27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)* BÖLÜM 1
Fehim KURULOĞLU**
Karadeniz Araştırmaları
XIV/54 -Yaz 2017 -s.191-208
Makale gönderim tarihi: 28.04.2016
Yayına kabul tarihi: 01.06.2016
** Arş. Gör. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta:
fehim.kuruloglu@gop.edu.tr.
Fehim Kuruloğlu
ÖZET
Dünyanın her yerinde devletlerin takip ettiği dış politikalar çıkarlar
doğrultusunda zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarına bakıldığında bunun örneklerine
rastlamak mümkündür. Kuruluş döneminde bölgesel paktlar
ve saldırmazlık anlaşmaları ile ulusal güvenliğini ve bağımsızlığını
korumaya çalışan Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki
kutuplu dünyada yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle hem Ortadoğu
hem de Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde bir takım kopmalar oluşmuştu.
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi
Ortadoğu ülkeleriyle, son dönemlerinde de Sovyetler Birliği ile ilişkileri
geliştirmeye çalıştıysa da istenen sonuçlara ulaşılamadı. 27 Mayıs
1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrası dış politikada bir eksen
kaymasının yaşanmayacağı vurgusu yapılsa da, kamuoyunda dış politikanın
yapısı ile ilgili tartışmalar başlamıştı. 1962 yılında patlak veren
Kıbrıs hadiseleri bu tartışmaların pratiğe dönüşmesine yardımcı
olurken, müttefiklerinden istediği desteği bulamayıp yeni arayışlara
giren Türkiye yönünü yeniden Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne dönmüştür.
Bu çalışma; Türk dış politikasındaki bu kırılma anını merkez alarak Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusundaki çabalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Irak’la yaşadığı sınır sorunları, Mısır’daki Nasır yönetimiyle münasebetler, yeni bağımsızlığını kazanan üçüncü dünya ile ilişkilerin geliştirilmesi ve kuzeydeki süper güç Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler ele alınmıştır.
Bu Makale Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD’de sunulan “1960-1965 Yılları Arası Türkiye’de Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Hayat” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra Türk dış politikasının temel hedefi kendi
kaderine hâkim, bağımsız milli bir devlet kurmaktı. Dönemin en büyük güçleri
olan İngiltere ile Irak’tan, Fransa ile Suriye’den, İtalya ile On İki Adalar’dan,
Sovyetler Birliği ile de Karadeniz’den ve doğudan sınır komşusu olan Türkiye bir taraftan Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, diğer taraftan da bölgesel ve ikili anlaşmalar çerçevesinde güvenliğini sağlamaya çalışmıştı (Gönlübol vd 1997:147).
Atatürk’ün vefatı akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca
tarafsız kalma çabasını sonuna kadar başarıyla yürüten İnönü “Şefliğindeki”
Türkiye, bir yandan savaşın beraberinde getirdiği olumsuz ekonomik,
sosyal şartların üstesinden gelmeye çalışırken, öte yandan uluslararası
arenada siyasi olarak pozisyonunu yeniden belirlemeye çalışmıştır. Bu
çerçevede Atatürk dönemi dış politikasının temel unsurlarından olan taraf-
sızlık politikası, 1939 Ekim’inde İngiltere ve Fransa’yla yapılan üçlü ittifak
anlaşması ile bozulmuş ve böylelikle Türkiye 6 yıl sonra yapacağı tercih ile
ilgili ilk sinyalleri o tarihte vermişti (Ekinci 2002:707).
1945’ten itibaren meydana gelen gelişmeler 1950’lerde dünya devletlerini
iki büyük devletin çevresinde birleştirerek iki ayrı bloğa ayırdı.
1950’den sonraki dönemde ise bloklara dâhil olan devletler küresel iki güçten
birini seçerek bunlarla ikili veya kolektif anlaşmalar imzalamaya başladılar.
