11 Ocak 2020 Cumartesi

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)* BÖLÜM 1

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)*  BÖLÜM 1





Fehim KURULOĞLU** 
Karadeniz Araştırmaları 
XIV/54 -Yaz 2017 -s.191-208 
Makale gönderim tarihi: 28.04.2016 
Yayına kabul tarihi: 01.06.2016 
** Arş. Gör. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta: 
fehim.kuruloglu@gop.edu.tr. 
Fehim Kuruloğlu 



ÖZET 

Dünyanın her yerinde devletlerin takip ettiği dış politikalar çıkarlar 
doğrultusunda zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarına bakıldığında bunun örneklerine 
rastlamak mümkündür. Kuruluş döneminde bölgesel paktlar 
ve saldırmazlık anlaşmaları ile ulusal güvenliğini ve bağımsızlığını 
korumaya çalışan Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki 
kutuplu dünyada yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle hem Ortadoğu 
hem de Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde bir takım kopmalar oluşmuştu. 
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi 
Ortadoğu ülkeleriyle, son dönemlerinde de Sovyetler Birliği ile ilişkileri 
geliştirmeye çalıştıysa da istenen sonuçlara ulaşılamadı. 27 Mayıs 
1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrası dış politikada bir eksen 
kaymasının yaşanmayacağı vurgusu yapılsa da, kamuoyunda dış politikanın 
yapısı ile ilgili tartışmalar başlamıştı. 1962 yılında patlak veren 
Kıbrıs hadiseleri bu tartışmaların pratiğe dönüşmesine yardımcı 
olurken, müttefiklerinden istediği desteği bulamayıp yeni arayışlara 
giren Türkiye yönünü yeniden Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne dönmüştür. 
Bu çalışma; Türk dış politikasındaki bu kırılma anını merkez alarak Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusundaki çabalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Irak’la yaşadığı sınır sorunları, Mısır’daki Nasır yönetimiyle münasebetler, yeni bağımsızlığını kazanan üçüncü dünya ile ilişkilerin geliştirilmesi ve kuzeydeki süper güç Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler ele alınmıştır. 

Bu Makale Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD’de sunulan “1960-1965 Yılları Arası Türkiye’de Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Hayat” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir. 

Cumhuriyetin ilanından sonra Türk dış politikasının temel hedefi kendi 
kaderine hâkim, bağımsız milli bir devlet kurmaktı. Dönemin en büyük güçleri 
olan İngiltere ile Irak’tan, Fransa ile Suriye’den, İtalya ile On İki Adalar’dan, 
Sovyetler Birliği ile de Karadeniz’den ve doğudan sınır komşusu olan Türkiye bir taraftan Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, diğer taraftan da bölgesel ve ikili anlaşmalar çerçevesinde güvenliğini sağlamaya çalışmıştı (Gönlübol vd 1997:147). 

Atatürk’ün vefatı akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca 
tarafsız kalma çabasını sonuna kadar başarıyla yürüten İnönü “Şefliğindeki” 
Türkiye, bir yandan savaşın beraberinde getirdiği olumsuz ekonomik, 
sosyal şartların üstesinden gelmeye çalışırken, öte yandan uluslararası 
arenada siyasi olarak pozisyonunu yeniden belirlemeye çalışmıştır. Bu 
çerçevede Atatürk dönemi dış politikasının temel unsurlarından olan taraf-
sızlık politikası, 1939 Ekim’inde İngiltere ve Fransa’yla yapılan üçlü ittifak 
anlaşması ile bozulmuş ve böylelikle Türkiye 6 yıl sonra yapacağı tercih ile 
ilgili ilk sinyalleri o tarihte vermişti (Ekinci 2002:707). 

1945’ten itibaren meydana gelen gelişmeler 1950’lerde dünya devletlerini 
iki büyük devletin çevresinde birleştirerek iki ayrı bloğa ayırdı. 

1950’den sonraki dönemde ise bloklara dâhil olan devletler küresel iki güçten 
birini seçerek bunlarla ikili veya kolektif anlaşmalar imzalamaya başladılar. 
Bu durum ABD ve SSCB’nin kendi eksenindeki devletler üzerindeki 
etkisinin ve kontrolünün artmasına vesile oldu (Uçarol 1995:673). 

II. Dünya Savaşı’nın galibi olan Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki etkisini 
daha da arttırmak için yeni birtakım tekliflerle Türkiye’nin karşısına 
çıktı. Bu noktada Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki 1925 Andlaşması’nın 
Sovyetler lehine tadili ve tavizler söz konusu oldu. 17 Aralık 1925’te 
Paris’te Chicherin ve Tevfik Rüştü Aras tarafından üç yıllığına imzalanan ve 
feshedilmediği müddetçe her sene yenilenen “Tarafsızlık ve Saldırmazlık 
Andlaşması”, 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği 
notaya kadar yürürlükte kaldı. Notada Sovyetler, anlaşmanın II. Dünya 
Savaşı sonrası ortaya çıkan duruma uygun olmadığını ve ciddi surette geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmişti (Gönlübol vd 1969:206). Tıpkı Birinci 
Dünya Savaşı sonrası kurulan Locarno düzeninde Batılıların Türkiye’yi 
Rusya’ya yaklaştıran tavırları gibi Rusya’nın 1925 Andlaşmasını gözden 
geçirme talebi de Türkiye’nin dış politikada yeni açılımlara gitmesine ve 
Batı ekseninde “kayıtsız-şartsız” yer almasına neden oldu. 

Bu süreçte tercihini ABD’nin başını çektiği Batı ittifakında kullanan 
Türkiye’nin dış politikadaki ana hedefi Batı dünyasındaki siyasi, askeri ve 
ekonomik ittifaklara üye olmaktı. Dolayısıyla 1950’de iktidarın değişmesi 
herhangi bir farklılık yaratmamış, aynı yıl Kore’de patlak veren savaş NA-
TO’ya girme arzusunda olan Türkiye için büyük bir fırsat doğurmuştu (Akkaya 
2012:16). Kore Savaşı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu NA-
TO’ya üyeliğin yolunu açması oldu. Uzun zamandır Batı ile ittifak arayışındaki 
Türkiye, böylelikle hem maruz kaldığı Sovyet baskısını hafifletmiş hem 
de iç politika açısından Menderes hükümetinin hanesine olumlu bir gelişme 
olarak kaydedilmişti (Bulut 2008:40). 

Türkiye NATO’ya girdikten sonra İngiltere’ye verdiği sözler doğrultusunda 
bir yandan Ortadoğu ile ilgilenirken, öte yandan ABD’nin teşvikiyle 
Balkanlar’da birtakım politik hamlelere girişti. Sovyetler Birliği’nden kopan 
Yugoslavya’nın Batı ittifakı içine çekilmesi ve bu çerçevede güvenliğinin 
nasıl sağlanacağı düşünüldüğünde Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın 
bir çatı altında bir arada tutulması öngörülmüştü. Bu doğrultuda 1954 yılında 
imzalanacak olan Balkan Paktı’nın temelleri atılmış, adı geçen ülkeler 
kısa ömürlü olacak bir işbirliğine girmişlerdi (Bilge vd 1969:255). Böyle bir 
paktın kurulması Sovyetlerin ve dolayısıyla Bulgarların tepkisini beraberinde 
getirdi ve yaptıkları açıklamalarda bu girişimlerin İngiliz-Amerikan 
emperyalizminin uzantıları olduğunu iddia ettiler (Yeşilbursa 2009:156). 
İngiliz kaynaklarına göre de bu dönemde DP iktidarının uyguladığı dış politika 
CHP idaresine benzer olmakla beraber, Sovyet etkisi nedeniyle kaçınılmaz 
olarak daha çok İngiliz-Amerikan eksenine sürüklenmekteydi. Bu 
haliyle Türkiye bir taraftan Balkan Paktı, diğer yandan Ortadoğu’da etkin 
olma çabalarının yanı sıra jeopolitik önemi, toplumsal yapısı, askeri gücü ve 
yönetim istikrarı açısından İngilizler ve dolayısıyla Batı için büyük öneme 
sahipti (Doğaner 2006:233). 

Balkanlardan sonra sıra büyük planda olduğu gibi Ortadoğu’ya gelmişti. 
II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Ortadoğu’nun hâkimi konumundaki 
İngiltere için Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. İngilizlere göre; Türkiye 
hem coğrafik, hem de kültürel açıdan hem Avrupalı hem de Arap olmayan 
istikrarlı, yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal standartlara sahip, bölgeye rol 
model olabilecek bir ülkeydi. Türkiye sahip olduğu bu yapı ve tarihsel birikim 
ile komünizm tehlikesine karşı önemli bir direnç noktası teşkil etmekteydi. 
Bu çerçevede İngilizler için dostluğu yitirilmemesi gereken ülkelerden 
biri idi (Bilgin 2007:237). İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren uzun 
zamandır atıl bir halde olan Türk-Arap ilişkilerini canlandırmak isteyen 
Demokrat Parti hükümeti için Batı’nın desteğiyle bölgede Sovyet tehdidine 
karşı kurulacak bir yapı bulunmaz nimetti. 1955 yılına kadar süren görüşmeler 
neticesinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan’ın bir araya gelerek 
oluşturduğu Bağdat Paktı dönemin önemli gelişmeleri arasında yer 
almıştır. ABD eksenli politikaların bir yansıması olan pakt ile Amerika komünizm 
tehlikesine karşı Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan savunma zincirini 
tamamlamış oluyordu (Ekincikli 2002:249). Ancak Türkiye’nin Batı ile 
olan bu münasebetleri Ortadoğu’da olumlu sonuçlar vermezken, pakt nedeniyle 
Türk-Arap dostluğu sarsılmış, bölgedeki Türkiye imajı daha da kötüye 
giderken, Batılıların isteklerinin aksine Sovyetlerin bölgeye yerleşmesi kolaylaşmıştır (Bostancı 2013:182). 

1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinin 
inişli-çıkışlı, zaman zaman yakınlaşan, zaman zaman da birbirinin 
zıttı yönde gelişen durumlar yaşandığı görülmektedir. Bu dönemde bölge ile 
ilgili politikalara yön veren önemli gelişmeler yaşandı. Bağdat Paktı, İsrail’in 
tanınması, Süveyş Krizi, Ürdün Meselesi ve Suriye’de cereyan eden karışıklıklar 
bölge ülkeleri ile Türkiye’nin arasındaki mesafenin açılmasına neden 
olmuştur. Bunun sebebi olarak da DP’nin Soğuk Savaş mantığı çerçevesinde 
ülke çıkarlarını ABD ekseninde görüp ona uygun politikalar uygulaması 
gösterilmektedir (Duran vd 2013:125). 

