Dış Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dış Politika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Aralık 2020 Cumartesi

27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri

27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri

     
         27 Mayıs Yönetimi Dış Politika Prensipleri


27 Mayıs darbesini yapan grup içinde ideolojik bir birlik söz konusu
olmamış, radikaller ve ılımlılar olarak ikiye ayrılan yönetimde darbeden bir
süre sonra ülkenin geleceği konusundaki fikirler farklılaşmaya başlamış, bu
durum da halk üzerinde ve yönetim içinde huzursuzluğa yol açınca, radikaller
olarak adlandırılan Alparslan Türkeş önderliğindeki grup yönetimden tasfiye
edilmişlerdir. İç politikada yaşanan ayrılıkçı düşünce yapısı dış politikaya da
yansımıştır.  27 Mayıs yönetimi ilke ve uygulama düzeyinde geleneksel Türk
dış politikasına bağlı kalacaklarını belirtirken, bir yandan da Türkiye’nin
yaşadığı tarih gereği Bağlantısızlar Hareketi’ne yakın olması gerektiğini
belirtmiş, Bağlantısızlara duydukları sempatiyi söylemekten geri kalmamışlar dır.97  
Duyulan bu sempatinin yanında geleneksel dış politika bağlılığın vurgulanması 27 Yönetimi açısından oldukça önemliydi, bu önem darbenin halka duyurulduğu radyo konuşmasında;

Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz.Gayemiz,
Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir.
Büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh,Cihanda Sulh” prensibi bayrağımızdır.Bütün
ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sağdığız.NATO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. 

'' CENTO’ya bağlıyız.Tekrar ediyoruz; düşüncelerimiz ,yurtta sulh, cihanda
sulhtur.'' Şeklinde belirtilmiştir. Batıyla yakın ilişkiler içinde, profesyonel bir diplomat olan Selim Sarper98 27 Mayıs yönetiminin dış işleri bakanı olarak
atandığında,dış politikada devamlılık sözü vermiş, 1 Haziran 1960’taki ilk
basın toplantısında bu sözünü teyit etmiştir.99Dış işleri Bakanlığı’na öncelikle
Fahri Korutürk’ün getirileceği kamuoyuna duyurulmuş, ancak Selim Sarper’in
Batıyla iyi ilişkiler içinde olması ve askerler tarafından politikaya karışmayan
biri olarak görülmesi nedeniyle getirilmiştir...

Sarper, 27 Mayıs’ın ilk saatlerinde evine gönderilen askeri bir ciple alınıp sıkı yönetim komutanlığına getirildiğinde ABD, NATO ve CENTO’ya bağlı kalınacağının belirtilmesini takdirle karşıladığını belirtmiştir100. Türkiye’nin geleneksel dış politikasını 27 Mayıs yönetiminin ABD’ye ve NATO’ya olan bağlılığını belirtmesinin en büyük nedeni ABD’nin 5 Mart 1959 tarihinde imzalanan Türk Amerikan
Güvenlik İşbirliği Anlaşması101’na dayanarak bir müdahalede bulunması
olasılığıdır. MBK bu durumdan duyduğu korku neticesinde bağlılığını bir çok
defa belirtmiştir.102

MBK yönetimi dış politikada, geleneksel dış politikaya bağlı kalıp, daha bağımsız bir politika izlemek istediği bir çok defa teyit etmiştir ancak, hem mevcut anlaşmalara bağlı kalıp hem de daha bağımsız bir dış politika izleneceği konusunda her hangi bir çözüm yolu önerilmemiştir.

MBK yönetiminin dış politikada sağlamak istediği öncelikli hedef darbeyle kurulan rejimin batı tarafından bir an önce tanınması olmuştur.

Sarper’in çalışmaları sonucunda 30 Mayıs’ta ilk olarak İngiltere ve ABD MBK
yönetiminin darbeyle kurduğu yeni rejimi tanıdıkları belirttiler, bu sayı 3
Haziran ‘a gelindiğinde Sovyetler Birliği de dahil 31 ‘ çıkmıştır. Bu dönemde
yayınlanan bildiriler, uygulanan politikalar ve programlar incelendiğinde
“bağımsız, bağlantısız” dış politika isteklerinin olduğunu ancak bu isteklerinin
gerçekleşmesinin olanak bulmadığı görülmüştür.103

MBK’ nın dış ilişkilerin tabanını genişletme ve bağımsız hale getirme
gereksinimi isteği doğrultusundaki ilk girişimi, 11 Temmuz 1960 hükümet
programının kamuoyuna duyurulmuştur. Bu duyuruda Cemal Gürsel
programın dış politika ilgili bölümlerinde “Türkiye’nin kimseye karşı düşmanlık
beslemediğini, uzatılan her dost elini sıkacağı ve kendisine karşı gösterilen
hakiki ve samimi dostluğa, aynen mukabele edeceğini” açıklamıştır.104Bu
program 4 Aralık 1957’de TBMM’de okunan hükümet programı ile
karşılaştırıldığında, hem iç hem de dış politikada önemli sayılabilecek
değişiklikler olmuştur.

İlk olarak; Menderes hükümeti uluslar arası sistemin tanımlamasını
yaparken barışın sağlanmasını temel dış politika amacı olarak belirlemişti.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen ülkeler
arasında uluslar arası sistem içinde kalıcı barışın tam olarak sağlamadığını
belirtmiş ve “Hür milletlerin adil bir sulh nizamı bulmak ve bunu kabul
ettirebilmek hususunda ki bunca gayretlerin, teessürle ifade edelim ki henüz
neticesi alınmamıştır. Buna mükabil harp giderek şiddetini arttırmakta ve her
gün biraz daha tehlikeli bir hal almaktadır” açıklamasını yaparak dünyanın
bloklaşmış yapısını ve barışı sağlamak için gösterilen çabanın Batılı ülkeler
tarafından geldiğini vurgulamıştır. Sovyetler Birliği’ne karşı Batı desteklenmiş tir. Ayrıca; Menderes hükümeti” bağlantısızlar hareketi” ni savununa ülkelere tepki ile bakmış NATO ve Bağdat Paktı’na bağlılığı belirterek Türkiye’nin daha açık olması gerektiğini belirtmişlerdir.

27 Mayıs hükümetinin dış politika vurgusunda en önemli sorun barışın
sağlanması olarak belirtilmiş, bloklaşma ve Soğuk Savaş üzerine herhangi bir
vurgu yapılmamış, sosyalist blok Sovyetler Birliği barışı bozan taraf olarak
gösterilmemiştir. Soğuk Savaş döneminde bir bloğa kesin taraf olduğunu
belirtilmesi yerine Türk milletinin çıkarları ön planda tutulmuş buna göre
hareket edilmiştir. DP hükümeti dış politika uygulamalarının da bu yönde
olduğu,27 Mayıs hükümetinin dış politika uygulamalarında herhangi bir
farklılık getirmediği açıkça belli olmuştur.

Dış siyasetin temelleri bu şekilde belirtildikten sonra, BM, NATO ve
CENTO barışı sağlamanın bir aracı olarak görülmüştür. Ancak, Menderes
hükümetindeki NATO’ya bakış değişime uğramıştır. Eşitlik ve egemenlik
ilkelerine vurgu yaparak,”dost ve müttefik memleketlerle münasebetlerimizi
her sahada eşitlik ve egemenlik esasları dairesinde yürütmek ve geliştirmek
siyasetimizin başlıca prensiplerindendir” şeklinde belirtilmiştir.105

İkinci olarak; Menderes hükümetinin dış politika programında Sovyetler Birliği’ ne bakış NATO’nun bir üyesi olarak temkinli bir şekilde sürdürülmüştür.106 

Bu durum Menderes programında;

“Sovyetler ile münasebetlerimize gelince; Bu münasebetlerin mensup
bulunduğumuz müdafaa topluluklarından tecrit edilerek mütalaasına imkan
yoktur.NATO ve Bağdat teşekkülleri azası olarak vaziyeti mütalaa edip
hissedeceğimiz emniyet nispetinde ve müttefiklerimizle aynı seviyede olmak
üzere Rusya ile olan münasebetlerimizi devam ettirmek kararındayız”107
şeklide belirtilmiştir. Sovyetler Birliği ile kolektif bir ilişki kurma yolu tercih
edilmiştir.

27 Mayıs hükümeti ise hükümet programında Sovyetler ile kuracağı ilişkilerin esasını ; ”Sovyetler Biriliği ile münasebetlerimizi karşılıklı saygı esasına müstenit iyi komşuluk çerçevesinde ilerletmeyi samimiyetle arzu etmekteyiz” vurgusunu yaparak belirtmiştir. NATO dışında da komşuluk temellerinin oluşturulmak istenmiştir.108Sovyetler Birliği ile genel anlamda bakıldığında dış politika da 
27 Mayıs hükümetinin getirdiği ciddi bir fark olmamıştır. Eğer 27 Darbesi gerçekleşmeyip,DP hükümeti iktidarda olsaydı, Başbakan Menderes Temmuz 1960’da SSCB ile ilişkilerin daha iyi noktaya gelmesini sağlayacak bir gezide bulunmayı planlamıştır.

Üçüncü olarak; Menderes hükümeti Soğuk Savaş döneminde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki coğrafyası nedeniyle stratejik önemini arttırmış, askeri ve siyasi pozisyonu açısından en fazla ihtiyaç duyulan ülke durumuna gelmiştir. 109

Başbakan Menderes, Ortadoğu’da Suriye ile olan sorunlara dikkat çekmiş ve bu bölgede bölge dışındaki bir devletin emniyeti ve istikrarı tehlikeye düşürmesi sadece bu Ortadoğu’daki barışı değil tüm dünya barışını tehlikeye düşüreceğini belirtmiş ve daha dar kapsamlı Ortadoğu politikası izlemeyi tercih etmiştir.110 27 Mayıs yönetimi dış politika programında Arap ülkeleriyle, özellikle de Birleşik Arap Cumhuriyet’i ve Irak ile uluslar arası sistem düzeyinde ilişkilerinin önemi vurgulanmış daha küresel Ortadoğu politikası benimsemiştir.111 Soğuk Savaş konjonktür, başta Ortadoğu bölgesi olmak üzere Balkanlar, Yugoslavya, Afrika ve Latin Amerika ile yakın ilişkiler içinde olunması verilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Son olarak Menderes hükümeti ve 27 Mayıs hükümetlerin dış politikaları arasında ki farklılık Avrupa ile olan ilişkiler noktasında olmuştur. DP hükümeti 1957 yılında kamuoyuna sunduğu dış politika programında Avrupa’nın bütünleşme yolunda bir örgütlenme içinde olduğunu, bu bütünleşme içinde az gelişmiş ülkelere yapılan yardımlardan Türkiye’nin yararlanması, payını alması gerektiğini belirtilmiştir.27 Mayıs hükümeti Avrupa ile olan ilişkiler de Avrupa Konseyi’ne yer vermiş,konseyin
çalışmalarına her bireyin insan hakları ve hürriyetlerinden faydalanmasını
sağlamak amacıyla aktif bir şekilde katılmak gerektiğini belirtmiştir.Ancak 27
Mayıs hükümeti, Avrupa Konseyi demokrasiyi rafa kaldırdığı gerekçesi ile
Türkiye’yi dışlamış,Türkiye için temel sorun kaybettiği bu imajı yeniden
kazanıp,ilişkileri normal seviyeye getirmek için çaba sarf etmiştir.112

27 Mayıs darbesi uluslar arası sistemde büyük yankı uyandırmış, darbe öncesinde ve sonrasında Türkiye’nin iç ve dış politika uygulamaları yabancı ülkeler tarafından dikkatle incelenmiştir. Örneğin; Türk siyasetini ve devletin durumunu iyi bir şekilde çözen, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi Burrows, ülkesini Türkiye’de yaşanan tüm olaylar hakkında bilgilendirmiştir.

