Yaşar Büyükanıt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşar Büyükanıt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2017 Perşembe

RECEP TAYYİP ERDOĞAN: BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ 7 EKİM TEZKERESİ BÖLÜM 1

 RECEP TAYYİP ERDOĞAN BİR DEĞİŞİMİN HİKAYESİ SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ  BÖLÜM 1


.

SÜLEYMANİYE KRİZİ VE 7 EKİM TEZKERESİ SÜRECİNDE ERDOĞAN,

I. Süleymaniye Krizi ve 7 Ekim Tezkeresi Süreci,

ABD’nin Irak’ta gerçekleştireceği operasyona destek olmak amacıyla “Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin
Türkiye'de bulunması için Hükümet'e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık Tezkeresi’nin” 1 Mart 2003 tarihinde TBMM’de reddedilmesi, hem Türkiye – ABD
ilişkileri açısından bir dönüm noktası olarak ilişkilerin bozulmasına neden olmuş, hem de Türkiye’nin Kuzey Irak politikası, dolayısıyla terörle mücadele açısından
önemli sorunların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Tezkerenin kabul edilmemesi üzerine 20 Mart’ta, hem Türk askerinin Irak’a gönderilmesine hem de ABD’nin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren yeni bir tezkerenin kabul edilmiş olmasına rağmen, 1 Mart tezkeresinin kabul edilmemesi Türkiye-ABD ilişkilerinde önemli bir kırılma yaşanmasına ve iki müttefik ülke arasında karşılıklı güvensizliğe yol açmıştır.330 ABD Irak hususunda Türkiye’yi dışlayan bir politikası izlemeye başlamış ve Türkiye’nin bölgeye ilişkin kaygılarını görmezden gelmiştir.

Özellikle tezkereyi izleyen dönemde yaşanan ve Çuval Krizi olarak da adlandırılan Süleymaniye baskınıyla 11 Türk askerinin gözaltına alınmasının net olarak açığa  çıkartmış olduğu bir güven bunalımı yaşayan ilişkiler, 2003 yılının sonbahar aylarından itibaren yeniden AKP hükümetinin gündemine girmiş ve çözüm yolları aranmıştır.

Bu doğrultuda Erdoğan hükümeti, yeni bir tezkere perspektifinde yeni bir Irak politikası oluşturma çabasına girmiştir. Sünni aşiretlerle temas kurulması, Dışişleri, MİT ve Genelkurmay heyetlerinin Irak’ta çeşitli ziyaretler gerçekleştirmeleri331, Kürt grupları ile ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi, Irak için özel temsilci atanması332 ve yeni tezkere öncesi bir TBMM heyetinin Irak'ta çeşitli temaslar gerçekleştirmesi, bu çerçevede atılan adımlardan bazılarıdır.

Bu noktada Uzgel, Erdoğan’ın Süleymaniye olayını hiç üstüne alınmamayı becerebildiğini ve bunun bir başarı olduğunu belirtmektedir.333 Irak'a asker
gönderilmesine yetki veren yeni tezkere, 7 Ekim'de Meclis'te kabul edilmiştir. Bu tezkerenin ABD ile ilişkileri eski durumuna getirmeye ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a
ilişkin kaygılarını ortadan kaldırmaya yeterli olmamasına rağmen, Türkiye-ABD ilişkilerindeki krizin bu tezkere sayesinde sona erdiği kabul edilebilir.334 

Hatta kimi yazarlar bu kararın Türkiye’nin 21. yy.da aldığı ilk önemli karar olduğunu belirtmiştir.335

Iraklı Kürtlerin Türk askerini Irak’ta istememesi ve ABD'nin Kürtlerin düşüncesine sıcak bakması nedeniyle tezkerenin uygulanması konusunda hükümetin ısrarcı olmaması ise hem ABD hem de Irak'la yeni bir krizi önlemiş ve her iki ülkeyle ilişkilerin rayından çıkmasını engellemiştir.336 Böylece Türkiye Irak'ta savaşmadığı halde, Irak topraklarında koalisyon komutası altında değil, kendi komutası altında asker bulunduran tek ülke konumuna gelmiştir.
Süleymaniye baskını ve bu baskının yarattığı kriz ortamını izleyen 7 Ekim tezkeresinin sahip olduğu bu önem nedeniyle, bu süreçte liderin oynadığı rolün
incelenmesi, Erdoğan’ın nasıl bir liderlik tipine sahip olduğunun ortaya çıkartılması açısından önem taşımaktadır.

Bu inceleme gerçekleştirirken hem karar alma mekanizmasının nasıl işlediği, hem karara etki eden faktörlerin neler olduğu, hem de Erdoğan’ın bu süreçte nasıl bir liderlik izlediği ortaya koyulacaktır.

Bu bölümde, AKP hükümetinin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 tarihinden başlayarak II. Körfez Krizi’nin gelişimi ele alınacak; 1 Mart tezkeresi sonrasında
Süleymaniye baskını ile birlikte Türkiye ile ABD arasında yaşanan sorunlar ve Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının yüzleştiği durum doğrultusunda 59. hükümet
tarafından TBMM’den tezkere isteme kararının hazırlanma süreci analiz edilecektir.