Demokrat Parti iktidarının son döneminde yaşanan en önemli dış politik 
hadiselerden biri Suriye ile cereyan eden kriz olmuştur. Tarihsel arka 
planına bakıldığında bir güvensizliğin zaten mevcut olduğu Suriye-Türkiye 
ilişkilerindeki gerginlik 1957 yılına gelindiğinde iyiden iyiye su yüzüne 
çıktı. Suriye’de her geçen gün artan Sovyet etkisine dikkatleri çeken Türkiye, 
kuzeyindeki Sovyet tehlikesinden sonra güneyinde de aynı durumla 
karşı karşıya kalmak istemiyordu. Uluslararası güç dengeleri açısından soruna 
bu şekilde yaklaşılabileceği gibi, DP iktidarı konuyu diğer taraftan bir 
iç politika malzemesi şekline sokmuştu. O tarihlerde artan ekonomik bunalımın 
kamuoyu üzerindeki etkisini Suriye’ye yapılması istenen bir harekâtla 
dağıtmak isteyen hükümet, dış politik mevzuları iç politikaya alet etmekteydi. 
Bunda da kısmen başarılı olan hükümetin 1957 seçimleri sonrası krizin dozunu azalttığı ve herhangi bir müdahalede bulunmaksızın konunun gündemden kalktığı görülür (Baş 2012:107). 

1950’lerin ikinci yarısı Türk dış politikası açısından hareketli olmuş, 
Soğuk Savaş ekseninde şekillenen, Batı’ya endeksli politikalar ikinci yarının 
sonlarında yerini denge ve yumuşama politikalarına bırakmıştı. Demokrat 
Parti’nin ilk yıllarında kayıtsız-şartsız ABD ekseninde yürüyen politikaları 
değişen dünya şartları ile beraber dönüşmeye başlamıştı. Batı’nın Sovyetlerle 
işbirliğine girmesi, Türkiye’nin yanı başındaki süper güce kayıtsız kalmasının önüne geçmiş, bu çerçevede 1959 yılında Türk-Sovyet yakınlaşması 
gündemi meşgul etmişti. Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı olmasına 
karşılık böyle bir girişimde bulunması ABD’li yetkilileri doğal olarak 
rahatsız etse de Türk çıkarları açısından elzemdi. ABD’nin kaygısının temelinde 
Türkiye’nin kendi çizgilerinden ayrılması sonucu dalga dalga diğer 
bölge ülkelerinin de etkilenip Ortadoğu’daki etkisinin aşınması yatmaktaydı. 
Türk dış politikasının ekseninde kati bir kayma olmasa da önemli bir 
değişimi ifade eden bu açılım sonraki yıllarda spekülasyon konusu yapılmış 
ve dolayısıyla 27 Mayıs müdahalesi ile bağlantılar kurulmak istenmiştir 
(Seydi 2011:13-14). Ancak 1960’lı yıllardaki Türk dış siyasasına bakıldığında 
1959’da başlayan değişim ve dönüşümün sürdüğü net bir şekilde görülebilecektir. 
Nitekim Çakır’ın da belirttiği gibi Amerikalıların konumu Türkiye’de 
iktidar ve muhalefete yakın mesafede olup, iktidar değişmesi durumunda 
değişimin Türkiye’nin Batı ittifakına bağlılığında bir zayıflama olup 
olmadığı yönündeydi (Çakır 2004:61). 

1950-1960 yılları arasında dış politik gelişmeler genel olarak değerlendiril diğinde, Türkiye’nin tarihsel ve konjonktürel olarak uluslararası arenada Batı yanlısı pozisyon almaya çalıştığı ancak bunu yaparken ulusal çıkarlar açısından bilhassa ABD’ye verilen tavizlerde ve imkânlarda kaba ifadeyle kantarın topuzunu biraz kaçırdığı görülebilmektedir. Batı bloğuna kayıtsız şartsız dâhil olma politikası ilerleyen yıllarda iflas etmiş, dolayısıyla iktidarın son günlerinde olduğu üzere Sovyetlere ve Bağlantısızlara karşı yaklaşımda bir yumuşama olmuştur. Moskova’ya yapılması planlanan ziyaretler, Hindistan Devlet Başkanı Nehru’nun Türkiye’ye gelmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. 

Arap ülkeleriyle kurulmak istenen sıcak ilişkiler istenilen seviyede olamamış, Türkiye’nin ABD ve İngiltere eksenli politikaları bölge ülkelerinin muhalefeti ile karşı kaşıya kalmış, Menderes hükümetlerinin son döneminde Suriye’ye asker göndermeye varacak kadar ilişkiler gerginleşmiştir. Sonuç olarak bu dönemde yürütülen dış politika ile Türki-ye’nin geleneksel tarafsız kalma politikaları terk edilip daha aktif ve operasyonel politikalar yürütülmeye çalışılmış, bunların kimisinde başarılı olunurken, kimisinde de istenilen neticelere ulaşılamamıştır. 

Dış Politikada Yeni Arayışlar: Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Münasebetleri 

27 Mayıs darbesi sonrası Türk dış politikasında köklü olmasa da bir reform 
yapılması gerektiği yönünde ülke genelinde yaygın bir kanaat oluşmuştu. 
Bu değişimin ilk ayağı uzun süredir akim kalmış olan Ortadoğu devletleri ile 
ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılması olmuştur. Bu çerçevede özeleştiri 
yapılmaya çalışılsa da darbe ertesi bir dönem olması sebebiyle fatura 
genellikle sabık iktidara kesilmişti. DP dönemi dış politika anlayışını eleştiren 
Balkan, bu dönemde uygulanan yanlış politikalar sonucu çevrede dost 
bir ülke kalmadığını, kayıtsız şartsız Batı yanlısı izlenen tutum ve uluslararası 
arenada Batı tezlerinin savunuculuğunun ve sözcülüğünün yapılmasının 
hem Afrika hem de Asya ülkeleri nezdinde Türkiye’nin itibarını sarstığını, buna 
karşılık ise Batı’dan herhangi bir menfaat sağlanamadığını belirtmiştir 
(Balkan 1960a). Türkiye’nin Atatürk sonrası dış politika uygulamalarını 
eleştiren Balkan, bilhassa Ortadoğu politikalarının artık işleyemez 
halde olduğunu, son yıllarda Nasır düşmanlığı, Nuri Sait Dostluğu ve Bağdat 
Paktı politikalarının Türkiye’nin çıkarlarından çok Batı’nın çıkarlarını koruma 
amacında olduğunu, emperyalizmle mücadele eden ülkelere ilham 
kaynağı olan Türkiye’nin bu politikalarının bölgeden kopmasına neden 
olduğunu vurgulamıştır (Balkan 1960b). Darbe sonrası kurulan geçici hükümet 
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istemekteydi. Bu çerçevede 
sembolik olarak DP döneminde İsrailli bir şirketle yapılan tütün anlaşmasını 
feshetti (Son Havadis, 21.08.1960). MBK idaresinden Arap dünyasına 
sıcak mesajlar verilmesine rağmen bu açılım, Nasır egemenliğindeki Mısır’ın 
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma yoluna giderek Irak ve Suriye’yi 
kontrolü altına almaya çalışması nedeniyle yerini gerginliğe bıraktı. Nasır’ın 
Hatay’ın ilhakı ile ilgili söylediği sözlere karşılık veren Devlet Başkanı Cemal 
Gürsel İskenderun’da yaptığı açıklamada: “Hatay’a uzanacak her el kırılacaktır” 
diyerek muhataplarına gözdağı vermişti (Milliyet 30.07.1960).1 

1961’in sonları dünya politikaları açısından oldukça hareketli geçmiştir. 
Hindistan’ın Portekiz sömürgesi olan Goa’yı ilhak etmesi ve buna Birleşmiş 
Milletler ile Portekiz’in karşılık verememesi, Irak lideri Kasım’ın 
Kuveyt üzerinde benzer planlar kurmasını kolaylaştırırken, Lübnan’da da 
bir askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte sömürgelerde 
ve Ortadoğu’da yaşanan hareketlilikler İngiliz donanmasının da bölgeye 
sevk edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Irak merkezi hükümetiyle 
kuzeydeki Kürtler arasında çatışmalar artmış, bunun üzerine Türkiye sınır 
güvenliğini arttırıcı tedbirlere başvurmuştu (The Times, 30.06.1962)2. Bu 
dönemde Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle merkezi idare arasında yaşanan 
çatışmaların Türkiye sınırına da sıçraması Türkiye’nin Arap ülkeleriyle 
geliştirmek istediği ilişkileri yaralayan bir hadise oldu. 1962 yılında Irak 
Hava Kuvvetleri’ne ait iki adet F100 savaş uçağının Şemdinli’de konuşlu 
Jandarma Alayı’na bir saat müddetle saldırıda bulunması sonucu, 2 Türk 
askeri şehit olurken bir asker yaralanmıştı. Olayın Ankara’da duyulması 
üzerine Irak hükümetine protesto telgrafı çekildi (Milliyet, 16.08.1962)3. 

Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada olaydan sonra Türk 
Hava Kuvvetlerine ait uçakların Irak sınırında devriye görevine çıktıkları 
belirtildi (The Times, 16.08.1962). Yaşananlar bununla da sınırlı kalmayıp 
benzer bir durum birkaç gün sonra tekerrür etti. Irak uçaklarının Türk sınırına 
yaklaşması üzerine harekete geçen Türk savaş uçakları bir adet MIG 
tipi Irak savaş uçağını düşürdü. 16 Ağustos günü üç Irak savaş uçağının yine 
Türkiye-Irak sınırındaki köylere yangın bombaları ve makineli tüfeklerle 
saldırmaları sonucu Türk jetleri bir Irak uçağını daha vurdu. Irak sınırında 
yaşanan hadiseler İstanbul’daki üniversite gençliği arasında da tepki uyan-
dırarak protestolara neden oldu. MTTB yayınlamış olduğu bildiride; birkaç 
aydan beri devam eden hadiselere ve Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat 
çekerek Irak hükümetini olaylara son vermeye çağırmıştır (Ulus, 17.08. 
1962). Muhalefet milletvekilleri de Başbakanlığa çektikleri telgraflarla durum 
hakkında izahat istemişlerdi4 (BCA, 30.1.0.0/50.304.9.). 

Olayların sıcaklığının geçmesinden sonra hükümet alınan tedbirlerin 
sonucunda Irak uçaklarının tacizlerinin sona erdiğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığına çağrılan Irak Büyükelçisi çıkışta basına yaptığı açıklamada: “Bu 
hadiseleri izale edecek tedbirlerin alınacağına inanıyorum. Bu olayların tekerrür 
etmeyeceğini ümid ederim” dedi. Ayrıca Irak hükümetinin olaylar 
sonunda doğan hasarı karşılamayı kabul ettiği belirtildi. Öte yandan Irak 
ordusunun Barzani kuvvetlerini güç durumlara soktuğu bölgeden gelen 
haberler arasındaydı (Ulus, 18.08.1962). Başbakan İnönü, Irak hadiseleri ile 
ilgili Genelkurmay Başkanı Sunay’dan ve Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan 
Tansel’den bilgi almış, Dışişlerinden yapılan açıklamada da olayların Irak 
hükümetinin kuzeyde Barzanilere karşı giriştiği harekâtın taşkınlığı dolayısıyla 
cereyan etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulduğu belirtilmiştir 
(Milliyet, 19.08.1962; Ulus, 19.08.1962). Olaylardan birkaç gün sonra Irak 
uçaklarının yine bombardımana devam ettiği ancak ölü ya da yaralı bulunmadığı 
İçişleri Bakanı Kurutluoğlu tarafından duyuruldu. Irak uçağının düşürülmesi 
ile ilgili Irak notasında uçağın Irak hava sahasında düşürüldüğü, 
dolayısıyla Türkiye’nin özür dilemesi ve tazminat ödemesi gerektiği ifade 
edilmiştir5. Resmi olmayan Türk cevabında ise Türk sınırına saldırıya karşılık 
verildiği belirtildi (Ulus, 20.08.1962). 

