Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uluslararası İlişkiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2021 Pazar

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN PERDE ARKASI. BÖLÜM 4

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN PERDE ARKASI. BÖLÜM 4




ABD ve Afganistan.. 

 Amerika 20 yıldır yani bir insan nesli süresince Afganistan‟ı bombalıyor. Usame Bin 
Ladin‟in ekibi Afganistan‟ı çoktan terk etti, kendisi de uzun zaman önce öldü. Taliban ise 
ABD‟ye hiç saldırmadı. O zaman ABD ve NATO neden hala orada? 20 yıllık Afgan macerası 
ABD‟ye 2.26 trilyon dolara mal oldu26. Bu süre zarfında çocuklar okula gidemedi, ABD‟nin 
ülke inşası başarısız oldu. Afganistan‟ın tek kazananı uçak ve bomba üreten Amerikan 
şirketleri. 
 Biden, 11 Eylül‟ün 20. Yıl dönümünde Afganistan‟ı terk edeceklerini açıkladı. Ancak, 
ABD askeri çekilse de CIA, paralı askerler ve özel askeri şirketlerin artan bir güç ve rolle 
Afganistan‟da kalacağı biliniyor. Halen CIA, Afganistan içinde kendine yerel güçlerden bir 
ordu kurmuş durumda ve Kabil‟deki Afgan istihbaratı da CIA‟nın kontrolünde. 
Doha‟da yapılan ve ABD, Rusya, Çin ve Pakistan‟ın katıldığı görüşmeler de Aşraf 
Gani hükümeti ve Taliban ile istişare edilerek, barış için bir yol haritası oluşturuldu. Buna 
göre, ABD kuvvetleri 1 Mayıs‟ta çekilmeye başlayacak ve 11 Eylül‟de çekilme tamamlanmış 
olacak. Üzerinde anlaşılan müşterek bildiriye göre; çekilme sürecince taraflar çatışmayacak, 
barış görüşmeleri devam edecek, NATO askerleri ve büyükelçiliklerin güvenliği sağlanacak, 
BM Güvenlik Konseyi Taliban‟da uygulanan yaptırımları gözden geçirecek, barış 
görüşmelerinde BM daha çok rol alacak. 

 Bildirinin en önemli yanı; “Bağımsız, egemen, birleşik, barışçı, demokratik, tarafsız ve 
kendi kendine yeterli bir Afganistan” vurgusunun yapılması. Afgan topraklarında yabancı güç 
kalmayacak ve Afganistan herhangi bir askeri ittifaka veya bloka katılmayacak. Ancak, Orta 
Asya‟da başlayan büyük oyunda Afganistan‟ın tarafsız kalması zor gözüküyor. 
 ABD ve Taliban arasında yapılan görüşmelerde Afgan hükümeti ile iktidarı 
paylaşması, bunun içinde ortak bir geçici hükümet kurulması tartışılıyor27. Bu da aslında bir 
süre sonra Kabil‟den başlayarak Taliban‟ın ülkeye tamamen hâkim olması demek. 
 ABD‟nin Afganistan‟dan çekilmesinin arkasında yeni bir plan olduğu ortaya çıkıyor. 
Bu yeni bir ABD-Cihatçı işbirliği olabilir. ABD‟nin çekilmesini müteakip ülkede tekrar iç 
savaşın başlaması ve ülkeye gelecek diğer cihatçılar ile birlikte Çin‟e karşı planların 
yürürlüğe sokulacağı konuşuluyor28. Bu plan ile sadece Çin‟in Afganistan ile bağlantıları 
değil, İpek ve Kuşak Yolu üzerindeki projeleri de hedef haline gelecek. Çin ile ilgili planların 
hedeflediği Harita-4 aşağıda görülmektedir. Detaylarını Büyük Avrasya Projesi başlıklı 
makalemizde anlatmıştık. 

Harita 4: Gerçek Çin 



En büyük hedef, Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru. Her yanı her çeşit cihatçı ile 
dolacak Afganistan‟ın Çin ile olan dağlık sınırı uygun bir savaş ortamı da sağlıyor. 
Afganistan; Orta-Güney-Batı Asya üçgenini kontrol eden merkezi bir coğrafyaya sahip. 
 Sonuç olarak, ABD on yıldır küresel terör örgütleri listesinde en başa koyduğu Taliban 
ile şimdi barış görüşmeleri yapıyor. Moskova ve Pekin‟in de Afganistan için ayrı ayrı 
hesapları var. Afganistan‟da yeni dönemde özel askeri şirketlere sonsuz savaş için daha çok 
görev verileceği düşünülüyor. Bu şirketlerin Orta Asya‟da yeni düşük yoğunluklu savaş 
senaryolarında kullanılacağı konuşuluyor29. Yani işler Asya‟da da daha kötüye gidecek gibi. 
Taliban olsun ya da olmasın ABD çoktan Çin‟e karşı ayaklanma stratejilerinin sahnesini 
hazırlamaya başladı. ABD, buraya Çeçenleri ve Uygurları yerleştirerek, Orta Asya-Kafkasya 
ekseninde örtülü operasyonlar planlıyor30. Hedefte Doğu Türkistan ve Kuzey Kafkasya vd. 
bölgeler var. 

 Rusya ve Orta Asya; en zayıf halka Kırgızistan… 

Çin ise İpek Yolu projesi üzerinden Orta Asya‟da sürdürülebilir müttefikler edinerek 
kendi eksenini Avrupa‟ya kadar uzatmak peşinde. ABD ise kuşatma ve istikrarsızlaştırma 
stratejisi izliyor. Bu coğrafyada kritik eksen Orta Asya-Afganistan-Pakistan hattı ve bu hattın 
en zayıf ve kırılgan kesimi ise Tacikistan-Kırgızistan arasında. Rusya, burada oyunu yeniden 
kurguluyor. Rusya, Hazar Denizi‟nin doğu ve batısını kontrol etmek istiyor. Bu nedenle, 
Kafkasya ve Orta Asya coğrafyasındaki sorunlarda çözüm istemiyor, sınır ihtilaflarını sürekli 
hale getirmek, Rus askeri varlığının kalıcılığı demek. 

Kırgızistan, Orta Asya ülkeleri içinde en sıkıntılı ülke. Bu kara ülkesi tamamen dağlık 
olduğu için ekonomik kalkınması çok zor. Sınırlarında Çin, Kazakistan, Özbekistan ve 
Tacikistan var. Ülkede biraz altın maden var ama diğerlerindeki gibi petrol ve doğal gazı yok. 
Sonuçta eski Sovyet coğrafyasındaki en fakir ülke. Bu dağlık ülkede aynı zamanda iç siyasi 
ve sosyal bölünmeler var. Özellikle kuzey ve güney bölgeleri arasında, birbirinden ayrı iki 
nüfus ve iki siyasi merkez var. Biri başkent Bişkek‟te, diğer Oş ve Celal-Abad arasındaki 
koridorda. Bu durum ülkede sürekli istikrarsızlık yaratıyor. 

1924 yılında Stalin, Orta Asya‟nın sınırlarını çizerken bölgedeki Fergana Vadisi‟ni 
kasıtlı olarak üçe böldü, üç ayrı siyasi kimliğe ayırdı. Kırgızistan‟da büyük bir Özbek nüfus 
ve azınlık olarak güneyde Tacik nüfus bıraktı. İlave olarak, Kırgızistan ve Tacikistan 
arasındaki sınırlarda sınırlı su kaynakları üzerinde anlaşmazlık konuları yarattı ki, bugünkü 
çatışmalarının kaynağını teşkil ediyor. 

 Coğrafi nedenlerle ekonomik, güvenlik ve siyasi sorunlara rağmen, Kırgızistan 
stratejik konumu itibarı ile büyük güçlerin rekabet alanı içinde. Rusya, Kırgızistan‟ın en 
büyük ticaret ortağı ve Kant‟ta Rus askeri üssü var. Manas‟ta ise ABD üssü var ve bu üs 
yakındaki Afganistan‟da NATO harekâtı için kullanılıyor. 
 Tacikistan ve Kırgızistan arasına 29 Nisan 2021‟de sınır sorunu nedeni silahlı çatışma 
yaşandı. Sovyetler Birliği çöktüğünden beri Orta Asya bölgesindeki sınır sorunları nedeni ile 
bu tür düşük yoğunluklu çatışmalar sık sık yaşanıyor31. 
Kırgız-Tacik sınırında yaşanan olaylar, ABD‟nin Afganistan‟dan çekilme sürecinde 
Orta Asya‟da yaşanan en önemli çatışmalardan ilkini oluşturmaktadır. Bu çatışma, yeni bir 
dönemin başlangıcı olmakla birlikte, aslında Rusya ile ABD arasındaki rekabette devrilen ilk 
domino taşlarından biri olarak okunabilir. 
Bundan sonraki süreçte toplumsal hareketler, terörizm faaliyetleri ve sınır sorunları 
gibi konuların Orta Asya gündemini daha da meşgul edeceği öngörülebilir. Dolayısıyla artık 
Fergana merkezli gelişmeler üzerinden Orta Asya‟yı kontrol altında tutmayı amaçlayan bir 
güç mücadelesi başlamıştır. Fergana, “Büyük Oyun”un kalpgâhıdır 32. 

Harita 5 : Fergana Vadisi 
 

Kaynak: Stratfor, Kyrgyzstan's Geographic Challenge, (October 16, 2012). 

Kırgız-Tacik Sorunu, en temelde bölge devletleri arasındaki sınır ihtilafı gibi 
görünmekle birlikte, asıl hedef bu ülkelerin aralarındaki olası bir uzlaşmanın yol açacağı 
“Fergana Birliği”nin önüne geçmektir33. Yani hedef, kalpgâhı kontrol etmektir ve bölge 
devletlerinin bu bağlamda Fergana‟da söz sahibi olması istenmemektedir. Bu, en temelde 
Rusya ve ABD‟nin bölge ile ilgili hedeflerine uygun düşse de “Çin faktörü”nü de göz ardı 
etmemek gerekmektedir. “Çin faktörü”, daha çok bölgede artan bir gücün önünü kesmeye 
yönelik olarak görülmektedir. 

Rusya ve Azerbaycan.. 

Kırgızistan gibi özellikle son zamanlarda hassas konumda olan diğer bir ülke Azerbaycan. Önce Rusya-Ermenistan ilişkileri ile ilgili yeni gelişmeleri özetleyelim, sonra Azerbaycan neden hassas anlatalım. Ermenistan‟ı Dağlık-Karabağ ile yola getiren Rusya, bölgeye yerleştikten sonra şimdi meyvelerini topluyor. İki önemli gelişme var. 

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, geçen hafta Ermenistan'ın başkenti Erivan'da 
Ermenistan başbakanı Nikol Paşinyan ile görüştü. Paşinyan‟ın açıklaması ilginç; “Dağlık 
Karabağ ihtilafına AGİT Minsk Grubu tarafından yapılan ilkeler temelinde nihai bir çözüme 
ulaşmak için barış sürecini yeniden başlatma ihtiyacına ilişkin tutumumuzu vurgulamak 
istiyorum.” Arkasından Paşinyan, Rusya ordusunun Ermenistan'ın güneyinde Azerbaycan sınırı 
yakınında "ek güvenlik garantisi" olarak iki yeni askeri üs kurduğunu açıkladı. 
Ruslar, sanki bundan sonraki süreçte Ermenileri kollama sözü veriyor. Ermenistan‟ın 
güneyine askeri olarak iyice yerleşmesi ise Azerbaycan-Nahçivan-Türkiye arasını kontrolüne 
alması anlamına geliyor. 
Rusya-Azerbaycan ilişkilerine gelince, Ruslar, artan Türkiye etkisi karşısında yeni 
bazı şeyler denemek, Aliyev rejimini değiştirmek derdindeler. 
Azerbaycan konusunda Rusya‟nın çevirdiği dolaplar ile ilgili elimizde uzun bir liste 
var. Bunları başka bir makaleye bırakıp, kısa bir özet yapalım. 
Azerbaycan‟ın 1991 sonrası dış politikasında başlangıçta Rusya ve Batı arasında bir 
denge politikası izlemeye başladı. İki tarafla da askeri ittifak ve tam bir bölgesel ekonomik 
entegrasyondan kaçındı. Tercihini enerji işbirliği için Batı‟dan yana kullandı ve bu dönemde 
Moskova‟nın güç projeksiyonu azaltmak isteyen Batının siyasi desteğini aldı. Ancak, 
ABD‟nin Kafkasya politikası 2008 yılındaki Rusya-Gürcistan Savaşı‟ndan sonra radikal 
olarak değişmeye başladı. Bu durum Obama‟nın ikinci dönemi ve Trump döneminde daha 
belirgin hale geldi. Daha öncesinde Rusya‟nın etkisine karşı bir güçlü alternatif oluşturan 
ABD, bölgenin Moskova‟nın arka bahçesi haline gelmesine göz yumdu. 2013 yılına kadar 
Azerbaycan‟ın denge politikası başarılı oldu. 2014 yılındaki Ukrayna krizinden sonra 
Moskova‟nın baskısı artınca Azerbaycan, Rusya ile ilişkileri derinleştirme ihtiyacı duydu. 
Özellikle Kırım‟ın işgalinden sonra Azerbaycan, Rusya‟ya kapıları daha çok açtı ve Rus 
yumuşak gücü ülkeye yerleşti. Azerbaycan yönetimi böylece Rusların Dağlık-Karabağ 
sorununda tavrını kendi lehine değiştireceğini umdu. 

Öte yandan, bugüne kadar Batının ekonomik ve demokratik reform istekleri bölgenin 
ve ülkenin şartları ile uyumlu değildi ve kötü niyetli olarak algılandı. 2013 sonrası Batı‟nın 
Azerbaycan‟ı demokratik reform isteği ile eleştirmesi Rusların komplo teorilerini 
destekliyordu. Batı düşmanı eski elit, sadece ülke içinde değil hükümet içinde de güçlü bir 
Rusya yanlısı kadro kurdu. 2014 yılında ABD‟nin Ukrayna‟daki başarısız darbe girişimi 
deneyimi Batı karşıtı söylemin artmasına yaradı. Azerbaycan yönetimi, ülkedeki NGO‟ları 
baskı altına alacak yeni bir yasa çıkardı, yabancı ülkelerden fon alan NGO‟ları kapattı. Batılı 
kurumların yerel ofisleri kapatıldı. Azerbaycan, böylece Rusya‟nın gücünü tanımış oldu, Batı 
karşıtı elit ülke içinde güçlü bir hale geldi ve artık Batı ile ilişkilerde denge arayışı yoktu. 
Aliyev yönetimine göre, Batı ülkedeki rejimi de değiştirmek istiyordu. Rus yanlısı elit istediği 
propaganda ortamını bulmuş, güçlenmişti. 

Azerbaycan‟ın Rusya ile olan ilişkilerinin arkasında gittikçe güçlenen bir grup 
Azerbaycanlı elit var. Rusya ise ülke içinde algıları değiştirmeye ve kendine uygun koşullar 
ortaya çıkarmaya yarayan bazı vasıtalar geliştirdi. Rusya, özellikle Azerbaycan‟ın medya ve 
eğitim sektörlerinde etkili. Azerbaycan içinde Rus dilinin kullanılmasını ve halkın Rus 
medyasından haber almasını istiyor. Rusya‟da iş imkânı bulacağını düşünen yeni nesil 
Azerbaycanlılar, Rusça kurslarına katılıyor. 

Bir de diaspora konusu var. Rusya içinde çoğu işçi göçmeni yaklaşık 1 milyon 
Azerbaycanlı yaşıyor. Azerbaycan‟ın yönetimi için diaspora bağımsızlığın kazanıldığı 
günlerden beri hep bir endişe konusu oldu ve Rusya‟nın manipülasyon aracı olarak görüldü. 
Ülkeden kaçan eski Azerbaycan yöneticileri de Bakü yönetimi aleyhine güçlü bir muhalif ağı 
kuruyordu. Rusya, diasporayı iki nedenle kullanmaya devam etmek istiyor. Öncelikle 
Azerbaycanlı göçmenlerin geri gönderilmesi Azerbaycan‟da önemli ekonomik gelir kaybına 
ve sosyal istikrarsızlığa (muhalefete) neden olabilir. Bu kozu elinde tutmak istiyor. İkincisi, 
diaspora Azerbaycan‟ın Avrasya Ekonomik Birliğe katılımına vasıta olabilir. Üye ülkeler 
arasında serbest işçi akımı, diasporanın da işine gelebilir. Sonuçta, Ruslar için eski Sovyet 
coğrafyasında diaspora sadece siyasi bir manivela.
 
Rusya‟nın Azerbaycan‟ı manipüle etme stratejisi etnik gerilimleri kullanma üzerine 
olagelmiştir ve bu diğer komşu ülkeleri için de böyledir. 1990‟larda Rusya, Azerbaycan‟daki 
etnik azınlıklara finansal ve lojistik destek sağladı. Amaç, Aliyev ve etrafındaki iç halkaya 
karşı bir kalkışma sağlamaktı. Bu amaçla, Rusya içinde Lezgin, Avar ve Taliş azınlıklarının 
hakları için konferanslar düzenledi. Sonraki adımda Rusya içinde bölücü örgütler kuruldu; 
Dağıstan‟da Lezgin Ulusal Hareketi (Sadval) ve Taliş Gençlik Örgütleri. Sadval, 
Azerbaycan‟da yasaklandı. Rusya‟nın bu örgütlere desteği aktif ve görünür idi. Rusya, 2012 
yılında Azerbaycan‟da kurulacak Rus radar üsleri için yapılan görüşmelerde istediği sonucu 
alamayınca hem muhalif diasporaya hem de bölücü örgütlere desteğini artırmaya başladı34. 
Rusya‟nın yumuşak güç uygulamasına gelince; Azerbaycan‟da birkaç Rus Üniversitesi 
çeşitli bölümler açtı. Ayrıca, propaganda amaçlı enstitüler kuruldu ve Rusya Avrasya 
Çalışmaları Kalkınma Fonu tarafından finanse edilen proje çalışmaları yapıyorlar. 2011 
yılında Bakü‟de Rus Bilgi ve Kültür Merkezi kuruldu. Okul müfredatlarında Rus dil eğitimine 
yer verilmesi için Bakü‟de Rus büyükelçiliği, Azerbaycan Milli Eğitim Bakanı ile anlaşma 
imzaladı. Böylece 50 okulda Rusça öğretilmeye başlandı. Azerbaycanlı öğrencileri Rusya‟ya 
çekmek diğer bir öncelikli konu oldu. ABD destek programlarının azalması Rusların işine 
yaradı. Rusya Eğitim Bakanlığı, Rossotrudnichestvo yolu ile Rus üniversitelerine gidecek 
Azerbaycanlı öğrencilere burs veriyor. 
Rusya‟nın diğer bir önemli hedefi Azerbaycan‟ı Avrasya Ekonomik Birliği‟ne 
çekmek. 2012 yılından beri Rusya, Azerbaycan dâhil tüm aday ülkelerde medya ve Avrasya 
Kulübü gibi NGO kurgusu ile propaganda yapıyor. Üniversite öğrencilerini “Avrasyacılık” 
fikirleri ile bir araya getiriyor. Ülkelerde kurulan Avrasya Hareketi örgütleri doğrudan 
Rusya‟daki askeri ve siyasi yapılarla bağlantılı çalışıyor. 2015 yılından itibaren Rusya, 
Azerbaycan‟da bu tür gayretlere yoğunlaştı. Önce Mayıs 2015‟de Sputnik Haber internet 
portalı kuruldu. Sputnik bir yandan Azerbaycan hükümetini destekleyen yayınlar yapıyor, 
diğer yandan Batı karşıtlığını pompalıyor. 
 Bütün bunların ötesinde Rusya, eski Sovyet Cumhuriyeti döneminden kalan bu 
ülkelerdeki KGB bağlantılarını yeniden kurgulayarak ülkenin iç işlerine ve egemenliğine 
müdahale etmektedir. Azerbaycan içinde de Rusya‟nın dediğinden çıkmayan kukla bakanlar 
ve Rus istihbaratı tarafından işkence gören generaller ve subaylar ya da Dağlık-Karabağ 
çatışmalarında savaşın başarısız olması için çalışan askerler bulunmaktadır. Azerbaycan-
Rusya dengeleri özellikle Türkiye için çok hassas bir şekilde takip edilmesi gereken bir 
süreçtedir. 

Sonuç.. 

Devletleri yönetenlerin asıl vazifesi, tarihin kırılma noktalarından geçerken ülkelerini 
bekleyen fırsat ve tehditleri önceden görmek ve bu kapsamda ulusal gücü hazırlamak ve 
zamanı geldiğinde tereddüt etmeden kullanmaktır. Her ülkenin kısa ve orta vadeli politikaları 
yanında asıl “büyük oyun”u var. Ama önemli olan öndeki hükümet yetkilileri değil sahnenin 
gerisinde oyunu kuranlar çünkü oyunu kuran kazanacak olanlardır. Bu alanda her türlü hile, 
tuzak, barbarlık ve delilik geçerlidir. Büyük oyunların oynanmasında yol haritası çoğu kez 
kazaya uğrar, planlar değişir. Tarihi değiştiren genellikle liderlerin kabiliyetleri değil, 
tesadüfler ve yapılan hataların ortaya çıkardığı yeni durumlardır. Yanlış kararların arkasında 
ülkeleri yöneten liderlerin durumu nasıl algıladıkları, kişisel özellikleri ve insanlığın 
geleceğini nasıl hafife aldıkları gibi faktörler bulunur. Ancak, günümüzde artık para ve güç 
arayışı devletin önüne geçmektedir. Ülke çıkarları lafta kalmış, siyasi iktidarı ve statüsünü 
korum endişesi yönetimlerin içinde egemen olmaya başlamıştır. Bu yüzden, dünya genelinde 
otokratik eğilimler artmaktadır. Dünyamızın evrensel yani tüm insanlığı düşünen bilge 
liderlere ihtiyacı var. Bunun olması için de dünyanın yeniden tuzla buz olması ve büyük 
hesaplaşmadan yeni ve evrensel bir kahraman doğması gerekiyor. 

DİPNOTLAR:

1 E.C. Knuth, The Empire of The City, 1946, aktaran Kevin Cahill: Who Owns the World: The Surprising Truth 
About Every Piece of Land on the Planet, Grand Central Publishing, 2010, p.144. 
2 Caroll Quigley, Tragedy and Hope: A History of the World in Our Time, GSG and Associates, (1975), p.267. 
3 Nicholas Shaxson, Treasure Islands, Tax Havens and the Men Who Stole the World, The Bodley Head, 
(London, 2011), p.147. 
4 Charlie Edwards, National Security for the Twenty-first Century, Demos, (London, 2007), 60. 
5 Peter Harris, Keys to the Kingdom: Who Will Govern the UK? Politics at Earlham College, (April 30, 2015). 
6 Alan Duncan, In the Thick of It, William Collins, (April 2021). 
7 Chris Mullin, Alan Duncan Diaries: An Insider’s Account of Boris Johnson, Middle East Eye, (May 3, 2021). 
8 Michael Sobolik, Countering China’s Global Great Game, (April 29, 2021). 
9 Paul R. Pillar, Foreign Election Interference and the Other Ills of American Democracy, (April 28, 2021). 
10 Ted Galen Carpenter, Joe Biden’s Foreign Policy Dream Team Is Disappointing, Cato Institute, (January 6, 2021). 
11 Brett Wilkins, Counter-Terrorism’?: Two Decades after 9/11, New Interactive Map Details Footprint of US War Machine in 85 Countries, Common Dreams, (25 February, 2021). 
12 Rick Rozoff, Pentagon Adds Africa to Global Battleground with China and Russia, Anti-bellum, (19 April, 2021). 
13 Robert A. Manning, Peter A. Wilson, Offshore Balancing Strategy Can Correct America’s Middle East Approach, Atlantic Council, (February 26, 2021). 
14 Manning, ibid, (February 26, 2021). 
15 Jan Oberg, Biden Bombs in Syria — Helping to Steal Its Oil but What Is There to Talk About? (March 02, 2021). 
16 Michael Sobolik, Countering China’s Global Great Game, (April 29, 2021). 
17 Will Lowry, Fear and Unknowing in the Indo-Pacific Region, Press the Button, (May 4, 2021). 
18 Michael Sobolik, Countering China’s Global Great Game, (April 29, 2021). 
19 Paul Antonopulos, Washington to Organize Ukraine, Georgia and Moldova to Challenge Russia in the Black Sea, InfoBricks, (February 15, 2021). 
20 Brian Kalman, Will the Montreux Convention Prevail? South Front, (18 April 2021). 
21 Stratfor, Russia: Moscow to Withdraw Troops Near Ukraine, But Keep Weapons, (April 22, 2021). 
22 Lyle J. Goldstein, The Shadow of a New Cold War Hangs over Europe, U.S. Naval War College, (March 30, 2021). 
23 Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies, What Planet Is NATO Living On? CODEPINK for Peace, (February 24, 2021). 
24 Sonja van den Ende, EU Provoking Russia by Attempting Color Revolutions in Belarus, Ukraine and Crimea, InforBricks, (April 06, 2021). 
25 Bonnie Kristian, Four Pivots Joe Biden Should Make with Russia, The Week, (May 2, 2021). 
26 Brown University‟s Cost of War Project has detailed, the US has wasted $2.26 trillion dollars 
27 Michal Senk, Whether America Stays or Goes, the Taliban Will Control Afghanistan, Charles University, (April 7, 2021). 
28 Bob Goush, Biden’s Afghanistan Withdrawal Is A Blow to China, Blooomberg, (April 15, 2021). 
29 Andrew Korybko, What’s the Future of Afghanistan After Trump? US Troops Replaced by Private Military Contractors? OneWorld, (January 13, 2021). 
30 M.K. Bhadrakumar, Breakthrough in Afghan Peace Process! Indian Puncline, (May 1, 2021). 
31 Stratfor, Tajikistan, Kyrgyzstan: Militaries Exchange Gunfire at Border in Water Dispute, (Apr 29, 2021). 
32 M.Seyfettin Erol, Kırgız-Tacik Sınır Çatışmaları Ya Da “Büyük Oyun”un Dönüşü, ANKASAM, (30 Nisan, 2021). 
33 Erol, (30 Nisan, 2021). 
34 Zaur Shiriyev, Azerbaijan’s Relations with Russia Closer by Default, Chatham House, Russia and Eurasia Programme Research Paper, (March 2019). 

***

11 Ocak 2020 Cumartesi

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965) BÖLÜM 2

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)  BÖLÜM 2



Yaz tatili arasını bitiren Millet Meclisi 3 Eylül 1962 günü tekrar toplandı. 
Toplantının en önemli konularından biri de Irak’la son haftalarda yaşanan 
hadiseler idi. Soru önergesini yanıtlayan Dışişleri Bakanı Erkin’in, Irak 
hududunda son bir yıldır yaşanan hadiseleri sıralayarak, Türkiye’nin barışçıl 
bir devlet olduğunu ve uluslararası hukuka riayet ettiğini belirttiği konuşması 
Meclis üyelerince olumlu karşılanmıştır (Ulus, 04.09.1962). Dışişleri 
Bakanı Millet Meclisi’nde verdiği bir başka izahatta da Türkiye’ye yönelik 
suçlamaları cevaplandırmıştı. Bazı yabancı basın organlarında Kuzey 
Irak’ta Barzani kuvvetlerine karşı yürütülmekte olan operasyonlara Türki-
ye’nin asker, subay ve silah desteği sağladığı yönünde çıkan haberleri yalanlayarak, Türkiye’nin yalnızca uluslararası hukuka uygun bir şekilde kendi 
sınır güvenliğini sağladığını ve bunun için dost Irak hükümeti ile görüşmeler 
ve ortaklıklar yapıldığını ifade etmişti (MMTD 1963:504; The Times, 03.09.1963).9 

Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşadığı problemlerin temelinde bölgedeki en 
büyük rakibi Mısır ve onun bu dönemki lideri Nasır gelmekteydi. Irak’la 
yaşanan gerginliğin dolaylı olarak sebebi de bu idi. Başbakan İnönü tüm 
hadiselere rağmen; “Ortadoğu’da sulh dışında bir politika takip edilmesine 
izin verilemez. Bunun faydası yoktur ve sulh dışı her temayül bütün dünyada 
hoş görülmeyecektir. Arap dünyasıyla münasebetlerimizin normal ve iyi olması 
için bütün sebepler mevcuttur (Ulus, 20.03.1963)” diyerek Türkiye’nin 
ılımlı tutumunu yansıtıyordu. Ortadoğu’da Arap Birliği etrafında yaşanan 
son gelişmeler Ürdün ve Suudi Arabistan’ın nasıl bir tavır takınacağı sorusunu 
da beraberinde getirmişti. Her iki ülke liderlerinin de baskı altında 
olduğunu belirten Baban, tehdide en çok maruz kalanın ise İsrail olduğunu 
vurgulamıştı. Nasır’ın son kazanımları sonrası durulup durulmayacağını 
merak eden yazar, Arap coğrafyasındaki İsrail karşıtlığını daha da körükleyip 
bir savaşın çıkmasından endişelendiğini belirtir. Türkiye’nin bu yeni 
durum karşısındaki konumunu ise değiştirmeyeceğini savunan Baban, 
Türklerin Arapların dostu olduğunu ve Türk-Arap münasebetlerinin Nasır’ın 
tutumuna bağlı kalacağının altını çizmiştir (Baban 1963). Bu çerçevede 
Dışişleri Bakanlığı yayınladığı bir bildiri ile 1 Ekim 1961’den beri Birleşik 
Arap Cumhuriyeti ile kesilen ilişkilerin yeniden tesisine karar verildiğini 
açıklaması Türkiye’nin dünya siyasasındaki hareketlilikte pozisyon alması 
olarak yorumlanabilir. İlişkilerin tekrar kurulması için çaba harcayan Türkiye’nin 
Pakistan, Yugoslavya ve İsviçre gibi devletlerden arabuluculuk 
konusunda yardım aldığı iddia edilmiştir (Milliyet, 30.04.1963). Yaşananlara 
paralel olarak Küba lideri Castro’nun Rusya’yı ziyareti, ABD Dışişleri 
Bakanı Dean Rusk’ın Karaçi’de düzenlenecek CENTO konferansı öncesi 
Türkiye’ye gelmesi de kayda değer bir diğer gelişmedir. Aynı günlerde İngiltere 
Dışişleri Bakanı Lord Home’un da Türkiye’ye gelmesi tesadüfî değildir (Ulus, 28.04.1963). 

Arap açılımının yanı sıra Afrika’daki yeni uyanış hareketleri de artık 
yavaş yavaş Türkiye’nin dikkatlerini bölgeye çekmeyi başarmıştı. Türk diplomasisinin yetersizliği, temsilciliklerin az olduğu ve temsilcilerin işlerini 
hakkıyla yapmadıkları her dönem de olduğu gibi bu dönemde de tartışma 
konusu olmuştur. 1960’lar dünyasında 3.dünya ülkelerinden yükselen dalgaların 
Türk dış politikasında da yansımaları olurken, Afrika meseleleri bu 
konuların başında gelmekteydi. Türkiye dekolonizasyon süreci sonunda 
bağımsızlıklarını kazanan Afrika ülkelerini tanımışsa da ilişkilerini güçlendirmemişti. 

Soğuk Savaş şartları çerçevesinde Batı’yı ön planda tutan ve 
Afrika ve Uzakdoğu’yu göz ardı eden bu yaklaşımın Türkiye’ye hiçbir şey 
kazandırmadığı ancak 1960’ların ortalarında anlaşılacaktı (Afacan 2012: 11). 

Bu politikanın “şahsiyetli” bir dış politikayla bağdaşmadığı suçlamaları 
Cumhuriyet hükümetlerine getirilen eleştirilerin başındaydı (MMTD 1963: 5). 
Türkiye’nin Afrika ülkeleriyle olan ilişkilerindeki yetersizlikleri eleştiren 
Hekimoğlu’nun şu sözleri durumun vahametini göstermesi açısından önemlidir: 


“Dünya olaylarıyla ne kadar ilgilendiğimiz ortada. Afrika’da kaç temsilcimiz 
var?..Nasır’ı Kasım’ı iyi tanıyan Afrika, Türkiye’yi tanıyor mu belli değil. 
CENTO’daki üye dostumuz Pakistan’da bile elçimiz, maslahatgüzarımız, müsteşarımız yok… Brüksel’de temsilcimiz yok. Daha birçok yerde temsilcimiz yok.” (Hekimoğlu 1961). 

Afrika’nın kuzey batısında, Cezayir’de yaşanan bağımsızlık mücadelesi 
de Türkiye’de ses getirmiş ve oldukça destek görmüştü. Öyle ki MBK Başkanı 
Cemal Gürsel’in Fransa ile Cezayir arasındaki görüşmelerde arabulucu 
olması dahi konuşulmaktaydı (Son Havadis, 18.05.1960). Cezayir meselesinde 
tansiyonun gitgide arttığı bir dönemde BM Genel Kurulu’nda Asya ve Afrika’ daki sömürgeciliğe son vermek için verilen önergeyi Türkiye desteklemekle beraber, siyasi komisyonda Cezayir meselesinin referanduma götürülmesi teklifine Türkiye’nin çekimser kalması büyük tepki çekmiştir. Bunun nedeni olarak bir sonraki hafta toplanacak olan Avrupa İktisadi İşbirliği Konseyi toplantısı ve bu toplantıda ele alınması beklenen Türkiye’nin 1961 yılı dış borç açığı olan 90 milyon doların pazarlığı gösterilmektedir (Hekimoğlu 1960). 

Bu küçük hadise bile ekonomik bağımsızlığın dış politikada ülkelere neler sağlayabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. 
MBK idarecilerinin Cezayir’deki bağımsızlık hareketini desteklemelerine rağmen, 
Dışişlerinin kalıplaşmış Batı eksenli, müttefikleri gücendirmeme politikaları 
nedeniyle hem Cezayir nezdinde hem de bağımsızlığına yeni kavuşan ve bu 
uğurda mücadele eden bütün milli hareketlere karşı tarihi birikimlerine 
rağmen mesafeli durması ileriki yıllarda Kıbrıs meselesinde ihtiyaç duyacağı 
uluslararası desteği sağlayamamasında temel neden olacaktı (Tepeciklioğlu 2012:74). 

“Güç Komşuluk”: Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri 

27 Mayıs’tan sonra Türkiye’nin Doğu Bloğu ve Sovyetlerle münasebetlerinin 
nasıl olacağı merak edilen konular arasındaydı. 27 Mayıs darbesinin 
demokrasi, hürriyet rejimini korumak ve insan haklarına saygılı bir yönetim 
ideali ile hareket etmesinin Batı dünyasını memnun ettiğini belirten 
Çelik, Doğu bloğu ülkelerinin de Türk dış politikasında köklü bir değişim 
olmayacağını bilmelerine rağmen, bu değişimi olumlu karşıladıklarını ifade 
etmesinin kafaları karıştırmaması gerektiğini, Türkiye’nin tarafsızlık politikasına 
yönelmesinin söz konusu olamayacağını belirtmiştir (Çelik 1960). 
Gürsel’in Sovyet Büyükelçisi ile yaptığı görüşme akabinde Sovyetler Birliği 
Başbakanı’nın gönderdiği mektup Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde 
yeni bir başlangıcı işaret etmekteydi. Birkaç ay önce U2 uçağının düşürülmesiyle 
gerilen ilişkilerin bu noktaya taşınması önemli bir gelişmeydi. İki 
liderin karşılıklı mektuplaşmasında altı çizilen en önemli husus; Sovyetlerin 
Türkiye’nin egemenlik haklarına duyduğu saygıyı yinelemesi ve ilişkilerin 
bu doğrultuda sürdürülmesi isteği ile Batılı ülkelerle her iki tarafın da diyalog 
içinde olmasının vurgulanması olmuştur (Barlas 1960). Kruşçev 28 Haziran 
tarihli mektubunda Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin 
geliştirilmesinin önemine değinirken, bunun gerçekleşmesinin Türkiye’nin 
ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerine zarar vereceğini düşünmediğini belirtmiştir. 
Türk kamuoyunda oldukça tartışmalı bir konu olan bağımsız dış 
politika vurgusunu da yapan Kruşçev müreffeh ve bağımsız bir politikanın 
hem kendileri hem de komşu devletlerin hakkı olduğunu, bu çerçevede 
Türkiye’nin Atatürk’ün yolundan gitmesi halinde Türk-Sovyet ilişkilerinin 
gelişeceğine inandığını belirtmiştir. Bu kapsamda Türkiye’yi tarafsızlık politikası 
sürdürmeye davet etmiştir (“Closer Soviet Links With Turkey”, The 
Times, 01.09.1960). Mektuba 8 Temmuz’da yanıt veren Gürsel, Türkiye’nin 
NATO ve CENTO ile olan ilişkisinin savunma üzerine kurulu olduğunu, iki 
ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesini arzu ettiğini ifade etti. Kruşçev’in 
mektubunda altını çizdiği, Türkiye’nin tarafsızlık politikası izlemesi halinde 
askeri harcama bütçesini azaltıp bunun kalkınmaya yönlendirilmesi önerisine 
de yanıt veren Gürsel, tarafsızlığın bunu sağlamada yeterli olmayacağını 
İsviçre, İsveç ve Hindistan gibi ülkelerin tarafsız olmalarına rağmen büyük 
askeri bütçelere sahip olduğunu belirtti (“Neutrals’ Need of Defences”, 
The Times, 02.09.1960). Bu mektuplaşmaya ilişkin İngiliz The Times da 
yapılan değerlendirme müttefiklerin Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerine 
nasıl baktığı konusunda bizlere bir takım fikirler sunabilmektedir. Tansiyonu 
düşürmek başlıklı makalede Kruşçev’in Atatürk ile Lenin’in kurduğu 
ilişkiye referans vermesinin 1960 şartlarında pek geçerli olmadığı vurgulanırken, 
1939 sonrası iki ülke arasında yaşanan gerginliklere dikkat çekilmiştir. 
Tarafsızlık konusundaki yumuşak Sovyet yaklaşımını iyi bir misyonerin 
tavrına benzeten gazete Menderes’in aylarda kuzey komşusuyla tansiyonu 
düşürme çabalarında olduğunun altını çizmiştir. Son tahlilde ne 
olursa olsun Türkiye’nin tıpkı diğer NATO ülkeleri gibi soğuk savaşın tatsızlıklarını yavaşça ortadan kaldırma çabasının akıllıca olmasına rağmen ilişkilerde henüz gözle görülür bir iyileşmenin olmadığına dikkat çekilmiştir 
(“Lowering Tension”, The Times, 02.09.1960). 

Kurulan ilk koalisyon hükümetinin Başbakanı olan İnönü, hükümetlerinin 
dış politikası ile ilgili yaptığı açıklamada; iki kutuplu dünyanın en büyük 
güçleriyle olan münasebetlerinden bahisle Türkiye’nin NATO ve CENTO 
ittifakları içinde BM politikalarına bağlı olduğunu söylemiştir. Sovyetlerle 
ittifak kurmalarının mümkün olmadığını belirten İnönü, Amerika’dan alınan 
kredilerin de ülke içindeki huzur ve istikrarla doğru orantılı olduğunu ifade 
etmiştir (Havadis, 10.01.1962). 1962 yılında ABD ile Sovyetler Birliği arasında 
yaşanan en gerilimli olay olan Küba Krizi ABD’nin Türkiye’nin müttefiki, 
Sovyetlerin de Türkiye’nin kuzey komşusu olması nedeniyle Türki-
ye’nin adının da bu kriz içinde anılmasına ve pazarlık konusu yapılmasına 
neden oldu. Başbakan İnönü Mecliste verdiği izahatta barış vurgusu yaparak 
tarafları itidalli davranmaya davet etmiş, ancak ABD’nin müttefiki olarak 
üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye hazır olunduğunun 
mesajını vermişti. İnönü’nün sözlerini ve durumu değerlendiren Aslan; 
onun varlığının ülkenin bir maceraya atılacağı endişelerini sildiğini, Türki-
ye’nin krizde takındığı tavrın kimsenin uydusu olmadığı ancak ittifaklarına 
bağlı olduğu mesajını içerdiğini belirtmiştir (Aslan 1962). Ancak bu kriz 
resmi olarak ifade edilmese de bir başka gerçeği yani ABD’nin kendi güvenliğini, 
müttefiklerinin güvenliğinin üzerinde tuttuğunu da gözler önüne 
sermişti. Küba’daki Sovyet füzelerine karşılık, Türkiye’deki Amerikan füzelerinin 
kaldırılması Türkiye’yi Sovyet tehdidine karşı güçsüzleştirici bir 
tedbir olarak da değerlendirilmiştir (Bal 2002:166). Öte yandan füze teknolojisinde yaşanan gelişmeler çerçevesinde uzun menzilli balistik füzelerin 
kullanılır olması Türkiye’nin NATO için stratejik önemini azalttığı, dolayısıyla 
Türkiye’nin elindeki bir büyük kozu kaybettiği de başka bir realitedir 
(Altan 1963) 10. 

Kıbrıs sorununun gitgide tırmandığı bir dönemde müttefiklerinden 
beklediği yardımı göremeyen Türkiye’nin yeni çıkış yolları araması gayet 
doğaldı. Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmek isteyen Rusya için Kıbrıs sorunu 
kaçırılmaz bir fırsat oldu. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye ekonomik yardımda 
bulunma teklifi sunan Sovyetlerle ilişkiler, Batı ittifakına 1960’lara 
kadar olan körü körüne bir bağlılık yüzünden gelişmemişti. Amerikalıların 
ve Avrupalı devletlerin her türlü diplomatik ve ticari ilişkileri yeniden kurmalarına rağmen Türkiye bu konuda müttefiklerinden ayrışmıştı. Bu politikanın kendisine yarardan çok zarar verdiğini ancak bu dönemin ortasında 
anlayan Türkiye, rotayı Rusya’ya çevirdi. 1963 yılında bir Türk delegasyonu 
Moskova’ya giderek Başkan Kruşçev’le görüştü. Bu görüşmede Kruşçev 
Rusya’nın Türkiye ile dostane ilişkileri geliştirme arzusunda olduğunu ve 
Stalin döneminde yürütülen Türkiye politikasının değişmesi gerektiğini 
ifade ederek Türkiye’nin duymak istediği mesajları vermişti (Gürtuna 
2006:31). 27 Mayıs sonrası yeni bir yöne giren Türkiye’nin dış politikasının 
da değişmesini normal karşılayan Toker, ABD’nin ve diğer Batı Bloğu ülkelerinin 
Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmalarına rağmen Türkiye’nin bundan ayrı 
kalmasının beklenemez olduğunu belirterek, Türkiye’nin kraldan daha çok 
kralcı olmayacağını ve ABD’nin de bunu normal karşılaması gerektiğinin 
altını çizmişti (Toker 1965:5). 

1960-1964 yılları arası Türk-Sovyet ilişkileri normalleşme yolunda 
sürdürülürken, 1965’ten itibaren ilişkiler işbirliği temelinde seyretmiştir 
(Gençalp 2014:318). 1965 sonrası daha da gelişecek siyasi ilişkilerin temeli 
öncesinde yapılan ekonomik anlaşmalarla sağlamlaştırılmıştı. 1963 yılında 
yapılan 28 milyon dolarlık ticaret anlaşması ile iki ülke arasındaki dış ticaret 
hacmi %20 oranında büyütüldü (Milliyet, 20.03.1963). İki ülke arasındaki 
ilişkiler 1964-1965 yıllarında gerçekleştirilen karşılıklı ziyaretlerle 
daha da pekiştirildi11 (BCA.30.18.1.2/180.61.14.). 1963 yılında bir Türk 
Heyeti (02-14.05.1963) ve daha sonra 1964 yılında Türk Dışişleri Bakanı 
Feridun Cemal Erkin Moskova’ya gitmiş (30.10/06.11.1964) ve bu ziyarette 
iki ülke arasında kültür anlaşması imzalanırken12 (BCA, 30.18.1.2/181.70.13.), 
iade-i ziyaret babında da Sovyetlerin efsanevi Dışişleri Bakanlarından 
olan Gromiko13Ankara’ya gelmişti (17-22.05.1965). Litvinov’dan sonra 
Türkiye’ye ilk defa bir Sovyet Dışişleri Bakanı’nın gelmesi ilişkilerin ulaştığı 
boyutu göstermesi bakımından önemlidir. Türkiye’den bu dönemdeki en 
üst düzeydeki ziyaret son koalisyon hükümetinin Başbakanı olan Suat Hayri 
Ürgüplü’nün ziyareti (09-17.08.1965) olmuştur. Yine 1965 yılının başında 
ve sonlarında da iki Rus Heyeti Türkiye’ye gelerek ilişkilerin geliştirilmesine 
katkıda bulundu. 

4 Ocak 1965’te TBMM’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Nikolai 
Podgorny başkanlığındaki 10 kişilik Sovyet Heyeti’nin gelişi haberinin “32 
yıldan beri depoda duran Sovyet bayraklarının” yeniden ütülenmek üzere 
çıkarılması yorumuyla verilmesi ziyaretin önemini göstermesi bakımından 
dikkate değerdi (Milliyet, 03.01.1965). Sovyetler Birliği’nin 4 numaralı ismi 
olan Podgorny’nin ziyareti, Türk Dışişleri Bakanı Erkin’in Moskova ziyaretinin 
yalnızca Kıbrıs meselesinde Sovyetlerden taviz koparmak amacıyla 
yapıldığı düşüncesinin artık kamuoyunda dağılmaya başlamasına vesile 
oldu (Milliyet, 04.01.1965). Ziyareti değerlendiren Toker, tarafların birbirlerinden dış politika ve güvenlik konularında geleceğe yönelik bağlayıcı 
taleplerde bulunmaması halinde ilişkilerin normal yolunda yürümesi için 
hiçbir engel olmadığını belirtmiştir (Toker 1965). Millet Meclisinde milletvekillerine hitap eden Podgorny konuşmasında Toker’in sözlerine benzer 
ifadelerle “Türk-Sovyet dostluğu için hiçbir set, hiçbir engel yoktur” diyerek 
ilişkilerin geleceği hakkında sinyaller verdi14 (Milliyet, 06.01.1965). Ziyaret 
ve Sovyet Heyeti’nin temaslarına ilişkin gözlemlerini aktaran Hekimoğlu, 
Ankara’daki yoğun mesai içinde en çok telaşlı olanların Amerikalı diplomatlar 
olduğu gözlemini paylaşırken, “Telaş edecek bir şey yok… Türk toplumu 
bağlı bir politikanın ıstırabını hele şu Kıbrıs olaylarında çok derinden duydu. 
Bu çıkmazdan kurtulmak, ulusal ve bağımsız bir politikaya yönelmek yollarını 
arıyor artık. Sovyet-Türk münasebetleri bu ışık altında değerlendirilebilir 
ancak” (Hekimoğlu 1965) sözleriyle Türk dış politikasının evirildiği yönü 
gazeteci gözüyle aktarmıştı. Sovyetler Birliği yönetiminin ilk etapta Kıbrıs 
meselesinde Rum tarafını destekler açıklamalar yapmasına karşılık iki ülke 
arasında gelişen ilişkiler ilk meyvelerini bu sorun üzerinde verdi. 

Türk Başbakan’ın ziyaretinden 3 ay önce Ankara’ya gelen Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Gromiko temasların oldukça faydalı geçtiğini, gelecek adına umutlu olduğunu belirtmesinin yanı sıra, Kıbrıs konusuna da değinerek: Ada’ya dış müdahaleye karşı olduklarını fakat yönetim olarak rejimin federasyon şeklinde kurulabileceğini söylemişti (Gençalp 2014:323). Bu yaklaşım Sovyetler’in Türk tezine yaklaştırıldığını göstermesi açısından büyük öneme sahiptir. 
9-17 Ağustos 1965 tarihleri arasında Başbakan Ürgüplü’nün Sovyetler 
Birliği’ne yaptığı ziyaret (BCA, 30.1.0.0/46.277.3)15 bu dönemdeki en 
önemli ekonomik anlaşmalardan birinin esaslarını ortaya koymuştu. Bu 
anlaşmanın gerekli protokollerini yapmak üzere ise 30 Eylül 1965’te bir 
başka Sovyet Heyeti Türkiye’ye geldi ve yapılan uzun müzakereler sonucu 
12 Kasım 1965’te imzalanarak yeni kurulan Demirel hükümetine koalisyonlar 
döneminin bıraktığı son miras oldu (Gürün 1983:204). 

SONUÇ 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze dış politika serüveni 
incelendiğinde izlenen yol haritasında dönem dönem bir takım değişiklikler 
yaşandığı kolaylıkla gözlenebilmektedir. Kuruluş sürecinde Misak-ı Milli ile 
belirlenen dış politika hedeflerine ulaşmaya çalışan Türkiye’nin uluslararası 
camiaya vermek istediği mesaj netti: Milli sınırlara dayalı, tam bağımsız bir 
devlet. Bu konudaki kararlılık ve izlenen dış politika, iki dünya savaşı arası 
dönemde İtilaf devletlerinin Kürkçüoğlu’nun deyimiyle “ihtilaf” devletlerine 
dönüşmesiyle (Kürkçüoğlu 1980:320) Türkiye’nin elini daha da güçlendirdi. 
Bu periyotta komşu devletler Yunanistan, Irak, İran ve Sovyetler Birliği ile 
yapılan bölgesel dostluk ve saldırmazlık anlaşmaları Türkiye’nin itibarını 
arttırırken bir yandan da güvenliğini de sağlamaktaydı. Uygulanan bu politikalar 
İkinci Dünya Savaşı arifesinde değişime uğradı ve savaş sonunda 
oluşan iki kutuplu dünyada Türkiye ABD merkezli Batı ittifakı tarafında yer 
aldı. Bu tercihte Sovyetler Birliği’nden gelen tehditlerin de ciddi bir payı 
olduğunu yinelemek gerek. 1950 yılında yaşanan iktidar değişimi sonrası 
Demokrat Parti, Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkileri yeniden ihya etmeye 
çabaladıysa da gerek geçmiş anlaşmazlıklar gerek ideolojik çatışmalar gerekse 
de bu dönemde sürdürülen kayıtsız şartsız Batı yanlısı tutum nedeniyle 
bu çabalar istenilen sonuçları vermedi. Benzer bir süreç Sovyetlerle 
bu dönemin sonlarına doğru işletilmeye çalışıldıysa da iktidarın ömrü ilişkilerin 
geliştirilmesine yetmedi. 

27 Mayıs darbesi sonrası iktidarı ele alan Milli Birlik Komitesi’nin içeride 
izlediği politikalar DP politikalarına bir tepki niteliği taşımasına rağmen, 
dış politikada tamamen farklı bir yol takip edildi. Komite’den yapılan 
ilk açıklamada müttefiklere olan bağlılığın vurgulanması dış politikada marjinal 
bir değişimin olmayacağı işaretlerini vermişti. Ancak ilerleyen süreçte 
Türkiye’nin çıkarlarının müttefiklerininki ile çatışması sonucu dış politikada 
ciddi bir kırılma yaşandı. 

27 Mayıs sonrasında tartışmaya açılan Türk dış politikasında: 1962 
Küba Krizi, 1963 Kıbrıs olayları, Johnson Mektubu, NATO güvencesinin ve 
yardımlarının azalacağı söylemleri, ABD’nin kromu Türkiye yerine Sovyetlerden 
almaya başlaması ile değişim kaçınılmaz bir hal aldı. Tek yönlü, bağımlı 
dış politikanın kendisine ne kadar zarar verdiğini sonuçlarıyla beraber 
yeni yeni anlayan Türkiye yüzünü, bir taraftan Federal Almanya’ya diğer 
taraftan Ortadoğu, Asya, Latin Amerika ve Afrika’yı kapsayan 3. Dünya’ya 
ve kaçınılmaz olarak kuzey komşusu süper güç olan Sovyetler Birliği’ne 
döndü (Tellal 2000:194). Milli bir dava haline dönüşen Kıbrıs meselesi 
ile Batı ittifakının içindeki yerini adeta bir turnusol kağıdı deneyi ile idrak 
eden Türkiye, bağımsızlığını kazanıp Milletler Cemiyeti’nin üyesi olan 
3. Dünya ülkelerinin olası bir Kıbrıs oylamasında artan önemini de fark ederek 
daha geniş perspektifli bir politika arayışına girdi. Bu değişimin en 
önemli iki ayağından biri olan Ortadoğu ülkeleriyle ilişkiler sınır anlaşmazlıkları, 
ideolojik farklılıklar, tarihi birikimler gibi çeşitli sebeplerden ötürü 
istenilen seviyede geliştirilemediyse de sacın diğer ayağı olan Sovyetler 
Birliği ile münasebetlerin geliştirilmesine yönelik ciddi adımların karşılıklı 
bir şekilde atıldığı görülmektedir. Bu dönemde ilişkilerin geliştirilmesi için 
ortaya konulan çabalar sonraki dönemde karşılık bulmuştur. Dönemin başlangıcı 
kabul ettiğimiz 27 Mayıs 1960’tan 1965 yılına gelindiğinde Türk dış 
politikası 5 yıl önceki halinden tamamen farklı bir hal almış oldu. 

Devletler arası ilişkilerde her devlet kendi çıkarları doğrultusunda hareket 
ederek bir politika belirler. Bu bağlamda Türkiye’nin 1962 yılı ortalarına 
kadar takip ettiği koşulsuz Batı yanlısı siyaset, çıkarların çatışması ve 
müttefiklerden beklenen desteğin sağlanmaması nedeniyle iflas etti. Sonraki 
dönemlerde de görüleceği üzere Türkiye, müttefiki kabul ettiği ABD ve 
Avrupa ile yaşadığı her ciddi sorun sonrası yönünü Sovyetlere ve komşu 
Arap devletlerine dönerek bir denge siyaseti takip etmeye çalışmıştır. Sonuç 
olarak anlaşmalara ve ittifaklara bağlı fakat bağımsız ve milli bir dış 
politikanın Türkiye’nin çıkarlarını koruma noktasında faydaları yaşanan 
her tecrübe sonrası bir kez daha net bir şekilde anlaşılmıştır. Bu iki ilkeden 
vazgeçilmeden takip edilecek her türlü politikanın başarılı olma ihtimalinin, 
tarihi örneklerinde de görüldüğü üzere, diğer yöntemlerden yüksek olacağı aşikârdır. 

KAYNAKLAR 

Arşiv Belgeleri (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi) 
BCA, 30.1.0.0/46.277.3. 
BCA, 30.1.0.0/50.304.9. 
BCA, 30.18.1.2/181.70.1-3. 
BCA.30.18.1.2/180.61.14. 
Resmi Yayınlar (Millet Meclisi Tutanak Dergisi) 
MMTD, C.11, B.28, 10.01.1963. 
MMTD, C.20, B.128, 02.09.1963. 


Süreli Yayınlar 

Akşam (1960-1965) 
Ulus (1960-1965) 
Milliyet (1960-1965) 
Son Havadis (1960-1965) 
Havadis (1960-1961) 
The Times (1960-1962) 
“Dış Politika”, Milliyet, 30.04.1963. 
“Irak ve Sınır Olayları”, Ulus, 20.08.1962. 
“Sovyet Heyeti’nin Ziyareti”, Milliyet, 04.01.1965. 
AFACAN İsa (2012), “Türk Dış Politikasında Afrika Açılımı”, Ortadoğu Analiz, 4(46). 

AKKAYA Bülent (2012), “Türkiye’nin NATO Üyeliği ve Kore Savaşı”, Akademik 
Bakış Dergisi, Celelabat/Kırgızistan,28. 

ALTAN Çetin (1963), “Takke Önümüze Düşmeden”, Milliyet, 23.01.1963. 

ASLAN İffet (1962), “Küba Krizi ve Türkiye”, Ulus, 30.10.1962. 

BABAN Cihad (1963), “Ortadoğu ve Türkiye”, Ulus, 25.04.1963. 

BAL İdris (2002), “Türk Dış Politikası (1960-1980)”,Türkler Ansiklopedisi, 
C.17, Yeni Türkiye Yay, Ankara 2002. 

BALKAN Aydemir (1960a), “Dış Politika Felsefemiz”, Akşam, 15.08.1960. 

BALKAN Aydemir (1960b), “Ortadoğu Politikamızda Yenilik İhtiyacı”, Akşam, 07.09.1960. 

BARLAS Ali İhsan (1960), “Sovyetler Birliği ve Türkiye”, Son Havadis, 10.09.1960. 

BAŞ Arda (2012), “1957 Suriye Krizi ve Türkiye”, History Studies,4(1). 

BILGE A. Suat (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1965), Ankara. 

BILGIN Mustafa (2007), Britain and Turkey in the Middle East, London: Tauris. 

BOSTANCI Mustafa (2013), “Türk Arap İlişkilerine Etkisi Bakımından Bağdat 
Paktı”, Gazi Akademik Bakış, 7 (13). 

BULUT Sedef (2008), “Sovyet Tehdidine Karşı Güvenlik Arayışları: I. ve II. 
Menderes Hükümetlerinin (1950-1954) Nato Üyeliği ve Balkan Politikası”, 
Atatürk Yolu Dergisi, 41. 

ÇAKIR Faruk M., “Amerikan Bakış Açısından Türkiye’de 1957–1960 Dönemi 
Siyasal Gelişmeleri ve Türk-Amerikan İlişkileri”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 59(1). 

ÇELIK F. Edip (1960), “Dış Politikada Ölçü”, Akşam, 27.06.1960. 

DOĞANER Yasemin (2006), “İngiliz Büyükelçiliği Yıllık Raporlarında Demokrat 
Parti Dönemi Türkiye’sinde Dış İlişkiler”, Hacettepe Üniversitesi 
Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2.(4). 

DURAN Hasan-Ahmet Karaca (2013), “1950-1980 Döneminde TürkiyeOrtadoğu 
İlişkileri”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 14(1). 

EKINCI Necdet (2002), “İnönü Dönemi ve II. Dünya Savaşı Yılları”, Türkler, 
C.16, Editörler: Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları. 

EKINCIKLI Mustafa (2002), İnönü-Bayar Dönemleri Türk Dış Siyaseti, Ankara: Berikan Yay. 

ESMER Ahmet Şükrü (1962), “Irak’ın Dertli Adamı”, Ulus, 29.08.1962. 

GENÇALP Ebru (2014), “Türk Basınında İkili Ziyaretler Boyutunda Türk 
Sovyet İlişkileri (1965-1980)”, ÇTTAD, XIV(29). 

GÖNLÜBOL Mehmet (1969), Olaylarla Türk Dış Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Yayınları. 

GÖNLÜBOL Mehmet-Cem Sar (1997), Atatürk ve Türkiye’nin Dış Politikası 
(1919-1938), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yay,. 

GÜRTUNA Anıl (2006), Turkish-Russian Relations in The Post Soviet Era: 
From Cocflict to Cooperation, ODTÜ SBE, Ankara, Yayımlanmamış Yüksek 
Lisans Tezi. 

GÜRÜN Kamuran (1983), Dış İlişkiler ve Türk Politikası, Ankara:A.Ü. S.B.F. Matbaası. 

Havadis, 10.01.1962. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1960), “Kalb ve Kese Arasında”, Akşam, 14.12.1960. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1961), “Afrika Kaynarken”, Akşam, 05.08.1961. 

HEKIMOĞLU Müşerref (1965), “Sovyet Misafirlerle İlk Karşılaşma”, Akşam, 07.01.1965. 

KÜRKÇÜOĞLU Ömer (1980), “Dış Politika Nedir? Türkiye’nin Dünü ve Bugünü”, 
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 35(1). 

SEYDI Süleyman (2011), “Demokrat Parti’nin Dış Politikada Alternatif Arayışı 
(1957–1960)”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14(2). 

TELLAL Erel (2000), SSCB-Türkiye İlişkileri 1953-1964, Ankara. 

TELLAL Erel, “Sovyet Dış Politikası ve Gromiko”, A.Ü. SBF Dergisi, 62(3): 349-377. 

TEPECIKLIOĞLU Elem Eylice (2012), “Afrika Kıtasının Dünya Politikasında 
Artan Önemi ve Türkiye-Afrika İlişkileri”, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları 
Dergisi, 1(2). 

TOKER Metin (1965a), “”Bugünkü Türkiye’nin Dış Politikası”, Akis, 551, 08.01.1965. 

TOKER Metin (1965b), “Rus Heyetini Karşılarken”, Milliyet, 04.01.1965. 

UÇAROL Rıfat (1995), Siyasi Tarih (1789-1994), İstanbul: Der Yayınları. 

YEŞILBURSA Behçet Kemal (2009), “A General Review of Turkey’s Foreign 
Affairs During The Democrat Party Era (1950-1960)”, Alternative Politics, 1(2). 

DİPNOTLAR;

1 Oysa ki, bu açıklamadan iki hafta evvel Orgeneral Gürsel iki Yunan gazeteciye yaptığı açıklamada Türkiye ile tarihi ve geleneksel bağları olan Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Irak’la ilişkilerin geliştirilmesinden daha doğal bir şey olmadığını ifade etmekteydi. Nasır’ın Atina’ya gerçekleştirdiği ziyarette Türk devrimini onaylayan sözleri de ilişkilerin olumlu yönde seyredeceği izlenimi vermekteydi. (“Turkey’s Changed Attitude to U.A.R.”, The Times, 15.07.1960). 
2 Molla Mustafa Barzani ile Irak hükümeti arasındaki çatışmada Iraklı Kürtlerin önemli silah kaynaklarından biri Türkiye idi. Güneydoğu Anadolu’nun sarp coğrafyasının da yardımıyla bölgedeki çeteler silah kaçakçılığından büyük gelir sağlamaktaydı. 1962 Haziran’ında Siirt’te 14 köylü bu organizasyonu ihbar ettikleri gerekçesiyle bu çetelerden biri tarafından kaçırılıp, 40 bin Lira karşılığı fidye sonucu serbest bırakılmıştır. Bu hadise hükümeti sınır güvenliği için 
yeni tedbirler almaya itti. 
3 Hakkari’ye bağlı Rübarük Karakolu ve Biskan Köyü de bombalanan yerler arasındadır. Bu hadiseden bir ay önce Irak Hava Kuvvetlerine ait MIG tipi bir uçak Hakkari Gerur’a 20 mil mesafede konuşlu bir jandarma birliğini hedef aldı fakat şans eseri ölü veya yaralı olmamıştır. Bu olayın Irak uçaklarının isyancı Kürt grupları kovalaması sonucu yaşandığına inanılmaktadır (The Times, 11.07.1962). 
4 Adalet Partisi Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala ve Aydın Milletvekili Reşat Özarda telgraf çekenler arasındadır. 
5 The Times da olayla ilgili çıkan bir haberde Iraklı yetkililer Türk savaş uçaklarının Irak hava sahasından 45 mil içeride bu saldırıyı gerçekleştirdiğini iddia etmektedir (The Times, 20.08.1962). 
6 General Kasım El-Sevre Gazetesi’ne verdiği demeçte; “Türk halkı Müslüman ve Arap dostudur. Hükümetinin işlediği bu cinayeti kabul etmemektedir. Türk halkı Türk hükümetinin Araplar hakkında aldığı kararlara da muhaliftir. Mesela hükümetin İsrail’i tanımasına Türk halkı tamamen karşıdır. Müslüman olan Pakistan Hükümeti de CENTO Paktı’na sırt çevirmiş ve İsrail’i tanımamağa karar vermiştir. Biz komşularımız hakkında iyi niyetlerimizi her vesile ile tekrarla-
dık. Kuzey’deki asilere yardım eden Amerika ve İngiltere’dir. Onlara da yardım eden müstemlekeci komşularımızdır” dedi. 
7 Elçi olayların yatışmasından sonra Eylül ayı içerisinde Bağdat’taki görevine döndü. 
8 Dışişleri yetkilileri bu önerinin Irak tarafından kabul edilmeyeceğini düşündüklerini çünkü Kuzey Irak’ın tamamıyla Kürtlerin hâkimiyetinde olduğu belirttiler. 
9 Türkiye ile Irak arasında karşılıklı suçlamalarla devam eden ilişkiler daha sonra normalleşse de Irak hükümeti ile isyancı Kürtler arasındaki çatışmadan yine en çok etkilenen ülke Türkiye oldu. Kuzey Irak’tan binlerce Kürt yaşanan çatışmalar sebebiyle 1963 yılı içerisinde de Türkiye’ye sığınmaya devam etti (The Times, 28.09.1962; 30.08.1963). 
10 Ayrıca Batı’nın Moskova’da Kruşçev’i Stalinist muhalefete karşı desteklemek adına ilişkileri yumuşatmaya çalışması da Türkiye’nin önemi ile ilgili soru işaretlerinin doğmasına yol açmıştır. Bir bakıma bu gelişme Türkiye’nin güvenliği açısından olumlu bir hadisedir. 
11 1964 Ekim’inde Dışişleri Bakanlığı Türkiye ile Sovyetler Birliği hükümeti arasında vize harçlarının kaldırılması hususunda mektup teatisi anlaşması yapılması hususunda yetkilendirilmişti. Vizelerle ilgili yapılan bu düzenleme karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi yönünde atılan küçük adımlardan biri olarak kabul edilebilir. 
12 Kültür anlaşması ile ilgili yetkilendirme 28.10.1964 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Erkin’e verildi. Anlaşma kapsamında Türk ve Rus bilim insanlarının karşılıklı bilgi alış verişinde bulunarak üniversiteler arasında işbirliği kurmaları, opera ve müzik alanında sanatçıların mübadelesi, resim, gravür, seramik ve süsleme sanatlarında karşılıklı sergiler açılması, spor karşılaşmaları düzenlen mesi, müzelerdeki eserlerin sergilenmesi düşünülmüştür. 
13 28 Yıl boyunca kesintisiz bir şekilde Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı olan, meslekten bir diplomat olan Andrey Andreyeviç Gromiko hakkında detaylı bilgi için bkz. Tellal 2007: 349.377. 
14 Tabii Senatör Osman Köksal ve bazı AP’li vekiller Podgorny’nin Meclis kürsüsünden konuşmasına karşı çıkarak, komünizm propagandası yapıldığını öne sürmüşlerdi. 
15 Bu ziyaretle ilgili koalisyonun bir diğer ortağı olan CKMP Genel Başkanı Türkeş, Tas Ajansı’na verdiği aşağıdaki demeçle ziyareti desteklediklerini belirtmişti: “Başbakanımızın Rusya seyahati önceden hazırlanmıştır. Biz diğer komşularımızla olduğu gibi bütün milletlerle ve Sovyetler Birliği ile iyi münasebetler içinde bulunmayı daima arzu ederiz. Başbakanımızın bu ziyaretinin de her iki memleket için yararlı olacağını zannediyoruz.” 


***

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)* BÖLÜM 1

27 MAYIS DARBESİ SONRASI TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA YENİ AÇILIMLAR: ORTADOĞU ve SOVYETLER BİRLİĞİ İLE İLİŞKİLER(1960-1965)*  BÖLÜM 1





Fehim KURULOĞLU** 
Karadeniz Araştırmaları 
XIV/54 -Yaz 2017 -s.191-208 
Makale gönderim tarihi: 28.04.2016 
Yayına kabul tarihi: 01.06.2016 
** Arş. Gör. Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. E-posta: 
fehim.kuruloglu@gop.edu.tr. 
Fehim Kuruloğlu 



ÖZET 

Dünyanın her yerinde devletlerin takip ettiği dış politikalar çıkarlar 
doğrultusunda zaman zaman değişime uğrayabilmektedir. Türkiye 
Cumhuriyeti’nin dış politika uygulamalarına bakıldığında bunun örneklerine 
rastlamak mümkündür. Kuruluş döneminde bölgesel paktlar 
ve saldırmazlık anlaşmaları ile ulusal güvenliğini ve bağımsızlığını 
korumaya çalışan Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki 
kutuplu dünyada yönünü Batı’ya çevirmesi nedeniyle hem Ortadoğu 
hem de Sovyetler Birliği ile ilişkilerinde bir takım kopmalar oluşmuştu. 
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti iktidarının ilk dönemi 
Ortadoğu ülkeleriyle, son dönemlerinde de Sovyetler Birliği ile ilişkileri 
geliştirmeye çalıştıysa da istenen sonuçlara ulaşılamadı. 27 Mayıs 
1960’ta gerçekleşen askeri darbe sonrası dış politikada bir eksen 
kaymasının yaşanmayacağı vurgusu yapılsa da, kamuoyunda dış politikanın 
yapısı ile ilgili tartışmalar başlamıştı. 1962 yılında patlak veren 
Kıbrıs hadiseleri bu tartışmaların pratiğe dönüşmesine yardımcı 
olurken, müttefiklerinden istediği desteği bulamayıp yeni arayışlara 
giren Türkiye yönünü yeniden Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ne dönmüştür. 
Bu çalışma; Türk dış politikasındaki bu kırılma anını merkez alarak Türkiye’nin yeni dış politika vizyonu doğrultusundaki çabalarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Irak’la yaşadığı sınır sorunları, Mısır’daki Nasır yönetimiyle münasebetler, yeni bağımsızlığını kazanan üçüncü dünya ile ilişkilerin geliştirilmesi ve kuzeydeki süper güç Sovyetler Birliği ile ilişkiler ve karşılıklı ziyaretler ele alınmıştır. 

Bu Makale Gaziosmanpaşa Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih ABD’de sunulan “1960-1965 Yılları Arası Türkiye’de Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Hayat” başlıklı doktora tez çalışmasından üretilmiştir. 

Cumhuriyetin ilanından sonra Türk dış politikasının temel hedefi kendi 
kaderine hâkim, bağımsız milli bir devlet kurmaktı. Dönemin en büyük güçleri 
olan İngiltere ile Irak’tan, Fransa ile Suriye’den, İtalya ile On İki Adalar’dan, 
Sovyetler Birliği ile de Karadeniz’den ve doğudan sınır komşusu olan Türkiye bir taraftan Milletler Cemiyeti’ne üye olurken, diğer taraftan da bölgesel ve ikili anlaşmalar çerçevesinde güvenliğini sağlamaya çalışmıştı (Gönlübol vd 1997:147). 

Atatürk’ün vefatı akabinde patlak veren İkinci Dünya Savaşı yılları boyunca 
tarafsız kalma çabasını sonuna kadar başarıyla yürüten İnönü “Şefliğindeki” 
Türkiye, bir yandan savaşın beraberinde getirdiği olumsuz ekonomik, 
sosyal şartların üstesinden gelmeye çalışırken, öte yandan uluslararası 
arenada siyasi olarak pozisyonunu yeniden belirlemeye çalışmıştır. Bu 
çerçevede Atatürk dönemi dış politikasının temel unsurlarından olan taraf-
sızlık politikası, 1939 Ekim’inde İngiltere ve Fransa’yla yapılan üçlü ittifak 
anlaşması ile bozulmuş ve böylelikle Türkiye 6 yıl sonra yapacağı tercih ile 
ilgili ilk sinyalleri o tarihte vermişti (Ekinci 2002:707). 

1945’ten itibaren meydana gelen gelişmeler 1950’lerde dünya devletlerini 
iki büyük devletin çevresinde birleştirerek iki ayrı bloğa ayırdı. 

1950’den sonraki dönemde ise bloklara dâhil olan devletler küresel iki güçten 
birini seçerek bunlarla ikili veya kolektif anlaşmalar imzalamaya başladılar. 
Bu durum ABD ve SSCB’nin kendi eksenindeki devletler üzerindeki 
etkisinin ve kontrolünün artmasına vesile oldu (Uçarol 1995:673). 

II. Dünya Savaşı’nın galibi olan Sovyetler Birliği Türkiye üzerindeki etkisini 
daha da arttırmak için yeni birtakım tekliflerle Türkiye’nin karşısına 
çıktı. Bu noktada Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki 1925 Andlaşması’nın 
Sovyetler lehine tadili ve tavizler söz konusu oldu. 17 Aralık 1925’te 
Paris’te Chicherin ve Tevfik Rüştü Aras tarafından üç yıllığına imzalanan ve 
feshedilmediği müddetçe her sene yenilenen “Tarafsızlık ve Saldırmazlık 
Andlaşması”, 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye verdiği 
notaya kadar yürürlükte kaldı. Notada Sovyetler, anlaşmanın II. Dünya 
Savaşı sonrası ortaya çıkan duruma uygun olmadığını ve ciddi surette geliştirilmeye muhtaç olduğunu belirtmişti (Gönlübol vd 1969:206). Tıpkı Birinci 
Dünya Savaşı sonrası kurulan Locarno düzeninde Batılıların Türkiye’yi 
Rusya’ya yaklaştıran tavırları gibi Rusya’nın 1925 Andlaşmasını gözden 
geçirme talebi de Türkiye’nin dış politikada yeni açılımlara gitmesine ve 
Batı ekseninde “kayıtsız-şartsız” yer almasına neden oldu. 

Bu süreçte tercihini ABD’nin başını çektiği Batı ittifakında kullanan 
Türkiye’nin dış politikadaki ana hedefi Batı dünyasındaki siyasi, askeri ve 
ekonomik ittifaklara üye olmaktı. Dolayısıyla 1950’de iktidarın değişmesi 
herhangi bir farklılık yaratmamış, aynı yıl Kore’de patlak veren savaş NA-
TO’ya girme arzusunda olan Türkiye için büyük bir fırsat doğurmuştu (Akkaya 
2012:16). Kore Savaşı’nın Türkiye açısından en önemli sonucu NA-
TO’ya üyeliğin yolunu açması oldu. Uzun zamandır Batı ile ittifak arayışındaki 
Türkiye, böylelikle hem maruz kaldığı Sovyet baskısını hafifletmiş hem 
de iç politika açısından Menderes hükümetinin hanesine olumlu bir gelişme 
olarak kaydedilmişti (Bulut 2008:40). 

Türkiye NATO’ya girdikten sonra İngiltere’ye verdiği sözler doğrultusunda 
bir yandan Ortadoğu ile ilgilenirken, öte yandan ABD’nin teşvikiyle 
Balkanlar’da birtakım politik hamlelere girişti. Sovyetler Birliği’nden kopan 
Yugoslavya’nın Batı ittifakı içine çekilmesi ve bu çerçevede güvenliğinin 
nasıl sağlanacağı düşünüldüğünde Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya’nın 
bir çatı altında bir arada tutulması öngörülmüştü. Bu doğrultuda 1954 yılında 
imzalanacak olan Balkan Paktı’nın temelleri atılmış, adı geçen ülkeler 
kısa ömürlü olacak bir işbirliğine girmişlerdi (Bilge vd 1969:255). Böyle bir 
paktın kurulması Sovyetlerin ve dolayısıyla Bulgarların tepkisini beraberinde 
getirdi ve yaptıkları açıklamalarda bu girişimlerin İngiliz-Amerikan 
emperyalizminin uzantıları olduğunu iddia ettiler (Yeşilbursa 2009:156). 
İngiliz kaynaklarına göre de bu dönemde DP iktidarının uyguladığı dış politika 
CHP idaresine benzer olmakla beraber, Sovyet etkisi nedeniyle kaçınılmaz 
olarak daha çok İngiliz-Amerikan eksenine sürüklenmekteydi. Bu 
haliyle Türkiye bir taraftan Balkan Paktı, diğer yandan Ortadoğu’da etkin 
olma çabalarının yanı sıra jeopolitik önemi, toplumsal yapısı, askeri gücü ve 
yönetim istikrarı açısından İngilizler ve dolayısıyla Batı için büyük öneme 
sahipti (Doğaner 2006:233). 

Balkanlardan sonra sıra büyük planda olduğu gibi Ortadoğu’ya gelmişti. 
II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Ortadoğu’nun hâkimi konumundaki 
İngiltere için Türkiye’nin stratejik önemi büyüktü. İngilizlere göre; Türkiye 
hem coğrafik, hem de kültürel açıdan hem Avrupalı hem de Arap olmayan 
istikrarlı, yüksek ekonomik, siyasi ve sosyal standartlara sahip, bölgeye rol 
model olabilecek bir ülkeydi. Türkiye sahip olduğu bu yapı ve tarihsel birikim 
ile komünizm tehlikesine karşı önemli bir direnç noktası teşkil etmekteydi. 
Bu çerçevede İngilizler için dostluğu yitirilmemesi gereken ülkelerden 
biri idi (Bilgin 2007:237). İktidara geldiği ilk yıllardan itibaren uzun 
zamandır atıl bir halde olan Türk-Arap ilişkilerini canlandırmak isteyen 
Demokrat Parti hükümeti için Batı’nın desteğiyle bölgede Sovyet tehdidine 
karşı kurulacak bir yapı bulunmaz nimetti. 1955 yılına kadar süren görüşmeler 
neticesinde Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan’ın bir araya gelerek 
oluşturduğu Bağdat Paktı dönemin önemli gelişmeleri arasında yer 
almıştır. ABD eksenli politikaların bir yansıması olan pakt ile Amerika komünizm 
tehlikesine karşı Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan savunma zincirini 
tamamlamış oluyordu (Ekincikli 2002:249). Ancak Türkiye’nin Batı ile 
olan bu münasebetleri Ortadoğu’da olumlu sonuçlar vermezken, pakt nedeniyle 
Türk-Arap dostluğu sarsılmış, bölgedeki Türkiye imajı daha da kötüye 
giderken, Batılıların isteklerinin aksine Sovyetlerin bölgeye yerleşmesi kolaylaşmıştır (Bostancı 2013:182). 

1950-1960 arası dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile olan ilişkilerinin 
inişli-çıkışlı, zaman zaman yakınlaşan, zaman zaman da birbirinin 
zıttı yönde gelişen durumlar yaşandığı görülmektedir. Bu dönemde bölge ile 
ilgili politikalara yön veren önemli gelişmeler yaşandı. Bağdat Paktı, İsrail’in 
tanınması, Süveyş Krizi, Ürdün Meselesi ve Suriye’de cereyan eden karışıklıklar 
bölge ülkeleri ile Türkiye’nin arasındaki mesafenin açılmasına neden 
olmuştur. Bunun sebebi olarak da DP’nin Soğuk Savaş mantığı çerçevesinde 
ülke çıkarlarını ABD ekseninde görüp ona uygun politikalar uygulaması 
gösterilmektedir (Duran vd 2013:125). 

Demokrat Parti iktidarının son döneminde yaşanan en önemli dış politik 
hadiselerden biri Suriye ile cereyan eden kriz olmuştur. Tarihsel arka 
planına bakıldığında bir güvensizliğin zaten mevcut olduğu Suriye-Türkiye 
ilişkilerindeki gerginlik 1957 yılına gelindiğinde iyiden iyiye su yüzüne 
çıktı. Suriye’de her geçen gün artan Sovyet etkisine dikkatleri çeken Türkiye, 
kuzeyindeki Sovyet tehlikesinden sonra güneyinde de aynı durumla 
karşı karşıya kalmak istemiyordu. Uluslararası güç dengeleri açısından soruna 
bu şekilde yaklaşılabileceği gibi, DP iktidarı konuyu diğer taraftan bir 
iç politika malzemesi şekline sokmuştu. O tarihlerde artan ekonomik bunalımın 
kamuoyu üzerindeki etkisini Suriye’ye yapılması istenen bir harekâtla 
dağıtmak isteyen hükümet, dış politik mevzuları iç politikaya alet etmekteydi. 
Bunda da kısmen başarılı olan hükümetin 1957 seçimleri sonrası krizin dozunu azalttığı ve herhangi bir müdahalede bulunmaksızın konunun gündemden kalktığı görülür (Baş 2012:107). 

1950’lerin ikinci yarısı Türk dış politikası açısından hareketli olmuş, 
Soğuk Savaş ekseninde şekillenen, Batı’ya endeksli politikalar ikinci yarının 
sonlarında yerini denge ve yumuşama politikalarına bırakmıştı. Demokrat 
Parti’nin ilk yıllarında kayıtsız-şartsız ABD ekseninde yürüyen politikaları 
değişen dünya şartları ile beraber dönüşmeye başlamıştı. Batı’nın Sovyetlerle 
işbirliğine girmesi, Türkiye’nin yanı başındaki süper güce kayıtsız kalmasının önüne geçmiş, bu çerçevede 1959 yılında Türk-Sovyet yakınlaşması 
gündemi meşgul etmişti. Türkiye’nin NATO ve CENTO’ya bağlı olmasına 
karşılık böyle bir girişimde bulunması ABD’li yetkilileri doğal olarak 
rahatsız etse de Türk çıkarları açısından elzemdi. ABD’nin kaygısının temelinde 
Türkiye’nin kendi çizgilerinden ayrılması sonucu dalga dalga diğer 
bölge ülkelerinin de etkilenip Ortadoğu’daki etkisinin aşınması yatmaktaydı. 
Türk dış politikasının ekseninde kati bir kayma olmasa da önemli bir 
değişimi ifade eden bu açılım sonraki yıllarda spekülasyon konusu yapılmış 
ve dolayısıyla 27 Mayıs müdahalesi ile bağlantılar kurulmak istenmiştir 
(Seydi 2011:13-14). Ancak 1960’lı yıllardaki Türk dış siyasasına bakıldığında 
1959’da başlayan değişim ve dönüşümün sürdüğü net bir şekilde görülebilecektir. 
Nitekim Çakır’ın da belirttiği gibi Amerikalıların konumu Türkiye’de 
iktidar ve muhalefete yakın mesafede olup, iktidar değişmesi durumunda 
değişimin Türkiye’nin Batı ittifakına bağlılığında bir zayıflama olup 
olmadığı yönündeydi (Çakır 2004:61). 

1950-1960 yılları arasında dış politik gelişmeler genel olarak değerlendiril diğinde, Türkiye’nin tarihsel ve konjonktürel olarak uluslararası arenada Batı yanlısı pozisyon almaya çalıştığı ancak bunu yaparken ulusal çıkarlar açısından bilhassa ABD’ye verilen tavizlerde ve imkânlarda kaba ifadeyle kantarın topuzunu biraz kaçırdığı görülebilmektedir. Batı bloğuna kayıtsız şartsız dâhil olma politikası ilerleyen yıllarda iflas etmiş, dolayısıyla iktidarın son günlerinde olduğu üzere Sovyetlere ve Bağlantısızlara karşı yaklaşımda bir yumuşama olmuştur. Moskova’ya yapılması planlanan ziyaretler, Hindistan Devlet Başkanı Nehru’nun Türkiye’ye gelmesi bu çerçevede değerlendirilebilir. 

Arap ülkeleriyle kurulmak istenen sıcak ilişkiler istenilen seviyede olamamış, Türkiye’nin ABD ve İngiltere eksenli politikaları bölge ülkelerinin muhalefeti ile karşı kaşıya kalmış, Menderes hükümetlerinin son döneminde Suriye’ye asker göndermeye varacak kadar ilişkiler gerginleşmiştir. Sonuç olarak bu dönemde yürütülen dış politika ile Türki-ye’nin geleneksel tarafsız kalma politikaları terk edilip daha aktif ve operasyonel politikalar yürütülmeye çalışılmış, bunların kimisinde başarılı olunurken, kimisinde de istenilen neticelere ulaşılamamıştır. 

Dış Politikada Yeni Arayışlar: Türkiye-Ortadoğu Ülkeleri Münasebetleri 

27 Mayıs darbesi sonrası Türk dış politikasında köklü olmasa da bir reform 
yapılması gerektiği yönünde ülke genelinde yaygın bir kanaat oluşmuştu. 
Bu değişimin ilk ayağı uzun süredir akim kalmış olan Ortadoğu devletleri ile 
ilişkilerin yeniden canlandırılmaya çalışılması olmuştur. Bu çerçevede özeleştiri 
yapılmaya çalışılsa da darbe ertesi bir dönem olması sebebiyle fatura 
genellikle sabık iktidara kesilmişti. DP dönemi dış politika anlayışını eleştiren 
Balkan, bu dönemde uygulanan yanlış politikalar sonucu çevrede dost 
bir ülke kalmadığını, kayıtsız şartsız Batı yanlısı izlenen tutum ve uluslararası 
arenada Batı tezlerinin savunuculuğunun ve sözcülüğünün yapılmasının 
hem Afrika hem de Asya ülkeleri nezdinde Türkiye’nin itibarını sarstığını, buna 
karşılık ise Batı’dan herhangi bir menfaat sağlanamadığını belirtmiştir 
(Balkan 1960a). Türkiye’nin Atatürk sonrası dış politika uygulamalarını 
eleştiren Balkan, bilhassa Ortadoğu politikalarının artık işleyemez 
halde olduğunu, son yıllarda Nasır düşmanlığı, Nuri Sait Dostluğu ve Bağdat 
Paktı politikalarının Türkiye’nin çıkarlarından çok Batı’nın çıkarlarını koruma 
amacında olduğunu, emperyalizmle mücadele eden ülkelere ilham 
kaynağı olan Türkiye’nin bu politikalarının bölgeden kopmasına neden 
olduğunu vurgulamıştır (Balkan 1960b). Darbe sonrası kurulan geçici hükümet 
Arap ülkeleriyle ilişkileri geliştirmek istemekteydi. Bu çerçevede 
sembolik olarak DP döneminde İsrailli bir şirketle yapılan tütün anlaşmasını 
feshetti (Son Havadis, 21.08.1960). MBK idaresinden Arap dünyasına 
sıcak mesajlar verilmesine rağmen bu açılım, Nasır egemenliğindeki Mısır’ın 
Birleşik Arap Cumhuriyeti kurma yoluna giderek Irak ve Suriye’yi 
kontrolü altına almaya çalışması nedeniyle yerini gerginliğe bıraktı. Nasır’ın 
Hatay’ın ilhakı ile ilgili söylediği sözlere karşılık veren Devlet Başkanı Cemal 
Gürsel İskenderun’da yaptığı açıklamada: “Hatay’a uzanacak her el kırılacaktır” 
diyerek muhataplarına gözdağı vermişti (Milliyet 30.07.1960).1 

1961’in sonları dünya politikaları açısından oldukça hareketli geçmiştir. 
Hindistan’ın Portekiz sömürgesi olan Goa’yı ilhak etmesi ve buna Birleşmiş 
Milletler ile Portekiz’in karşılık verememesi, Irak lideri Kasım’ın 
Kuveyt üzerinde benzer planlar kurmasını kolaylaştırırken, Lübnan’da da 
bir askeri darbe girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu süreçte sömürgelerde 
ve Ortadoğu’da yaşanan hareketlilikler İngiliz donanmasının da bölgeye 
sevk edilmesine neden olmuştur. Öte yandan Irak merkezi hükümetiyle 
kuzeydeki Kürtler arasında çatışmalar artmış, bunun üzerine Türkiye sınır 
güvenliğini arttırıcı tedbirlere başvurmuştu (The Times, 30.06.1962)2. Bu 
dönemde Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle merkezi idare arasında yaşanan 
çatışmaların Türkiye sınırına da sıçraması Türkiye’nin Arap ülkeleriyle 
geliştirmek istediği ilişkileri yaralayan bir hadise oldu. 1962 yılında Irak 
Hava Kuvvetleri’ne ait iki adet F100 savaş uçağının Şemdinli’de konuşlu 
Jandarma Alayı’na bir saat müddetle saldırıda bulunması sonucu, 2 Türk 
askeri şehit olurken bir asker yaralanmıştı. Olayın Ankara’da duyulması 
üzerine Irak hükümetine protesto telgrafı çekildi (Milliyet, 16.08.1962)3. 

Türk Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada olaydan sonra Türk 
Hava Kuvvetlerine ait uçakların Irak sınırında devriye görevine çıktıkları 
belirtildi (The Times, 16.08.1962). Yaşananlar bununla da sınırlı kalmayıp 
benzer bir durum birkaç gün sonra tekerrür etti. Irak uçaklarının Türk sınırına 
yaklaşması üzerine harekete geçen Türk savaş uçakları bir adet MIG 
tipi Irak savaş uçağını düşürdü. 16 Ağustos günü üç Irak savaş uçağının yine 
Türkiye-Irak sınırındaki köylere yangın bombaları ve makineli tüfeklerle 
saldırmaları sonucu Türk jetleri bir Irak uçağını daha vurdu. Irak sınırında 
yaşanan hadiseler İstanbul’daki üniversite gençliği arasında da tepki uyan-
dırarak protestolara neden oldu. MTTB yayınlamış olduğu bildiride; birkaç 
aydan beri devam eden hadiselere ve Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat 
çekerek Irak hükümetini olaylara son vermeye çağırmıştır (Ulus, 17.08. 
1962). Muhalefet milletvekilleri de Başbakanlığa çektikleri telgraflarla durum 
hakkında izahat istemişlerdi4 (BCA, 30.1.0.0/50.304.9.). 

Olayların sıcaklığının geçmesinden sonra hükümet alınan tedbirlerin 
sonucunda Irak uçaklarının tacizlerinin sona erdiğini açıkladı. Dışişleri Bakanlığına çağrılan Irak Büyükelçisi çıkışta basına yaptığı açıklamada: “Bu 
hadiseleri izale edecek tedbirlerin alınacağına inanıyorum. Bu olayların tekerrür 
etmeyeceğini ümid ederim” dedi. Ayrıca Irak hükümetinin olaylar 
sonunda doğan hasarı karşılamayı kabul ettiği belirtildi. Öte yandan Irak 
ordusunun Barzani kuvvetlerini güç durumlara soktuğu bölgeden gelen 
haberler arasındaydı (Ulus, 18.08.1962). Başbakan İnönü, Irak hadiseleri ile 
ilgili Genelkurmay Başkanı Sunay’dan ve Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan 
Tansel’den bilgi almış, Dışişlerinden yapılan açıklamada da olayların Irak 
hükümetinin kuzeyde Barzanilere karşı giriştiği harekâtın taşkınlığı dolayısıyla 
cereyan etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulduğu belirtilmiştir 
(Milliyet, 19.08.1962; Ulus, 19.08.1962). Olaylardan birkaç gün sonra Irak 
uçaklarının yine bombardımana devam ettiği ancak ölü ya da yaralı bulunmadığı 
İçişleri Bakanı Kurutluoğlu tarafından duyuruldu. Irak uçağının düşürülmesi 
ile ilgili Irak notasında uçağın Irak hava sahasında düşürüldüğü, 
dolayısıyla Türkiye’nin özür dilemesi ve tazminat ödemesi gerektiği ifade 
edilmiştir5. Resmi olmayan Türk cevabında ise Türk sınırına saldırıya karşılık 
verildiği belirtildi (Ulus, 20.08.1962). 

Olaylar üzerine Ulus’ta çıkan bir başyazıda: Irak ile Türkiye’nin dostluğu 
ve iyi münasebetleri vurgulanarak, Irak hükümetinin kuzeydeki isyancılarla 
mücadelesinde zaman zaman sınırı aşan müdahalelerine Türkiye’nin 
ses çıkarmadığı, ancak son yaşanan olaylar ve Türk askerlerinin hayatlarını 
kaybetmesinden sonra durumun kontrolden çıkmaya başladığı tespitinde 
bulunulmuştur. Irak’taki Kasım idaresinin kendi sorumluluklarını Türkiye’ye 
yüklemeye çalışmasının anlamsız olduğunun belirtildiği yazıda: “Kasım’ın 
bu basiretsiz ve akıbeti şüpheli yoldan çabuk dönmesi en halis temennimizdir” 
denilmiştir (Ulus, 20.08.1962). Hükümete yakın bir gazetede 
bu ifadelerin kullanılması bir bakıma gayri resmi ültimatom değeri taşımaktaydı. 
Dışişleri Bakanlığı yapmış olduğu açıklamada olayların gelişim şeklini 
kısaca özetledikten sonra, Türk hükümetinin Türk-Irak dostluğuna büyük 
önem verdiğini, verilen bu ehemmiyet nedeniyle sert tepkiler konmadığını 
ve devriye uçuşlarına şimdilik son verildiğini duyurdu (Milliyet, 21.08.1962). 

Türkiye’nin tansiyonu düşürmeye çalışmasına rağmen Irak kanadı tam 
tersi bir uygulamaya girişti. 20 Ağustos’ta Bağdat’taki Türk Büyükelçiliği 
önünde hükümet destekli olduğu öne sürülen ve Türkiye karşıtı sloganların 
ve hakaretlerin yağdırıldığı bir protesto gösterisi düzenlendi (Ulus, 
22.08.1962). Irak lideri Kasım radyoda yaptığı konuşmada: Türkiye’yi Amerikan 
ve İngiliz emperyalistleri ile işbirliği yapmakla suçlayarak, Türkiye’yi 
Kuzey Irak’taki asi Kürtlere destek vermekle itham etti6 (Milliyet, 
23.08.1962). Olaylar üzerine Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Seyfettin Turagay 
yurda döndü7. Elçi yaptığı açıklamada: Kasım’la görüşmek için randevu 
istese de Başkanın yoğunluğu sebebiyle randevu verilmediğini belirtmişti 
(Ulus, 24.08.1962). Elçinin gelişi ile ilgili sorulan sorular üzerine Dışişleri 
Bakanı Erkin elçinin geri çağrılmadığını, yalnızca yıllık izninin bir kısmını 
kullanmak için Türkiye’de olduğunu söyleyerek diplomatik bir dille durumu 
kurtarmaya çalışmaktaydı (Ulus, 26.08.1962). Dışişleri Bakanlığı 24 Ağustos’ta 
yayınladığı bildiride: Irak hükümetini Türk-Irak dostluğuna aykırı bir 
yola sapmakla itham etmiş, ayrıca Iraklı pilotların Türkiye’ye saldırılarının 
tarafsız bir komisyonca incelenmesini teklif etmiştir8 (Milliyet, 25.08.1962). 
Öte yandan Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’deki misyonunda görevli 
Ernest Schwarzenbach ve Allen Simon’un yasadışı silah taşımak ve kaçak-
çılık yapmak suçlamalarıyla yargılanacak olması Türkiye’nin Irak makamla-
rınca silah kaçakçılığına göz yumma suçlamalarına verilen bir cevap niteliği 
taşıdığı söylenebilir (The Times, 24.08.1962). Kasım’ın politikalarını ve 
Türkiye karşıtı tutumunu değerlendiren Esmer, Kasım’ın birkaç ay önce 
Barzani meselesinin sonlandırıldığını açıklamasına rağmen, ortadaki savaş 
durumunun gerçeğin hiç de ilan edilen gibi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir. 
Ayrıca Barzani’nin Sovyetlerle münasebetlerinden hareketle Kasım’ın 
Türkiye’yi Batı ile işbirliği yapmakla suçlamasının mantıksız bir yaklaşım 
olduğunu ve Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye’ye 
nasıl bir menfaati olabileceğini sormaktadır. Yazıda ayrıca Barzani karşıtı 
operasyonuyla Türk kamuoyunun da sempatisini kazanmış bir liderin başarısızlık 
durumunda hedef tahtasına Türkiye’yi koymasının anlamsızlığı üzerinde 
durulmuştu (Esmer 1962). Öte yandan Irak Türkleri Kültür ve Dayanışma 
Derneği yapmış olduğu açıklamada: Kasım devrinde Irak Türklerinin 
acı günler yaşadığını, Kürtlere tanınan adem-i merkeziyet hakkının 1 milyona 
yakın Türk’e de tanınması talebinde bulunmuştur (Ulus, 22.03.1963). 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

4 Kasım 2017 Cumartesi

Propaganda, Lobicilik ve Kamu Diplomasisi BÖLÜM 2

Propaganda, Lobicilik ve Kamu Diplomasisi  BÖLÜM 2


IIl. Kamu Diplomasisi

A. Kamu Diplomasisi Nedir?

Günümüzde resmi siyasi ilişkiler artık ulusal hükümetlerden ziyade aktörler ile sıkı bağlar içerisine girmektedir. Devlet düzeyindeki geleneksel diplomasiden halk-vatandaş düzeyindeki diplomasiye doğru bir değişim gözlenmektedir. Hükümetler arası görüşmeler yerini hükümetler ile yabancı hükümetlerin haklarına bırakmıştır. Kamu diplomasisi, basitçe, bir hükümetin başka bir ulusun halkını ve aydınlarını, bu ulusun politikalarını kendi avantajına döndürmek amacıyla etkilemeye çalışmasıdır. Başka bir tanımla, ‘kamu diplomasisi, kendi ulusunun düşüncelerini ve ideallerini, kendi kurumlarını ve kültürünü aynı zamanda ulusal hedeflerini ve güncel politikalarını yabancı halklara anlatma amacı taşıyan bir hükümetin iletişim sürecidir.’[31]

Yumuşak Güç kavramının literatüre girmesinde en önemli role sahip Joseph Nye’a göreyse Kamu Diplomasisi, sadece halkla ilişkilerde ibaret değildir. Bilgiyi iletmek, olumlu imajı pazarlamak kamu diplomasisinin bir parçasıdır; ancak bunun yanında, kamu diplomasisi, devlet politikaları için uygun bir ortam hazırlayan uzun vadeli ilişkiler kurmayı da gerektirir.[32] Bir ülke dünya siyasetinde istediği sonuçları elde edebilir; çünkü onun değerlerine hayran olan, onu örnek alan, refah seviyesine fırsatlarına özenen diğer ülkeler, onu izlemek isterler. Bu yumuşak güç, yani diğerlerinin senin istediğin sonuçları istemelerini sağlamak, insanları zorlamak yerine kendi yanına çeker. Yumuşak güç işbirliğini sağlamak için baskı ya da para değil, farklı bir araç kullanır. Ortak değerlere çekme ve bu değerlere ulaşmaya katkıda bulunmanın doğurduğu sorumluluk.[33]

Kamu diplomasisi, ‘bir hükümetin açıkça yabancı kamuoyu oluşturma, ulusal hedeflere, çıkarlara ve amaçlara ulaşmak için yapılandırılmış doğru bilgiyi yayma girişimidir.’Yani, kamu diplomasisinde bilginin kaynağı bellidir ve doğruluğu kesindir. Bu özelliği ile de propagandadan ayrılır, çünkü propaganda da bilginin kaynağı her zaman belli olmayabilir, doğruluğu kanıtlanamayan rivayetler ve dedikodular üretilebilir. Başkaları için şüphe ve endişe yaratacak rivayetler üretilirken, kendi haklarında da inanılması güç efsaneler, bizzat kendileri tarafından üretilerek, kulaktan kulağa yayılması sağlanmaktadır.[34] Geleneksel diplomasiden farklı olarak kamu diplomasisi yabancı kamuoyunun dış ilişkilerde önemli bir rol oynadığını tasdik eder ve bu kamuoyunu etkilemeye çalışır. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na göre kamu diplomasisin amacı yabancı aktörleri bilgilendirmek, cezp etmek ve etkilemek; aynı zamanda bir takım özel politikaların ve toplumsal konuların karşılıklı saygı ve anlayış bağlamında yöneltilebileceği bir güven ilişkisi kurmaktır.[35] Kamu diplomasisi faaliyetleri, ‘devletten-halka’ ve ‘halktan-halka’ iletişim olmak üzere iki ana çerçevede yapılmaktadır. Devlet-halk eksenindeki faaliyetler, devletin izlediği politikaları, yaptığı faaliyet ve açılımları resmi araçları ve kanalları kullanarak kamuya anlatmasıdır. Halktan halka doğrudan iletişim faaliyetlerinde ise STK’lar, araştırma merkezleri, kamuoyu araştırma şirketleri, basın, kanaat önderleri, üniversiteler, mübadele programları, dernek ve vakıflar gibi devlet dışı sivil araçların kullanılması esastır.[36]

B.  Kamu Diplomasisinin Tarihsel Gelişimi

Kamu diplomasisi uygulamalarının her ne kadar Amerika’da Birinci Dünya Savaşı sırasında başladığı genel kabul görse de, kamu diplomasisinin izlerini daha önceki dönemlerde de bulmak mümkündür. Fransa’nın Prusya savaşında aldığı yenilgiden sonra Fransız hükümeti bu savaşla sarsılan imajını düzeltmek adına 1883 yılında Alliance Française’i kurmuş, bu kurum aracılığı ile dilini ve edebiyatını teşvik etmeyi amaçlamıştır. Böylelikle, Fransız kültürünün yurt dışındaki izdüşümü Fransız diplomasinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri haline gelmiştir.[37]

Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok devletin farklı ülkelerde açtıkları ofisler ile yerel halk tabanında etkinlik kurmaya çalıştığını, savaş sonrasında ise 1920’de radyonun bulunmuş olmasıyla devletlerin yabancı dilde yaptıkları yayınlarda -özellikle komünizm ve faşizm gibi ideolojilerin yaygınlık göstermesiyle- yabancı kamuoyuna ulaşmak ve etkinlik kurmak için farklı yöntemleri de kullandığını söyleyebiliriz.[38]

Soğuk Savaş döneminde ise kamu diplomasisi dikkate değer bir önem kazandı. Bu dönem süresince kamu diplomasisi kavramı, ‘kalpler ve akıllar için verilen savaş’ olarak algılandı. Nitekim Soğuk Savaş ‘düşüncelerin savaştığı’ bir dönemdi. ABD ve Sovyetler Birliği yürüttüğü programlarla yabancı kamuoyunu düşüncelerini dolayısıyla hükümetlerinin düşüncelerini etkilemeye ve lütufkar bir imaj oluşturmaya çalıştı. Zira Thomas Bailey’e göre, düşünceler dayanıklıdır, silahlarla veya bombalarla yok edilemez. Uluslararası sınırları ve okyanusları aşan düşüncelerle başa çıkmak, daha iyi düşünceler üretmeyi gerektirir. 1950 yılında ABD Başkanı Truman, komünizm ile mücadelede batı düşüncesi ve fikirlerini yaymayı amaçlayan ‘Hakikat Kampanyası’ olarak da anılan bir kampanya sırasında yaptığı konuşmada; özgürlüğün ‘emperyal komünizm’ tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, bu mücadelenin insanlığın aklı için önemli olduğunu ve komünist propagandaya karşı zafer kazanmanın yolunun da tüm dünyada duyulur hale gelerek gerçekleri ortaya çıkarmaktan geçtiğini dile getirmiştir.[39]

Joseph Nye ise televizyon ve sinemanın, Berlin Duvarı’nı, 1989 yılından çok daha önce delip geçtiğini, duvarı yıkmadan önce ihlal eden Batının, popüler kültürüne ait imgelerin uzun yıllar boyunca iletilmesinin, çekiçler ve buldozerler ile kıyaslanamayacağını belirtiyor.[40] Soğuk Savaş’ın bitimiyle kamu diplomasisine duyulan ihtiyaç sorgulanmaya başladı. Zira ‘düşman’ yenilmişti ve ‘fikirler savaşında’ özgürlük ve demokrasi komünizm karşısında ‘zafer kazanmıştı’. Bu dönemde gerek kültürel değişim programlarına gerekse de hükümetlerin yurtdışındaki imajına dönük çalışmalarına harcanan mesai, emek ve para en asgari düzeye indirilmiştir. 11 Eylül olayları uluslararası ilişkilerde yumuşak gücün ve kamu diplomasisinin yeniden keşfedilmesini sağlamıştır. ‘Teröre karşı mücadelede’ sert gücün kullanılması, meseleye bir çözüm getirmeyince, bu mücadelenin karşılıklı anlayıştan geçtiğinin farkına varılmış ve kamu diplomasisi uygulamaları yeniden hayat bulmaya başlamıştır.[41]

C.  Kamu Diplomasisinin Unsurları

Bir ülkenin yumuşak gücünün kaynaklarını Joseph Nye; Kültürüne (Başkalarına çekici geldiği yerlerde), siyasi değerlerine (yurt içi ve yurt dışında onlara göre yaşandığında) ve dış politikalarına (meşru ve ahlaki olarak otoriter görüldüğünde).

1.  Kültür

Eğer sizin kültürünüz başkaları tarafından beğeniliyor ve kabul ediliyorsa, kültürel anlamda bir yumuşak güç sahibi olmuşsunuz demektir. Kültürün beğenilmesinin bir takım şartları vardır; İnsan doğasına uygun olması, yaşamı kolaylaştırması, katlanılabilir hale getirmesi ve renklendirmesi gibi örnekler kültürün beğenilirliğini sağlayan örneklerdir. Zamanın ruhuna uygun olması – teknolojik imkanların kullanılması, demokratikleşme ve insan hakları gittikçe daha fazla kabul gören değerlerin son dönemlerde daha çok dikkate değer nitelik taşımaktadırlar.

2. Siyasi Değerler

Günümüzde batılı ülkelerin diğer ülkeler üzerinde yumuşak güç sahibi olmasını sağlayan demokratikleşme, hesap sorulabilirlik, şeffaflık, vatandaşların yasal koruma altında olması, azınlık hakları, konuşma özgürlüğü vb bir takım değerler bulunmaktadır. Aslında modern dönemde yaşanan ekonomik, sosyal ve hukuki süreçlerin doğal uzantıları niteliğinde olan bu değerler her geçen gün daha da yaygınlaşmaktadır.

3. Dış Politika Uygulamaları

Bir ülkenin uyguladığı dış politikanın yumuşak güç unsuruna dönüşebilmesi için kullanılan söylemin ve uygulamaların hedef ülkelerin halklarının zihinlerinde ve gönüllerinde pozitif karşılık bulabilecek nitelikte olmalıdır. Bunun içinse kendi içindeki uygulamaları ve politikalarıyla oluşturduğu örnekler ve başkalarıyla ilişkilerini sürdürme şeklinin yanı sıra uluslararası kanunları çıkarlarına ve değerlerine uygun biçimlendirmesi o ülkenin dış politika eylemlerinin başkalarının gözünde meşru görünme olasılığı fazladır.[42] Özellikle dış politika uygulamaları ile iç politik görünümün birbirine uyumlu olması zorunludur. Muhataplarını etkilemeye çalıştığınız konularda kendinizin büyük mesafe kat etmiş olmanız gerekir. Aksi takdirde, muhataptan istenen talepler dostluk ve kardeşlik mesajından çok salt çıkarcılık görünümüne bürünecektir.

4. Tanıtım

Tanıtma daha çok, çoğulcu demokrasilerin kullandığı bir yöntemdir. Özgürlüklerin bulunduğu ülkelerde gerçeği kamuoyundan gizlemek kolay olmadığına göre, bunu dünya kamuoyuna başka bir biçimde yansıtmak da kolay değildir. İletişim (haberleşme) araçlarının ve genellikle teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği bu günde, verilmek istenen bilginin gerçeği en doğru bir biçimde yansıtması onun etkinliği bakımından en iyi yoldur. İnsanları kandırmak, yanıltmak zorlaşmıştır.[43]

5. Ekonomik İlişkiler

Bir ülkenin ekonomik gücü bu ülkenin uluslararası alandaki imajını düzeltmenin temel araçlarından biri olduğu gibi, sahip olunan imaj da ekonomik güce dönüştürülebilir. Türkiye’nin son dönemde Ortadoğu halkları nezdindeki popülaritesindeki yükseliş ile ekonomik etkinliğinde görülen artış arasındaki paralellik bu anlamda oldukça dikkat çekicidir. Bazı Çin mallarının üzerine Türk malı damgası vurularak bölgede satışa sunulması yumuşak gücün ekonomik gelire dönüşebileceğinin en somut göstergelerinden birini teşkil etmektedir. Ama imaj düzeyinin yükseltilmesi için de belirli ekonomik düzeyin ve etkinliğin yakalanmış olması zorunludur.

6. Sivil Toplum Örgütleri

Kamu diplomasisinin en önemli unsurlarından biri sivil toplum örgütleridir. Sağlıktan eğitime ve sosyal dayanışma örgütlerine varıncaya dek her alanda faaliyet gösteren STK’lar kamu diplomasisi bağlamında hayati öneme sahiptirler. Kamu diplomasisi sadece dışişleri bakanlığının ya da hükümetin kullandığı bir araç değildir. Dolayısıyla, film sanayinden üniversitelere, STK’lardan din adamlarına varıncaya kadar geniş bir yelpazeye yayılan düzlemde faaliyet gösteren tüm aktörler dikkatli bir dil kullanmak zorundadırlar. Barışı, huzuru ve istikrarı sabote edecek söylem ve tavırlardan uzak durmalıdırlar.

7. Kitle İletişim Araçları

Kültürel faaliyetlerin ve bağların diğer halkları etkileme konusunda yeterli bir araç olduğu ve dolayısıyla kamu diplomasisi için bu kadar fazla enerji harcamaya gerek olmadığı ileri sürülebilir. Ama özellikle internet teknolojisinin bu denli gelişmiş olduğu çağımızda yanlış ve olumsuz etkiye sahip bilgiler kasıtlı ya da kasıtsız olarak hızla yayılabilmektedir. Bu nedenle hükümetlerin doğru ve olumlu etkiye sahip bilgilerin yayılmasında aktif olarak devrede olması bir zorunluluktur. Web siteleri, internet blogları, metin mesajlaşmaları, medya, yayıncılık (tanıtım için broşür, kitap), kütüphanelerin ve kültür merkezlerinin desteklenmesi, öğrenci değişimi, kamu diplomasisi bağlamında büyük önem arz etmektedir.[44]

Sonuç

Sonuç olarak her üç kavramda da karşı tarafı etkileme ve kendi istekleri doğrultusunda hareket ettirme amacı ön plandadır. Ama bu kavramlar arasındaki asıl fark eylemin tarafları ve yöntemleri arasındadır.  Propaganda, Lobicilik ve Kamu Diplomasisi kavramlarını karşılaştıracak olursak; Propaganda ‘devletten halka’, Lobicilik ‘belirli çıkar gruplarından siyasi karar alma mekanizmasına’, Kamu Diplomasisi ise  ‘devletten halka’ ve asıl önemlisi ‘halktan halka’ şeklindedir. Kamu diplomasisinde lobicilik ve propagandadan farklı olarak, yalan, korku, çıkar ilişkisi, rüşvet, güvensizlik yaratma gibi yöntemler yoktur. Propaganda tek taraflıdır ve karşı taraf sadece asılsız vaatlerle ve ya korku ile yönlendirilir ama lobicikte ‘kazan-kazan’ prensibi uygulanır. Yani hem çıkar grupları hem de karar alama mekanizmaları istediklerini elde ederler ve korku veya yalan gibi kavramlar neredeyse yoktur. Kamu diplomasisinde ise karşı taraf bilerek ve isteyerek Kamu diplomasisi uygulayan tarafın istekleri doğrultusunda hareket eder,  onun gibi olmaya çalışır veya onun meşruiyetine güvenir. Propaganda genellikle insanların duygularına yönelik yapıldığı için bilginin kaynağı ya belli değildir ya da kaynak pek önem arz etmez ve genellikle savaş veya seçim dönemlerinde yapılır. Kamu diplomasisinde bilginin kaynağı önemli olduğu gibi doğru ve güvenilir olması, bunun yanında da sürekli olması gerekmektedir. Aynı zamanda lobicilikte de bilginin kaynağı ve doğruluğu hayati önem taşımaktadır.



İBRAHİM HASANOĞLU

Akdeniz Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler A.B.D.

http://akademikperspektif.com


[1]Brown, J.A.C, Beyin Yıkama, çev. Behzat Tanç, İstanbul, Ağaç Yayınları, 2000, s. 9.

[2]Adolf Hitler, Kavgam, İstanbul, Emre Yayınları, 2002, s. 67.

[3]Arsev Bektaş, , Siyasal Propaganda Tarihsel Evrimi ve Demokratik Toplumdaki Uygulamaları, İstanbul, Bağlam Yayıncılık, 2002, s. 33.

[4]İbrahim Karataş, ‘‘İletişim Alanında Psikolojik Savaş ve Propaganda’’, (Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,Gebze İleri Teknoloji Enstitüsü, Gebze, 2008), s. 32.

[5]Huriye Kurtoğlu, Propaganda ve Özgürlük Aracı Olarak Radyo, Ankara, Nobel Yayın Dağıtım, 2006, s. 7.

[6] Pervin Sevgi, ‘‘Augustus Dönemi Din veDin Propagandası’’, (Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara Üniversitesi, Ankara, 2006), s.129.

[7] Karataş, op. cit., s.35.

[8]Osman Özsoy, Propaganda ve Kamuoyu Oluşturma, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım,1998, s.17.

[9] Ertuğrul Zekai Ökte, ‘‘Uluslararası İlişkiler – Psikolojik Harekât ve Psikolojik Harekât Tehdidi’’, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Ankara, Sayı: 2, (Mart 1997), s. 117.

[10] Özsoy, op. cit., s.17.

[11] Karataş, op. cit., s.38.

[12] Hitler, op. cit., s.163.

[13] Ibid.,s. 161.

[14] Kartaş, op. cit., ss. 39-40.

[15] Ibid., s. 40.

[16]Osman Pamukoğlu, Kara Tohum, Ankara, İnkılâp Kitapevi, 2005, s. 272.

[17] Karataş, op. cit., s.42.

[18] Sezer Akarcalı, II. Dünya Savaşında Propaganda, Ankara, İmaj Yayınları, 2003, s.24.

[19][http://tdkterim.gov.tr/bts/], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[20] Frank Farnel, Lobicilik: Müdahale Stratejileri ve Teknikleri, Paris, The Publishing Organisation,1994, s.19.

[21] Erdem Erdinç Gülbaş, ‘‘Liberal Demokrasilerde Karar Alma sürecinde Baskı Grubu Olarak Lobilerin rolü: ABD Örneği’’, ( Doktora Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Marmara Üniversitesi, İstanbul, 2007),  s. 62.

[22] Alain Bovard, ‘‘Politikaları Etkileme Süreçlerinde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü’’, STK Yönetimi

Konferans Yazıları, No 2, İstanbul, 2003, s. 3.

[23] Farel, op. cit., s. 19.

[24] Ibid., s. 69.

[25] Ibid., s. 70.

[26] Bruce Wolpe, Lobbying Congress, How the System Works,Washington D.C., Congressional Quarterly,  1990, s.9-11.

[27] Gülbaş, op. cit., s.67.

[28] İbid., s.69.

[29] Jay Michael ve Dan Walters, Lobbyists, Money, and Power in Sacramento, Berkeley, Public Policy Press, 2002, s. 24-36.

[30] Gülbaş, op. cit., s.75.

[31] Emine Akçadağ, ‘‘Dünyada ve Türkiye’de Kamu Diplomasisi’’, Kamu Diplomasisi Enstitüsü, [http://www.kamudiplomasisi.org/pdf/emineakcadag.pdf], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[32] Joseph Nye, Yumuşak Güç, Ankara, Elips Kitap, 2005, s. 107.

[33] İbid.,ss. 14-15.

[34] Oya Akgönenç, ‘‘Dış Politikada Diplomasinin Rolü, Önemi ve Metotları’’, Jeopolitik, (Ekim 2009), s. 14.

[35] Tüğçe Öztürk, ‘‘Dış Politikadaki Etkin Unsur: Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Kamu Diplomasisi Etkinliği’’, Kamu Diplomasisi Enstitüsü, [http://www.kamudiplomasisi.org/pdf/tugceersoyozturk.pdf], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[36]İbrahim Kalın, ‘‘Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi’’, Kamu Diplomasisi Enstitüsü,[http://www.kamudiplomasisi.org/makaleler/makaleler/100-tuerk-d-politikas-ve-kamu-diplomasisi.html ], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[37] Joseph Nye, ‘‘Public Diplomacy and Soft Power’’, The Annals of American Academy of Political and

Social Science, Vol. 616, No. 94,( 2008), s. 96.

[38] Bekir Aydoğan, ‘‘Kamu Diplomasisi-1’’, [http://politikadergisi.com/okur-makale/kamu-diplomasisi-1], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[39] Bekir Aydoğan, ‘Kamu Diplomasisi-1’, [http://politikadergisi.com/okur-makale/kamu-diplomasisi-1], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[40] Nye, op. cit. ,  s.54.

[41] Akçadağ, op. cit., s. 6.

[42] Nye, op. cit., s. 17-19.

[43] Emine Yavaşgel, ‘‘Saygınlık Siyaseti; İletişim ve Dış Siyasa İlişkiselliği’’, Kamu Diplomasisi Enstitüsü, [http://www.kamudiplomasisi.org/pdf/sayginliksiyasetiemineyavasgel.pdf ], (Erişim Tarihi: 01.12.2011).

[44] Muharrem Hilmi Özev,’İKT Üyesi Ülkeler ve Kamu Diplomasisi’, Kamu Diplomasisi Enstitüsü, [http://kamudiplomasisi.org/makaleler/makaleler/106-kt-ueyes-uelkeler-ve-kamu-dplomass.html],


...