22 Nisan 1960 tarihli raporunda Menderes’in kendisine karşı oluşan
muhalefete ve basına karşı bir önlem aldığını alınan bu önlemin son derece
hatalı olduğunu belirtmiş, ülke içinde taşrada çıkan olayları, ordu içindeki
kaynamaları ve oluşan genel havayı birebir ülkesine iletmiştir. Büyükelçi
Burrows, darbeden bir ay önce de darbe ortamının var olabileceğini
öngörmüş, ancak yapılabilecek her hangi bir müdahalenin de Türkiye’nin bir
iç meselesi olarak görmüş, onları ilgilendiren konunun Türkiye’de yaşayan
İngiliz vatandaşlarının ve Kıbrıs’ın durumunun olduğunu vurgulamıştır. İngiliz
dış politikasında Kıbrıs meselesinin çözümü Türkiye’nin siyasi ortamından
daha önemli olmuştur. Darbe gerçekleştikten bir hafta sonra İngiliz
makamlarına ulaştırdığı genel durumu belirten raporunda; Menderes
hükümetinin, 1955-1960 yılları arasında özellikle entelektüel kesimin
desteğini geniş ölçüde yitirdiğini, DP iktidarından hoşlanmayan kesimlerin
darbeden önce var olduğunu bildirmiştir.113

Genel olarak bakıldığında;

Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da yeni yönetimin dış
politikası eskiye göre kayda değer herhangi bir değişiklik göstermemiştir.
Zaten 27 Mayıs yönetimi, darbenin ertesi günü yayınladığı bildiride de,
Türkiye’nin bütün ittifaklarına ve taahhütlerine sadık kalacağını NATO’ya ve
CENTO’ya bağlı olduğunu bildirmiştir. Yani, dış politikada herhangi bir
değişikliğin olmayacağı darbenin ilk günün de açıklamıştır. Dış politika da
Türkiye’yi ileriye taşıyacak bir değişiklik olmazken, 1960’lı yılların ortasında
Soğuk Savaş dönemindeki yumuşamayla birlikte Türkiye iki blok arasındaki
önemini kaybetmeye ve uluslar arası sistemde yalnızlaşmaya başlamıştır.114

           Uluslar arası Sistemde Diğer Devletlerle Olan İlişkiler

27 Mayıs darbesinin dış işleri bakanı Selim Sarper 11 Temmuz 1960’taki ilk basın toplantısında dış politikada, NATO, CENTO, VE BM’ye bağlı kalacağını birdirmiş, batıya bu yolla devamlılık sözü vererek batı karşısında Türkiye’nin durumunu garantiye almıştır.115

Dış politika konusunda son derece duyarlı olan İsmet İnönü, Selim Sarper’le yaptığı görüşmede Batı Bloğunda kalmanın Türkiye açısından son derece yararlı olacağını, NATO, CENTO ve BM’ye olan devamlılık ve bağlılığın bildirilmesinin çok doğru ve yerinde bir açıklama olduğunu belirtmiş, bu birliklerde olan üye ülkeler arasında istenmeyen bir üye konumunda olmanın Türkiye için çok olumsuz sonuçlar doğuracağını bu yüzden uyumlu bir üyelik sürdürülmesi gerektiğini eklemiştir.

27 Mayıs hükümeti genel olarak dış politikada içe ve dışa dönük davranışlar içinde olmuştur. İç politikada ve dış politikada radikal değişikler yapmaktan kaçınmıştır. Yani dış politikada darbe ile gelen hiçbir değişiklik olmamıştır. 116


                      Amerika Birleşik Devletleri- Türkiye İlişkileri


Yakın tarihe bakıldığında ABD ‘nin askeri rejimlerle daha içli dışlı ilişkiler içinde olduğu, daha iyi ilişkiler kurduğu görülmüştür. DP milletvekillerinden Adnan Selekler, 27 Mayıs müdahalesinin ertesi gününde, harp okulunda tutuklu oldukları sırada Fatin Rüştü Zorlu’ya:
“Beyefendi Amerika askeri müdahaleye ne der?” şeklinde bir soru yöneltmiştir. Zorlu’nun yanıtı ise :
“…Amerika askeri rejimleri tercih eder. Amerikalılar askerlerle daha kolay
anlaşırlar.”Şeklinde olmuştur.

Amerika’nın askeri rejimlerle anlaşmasının en önemli nedeni; askeri
rejimle yönetilen ülkedeki subayların Amerikan eğitimi almaları ve genelde
dünyayı Amerikan perspektifinden bakamaya koşullandırılmış olmaları
olmuştur.117Örnek olarak 2009 yılında Honduras’ta Cumhurbaşkanı Manuel
Zelaya karşı darbe yapan Romeo Vasquez, Amerika’da ABD Okulu’nda
eğitim almıştır.ABD Honduras’daki darbeyi yakından izlemiş, olup biteni
dikkatle takip etmiştir.118

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 17 Nisan 1961 günlü 8453 sayılı ,

”Türk Siyasetinde Silahlı Kuvvetlerin Rolü” adındaki gizli raporunda 27 Mayıs
darbesi şu şekilde değerlendirilmiştir:

27 Mayıs 1960 tarihinde başbakan Adnan Menderes hükümetini deviren
Türkiye Silahlı Kuvvetlerince yapılan darbe Türkiye dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inancı yıkılmıştır…Ordunun Türk Siyasi hayatı üzerindeki etkisi,bu nedenle hiç şüphe yok ki ,devam edecektir ve ordu, yeni bir siyasi bunalım ortaya çıkması halinde ,eskiye oranla müdahale etmeye daha hazır olacaktır.”119

Washington büyükelçisi Melih Esenbel Türkiye’nin bütün uluslar arası
yükümlülüklerine bağlı kalacağını Amerikan hükümetine bildirmiş, darbe
sonrasında Türk- ABD ilişkilerinin geleceğini garantiye almaya çalışmıştır.
Amerikan Büyükelçisi Fletcher Warren darbenin iç politikadan kaynaklandığını, bu durumunda Amerikan karşıtı bir politika olmadığını belirten bir mesaj göndererek 27 Mayıs Darbesi hakkında ABD’nin görüşünü bildirmiştir. Büyükelçi Warren daha sonra darbe hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak istemiş ve darbenin ertesi günü 28 Mayıs 1960’da Cemal Gürsel ile bir görüşme yapmıştır.120 

Bu görüşme sırasında Warren Gürsel’e ;

”Şimdiye kadar şahit olduğum en kesin, etkili ve çabuk darbe. 

Ankara halkının sonuçtan memnun olduğunu gösteriyor” demiştir 121
Görüşmede, Türkiye’nin mali açıdan ABD yardımına ihtiyacı olduğu açık
bir dille Cemal Gürsel tarafından bildirilmiş, ABD hükümeti bu görüşmeden
kısa bir süre sonra 27 Mayıs yönetimine istediği krediyi vermiştir. Ayrıca ABD
hükümeti 30 Mayıs 1960’da 27 Mayıs hükümetini tanığını belirtmiş, bu durum
diğer Avrupa ülkelerinin Türkiye’de darbe sonrasında kurulan yeni hükümeti
tanımaları açısından örnek teşkil etmiş ve etkili olmuştur. 122

ABD, MBK yönetimini tanıdığını ilan etmiş ancaki Menderes hükümeti
döneminde yapılmış olan ve büyük bir kısmı TBMM’ye getirilmeden yürürlüğe
girmiş olan ikili anlaşmaların geçerli olup olmayacağı ABD tarafından merak
edilen bir konu olmuştur.27 Mayıs hükümeti dış işleri bakanı Selim Sarper 
Haziran 1960, Türkiye’nin eski dönemlerde yapılan anlaşmalarının hepsinin
geçerli olduğunu ve yükümlülüklerine bağlı kalınacağını belirtmiştir. 

Bu durum ABD tarafından son derece olumlu bir şekilde karşılanmıştır.123
11 Haziran 1960 tarihinde ABD başkanı Dwight D.Eisenhower MBK
hükümetinin başkanına gönderdiği iyi niyet mektubunda Gürsel hükümetinin
seçimlerin yapılması ve hükümeti iradesinin sivil idareye devredilmesi
hususunda gösterdiği azmi takdir ettiğini ayrıca, Türkiye’nin NATO, CENTO
ve BM olan bağlılığını devam ettireceğinin açıklanmasını memnuniyetle
karşıladığını, bundan sonraki süreçte de iki ülke arasındaki ilişkilerin dostluk
ve işbirliği içinde devam edeceğini belirtmiştir. ABD başkanı tarafından
gönderilen bu iyi niyet mektubuna cevaben Gürsel, ABD ve Türkiye
arasındaki sağlam temellere dayanan ilişkilerin hiçbir şekilde sekteye
uğramadan dostluk ve barış içinde devam edeceğini dile getiren bir mesaj
göndermiştir.124

Bu durum akla 27 Mayıs darbesinden, ABD’nin önceden haberi olup
olmadığı, darbenin ABD desteği ile yapılıp yapılmadığı sorusunu getirmiştir.
Bu sorunun ortaya çıkması ve bir çok çevre tarafından tartışılmasının nedeni;
Büyükelçi Warren’in Washington’a yollamış olduğu raporda Türkiye’ de
ordunun müdahalesinin söz konusu olmadığını, Menderes hükümeti ile iyi
ilişkiler içinde bulunan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’ nun hükümet
ile olan ilişkilerinin dengeli olduğunu, Genelkurmay’ın herhangi bir müdahale
olursa destekte bulunmayacağını bildirmiştir. Ancak bir taraftan da CIA’ nın
ve MİT ile ordu içinde yakın haber alma kaynaklarını kullanarak aslında
darbenin tüm hazırlıklarından haberdar olduğunu ve bu konuda merkezi
uyardığının düşünülmesi olmuştur.125

Menderes hükümetinin on yıllık iktidarı boyunca ABD siyasetini
sorgusuz bir şekilde desteklemiş, ABD’ye karşı eksiksiz sadakat
göstermiştir.126 Ordunun yönetime el koymasıyla birlikte dış politika
devamlılık için söz verirken bir yandan da Arap ülkeleri ve bağlantısızlar
hareketi ile ilişkileri geliştirmek istediğini belirtmiştir.127

27 Mayıs hükümetinin her fırsatta batıya bağlılığını belirtmesinin en büyük nedeni, dışarıdan gelebilecek herhangi bir müdahaleye karşı yanında batıyı destek olarak görmek istemesi olduğu kadar, ekonomik sorunlar içinde olup, ülkenin istikrara kavuşması ve kalkınmasını sağlamak için almak istediği acil ekonomik yardımlarında etkisi önemli olmuştur.128 İhtiyaç duyulan ekonomik yardımlar için ABD ve Batı dünyasının desteğinin alınması gerektiği düşüncesi MBK ‘nın radikal ve ılımlı kanadının da hemfikir olduğu bir düşünce olmuştur.129

Ekonomiyi iyi bir noktaya taşımak isteyen 27 Mayıs hükümeti, Devlet
Planlama Teşkilatı’nın hazırlıklarına başlamış, ordu içindeki gereksiz
fazlalıkları azaltmak için tasfiyeler yapmıştır. Amaç, ordu içindeki muhalif
kesimi çıkarmaktır. ABD’nin verdiği 12 milyon dolarlık yardım ile tasfiye
gerçekleştirilmiş, DP döneminin sonlarında uygulanan ekonomik yardım
kesintilerine son verilmiştir. ABD Büyükelçisi Warren Türkiye’ye yapılan
yardımların devam edeceğini belirtmiştir. 1960 yılı içinde Türkiye dış
yardımının %75’ni ABD’den almıştır. Menderes hükümeti zamanında
bozulmaya başlayan Türk-Amerikan ilişkileri MBK yönetimi döneminde tekrar
canlanmaya başlamıştır.130

1960’lar boyunca Amerikancı, ABD destekli dış politika çizgisinden
vazgeçilmesinin gerektiği kamuoyunda giderek artan bir şekilde dile
getirilmeye ve talep edilmeye başlamıştır. ABD’ye bağımlı dış politika
istemeyen kamuoyu içinde anti-Amerikancı hareketlerin yayılmaya
başlaması, uluslar arası sistemdeki ülkeler arasındaki bloklaşmanın
azalması, Türkiye’nin bağlantısızlar hareketine olan yakınlığının artması gibi
durumlardan dolayı bu dönemde Türk –Amerikan ilişkilerinde sarsıntılar
yaşanmaya başlamıştır.131

DİPNOTLAR:

97 Fırat.a.g.e.,29
98 “ Türk siyaset adamı. İstanbulda doğmuştur. Amerikan Kolejinde lise öğrenimini gördükten
sonra, Almanya’da hukuk öğrenimi yapmıştır. Memuriyet hayatına öğretmenlikle başlamış,
sonradan Dışişleri Bakanlığına girerek, çeşitli memuriyetlerde bulunmuştur. İkinci Dünya
Savaşı yıllarında Matbuat Umum Müdürlüğü yapmış, Moskova büyükelçisi olmuş, Birleşmiş
Milletlerdeki devamlı delegeliğimize getirilmiştir. 27 Mayıs, 1960 hareketinde Dışişleri
Bakanlığına getirilmiş, 15 Ekim 1961 genel seçimlerinde C.H.P. adayı olarak İstanbuldan
milletvekili seçilmiştir ”Bkz.”Selim Sarper”. http://www.bibilgi.com/Selim-Sarper-(1899--?)
99 Ahmad.a.g.e.512
100 Fırat.a.g.e.,s.30-31
101 5 Mart 1959’da imzalanan Türk Amerikan Güvenlik İşbirliği Anlaşmasına göre; Türk-ABD
ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye çıkarılmıştır. Bu doktrin özetle;
ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde komünizmin saldırısına hedef olacak Ortadoğu
ülkelerine, gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak yardım etmesini öngörülmüştür.ABD
anayasasına uygun olarak Türkiye’ye herhangi bir saldırı olması durumunda Türk
hükümetinin de isteği ile her türlü uygun harekette bulanabilecektir.Bkz.”Atatürk Sonrası
Türkiye”, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/egitim/ait203204/II12.pdf
102 Müge Aknur.”27 Mayıs Darbesi ve Dış Politika”.(der.)Haydar Çakmak.Türk Dış Politikası
(1918-2008).s.549-551
103 Fırat.a.g.e.,s.29-33
104 Aknur.a.g.e.,s.550
105 Fırat.a.g.e.s,32-33
106 Aknur.a.g.e.,s.551
107 Fırat.a.g.e.,s.34
108 Fırat.a.g.e.,s.34
109 Sönmezoğlu.a.g.e.s,95
110 Fırat.a.g.e.,s.34.
111 Ahmad.a.g.e.s.512
112 Fırat.a.g.e.,s.34-36
113 İngiliz Kaynaklarına Göre 27 Mayıs Darbesi, 
      http://www.vaziyet.net/ingiliz-kaynaklarinagore-27-mayis-darbesi/.20 Ocak 2010
114 Sadık Can.Atatürk Sonrası Dış Politika. 
      http://www.sadikcan.com/13-konu-ataturksonrasi-dis-politika.html.20 Ocak 2010
115 Ahmad,a.g.e.,s.512
116 Fırat.a.g.e.,s.42-43
117 Yetkin.a.g.e.s.76
118 “Generals Who Led Honduras Military Coup Trained at the School of the”Americas.
       http://www.democracynow.org/2009/7/1/generals_who_led_honduras_military_coup.23 Ocak 2011.
119 Yetkin.a.g.e.s.83
120 Fırat.a.g.e.,s.42-43
121 Kamil Karavelioğlu.Bir Devrim İki Darbe.Gürer Yayınları,İstanbul,2007,s.89
122 Aknur.a.g.e.,s.551
123 Baskın Oran,Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar. İletişim Yayınları, İstanbul ,2009.s.681
124 Aknur.a.g.e.,s.551
125 Fırat.a.ge.,s.43-44
126 Burcu Bostanoğlu.”Türk Dış Politikasında Çok Odaklılık Arayışı”. Türkiye-ABD ilişkilerinin Politikası.İmge Kitapevi,Ankara,2008.
127 Yakup Beriş, Aslı Gürkan.”Türk Amerikan İlişkilerine Bakış Ana Temalar ve Güncellemeler”.Temmuz 2002, 
       http://www.tusiad.us/Content/uploaded/TURKIYEABD_ILISKILERI-UPDATE2.PDF.24 Ocak 2010.
128 Fırat.a.g.e.,45
129 Aknur.a.g.e.s,652
130 Fırat.a.g.e.,s.45-46
131 Bostancıoğlu,a.g.e.,s.373-374

***

11 Ocak 2020 Cumartesi

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965) BÖLÜM 2

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)  BÖLÜM 2



Yaz tatili arasını bitiren Millet Meclisi 3 Eylül 1962 günü tekrar toplandı. 
Toplantının en önemli konularından biri de Irak’la son haftalarda yaşanan 
hadiseler idi. Soru önergesini yanıtlayan Dışişleri Bakanı Erkin’in, Irak 
hududunda son bir yıldır yaşanan hadiseleri sıralayarak, Türkiye’nin barışçıl 
bir devlet olduğunu ve uluslararası hukuka riayet ettiğini belirttiği konuşması 
Meclis üyelerince olumlu karşılanmıştır (Ulus, 04.09.1962). Dışişleri 
Bakanı Millet Meclisi’nde verdiği bir başka izahatta da Türkiye’ye yönelik 
suçlamaları cevaplandırmıştı. Bazı yabancı basın organlarında Kuzey 
Irak’ta Barzani kuvvetlerine karşı yürütülmekte olan operasyonlara Türki-
ye’nin asker, subay ve silah desteği sağladığı yönünde çıkan haberleri yalanlayarak, Türkiye’nin yalnızca uluslararası hukuka uygun bir şekilde kendi 
sınır güvenliğini sağladığını ve bunun için dost Irak hükümeti ile görüşmeler 
ve ortaklıklar yapıldığını ifade etmişti (MMTD 1963:504; The Times, 03.09.1963).9 

Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşadığı problemlerin temelinde bölgedeki en 
büyük rakibi Mısır ve onun bu dönemki lideri Nasır gelmekteydi. Irak’la 
yaşanan gerginliğin dolaylı olarak sebebi de bu idi. Başbakan İnönü tüm 
hadiselere rağmen; “Ortadoğu’da sulh dışında bir politika takip edilmesine 
izin verilemez. Bunun faydası yoktur ve sulh dışı her temayül bütün dünyada 
hoş görülmeyecektir. Arap dünyasıyla münasebetlerimizin normal ve iyi olması 
için bütün sebepler mevcuttur (Ulus, 20.03.1963)” diyerek Türkiye’nin 
ılımlı tutumunu yansıtıyordu. Ortadoğu’da Arap Birliği etrafında yaşanan 
son gelişmeler Ürdün ve Suudi Arabistan’ın nasıl bir tavır takınacağı sorusunu 
da beraberinde getirmişti. Her iki ülke liderlerinin de baskı altında 
olduğunu belirten Baban, tehdide en çok maruz kalanın ise İsrail olduğunu 
vurgulamıştı. Nasır’ın son kazanımları sonrası durulup durulmayacağını 
merak eden yazar, Arap coğrafyasındaki İsrail karşıtlığını daha da körükleyip 
bir savaşın çıkmasından endişelendiğini belirtir. Türkiye’nin bu yeni 
durum karşısındaki konumunu ise değiştirmeyeceğini savunan Baban, 
Türklerin Arapların dostu olduğunu ve Türk-Arap münasebetlerinin Nasır’ın 
tutumuna bağlı kalacağının altını çizmiştir (Baban 1963). Bu çerçevede 
Dışişleri Bakanlığı yayınladığı bir bildiri ile 1 Ekim 1961’den beri Birleşik 
Arap Cumhuriyeti ile kesilen ilişkilerin yeniden tesisine karar verildiğini 
açıklaması Türkiye’nin dünya siyasasındaki hareketlilikte pozisyon alması 
olarak yorumlanabilir. İlişkilerin tekrar kurulması için çaba harcayan Türkiye’nin 
Pakistan, Yugoslavya ve İsviçre gibi devletlerden arabuluculuk 
konusunda yardım aldığı iddia edilmiştir (Milliyet, 30.04.1963). Yaşananlara 
paralel olarak Küba lideri Castro’nun Rusya’yı ziyareti, ABD Dışişleri 
Bakanı Dean Rusk’ın Karaçi’de düzenlenecek CENTO konferansı öncesi 
Türkiye’ye gelmesi de kayda değer bir diğer gelişmedir. Aynı günlerde İngiltere 
Dışişleri Bakanı Lord Home’un da Türkiye’ye gelmesi tesadüfî değildir (Ulus, 28.04.1963). 

Arap açılımının yanı sıra Afrika’daki yeni uyanış hareketleri de artık 
yavaş yavaş Türkiye’nin dikkatlerini bölgeye çekmeyi başarmıştı. Türk diplomasisinin yetersizliği, temsilciliklerin az olduğu ve temsilcilerin işlerini 
hakkıyla yapmadıkları her dönem de olduğu gibi bu dönemde de tartışma 
konusu olmuştur. 1960’lar dünyasında 3.dünya ülkelerinden yükselen dalgaların 
Türk dış politikasında da yansımaları olurken, Afrika meseleleri bu 
konuların başında gelmekteydi. Türkiye dekolonizasyon süreci sonunda 
bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkelerini tanımışsa da ilişkilerini güçlendirmemişti. 

Soğuk Savaş şartları çerçevesinde Batı’yı ön planda tutan ve 
Afrika ve Uzakdoğu’yu göz ardı eden bu yaklaşımın Türkiye’ye hiçbir şey 
kazandırmadığı ancak 1960’ların ortalarında anlaşılacaktı (Afacan 2012: 11). 

Bu politikanın “şahsiyetli” bir dış politikayla bağdaşmadığı suçlamaları 
Cumhuriyet hükümetlerine getirilen eleştirilerin başındaydı (MMTD 1963: 5). 
Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yetersizlikleri eleştiren 
Hekimoğlu’nun şu sözleri durumun vahametini göstermesi açısından önemlidir: 


“Dünya olaylarıyla ne kadar ilgilendiğimiz ortada. Afrika’da kaç temsilcimiz 
var?..Nasır’ı Kasım’ı iyi tanıyan Afrika, Türkiye’yi tanıyor mu belli değil. 
CENTO’daki üye dostumuz Pakistan’da bile elçimiz, maslahatgüzarımız, müsteşarımız yok… Brüksel’de temsilcimiz yok. Daha birçok yerde temsilcimiz yok.” (Hekimoğlu 1961). 

Afrika’nın kuzey batısında, Cezayir’de yaşanan bağımsızlık mücadelesi 
de Türkiye’de ses getirmiş ve oldukça destek görmüştü. Öyle ki MBK Başkanı 
Cemal Gürsel’in Fransa ile Cezayir arasındaki görüşmelerde arabulucu 
olması dahi konuşulmaktaydı (Son Havadis, 18.05.1960). Cezayir meselesinde 
tansiyonun gitgide arttığı bir dönemde BM Genel Kurulu’nda Asya ve Afrika’ daki sömürgeciliğe son vermek için verilen önergeyi Türkiye desteklemekle beraber, siyasi komisyonda Cezayir meselesinin referanduma götürülmesi teklifine Türkiye’nin çekimser kalması büyük tepki çekmiştir. Bunun nedeni olarak bir sonraki hafta toplanacak olan Avrupa İktisadi İşbirliği Konseyi toplantısı ve bu toplantıda ele alınması beklenen Türkiye’nin 1961 yılı dış borç açığı olan 90 milyon doların pazarlığı gösterilmektedir (Hekimoğlu 1960). 

Bu küçük hadise bile ekonomik bağımsızlığın dış politikada ülkelere neler sağlayabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 
MBK idarecilerinin Cezayir’deki bağımsızlık hareketini desteklemelerine rağmen, 
Dışişlerinin kalıplaşmış Batı eksenli, müttefikleri gücendirmeme politikaları 
nedeniyle hem Cezayir nezdinde hem de bağımsızlığına yeni kavuşan ve bu 
uğurda mücadele eden bütün milli hareketlere karşı tarihi birikimlerine 
rağmen mesafeli durması ileriki yıllarda Kıbrıs meselesinde ihtiyaç duyacağı 
uluslararası desteği sağlayamamasında temel neden olacaktı (Tepeciklioğlu 2012:74). 

“Güç Komşuluk”: Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri 

27 Mayıs’tan sonra Türkiye’nin Doğu Bloğu ve Sovyetlerle münasebetlerinin 
nasıl olacağı merak edilen konular arasındaydı. 27 Mayıs darbesinin 
demokrasi, hürriyet rejimini korumak ve insan haklarına saygılı bir yönetim 
ideali ile hareket etmesinin Batı dünyasını memnun ettiğini belirten 
Çelik, Doğu bloğu ülkelerinin de Türk dış politikasında köklü bir değişim 
olmayacağını bilmelerine rağmen, bu değişimi olumlu karşıladıklarını ifade 
etmesinin kafaları karıştırmaması gerektiğini, Türkiye’nin tarafsızlık politikasına 
yönelmesinin söz konusu olamayacağını belirtmiştir (Çelik 1960). 
Gürsel’in Sovyet Büyükelçisi ile yaptığı görüşme akabinde Sovyetler Birliği 
Başbakanı’nın gönderdiği mektup Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde 
yeni bir başlangıcı işaret etmekteydi. Birkaç ay önce U2 uçağının düşürülmesiyle 
gerilen ilişkilerin bu noktaya taşınması önemli bir gelişmeydi. İki 
liderin karşılıklı mektuplaşmasında altı çizilen en önemli husus; Sovyetlerin 
Türkiye’nin egemenlik haklarına duyduğu saygıyı yinelemesi ve ilişkilerin 
bu doğrultuda sürdürülmesi isteği ile Batılı ülkelerle her iki tarafın da diyalog 
içinde olmasının vurgulanması olmuştur (Barlas 1960). Kruşçev 28 Haziran 
tarihli mektubunda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin 
geliştirilmesinin önemine değinirken, bunun gerçekleşmesinin Türkiye’nin 
ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerine zarar vereceğini düşünmediğini belirtmiştir. 
Türk kamuoyunda oldukça tartışmalı bir konu olan bağımsız dış 
politika vurgusunu da yapan Kruşçev müreffeh ve bağımsız bir politikanın 
hem kendileri hem de komşu devletlerin hakkı olduğunu, bu çerçevede 
Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan gitmesi halinde Türk-Sovyet ilişkilerinin 
gelişeceğine inandığını belirtmiştir. Bu kapsamda Türkiye’yi tarafsızlık politikası 
sürdürmeye davet etmiştir (“Closer Soviet Links With Turkey”, The 
Times, 01.09.1960). Mektuba 8 Temmuz’da yanıt veren Gürsel, Türkiye’nin 
NATO ve CENTO ile olan ilişkisinin savunma üzerine kurulu olduğunu, iki 
ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzu ettiğini ifade etti. Kruşçev’in 
mektubunda altını çizdiği, Türkiye’nin tarafsızlık politikası izlemesi halinde 
askeri harcama bütçesini azaltıp bunun kalkınmaya yönlendirilmesi önerisine 
de yanıt veren Gürsel, tarafsızlığın bunu sağlamada yeterli olmayacağını 
İsviçre, İsveç ve Hindistan gibi ülkelerin tarafsız olmalarına rağmen büyük 
askeri bütçelere sahip olduğunu belirtti (“Neutrals’ Need of Defences”, 
The Times, 02.09.1960). Bu mektuplaşmaya ilişkin İngiliz The Times da 
yapılan değerlendirme müttefiklerin Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerine 
nasıl baktığı konusunda bizlere bir takım fikirler sunabilmektedir. Tansiyonu 
düşürmek başlıklı makalede Kruşçev’in Atatürk ile Lenin’in kurduğu 
ilişkiye referans vermesinin 1960 şartlarında pek geçerli olmadığı vurgulanırken, 
1939 sonrası iki ülke arasında yaşanan gerginliklere dikkat çekilmiştir. 
Tarafsızlık konusundaki yumuşak Sovyet yaklaşımını iyi bir misyonerin 
tavrına benzeten gazete Menderes’in aylarda kuzey komşusuyla tansiyonu 
düşürme çabalarında olduğunun altını çizmiştir. Son tahlilde ne 
olursa olsun Türkiye’nin tıpkı diğer NATO ülkeleri gibi soğuk savaşın tatsızlıklarını yavaşça ortadan kaldırma çabasının akıllıca olmasına rağmen ilişkilerde henüz gözle görülür bir iyileşmenin olmadığına dikkat çekilmiştir 
(“Lowering Tension”, The Times, 02.09.1960). 

Kurulan ilk koalisyon hükümetinin Başbakanı olan İnönü, hükümetlerinin 
dış politikası ile ilgili yaptığı açıklamada; iki kutuplu dünyanın en büyük 
güçleriyle olan münasebetlerinden bahisle Türkiye’nin NATO ve CENTO 
ittifakları içinde BM politikalarına bağlı olduğunu söylemiştir. Sovyetlerle 
ittifak kurmalarının mümkün olmadığını belirten İnönü, Amerika’dan alınan 
kredilerin de ülke içindeki huzur ve istikrarla doğru orantılı olduğunu ifade 
etmiştir (Havadis, 10.01.1962). 1962 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında 
yaşanan en gerilimli olay olan Küba Krizi ABD’nin Türkiye’nin müttefiki, 
Sovyetlerin de Türkiye’nin kuzey komşusu olması nedeniyle Türki-
ye’nin adının da bu kriz içinde anılmasına ve pazarlık konusu yapılmasına 
neden oldu. Başbakan İnönü Mecliste verdiği izahatta barış vurgusu yaparak 
tarafları itidalli davranmaya davet etmiş, ancak ABD’nin müttefiki olarak 
üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye hazır olunduğunun 
mesajını vermişti. İnönü’nün sözlerini ve durumu değerlendiren Aslan; 
onun varlığının ülkenin bir maceraya atılacağı endişelerini sildiğini, Türki-
ye’nin krizde takındığı tavrın kimsenin uydusu olmadığı ancak ittifaklarına 
bağlı olduğu mesajını içerdiğini belirtmiştir (Aslan 1962). Ancak bu kriz 
resmi olarak ifade edilmese de bir başka gerçeği yani ABD’nin kendi güvenliğini, 
müttefiklerinin güvenliğinin üzerinde tuttuğunu da gözler önüne 
sermişti. Küba’daki Sovyet füzelerine karşılık, Türkiye’deki Amerikan füzelerinin 
kaldırılması Türkiye’yi Sovyet tehdidine karşı güçsüzleştirici bir 
tedbir olarak da değerlendirilmiştir (Bal 2002:166). Öte yandan füze teknolojisinde yaşanan gelişmeler çerçevesinde uzun menzilli balistik füzelerin 
kullanılır olması Türkiye’nin NATO için stratejik önemini azalttığı, dolayısıyla 
Türkiye’nin elindeki bir büyük kozu kaybettiği de başka bir realitedir 
(Altan 1963) 10. 

Kıbrıs sorununun gitgide tırmandığı bir dönemde müttefiklerinden 
beklediği yardımı göremeyen Türkiye’nin yeni çıkış yolları araması gayet 
doğaldı. Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek isteyen Rusya için Kıbrıs sorunu 
kaçırılmaz bir fırsat oldu. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye ekonomik yardımda 
bulunma teklifi sunan Sovyetlerle ilişkiler, Batı ittifakına 1960’lara 
kadar olan körü körüne bir bağlılık yüzünden gelişmemişti. Amerikalıların 
ve Avrupalı devletlerin her türlü diplomatik ve ticari ilişkileri yeniden kurmalarına rağmen Türkiye bu konuda müttefiklerinden ayrışmıştı. Bu politikanın kendisine yarardan çok zarar verdiğini ancak bu dönemin ortasında 
anlayan Türkiye, rotayı Rusya’ya çevirdi. 1963 yılında bir Türk delegasyonu 
Moskova’ya giderek Başkan Kruşçev’le görüştü. Bu görüşmede Kruşçev 
Rusya’nın Türkiye ile dostane ilişkileri geliştirme arzusunda olduğunu ve 
Stalin döneminde yürütülen Türkiye politikasının değişmesi gerektiğini 
ifade ederek Türkiye’nin duymak istediği mesajları vermişti (Gürtuna 
2006:31). 27 Mayıs sonrası yeni bir yöne giren Türkiye’nin dış politikasının 
da değişmesini normal karşılayan Toker, ABD’nin ve diğer Batı Bloğu ülkelerinin 
Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmalarına rağmen Türkiye’nin bundan ayrı 
kalmasının beklenemez olduğunu belirterek, Türkiye’nin kraldan daha çok 
kralcı olmayacağını ve ABD’nin de bunu normal karşılaması gerektiğinin 
altını çizmişti (Toker 1965:5). 

1960-1964 yılları arası Türk-Sovyet ilişkileri normalleşme yolunda 
sürdürülürken, 1965’ten itibaren ilişkiler işbirliği temelinde seyretmiştir 
(Gençalp 2014:318). 1965 sonrası daha da gelişecek siyasi ilişkilerin temeli 
öncesinde yapılan ekonomik anlaşmalarla sağlamlaştırılmıştı. 1963 yılında 
yapılan 28 milyon dolarlık ticaret anlaşması ile iki ülke arasındaki dış ticaret 
hacmi %20 oranında büyütüldü (Milliyet, 20.03.1963). İki ülke arasındaki 
ilişkiler 1964-1965 yıllarında gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerle 
daha da pekiştirildi11 (BCA.30.18.1.2/180.61.14.). 1963 yılında bir Türk 
Heyeti (02-14.05.1963) ve daha sonra 1964 yılında Türk Dışişleri Bakanı 
Feridun Cemal Erkin Moskova’ya gitmiş (30.10/06.11.1964) ve bu ziyarette 
iki ülke arasında kültür anlaşması imzalanırken12 (BCA, 30.18.1.2/181.70.13.), 
iade-i ziyaret babında da Sovyetlerin efsanevi Dışişleri Bakanlarından 
olan Gromiko13Ankara’ya gelmişti (17-22.05.1965). Litvinov’dan sonra 
Türkiye’ye ilk defa bir Sovyet Dışişleri Bakanı’nın gelmesi ilişkilerin ulaştığı 
boyutu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’den bu dönemdeki en 
üst düzeydeki ziyaret son koalisyon hükümetinin Başbakanı olan Suat Hayri 
Ürgüplü’nün ziyareti (09-17.08.1965) olmuştur. Yine 1965 yılının başında 
ve sonlarında da iki Rus Heyeti Türkiye’ye gelerek ilişkilerin geliştirilmesine 
katkıda bulundu. 

4 Ocak 1965’te TBMM’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Nikolai 
Podgorny başkanlığındaki 10 kişilik Sovyet Heyeti’nin gelişi haberinin “32 
yıldan beri depoda duran Sovyet bayraklarının” yeniden ütülenmek üzere 
çıkarılması yorumuyla verilmesi ziyaretin önemini göstermesi bakımından 
dikkate değerdi (Milliyet, 03.01.1965). Sovyetler Birliği’nin 4 numaralı ismi 
olan Podgorny’nin ziyareti, Türk Dışişleri Bakanı Erkin’in Moskova ziyaretinin 
yalnızca Kıbrıs meselesinde Sovyetlerden taviz koparmak amacıyla 
yapıldığı düşüncesinin artık kamuoyunda dağılmaya başlamasına vesile 
oldu (Milliyet, 04.01.1965). Ziyareti değerlendiren Toker, tarafların birbirlerinden dış politika ve güvenlik konularında geleceğe yönelik bağlayıcı 
taleplerde bulunmaması halinde ilişkilerin normal yolunda yürümesi için 
hiçbir engel olmadığını belirtmiştir (Toker 1965). Millet Meclisinde milletvekillerine hitap eden Podgorny konuşmasında Toker’in sözlerine benzer 
ifadelerle “Türk-Sovyet dostluğu için hiçbir set, hiçbir engel yoktur” diyerek 
ilişkilerin geleceği hakkında sinyaller verdi14 (Milliyet, 06.01.1965). Ziyaret 
ve Sovyet Heyeti’nin temaslarına ilişkin gözlemlerini aktaran Hekimoğlu, 
Ankara’daki yoğun mesai içinde en çok telaşlı olanların Amerikalı diplomatlar 
olduğu gözlemini paylaşırken, “Telaş edecek bir şey yok… Türk toplumu 
bağlı bir politikanın ıstırabını hele şu Kıbrıs olaylarında çok derinden duydu. 
Bu çıkmazdan kurtulmak, ulusal ve bağımsız bir politikaya yönelmek yollarını 
arıyor artık. Sovyet-Türk münasebetleri bu ışık altında değerlendirilebilir 
ancak” (Hekimoğlu 1965) sözleriyle Türk dış politikasının evirildiği yönü 
gazeteci gözüyle aktarmıştı. Sovyetler Birliği yönetiminin ilk etapta Kıbrıs 
meselesinde Rum tarafını destekler açıklamalar yapmasına karşılık iki ülke 
arasında gelişen ilişkiler ilk meyvelerini bu sorun üzerinde verdi. 

Türk Başbakan’ın ziyaretinden 3 ay önce Ankara’ya gelen Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromiko temasların oldukça faydalı geçtiğini, gelecek adına umutlu olduğunu belirtmesinin yanı sıra, Kıbrıs konusuna da değinerek: Ada’ya dış müdahaleye karşı olduklarını fakat yönetim olarak rejimin federasyon şeklinde kurulabileceğini söylemişti (Gençalp 2014:323). Bu yaklaşım Sovyetler’in Türk tezine yaklaştırıldığını göstermesi açısından büyük öneme sahiptir. 
9-17 Ağustos 1965 tarihleri arasında Başbakan Ürgüplü’nün Sovyetler 
Birliği’ne yaptığı ziyaret (BCA, 30.1.0.0/46.277.3)15 bu dönemdeki en 
önemli ekonomik anlaşmalardan birinin esaslarını ortaya koymuştu. Bu 
anlaşmanın gerekli protokollerini yapmak üzere ise 30 Eylül 1965’te bir 
başka Sovyet Heyeti Türkiye’ye geldi ve yapılan uzun müzakereler sonucu 
12 Kasım 1965’te imzalanarak yeni kurulan Demirel hükümetine koalisyonlar 
döneminin bıraktığı son miras oldu (Gürün 1983:204). 

SONUÇ 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze dış politika serüveni 
incelendiğinde izlenen yol haritasında dönem dönem bir takım değişiklikler 
yaşandığı kolaylıkla gözlenebilmektedir. Kuruluş sürecinde Misak-ı Milli ile 
belirlenen dış politika hedeflerine ulaşmaya çalışan Türkiye’nin uluslararası 
camiaya vermek istediği mesaj netti: Milli sınırlara dayalı, tam bağımsız bir 
devlet. Bu konudaki kararlılık ve izlenen dış politika, iki dünya savaşı arası 
dönemde İtilaf devletlerinin Kürkçüoğlu’nun deyimiyle “ihtilaf” devletlerine 
dönüşmesiyle (Kürkçüoğlu 1980:320) Türkiye’nin elini daha da güçlendirdi. 
Bu periyotta komşu devletler Yunanistan, Irak, İran ve Sovyetler Birliği ile 
yapılan bölgesel dostluk ve saldırmazlık anlaşmaları Türkiye’nin itibarını 
arttırırken bir yandan da güvenliğini de sağlamaktaydı. Uygulanan bu politikalar 
İkinci Dünya Savaşı arifesinde değişime uğradı ve savaş sonunda 
oluşan iki kutuplu dünyada Türkiye ABD merkezli Batı ittifakı tarafında yer 
aldı. Bu tercihte Sovyetler Birliği’nden gelen tehditlerin de ciddi bir payı 
olduğunu yinelemek gerek. 1950 yılında yaşanan iktidar değişimi sonrası 
Demokrat Parti, Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkileri yeniden ihya etmeye 
çabaladıysa da gerek geçmiş anlaşmazlıklar gerek ideolojik çatışmalar gerekse 
de bu dönemde sürdürülen kayıtsız şartsız Batı yanlısı tutum nedeniyle 
bu çabalar istenilen sonuçları vermedi. Benzer bir süreç Sovyetlerle 
bu dönemin sonlarına doğru işletilmeye çalışıldıysa da iktidarın ömrü ilişkilerin 
geliştirilmesine yetmedi. 

27 Mayıs darbesi sonrası iktidarı ele alan Milli Birlik Komitesi’nin içeride 
izlediği politikalar DP politikalarına bir tepki niteliği taşımasına rağmen, 
dış politikada tamamen farklı bir yol takip edildi. Komite’den yapılan 
ilk açıklamada müttefiklere olan bağlılığın vurgulanması dış politikada marjinal 
bir değişimin olmayacağı işaretlerini vermişti. Ancak ilerleyen süreçte 
Türkiye’nin çıkarlarının müttefiklerininki ile çatışması sonucu dış politikada 
ciddi bir kırılma yaşandı. 

27 Mayıs sonrasında tartışmaya açılan Türk dış politikasında: 1962 
Küba Krizi, 1963 Kıbrıs olayları, Johnson Mektubu, NATO güvencesinin ve 
yardımlarının azalacağı söylemleri, ABD’nin kromu Türkiye yerine Sovyetlerden 
almaya başlaması ile değişim kaçınılmaz bir hal aldı. Tek yönlü, bağımlı 
dış politikanın kendisine ne kadar zarar verdiğini sonuçlarıyla beraber 
yeni yeni anlayan Türkiye yüzünü, bir taraftan Federal Almanya’ya diğer 
taraftan Ortadoğu, Asya, Latin Amerika ve Afrika’yı kapsayan 3. Dünya’ya 
ve kaçınılmaz olarak kuzey komşusu süper güç olan Sovyetler Birliği’ne 
döndü (Tellal 2000:194). Milli bir dava haline dönüşen Kıbrıs meselesi 
ile Batı ittifakının içindeki yerini adeta bir turnusol kağıdı deneyi ile idrak 
eden Türkiye, bağımsızlığını kazanıp Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan 
3. Dünya ülkelerinin olası bir Kıbrıs oylamasında artan önemini de fark ederek 
daha geniş perspektifli bir politika arayışına girdi. Bu değişimin en 
önemli iki ayağından biri olan Ortadoğu ülkeleriyle ilişkiler sınır anlaşmazlıkları, 
ideolojik farklılıklar, tarihi birikimler gibi çeşitli sebeplerden ötürü 
istenilen seviyede geliştirilemediyse de sacın diğer ayağı olan Sovyetler 
Birliği ile münasebetlerin geliştirilmesine yönelik ciddi adımların karşılıklı 
bir şekilde atıldığı görülmektedir. Bu dönemde ilişkilerin geliştirilmesi için 
ortaya konulan çabalar sonraki dönemde karşılık bulmuştur. Dönemin başlangıcı 
kabul ettiğimiz 27 Mayıs 1960’tan 1965 yılına gelindiğinde Türk dış 
politikası 5 yıl önceki halinden tamamen farklı bir hal almış oldu. 

Devletler arası ilişkilerde her devlet kendi çıkarları doğrultusunda hareket 
ederek bir politika belirler. Bu bağlamda Türkiye’nin 1962 yılı ortalarına 
kadar takip ettiği koşulsuz Batı yanlısı siyaset, çıkarların çatışması ve 
müttefiklerden beklenen desteğin sağlanmaması nedeniyle iflas etti. Sonraki 
dönemlerde de görüleceği üzere Türkiye, müttefiki kabul ettiği ABD ve 
Avrupa ile yaşadığı her ciddi sorun sonrası yönünü Sovyetlere ve komşu 
Arap devletlerine dönerek bir denge siyaseti takip etmeye çalışmıştır. Sonuç 
olarak anlaşmalara ve ittifaklara bağlı fakat bağımsız ve milli bir dış 
politikanın Türkiye’nin çıkarlarını koruma noktasında faydaları yaşanan 
her tecrübe sonrası bir kez daha net bir şekilde anlaşılmıştır. Bu iki ilkeden 
vazgeçilmeden takip edilecek her türlü politikanın başarılı olma ihtimalinin, 
tarihi örneklerinde de görüldüğü üzere, diğer yöntemlerden yüksek olacağı aşikârdır. 

KAYNAKLAR 

Arşiv Belgeleri (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi) 
BCA, 30.1.0.0/46.277.3. 
BCA, 30.1.0.0/50.304.9. 
BCA, 30.18.1.2/181.70.1-3. 
BCA.30.18.1.2/180.61.14. 
Resmi Yayınlar (Millet Meclisi Tutanak Dergisi) 
MMTD, C.11, B.28, 10.01.1963. 
MMTD, C.20, B.128, 02.09.1963. 


Süreli Yayınlar 

Akşam (1960-1965) 
Ulus (1960-1965) 
Milliyet (1960-1965) 
Son Havadis (1960-1965) 
Havadis (1960-1961) 
The Times (1960-1962) 
“Dış Politika”, Milliyet, 30.04.1963. 
“Irak ve Sınır Olayları”, Ulus, 20.08.1962. 
“Sovyet Heyeti’nin Ziyareti”, Milliyet, 04.01.1965. 
AFACAN İsa (2012), “Türk Dış Politikasında Afrika Açılımı”, Ortadoğu Analiz, 4(46). 

AKKAYA Bülent (2012), “Türkiye’nin NATO Üyeliği ve Kore Savaşı”, Akademik 
Bakış Dergisi, Celelabat/Kırgızistan,28. 

ALTAN Çetin (1963), “Takke Önümüze Düşmeden”, Milliyet, 23.01.1963. 

ASLAN İffet (1962), “Küba Krizi ve Türkiye”, Ulus, 30.10.1962. 

BABAN Cihad (1963), “Ortadoğu ve Türkiye”, Ulus, 25.04.1963. 

BAL İdris (2002), “Türk Dış Politikası (1960-1980)”,Türkler Ansiklopedisi, 
C.17, Yeni Türkiye Yay, Ankara 2002. 

BALKAN Aydemir (1960a), “Dış Politika Felsefemiz”, Akşam, 15.08.1960. 

BALKAN Aydemir (1960b), “Ortadoğu Politikamızda Yenilik İhtiyacı”, Akşam, 07.09.1960. 

BARLAS Ali İhsan (1960), “Sovyetler Birliği ve Türkiye”, Son Havadis, 10.09.1960. 

BAŞ Arda (2012), “1957 Suriye Krizi ve Türkiye”, History Studies,4(1). 

BILGE A. Suat (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), Ankara. 

BILGIN Mustafa (2007), Britain and Turkey in the Middle East, London: Tauris. 

BOSTANCI Mustafa (2013), “Türk Arap İlişkilerine Etkisi Bakımından Bağdat 
Paktı”, Gazi Akademik Bakış, 7 (13). 

BULUT Sedef (2008), “Sovyet Tehdidine Karşı Güvenlik Arayışları: I. ve II. 
Menderes Hükümetlerinin (1950-1954) Nato Üyeliği ve Balkan Politikası”, 
Atatürk Yolu Dergisi, 41. 

ÇAKIR Faruk M., “Amerikan Bakış Açısından Türkiye’de 1957–1960 Dönemi 
Siyasal Gelişmeleri ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 59(1). 

ÇELIK F. Edip (1960), “Dış Politikada Ölçü”, Akşam, 27.06.1960. 

DOĞANER Yasemin (2006), “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Demokrat 
Parti Dönemi Türkiye’sinde Dış İlişkiler”, Hacettepe Üniversitesi 
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2.(4). 

DURAN Hasan-Ahmet Karaca (2013), “1950-1980 Döneminde TürkiyeOrtadoğu 
İlişkileri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 14(1). 

EKINCI Necdet (2002), “İnönü Dönemi ve II. Dünya Savaşı Yılları”, Türkler, 
C.16, Editörler: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. 

EKINCIKLI Mustafa (2002), İnönü-Bayar Dönemleri Türk Dış Siyaseti, Ankara: Berikan Yay. 

ESMER Ahmet Şükrü (1962), “Irak’ın Dertli Adamı”, Ulus, 29.08.1962. 

GENÇALP Ebru (2014), “Türk Basınında İkili Ziyaretler Boyutunda Türk 
Sovyet İlişkileri (1965-1980)”, ÇTTAD, XIV(29). 

GÖNLÜBOL Mehmet (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Yayınları. 

GÖNLÜBOL Mehmet-Cem Sar (1997), Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası 
(1919-1938), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yay,. 

GÜRTUNA Anıl (2006), Turkish-Russian Relations in The Post Soviet Era: 
From Cocflict to Cooperation, ODTÜ SBE, Ankara, Yayımlanmamış Yüksek 
Lisans Tezi. 

GÜRÜN Kamuran (1983), Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Matbaası. 

Havadis, 10.01.1962. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1960), “Kalb ve Kese Arasında”, Akşam, 14.12.1960. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1961), “Afrika Kaynarken”, Akşam, 05.08.1961. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1965), “Sovyet Misafirlerle İlk Karşılaşma”, Akşam, 07.01.1965. 

KÜRKÇÜOĞLU Ömer (1980), “Dış Politika Nedir? Türkiye’nin Dünü ve Bugünü”, 
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 35(1). 

SEYDI Süleyman (2011), “Demokrat Parti’nin Dış Politikada Alternatif Arayışı 
(1957–1960)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(2). 

TELLAL Erel (2000), SSCB-Türkiye İlişkileri 1953-1964, Ankara. 

TELLAL Erel, “Sovyet Dış Politikası ve Gromiko”, A.Ü. SBF Dergisi, 62(3): 349-377. 

TEPECIKLIOĞLU Elem Eylice (2012), “Afrika Kıtasının Dünya Politikasında 
Artan Önemi ve Türkiye-Afrika İlişkileri”, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları 
Dergisi, 1(2). 

TOKER Metin (1965a), “”Bugünkü Türkiye’nin Dış Politikası”, Akis, 551, 08.01.1965. 

TOKER Metin (1965b), “Rus Heyetini Karşılarken”, Milliyet, 04.01.1965. 

UÇAROL Rıfat (1995), Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: Der Yayınları. 

YEŞILBURSA Behçet Kemal (2009), “A General Review of Turkey’s Foreign 
Affairs During The Democrat Party Era (1950-1960)”, Alternative Politics, 1(2). 

DİPNOTLAR;

1 Oysa ki, bu açıklamadan iki hafta evvel Orgeneral Gürsel iki Yunan gazeteciye yaptığı açıklamada Türkiye ile tarihi ve geleneksel bağları olan Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Irak’la ilişkilerin geliştirilmesinden daha doğal bir şey olmadığını ifade etmekteydi. Nasır’ın Atina’ya gerçekleştirdiği ziyarette Türk devrimini onaylayan sözleri de ilişkilerin olumlu yönde seyredeceği izlenimi vermekteydi. (“Turkey’s Changed Attitude to U.A.R.”, The Times, 15.07.1960). 
2 Molla Mustafa Barzani ile Irak hükümeti arasındaki çatışmada Iraklı Kürtlerin önemli silah kaynaklarından biri Türkiye idi. Güneydoğu Anadolu’nun sarp coğrafyasının da yardımıyla bölgedeki çeteler silah kaçakçılığından büyük gelir sağlamaktaydı. 1962 Haziran’ında Siirt’te 14 köylü bu organizasyonu ihbar ettikleri gerekçesiyle bu çetelerden biri tarafından kaçırılıp, 40 bin Lira karşılığı fidye sonucu serbest bırakılmıştır. Bu hadise hükümeti sınır güvenliği için 
yeni tedbirler almaya itti. 
3 Hakkari’ye bağlı Rübarük Karakolu ve Biskan Köyü de bombalanan yerler arasındadır. Bu hadiseden bir ay önce Irak Hava Kuvvetlerine ait MIG tipi bir uçak Hakkari Gerur’a 20 mil mesafede konuşlu bir jandarma birliğini hedef aldı fakat şans eseri ölü veya yaralı olmamıştır. Bu olayın Irak uçaklarının isyancı Kürt grupları kovalaması sonucu yaşandığına inanılmaktadır (The Times, 11.07.1962). 
4 Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala ve Aydın Milletvekili Reşat Özarda telgraf çekenler arasındadır. 
5 The Times da olayla ilgili çıkan bir haberde Iraklı yetkililer Türk savaş uçaklarının Irak hava sahasından 45 mil içeride bu saldırıyı gerçekleştirdiğini iddia etmektedir (The Times, 20.08.1962). 
6 General Kasım El-Sevre Gazetesi’ne verdiği demeçte; “Türk halkı Müslüman ve Arap dostudur. Hükümetinin işlediği bu cinayeti kabul etmemektedir. Türk halkı Türk hükümetinin Araplar hakkında aldığı kararlara da muhaliftir. Mesela hükümetin İsrail’i tanımasına Türk halkı tamamen karşıdır. Müslüman olan Pakistan Hükümeti de CENTO Paktı’na sırt çevirmiş ve İsrail’i tanımamağa karar vermiştir. Biz komşularımız hakkında iyi niyetlerimizi her vesile ile tekrarla-
dık. Kuzey’deki asilere yardım eden Amerika ve İngiltere’dir. Onlara da yardım eden müstemlekeci komşularımızdır” dedi. 
7 Elçi olayların yatışmasından sonra Eylül ayı içerisinde Bağdat’taki görevine döndü. 
8 Dışişleri yetkilileri bu önerinin Irak tarafından kabul edilmeyeceğini düşündüklerini çünkü Kuzey Irak’ın tamamıyla Kürtlerin hâkimiyetinde olduğu belirttiler. 
9 Türkiye ile Irak arasında karşılıklı suçlamalarla devam eden ilişkiler daha sonra normalleşse de Irak hükümeti ile isyancı Kürtler arasındaki çatışmadan yine en çok etkilenen ülke Türkiye oldu. Kuzey Irak’tan binlerce Kürt yaşanan çatışmalar sebebiyle 1963 yılı içerisinde de Türkiye’ye sığınmaya devam etti (The Times, 28.09.1962; 30.08.1963). 
10 Ayrıca Batı’nın Moskova’da Kruşçev’i Stalinist muhalefete karşı desteklemek adına ilişkileri yumuşatmaya çalışması da Türkiye’nin önemi ile ilgili soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştır. Bir bakıma bu gelişme Türkiye’nin güvenliği açısından olumlu bir hadisedir. 
11 1964 Ekim’inde Dışişleri Bakanlığı Türkiye ile Sovyetler Birliği hükümeti arasında vize harçlarının kaldırılması hususunda mektup teatisi anlaşması yapılması hususunda yetkilendirilmişti. Vizelerle ilgili yapılan bu düzenleme karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi yönünde atılan küçük adımlardan biri olarak kabul edilebilir. 
12 Kültür anlaşması ile ilgili yetkilendirme 28.10.1964 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Erkin’e verildi. Anlaşma kapsamında Türk ve Rus bilim insanlarının karşılıklı bilgi alış verişinde bulunarak üniversiteler arasında işbirliği kurmaları, opera ve müzik alanında sanatçıların mübadelesi, resim, gravür, seramik ve süsleme sanatlarında karşılıklı sergiler açılması, spor karşılaşmaları düzenlen mesi, müzelerdeki eserlerin sergilenmesi düşünülmüştür. 
13 28 Yıl boyunca kesintisiz bir şekilde Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı olan, meslekten bir diplomat olan Andrey Andreyeviç Gromiko hakkında detaylı bilgi için bkz. Tellal 2007: 349.377. 
14 Tabii Senatör Osman Köksal ve bazı AP’li vekiller Podgorny’nin Meclis kürsüsünden konuşmasına karşı çıkarak, komünizm propagandası yapıldığını öne sürmüşlerdi. 
15 Bu ziyaretle ilgili koalisyonun bir diğer ortağı olan CKMP Genel Başkanı Türkeş, Tas Ajansı’na verdiği aşağıdaki demeçle ziyareti desteklediklerini belirtmişti: “Başbakanımızın Rusya seyahati önceden hazırlanmıştır. Biz diğer komşularımızla olduğu gibi bütün milletlerle ve Sovyetler Birliği ile iyi münasebetler içinde bulunmayı daima arzu ederiz. Başbakanımızın bu ziyaretinin de her iki memleket için yararlı olacağını zannediyoruz.” 


***

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)* BÖLÜM 1

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)*  BÖLÜM 1





Fehim KURULOĞLU** 
Karadeniz Araştırmaları 
XIV/54 -Yaz 2017 -s.191-208 
Makale gönderim tarihi: 28.04.2016 
Yayına kabul tarihi: 01.06.2016 
** Arş. Gör. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta: 
fehim.kuruloglu@gop.edu.tr. 
Fehim Kuruloğlu 



ÖZET 

Dünyanın her yerinde devletlerin takip ettiği dış politikalar çıkarlar 
doğrultusunda zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarına bakıldığında bunun örneklerine 
rastlamak mümkündür. Kuruluş döneminde bölgesel paktlar 
ve saldırmazlık anlaşmaları ile ulusal güvenliğini ve bağımsızlığını 
korumaya çalışan Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki 
kutuplu dünyada yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle hem Ortadoğu 
hem de Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde bir takım kopmalar oluşmuştu. 
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi 
Ortadoğu ülkeleriyle, son dönemlerinde de Sovyetler Birliği ile ilişkileri 
geliştirmeye çalıştıysa da istenen sonuçlara ulaşılamadı. 27 Mayıs 
1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrası dış politikada bir eksen 
kaymasının yaşanmayacağı vurgusu yapılsa da, kamuoyunda dış politikanın 
yapısı ile ilgili tartışmalar başlamıştı. 1962 yılında patlak veren 
Kıbrıs hadiseleri bu tartışmaların pratiğe dönüşmesine yardımcı 
olurken, müttefiklerinden istediği desteği bulamayıp yeni arayışlara 
giren Türkiye yönünü yeniden Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne dönmüştür. 
Bu çalışma; Türk dış politikasındaki bu kırılma anını merkez alarak Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusundaki çabalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Irak’la yaşadığı sınır sorunları, Mısır’daki Nasır yönetimiyle münasebetler, yeni bağımsızlığını kazanan üçüncü dünya ile ilişkilerin geliştirilmesi ve kuzeydeki süper güç Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler ele alınmıştır. 

Bu Makale Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD’de sunulan “1960-1965 Yılları Arası Türkiye’de Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Hayat” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir. 

Cumhuriyetin ilanından sonra Türk dış politikasının temel hedefi kendi 
kaderine hâkim, bağımsız milli bir devlet kurmaktı. Dönemin en büyük güçleri 
olan İngiltere ile Irak’tan, Fransa ile Suriye’den, İtalya ile On İki Adalar’dan, 
Sovyetler Birliği ile de Karadeniz’den ve doğudan sınır komşusu olan Türkiye bir taraftan Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, diğer taraftan da bölgesel ve ikili anlaşmalar çerçevesinde güvenliğini sağlamaya çalışmıştı (Gönlübol vd 1997:147). 

Atatürk’ün vefatı akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca 
tarafsız kalma çabasını sonuna kadar başarıyla yürüten İnönü “Şefliğindeki” 
Türkiye, bir yandan savaşın beraberinde getirdiği olumsuz ekonomik, 
sosyal şartların üstesinden gelmeye çalışırken, öte yandan uluslararası 
arenada siyasi olarak pozisyonunu yeniden belirlemeye çalışmıştır. Bu 
çerçevede Atatürk dönemi dış politikasının temel unsurlarından olan taraf-
sızlık politikası, 1939 Ekim’inde İngiltere ve Fransa’yla yapılan üçlü ittifak 
anlaşması ile bozulmuş ve böylelikle Türkiye 6 yıl sonra yapacağı tercih ile 
ilgili ilk sinyalleri o tarihte vermişti (Ekinci 2002:707). 

1945’ten itibaren meydana gelen gelişmeler 1950’lerde dünya devletlerini 
iki büyük devletin çevresinde birleştirerek iki ayrı bloğa ayırdı. 

1950’den sonraki dönemde ise bloklara dâhil olan devletler küresel iki güçten 
birini seçerek bunlarla ikili veya kolektif anlaşmalar imzalamaya başladılar. 
Bu durum ABD ve SSCB’nin kendi eksenindeki devletler üzerindeki 
etkisinin ve kontrolünün artmasına vesile oldu (Uçarol 1995:673). 

II. Dünya Savaşı’nın galibi olan Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki etkisini 
daha da arttırmak için yeni birtakım tekliflerle Türkiye’nin karşısına 
çıktı. Bu noktada Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki 1925 Andlaşması’nın 
Sovyetler lehine tadili ve tavizler söz konusu oldu. 17 Aralık 1925’te 
Paris’te Chicherin ve Tevfik Rüştü Aras tarafından üç yıllığına imzalanan ve 
feshedilmediği müddetçe her sene yenilenen “Tarafsızlık ve Saldırmazlık 
Andlaşması”, 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği 
notaya kadar yürürlükte kaldı. Notada Sovyetler, anlaşmanın II. Dünya 
Savaşı sonrası ortaya çıkan duruma uygun olmadığını ve ciddi surette geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmişti (Gönlübol vd 1969:206). Tıpkı Birinci 
Dünya Savaşı sonrası kurulan Locarno düzeninde Batılıların Türkiye’yi 
Rusya’ya yaklaştıran tavırları gibi Rusya’nın 1925 Andlaşmasını gözden 
geçirme talebi de Türkiye’nin dış politikada yeni açılımlara gitmesine ve 
Batı ekseninde “kayıtsız-şartsız” yer almasına neden oldu. 

Bu süreçte tercihini ABD’nin başını çektiği Batı ittifakında kullanan 
Türkiye’nin dış politikadaki ana hedefi Batı dünyasındaki siyasi, askeri ve 
ekonomik ittifaklara üye olmaktı. Dolayısıyla 1950’de iktidarın değişmesi 
herhangi bir farklılık yaratmamış, aynı yıl Kore’de patlak veren savaş NA-
TO’ya girme arzusunda olan Türkiye için büyük bir fırsat doğurmuştu (Akkaya 
2012:16). Kore Savaşı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu NA-
TO’ya üyeliğin yolunu açması oldu. Uzun zamandır Batı ile ittifak arayışındaki 
Türkiye, böylelikle hem maruz kaldığı Sovyet baskısını hafifletmiş hem 
de iç politika açısından Menderes hükümetinin hanesine olumlu bir gelişme 
olarak kaydedilmişti (Bulut 2008:40). 

Türkiye NATO’ya girdikten sonra İngiltere’ye verdiği sözler doğrultusunda 
bir yandan Ortadoğu ile ilgilenirken, öte yandan ABD’nin teşvikiyle 
Balkanlar’da birtakım politik hamlelere girişti. Sovyetler Birliği’nden kopan 
Yugoslavya’nın Batı ittifakı içine çekilmesi ve bu çerçevede güvenliğinin 
nasıl sağlanacağı düşünüldüğünde Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın 
bir çatı altında bir arada tutulması öngörülmüştü. Bu doğrultuda 1954 yılında 
imzalanacak olan Balkan Paktı’nın temelleri atılmış, adı geçen ülkeler 
kısa ömürlü olacak bir işbirliğine girmişlerdi (Bilge vd 1969:255). Böyle bir 
paktın kurulması Sovyetlerin ve dolayısıyla Bulgarların tepkisini beraberinde 
getirdi ve yaptıkları açıklamalarda bu girişimlerin İngiliz-Amerikan 
emperyalizminin uzantıları olduğunu iddia ettiler (Yeşilbursa 2009:156). 
İngiliz kaynaklarına göre de bu dönemde DP iktidarının uyguladığı dış politika 
CHP idaresine benzer olmakla beraber, Sovyet etkisi nedeniyle kaçınılmaz 
olarak daha çok İngiliz-Amerikan eksenine sürüklenmekteydi. Bu 
haliyle Türkiye bir taraftan Balkan Paktı, diğer yandan Ortadoğu’da etkin 
olma çabalarının yanı sıra jeopolitik önemi, toplumsal yapısı, askeri gücü ve 
yönetim istikrarı açısından İngilizler ve dolayısıyla Batı için büyük öneme 
sahipti (Doğaner 2006:233). 

Balkanlardan sonra sıra büyük planda olduğu gibi Ortadoğu’ya gelmişti. 
II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Ortadoğu’nun hâkimi konumundaki 
İngiltere için Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. İngilizlere göre; Türkiye 
hem coğrafik, hem de kültürel açıdan hem Avrupalı hem de Arap olmayan 
istikrarlı, yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal standartlara sahip, bölgeye rol 
model olabilecek bir ülkeydi. Türkiye sahip olduğu bu yapı ve tarihsel birikim 
ile komünizm tehlikesine karşı önemli bir direnç noktası teşkil etmekteydi. 
Bu çerçevede İngilizler için dostluğu yitirilmemesi gereken ülkelerden 
biri idi (Bilgin 2007:237). İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren uzun 
zamandır atıl bir halde olan Türk-Arap ilişkilerini canlandırmak isteyen 
Demokrat Parti hükümeti için Batı’nın desteğiyle bölgede Sovyet tehdidine 
karşı kurulacak bir yapı bulunmaz nimetti. 1955 yılına kadar süren görüşmeler 
neticesinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan’ın bir araya gelerek 
oluşturduğu Bağdat Paktı dönemin önemli gelişmeleri arasında yer 
almıştır. ABD eksenli politikaların bir yansıması olan pakt ile Amerika komünizm 
tehlikesine karşı Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan savunma zincirini 
tamamlamış oluyordu (Ekincikli 2002:249). Ancak Türkiye’nin Batı ile 
olan bu münasebetleri Ortadoğu’da olumlu sonuçlar vermezken, pakt nedeniyle 
Türk-Arap dostluğu sarsılmış, bölgedeki Türkiye imajı daha da kötüye 
giderken, Batılıların isteklerinin aksine Sovyetlerin bölgeye yerleşmesi kolaylaşmıştır (Bostancı 2013:182). 

1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinin 
inişli-çıkışlı, zaman zaman yakınlaşan, zaman zaman da birbirinin 
zıttı yönde gelişen durumlar yaşandığı görülmektedir. Bu dönemde bölge ile 
ilgili politikalara yön veren önemli gelişmeler yaşandı. Bağdat Paktı, İsrail’in 
tanınması, Süveyş Krizi, Ürdün Meselesi ve Suriye’de cereyan eden karışıklıklar 
bölge ülkeleri ile Türkiye’nin arasındaki mesafenin açılmasına neden 
olmuştur. Bunun sebebi olarak da DP’nin Soğuk Savaş mantığı çerçevesinde 
ülke çıkarlarını ABD ekseninde görüp ona uygun politikalar uygulaması 
gösterilmektedir (Duran vd 2013:125). 

Demokrat Parti iktidarının son döneminde yaşanan en önemli dış politik 
hadiselerden biri Suriye ile cereyan eden kriz olmuştur. Tarihsel arka 
planına bakıldığında bir güvensizliğin zaten mevcut olduğu Suriye-Türkiye 
ilişkilerindeki gerginlik 1957 yılına gelindiğinde iyiden iyiye su yüzüne 
çıktı. Suriye’de her geçen gün artan Sovyet etkisine dikkatleri çeken Türkiye, 
kuzeyindeki Sovyet tehlikesinden sonra güneyinde de aynı durumla 
karşı karşıya kalmak istemiyordu. Uluslararası güç dengeleri açısından soruna 
bu şekilde yaklaşılabileceği gibi, DP iktidarı konuyu diğer taraftan bir 
iç politika malzemesi şekline sokmuştu. O tarihlerde artan ekonomik bunalımın 
kamuoyu üzerindeki etkisini Suriye’ye yapılması istenen bir harekâtla 
dağıtmak isteyen hükümet, dış politik mevzuları iç politikaya alet etmekteydi. 
Bunda da kısmen başarılı olan hükümetin 1957 seçimleri sonrası krizin dozunu azalttığı ve herhangi bir müdahalede bulunmaksızın konunun gündemden kalktığı görülür (Baş 2012:107). 

1950’lerin ikinci yarısı Türk dış politikası açısından hareketli olmuş, 
Soğuk Savaş ekseninde şekillenen, Batı’ya endeksli politikalar ikinci yarının 
sonlarında yerini denge ve yumuşama politikalarına bırakmıştı. Demokrat 
Parti’nin ilk yıllarında kayıtsız-şartsız ABD ekseninde yürüyen politikaları 
değişen dünya şartları ile beraber dönüşmeye başlamıştı. Batı’nın Sovyetlerle 
işbirliğine girmesi, Türkiye’nin yanı başındaki süper güce kayıtsız kalmasının önüne geçmiş, bu çerçevede 1959 yılında Türk-Sovyet yakınlaşması 
gündemi meşgul etmişti. Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı olmasına 
karşılık böyle bir girişimde bulunması ABD’li yetkilileri doğal olarak 
rahatsız etse de Türk çıkarları açısından elzemdi. ABD’nin kaygısının temelinde 
Türkiye’nin kendi çizgilerinden ayrılması sonucu dalga dalga diğer 
bölge ülkelerinin de etkilenip Ortadoğu’daki etkisinin aşınması yatmaktaydı. 
Türk dış politikasının ekseninde kati bir kayma olmasa da önemli bir 
değişimi ifade eden bu açılım sonraki yıllarda spekülasyon konusu yapılmış 
ve dolayısıyla 27 Mayıs müdahalesi ile bağlantılar kurulmak istenmiştir 
(Seydi 2011:13-14). Ancak 1960’lı yıllardaki Türk dış siyasasına bakıldığında 
1959’da başlayan değişim ve dönüşümün sürdüğü net bir şekilde görülebilecektir. 
Nitekim Çakır’ın da belirttiği gibi Amerikalıların konumu Türkiye’de 
iktidar ve muhalefete yakın mesafede olup, iktidar değişmesi durumunda 
değişimin Türkiye’nin Batı ittifakına bağlılığında bir zayıflama olup 
olmadığı yönündeydi (Çakır 2004:61). 

1950-1960 yılları arasında dış politik gelişmeler genel olarak değerlendiril diğinde, Türkiye’nin tarihsel ve konjonktürel olarak uluslararası arenada Batı yanlısı pozisyon almaya çalıştığı ancak bunu yaparken ulusal çıkarlar açısından bilhassa ABD’ye verilen tavizlerde ve imkânlarda kaba ifadeyle kantarın topuzunu biraz kaçırdığı görülebilmektedir. Batı bloğuna kayıtsız şartsız dâhil olma politikası ilerleyen yıllarda iflas etmiş, dolayısıyla iktidarın son günlerinde olduğu üzere Sovyetlere ve Bağlantısızlara karşı yaklaşımda bir yumuşama olmuştur. Moskova’ya yapılması planlanan ziyaretler, Hindistan Devlet Başkanı Nehru’nun Türkiye’ye gelmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. 

Arap ülkeleriyle kurulmak istenen sıcak ilişkiler istenilen seviyede olamamış, Türkiye’nin ABD ve İngiltere eksenli politikaları bölge ülkelerinin muhalefeti ile karşı kaşıya kalmış, Menderes hükümetlerinin son döneminde Suriye’ye asker göndermeye varacak kadar ilişkiler gerginleşmiştir. Sonuç olarak bu dönemde yürütülen dış politika ile Türki-ye’nin geleneksel tarafsız kalma politikaları terk edilip daha aktif ve operasyonel politikalar yürütülmeye çalışılmış, bunların kimisinde başarılı olunurken, kimisinde de istenilen neticelere ulaşılamamıştır. 