Bu durum ABD ve SSCB’nin kendi eksenindeki devletler üzerindeki
etkisinin ve kontrolünün artmasına vesile oldu (Uçarol 1995:673).
II. Dünya Savaşı’nın galibi olan Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki etkisini
daha da arttırmak için yeni birtakım tekliflerle Türkiye’nin karşısına
çıktı. Bu noktada Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki 1925 Andlaşması’nın
Sovyetler lehine tadili ve tavizler söz konusu oldu. 17 Aralık 1925’te
Paris’te Chicherin ve Tevfik Rüştü Aras tarafından üç yıllığına imzalanan ve
feshedilmediği müddetçe her sene yenilenen “Tarafsızlık ve Saldırmazlık
Andlaşması”, 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği
notaya kadar yürürlükte kaldı. Notada Sovyetler, anlaşmanın II. Dünya
Savaşı sonrası ortaya çıkan duruma uygun olmadığını ve ciddi surette geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmişti (Gönlübol vd 1969:206). Tıpkı Birinci
Dünya Savaşı sonrası kurulan Locarno düzeninde Batılıların Türkiye’yi
Rusya’ya yaklaştıran tavırları gibi Rusya’nın 1925 Andlaşmasını gözden
geçirme talebi de Türkiye’nin dış politikada yeni açılımlara gitmesine ve
Batı ekseninde “kayıtsız-şartsız” yer almasına neden oldu.
Bu süreçte tercihini ABD’nin başını çektiği Batı ittifakında kullanan
Türkiye’nin dış politikadaki ana hedefi Batı dünyasındaki siyasi, askeri ve
ekonomik ittifaklara üye olmaktı. Dolayısıyla 1950’de iktidarın değişmesi
herhangi bir farklılık yaratmamış, aynı yıl Kore’de patlak veren savaş NA-
TO’ya girme arzusunda olan Türkiye için büyük bir fırsat doğurmuştu (Akkaya
2012:16). Kore Savaşı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu NA-
TO’ya üyeliğin yolunu açması oldu. Uzun zamandır Batı ile ittifak arayışındaki
Türkiye, böylelikle hem maruz kaldığı Sovyet baskısını hafifletmiş hem
de iç politika açısından Menderes hükümetinin hanesine olumlu bir gelişme
olarak kaydedilmişti (Bulut 2008:40).
Türkiye NATO’ya girdikten sonra İngiltere’ye verdiği sözler doğrultusunda
bir yandan Ortadoğu ile ilgilenirken, öte yandan ABD’nin teşvikiyle
Balkanlar’da birtakım politik hamlelere girişti. Sovyetler Birliği’nden kopan
Yugoslavya’nın Batı ittifakı içine çekilmesi ve bu çerçevede güvenliğinin
nasıl sağlanacağı düşünüldüğünde Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın
bir çatı altında bir arada tutulması öngörülmüştü. Bu doğrultuda 1954 yılında
imzalanacak olan Balkan Paktı’nın temelleri atılmış, adı geçen ülkeler
kısa ömürlü olacak bir işbirliğine girmişlerdi (Bilge vd 1969:255). Böyle bir
paktın kurulması Sovyetlerin ve dolayısıyla Bulgarların tepkisini beraberinde
getirdi ve yaptıkları açıklamalarda bu girişimlerin İngiliz-Amerikan
emperyalizminin uzantıları olduğunu iddia ettiler (Yeşilbursa 2009:156).
İngiliz kaynaklarına göre de bu dönemde DP iktidarının uyguladığı dış politika
CHP idaresine benzer olmakla beraber, Sovyet etkisi nedeniyle kaçınılmaz
olarak daha çok İngiliz-Amerikan eksenine sürüklenmekteydi. Bu
haliyle Türkiye bir taraftan Balkan Paktı, diğer yandan Ortadoğu’da etkin
olma çabalarının yanı sıra jeopolitik önemi, toplumsal yapısı, askeri gücü ve
yönetim istikrarı açısından İngilizler ve dolayısıyla Batı için büyük öneme
sahipti (Doğaner 2006:233).