A. Olayların Gelişimi 337

3 Kasım 2002 seçimlerinin sonucunda AKP oyların %34,2’sini alarak TBMM’de 363 sandalye kazanmıştır. Ancak Erdoğan siyasi yasağı nedeniyle
milletvekili seçilemediği için Başbakanlık görevini Abdullah Gül üstlenmiştir. Seçimden sonra 3 Aralık 2002'de ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz ile Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grossman Türkiye’ye gelerek Başbakan Gül, AKP lideri Erdoğan, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, Dışişleri
Müsteşarı Uğur Ziyal, Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt görüşmeler gerçekleştirmiştir.

ABD’nin Türkiye’den destek talebine ilişkin resmi teklif, Wolfowitz tarafından Gül’e yapılmıştır. Teklife göre Türkiye savaşın ana ikmal ve tali harekât
üssü olacak; Merkez Komutanlığın Katar'daki ana üsten sonraki ikinci büyük komuta merkezi İncirlik'te kurulacak; Türkiye'deki bazı üs ve limanlar hem ikmal hem operasyon amacıyla kullanılacak; kuzey cephesi askerleri Türkiye'de konuşlanacak; Diyarbakır tali koordinasyon merkezi, Silopi taktik harekât merkezi olacak ve Türk sınırları ABD ve İngiltere birliklerine açılacaktı.

Söz konusu işbirliğinin üç aşamalı olarak yürümesi düşünülmüştü:

1- ABD, Türkiye'de kullanacağı üslerde incelemelerde bulunacaktı. Böylece limanların kapasiteleri, örneğin derinliklerinin ağır tonajlı gemilere uygun olup
olmadığı; kara ve demiryollarının taşıma kapasiteleri ve rotaları; hava üslerinin ne büyüklükte uçakların iniş kalkışına izin verdiği gibi noktalar belirlenecekti. Bu
aşamaya “üs incelemesi” adı verilmişti.
2- İkinci aşama, “üs hazırlama” aşamasıydı. İlk aşamada saptanan eksiklikler yoğun bir teknik çalışma ve inşaat faaliyetiyle giderilecekti. Bu amaçla yabancı
askeri personelin Türkiye'ye gelişine izin verilmesi gerekiyordu.
3- Üçüncü aşama fiziki harekâttı. 60 bin ABD ve İngiltere askeri, bunların kullanacağı tüm araç ve silahlar Türkiye'ye üslenecek ve gerektiğinde savaşmak
üzere Irak'a girecekti.

Gül, hükümetin yetkisi içindeki bazı konularda olumlu yanıt verilebileceğini, ancak tam işbirliği kararının Meclis tarafından alınması gerektiğini belirtmiştir.
Ayrıca üs inceleme izni verebileceklerini, bunun için Türkiye'de konuşlu Amerikan personeli kullanılırsa, TBMM iznine tabi olmaksızın incelemenin
gerçekleştirilebileceği, aksi halde Anayasa'nın 92'nci maddesi gereği Meclis'ten izin alınması gerekeceğini belirtmiştir.

Bu isteklere karşılık olarak ABD ise, Irak'ın bütünlüğünün bozulmayacağını, yani kuzeyde bir Kürt devleti kurulmayacağını taahhüt etmiştir. Ancak Türkiye,
harekâtın planlama aşamasına katılma, ekonomik zararlarının karşılanması, savaş sonrasında Irak'ın yeniden inşasında asli unsur olma gibi birtakım talepleri de öne sürmüştür.

ABD’li uzmanlar 15 Ocak günü İstanbul Kurtköy'deki Sabiha Gökçen Havalimanı'nda; 16 Ocak’ta ise Mersin'in Tarsus İlçesi'ndeki Yenice Tren
İstasyonu’nda incelemelere başlamıştır. Daha sonra ise İskenderun limanı, Gaziantep, Mersin, Mardin ve Çorlu’ya kadar birçok yerde incelemeler
gerçekleştirilmiştir.

17 Ocak’ta Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Sezer'in başkanlığında konuya ilişkin olarak gerçekleştirilen zirveye Başbakan Gül, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Özkök ile bazı bakanlar katılmıştır. Zirvede, ABD'nin Irak'a olası askeri operasyonu konusunda Türkiye'ye ilettiği talepler gözden geçirilmiş ve belirlenen
yanıtlar ABD'ye iletilmiştir.

TBMM’de 6 Şubat günü yapılan kapalı oturumda, Türkiye'deki askeri üs ve tesisler ile limanlar için gerekli yenileşme, geliştirme, inşaat ve tevsi çalışmalarıyla ilgili olarak ABD'ye mensup teknik ve askeri personelin üç ay süreyle Türkiye'de bulundurulmasına, bununla ilgili gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına ilişkin Başbakanlık Tezkeresi kabul edilmiştir.