Dış Politikada Yeni Arayışlar: Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Münasebetleri 

27 Mayıs darbesi sonrası Türk dış politikasında köklü olmasa da bir reform 
yapılması gerektiği yönünde ülke genelinde yaygın bir kanaat oluşmuştu. 
Bu değişimin ilk ayağı uzun süredir akim kalmış olan Ortadoğu devletleri ile 
ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılması olmuştur. Bu çerçevede özeleştiri 
yapılmaya çalışılsa da darbe ertesi bir dönem olması sebebiyle fatura 
genellikle sabık iktidara kesilmişti. DP dönemi dış politika anlayışını eleştiren 
Balkan, bu dönemde uygulanan yanlış politikalar sonucu çevrede dost 
bir ülke kalmadığını, kayıtsız şartsız Batı yanlısı izlenen tutum ve uluslararası 
arenada Batı tezlerinin savunuculuğunun ve sözcülüğünün yapılmasının 
hem Afrika hem de Asya ülkeleri nezdinde Türkiye’nin itibarını sarstığını, buna 
karşılık ise Batı’dan herhangi bir menfaat sağlanamadığını belirtmiştir 
(Balkan 1960a). Türkiye’nin Atatürk sonrası dış politika uygulamalarını 
eleştiren Balkan, bilhassa Ortadoğu politikalarının artık işleyemez 
halde olduğunu, son yıllarda Nasır düşmanlığı, Nuri Sait Dostluğu ve Bağdat 
Paktı politikalarının Türkiye’nin çıkarlarından çok Batı’nın çıkarlarını koruma 
amacında olduğunu, emperyalizmle mücadele eden ülkelere ilham 
kaynağı olan Türkiye’nin bu politikalarının bölgeden kopmasına neden 
olduğunu vurgulamıştır (Balkan 1960b). Darbe sonrası kurulan geçici hükümet 
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istemekteydi. Bu çerçevede 
sembolik olarak DP döneminde İsrailli bir şirketle yapılan tütün anlaşmasını 
feshetti (Son Havadis, 21.08.1960). MBK idaresinden Arap dünyasına 
sıcak mesajlar verilmesine rağmen bu açılım, Nasır egemenliğindeki Mısır’ın 
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma yoluna giderek Irak ve Suriye’yi 
kontrolü altına almaya çalışması nedeniyle yerini gerginliğe bıraktı. Nasır’ın 
Hatay’ın ilhakı ile ilgili söylediği sözlere karşılık veren Devlet Başkanı Cemal 
Gürsel İskenderun’da yaptığı açıklamada: “Hatay’a uzanacak her el kırılacaktır” 
diyerek muhataplarına gözdağı vermişti (Milliyet 30.07.1960).1 

1961’in sonları dünya politikaları açısından oldukça hareketli geçmiştir. 
Hindistan’ın Portekiz sömürgesi olan Goa’yı ilhak etmesi ve buna Birleşmiş 
Milletler ile Portekiz’in karşılık verememesi, Irak lideri Kasım’ın 
Kuveyt üzerinde benzer planlar kurmasını kolaylaştırırken, Lübnan’da da 
bir askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte sömürgelerde 
ve Ortadoğu’da yaşanan hareketlilikler İngiliz donanmasının da bölgeye 
sevk edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Irak merkezi hükümetiyle 
kuzeydeki Kürtler arasında çatışmalar artmış, bunun üzerine Türkiye sınır 
güvenliğini arttırıcı tedbirlere başvurmuştu (The Times, 30.06.1962)2. Bu 
dönemde Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle merkezi idare arasında yaşanan 
çatışmaların Türkiye sınırına da sıçraması Türkiye’nin Arap ülkeleriyle 
geliştirmek istediği ilişkileri yaralayan bir hadise oldu. 1962 yılında Irak 
Hava Kuvvetleri’ne ait iki adet F100 savaş uçağının Şemdinli’de konuşlu 
Jandarma Alayı’na bir saat müddetle saldırıda bulunması sonucu, 2 Türk 
askeri şehit olurken bir asker yaralanmıştı. Olayın Ankara’da duyulması 
üzerine Irak hükümetine protesto telgrafı çekildi (Milliyet, 16.08.1962)3. 

Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada olaydan sonra Türk 
Hava Kuvvetlerine ait uçakların Irak sınırında devriye görevine çıktıkları 
belirtildi (The Times, 16.08.1962). Yaşananlar bununla da sınırlı kalmayıp 
benzer bir durum birkaç gün sonra tekerrür etti. Irak uçaklarının Türk sınırına 
yaklaşması üzerine harekete geçen Türk savaş uçakları bir adet MIG 
tipi Irak savaş uçağını düşürdü. 16 Ağustos günü üç Irak savaş uçağının yine 
Türkiye-Irak sınırındaki köylere yangın bombaları ve makineli tüfeklerle 
saldırmaları sonucu Türk jetleri bir Irak uçağını daha vurdu. Irak sınırında 
yaşanan hadiseler İstanbul’daki üniversite gençliği arasında da tepki uyan-
dırarak protestolara neden oldu. MTTB yayınlamış olduğu bildiride; birkaç 
aydan beri devam eden hadiselere ve Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat 
çekerek Irak hükümetini olaylara son vermeye çağırmıştır (Ulus, 17.08. 
1962). Muhalefet milletvekilleri de Başbakanlığa çektikleri telgraflarla durum 
hakkında izahat istemişlerdi4 (BCA, 30.1.0.0/50.304.9.). 

Olayların sıcaklığının geçmesinden sonra hükümet alınan tedbirlerin 
sonucunda Irak uçaklarının tacizlerinin sona erdiğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığına çağrılan Irak Büyükelçisi çıkışta basına yaptığı açıklamada: “Bu 
hadiseleri izale edecek tedbirlerin alınacağına inanıyorum. Bu olayların tekerrür 
etmeyeceğini ümid ederim” dedi. Ayrıca Irak hükümetinin olaylar 
sonunda doğan hasarı karşılamayı kabul ettiği belirtildi. Öte yandan Irak 
ordusunun Barzani kuvvetlerini güç durumlara soktuğu bölgeden gelen 
haberler arasındaydı (Ulus, 18.08.1962). Başbakan İnönü, Irak hadiseleri ile 
ilgili Genelkurmay Başkanı Sunay’dan ve Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan 
Tansel’den bilgi almış, Dışişlerinden yapılan açıklamada da olayların Irak 
hükümetinin kuzeyde Barzanilere karşı giriştiği harekâtın taşkınlığı dolayısıyla 
cereyan etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulduğu belirtilmiştir 
(Milliyet, 19.08.1962; Ulus, 19.08.1962). Olaylardan birkaç gün sonra Irak 
uçaklarının yine bombardımana devam ettiği ancak ölü ya da yaralı bulunmadığı 
İçişleri Bakanı Kurutluoğlu tarafından duyuruldu. Irak uçağının düşürülmesi 
ile ilgili Irak notasında uçağın Irak hava sahasında düşürüldüğü, 
dolayısıyla Türkiye’nin özür dilemesi ve tazminat ödemesi gerektiği ifade 
edilmiştir5. Resmi olmayan Türk cevabında ise Türk sınırına saldırıya karşılık 
verildiği belirtildi (Ulus, 20.08.1962). 

Olaylar üzerine Ulus’ta çıkan bir başyazıda: Irak ile Türkiye’nin dostluğu 
ve iyi münasebetleri vurgulanarak, Irak hükümetinin kuzeydeki isyancılarla 
mücadelesinde zaman zaman sınırı aşan müdahalelerine Türkiye’nin 
ses çıkarmadığı, ancak son yaşanan olaylar ve Türk askerlerinin hayatlarını 
kaybetmesinden sonra durumun kontrolden çıkmaya başladığı tespitinde 
bulunulmuştur. Irak’taki Kasım idaresinin kendi sorumluluklarını Türkiye’ye 
yüklemeye çalışmasının anlamsız olduğunun belirtildiği yazıda: “Kasım’ın 
bu basiretsiz ve akıbeti şüpheli yoldan çabuk dönmesi en halis temennimizdir” 
denilmiştir (Ulus, 20.08.1962). Hükümete yakın bir gazetede 
bu ifadelerin kullanılması bir bakıma gayri resmi ültimatom değeri taşımaktaydı. 
Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada olayların gelişim şeklini 
kısaca özetledikten sonra, Türk hükümetinin Türk-Irak dostluğuna büyük 
önem verdiğini, verilen bu ehemmiyet nedeniyle sert tepkiler konmadığını 
ve devriye uçuşlarına şimdilik son verildiğini duyurdu (Milliyet, 21.08.1962). 

Türkiye’nin tansiyonu düşürmeye çalışmasına rağmen Irak kanadı tam 
tersi bir uygulamaya girişti. 20 Ağustos’ta Bağdat’taki Türk Büyükelçiliği 
önünde hükümet destekli olduğu öne sürülen ve Türkiye karşıtı sloganların 
ve hakaretlerin yağdırıldığı bir protesto gösterisi düzenlendi (Ulus, 
22.08.1962). Irak lideri Kasım radyoda yaptığı konuşmada: Türkiye’yi Amerikan 
ve İngiliz emperyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlayarak, Türkiye’yi 
Kuzey Irak’taki asi Kürtlere destek vermekle itham etti6 (Milliyet, 
23.08.1962). Olaylar üzerine Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Seyfettin Turagay 
yurda döndü7. Elçi yaptığı açıklamada: Kasım’la görüşmek için randevu 
istese de Başkanın yoğunluğu sebebiyle randevu verilmediğini belirtmişti 
(Ulus, 24.08.1962). Elçinin gelişi ile ilgili sorulan sorular üzerine Dışişleri 
Bakanı Erkin elçinin geri çağrılmadığını, yalnızca yıllık izninin bir kısmını 
kullanmak için Türkiye’de olduğunu söyleyerek diplomatik bir dille durumu 
kurtarmaya çalışmaktaydı (Ulus, 26.08.1962). Dışişleri Bakanlığı 24 Ağustos’ta 
yayınladığı bildiride: Irak hükümetini Türk-Irak dostluğuna aykırı bir 
yola sapmakla itham etmiş, ayrıca Iraklı pilotların Türkiye’ye saldırılarının 
tarafsız bir komisyonca incelenmesini teklif etmiştir8 (Milliyet, 25.08.1962). 
Öte yandan Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’deki misyonunda görevli 
Ernest Schwarzenbach ve Allen Simon’un yasadışı silah taşımak ve kaçak-
çılık yapmak suçlamalarıyla yargılanacak olması Türkiye’nin Irak makamla-
rınca silah kaçakçılığına göz yumma suçlamalarına verilen bir cevap niteliği 
taşıdığı söylenebilir (The Times, 24.08.1962). Kasım’ın politikalarını ve 
Türkiye karşıtı tutumunu değerlendiren Esmer, Kasım’ın birkaç ay önce 
Barzani meselesinin sonlandırıldığını açıklamasına rağmen, ortadaki savaş 
durumunun gerçeğin hiç de ilan edilen gibi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir. 
Ayrıca Barzani’nin Sovyetlerle münasebetlerinden hareketle Kasım’ın 
Türkiye’yi Batı ile işbirliği yapmakla suçlamasının mantıksız bir yaklaşım 
olduğunu ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye 
nasıl bir menfaati olabileceğini sormaktadır. Yazıda ayrıca Barzani karşıtı 
operasyonuyla Türk kamuoyunun da sempatisini kazanmış bir liderin başarısızlık 
durumunda hedef tahtasına Türkiye’yi koymasının anlamsızlığı üzerinde 
durulmuştu (Esmer 1962). Öte yandan Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma 
Derneği yapmış olduğu açıklamada: Kasım devrinde Irak Türklerinin 
acı günler yaşadığını, Kürtlere tanınan adem-i merkeziyet hakkının 1 milyona 
yakın Türk’e de tanınması talebinde bulunmuştur (Ulus, 22.03.1963). 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***