ya da kaç “sol” parti olduğunu? Veya siyasi yelpazede aynı yerde bulunan kaç parti olduğunu? Bir önceki seçimde, diyelim ki CHP’ye oy verenlerden bir kısmının, bir sonraki seçimde MHP’ye kayması işte bu nedenle hiç şaşırtıcı değildir. Seçmenin gözünde seçim, bir tür deneme-yanılma eylemidir! Ya da filanca partinin merkez sağdan ya da soldan transferlerle kendi çıkmazına çözüm aramaya çalışması yahut falanca partinin her seçimde yerinde saymasına rağmen, parti içi yapıda yaprak kımıldamaması… Bunlar, bildik olaylardır Türkiye’nin siyasal partiler hayatında…

Milletin siyasetten uzak durmasının bir nedeni de bu değil mi? Siyaseti, bir tür “esnaflık” haline getiren bu “kifayetsiz muhterislerin” varlığı ve tahakkümü, çürüme ve siyasal yozlaşmanın önemli nedenlerinden biridir.


***

29 Mart 2020 Pazar

SİNEKLERLE DEĞİL BATAKLIKLA MÜCADELE…

SİNEKLERLE DEĞİL BATAKLIKLA MÜCADELE…

Serdar Ant
 Christopher Columbus’dan 518 yıl sonra Türk medyası da Amerika’yı keşfetti! Wikileaks adlı internet sitesinin yayınladığı belgeler sadece ABD’nin değil, dünyanın dört bir tarafında ABD ile işbirliği içinde olan ve “büyük ağabey”in “deliğe süpürmeyip kullandığı” iktidarların da ne mal olduğunu ortaya koyuyor. 60 yılı aşkın bir süredir ABD’nin vazgeçilmez müttefiki olan Türkiye de bu ifşaattan payına düşeni alıyor tabii…
Ne var ki asıl şaşırtıcı olan, bugüne kadar ABD söz konusu olduğunda “kraldan çok daha kralcı” davrananların tavrı… Örneğin “Basında Güven” diyerek kendini pazarlayan Milliyet, “Amerika Çıplak” sürmanşetini çekmiş! “Bağımsız Günlük Gazete”(!) Vatan ise iç sayfalarından birinde “Hükümette ne oluyorsa ABD’nin haberi varmış!” diyor. (30.11.2010)