Aynı tarihlerde Başbakan Gül, Irak sorununun barışçı yollardan çözümü konusunda Suriye, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran'ın Ankara büyükelçileri ile bir araya gelmiş, kendi inisiyatifiyle “barışçı çözüm” girişimi başlatarak daha sonraki tarihlerde İstanbul ve Şam’da, Irak’a komşu ülkelerin temsilcileriyle bu çabalarını sürdürmüştür.

Türkiye öte yandan, Irak’ta bir savaş olması durumunda sınırlarına mülteci akını olacağı, PKK/KADEK’in bu ortamda Türkiye’ye yeniden sızarak silahlı
eylemlere başlayacağı, Kuzey Irak’taki Kürt gruplar arasında olabilecek rekabet sonucu kargaşa çıkacağı, nihayet Kürtlerin Kerkük’ü ele geçireceği gibi endişelere sahipti. Ankara, “kırmızı çizgiler”338 olarak tanımlanan bu olaylarla karşılaşılmaması için; ayrıca karşılaşılması halinde Kuzey Irak’a askeri müdahalede bulunmak için planlar yapmakta ve ABD ile sıkı görüşmeler yürütmekteydi. Bu sırada 15 Şubat günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, kırmızı çizgilerin ihlali halinde alınacak önlemler gözden geçirilmiştir.

ABD ise Irak’a kuzeyden cephe açılmasına olanak sağlanan tezkerenin en geç 18 Şubat'a kadar kabul edilmesi için askeri olduğu kadar diplomatik yönden de
Türkiye’ye baskı yapmaya devam etmiştir. Baskıların da sonucunda, 6 ay süreyle Türkiye'de yabancı asker bulundurulması ve Türkiye'nin yurtdışına asker
gönderilmesine ilişkin tezkere 24 Şubat’ta Bakanlar Kurulu'nda imzaya açılmıştır.

Bu süreçte Cumhurbaşkanı Sezer, tezkerenin ve ABD’nin askeri müdahalesinin uluslararası hukuk açısından meşru olmadığını, bu nedenle müdahaleye ilişkin bir BM kararı olmaksızın tezkerenin geçmemesi gerektiğini  belirtmiştir. 

Asker göndermeye ilişkin olarak ABD ile Türkiye arasında hazırlanan Mutabakat Zabıtlarında eksik kalan unsurların, özellikle Kuzey Irak'ta işbirliği, Türkmenlerin 
durumu ve ekonomik paketteki bazı taleplerin tamamlanması, ABD yönetimi tarafından Türkiye'nin çabalarının takdir edildiği ve zarar görmesi halinde 
destekleneceğini belirten bir mektup yazılması, Kongre'de Türkiye'nin aldığı askeri borçların faizinin silinmesi doğrultusunda süreç başlatılması gibi 
beklentilerle 341 tezkere oylaması TBMM Genel Kurulu'nda 1 Mart günü gerçekleştirilmiştir.

Kamuoyunda “1 Mart tezkeresi” olarak bilinen “Yurtdışına Asker gönderme ve Türkiye'de yabancı asker bulundurma” tezkeresi için gerçekleştirilen oylamaya
533 milletvekili katılmış; 264 kabul, 250 ret, 19 çekimser oy kullanılmıştır. Kabul oyları salt çoğunluğa (267) ulaşamadığı için tezkere kabul edilmemiştir. AKP
içerisinden 66 milletvekili tezkereye ret oyu verirken, 19 milletvekili çekimser oy kullanmıştır.

Tezkereye karşı açıklamalar yapan TBMM Başkanı Bülent Arınç, “Hükümete sesleniyorum: Sizden tezkere değil, 2003 bütçesini bekliyoruz”339
diyerek tezkerenin kabul edilmemesi yönünde iradesini ortaya koymuştur. Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır ise, tezkerenin uluslararası meşruiyeti olmadığını vurgulayarak, tezkere geçmezse demokrasinin güçleneceğini belirtmiştir.

Tezkere oylamasının 27 Şubat’ta yapılması TBMM gündemine alınmıştır. Ertesi gün MGK’nın aylık olağan toplantısı gerçekleştirileceği için Gül başkanlığındaki AKP hükümeti, MGK’dan çıkacak kararı beklemeyi tercih etmiştir.

Bu nedenle tezkere oylaması için Meclis, 1 Mart Cumartesi günü toplantıya çağrılmıştır. MGK toplantısından bir gün önce partisinin Meclis grubunu olağanüstü toplayan AKP lideri Erdoğan, tezkereye olumlu oy verilmesi yönünde milletvekillerine telkinde bulunmuş, ancak bağlayıcı grup kararı alınması için bir
girişimde bulunmamıştır.

28 Şubat’ta gerçekleştirilen MGK toplantısından, tezkereye yönelik herhangi bir karar çıkmamış, toplantıya ilişkin basın bildirisinde sadece “ABD'nin Irak'a olası
askeri müdahalesi konusunda, ABD ile yapılan müzakerelerde ulaşılan sonuçlar değerlendirilmiştir” ifadesine yer verilmiştir.340

Oturumu yöneten Meclis Başkanı Arınç, “Bu karar önünde herkes şapka çıkarmalıdır. Bu tezkerenin tekrar aynı şekilde Meclis'e gelmemesi siyaseten doğru olacaktır” demiştir. Başbakan Gül ise düzenlediği basın toplantısında, “TBMM'nin verdiği karara söyleyecek bir şey yok. Her şey demokratik bir süreç içinde gerçekleşti” ifadesini kullanmıştır. Tezkerenin reddedilmesinin ardından ABD tarafından Türkiye'deki üs ve limanlarda başlatılmış olan modernizasyon
çalışmalarını da askıya alınmıştır.

Irak Savaşı’na gelinceye kadar Türkiye ve ABD’nin Irak konusunda her zaman işbirliği içinde olmasına rağmen, özellikle 1 Mart tezkeresinin kabul
edilmemesi nedeniyle ilişkilerde sorunlu bir dönem başlamıştır.342

9 Mart’taki Siirt seçimlerinde milletvekili seçilerek başbakan olan Erdoğan başkanlığındaki Bakanlar Kurulu, Türk askerinin Kuzey Irak'a gönderilmesi ve ABD uçaklarının Türk hava sahasından geçişlerine izin verilmesine ilişkin yeni bir Başbakanlık tezkeresini 19 Mart’ta TBMM'ye göndermiş ve kabul edilmiştir. 20
Mart günü ise ABD'nin Irak operasyonu, savaş uçakları ve seyir füzelerinin Türk havasından geçerek Irak’ta belirlenen mevzileri vurmasıyla başlamıştır.
Savaş beklenenin aksine kısa bir süre içerisinde sonuçlanmış ve 1 Mayıs’ta Irak savaşının bittiği ABD Başkanı Bush tarafından ilan edilmiştir. Böylece kuzey
cephesi olmadan ABD Irak’la savaşamaz görüşünün bir yanılgı olduğu da ortaya çıkmıştır. Kuzeyde ise beklenildiği gibi Kürtler savaşta ABD’ye yardım
etmişlerdir.343 Savaşın da sona ermesiyle birlikte ABD, destek bulamadığı için Türkiye ile ilişkilerini gözden geçirmeye başlamış; örneğin stratejik ortak ifadesini daha az kullanmaya başlamıştır. ABD'nin tepkisi savaş öncesi başlatılan ekonomik işbirliği toplantılarına da yansımış, projeler rafa kaldırılmıştır.

Haziran ayının ortalarında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Uğur Ziyal ABD’yi ziyaret ederek, ilişkilerin onarılmasına yönelik birtakım adımlar atılması gerektiği
konusundaki hükümet görüşlerini ABD makamlarına aktarmıştır. 

Ziyal burada özellikle Irak konusuna değinerek, Amerika’nın Irak’ta başarılı olmasının Türkiye’nin çıkarına olacağını belirtmiş ve Irak’ta yeniden yapılandırma projeleri konusunda Amerikan yönetimine Türkiye’nin nasıl katkı sağlayacağına dair birtakım öneriler iletmiştir.344 

Öneri paketinde, siyasi ve ekonomik katkı önerilerinin yanı sıra Irak'ta istikrar gücüne katkı önerisi de yer almıştır.

Yetkin, Irak’a Türk askeri gönderme fikrini yeniden öne süren tarafın Türkiye olduğunu ve bu fikrin Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla ortaya atıldığını
belirtmektedir.345 Bu fikrin özellikle 21 Mayıs tarihinde Özkök ve Erdoğan arasında gerçekleştirilen bir toplantıdan sonra ortaya çıktığı ve hem hükümet hem de ordu tarafından 1 Mart’ın telafisi olarak görüldüğü belirtilmektedir. Özellikle Erdoğan, ABD’yle ilişkilerin düzelmesi, Irak’ta söz sahibi olunması ve daha da önemlisi Kuzey Irak’ta PKK varlığı ile mücadele edilmesi için Türkiye’nin ABD ile yeni bir askeri işbirliği yapması gerektiğini düşünmekteydi.

Ancak Kuzey Irak’ta bulunan Kürt grupların verdiği bilgiler doğrultusunda Süleymaniye'deki Türk Özel Timi Bürosu'nu 4 Temmuz günü basan 100 kadar ABD askeri ve kendileriyle işbirliği yapan Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) peşmergeleri, 3'ü subay, 8’i astsubay olmak üzere 11 Türk askerini başlarına çuval geçirerek gözaltına almış ve Kerkük'e götürmüştür. Bu olay Türkiye-ABD arasındaki ilişkilerin çok ciddi bir krize girmesine neden olmuştur.

   Amerikan makamları daha sonra yaptıkları açıklamalarda, Türk askerlerinin Kuzey Irak’ta ABD tarafından kurulmak istenen istikrarı bozmak için gerçekleştirilen sabotaj faaliyetlerinin bir parçası olduğunu belirterek 346, hem Türkiye’nin bölgedeki askeri varlığına yönelik olumsuz tavrını ortaya koymuş, hem de bu varlığın ortadan kaldırılması için Türkiye’ye üstü kapalı bir tehditte bulunmuştur.

Gözaltına alınan Türk askerleri resmi tatilden ve ABD makamlarının işi ağırdan almasından dolayı ancak 2 gün sonra serbest bırakılmış ve olay Türkiye'de
uzun süre tartışılmıştır. Süleymaniye olayı bir anlamda Türkiye’nin Kuzey Irak politikasında bir dönüşüme neden olmuştur. Kuzey Irak’taki Türk – Amerikan
işbirliğinin parametreleri değişmiş, bölgede bulunan Türk askerlerinin bundan böyle Amerikan yetkilileri tarafından sorun çıkarma potansiyeline sahip unsurlar olarak değerlendirileceği bir dönem başlamıştır.347

Bu tarihten sonra Türkiye ile ABD arasındaki krizin boyutu ve önemi hükümet tarafından fark edilmeye başlanmış ve 7 Ekim tezkeresine giden süreç başlamıştır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

4 Aralık 2014 Perşembe

"12 Eylül" ve Amcalarınız






"12 Eylül" ve Amcalarınız 
Serdar Ant

Behiç Gürcihan'a Hatırlatma :
24.09.2012

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

(Açık İstihbarat : Tabi ki o kadar basit değil fakat eleştirilen yazının kapsamı çerçevesinde Serdar Ant'ın aşağıdaki yazısında haklı olarak dile getirdiği konular ele alınmamıştır. Yoksa TSK'nın Mustafa Kemal'in askerlerinden NATO'nun ordusuna evriminin ele alınması gereken yüzlerce miladı sayılabilir.)


Behiç Gürcihan’ın “Tolga Örnek'e Açık Mektup: Her Sakallıyı Hacı; Her Üniformalıyı Amca Zannetme” (Açık İstihbarat, 22.9.2012) başlıklı yazısını kâh içim burkularak kâh gülümseyerek okudum.

Öncelikle belirtmeliyim ki Behiç Gürcihan’ı tanımam. Bir kere bile olsa bir araya gelip konuşmuşluğumuz, herhangi bir tanışıklığımız yok. Açık İstihbarat isimli sitede yayınlanan yazılarını okurum ara sıra… Gazeteci Fatma Sibel Yüksek ile evli olduğunu, Ergenekon davası kapsamında bir ara gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldığını, ama şu anda tutuksuz yargılandığını biliyorum, o kadar… Onun Tolga Örnek’le olduğu gibi, kendisiyle bir ortak geçmişimiz de yok tabii… 

Benim de babam bir askerdi, ama ben “paşa çocuğu” değilim. Geçmişte babamın görevi nedeniyle yurtdışında, mesela Napoli’de bulunma imkânına sahip olamadığım için, “İtalya’nın nimetlerinin peşinden koşma” gibi bir durumum da olmadı hiç… Ama çocukluk ve gençliğimin tamamı Gölcük gibi bir ortamda geçtiğinden askeriyeyi biraz da olsa bilirim. Bu bağlamda Tolga Örnek’i ve ailesini, uzaktan da olsa tanıdığımı söyleyebilirim.

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e açık mektubunu yazarken Napoli günlerinden ve eski Yugoslavya’nın parçalandığı dönemden bahsediyor. 

Öyle anlaşılıyor ki tanışmaları ve arkadaşlıkları o yıllara dayanıyor. Yani 1990’lı senelere… O yılları 20’li yaşlarda delikanlılar olarak yaşamış olmalılar. Gürcihan, 

“Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken, bizim güle oynaya İtalya'nın nimetlerinin peşinde koştuğumuz günler…” 

dediğine göre, o dönemde dünyada olan bitene karşı kaygısız kaldıklarını, daha doğrusu bugün olduğu gibi bir bilince sahip olmadıklarını da itiraf etmiş oluyor bir bakıma. Bir tür özeleştiri yapıyor kendince… Bunu eleştirmek için yinelemiyorum. 

Ama çocukluk ve gençlik yıllarımızda hangimizin dünya umurundaydı ki? Hele ki “İtalya’nın nimetleri” ayaklarınızın altına serilmişken kim takar Yugoslavya’yı? Babanız Washington’da askeri ateşe ise, Türkiye’de olup bitenler sizi çok mu ilgilendirir sanki? Neyse…

Benim Tolga Örnek’i ve ailesini “tanımam” ise daha eskiye dayanıyor. 

1970’li yılların ikinci yarısı, 1980’lerin başına… 12 Eylül öncesi ve sonrasının karanlık yıllarına yani… Aslında buna “tanımak” denilebilir mi, bilmiyorum. Tolga Örnek daha kısa pantolonla dolaşırken, aynı mahallede ve aynı apartmanda oturmuştuk Örnek ailesiyle… Ben ve kardeşim, Tolga ve Burak’tan 5-6 yaş kadar büyüktük, ama aynı okula aynı askeri servislerle gittik, Yüzbaşılar Mahallesi’nin sokaklarında koşturduk durduk, bağlardan kiraz aşırdık, 8. Sokak’ın o ünlü deresinde oyuncak “kayık” yarıştırdık. Dünyadan bîhaber olduğumuz çocukluğumuzun o avare yıllarında, yaşamımız kısa bir dönem de olsa çakıştı Tolgalarla...

Özden Örnek, daha o yıllarda parmakla gösterilen bir subaydı. 

Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, o seneler binbaşı ya da yarbay idi galiba, ama geleceğin Deniz Kuvvetleri Komutanı olacağı söylenirdi hep… Öyle derlerdi, biz çocuklar da büyüklerimizin konuşmalarından duyardık bu lafları. Kimi günler, gecenin bir saatinde apartmanın kapısı önünde bir askeri aracın durduğunu ve o saatte Özden binbaşıyı alıp gittiğini görürdük. Kısacası parlak bir subaydı, soyadı gibi “örnek” bir askerdi.

Eşi “Sevil teyze” de anımsayabildiğim kadarıyla “burnu Kaf dağında” bir insan değildi. Sonradan bu alçakgönüllü yapısı değişti mi, bilmiyorum. Ama askerlerin dünyasında subay ve astsubay aileleri arasında nasıl bir “uçurum” olduğunu o ortamda yaşayanlar gayet iyi bilirler. Buna rağmen benim anımsadığım “Sevil teyze” böyle bir insan değildi. Annemlerle görüşürler, karşılıklı ev gezmelerine gelip giderlerdi. Bayramlarda ziyaretimize de gelirlerdi, aradaki rütbe farkına falan bakmadan…

Biz çocuklar, böyle bir ortamda büyüdük işte… Türkiye kan ve ateş denizinde çalkalanır, her gün 15—20 kişi “anarşi ve terör” ortamında can verirken, bizler böyle bir sahte cennette yaşıyorduk. 

Ne “sağ”dan haberimiz vardı, ne “sol”dan… 

Hatta Türkiye’de olup bitenleri bile bilmezdik. Hem yaşımız böyle şeyleri anlamak için çok küçüktü, hem de yaşadığımız ortam bunların bize ulaşmasını engelliyordu. 

Türkiye’nin içine sürüklendiği bu batağın, Behiç Gürcihan ve Tolga Örnek’in babalarının 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” yaşananların bir ön habercisi, belki de bir provası olduğunu o yıllarda nereden bilebilirdik ki? 

Türkiye’nin bir “istikrarsızlaştırma operasyonu” ile nasıl faşizme sürüklendiğini, generallerin müdahale için koşulların olgunlaşmasını nasıl sabırla beklediklerini, 12 Eylül darbesiyle olacaklardan, darbenin gerçekleşmesinden çok önce Amerikan askeri kaynaklarında nasıl bahsedildiğini yıllar geçtikten sonra öğrenebildik ancak…

Behiç Gürcihan, Tolga Örnek’e yazdığı açık mektupta “TSK'nın bittiği an, babanın mahkûm edildiği an değildir” diyor ve ekliyor:

“Ben sana TSK'nın bittiği anları hatırlatayım. Sizlerin o yere göğe sığdıramadığı, özel sohbetlerinizde çok büyük adam olarak lanse ettiğiniz Hilmi Özkök, askerinin başına çuval geçiren ABD büyükelçisini ballı börekli Genelkurmay'da ağırladığı gün TSK bitti... "Amca" dediğin Yaşar Büyükanıt, Bush'un konuşmasını dinlemek için Ortaköy'de Bush'un korumalarına elini açıp kontrol ettirdiği gün bitti... Sizlere desteğini hiç bir zaman esirgemeyen Çevik Bir, bu ordu ile milletin arasına 28 Şubat'la Cumhuriyet tarihinin en karanlık perdesini çektiği gün bir kez daha bitti TSK…”

İnsan, şu satırları okuyunca sormadan edemiyor:

Bu kadar basit mi?

Behiç Gürcihan, bugün, 1990’larda olduğu gibi “İtalya’nın imkânlarının peşinde koştuğu” yıllarda değil artık. Dediği gibi, “o günler geride kaldı.” Belki o yıllarda, bugün olduğu kadar bilinçli ve duyarlı bir insan değildi. Ama bugünkü Behiç Gürcihan için aynı şey söylenebilir mi? 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül’de nasıl bir rol oynadığını görmezden gelerek “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” şeklindeki sığ bir değerlendirmeyle gelişmeleri açıklamaya çalışmak, Tolga Örnek’a “açık mektup” yazan Behiç Gürcihan’ı inandırıcılıktan yoksun kılar, o kadar... 

Hatta ne 12 Eylül’ü, TSK’nın bitiriliş öyküsünü çok daha gerilere uzatmak da olasıdır. Ve eminim ki bu sürecin dönüm noktalarını Behiç Gürcihan da en az benim kadar iyi bilmektedir.

Dünya askeri darbeler literatürüne “bizim çocuklar” (our boys) olarak geçen 12 Eylül’ün faşist generalleri kimi temsil ediyorlardı ki?

12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter’ı arayan Dışişleri Bakanı, 

“Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti” derken, kimi kastediyordu acaba?

6 Kasım 1983 seçimlerinden hemen önce Türkiye’ye gelen ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşmede 

“Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır” derken ne demek istiyordu acaba?

ABD Başkanı Jimmy Carter’ın, 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir’e söylediği 

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin, iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekâtı olmasaydı, bu mümkün olmazdı” şeklindeki sözleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne zaman bitirildiği konusunda bir fikir vermiyor mu acaba?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bitirilmesi ve “milletin ordusu” olmaktan çıkıp bir “NATO kuvveti” haline gelmesini içeren süreçte, Behiç Gürcihan için 90’lı yıllar öncesinin bir önemi yok mu peki? 

Tolga Örnek’e seslenirken Hilmi Özkök’ten, Yaşar Büyükanıt’tan, Çevik Bir’den bahsediyor ve bu generallerin oynadığı rolü eleştiriyor. İyi de bu paşalar 90’lı yıllar öncesinde ne yapıyorlardı? Ay’da mı yaşıyorlardı!

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Harekât Başkanlığı’nda çalışıyordu. Ne yapıyordu orada? 

Darbenin nasıl yapılacağı, kimlerin gözaltına alınacağı, nerelerde işkence tezgâhları kurulacağı, kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı, milletin anadilinin nasıl yasaklanacağı ve daha böyle bir sürü “ince” işin planlamasıyla mı ilgileniyordu acaba? 

“Bizim çocukların” lideri Kenan Paşa, yıllar sonra gazeteci Yavuz Donat ile yaptığı söyleşide Yaşar Büyükanıt hakkında şunları söylüyordu:

“Henüz ihtilal yapmamıştık... Ben Genelkurmay Başkanıydım... Yaşar Paşa, yarbay rütbesi ile Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda çalışıyordu... Dikkatimi çekti... Ve yanımdaki komutanlara dedim ki: Bu yarbaya dikkat edin... İstikbal vaat ediyor... İleride büyük komutan olacak."

Kenan Paşa’nın, Behiç Gürcihan’ın hedef tahtasında olan Hilmi Özkök için verdiği referans da sağlam:

“1980'de biz ihtilali yaptığımızda, Hilmi Paşa, yarbay rütbesindeydi... Milli Güvenlik Kurulu'nda görev yaptı. Çok sevdiğim bir komutan... Çalışkan, bilgili... İyi yabancı dili var. Deneyimli.”

Çevik Bir’e ise hiç değinmiyorum. 12 Eylül döneminde Kenan Evren’in yaveri olarak görev yaptığını gösteren fotoğrafları daha birkaç ay önce basında hepimiz gördük.

Behiç Gürcihan Tolga Örnek’e yazdığı mektupta, 1990’lı yılları kastederek “Babalarımız NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'yı parçalarken” diyor… 1990’da bunları yapan babalarınız, 1980 darbesinde neler yapıyordu peki?

Behiç Gürcihan, bu konuda bir açıklama yapar mı bilmiyorum, ama 12 Eylül öncesi ve sonrasında, örneğin Özden Örnek’in hangi görevlerde bulunduğunu özgeçmişinden öğrenebiliyoruz:

“1978'den itibaren iki yıl süre ile Donanma Komutanlığı Harekât ve Eğitim Şube Müdürü olarak çalıştı. 1982'de ABD Deniz Komuta Kolejinden mezun oldu. 1982'de yılında Albay olan Örnek, aynı yıl Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Harekât Şube Müdürlüğüne atandı.”

Hiçbir yorum yapmıyorum!

Bugün Balyoz operasyonu ve davası ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir temizlik yapıldığından ve “Mustafa Kemal’in askerleri”nin Türk ordusundan tasfiye edildiğinden, “kangren olan kolun” kesildiğinden bahsediliyor. Gel de sorma şimdi:

Kimdir bu “Mustafa Kemal’in askeri” olanlar?

12 Eylül döneminde Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök, Çevik Bir gibi geleceğin “parlak” subaylarıyla beraber aynı kurmay kadrosunu oluşturanlar mı? 

ABD’nin “bizim çocuklar” (our boys) olarak tanımladığı beş generalin, 12 Eylül faşist darbesi sırasında gözü kulağı, eli ayağı değil miydi bu kişiler? 

Balyoz davasında yargılananların ya da 1990’larda “NATO emrinde AFSOUTH karargâhından Yugoslavya'nın parçalanmasında” görev alanların, 12 Eylül döneminde nerelerde, neler yaptığına bir bakılsa, oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşılır herhalde… 

Örneğin, birkaç yıl önce Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Org. Işık Koşaner’in 1978’de Kara Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra Özel Kuvvetler Komutanlığı emrinde kurmay subay olarak çalışması gibi… 

Ne ilginçtir ki, 12 Eylül ve darbe soruşturması yapanlar, Işık Paşa’nın o yıllardaki deneyimlerine ve tanıklığına başvurmuyorlar nedense…

Bugünlerde bir “Mustafa Kemal’in askerleri” lafıdır gidiyor. 

İyi de “Mustafa Kemal’in askeri” olarak tanımlanan bu generallerin ağzından en son ne zaman “ya istiklal ya ölüm” sözünü duydunuz? 

Bu paşaların görev yaptıkları süre içinde, Anadolu’nun göbeğine kurulmuş Amerikan üslerine karşı en ufak bir tepkisi oldu mu? 