Olaylar üzerine Ulus’ta çıkan bir başyazıda: Irak ile Türkiye’nin dostluğu 
ve iyi münasebetleri vurgulanarak, Irak hükümetinin kuzeydeki isyancılarla 
mücadelesinde zaman zaman sınırı aşan müdahalelerine Türkiye’nin 
ses çıkarmadığı, ancak son yaşanan olaylar ve Türk askerlerinin hayatlarını 
kaybetmesinden sonra durumun kontrolden çıkmaya başladığı tespitinde 
bulunulmuştur. Irak’taki Kasım idaresinin kendi sorumluluklarını Türkiye’ye 
yüklemeye çalışmasının anlamsız olduğunun belirtildiği yazıda: “Kasım’ın 
bu basiretsiz ve akıbeti şüpheli yoldan çabuk dönmesi en halis temennimizdir” 
denilmiştir (Ulus, 20.08.1962). Hükümete yakın bir gazetede 
bu ifadelerin kullanılması bir bakıma gayri resmi ültimatom değeri taşımaktaydı. 
Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada olayların gelişim şeklini 
kısaca özetledikten sonra, Türk hükümetinin Türk-Irak dostluğuna büyük 
önem verdiğini, verilen bu ehemmiyet nedeniyle sert tepkiler konmadığını 
ve devriye uçuşlarına şimdilik son verildiğini duyurdu (Milliyet, 21.08.1962). 

Türkiye’nin tansiyonu düşürmeye çalışmasına rağmen Irak kanadı tam 
tersi bir uygulamaya girişti. 20 Ağustos’ta Bağdat’taki Türk Büyükelçiliği 
önünde hükümet destekli olduğu öne sürülen ve Türkiye karşıtı sloganların 
ve hakaretlerin yağdırıldığı bir protesto gösterisi düzenlendi (Ulus, 
22.08.1962). Irak lideri Kasım radyoda yaptığı konuşmada: Türkiye’yi Amerikan 
ve İngiliz emperyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlayarak, Türkiye’yi 
Kuzey Irak’taki asi Kürtlere destek vermekle itham etti6 (Milliyet, 
23.08.1962). Olaylar üzerine Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Seyfettin Turagay 
yurda döndü7. Elçi yaptığı açıklamada: Kasım’la görüşmek için randevu 
istese de Başkanın yoğunluğu sebebiyle randevu verilmediğini belirtmişti 
(Ulus, 24.08.1962). Elçinin gelişi ile ilgili sorulan sorular üzerine Dışişleri 
Bakanı Erkin elçinin geri çağrılmadığını, yalnızca yıllık izninin bir kısmını 
kullanmak için Türkiye’de olduğunu söyleyerek diplomatik bir dille durumu 
kurtarmaya çalışmaktaydı (Ulus, 26.08.1962). Dışişleri Bakanlığı 24 Ağustos’ta 
yayınladığı bildiride: Irak hükümetini Türk-Irak dostluğuna aykırı bir 
yola sapmakla itham etmiş, ayrıca Iraklı pilotların Türkiye’ye saldırılarının 
tarafsız bir komisyonca incelenmesini teklif etmiştir8 (Milliyet, 25.08.1962). 
Öte yandan Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’deki misyonunda görevli 
Ernest Schwarzenbach ve Allen Simon’un yasadışı silah taşımak ve kaçak-
çılık yapmak suçlamalarıyla yargılanacak olması Türkiye’nin Irak makamla-
rınca silah kaçakçılığına göz yumma suçlamalarına verilen bir cevap niteliği 
taşıdığı söylenebilir (The Times, 24.08.1962). Kasım’ın politikalarını ve 
Türkiye karşıtı tutumunu değerlendiren Esmer, Kasım’ın birkaç ay önce 
Barzani meselesinin sonlandırıldığını açıklamasına rağmen, ortadaki savaş 
durumunun gerçeğin hiç de ilan edilen gibi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir. 
Ayrıca Barzani’nin Sovyetlerle münasebetlerinden hareketle Kasım’ın 
Türkiye’yi Batı ile işbirliği yapmakla suçlamasının mantıksız bir yaklaşım 
olduğunu ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye 
nasıl bir menfaati olabileceğini sormaktadır. Yazıda ayrıca Barzani karşıtı 
operasyonuyla Türk kamuoyunun da sempatisini kazanmış bir liderin başarısızlık 
durumunda hedef tahtasına Türkiye’yi koymasının anlamsızlığı üzerinde 
durulmuştu (Esmer 1962). Öte yandan Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma 
Derneği yapmış olduğu açıklamada: Kasım devrinde Irak Türklerinin 
acı günler yaşadığını, Kürtlere tanınan adem-i merkeziyet hakkının 1 milyona 
yakın Türk’e de tanınması talebinde bulunmuştur (Ulus, 22.03.1963). 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

5 Ocak 2020 Pazar

SİNAGOG SALDIRISININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

SİNAGOG SALDIRISININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 

OCAK 2004 - 
Milli Çözüm Dergisi 
Yazar Diğer Yazarlar 
01 Ocak 2004 


Bu Arada, İstanbul'da 15 Kasım Cumartesi günü 2 Sinagok ta ve ibadet esnasında meydana gelen ve maalesef onlarca ölü, yüzlerce yaralı 
ile neticelenen menfur ve mel'un (nefret edilen velanetlenen) patlamaları, acaba hangi odaklar ve hangi amaçla tertiplemişti?.. 

Bu sorunun cevabı üzerinde durmamız, halkımızı ve özellikle Milli şuur ve sorumluluk erbabını uyarmamız gerekiyor. 

Acaba, bu vahşi saldırılar, Türkiye'yi ve bölgeyi karıştırmayı hedefleyen hıyanet merkezlerinin ve içimizdeki dış güçlerin bir eseri miydi? 
Önce, ABD Büyük elçisi Eric Edelman 'ın, Şeytan Senaryosunu hatırlayalım: 
Daha önce gittiği bütün ülkeleri karıştıran... Etnik ve mezhep kavgalarını kızıştırıp iç savaşlar çıkaran... O ülkelerin parçalanıp dağılmasına yol açtığı için adı "fesatçı Siyonist" e çıkan vegittiği her yerden "istenmeyen adam" olarak kovulan, Annesi İstanbul Yahudisi Ukrayna göçmeni  Eric Edelman, en kritik bir dönemde, özenle ve özellikle seçilip Türkiye'ye gönderildi. 

"Sesar" tarafından hazırlanan çok önemli ve tehlikeli bir rapor, 15 Kasım 2003 Milli Gazete'de deşifre edildi. 
Eric Edelman şeytanının bu sinsi planına göre, Türkiye ve bölgemiz üç aşamalı bir süreçte vede bir-iki yıl içerisinde, ekonomik ve siyasi çıkmazlara ve çatışmalara sürüklenip, iyice güçsüz ve çaresiz bir konuma getirildikten sonra, bütünüyle İsrail'in güdümüne girecektir. 

1.Yasal ve sosyal alt yapı ve manipülasyon aşaması 
2.Yeni siyasi organizasyon ve provokasyon aşaması
3.Kesin sonuca yönelik aksiyon aşaması 

1.Aşama: 
a-Marazlı medya ve münafık yazar-yorumcular marifetiyle "fitneyi körükleme" süreci başlatılacak 
b-Önce ordu ile diğer devlet kurumları arasındaki makas daha da açılacak 
c-Darbe söylentileriyle ordu yıpratılacak ve "halkın zoraki tahammül ettiği ama "huysuz vedespot tavrına içerlediği" bir kurum haline sokulacak 
ç-Sermaye imparatorluğunda ve İstanbul baronluğunda, uyumsuz ve cırtlak ses çıkaran ekiptasfiye edilip, küresel projeye tamamen teslimiyetçi kadrolar öne çıkarılacak 
d- "Yerel yönetim tasarıları, federatif yapı hazırlıkları" ile ilgili yasal çalışmalar hızlandırılacak 
e-Bazı karizmatik liderler (Apo gibi) hapisten çıkarılarak yeni partiler oluşturulacak, 
f-Kıbrıs'ta Rauf Denktaş'ın ve yandaşlarının, seçimleri kaybetmesi için her türlü önlem alınacakve bu Türkiye'deki Milli Cephenin yenilgisi şeklinde sunulacak 

2. Aşama: 

a-AKP içindeki çatlak büyütülecek ve yeni siyasi organizasyonlar gündeme getirilecek 
b-İran ve Suriye'ye karşı ABD'nin kışkırtmasıyla bir çatışmaya girildiğinde, tamamen İsrail yanlısı yeni bir hükümet oluşumuna gidilecek 

c-TSK iyice yalnızlığa itilecek ve kurum iç çekişmelerle meşgul edilecek 
bu maksatla:

-1. TSK Beyin merkezinin Kara Kuvvetlerinden Hava kuvvetlerine kaydırılması 

-2. AWACS projesi ve Uzay Kuvvetleri Komutanlığı gibi projelerin hızlandırılması 

-3. Darbelerin hep Kara Kuvvetlerince yapıldığı fikrinin gündemde tutulup, bu kurumun yıpratılması hedeflenecek. 

-4. Hava Kuvvetleri Komutanı Org. İbrahim Fırtına, kendi kullandığı F 4 uçağı ile 20 Ekim günü İsrail'e gitmesi ve orada İsrail'li meslektaşı Tümgeneral Dan Halutz ile iki ülke arasındaki askeri işbirliği konuları üzerine görüş alış verişinde bulunup, ayrıca iki ülkenin gerçekleştirdiği ve gerçekleştireceği ortak tatbikatlar da görüşmelerinde ele alınıp, bir gün sonra dönmesi!.. 
[1] 

-5. Bu arada M. Ali Birand'ın Posta gazetesinde [2] 

"Eskiden Kara Kuvvetlerinin tank-top-mekanize ve piyadeye dayanan ağırlığı, büyük hızla teknoloji ağırlıklı Hava gücüne kaydı. 21 inci asırda Türkiye'nin karşı karşıya kalacağı tehditler ve genel olarak Ordu'lar da görülen bu değişimi TSK nasıl omuzlayacak? Eğer TSK değişen dünya koşullarına uyum sağlamak istiyorsa, uzun yıllardan beri sürdürülen bir uygulamayı artık değiştirmeyi düşünmelidir." Diyerek artık ordu'da rotasyona gidilmesi ve şu an Kara kuvvetlerinde olan komuta merkezinin, Hava Kuvvetlerine verilmesi gerektiğini yazması da, Eric Edelman'ın şeytani planlarının yürürlüğe koyulduğunu göstermektedir. 

ç-Medyanın sürekli ve sistemli beyin yıkama yoluyla, ABD'nin ve dolayısıyla İsrail'in dünyanın tek yenilmez hakimleri olduğu kanaati yerleştirilecek 

d-Telekom, barajlar ve bankaların, devlet kontrolünden çıkarılarak ekonomi tamamen uluslararası bürokrasinin güdümüne devredilecek. 

3. Aşama: (Aksiyon ve dejenerasyon)

a-ABD'de Bush ve şahinler ekibi yeniden seçilerek yeni bir hava estirilecek 

b-PKK eliyle yapılmış imajı verilerek, Türkiye'ye karşı, Kuzey Irak'ta ve sınır boylarında ağır zayiatla sonuçlanan füze saldırıları düzenlenecek 

c-Böylece kışkırtılan Türkiye Kuzey Irak'ta operasyonlara girişecek ve fiilen o bölgeye girecek 

ç-Bunu, kendi geleceğine ve güvenliğine karşı bir tehdit sayan ve sürekli damarına basılan İran da, Kuzey Irak'a yürüyecek 

d-İslam ve Arap Dünyası, Türkiye'den çok İran'ı destekler bir tavır sergileyecek veya böyle gösterilecek 

e-Türkiye mecburen, yalnızlıktan ve başarısızlıktan kurtulmak için, Amerika, İsrail ve İngiltere'nin safına geçecek. 

f-Bu arada Türkiye'deki ABD, AB ve İsrail karşıtı Milli güçler, partiler, kesimler dağıtılıp, diskalifiye edilecek. Siyasi, askeri, ekonomik ve stratejik kadrolar bütünüyle Batı yanlılarının emrine verilecek 

g-Böylece Türkiye, Büyük İsrail hedefine hizmet için Suriye ve İran'la savaşa girecek ve hem İslam aleminden, hem de Milli-İslami düşünceden uzaklaşıp, ılımlı-layt hale getirilecek 

h-Bütün bu aşamalarda Türkiye'nin genelde milli birlik ve dirliği bozulmaya çalışılırken, özelde Kürtler ve Aleviler azınlıklarla beraber hareket etmeye yönlendirilecek!

Evet, acaba Filistin'deki vahşetlerini sürdürmesi ve Amerika'yı Irak işgaline teşvik etmesi yüzünden, dünyada giderek yalnızlaşan ve bir nefret dalgasında boğulmaya başlayan İsrail, İstanbul'daki sinagog saldırılarını tertipleyerek, mazlum ve mağdur rolü oynamaya ve bundan sonraki katliamlarına haklılık kazandırmaya çalışıyor olabilir miydi?. 
Çünkü CIA ve MOSAD'ın buna benzer olayları, geçmişte, aynı maksatla yahudilere karşı yaptıkları zaten bilinmekteydi. 

Meşhur siyonist liderlerden Ben Gourion, 1938'de şöyle diyordu: 
"Avrupa'daki ve özellikle Almanya'daki Yahudileri şayet İngiltere'ye taşırsam hepsinikurtaracağımı, ama İsrail'e taşırsam sadece yarısını kurtaracağımı bilsem, ben ikincisini tercihederim. Çünkü bizim için önemli olan Yahudilerin hayatını kurtarmak ve huzurlarını korumakdeğil, İsrail Devletini kurmak ve Arz-ı Mev'ud hedefine kavuşmaktır" [3] 

Diğer bir siyonist Tom Segev ise şunları söylüyordu: 

"Siyonizme hizmet eden ve Büyük İsrail hedefine yürüyen 10 bin Yahudi, bizim için canlı cenazelerden farkı olmayan milyonlarca asimile olmuş Yahudiden daha önemlidir!?" 
İşte İstanbul'daki sinagog saldırısını, sadece El-Kaide gibi kaidesiz ve şişirme örgütlere mal etmek yerine, bir de bu açıdan ve Eric Edelman'ın sinsi projeleri doğrultusunda değerlendirmekte fayda vardır. 
Hedef saptırmaya karşı dikkatli olmalıdır.Çünkü, koyu Amerika ve İsrail aleyhtarı görünüp,aslında aynı merkezlere hizmet ettiği erbabınca bilinen; 

1- Ordu düşmanlığı ve asker kışkırtıcılığı 
2- Erbakan karşıtlığı ve Milli Görüş karıştırıcılığı ile malum ve meşhur radikal  İslamcı Gazete, bu olaydan hemen sonraki gün: 


" Sinagog saldırısının ordu tarafından tertiplendiği... Ve güya, AB uyum yasalarıyla etkinliği azaltılan ordunun, AKP hükümetini yıpratmak amacıyla bu eylemlere giriştiği.. Çünkü saldırıda kullanılan C-4 tipi patlayıcıların sadece ordunun resmen sahip olabildiği" kanaatini yaymaya başlamıştı... 
Bakınız aynı gazete 16 Kasım 2003 tarihli manşetini büyük puntolarla " Yine C-4 " diye atmış...[4]

C-4'lerin sadece ordunun elinde bulunduğunu yazmış 11. sayfadaki yazar " C-4 lerin, Türkiye'nin kurtuluş ümidi ( ve can simidi!) olan AB'ye girmesini istemeyenler tarafından patlatıldığını" imaya çalışmış.. Ve yine " Gözcü" Gazetesinden bir yazarın " Ankara'nın havası yakında açılacak" haber manşetini delil gösterip, bu sinagog saldırısının "Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi verilenlerin "işi olabileceği ihtimali, özelikle hatırlatılmıştı... Gazetenin başyazarı da , aynı havaları takınmıştı. 
Şimdi, bir gazetenin yazarından yorumcusuna, patronundan manşet puntosuna kadar, hepsinin, bir olaydan hemen sonra, onun suçunu ve sorumluluğunu, dolaylı ve imalı olarak orduya yüklemek üzere, böylesine ortak bir görüş birliği ve gayret içinde olmaları, olsa olsa keramettir!... 
Veya karanlık odaklardan, talimatla yönlendirildiklerini göstermektedir!?... 
Ama umuyoruz ki, bu karanlık dönemler yakında bitecektir .. Ve bu kiralık kalemlerin gayreti, bumutlu ve muhteşem neticeyi değiştiremeyecektir... 

Sinagoglara ve Yahudi vatandaşlarımıza karşı yapıldığı, ısrarla vurgulanmasına rağmen, ölenlerin, yaralananların ve zarara uğrayanların büyük çoğunluğunun Müslüman halkımız olması da kafaları iyice karıştıran bu olayların hemen arkasından; 

ZAKA diye bilinen MOSSAD ajanlarının Türkiye'ye doluşması, 

İsrail Başkatili Şaron'un İtalya gezisinde, dünyadaki bütün Yahudileri, kendi güvenlikleri için, İsrail'de yaşamaya çağırması, Ve birkaç gün sonra, 
Taksim'deki İngiliz konsolosluğuna ve Levent'teki Yahudi sermayeli bir yabancı bankaya, aynı türden dehşet uyandırıcı saldırıların yapılmış olması... 
Acaba,  "İsrail'i mağdur göstermek ve Türkiye'yi Amerika-İngiltere ve İsrail cephesine mecbur ve mahkum etmek" hedefini güdenlerin bir eylemi 
olduğu kanaatini güçlendirmiyor mu? 


Şakir ŞAHİN 

[1] 31 Ekim 2003 Hürriyet 
[2] 13-14 Kasım 2003 Posta 
[3] Yivon Geibner.Kudüs.c.12 sh.99 
[4] Bak: 10. Sayfa 

http://www.millicozum.com/mc/ocak-2004/sinagog-saldirisinin-dusundurdukleri

***

ORDUMUZ ÜZERİNDEKİ OYUNLAR!..,

ORDUMUZ ÜZERİNDEKİ OYUNLAR!..,



Bir devleti çökertmenin ve dış güçlerin çömezi haline getirmenin en önemli iki şartı vardır.

    1- "ORDU"sunu zayıflatmak,
    2- Yurdunu federasyonlara ayırmaktır.

Bu İki aşamanın ilk iki ayağı ise;

a- Ahlaki ve psikolojik değerleri dejenere etmek.
b- Ekonomik ve siyasi dengeleri ele geçirmektir.


Maalesef ülkemizde ahlaki değerler yozlaştırılmış, ekonomik dengeler dış güçlere kaptırılmıştır.

Şimdi de Ordumuzu dağıtma ve yurdumuzu parçalama planları başlatılmıştır.

İslam'dan esinlenerek ve İstanbul'un fethinden etkilenerek, 500 yıl önce oluşmaya başlayan Avrupa'da; Yahudi sermayesi bugün ekonomiyi ele geçirmiş, ahlaki ve aile hayatını bitirmiştir. Amerika'da tekelleşmiş olan bu sömürücü sermaye; dünyayı hâkimiyeti altına almak istemektedir. Bütün yeryüzünde Siyonist sermaye devletini ve Büyük İsrail hâkimiyetini oluşturma çabası içerisindedir. Bu hedefe ise adım adım ilerleyerek gelmiştir.

Önce Avrupa'da feodalizmi yıkarak krallıkları getirmiştir. Sonra krallıkları yıkarak cumhuriyetleri getirmiştir. Sonra cumhuriyetleri yıkarak birleşik devletleri oluşturmuş ve dünyayı sosyalizm ve kapitalizm olarak bölüp şekillendirmiştir. Şimdi de tek kutuplu bir dünya hâkimiyeti peşindedir.

Önce karşılıksız ulusal paraları geliştirmiştir. Avrupa Merkez Bankası'nı kendi eline geçirmiştir. Amerika Merkez Bankasını devletleştirmek isteyen J.Kennedy'i öldürtmüşler dir. Dolar ve Euro hakimiyeti ile ulusal merkez bankalarını tamamen emrine almak peşindedir. Böylece tahsildarsız ve ordusuz bir vergi politikası ile dünyayı yönetmek istemektedir. Ulusal orduları etkisiz hale getirmek son hedefleridir. Milli ordular şeklen kalacak; ama o ordular kendi uluslarının hukukunu koruma yerine, tekelci Siyonist sermayenin bekçiliğini üstleneceklerdir.

Irak Ordusu nu; İran'a saldırtan ve sekiz sene savaştıran kendileridir. Şimdi de, Irak parçalansın Türkiye ortadan kalksın! Parça parça devletçikler kurulsun!" diye çalışanlar aynı güçlerdir. Önce topraklarımıza kendi askerlerini yerleştirecekler; ondan sonra da Türk ordusunu küçülterek zayıf düşürecek ve ülkemizi böleceklerdir.

Özetle "büyük sermaye" kendisini hiç sıkıntıya sokmadan ve riske atmadan dünyayı yönetmek istemektedir. Tarihte güçlü ordular olmuştur. Alman Ordusu, Japon ordusu, Rus ordusu ve Osmanlı ordusu, İngiliz ordusu, Fransız ordusu gibi... Tekelci Siyonist sermayesi 20. yüzyılda bu orduların hepsini çeşitli yöntemlerle birbirine vuruşturup bitirmiştir. Bugün sadece Amerikan ordusu vardır. Dünyada başka herhangi güçlü bir ordu bırakmamayı amaçlamıştır...

Ancak henüz alt edemediği ve tamamen ele geçiremediği iki ordu daha vardır: Türk ordusu ve İran ordusu.

Irak savaşında İran; Batıda modeli bulunmayan "halk ordusu" ile Irak'ı yenmiştir. Ondan sonra da hiçbir ordu ile savaşa girmemiştir. Henüz Amerika Ona saldırmamıştır. Ancak bu yönde bir hazırlık içindedir. Ne olacağı bilinmemektedir.

Bölgemizdeki ikinci güçlü ordu " Türk Ordusu "dur. Zaten Türkler, ordu millettir. Her ferdi her an savaşa hazır demektir. Osmanlı ordusu 1. Cihan Savaşı'nda yenilmemiştir. Müttefiklerin yenilmesi sonunda, o da teslime mecbur edilmiştir. Bu teslim de, bugün Irak'ta olduğu gibi, ittihatçı Mason Bakanların ve komutanların ihaneti sonucu gerçekleşmiştir. Yoksa düşman orduları Çanakkale'yi geçememişlerdir!..

Dağılmış olan Türk ordusu Kuvay-ı Milliye olarak yeniden toparlanıp dirildi ve "İstiklal Savaşı"nı zaferle bitirdi. II.Dünya Savaşı'na girmedi. NATO'ya kabul edilme hatırına Kore'ye gitti ve büyük başarılar kaydetti. 1974'te bir haftada Kıbrıs'ı aldı. Yugoslavya'ya, Afganistan'a barış gücü olarak katıldı. Kısaca Türk Ordusu her yerde sadece zafer kazanmıştır. Türkiye NATO'da önemli görevlerde bulunmuştur... NATO'nun içinde ABD'den sonra ikinci güç olmuştur.

Siyasi Siyonizm'in Öncüsü Thedeor Herzlin Planı, Türkiye'yi 1997'de yıkıp parçalamak ve İsrail İmparatorluğunun hududunu Anadolu'nun içlerine sokmak idi. Ama Milli Görüş ve Erbakan faktörü yüzünden bu şeytani hedef sürekli ertelendi. IMF'ci sermayenin ve TÜSİAD'cı işbirlikçilerin şimdi en büyük derdi "Türk Ordusu"nu nasıl etkisiz hale getirebilirizdir. Dış güçler ısrarla bunun peşindedir. Bunun için kendine göre planlar üretmişlerdir..

1- Bunlar;

a-Güçlü ordusu ve Milli Görüş şuuru ile Türkiye Avrupa Birliği'ne girerse, Avrupa'ya sorun olur. Çünkü Avrupa'nın en güçlü ordusuna sahip olacaktır, Avrupa'nın en kalabalık nüfuslu üyesini oluşturacaktır. Ve aynı zamanda Avrupa'nın en genç, dinamik ve nüfusu sürekli artan bir ülkesi konumunda olacaktır... Bu durum AB'nin geleciğini tehdit edebilir diye endişe duyulmakta dır... En önemlisi de, Asya ile köprü teşkil etmesi nedeniyle Türkiye Avrupa ticaretini eline geçirebilir ve böylece güçlenip bütün Avrupa'ya hükmedebilir korkusu yayılmaktadır.

b-Türkiye'nin Avrupa dışında kalması ise daha da tehlikeli görülmektedir. Gelişmekte ve büyümekte olan Türkiye güçlü bir İslam ülkesi olarak yeni oluşumlara öncülük edebilir. Bu itibarla Avrupa ne yapıp yapıp "Türk Ordusu"nu mutlaka küçültmeli ve Türkiye parçalanıp bölünmelidir. Ancak bundan sonra Avrupa Birliği'ne alınmalıdır!? Düşüncesini taşımaktadır. İşte tekelci Siyonist sermaye bu mantıkla AB'yi kışkırtmaktadır: "Avrupa Birliği'ne alacağız! Vaadiyle "Türk Ordusu"nu parçalatmak istemektedir. Sonradan alacakları da şüphelidir.

Aslında bugünkü AKP iktidarı Avrupa'nın ordumuzu parçalama planından doğmuştur. Mesut Yılmaz'ı Avrupa'ya çağırdılar; " Orduyu dağıtırsanız, Biz Sizi AB'ye alacağız!" dediler.

O da Türkiye'ye geldi, Tansu Çiller'le görüştü. Ona başbakanlık verilecek ve ordu dağıtılacaktı. Çiller kabul etmedi. Şimdi bu nedenle O'nu harcadılar. Bahçeli ve Bülent Ecevit de onlara direndikleri için saf dışı bırakıldılar. Ve AKP'yi; AB'ye alınmak karşılığı ve Orduyu zayıflatmak koşuluyla iktidara taşıdılar.

2-Komünizmin iflasıyla Sovyetler parçalanmıştır. Şimdi de Rusya'yı dağıtmak amaçlanmıştır. Hedef; Müslümanlarla Ortodoksları savaştırarak Rusya devletini yıkmaktır. Bunu başarmak için: Türkiye Avrupa Birliği'ne alınacak, Rusya ise alınmayacaktır. Rusya'daki Müslüman halk kışkırtılarak Rusya'nın dağıtılması planlanmıştır. Daha sonra Sibirya'nın da Rusya'dan koparılmasıyla; parçalanmış olarak iki-üç devletçik biçiminde Avrupa Birliği'ne alınacaktır. Bugünkü yapısı ve politikasıyla Rusya onlar için uygun bulunmamaktadır.

Siyonist sermaye güya El-Kaide ve Vahabiler desteğiyle Rusya'yı ve Çeçenleri birbirine kışkırtarak; ve bunun arkasında Türkiye olduğu fikrini yayarak batı dünyasını kandırmakta ve bu nedenle "Türk Ordusu"nun dağıtılması gerektiğine bütün dünyayı inandırmaya çalışmaktadır.

3- Bugün Çin'de 300 milyon Müslüman vardır. Yani Çin'deki her beş kişiden biri Müslüman'dır. Çin'deki Müslümanlar ticaret hayatında; önemli ve etkili bir konumdadır. İşte bu yüzden; Doğu Türkistan'ı da yine Siyonist sermaye kışkırtmakta, bunun suçunu da Türkiye'ye yıkmakta... Böylece giderek düzelen Doğu Türkistan Çin münasebetlerini baltalamak ve asıl Türkiye ile Çin'in arasını açmak için uğraşmaktadır. Türk Ordusunu da bütün Asya'ya karşı ciddi bir tehdit ve tehlike olarak sunmaktadır.

4-ABD'nin ordusu zaten Siyonist sermayenin elindedir. Ne var ki, CIA ile Ordunun arası açılmak üzeredir. ABD Ordusundaki milli cephenin sesi duyulur olmaya başlamıştır. Siyonist Sermayece, Türkiye Amerika'nın sömürgesi olarak görülmektedir. Hatta ülkemizi genel valilerle yöneltmeye bile kalkışmıştır. Ancak Ordumuzun direnmesi ile bunu başaramamıştır.

Bu yüzden Siyonistler Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne sokacak, İngiltere ile işbirliği yapacak, Orduyu zayıflatıp etkisiz bırakacak...  Ve en sonunda; Avrupa Birliği'ni de parçalayacaktı.

Ne var ki Ordumuz gafil ve hain yöneticilere rağmen bu oyunlara gelmemiştir. Şimdi bu yüzden Türkiye, ABD ordusunun hedefindedir.

Türkiye ve Ordumuz üzerindeki şeytani plan şudur:

Türkiye'ye söz geçirmenin tek yolu vardır; o da "Türk Ordusu"nu karışık kamplara ayırıp zayıflatmak ve parçalamak! Türk Ordusu 28 Şubat'ta parçalanma baskısına uğratıldı. Hüseyin Kıvrıkoğlu-Çevik Bir ekipleri karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Ancak Türk Ordusu; Erbakan'ın yüksek feraset ve dehası sayesinde, bu badireyi atlattı. Kontrollü bir stratejik geri adım atılarak; başlatılmak istenen bir iç kavga ve kaos girişimi boşa çıkarıldı.

23 Nisan 2003'te ise, yeni bir deneme daha yapıldı. Kim ne tarafta duracaktı? Cepheler oluştu. CHP, MHP, GP, Cumhurbaşkanı, Yargı, Ordu bir cephede durdu. Meclis, AKP, DYP, ANAP ise karşı bir cephe oluşturdu. Böylece devletle millet karşı saflara oturtuldu. Şayet "Ordu"da bölünme olursa, dış güçler hedefine ulaşacaktı. Ama şükür ki milli dinamik ve düşünceye sahip kadroların dirayet ve diretmesiyle bu hıyanet de sonuçsuz kaldı.

Asıl parçalama denemesi 29 Ekim 2003'te oynanmaya çalışıldı. Tabi bütün bu planlar Amerika'da hazırlanmaktaydı. Buna göre:

Avrupa Birliği'ne girebilmesi ve IMF desteğinin devam edebilmesi için; Türkiye'ye bir madde dayatıldı; "Ordu"yu "Mili Savunma"nın emrine verin... NATO bağımlısı olmayan, milli şuur ve sorumluluk taşıyan komutanları değiştirin!...

Hükümet bu yönde bazı girişimler başlattıysa da yükselen itirazlar nedeniyle geri adım atmak zorunda kaldı..

AKP bugünkü aklıyla hareket etmeye devam ederse; ekonomik imkânsızlıklar, kriz patlamaları, bunalımlar ve Milli muhalefet karşısında çözülebilir.

Ne yazık ki, AKP CIA ajanları tarafından işgal edilmiştir. Ve söz dinlememektedir.

Şimdi "Kahraman Ordumuza" bazı temennilerimizi iletmek istiyoruz:

a-Aziz Milletimizin dini, dili, adetleri ve tarihiyle çatışmak asla yarar getirmez. Çünkü milletine dayanmayan hiçbir ordu varlığını sürdüremez. İçinizden bazı general ve Subaylarımız samimiyetle ve resmi elbiseleri ile Cuma Namazına katılabilsin ve halkın arasında namaz kılabilsin. Böylece Ordunun din düşmanı olduğu yolundaki yanlış imaj yıkılıp silinsin... Ve yine bazı general ve subayların  hanımları, istiyorlarsa başlarını örtmüş olarak dolaşabilsin!.. Başörtüsü bir Partinin veya mezhebin değil; Müslümanların kutsal simgesidir. Bayraksız devlet olmayacağı gibi; simgesiz ve alametsiz din de olmaz. Başörtüsü tek tanrılı dinlerde kadının izzet ve iffet sembolüdür.

b-Tarafsız ve baskısız tam bir milli irade ile oluşacak "Meclis"e ve siyasi partilere saygılı olmalıyız. "Meclis"in ve siyasi partilerin gücünü kırdığımız zaman, milletin gücünü kırmış sayılırız. Ondan sonra, Milletin değil sömürgecilerin ordusu gibi algılanırız. Onlar da Ordumuzu dağıtmaya ve yurdumuzu parçalamaya girişirler.

Türk halkı ve Siyasileri ordularına son derece saygılıdır. Bunları Ordudan korktukları için yapıyorlar zannedenler yanılmaktadır! Türk Milleti ve Milli siyasileri bilmektedir ki, "Ordu"nun yıpranması Türkiye'nin yok olması demektir. Bu yüzden sizi küçültecek davranışlarda bulunmuyorlar. Sizin de Milletimizin her ferdine ve hele bu ülke için rahatını ve hayatını feda edenlere saygılı davranmanız, aslında kendinize güven ve saygı anlamına gelir ve şereftir.

c-Geçmişte olduğu gibi, devletin varlığı için bir gün yine siyasete müdahale yapma mecburiyetinde kalabilirsiniz. Çünkü elbette demokrasi; devletin varlığından ve milletin bağımsızlık ve bekasından daha önemli değildir. Ama geçmişteki müdahalelerde düşülen hataları tekrar etmemeliyiz. Gaflet ve hıyanete yönelen hükümeti ve onun arkasındaki masonik merkezleri ve dış güçlerin içimizdeki işbirlikçilerini tesirsiz hale getirmeliyiz. Ama "Meclis"i, siyasi partileri ve Kuvay-ı Milliyeci şahsiyetleri ürkütmemeliyiz.

Türk milleti gerekli hale gelen müdahaleleri hep tasvip etti ve destekledi. "Ordumuz"da en kısa sürede seçimlere gitmekle samimiyetini her zaman gösterdi.

d-Bir gün yine şartların zorlaması ile müdahale etmek mecburiyeti hasıl olursa dikkat edilmesi gereken hususları sizlerle paylaşmak istiyoruz:

1-İç müdahalede, dışarıdan herhangi bir yardım ve destek alınmamalıdır. 
Kendi kurmaylarınız ın hazırlayacağı projeyi; milli güçlerle birlikte uygulamalıdır. Dışarıdan gelecek tenkitlere ve tehditlere kulak asılmamalıdır. Bu konuda şanlı İstiklal Savaşımız örnek alınmalıdır.

2-Askeri sorunların üstesinden zaten kendiniz gelebilecek birikim ve beceriye sahipsiniz. Diğer konularda ise siyasi partilerden, üniversitelerden, sivil kuruluşlardan, hatta doğrudan halktan çözümler isteyebilmelisiniz.

Asla ayrımcılık yapıyor görünmeyelim. Bunlar komünist, şunlar şeriatçı, onlar Atatürk karşıtı diye suçlamaya girişmeyelim. Vatanseverse, hatta vatan haini değilse ve kendine göre çözümleri ve yararlı yönleri olan birileriyse; mutlaka onlardan yararlanmayı deneyelim.

Kimin vatan Haini olduğunu da CIA'den ve NATO'dan öğrenmeyelim. Kendi Milli ve yerli kriterlerimizle tespite gayret edelim.

3-Müdahaleden sonra; sorunlar kalıcı ve akılcı biçimde: Evrensel hukuk kurallarına, Milli ve manevi değer ve duyarlılıklarımıza uygun şekilde çözülünce,  hemen geri çekilip, meydanı milli iradeye bırakmalı ve derhal seçim yapılmalıdır. Böylece artık her on senede bir müdahaleye gerek kalmayacaktır. Müdahale döneminde de yönetim son derece adil ve demokratik olmalıdır. Sadece devletin tepesinde müdahale yapılmalıdır. Alt kademelerde hain ve hırsız olmamak şartıyla her türlü elemanın ve bürokratın bilgi ve becerisinden yararlanmalıdır.

4-Son söyleyeceğimiz; yeniden yapılanmaya giderken Mustafa Kemal'in, çağdaş medeniyetin üstüne çıkma emri esas alınmalı, müspet ilimden ve milli kimliğimizden sapılmamalıdır.

Tabii ve tarihi şartların; kahraman ordumuzun önüne; hem çok talihli, hem de büyük mesuliyetli fırsatlar koyduğu, ve bu günkü durumun "olmak veya ölmek" meselesi olduğu, asla unutulmamalıdır!..

Türkiye merkezli, yeni ve adil bir dünya medeniyetinin kurulması yolunda, kahraman ordumuz; potansiyel imkânlarımızı ve insanlığın ihtiyaçlarını esas alarak; mutlu ve kutlu bir devrimin en önemli ve şerefli dayanak ve destekçisi olmalıdır. Ve inşallah olacaktır.


http://www.millicozum.com/mc/haziran-2004/ordumuz-uzerindeki-oyunlar


***

ABD NİN SURİYEDE YENİ ARAYIŞLARI DEYRİZOR PLANI

ABD NİN SURİYEDE YENİ ARAYIŞLARI DEYRİZOR PLANI.,




ABD’nin Suriye için yeni arayışları; Deyrizor Planı.. 
Prof.Dr.Sait Yılmaz 

27 Ekim 2019 

Türkiye nin Barış Pınarı Harekâtı, YPG/PKK yı bertaraf etmekten çok Suriye.nin 
kuzeyinde bir Arap Hilali oluşturma gayretinden öteye gidemedi. Aslında Suriye.de olacaklar konusunda örtülü bir ABD-Rusya planı var ve bu Soçi Mutabakatı.na da yansıdı. Soçi Mutabakatında yazılı olmayan bir (gayri resmi) uzlaşma ile İdlib bölgesinde gelişmeler bekleniyor 1. Soçi Mutakatı, Rusya nın Suriye sahnesindeki stratejisinin önünü açtı. 
YPG/PKK yı kontrollerine almak için adımlar atıyorlar. Bu arada işin ABD cephesinde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Önce Trump, “Petrolü garanti altına aldık” dediğinde ciddiye almadık; “Suriye’deki petrol işlerine yaramaz, öyle olsa idi oraya çoktan bir Amerikan şirketi gelirdi” diye düşündük. Ama ABD içinde özellikle Kongre ve Dış İşleri Bakanlığı arasındaki tartışmaları izlerken yeni bilgiler öğrendik. Bir de aşağıdaki haritayı görünce bu olasılığı sorgulamaya karar verdik. Ama önce ABD.deki dış politika anlayışındaki değişim ve Kürtlere 
nasıl baktıkları ile işe başlayalım. 

Trump’ın Muhafazakar Milliyetçiliği.. 

ABD dış politika ile anlayışında Trump ile başlayan bir değişim yaşanıyor. 
Amerikan dış politikacı kurucuları sayılan Washington, Jefferson, Hamilton gibi 
başkanların geliştirdiği bir tür “milliyetçilik” esasına dayanır. Kurucuların devlet 
yönetiminde dayandığı temel esaslar şunlardı; hukukun üstünlüğü, bireysel özgürlük, serbest teşebbüs, eşitlik ve sınırlı devlet. Dış politika devletin çıkarlarını sağlamalıydı ve Amerika, (dünyayı düzenleme rolü olan) “istisnai ülke” idi. Bu tüm ABD devlet başkanlarının aynı dış politikayı izlediği anlamına gelmiyor. Diğerleri bu temellere bağlı kalmışlardır ama konjonktüre uygun bir dış politika izlemişlerdir. Ülkenin kurucusu George Washington, o dönemde Avrupa nın güç çekişmeleri karşısında “yalnızcılık” politikasına başvurmuş, ittifaklara girmemiştir. William Mc Kinley, emperyalizme başvurmuş ve Asya.daki çıkarları için Pasifikte.ki Filipinleri işgal etmişti. Woodrow Wilson ile büyük bir kırılma yaşandı; Birinci dünya Savaşı ile birlikte ulus-devlet batıyordu, çare “uluslararasıcılık” olmalıydı. 

Trump.ın uyguladığı dış politika da “muhafazakâr milliyetçilik” ya da sadece 
“milliyetçilik” esasına dayanmaktadır 2. Trump, ne savaş ne de yalnızcılık yanlısıdır. 
Trumpın oyun planı; şartlar istediği duruma gelene kadar ya baskı yapmak ya da gerginliği azaltmaktır. Öncelikle ABD nin çıkarını korumakta kararlı olduğunu 
göstermekte, eğer karşı tarafla bir ortak noktada buluşursa anlaşmaktadır. Trump ın anladığı dış politika da budur; büyük jeopolitik rekabetin olduğu ortamda baskı ve işbirliği karışımı bir formül uygulamak 3. ABD nin Türkiye ile ilgili dış politikası da buna benzerdir. Her seferinde yaptırım tehdidi ile gelmekte, alabileceklerini görmekte, daha fazla gidemediği yerde geri çekilmektedir. 

Diğer ülkelere uygulanacak yaptırımlar, tarihsel olarak ABD Maliye ve Hazine Bakanlıklarının en önemli projesidir ve bunlar özellikle kurgulanır. Örneğin İran ile nükleer program anlaşması yapıldığında Obama yönetimi, İranın ülke dışındaki paralarını bloke etme kabiliyetlerini caydırıcılık için yeterli görüyordu. 


ABD için artık ittifaklar yok vekiller var.. 

İttifak kurmak, 19. yüzyıl Avrupa.sından kalma bir gelenektir. Artık NATO gibi 
sağlam resmi ittifaklar bile çalışmıyor. Strateji oyununun kendi tarafında artık „müttefikler değil, „rica edenler ve „vekil güçler. var 4. Çünkü dostları korumak çok pahalı, vekil güçler için ise parasını öde, işin bitince sırtını dön yeterli. Önemli olan vekil güçlerin bunu bilmesidir. ABD, zaten Suriye.de sonsuza değin kalamayacaktı. Bunu sadece YPG/PKK değil, diğer Kürtler de biliyordu ama kendilerini buna mecbur hissettiler. YPG/PKK nin Esat ve Rusya tarafına geçiş süreci yani „ özgürlük savaşçısı iken Esat ve Rusya tarafına katılmaları bir hafta bile sürmedi. Ama Esat biliyor ki, ihanet genetik bir alışkanlıktır. 

İttifaklar konusuna dönecek olursak; bu yeni mantıkla ABD; Güney Kore, Japonya, Filipinler ve Suudi Arabistan ile ilgili yükümlüklerinden kurtulmaya çalışıyor. ABD ye rica eden veya yalvaranlar karşılığını ödemeli ve bu sonsuza değin sürmemeli yani yakın bir çıkış zamanı olmalı. 

ABD için, Kuzeye karşı Güney Kore, Rusya.ya karşı Polonya, Çin e karşı Filipinler ve Türkiye ye karşı PKK tek taraflı bir rica yalvaran ilişkisidir. Strateji üretmek bakımından tembel olan Avrupa ise hala romantizmle yaşıyor. 

Ama yukarıda anlattıklarımızdan en çok ders alması gereken hala ABDnin kuklası olmakla hayatta kaldığını sanan Arap ülkeleri ve nihayet Orta Doğuyu tek başına yönettiğini sanan İsraildir. Artık Amerikalılar, daha önce Afganistan ve Irak ta yaptıkları gibi, uzun zaman alacak zaferler yerine kolay çıkışı olan başarıları seçecekler. Gerçekçi sonuçlar için maddi çıkar sağlayacak, sınırlı savaşlar tercih edilecek. Aksi takdirde Amerikan kanının akması ve para kaybı söz konusudur. Bunları sağlamanın yani Amerikan kanı akmamasının ve de ucuza getirmenin yolu ise fantezi peşindeki vekil güçleri kendi yerine kullanmaktır 5. Müttefiklik ise dostluğu çağrıştıran eski bir romantik söylemdir. 