Balkanlardan sonra sıra büyük planda olduğu gibi Ortadoğu’ya gelmişti.
II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Ortadoğu’nun hâkimi konumundaki
İngiltere için Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. İngilizlere göre; Türkiye
hem coğrafik, hem de kültürel açıdan hem Avrupalı hem de Arap olmayan
istikrarlı, yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal standartlara sahip, bölgeye rol
model olabilecek bir ülkeydi. Türkiye sahip olduğu bu yapı ve tarihsel birikim
ile komünizm tehlikesine karşı önemli bir direnç noktası teşkil etmekteydi.
Bu çerçevede İngilizler için dostluğu yitirilmemesi gereken ülkelerden
biri idi (Bilgin 2007:237). İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren uzun
zamandır atıl bir halde olan Türk-Arap ilişkilerini canlandırmak isteyen
Demokrat Parti hükümeti için Batı’nın desteğiyle bölgede Sovyet tehdidine
karşı kurulacak bir yapı bulunmaz nimetti. 1955 yılına kadar süren görüşmeler
neticesinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan’ın bir araya gelerek
oluşturduğu Bağdat Paktı dönemin önemli gelişmeleri arasında yer
almıştır. ABD eksenli politikaların bir yansıması olan pakt ile Amerika komünizm
tehlikesine karşı Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan savunma zincirini
tamamlamış oluyordu (Ekincikli 2002:249). Ancak Türkiye’nin Batı ile
olan bu münasebetleri Ortadoğu’da olumlu sonuçlar vermezken, pakt nedeniyle
Türk-Arap dostluğu sarsılmış, bölgedeki Türkiye imajı daha da kötüye
giderken, Batılıların isteklerinin aksine Sovyetlerin bölgeye yerleşmesi kolaylaşmıştır (Bostancı 2013:182).
1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinin
inişli-çıkışlı, zaman zaman yakınlaşan, zaman zaman da birbirinin
zıttı yönde gelişen durumlar yaşandığı görülmektedir. Bu dönemde bölge ile
ilgili politikalara yön veren önemli gelişmeler yaşandı. Bağdat Paktı, İsrail’in
tanınması, Süveyş Krizi, Ürdün Meselesi ve Suriye’de cereyan eden karışıklıklar
bölge ülkeleri ile Türkiye’nin arasındaki mesafenin açılmasına neden
olmuştur. Bunun sebebi olarak da DP’nin Soğuk Savaş mantığı çerçevesinde
ülke çıkarlarını ABD ekseninde görüp ona uygun politikalar uygulaması
gösterilmektedir (Duran vd 2013:125).
Demokrat Parti iktidarının son döneminde yaşanan en önemli dış politik
hadiselerden biri Suriye ile cereyan eden kriz olmuştur. Tarihsel arka
planına bakıldığında bir güvensizliğin zaten mevcut olduğu Suriye-Türkiye
ilişkilerindeki gerginlik 1957 yılına gelindiğinde iyiden iyiye su yüzüne
çıktı. Suriye’de her geçen gün artan Sovyet etkisine dikkatleri çeken Türkiye,
kuzeyindeki Sovyet tehlikesinden sonra güneyinde de aynı durumla
karşı karşıya kalmak istemiyordu. Uluslararası güç dengeleri açısından soruna
bu şekilde yaklaşılabileceği gibi, DP iktidarı konuyu diğer taraftan bir
iç politika malzemesi şekline sokmuştu. O tarihlerde artan ekonomik bunalımın
kamuoyu üzerindeki etkisini Suriye’ye yapılması istenen bir harekâtla
dağıtmak isteyen hükümet, dış politik mevzuları iç politikaya alet etmekteydi.
Bunda da kısmen başarılı olan hükümetin 1957 seçimleri sonrası krizin dozunu azalttığı ve herhangi bir müdahalede bulunmaksızın konunun gündemden kalktığı görülür (Baş 2012:107).