“NATO’ya karşı en ufak bir eleştirileri oldu mu?” diye sormuyorum, çünkü hepsi NATO karargâhlarında görev yaparak, ABD’deki Askeri Kolejlerde ya da Kraliyet Akademilerinde eğitim alarak yükseldiler ordu içinde… 

Türkiye’nin AB’ye üye yapılacağı masalıyla ekonomide, siyasette, hukukta, dış politikada, kısacası yaşamın her alanında ödün üstüne ödün vererek AB kapısında uşak yapılmasına karşı en ufak bir karşı çıkışı oldu mu, bu “Mustafa Kemal’in askerlerinin”? 

Türkiye ekonomisi Dünya Bankası memurlarına teslim edilip IMF reçetelerinin uygulanması sonucu milyonlarca insan açlık ve sefalet denizinde kulaç atar hale düştüğünde, başta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ana ikmal kaynağı olan TÜPRAŞ olmak üzere kamu varlıkları bir avuç asalağa peşkeş çekilirken bu paşaların aklına “Mustafa Kemal’in askeri” olmanın gerektirdiği sorumluluk geldi mi hiç? 

MGK toplantılarında bu konularda eleştirel tek söz ettiler mi mesela? 

OYAKBANK satılırken bile susulmadı mı? 

“Mustafa Kemal’in askeri” olanlar, silah arkadaşları Org. Bitlis’in kuşkulu bir kaza ile yaşama veda etmesine hiç tepki gösterdiler mi?

Muavenet batırıldığında neden mezar gibi sessizdiler? Kuzey Irak’taki kukla devleti kuran Çekiç Güç, Anadolu’nun göbeğinde konuşlandığında, her 6 ayda bir, bu emperyalist kuvvetin görev süresinin uzatılması için MGK’da onay verenler bu “Mustafa Kemal’in askerleri” değil miydi? 

Türk askerinin terörist yatağı Kuzey Irak’a adımını atması yasaklanmışken, Afganistan’dan Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada ABD’ye taşeronluk yapmasını sineye çekenler kimlerdi?

Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri’nde bir tasfiyeden bahsediliyor.

Peki, 12 Eylül döneminde, Atatürkçü ve solcu kaç subay atıldı TSK’den? 

Bugün gerçekleşen tasfiyeyi şimdi birileri nasıl seyrediyorsa, Yaşar Büyükanıtlar, Hilmi Özkökler, Çevik Birler de 12 Eylül döneminde Atatürkçü ve solcu subay kıyımını seyretmediler mi? 

Büyük bir ihtimalle o listelerin hazırlanmasında bile rol oynamışlardır!

İşte şimdi tasfiye edilenler de, 12 Eylül’de Özköklerin, Büyükanıtların silah ve dönem arkadaşı olan kurmaylar değil miydi? Bugün de tasfiye edenler tasfiye ediliyor! 

Kısacası sustunuz, sıra size de geldi en sonunda!

Ve bütün bu olanlara rağmen, Behiç Gürcihan “TSK "biteli" 10 seneyi geçti” diyor! 

Hangi 10 sene? Bilgi dağarcığınızda ve belleğinizde “12 Eylül” diye bir olay yok mu sizin?

Atatürk, 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ordusu, istilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti olmaktan münezzehtir. İnsanca ve müstakil yaşamaktan başka gayesi olmayan milletin aynı ideale bağlı ve yalnız onun emrine tabi ve sadık öz evlâtlarından mürekkep muhterem ve kuvvetli bir heyettir” 

diyordu. Oysa artık Yugoslavya’dan Afganistan’a, Lübnan’a kadar uzanan coğrafyada emperyalizme hizmet sunan Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece son 10 yıldır değil, çok daha uzun bir süredir milletin ordusu değildir ne yazık ki… 

“İstilâlar yapmak veya saltanatlar kurmak için şunun, bunun elinde ihtiras aleti” haline getirilmiştir. 

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” olmaktan çıkışı, Behiç Gürcihan ile Tolga Örnek’in “İtalya yıllarının” da, hatta benim çocukluk dönemimin de gerisine uzanır. 

Ama bugünkü iktidar savaşını yerli yerine oturtmamızı sağlayacak bu arka planı görmezden gelir ve hikâyeyi sadece 10 yıl öncesinden başlatırsanız, sonunda “amcalarınıza” tepki göstermenin de ötesine geçemezsiniz! Oysa bütün o “amcalar”, ABD’nin “bizim çocuklar” takımının üyesidirler.

Madem babalarınızın Yugoslavya’nın parçalanmasında rol oynadığını kabul edecek kadar gerçekçi bir bakışa eriştiniz, o zaman o “amcalar” ve 12 Eylül döneminde silah arkadaşı olan günümüzün “Mustafa Kemal’in askerileri”(!) o dönemde neler yaptıklarının, daha doğrusu ne tür olayların yapılmasına tanık ve aracı olduklarının da hesabını versinler.

Açık İstihbarat @ 2012
Kaynak: Serdar Ant - bellek2009.blogspot.com

 http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=10175