ABD’nin Kürtlere bakışı.. 

ABD.de Kürt hayranları; Kürtlerin hala devlet kuramamış, mazlum bir millet 
olduğu hikâyesi ile işe başlıyor. Orta Doğu.da yaşayan 30 milyon Kürt.ün yaklaşık yarısı Türkiyede yaşıyormuş. CIA.ya göre Türkiye.de 14.5 milyon, İranda 6 milyon, Irak.ta 5-6 milyon, Suriye.de ise 2 milyondan az Kürt yaşamaktadır. 1.2 milyon civarında Kürt ün iç savaş esnasında Suriye.yi terk ettiği tahmin ediliyor. Dört ülkedeki Kürtler homojen değildir; 

Irak takiler Sorani, Türkiye deki Kurmanji lehçesi konuşur ve tercüman olmadan 
anlaşamazlar. Hepsinin derdi kendisinin lider olduğu kendi devletini kurmak olduğundan aralarında anlaşamazlar. 
Büyük Kürdistan sadece eşkıya başı Apo nun hayalidir ama bu sadece PKK nın söylemi olarak kalmıştır. 

Suriye.deki YPG/PKK yı savunan Amerikalılar Suriye.nin kuzeyinde kurdukları 
Suriye Demokratik Güçlerinin (SGD) tamamının YPG/PKK olmadığını iddia ediyorlar. 
PKK dan türeyen YPG.nin monolitik bir yapı olmadığını, ilerici ve ılımlı olduğunu, 
PKK nın Soğuk Savaş.tan kalma Marksizmini paylaşmadığını söylüyorlar. Üstelik 70 bin kişinin katili PKK, uzun zamandır sivillere saldırmıyormuş 6. Bu mantığa göre, El Kaide, Amerikan askerlerini öldürdüğü zaman terörist olmuyor. Bombalamaları yapan Özgürlük Şahinleri denen grup, aslında PKK.dan kopan bir grupmuş, onların Suriye.de bir kolu yokmuş. Ne yazık ki Suriye, Irak, İran ve Türkiye.de yaşayan Kürtler, bu ülkelerin meşru rejimlerini hedef alan büyük devletlerin kuklası oldular ve İran senaryosu için de onları gene sahada kanları akıtılacak. Yeni bir vekil güç görevi onları bekliyor. 


ABD ve YPG/PKK İlişkileri.. 

ABD Özel Kuvvetleri ve CIA, Suriyenin kuzeyindeki Kürt yoğunluklu bölgede 2012 yılında çalışmaya başladı. 2014 yılında ise IŞİD ile mücadele görüntüsü altında bu yapılar açıktan faaliyet göstermeye yöneldi. ABD, Suriye topraklarında asker bulundurmak için IŞİD ile mücadele bahanesi ile YPG/PKK.yı vekil güç seçti ve İsrail ile birlikte yarı özerk bir Kürt bölgesi oluşturdu. SDG, ABD Özel Kuvvetleri tarafından eğitildi, donatıldı ve maaşları ödendi. Bu yapının içinde sözde IŞİD.in uyuyan hücrelerini yok etmek için özel anti-terör birimleri (Kürtçesi; Yekîneyên Antî Teror ) kuruldu 7.  

İsrail, 3.84 milyar dolar değer değerinde petrol satın alarak, Kürt bölgesini finanse etti 8. İşin ilginç yanı, 2015 yılında Irakın kuzeyinde Barzaninin çaldığı petrol Türkiye üzerinden Ceyhan Limanı yolu ile denizden İsrail e gidiyordu. ABD.nin YPG/PKK ya sağladığı silah, araç ve diğer askeri teçhizat konusunda 
uzun bir liste var. 



Şekil: SDG’nin Suriye’deki Yapılanması 



Barış Pınarı Harekâtı öncesi ABD Dış İşleri Bakanlığı ve PYD arasında görüşmeler le ilgili önemli bilgilere vakıf oluyoruz. Örneğin görüşmelerde ABD tarafının PYD.yi Türkiye.nin desteklediği gruplarla işbirliğine zorladığı, ABD.nin İslamcı savaşçı kartına yeniden sarılmak istediği anlaşılıyor. 

  ABD, PYD.yi Suriyeli muhaliflerin kontrolündeki Suriye Görüşmeler Komisyonu ve muhaliflerin olduğu bölgelerde faaliyet gösteren sivil savunma örgütü Beyaz Helmetler ile temas kurmaya zorluyor. Jeffrey.in büyük ölçüde YPG/PKK.dan oluşan SDG yapısının Arap kısmı ile ile ilgili İran karşı bir güç oluşturmak için çeşitli planlar üzerinde çalıştığı ortaya çıkıyor 9. Nitekim Kürt kartını Rusya.nın elinde almak için Mazlum Kobani (Gerçek adı; Ferhat Abdi 10), Washington a davet edildi. 

 James Jeffrey, Trump.ın IŞİD ile mücadeleden sorumlu büyükelçisi olarak, son 
gelişmeler üzerine eleştirilmeye başlanmıştı. Eleştirilerden en önemlisi öncesinde Türkiyenin harekâtını küçümsemesi ve Suriyeli Kürtlere çekilmeleri konusunda yanlış mesaj verdiği üzerine idi. Washington.a giden PYD heyetinin başı ise kendilerine “IŞİD yenilgiye uğratılana ve Suriye’de siyasi çözüme ulaşana kadar ABD’nin Suriye’den çıkmayacağı” sözü verildiğini söyledi. Hatta “Türkiye’nin harekâtının başlamasına bir gün kala bile hava sahasının Türklere kapalı olacağı nı sanıyorduk” dediler. Jeffrey ise Kongre Dış İlişkiler Komitesin.de yaptığı tanıklık görüşmesi esnasında Türkiye.nin harekâtı esnasında YPG/PKK ya koruma söz vermediklerini söyledi. Jefrrey, Türkiye.nin ABD askerlerini caydırıcı görmediklerini, zaten onların görevinin de Kürtleri korumak olmadığını açıkladı. 
PYD tarafı ise çekilmelerini Türkiye nin harekât yapmaması şartı ile kabul etmiş olduklarını öne sürüyor. 

Deyrizor Planı’na nasıl gelindi?.. 

ABD.nin Suriye.deki gelişmeler konusunda hem Türkiye hem de Suriyeli Kürtler ile yaptığı görüşmelerin merkezinde eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey var. Jeffrey, geçen Aralık ayında ABD-Türkiye Çalışma Grubu içinde iken de ABD.nin Kürtlerle ilişkisinin “taktiksel ve geçici” olduğunu söylemişti. Belki de en doğru cümleleri Bush dönemi danışmanlarından Michael Doran söyledi 11; “Rus ve İranlıların kullandığı vekil gücü ödünç aldık, stratejik olarak aptallık, herkes biliyor ki biz eninde sonunda oradan ayrılacağız ama Türkler hep orada kalacak.” Ancak, ABD.deki savaş meraklısı danışman timleri Suriye.de kalmak istiyor. Ortada bir Deyrizor Planı var. Bu işi kotarmak için hem Güney Suriye.de özel bir üs olan ve PYD kontrolü dışındaki El-Tanf seçildi ve kuzeydeki Amerikan askerleri buraya çekiliyor. James Jeffrey, Kongre.de yaptığı tanıklık görüşmesinde; ABD.nin Suriye.den İran.ı çıkarma görevinin devam ettiğini, Trump yönetiminin PYD kontrolündeki alanda Suriyeli Kürtlerden ayrı bir İran karşıtı güç hazırlama 
planları yaptığını açıkladı 12. 

ABD.nin ürettiği, yaşattığı ve kontrol ettiği IŞİD, askeri operasyonlarının da terörle mücadele görüntüsü için korkuluğu olmaya devam edecek. Savunma Bakanlığı.nın Suriye.nin güneyinde Irak ve Ürdün sınırlarına yakın bölgeleri işgal hazırlığı yaptığı konuşuluyor 13. 
Üstelik kuzeyden tüm Amerikan askerlerini çekilmediği Pentagon.un hava üssünde bazılarının kaldığı biliniyor 14. ABD uçakları, taarruz helikopterleri ve silahlı droneları Türkiye sınırı dâhil Suriye hava sahasında uçmaya, İsrail.e de hedef göstermeye devam ediyor. El-Tanf her ne kadar Ürdün e yakın olsa da Deyrizor üzerinden Irak ve Rmelian askeri hava üssüne bağlantı kurulabilir. Ancak asıl destek bölgesi Türkiye.nin güvenli bölgedeki varlığı ile kurulabilir. Deyrizor tamamen bir Arap bölgesi, bu bölge yöneticileri Esat ve İranlılardan çok çektiğini iddia ederek ABD.ye sıcak mesajlar veriyor. 

Deyrizor Planı uygulanabilir mi?.. 

Söz konusu plan için Jeffrey.in ekibinin uzun zamandır çalıştığı belirtiliyor. Merak edilen bu yapının YPG/PKK olmadan nasıl teşkil edileceği. Eski Özel Temsilci Brett McGurk, bu gücü ikmal etmenin zorluğundan bahsetti. Akla gelen çözüm ise Arap muhaliflerin bu bölgeye uzanması için bir kordidor açılması ya da Irak ve Ürdün üzerinden destek sağlanması. Jeffrey, SDG nin Arap kolundan hem Esat hem IŞİD karşıtı bir güç oluşturma planı yapıyor 15. Plana göre ABD, Deyrizor daki petrol bölgesini Kürtler değil Arap muhaliflerle kontrol edecek. Buradaki Arapları savaşçıya dönüştürmek için eğitilmiş 


YPG/PKK elemanlarının kullanılması bile düşünülüyor. Trump, 23 Ekimde YPG/PKKnın başı Mazlum Abdi ile görüştükten sonra, “Belki Kürtlerin ‘Petrol Bölgesi’ne doğru ilerlemeye başlama zamanıdır” açıklaması yaptı. Böylece, petrol sahaları ile Kürtleri memnun edilmesi ve IŞİD tehlikesinin kullanılması amaçlanıyor. 



Trump, Suriye.den çekilme ile ilgili olarak “Petrol nerede ise orada küçük bir 
Amerikan unsuru kalacak” demişti. Trumpın petrolü garanti altına aldık ve IŞİD ile mücadeleye devam açıklaması bunun örtüsü ama buradaki petrol ve doğal gazın fazla bir ekonomik değeri olmadığı biliniyor. Öte yandan, Suriye devleti kendi servetinin bu şekilde gasp edilmesini sineye çekmeyecektir. Suriye ordusunun bölgeye intikali sürüyor. Amerikan güçlerine ikmal hattı olarak çalışan Semelka (Fiş Habur) sınırının Suriye ordusunun kontrolüne geçmesi halinde petrol sahasındaki askerlerin lojistik sorunu da başlayacaktır. 16. 

   Uzun süre hava ikmaline bel bağlayarak orada kalamazlar. Türkiye de epey zamandır Irakın kuzeyi ve Suriye arasındaki geçişleri kapatacak bir koridor peşinde. Türkiye için Kürtlerin petrol gelirine sahip olması terörün finansmanıdır. ABD nin Iraktan Suriyeyi vurması ise bu ülkeyi de karıştırabilir. 

Sonuç; ABD’nin İran senaryosu yaklaşıyor.. 

Trump, sonsuz savaşlara son vermek isterken, İran karşıtı cephe Suriyenin 
güneydoğusunda uzun süreli bir kalış planlıyor. ABD.de hala Cumhuriyetçilerin çoğunluğu ve pek çok Demokrat, Suriye.de Esatın gitmesini ve rejim değişikliği ni, Amerikan kuklası bir yönetimin gelmesini destekliyor. Aynı şey İran için masadan sahaya iniyor. ABD, İkinci Dünya Savaşından beri gündemi sürekli savaş olan bir güvenlik ekibinin danışmanlığında yönetiliyor. ABD nin Türkiye ile çıkarları söz konusu olduğunda Kürt devleti fantezisi ile kandırdığı PYD.yi bırakıp, Suriye.den çıkması kaçınılmazdı, mesele bunun ne zaman olacağı idi. ABD, Kürtlerden ümidi kesip İran.a karşı da savaştırmak üzere bölgedeki muhalif 
Arap cihatçı unsurlarla da yoluna devam edebilir. 

   Belki de buna Esatı düşürmekten ve Arap muhaliflerden vazgeçmeyen Türkiye ile beraber karar verildi. Görünen o ki, barışa yaklaştık denilirken, başka planların gereği olarak, yeni bataklıklara çekileceğiz. 




DİPNOTLAR;

1 Nauman Sadiq, Why Did Trump Give the Green Light to Turkish Intervention in Northern Syria? Framed by Russia? Global Research, (October 23, 2019). 
2 Colin Dueck, Age of Iron: On Conservative Nationalism, Oxford University Press, (2019). 
3 James Jay Carafona, Trump Prepares America for a Great-Power Competition, Heritage Foundation, (October 24, 2019). 
4 Salvatore, The United States Has Supplicants, Not Allies, National Interest, (October 26, 2019). 
5 Gil Barndollar, America Was Always Going to Dump the Kurds, RealClearDefense, (October 23, 2019). 
6 Michael Rubin, Turkey's Syria Policy Could Lead to Its Own Destruction, American Enterprise Institute (October 21, 2019). 
7 Joseph Fitsanakis, US Special Forces’ Secrets Fall into Hands of Russians as Kurds Side with Syria, True Republica, (October 25, 2019). 
8 Sarah Abed, The Kurds: Washington’s Weapon of Mass Destabilization in the Middle East, The Rabbit Hole, (October 23, 2019). 
9 Matthew Petti, Exclusive: Inside the State Department's Meltdown with the Kurds, National Interest, (October 22, 2019). 
10 Mazlum Kobani haricinde Mazlum Abdi, Şahin Çilo gibi pek çok kod ismi kullanmakta, ancak gerçek isminin Mustafa olduğu bilinmektedir. 
11 Michael Rubin, Turkey Is No Ally of the United States, American Enterprise Institute, (October 23, 2019). 
12 Matthew Petti, Trump Team Member James Jeffrey Spars With Kurdish Diplomat, Reason, (October 23, 2019). 
13 Gordon Lubold, U.S. Weighs Leaving More Troops, Sending Battle Tanks to Syria, Wall Street Journal, (October 25, 2019). 
14 Stephen Lendman, US Reoccupation of Northern Syria? Turkish Aggression Halted? CRG, (October 25, 2019). 
15 Matthew Petti, Inside the Iran Hawks' Hijacking of Trump's Syria Withdrawal Plan, National Interest, (October 21, 2019). 
C:\Users\TOSHIBA\Desktop\33b65177-a86c-4961-8d35-2643a7e2c811.JPG
16 Fehim Taştekin, Kürtlere petrol görevi mi? Ne sefillik! Gazete Duvar, (25 Ekim, 2019). 


***

3 Ocak 2020 Cuma

TÜRKİYE ARAP KIŞI SAVAŞININ İÇİNE SOKULUYOR

TÜRKİYE ARAP KIŞI SAVAŞININ İÇİNE SOKULUYOR


Türkiye Arap Kışının İçine Sokuluyor
Cahit Armağan Dilek 
03 Ocak 2020
21 Yüz Yıl. Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi.,


Türkiye'nin gündemi "bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete" sözünü aratmıyor.

Daha bir ay öncesinde Türkiye'nin gündeminde olmayan Libya konusu, bir numaralı gündem konusu oldu. Bırakın gündem maddesi olmasını neredeyse bir numaralı güvenlik tehdidi haline getirildi.

Ve Libya'ya asker gönderme tezkeresi TBMM'de dün görüşüldü. Bu yazı yazıldığında henüz tezkere görüşmesi sonuçlanmamıştı. Sayısal çoğunluk evete işaret ediyor. Ona göre yazıldı.

      Bizi bu tezkereye getiren her şey 27 Kasım 2019'da Libya ile imzalanan iki mutabakat muhtırasıyla başladı.

Hâlbuki o tarihte son bir yıldan bu yana Fırat'ın doğusuyla yatıp kalkıyorduk. Fırat doğusundaki Barış Pınarı Harekâtını konuşuyorduk. İktidar, Fırat doğusuna iki milyon Suriyeli gönderecek bir güvenli bölge ve TOKİ projesini içeride dışarıda tüm toplantılarda anlatıyordu. Kimseyi ikna edemedi.

ABD'ye, PKK/YPG'ye gönderdiği 30 bin TIR hatırlatılıyor, S400 alacağız diye sert (!) çıkıyorduk. ABD yaptırım kararı alırsa aynen karşılık veririz gerekirse İncirlik ve Kürecik'i kapatırız diyorduk. ABD yaptırımı Kongre'den geçti, Trump onayladı. F-35 uçaklarını alamayacağımız kesinleşti ama Türk üsleri ABD'ye kapatılmadığı gibi İncirlik'te ABD tesislerinin modernizasyonu ve genişletilmesi projeleri ihale edildi.

     İç Politikada ekonomik kriz derinlemesine hissediliyordu, halk artık mırıldanmaya başlamıştı. İktidar partisi içinden yavru partiler çıkmaya başlamıştı.

İşte tam da bu sırada adeta gökten zembille inen Libya konusu tüm gündemi işgal etti. İktidar, Libya ile birlikte Kanal İstanbul konusunu da aniden gündeme soktu. Libya gibi Türkiye için deniz aşırı sayılacak bir yerde askeri harekâtını sürdürebilmesi ekonomik açıdan mümkün gözükmektedir. Aynı ekonomik gerekçeyle Kanal İstanbul'un yapılması da mümkün gözükmüyor.

Hal böyle olunca bu iki konu adeta dışarıdan Türkiye'ye dayatılmış bir konu gözüküyor.  İçeride iktidarın iç politikada durumunu konsolide edecek bu konular, konuları dayatan dış aktörler hedeflerinin gerçekleşmesinin önünü açıyor.

     Kanal İstanbul Konusuyla Montrö'nün tartışmaya açılmasıyla ABD'nin dünyada sürekli varlık gösteremediği tek deniz olan Karadeniz'in çatışma alanına dönüştürülmesi, Türkiye'nin kuzeyden kuşatılmasının önü açılıyor.

Türkiye Libya'ya angaje edilerek Irak ve Suriye'de olup bitenlere, Türkiye'ye en yakın ve en büyük tehdidin görmezden gelinmesi isteniyor. Daha dün Cumhurbaşkanı 250 binden fazla bir göç dalgasının İdlib sınırına dayandığını belirtip sınırı açacaklarını ima etmiştir. Eğer açılırsa bunun 250 binde kalmayacağını herkes biliyor. BM'ye göre 2 milyon kişi gelebilir.

     Türkiye'ye Suriyeli Arap göçü katlanarak artıp Türkiye Türksüzleştirilirken, Suriye ve Irak'ın bölünmesi senaryosu hızlanırken Libya'ya asker göndermek kimin aklı? Bir ay önce Türkiye'de konuşulmayan konu nasıl bir numaralı güvenlik tehdidi oldu da Türkiye oraya asker gönderip oradaki iç savaşın parçası olacak?

Önceki gün yazdık. Libya'ya asker gönderme kararının siyasi hedefi net değildir ve afaki hayali Türkiye'nin imkân ve kabiliyetlerini aşan, Türkiye'nin bekasıyla yakından uzaktan ilgili olmayacak şekilde "Libya'da barış ve istikrarı sağlamak" olarak belirlenmiş gözüküyor.

Bu ifade ABD'nin Irak'a özgürlük, demokrasi ve barışı getireceğiz hedefiyle benzerlik gösteriyor. ABD bile oluşturduğu büyük koalisyonla Irak'ta bırakın barışı getiremediği gibi Irak'ın parçalanmasının önünü açtı, Irak devletini dağıttı, milyonlarca insanın hayatına mal oldu.

Trablus'taki Ulusal Mutabakat Hükümetine (UMH) destek sağlayacak tek ülke olacak Türkiye, Libya'da barış ve istikrarı sağlayabilir mi? Bu önü açık ve hayali bir hedeftir. DİB Çavuşoğlu'nun CHP ve İYİ Parti yetkililerine söyledikleri de Libya'daki senaryonun önü açık olduğunu, belirsizlik ve bilinmezliklerle dolu bir yere yani bir maceraya Türk askerinin gönderileceğini teyit ediyor.

Türkiye'nin Libya'ya asker göndermenin bahanesi olarak da deniz sınır mutabakatına karşılık olarak UMH'yi askeri olarak destekleme denkleminin büyük bir hata ve Türkiye'ye tuzak olduğunu söyleyelim.

Elma ile Armudu toplamak gibi birbirinden bağımsız iki konudan kurulan bu denklem Türkiye'nin çıkarlarına hizmet etmez. Yani illaki Libya'ya asker gönderelim ki mavi vatanda haklarımızı koruyalım söylemi doğru değildir.

Daha önce defalarca uyardık. Libya'daki durum Irak ve Suriye'dekinden çok farklı. Oralarda haklı bir sınır ötesi terör operasyonu için asker göndermişken, Libya'da bir iç savaşta taraf oluyoruz. Bildiğiniz savaşa giriyoruz. Hem de bizim savaşımız olmayan bir savaşa giriyoruz.

2011'de Tunus ve Libya'dan başlayan Arap Baharı kışa felakete dönüştü. Bahar vaad edilen ülkeler insanlar kışın içinde kaldı.  Yeniden alevlenen iç çatışmalarla birlikte, küresel ve bölgesel güçlerinde dahliyle Suriye'deki mini dünya savaşından sonra yeni bir mini dünya savaşının Libya'da yaşandığını görüyoruz.

Suriyeli göç dalgalarıyla ve iklim değişikliğinin yanında iç çatışmalar nedeniyle Ortadoğu'dan gelecek yeni Arap göç dalgalarıyla Türkiye Türksüzleştirilirken Türkiye'yi ve Türk askerini de Arap Kışının içine göndermenin sorumluluğu ve maliyeti büyük olacak.

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/turkiye-arap-kisinin-icine-sokuluyor

***