1950’lerin ikinci yarısı Türk dış politikası açısından hareketli olmuş,
Soğuk Savaş ekseninde şekillenen, Batı’ya endeksli politikalar ikinci yarının
sonlarında yerini denge ve yumuşama politikalarına bırakmıştı. Demokrat
Parti’nin ilk yıllarında kayıtsız-şartsız ABD ekseninde yürüyen politikaları
değişen dünya şartları ile beraber dönüşmeye başlamıştı. Batı’nın Sovyetlerle
işbirliğine girmesi, Türkiye’nin yanı başındaki süper güce kayıtsız kalmasının önüne geçmiş, bu çerçevede 1959 yılında Türk-Sovyet yakınlaşması
gündemi meşgul etmişti. Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı olmasına
karşılık böyle bir girişimde bulunması ABD’li yetkilileri doğal olarak
rahatsız etse de Türk çıkarları açısından elzemdi. ABD’nin kaygısının temelinde
Türkiye’nin kendi çizgilerinden ayrılması sonucu dalga dalga diğer
bölge ülkelerinin de etkilenip Ortadoğu’daki etkisinin aşınması yatmaktaydı.
Türk dış politikasının ekseninde kati bir kayma olmasa da önemli bir
değişimi ifade eden bu açılım sonraki yıllarda spekülasyon konusu yapılmış
ve dolayısıyla 27 Mayıs müdahalesi ile bağlantılar kurulmak istenmiştir
(Seydi 2011:13-14). Ancak 1960’lı yıllardaki Türk dış siyasasına bakıldığında
1959’da başlayan değişim ve dönüşümün sürdüğü net bir şekilde görülebilecektir.
Nitekim Çakır’ın da belirttiği gibi Amerikalıların konumu Türkiye’de
iktidar ve muhalefete yakın mesafede olup, iktidar değişmesi durumunda
değişimin Türkiye’nin Batı ittifakına bağlılığında bir zayıflama olup
olmadığı yönündeydi (Çakır 2004:61).
1950-1960 yılları arasında dış politik gelişmeler genel olarak değerlendiril diğinde, Türkiye’nin tarihsel ve konjonktürel olarak uluslararası arenada Batı yanlısı pozisyon almaya çalıştığı ancak bunu yaparken ulusal çıkarlar açısından bilhassa ABD’ye verilen tavizlerde ve imkânlarda kaba ifadeyle kantarın topuzunu biraz kaçırdığı görülebilmektedir. Batı bloğuna kayıtsız şartsız dâhil olma politikası ilerleyen yıllarda iflas etmiş, dolayısıyla iktidarın son günlerinde olduğu üzere Sovyetlere ve Bağlantısızlara karşı yaklaşımda bir yumuşama olmuştur. Moskova’ya yapılması planlanan ziyaretler, Hindistan Devlet Başkanı Nehru’nun Türkiye’ye gelmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.
Arap ülkeleriyle kurulmak istenen sıcak ilişkiler istenilen seviyede olamamış, Türkiye’nin ABD ve İngiltere eksenli politikaları bölge ülkelerinin muhalefeti ile karşı kaşıya kalmış, Menderes hükümetlerinin son döneminde Suriye’ye asker göndermeye varacak kadar ilişkiler gerginleşmiştir. Sonuç olarak bu dönemde yürütülen dış politika ile Türki-ye’nin geleneksel tarafsız kalma politikaları terk edilip daha aktif ve operasyonel politikalar yürütülmeye çalışılmış, bunların kimisinde başarılı olunurken, kimisinde de istenilen neticelere ulaşılamamıştır.
Dış Politikada Yeni Arayışlar: Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Münasebetleri
27 Mayıs darbesi sonrası Türk dış politikasında köklü olmasa da bir reform
yapılması gerektiği yönünde ülke genelinde yaygın bir kanaat oluşmuştu.