Bak sen şu işe… Meğer böyleymiş! Allah’tan Wikileaks var da Türkiye’yi yönetenler hakkında bilmediğimiz gerçekleri de öğreniyoruz!
 Başbakan Erdoğan’ın İsviçre Bankaları’nda 8 gizli hesabı varmış.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Londra’da konuştuğu bir grup yatırımcıya “Doğan hisselerini satın, çünkü onlar gidici” demiş.
Erdoğan, “petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay alıyor”muş. Herhalde bu petrol işi denilen TÜPRAŞ’ın peşkeş çekilmesi olsa gerek.
Kürşat Tüzmen, Abdülkadir Aksu, Faruk Nafiz Özak gibi AKP’li bakanların ismi yolsuzluğa karışmış.
Dışişleri Bakanı Ahmed Davutoğlu, “ Olağanüstü tehlikeli biri” imiş, üstelik neo-Osmanlıcıymış.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise “Erdoğan’ın buldogu”ymuş.
 Fetullah Gülen’in Meclis’te 80 tane milletvekili varmış. Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik gibi bakanlar ve önde gelen kimi AKP’liler meğer Fetullahçı imiş. Dahası AKP’li vekillerin çoğu da tarikat üyesiymiş… Nakşibendisi, Süleymancısı, İskenderpaşalısı…
 Gül, Erdoğan’ın altını oyuyormuş.
 AKP’nin Kürt Açmazı başarılı olamazmış.
 Türkiye AB’ye üye olamazmış.
CHP’liler “Bir avuç gürültücü elitist ”miş.
Başbakan Erdoğan “çok fazla gururlu” imiş, “Allah’ın kendisini Türkiye’yi yönetmek için seçtiğine” inanıyormuş, “maço imajlı”ymış, kadınlara güvenmiyor ve partinin üst yönetiminde kadınlara yer vermiyormuş.
Kısacası, ABD büyükelçilerinin, diplomatlarının ve ABD’ye yakın kimi kaynakların AKP’yi ve Türkiye’yi değerlendirirken kullandığı ifadeler bunlar…
İyi de yeni olan, bilinmeyen ne var bütün bu saptamalar arasında?
Başbakan’ın İsviçre Bankaları’ndaki gizli hesapları, çeşitli bakanların adının yolsuzluklara karışması mı bizleri şaşırtan?
Güldürmeyin adamı! Deniz Feneri yolsuzluğunun yaşandığı (ve benzerlerinin yaşanmaya devam ettiği), milletvekili dokunulmazlığı bahanesiyle TBMM’nin kanundan kaçanların sığınağı haline geldiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin Başbakanı, devletin valisinden tulum peyniri, alabalık, kovan balı gibi temel tüketim maddelerini bile “hediye” olarak kabul eden bir kişi… Şimdi “petrol işlerini özelleştirirken kendine pay alıyor” ise ya da İsviçre Bankaları’nda 8 gizli hesabı varsa şaşırmak mı gerekiyor?
Asıl şaşırtıcı olan, yıllardan beri Erdoğan’ın malvarlığı gündeme geldiğinde ya da yolsuzluklarla dokunulmazlıklar arasındaki ilişkiye dikkat çekildiğinde “dut yemiş bülbüle” dönen anlı şanlı Türk medyasının şimdiki tavrı değil mi?
Ya da Maliye Bakanı Mehmet Şimşek hakkında şu dile getirilenler... Mehmet Şimşek ve eşinin, yabancı bir ülkenin vatandaşı olduğu yönünde iddialar ya da Mehmet Şimşek’in ABD büyükelçiliğinde çalıştıktan sonra hızla yükselip uluslararası yatırım kuruluşlarında üst düzey yöneticilikten, birden paraşütle Türk ekonomisinin yönetimine indirilmesi karşısında ölüm sessizliğine bürünenler, şimdi Mehmet Şimşek’in “Doğan hisselerini satın, çünkü onlar gidici” dediği ortaya çıkınca neden yaygarayı basıyorlar?  
Veya Meclis’teki şu Fetullahçılar… Ya da AKP milletvekillerinin çoğunun tarikat üyesi olması… Yahut Davutoğlu’nun “neo-Osmanlıcı ve İslamcı” olması…
Evet, bütün bunlar bilinmeyen şeyler mi?
AKP’nin Kürt açılımının başarılı olamayacağının ya da Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak kabul edilmeyeceğinin anlaşılması için ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bu yönde görüş sahibi olduğunun ortaya çıkması mı gerekiyor?
“Gürültücü, elitist” CHP ile “maço” ve “gururlu” Erdoğan konusuna ise hiç girmiyorum. Görünen köy kılavuz istemez çünkü!
Ne var ki bütün bu açıklanan belgeler arasında 2007 yılında Genelkurmay İkinci Başkanı olan Org. Ergin Saygun ile yapılan bir görüşme de yer alıyor.  ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nancy Eldowney 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıradan sonra Org. Saygun ile yaptığı görüşmede, “Türkiye’de artan gerilim ve kutuplaşma konusunda temkinli hareket etme ve çatışma yaratmayacak şekilde davranılması” için uyarı yapıyor ve Org. Saygun şu yanıtı veriyor:
“Çatışma isteseydik, tankları sokağa indirirdik. Asıl AK Parti uzlaşmak için hiçbir çaba göstermiyor.”
İşte, al sana “laik-demokratik” Türkiye’nin teminatı bir NATO Paşası… AKP ile uzlaşma istediği konusunda ABD’ye garanti veren bir “sözde Atatürkçü”!
Kısacası bilinmeyen ve şaşırtıcı olan hiçbir şey yok bu açıklanan belgeler arasında…
Peki, bundan sonra ne olacak?
Cumhurbaşkanı Gül, “bundan sonra ne çıkacak görmemiz lazım” dediğine göre demek ki daha ortaya dökülecek çok kirli çamaşır var! Ama bundan sonra daha ne açıklanırsa açıklansın, değişen bir şey olmayacak, pişkinlik hüküm sürmeye devam edecektir.
Örneğin birileri çıkıp “Erdoğan’ın İsviçre’de 8 banka hesabı varmış” dediğinde, karşı taraftan başka birileri de “filanca liderin de yok muydu sanki? Hem falancanın da video kasetleri falan var işte…” diye yanıt verecektir! Siz filanca yolsuzluktan bahsedince, birileri “canım sizin zamanınızda da yolsuzluklar olmuyor muydu?” diyerek kendini savunduğunu sanacaktır.  “Gururlu” Başbakan’ın “maço” ve “pişkin”  nutuklarına, “gürültücü” CHP’nin laftan ibaret muhalefeti eşlik edecektir.
 “Petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay alanlar”, yabancı ve yerli yatırımcıya tüyo verenler, önümüzdeki yıllarda otoyolları, köprüleri, barajları, Ziraat Bankası ve Milli Piyango gibi kuruluşları da özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekmeye devam edeceklerdir. Önümüzdeki dönemde başka bakanların da adının çeşitli yozluluklara karıştığını öğreneceğiz muhtemelen… Ama milletvekilleri daha uzun yıllar “dokunulmaz” olarak kalacağı için yolsuzluk yapanlardan hiçbirine dokunulamayacak!
Çünkü Türkiye’nin sorunu ne Erdoğan’dır, ne Gül’dür, ne Mehmet Şimşek’tir, ne de Arınç’tır, Tüzmen’dir, Aksu’dur… İşte bu nedenle Türkiye’nin kurtuluşu “gürültücü” CHP ya da NATO Paşası, uzlaşmacı, “sözde Atatürkçüler” de değildir! 
Türkiye’nin asıl sorunu, bütün bu isimlerin temsil ettiği zihniyeti şu veya bu şekilde hoş görerek, meşru kabul ederek bu adamları başımıza getiren umursamazlıktır, kişiliksizliktir, omurgasızlıktır. İşte bu nedenle, son 30 yılda isimler sürekli değişmesine rağmen, bu toplumsal çürüme ve yozlaşma her geçen gün daha da derinleşmiş ve bugün açıklanan şu belgeler karşısında bile “dur bakalımbundan sonra ne çıkacak görmemiz lazım” diyenler ülke yönetime egemen olmuşlardır.
Türkiye 1980’lerde Özal ve ANAP’ı; 1990’larda Çiller- Yılmaz ekseninde ANAP-DYP çürümesini yaşadı. Gün, AKP’nin, Erdoğan’ın, Gül’ün günüdür!
Son 30 yıldır liderler de partiler de değişiyor sürekli… Millet, medyanın ve kamusal bilinci şekillendiren odakların da marifetiyle bir “yeni budalası” yapıldı. Özal gidip Çiller geliyor, Çiller gidiyor Yılmaz geliyor, o gidiyor Erdoğan geliyor. Günde 24 saat, yılda 365 gün ise, millete bir “yenileşme”den bahsediliyor sürekli... İşte o sözde “yenileşme”nin özünü Wikileaks’in açıkladığı belgelerde görüyoruz: çirkef!
Kuklalar değişiyor, ama kuklacı hep ABD…  
Partiler ve iktidarlar değişiyor, ama oynanan oyun hep aynı ve bu senaryoyu yazan da nasıl sahneye konulacağını söyleyen de hep ABD…
Açıklanan belgeler hakkında görüşü sorulan emekli büyükelçi İnal Batu, büyükelçilerin bulundukları ülkeler hakkında değerlendirmeler yaptıklarını, bu değerlendirmelerin önemli bir bölümünün de doğru olduğunu vurgulayarak “belgelere inanmamak herkesin işine gelir” diyor ve ekliyor:
 “Zannediyorum ülkeler içlerinden güceneceklerdir. Dünya liderlerine çok çirkin isimler, lakaplar da takılmış. Bunlar ciddiyetten uzak davranışlardır. Bunlara inanmamak ya da kişisel görüşler olduğuna inanmak herkesin işine gelecektir. Aksi takdirde yüz yüze bakamazsınız. Söz konusu olan ülke Amerika olunca herkes biraz daha anlamazlıktan gelir, göz yumar, doğrusu da budurAmerika’nın belgelerde geçen ülkelerle ilişkilerinde derin değişiklikler olacağına inanmıyorum.”

İşte diplomatça ifade edilen bu sakat zihniyet değişmediği sürece, yüzler hep değişecek, ama o yüzlerin gerçek sahibi hep aynı kalacaktır!

Özal, Çiller, Yılmaz, Gül, Erdoğan, Arınç, Öcalan, Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Şimşek, Derviş, Öztrak, Güneş, Baykal… Say, say bitmez… Ama hepsinin ortak paydası birdir:

A-B-D…
 İşin özü şudur ki sineklere değil bataklığa karşı mücadele edilmediği sürece sıtmadan kurtuluş yok…
 30.11.2010

--
www.bellek2009.blogspot.com

"Ya istiklal ya ölüm... İşte halâs-ı hakiki isteyenlerin parolası bu olacaktır."
Mustafa Kemal ATATÜRK


--
http://bertanonaran.blogspot.com

--

NE MUTLU, TÜRK'ÜM DİYENE!


https://groups.google.com/forum/#!search/SERDAR$20ANT%7Csort:relevance/erzincan-kemaliye-egin-grubu/Nzd09lfHl54/UU8bbPZGWCgJ

1 Aralık 2019 Pazar

TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİN LER.,

“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!


Serdar Ant

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:

“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”

Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye” nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:

"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."

Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.

Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.
Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:

“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”
15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.
Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “ Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller ” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)
İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 

Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)

Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.

Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  

Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)

Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)
Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.

Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!

Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasa dışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.

Aynı Oyun, şimdi bir kere daha mı Sahneye konulmaya çalışılıyor?

8.5.2013 

SERDAR ANT 'IN YAZISI ÜZERİNE KISA NOT

 İzmirli dostlarımız başta olmak üzere, bütün dostlarımızı, aziz Vatanımız için fedakarlığı ve kahramanlığı asla küçümsemeden, soğukkanlı bir biçimde, Hasan Tahsin konusunu incelemeye davet ediyorum.

Sayın Serdar Ant'ın yazısında belirttiklerinin dışında, Kuvay-ı milliyeciler in böyle bir görev vermediğini ve olabilecek Yunan misillemesine karşı, kız kardeşini özellikle tembihlediğini de biliyoruz. 

Genel olarak fevri hareket edebilen ve maceracı eğilimler taşıyan bir vatansever olduğunu söyleyebiliriz.

           Bu eylem, daha önce onun Romanya'daki suikast girişiminden de mahiyet olarak çok farklıdır. Yunanlar, Hasan Tahsin'in giriştiği saldırının akabinde, bu saldırıyı bahane ederek sivil halktan çok sayıda insanımızı orda katlettiler. Çok özel bazı şartlar dışında, bu eylemin yüceltilmesi, çok yanlış sonuçlara yol açabilir. Tabii, "masonik" çevrelerin ona sahip çıkmasını ciddiye almamalıyız; yanlış yaklaşım ve tutumları da olsa Hasan Tahsin, Türk ve İslam kültürüyle yetişmiş samimi bir bir vatanseverdir.

           Serdar Ant arkadaşımızın bu yazısı, yerinde bir uyarı niteliği taşıyor. Değerli dostlarımızı, bu konu üstünde bir kere daha düşünmeye davet ediyorum.
           Saygılarımla,
           F. Murat Sakarya

https://groups.google.com/forum/?utm_source=digest&utm_medium=email#!search/Serdar$20Ant$27%C4%B1n$20Son$20Yaz%C4%B1lar%C4%B1/fikir-bahcesi/HHbDK4Nbno0/m88dLDp2bgcJ



***

Serdar Ant ,Psikolojik Savaşın Hizmetindedir

Serdar Ant, Psikolojik Savaşın Hizmetindedir


Halim Yurdakul.,

İşçi Partisi Basın Danışmanı.,

            Serdar Ant, İşçi Partisine karşı yürütülmekte olan psikolojik savaşa malzeme sağlama çabalarını sürdürüyor.

            Şimdi de, İşçi Partisi Genel Başkan Vekili Mehmet Bedri Gültekin’in, son dönemde “Açılım” tartışmaları ile birlikte Türkiye’nin son derece tehlikeli bir etnik ayrışma noktasına girdiğine işaret eden 24 Eylül 2009 tarihli yazısına ağır hakaretler içeren bir yazıyla sözüm ona yanıt vermiş.

            Serdar Ant, “Bu görüşler ve faaliyetler, etnik ayrışmayı derinleştiriyor, milleti bir arada tutan bağları çözüyor ve bir iç savaşa giden etnik ayrışma planının taşlarını döşüyor” değerlendirmesinde bulunan Mehmet Bedri Gültekin’i amacını aşan ifadeler kullanmakla suçluyor.

            Bursaspor-Diyarbakırspor maçını televizyonlarından izleyen vatandaşlarımız Mehmet bedri Gültekin’in uyarısının ne kadar yerinde olduğunu teslim etmişlerdir sanırım.

            Bir spor karşılaşması olan Bursa Spor-Diyarbakır Spor maçı neredeyse bir etnik savaş görüntüsüne büründürülmüş, on vatandaşımız yaralanmış, altı kişi ise gözaltına alınmıştır. Maç sonrası, “Bu ülke hepimizin, PKK dışarı diyorlar. Ben PKK’ mıyım? Çok ayıp” diyen Diyarbakırspor Başkanı Çetin Sümer, Diyarbakırspor’ un ligden ayrılabileceği açıklamasında bulundu.

            Bu maç bile Türkiye’nin nereye sürüklenmek istendiğini açıkça göstermektedir. Serdar Ant da bu olaylara önyargısız bir şekilde bakabilirse, bunu görecektir.

            Mehmet Bedri Gültekin, 24 Eylül 2009 tarihli yazısında “Türkiye’nin etnik temelde yeniden yapılandırılması şeklinde özetleyebileceğimiz Amerikan politikasının bir parçası olarak milletin etnik kökenlerine göre dağılma sürecine girmesi, bir etnik boğazlaşmayı ciddi tehlike olarak Türkiye’nin önüne getirmektedir” diyerek bütün vatandaşlarımızı uyarmakta ve birliğe çağırmaktadır.

            Bursaspor-Diyarbakırspor maçı bu uyarının ne kadar yerinde olduğunu açıkça göstermiyor mu?

            Serdar Ant, Mehmet Bedri Gültekin’in 24 Eylül 2009 tarihli yazısında eleştirebilecek fazla bir şey bulamamış olacak ki, 1991ve 1994 yıllarında yayımlanan bazı yazılardan cımbızlama yaparak, “ Bölücü terör yandaşlığı” suçlamalarıyla gerçekleri çarpıtmaya çalışmıştır.

            1990’ları lütfen hatırlayınız. O zaman hiç kimse Kürt sorunundan söz etmezken, İşçi Partililer eşitlik-özgürlük temelinde Türk ve Kürt kardeşliğini haykırıyorlardı.

            21 Şubat 1989 tarihi unutulmadı. Sosyalist Parti Genel Sekreteri Yalçın Büyük dağlı ve bugün İşçi Partisi Genel Sekreteri olan Avukat Nusret Senem, aldıkları bir haberi değerlendirerek, 21 Şubat 1989 sabahı Siirt Kasaplar Deresine gidiyor, çöplükte gömülü 25 metrekarelik alanda 6 cesedi ortaya çıkarıyor ve savcılığa suç duyurusunda bulunuyorlardı.

            O günler öyle günlerdi. Bugün bazılarının yaptığı gibi Amerika’nın arkasına saklanıp “ Açılım” ninnileri söylenmiyordu o günlerde.

            O günlerde, bedelini ödemeyi de göze alarak halkı savunanlar yine İşçi Partili devrimciler oluyordu.

            Sosyalist Partinin Cizre’de düzenlediği “Zonguldak Botan El Ele” mitingi de hatırlardadır. Orada bölücülüğün zerresini bulamazsınız. “Kürt, onun iradesine saygı gösteren Türk halkıyla eşitlik-özgürlük temelinde birleşmeye hazırdır. Cizre halkı, devrimci birliğin dersini veriyor” denmiştir o mitingde. Cizre-Zonguldak birliği uygulanmıştır.

            Serdar Ant, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e de laf etmeden yapamamış. Perinçek’in Kemalist Devrim–1 kitabında Atatürk’ün Kürt halkına baskı uygulandığını yazdığını belirtmiştir.

            O kitabı okuyanlar, o kitapta bir bilimsel sosyalistin, bir tarihi materyalistin titiz incelemelerini bulacaklardır.

            İşçi Partisi, Atatürk’ün ve düşüncelerinin bütün halkımız tarafından özümsenmesi amacıyla bir ilke imza atarak Atatürk’ün Bütün Eserlerini (ATABE) titiz bir çalışma sonucu Türkiye halkına kazandırmıştır. Türkiye’deki en büyük Atatürk anıtı işte bu eserlerdir.

            Serdar Ant, bütün bunları bilmez mi? Bilmemesine olanak yok. Onun bu çabaları İşçi Partisi ve Genel Başkanı Doğu Perinçek’e karşı yürütülen psikolojik savaşın hizmetinde olmaktan öte bir anlam taşımıyor.

            İşçi Partisi, bugüne dek yaptığı gibi bundan sonra da Kürdün ve Türkün kader birliğini sonuna kadar savunacaktır.

            İşçi Partisi, Amerika’nın tezgâhladığı “Açılım” adı altında etnik ayrışmayı derinleştirmeye, milleti bir arada tutan bağları çözmeye ve iç savaşa götürecek projelere geçit vermeyecektir.

            NOT: Okuyucuların Serdar Ant’ın nasıl bir çaba içerisinde olduğunu görmeleri açısından Mehmet Bedri Gültekin’in 24 Eylül 2009 tarihli yazısı ektedir.

Halim Yurdakul,
İşçi Partisi Basın Danışmanı

https://groups.google.com/forum/?utm_source=digest&utm_medium=email#!search/Serdar$20Ant$27%C4%B1n$20Son$20Yaz%C4%B1lar%C4%B1/aydinlik-gelecek-hareketi/1Wi8SRcrfvc/qR-84982dRgJ


***

2 Ağustos 2018 Perşembe

BİR İHTİMAL DAHA VAR!


BİR İHTİMAL DAHA VAR!
MÜDAFAA-İ HUKUKSerdar ANTdenizkurdu66@gmail.com
İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal çevresinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan, İhsanoğlu ve Demirtaş’ın dışında Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin tercih edebileceği bir üçüncü aday çıkarmak için son dakikaya kadar mücadele ettiği biliniyor. Bu bağlamda CHP içinden bazı milletvekillerinin de desteğiyle Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı gerçekleştirilmeye çalışıldı, ama aday olmak için gerekli olan 20 milletvekilinin desteği sağlanamadığından bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Dolayısıyla Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı yarışı bir “BOP eş başkanı”, bir “Osmanlı hayranı İslamcı” ve bir “bölücünün” arasında olacak ne yazık ki…
Peki, Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçler ne yapacak? Her şey bitti mi artık?
Örneğin Cumhuriyetçi güçler de 4 Temmuz akşamı Can Ataklı’nın Ulusal Kanal ekranlarından yaptığı gibi, isim vermeden, ama diğer bütün seçeneklerin olmazlığını vurgulayarak sonunda Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy vereceğini mi ilan etmeli?
Cumhuriyetçi güçlerin kendilerine dayatılan Ekmeleddin İhsanoğlu seçeneği karşısında Can Ataklı gibi boyun eğmek dışında başka bir seçenekleri yok mu gerçekten?
Bu soruya bir yanıt vermeden önce, bir an için seçime Cumhuriyetçi güçlerin de bir adayla katıldığını varsayalım. Örneğin bir an için, Emine Ülker Tarhan’ın aday olması için gerekli olan 20 milletvekilinin imzasının elde edildiğini ve Tarhan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimine 4. aday olarak katılma hakkını elde ettiğini düşünelim.
Peki, o zaman ne olacaktı?
10 Ağustos günü, sandık başına gidecek ve Emine Ülker Tarhan için oy kullanacaktık. Amaç, Emine Ülke Tarhan’ın Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan daha fazla oy alarak ikinci tura kalmasını sağlamak ve böylece ikinci tur oylamada Erdoğan’a karşı Cumhuriyetçi oyların toplanacağı bir direniş cephesi yaratabilmekti. Emine Ülker Tarhan’ın adaylığının tartışıldığı günlerde, Erdoğan’ı durdurabilmenin tek formülü olarak, özelikle
Doğu Perinçek tarafından savunulan görüş bu değil miydi?
Bugün artık kesinleşti ki Cumhurbaşkanlığı seçimi sadece üç adayın katılımı ile yapılacak ve ne yazık ki bu stratejinin uygulanması mümkün değildir. Ama her şey yine de bitmiş değil.
Eğer Emin Ülker Tarhan seçime aday olarak katılsaydı, sandığa gidip onun birinci turda en çok oy alan iki adaydan biri olması için oy kullanacak olanlar, bence bugün de hâlâ bir şeyler yapabilirler. 10 Ağustos günü, yine sandığa gider ve BOŞ OY kullanırlar! Kısacası biz Cumhuriyetçi, laik demokrat güçlerin Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayımız “BOŞ OY” olur!
Mesela bu şekilde davranılacak bir seçimde birinci tur sonunda şöyle bir sonuç ortaya çıkarsa bu nasıl yorumlanmalıdır?
ERDOĞAN: % 45
İHSANOĞLU: %22
DEMİRTAŞ: %7
BOŞ OY: %26
Bu durumda yasal olarak ikinci tur oylamaya Erdoğan ve İhsanoğlu katılma hakkını elde ederler. Ama birinci tur öncesinde Cumhuriyetçi, laik ve demokrat güçlerin birinci tur oylamada sandığa gidip BOŞ OY kullanacaklarının propagandası iyi yapılırsa,
şu açık bir şekilde görülecektir ki, yasal sonuç ne olursa olsun bu, toplumsal gerçeği yansıtmamaktadır.
Böyle bir davranış tarzının iki sakıncası vardır: 
Birincisi, açıktır ki hukuksal sonuç almak olanaklı olmayacaktır.
Yani en nihayetinde ikinci tur oylama yine Erdoğan ile İhsanoğlu arasında olacaktır.
İkincisi de bu biçimde BOŞ OY kullanmak amacıyla sandığa gidip bir anlamda gövde
gösterisi yapılsa bile, bu davranış en sonunda bu düzmece seçime, bu danışıklı dövüşe bir tür hukuksal geçerlilik, bir meşruiyet kazandıracaktır.
Ne var ki bu olumsuzlukların yanında elde edilecek bir kazanım vardır ki,
bence ilk iki sakıncayı dengeler.
Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda BOŞ OY’ların sayısı en azından sıralamada ilk iki arasında yer alırsa, başka bir anlatımla BOŞ OY’lar Ekmeleddin İhsanoğlu’na verilecek oylardan daha çok olursa,  o zaman bu ülkede Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin hâlâ var olduğu; bu tür düzmece seçimlerle, dayatmalarla Cumhuriyeti tasfiye etme girişimlerine kimsenin meşruiyet kazandıramayacağı bütün dünyaya gösterilmiş olur.
Böyle bir seçenek Can Ataklı gibi, en sonunda boyun eğip “ne yapalım başka yapacak bir şey yok ki?” demeye getirerek üstü kapalı bir şekilde Ekmeleddin İhsanoğlu için destek vereceğini açıklamaktan çok daha onurlu ve çok daha işlevseldir.
Bu önerdiğim seçeneğin daha radikal olanı, hiç sandığa gitmemek ve seçime katılım oranını en azından yüzde 70 altına düşürmektir. Bu ikinci seçeneğin daha az göze batıcı ve ses getirici olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, eğer kitlesel olarak yapılabilirse ve sonunda boş oylar en azından % 20’ler düzeyine çıkarılabilirse,
sandığa gidip BOŞ OY kullanmanın da aslında Cumhuriyetçi, laik, demokrat güçlerin sesini duyurması için etkin bir yol olduğu açıktır.
Ayrıca böyle bir seçenek, Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında gündeme gelecek CHP Olağanüstü Kurultay’ında Cumhuriyeti güçlerin elini güçlendirecek, Kılıçdaroğlu ve ekibinin tasfiyesini daha da kolaylaştıracaktır.
Kısacası, her şey bitmiş değil. Mücadele son dakikaya kadar sürmelidir. Hele ki sözkonusu olan Cumhuriyet, laiklik ve demokrasi mücadelesi ise umutsuzluğa kapılmak, teslim olmak asla düşünülmemelidir.
Ne güzel diyordu Nazım:
Mesele esir düşmekte değil,Teslim olmamakta tüm mesele…
SERDAR ANT5.7.2014

***