Bu değişimin ilk ayağı uzun süredir akim kalmış olan Ortadoğu devletleri ile
ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılması olmuştur. Bu çerçevede özeleştiri
yapılmaya çalışılsa da darbe ertesi bir dönem olması sebebiyle fatura
genellikle sabık iktidara kesilmişti. DP dönemi dış politika anlayışını eleştiren
Balkan, bu dönemde uygulanan yanlış politikalar sonucu çevrede dost
bir ülke kalmadığını, kayıtsız şartsız Batı yanlısı izlenen tutum ve uluslararası
arenada Batı tezlerinin savunuculuğunun ve sözcülüğünün yapılmasının
hem Afrika hem de Asya ülkeleri nezdinde Türkiye’nin itibarını sarstığını, buna
karşılık ise Batı’dan herhangi bir menfaat sağlanamadığını belirtmiştir
(Balkan 1960a). Türkiye’nin Atatürk sonrası dış politika uygulamalarını
eleştiren Balkan, bilhassa Ortadoğu politikalarının artık işleyemez
halde olduğunu, son yıllarda Nasır düşmanlığı, Nuri Sait Dostluğu ve Bağdat
Paktı politikalarının Türkiye’nin çıkarlarından çok Batı’nın çıkarlarını koruma
amacında olduğunu, emperyalizmle mücadele eden ülkelere ilham
kaynağı olan Türkiye’nin bu politikalarının bölgeden kopmasına neden
olduğunu vurgulamıştır (Balkan 1960b). Darbe sonrası kurulan geçici hükümet
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istemekteydi. Bu çerçevede
sembolik olarak DP döneminde İsrailli bir şirketle yapılan tütün anlaşmasını
feshetti (Son Havadis, 21.08.1960). MBK idaresinden Arap dünyasına
sıcak mesajlar verilmesine rağmen bu açılım, Nasır egemenliğindeki Mısır’ın
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma yoluna giderek Irak ve Suriye’yi
kontrolü altına almaya çalışması nedeniyle yerini gerginliğe bıraktı. Nasır’ın
Hatay’ın ilhakı ile ilgili söylediği sözlere karşılık veren Devlet Başkanı Cemal
Gürsel İskenderun’da yaptığı açıklamada: “Hatay’a uzanacak her el kırılacaktır”
diyerek muhataplarına gözdağı vermişti (Milliyet 30.07.1960).1
1961’in sonları dünya politikaları açısından oldukça hareketli geçmiştir.
Hindistan’ın Portekiz sömürgesi olan Goa’yı ilhak etmesi ve buna Birleşmiş
Milletler ile Portekiz’in karşılık verememesi, Irak lideri Kasım’ın
Kuveyt üzerinde benzer planlar kurmasını kolaylaştırırken, Lübnan’da da
bir askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte sömürgelerde
ve Ortadoğu’da yaşanan hareketlilikler İngiliz donanmasının da bölgeye
sevk edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Irak merkezi hükümetiyle
kuzeydeki Kürtler arasında çatışmalar artmış, bunun üzerine Türkiye sınır
güvenliğini arttırıcı tedbirlere başvurmuştu (The Times, 30.06.1962)2. Bu
dönemde Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle merkezi idare arasında yaşanan
çatışmaların Türkiye sınırına da sıçraması Türkiye’nin Arap ülkeleriyle
geliştirmek istediği ilişkileri yaralayan bir hadise oldu. 1962 yılında Irak
Hava Kuvvetleri’ne ait iki adet F100 savaş uçağının Şemdinli’de konuşlu
Jandarma Alayı’na bir saat müddetle saldırıda bulunması sonucu, 2 Türk
askeri şehit olurken bir asker yaralanmıştı. Olayın Ankara’da duyulması
üzerine Irak hükümetine protesto telgrafı çekildi (Milliyet, 16.08.1962)3.
Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada olaydan sonra Türk
Hava Kuvvetlerine ait uçakların Irak sınırında devriye görevine çıktıkları
belirtildi (The Times, 16.08.1962). Yaşananlar bununla da sınırlı kalmayıp
benzer bir durum birkaç gün sonra tekerrür etti. Irak uçaklarının Türk sınırına
yaklaşması üzerine harekete geçen Türk savaş uçakları bir adet MIG
tipi Irak savaş uçağını düşürdü. 16 Ağustos günü üç Irak savaş uçağının yine
Türkiye-Irak sınırındaki köylere yangın bombaları ve makineli tüfeklerle
saldırmaları sonucu Türk jetleri bir Irak uçağını daha vurdu. Irak sınırında
yaşanan hadiseler İstanbul’daki üniversite gençliği arasında da tepki uyan-
dırarak protestolara neden oldu. MTTB yayınlamış olduğu bildiride; birkaç
aydan beri devam eden hadiselere ve Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat
çekerek Irak hükümetini olaylara son vermeye çağırmıştır (Ulus, 17.08.
1962). Muhalefet milletvekilleri de Başbakanlığa çektikleri telgraflarla durum
hakkında izahat istemişlerdi4 (BCA, 30.1.0.0/50.304.9.).
Olayların sıcaklığının geçmesinden sonra hükümet alınan tedbirlerin
sonucunda Irak uçaklarının tacizlerinin sona erdiğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığına çağrılan Irak Büyükelçisi çıkışta basına yaptığı açıklamada: “Bu
hadiseleri izale edecek tedbirlerin alınacağına inanıyorum. Bu olayların tekerrür
etmeyeceğini ümid ederim” dedi. Ayrıca Irak hükümetinin olaylar
sonunda doğan hasarı karşılamayı kabul ettiği belirtildi. Öte yandan Irak
ordusunun Barzani kuvvetlerini güç durumlara soktuğu bölgeden gelen
haberler arasındaydı (Ulus, 18.08.1962). Başbakan İnönü, Irak hadiseleri ile
ilgili Genelkurmay Başkanı Sunay’dan ve Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan
Tansel’den bilgi almış, Dışişlerinden yapılan açıklamada da olayların Irak
hükümetinin kuzeyde Barzanilere karşı giriştiği harekâtın taşkınlığı dolayısıyla
cereyan etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulduğu belirtilmiştir
(Milliyet, 19.08.1962; Ulus, 19.08.1962). Olaylardan birkaç gün sonra Irak
uçaklarının yine bombardımana devam ettiği ancak ölü ya da yaralı bulunmadığı
İçişleri Bakanı Kurutluoğlu tarafından duyuruldu. Irak uçağının düşürülmesi
ile ilgili Irak notasında uçağın Irak hava sahasında düşürüldüğü,
dolayısıyla Türkiye’nin özür dilemesi ve tazminat ödemesi gerektiği ifade
edilmiştir5. Resmi olmayan Türk cevabında ise Türk sınırına saldırıya karşılık
verildiği belirtildi (Ulus, 20.08.1962).
Olaylar üzerine Ulus’ta çıkan bir başyazıda: Irak ile Türkiye’nin dostluğu
ve iyi münasebetleri vurgulanarak, Irak hükümetinin kuzeydeki isyancılarla
mücadelesinde zaman zaman sınırı aşan müdahalelerine Türkiye’nin
ses çıkarmadığı, ancak son yaşanan olaylar ve Türk askerlerinin hayatlarını
kaybetmesinden sonra durumun kontrolden çıkmaya başladığı tespitinde
bulunulmuştur. Irak’taki Kasım idaresinin kendi sorumluluklarını Türkiye’ye
yüklemeye çalışmasının anlamsız olduğunun belirtildiği yazıda: “Kasım’ın
bu basiretsiz ve akıbeti şüpheli yoldan çabuk dönmesi en halis temennimizdir”
denilmiştir (Ulus, 20.08.1962). Hükümete yakın bir gazetede
bu ifadelerin kullanılması bir bakıma gayri resmi ültimatom değeri taşımaktaydı.
Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada olayların gelişim şeklini
kısaca özetledikten sonra, Türk hükümetinin Türk-Irak dostluğuna büyük
önem verdiğini, verilen bu ehemmiyet nedeniyle sert tepkiler konmadığını
ve devriye uçuşlarına şimdilik son verildiğini duyurdu (Milliyet, 21.08.1962).
Türkiye’nin tansiyonu düşürmeye çalışmasına rağmen Irak kanadı tam
tersi bir uygulamaya girişti. 20 Ağustos’ta Bağdat’taki Türk Büyükelçiliği
önünde hükümet destekli olduğu öne sürülen ve Türkiye karşıtı sloganların
ve hakaretlerin yağdırıldığı bir protesto gösterisi düzenlendi (Ulus,
22.08.1962). Irak lideri Kasım radyoda yaptığı konuşmada: Türkiye’yi Amerikan
ve İngiliz emperyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlayarak, Türkiye’yi
Kuzey Irak’taki asi Kürtlere destek vermekle itham etti6 (Milliyet,
23.08.1962). Olaylar üzerine Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Seyfettin Turagay
yurda döndü7. Elçi yaptığı açıklamada: Kasım’la görüşmek için randevu
istese de Başkanın yoğunluğu sebebiyle randevu verilmediğini belirtmişti
(Ulus, 24.08.1962). Elçinin gelişi ile ilgili sorulan sorular üzerine Dışişleri
Bakanı Erkin elçinin geri çağrılmadığını, yalnızca yıllık izninin bir kısmını
kullanmak için Türkiye’de olduğunu söyleyerek diplomatik bir dille durumu
kurtarmaya çalışmaktaydı (Ulus, 26.08.1962). Dışişleri Bakanlığı 24 Ağustos’ta
yayınladığı bildiride: Irak hükümetini Türk-Irak dostluğuna aykırı bir
yola sapmakla itham etmiş, ayrıca Iraklı pilotların Türkiye’ye saldırılarının
tarafsız bir komisyonca incelenmesini teklif etmiştir8 (Milliyet, 25.08.1962).
Öte yandan Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’deki misyonunda görevli
Ernest Schwarzenbach ve Allen Simon’un yasadışı silah taşımak ve kaçak-
çılık yapmak suçlamalarıyla yargılanacak olması Türkiye’nin Irak makamla-
rınca silah kaçakçılığına göz yumma suçlamalarına verilen bir cevap niteliği
taşıdığı söylenebilir (The Times, 24.08.1962). Kasım’ın politikalarını ve
Türkiye karşıtı tutumunu değerlendiren Esmer, Kasım’ın birkaç ay önce
Barzani meselesinin sonlandırıldığını açıklamasına rağmen, ortadaki savaş
durumunun gerçeğin hiç de ilan edilen gibi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir.
Ayrıca Barzani’nin Sovyetlerle münasebetlerinden hareketle Kasım’ın
Türkiye’yi Batı ile işbirliği yapmakla suçlamasının mantıksız bir yaklaşım
olduğunu ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye
nasıl bir menfaati olabileceğini sormaktadır. Yazıda ayrıca Barzani karşıtı
operasyonuyla Türk kamuoyunun da sempatisini kazanmış bir liderin başarısızlık
durumunda hedef tahtasına Türkiye’yi koymasının anlamsızlığı üzerinde
durulmuştu (Esmer 1962). Öte yandan Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma
Derneği yapmış olduğu açıklamada: Kasım devrinde Irak Türklerinin
acı günler yaşadığını, Kürtlere tanınan adem-i merkeziyet hakkının 1 milyona
yakın Türk’e de tanınması talebinde bulunmuştur (Ulus, 22.03.1963).
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder