1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 8




AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 8


Dışişlerinde Çelişki 

Kıbrıs konusuna KOB'un siyasî kriterler bölümünde yer verilmesi ve Türkiye'nin üyeliğinde ön şart olarak kabul edilmesi Dışişleri Bakanlığı'nda da tartışma ve çelişkilere yol açtı. 
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in 4 Aralık 2000 tarihinde yaptığı değerlendirme şöyle oldu:
"AB Dönem Başkanının belirttiğine göre, Brüksel'de toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi'nde görüşülen Türkiye'nin Katılım Ortaklığı Belgesi üzerinde mutabakat sağlanmıştır. Bu Katılım Ortaklığı Belgesi'nin, Kıbrıs ve Ege konularında bizim görüş ve duyarlılıklarımızı dikkate aldığı ve Helsinki Zirvesi sonuçları içerisinde kaldığı görülmektedir. 8 Aralık tarihinde toplanacak Nice AB Zirvesi'nin tamamlanmasından sonra, Bakanlığımızca ayrıntılı bir açıklama yapılacaktır." 
Oysa Dışişleri Bakanlığı, KOB'un açıklanmasının beklendiği 8-9 Kasım 2000 günlerinde, Kıbrıs'ın kısa vadeli AB beklentileri arasına alınmasının "imasının dahi" kabul edilemeyeceğini duyurmuş ve KOB'daki ifadenin değil, Helsinki Zirvesi sonuç bildirgesinin bağlayıcı olduğunu bildirmişti.

HADEP:

"Partimizin Savunduğu Düşünceler"

HADEP'li 36 belediye başkanı ise 12 Kasım 2000 günü yaptıkları ortak yazılı açıklamada, KOB'u, idamın ve OHAL'in kaldırılmasına öncelikli hedefler arasında yer verilmediği için eleştirdiler. Hükümetin belgeye yaklaşımını olumlu bulan belediye başkanları, kısa ve orta vadeli konuların, Türkiye'nin ihtiyacı olan ve partileri tarafından savunulan düşünceleri içerdiğini bildirdiler. Belediye Başkanları adına konuşan Batman Belediye Başkanı Abdullah Akın, şunları söyledi: 

" Düşünce özgürlüğü, demokratikleşme, işkencenin önlenmesi, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı, idam cezasının kaldırılması, ANA DİLDE EĞİTİM VE YAYIN HAKKI, kültürel haklar, sivil örgütlerin güçlendirilmesi, MGK'da sivil sayısının artırılması ve danışma kurulu haline getirilmesi, enflasyonun düşürülmesi, bölgeler arası farklılıkların giderilmesi, yerel yönetimler reformu, OHAL'in kaldırılması gibi hedefler Türkiye'yi çağdaş demokratik bir ülke standartlarına taşıma konusunda önemli bir gelişme olacaktır. Ancak önceliklerin belirlenmesi konusunda bazı hatalar ve eksikliklerin olduğu gözlenmiştir. Kürt sorununun, Türkiye'nin en önemli sorunu olmasına ve yine bu sorundaki çözümsüzlüğün AB'ye üyelik konusunda en önemli engel teşkil edecek olmasına karşın bu konunun isim olarak belgede hiç yer almaması bir eksikliktir. Ama belgede adı anılmamasına karşın Kürt sorununun çözümüne ilişkin önemli açıklamalar yer almaktadır." 

   Başbakan Yardımcısı Yılmaz ve diğer AB taraftarları, aksini söyleseler de görüldüğü gibi AB'nin ana dilde eğitim istediğinin altını çizenlerden birisi de HADEP olmuştur. 

Askerî Cephe Tepkili 

Siyasîler bu açıklamaları yapıp, KOB'u genelde olumlu bulurken, askerin değerlendirmesi farklı oldu.

11 Ocak 2001 günü yapılan bir toplantıda Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğul, "Nice Zirvesi'nde alınan kararlar Türkiye'yi aldatılmışlık duygusuna sevketmektedir" dedi. Şenoğul, şunları söyledi:
"Türkiye'nin Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alan Kıbrıs ve Ege Denizi ile ilgili bağlayıcı kararlar güvenlik ihtiyaçlarımıza zarar verecek niteliktedir. Çünkü, bazı Avrupa Birliği üyesi ülkeler, ülkemize karşı önyargılıdırlar ve her zaman Türkiye karşıtı hareketin içinde yer almaktadırlar. Bu ülkeler aslında Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmasına sıcak bakmamaktadırlar. Bazı Avrupa ülkeleri ise Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne almak yerine Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yakın işbirliğini içeren bir statüde kalmasını istemektedirler. Bu görüşün sözcülüğünü Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard D'estaing ile Federal Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt yapmaktadır. Geriye kalan Avrupa ülkeleri de Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini kerhen desteklemektedirler. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini içtenlikle destekleyen Avrupa Birliği'ne üye olan bir ülke söylemek mümkün değildir. Burada haklı olarak, "Avrupa Birliği üyesi ülkeler neden Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne aday ülke olarak kabul ettiler?" suali akla gelmektedir. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımının 2010 yılından sonrasına ertelenmesi ve bu belgeye göre; Kıbrıs ve Ege sorunlarında sanki bu sorunları biz yaratmışız gibi tek taraflı olarak taviz vermemizi ve ulus devletimizden fedakârlık yapmamızı istemeleri, Avrupa Birliği'nin ülkemize karşı haksız ve vefasız tutum ve davranışları olarak algılanmakta ve Türkiye'yi aldatılmışlık duygusuna sevk etmektedir. 

Öte yandan Avrupa Parlamentosunun büyük bir çoğunlukla onayladığı sözde Ermeni soykırımı tasarısı Türk halkını rencide etmiştir. Önümüzdeki günlerde başta Fransa olmak üzere bir çok Avrupa ülkeleri ulusal parlamentolarında görüşülecek olan sözde Ermeni soykırımı tasarıları, bu ülkelerin Türkiye'ye karşı hiç de dostane davranmayarak bu tasarıları onaylamaları, Türkiye'nin bu ülkelere karşı duyduğu güvenin, Avrupalı dostlarından karşılık görmediğini kanıtlayacaktır. Avrupalı yöneticilerin; "bu kararlar parlamentolara aittir, biz onlara karışamayız. Bu kararlar hükümetlerimizi bağlamaz" mealindeki beyanatları, Türk halkını tatmin etmeyecek ve Türk halkı bu haksız kararlara asla hoşgörü ile bakmayacak ve bu vefasızlığı içine sindiremeyecektir. Bütün bunlar; Türkiye'deki Avrupa Birliği yandaşlarını hayal kırıklığına uğratacak, Avrupa Birliği karşıtlarını da haklı kılacaktır."

Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı Tuğgeneral Halil Şimşek de, aynı toplantıda, "Ülkemiz bölünmek istenmektedir." dedi. Tuğgeneral Şimşek, şunları söyledi: 

"Hatırlanacağı üzere 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosunda 234 oyla kabul edilen karar; "Avrupa Parlamentosu Türk hükümetini ve TBMM'ni Türk toplumunun önemli bir kesimini oluşturan Ermeni azınlığa desteği artırmaya ve bu çerçevede modern Türk devletinin kurulmasından önce Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımı resmen tanımaya davet eder" demektedir. Ayrıca AB Katılım Ortaklığı Belgesinde de, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında, bu devletin kurucusu ve aslî unsuru olan Kürt orijinli vatandaşlarımız için kültürel haklar, anadilde yayım ve eğitim hakları adı altında ülkemiz bölünmek istenmektedir. İçeriden ve dışarıdan desteklenen bu gelişmeler millî birliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü bozacak büyük bir tehdit niteliğini almıştır. Çünkü bu oluşumların arkasında olan Avrupa, Ermeni kozu ile Kafkaslara, Ege sorunuyla Balkanlara, Kıbrıs ve Güneydoğu sorunlarıyla Ortadoğu'daki politikalara müdahil olmanın hukukî altyapısını hazırlamaktadır." 

2002 yılına gelindiğinde benzeri tepkiyi MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç vermiştir. Kılınç'ın, rahatsızlıkları da aynı noktalarda yoğunlaşmıştır. AB yanlıları, bu eleştirileri görmek istemese de, Kılınç'ın çıkışı ile Türkiye'de ilk kez geniş çaplı bir AB tartışması başlamıştır. Türkiye'deki kayıtsız-şartsız taraftarlarının yanısıra AB de, bir takım gerçeklerin ortaya çıkması, bir anlamda maskenin düşmesinden rahatsızlık duymuş, Türkiye'ye karşı politikalarını sertleştirmiştir. 

Fogg'dan Ayrımcılık İtirafı 

Konuyu Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilcisi Karen Fogg da bir basın toplantısı ile değerlendirdi. Gerek Kıbrıs'a ilişkin ifadelerin, gerekse de diğer unsurların "şart değil, öncelik" olduğunu belirten Fogg, "Bu belge Türkiye'den yapılması istenilen herşeyin bir listesini vermiyor." dedi. Fogg'un bu cümlesini, "daha istenecekler var" diye tercüme etmek mümkün. Öyle de olduğu ileriki bölümlerde daha iyi görülecektir. Aday ülkelerin her biri için "Birliğe giriş şartlarının aynı, ancak önceliklerin farklı" olduğunu vurgulayan Fogg, Türkiye KOB'unun diğer aday ülkelerinkinden daha geniş olmasına yönelik eleştirileri ise, "Bu, yapılması gereken çok fazla şey olduğunu gösteriyor." diye cevaplandırdı. Ülkelerin önceliklerinin farklı olduğunu, Türkiye'nin yapması gereken çok iş olduğunu belirten (herhalde Türkiye'nin büyüklüğü ve sorunlarının çokluğu kastediliyor) Fogg, iş malî yardımlara gelince, açık veriyordu. "Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için gerekli olan kaynak, aslen o ülke tarafından sağlanır." diyen Fogg, AB'nin Doğu Avrupa ülkelerine özel bir önem verdiğini ve bu çerçevede diğer aday ülkelere oranla daha fazla bir yardım ayrıldığını söyledi. Fogg, bu ülkelerin özel ihtiyaçları olduğunu da kaydetti. 

Her fırsatta, aday ülkeler arasında ayırım yapılmadığını ifade eden ülkemiz yöneticileri ve AB yetkililerinin bu ifadelerinin doğru olmadığını, bu kez de Bayan Fogg teyid ediyordu. Evet, belki kriterlerde eşitlik var ancak ülkelere verilen destek, kriterlerin yorumlanması ve hangilerine öncelik verileceğinde farklı davranıldığını Fogg da doğrulamıştır. Kriterlerin değerlendirilmesinde en gözle görülür fark ise, "azınlıkların" tanımlanması konusunda ortaya çıkmaktadır. Türkiye, "azınlıklardan" kabul edilmiş "millî azınlıkları" anlarken, AB, toplumla bütünleşmiş ve çoğunluk olan grupları ayrıştırarak, Türkiye'nin iradesine rağmen yeni azınlıklar yaratmak istemektedir.

Verheugen'in Yaptıkları, Dediğini Tutmadı AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen ise KOB'daki Kıbrıs şartını, Morillon Raporu olarak bilinen ve son dakikada Ermeni soykırım şartının ilave edildiği raporun Avrupa Parlamentosu'nda görüşüleceği gün değerlendirerek, Helsinki'de Kıbrıs konusunun bir ön koşul olmayacağını belirttiklerini hatırlattı. Verheugen, "Kıbrıs sorununun çözümünün sürekli Türkiye'den istenmesi anlamsız oluyor. Sorunu çözmek için tüm taraflar devreye girmeli. Türkiye tek başına çözemez." diyerek, belki de Türkiye lehinde ilk ve son beyanatını verdi. 
Verheugen'in, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak sonraki aylarda yaptığı değerlendirme, hatta dayatmalar ise bu görüşüne taban tabana zıt oldu. Kıbrıs konusunda Türkiye'nin borcu olduğundan, sorun çözülse de çözülmese de Rum kesiminin AB'ye alınacağına kadar yerli yersiz açıklamalarda bulunan Verheugen, işi son olarak Türkiye'yi tehdit etmeye kadar götürerek, adaylığının askıya alınabileceğini söyledi. Ama Helsinki belgesinde yer alan, "tüm unsurların gözönünde tutulacağı" hususunu bir kez dahi hatırlamadı. Çünkü bu hususun hatırlanması demek, Kıbrıs'ın kurucu antlaşmaları ve Anayasasının gündeme gelmesi demektir. Bu da Rum kesiminin AB'ye alınmasının önündeki en büyük engeldir. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş için de çok ağır ifadeler kullanan Verheugen'in bu tutumu esasında AB'nin kurucu antlaşması olan Roma Antlaşması'na da aykırıdır. Antlaşma'nın 157'inci maddesi aynen şöyle demektedir: 

"Avrupa Komisyonu üyeleri görevlerini toplulukların genel çıkarları doğrultusunda tam bir bağımsızlıkla yerine getirirler. Görevlerinin yerine getirilmesinde hiçbir hükümet ya da kuruluştan ne talimat isterler, ne de alırlar. Görevleri ile bağdaşmayan her türlü faaliyetten kaçınırlar. Her üye devlet bu kurala uymayı ve görevlerinin ifası sırasında Komisyon üyelerini etkileme yoluna gitmemeyi taahhüt eder." 

AB kurucu antlaşmasının bu açık hükmüne rağmen Verheugen, Yunanistan ve Rum kesiminin sözcülüğünü üstlenebilmiştir. Verheugen, 21 Mart 2002'de Yunanistan Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi'nde yaptığı konuşmada, çözüm olsun olmasın Rum kesiminin AB'ye alınacağını, Helsinki kararlarını kendilerine göre yorumlayacaklarını açıklamış, KKTC topraklarının da AB toprağı olduğunu iddia etmiştir. Rum kesiminin üyeliğine tepki göstermesi ve "AB'nin topraklarının bir bölümünü (KKTC'yi kast ediyor) işgal etmesi halinde" Türkiye'nin adaylığının iptal edileceği tehdidinde de bulunan Verheugen, bir anlamda bizi bugüne kadar nasıl aldattıklarını da itiraf etmiştir. Verheugen'in, işi tehdit noktasına getirmesinden sonra bir yazılı açıklama yaparak, Türkiye'nin, AB'den, Roma Antlaşması'nın 157. maddesi gereğince işlem yapılmasını istemesinin zamanının geldiğini bildirdim. 

Türkiye, Sanal gündemlerle uğraşırken Kıbrıs konusu, çok tehlikeli bir noktaya gitmektedir. Bu yüzden konuyu sık sık gündeme getirerek, çeşitli uyarılarda bulunmaya çalıştım. 

Ermeni Soykırımı Yalanı AB Gündemine Nasıl Girdi? 

Türkiye'ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi'nin açıklandığı gün Fransa Parlamentosu Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etti. Üstelik bazı Fransızların böyle bir tasarının Anayasa'ya aykırı olduğu yolundaki ısrarlarına rağmen bu tasarı görüşüldü ve kabul edildi. 

Avrupa Parlamentosu da daha önce Ermeni Soykırım yalanı ile ilgili olarak 1987 ve 1990 yıllarında iki karar almış ve Türkiye'ye bu soykırımı tanıması "tavsiyesinde" bulunmuştu. Ancak en çok tartışılan 15 Kasım 2000'de kabul edilen ve Morillon Raporu olarak bilinen tasarı oldu. Morillon'un Türkiye ile ilgili raporuna Ermeni soykırımı yalanı son anda eklenmişti. Bu tasarıya ilk tepkiyi AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen verdi. Verheugen'in derdi Türkiye değil, Ermeni projesinin suya düşmesiydi. AP üyelerine, "Yaptığınız işin kötü sonuçları olacak, dikkat edin" çağrısında bulundu ve "Ermeni meselesini Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği çerçevesinde ele alırsanız yollar kesilir." dedi. 
Sözkonusu raporda, AB'nin "dayatma" politikasının izlerini net olarak bulmak mümkündür. Konuların önce tavsiye, sonra parlamento tasarısı, daha sonra ilerleme raporları ve nihayet ön şart haline gelmesi... Her ne kadar yetkililerimiz AP'nin kararlarının bağlayıcılığı olmadığını söyleseler de bu kararların, tüm taleplerin temelini oluşturduğu bilinmektedir. Nitekim, 2002 yılında bir kez daha kabul edilen Ermeni soykırımı yalanı ile ilgili tasarının da bağlayıcılığının olmadığı ifade edilmiştir. Ancak AP'nin üyelerinden Ozan Ceyhun, tam üyelik aşamasına gelindiğinde bu tasarının da Türkiye'nin önüne konulacağına kesin gözüyle bakmamızı istemiştir. 

Morillon Raporu'nun başlangıcında bunun, "AB'ye tam üyelik yolunda Türkiye tarafından atılan adımlar konulu raporun ilişiğindeki karar tasarısı" olduğu belirtilmiştir. Yani Türkiye'nin ilerlemesi bu tasarıda yer alan hususlara göre değerlendirilecektir. Sözkonusu tasarıda ele alınan hususlar adım adım gündeme getirilerek, Türkiye'ye dayatıldığı ve büyük ölçüde de sonuç alındığı için Morillon Raporu'na geniş bir şekilde yer verme gereğini duyuyoruz:

90'lı yılların başında BM'nin Bosna'daki barış gücü FORPRONU'nün komutanlığını yapmış eski bir general olan Hıristiyan Demokrat Fransız Parlamenter Morillon tarafından hazırlanan raporda önce gerekçeler sıralanmıştır: 
"Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uymasına kadar katılım müzakerelerinin başlamasının mümkün olmaması nedeniyle,
Türkiye'nin Birliği, `dışa kapalı bir Hıristiyan kulübü' değil, özellikle öteki dinlere ve kültürlere karşı hoşgörüyü içeren bir ortak değerler topluluğu olarak görmesi için Türkiye ve Avrupa Birliği arasında karşılıklı bir güven ortamı oluşturulması nın gerekli olması ve Avrupa Birliği'ne katılımın hiçbir resmî kültürel veya dinî koşula bağlanmaması nedeniyle demokratikleşme yolunda gerçekleştirilmiş olan ilerlemeye karşın anılan sözleşmelerin uygulanması yoluyla insan haklarının ve azınlıkların durumunun iyileştirilmesine devam edilmesi gerektiğini vurgulayarak, Avrupa Konseyi Parlamento Asamblesi Başkanı Lord Russell-Johnston'a göre, Ankara'nın eski Başbakan Necmettin Erbakan'a verilen cezayı teyit etmesinin demokratik çoğulculuk ilkelerine uygun olmaması nedeniyle, (Talepler bölümünde Türkiye'de yargı bağımsızlığının sağlanması istenmektedir ancak AB'nin yargıya müdahalesinde sakınca görülmemektedir. S.S.)
BM Güvenlik Konseyi'nin 1250 sayılı Kararında, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarına 1999 sonbaharında müzakerelere başlamaları için çağrıda bulunulmuş olması ve BM Genel Sekreteri'nin gözetimi altında Aralık 1999'da ve Ocak 2000'de yapılan cesaret verici temaslara karşın bu yönde hiçbir ilerleme kaydedilmemiş olması nedeniyle; tam aksine Türk işgal kuvvetlerinin 1 Temmuz 2000'den bu yana Strovilia köyündeki askerî statüyü ihlal etmelerinden üzüntü duyarak, 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "Loizidou'nun Türkiye'ye karşı açtığı davada" (No. 15318/89) 28 Temmuz 1998'de davacı lehine vermiş olduğu kararın henüz uygulanmamış olması nedeniyle, Türk ihraç ürünlerinin % 53'ünün Avrupa Birliği'nin mevcut Üye Devletleri'ne ihraç edilmesi ve Türkiye'nin AB ürünlerinin altıncı büyük ithalatçısı olması şeklinde tezahür eden Türkiye ve Avrupa Birliği arasında oluşturulmuş olan bağları ve Türkiye'nin Avrupa ekonomisindeki yerini - 1999'daki GSYH'si 185 milyar USD düzeyindeydi - not ederek, (Gümrük Birliği ile sağlanan Türkiye gibi kolay bir pazarı kaçırmak istemedikleri ortadadır. Türkiye'nin bekleme odasında tutulmasının en önemli sebeplerinden birisi bu ilişkidir. S.S.) 

Bütçe kısıtlamalarının uygulamaya konulması ve enflasyonun azaltılması amacıyla IMF tarafından talep edilen ekonomik reform paketinin Türk Parlamentosu tarafından Aralık 1999'da onaylanması nedeniyle, 
Türkiye'nin önemli jeostratejik konumunu kabul ederek, Atlantik İttifakı içindeki rolünü ve BAB ortak üye statüsünü dikkate alarak, ancak jeopolitik ve stratejik kriterlerin, katılım müzakerelerinde belirleyici faktörler olmaması gerektiğini not ederek, 

(Bekleme odasında tutulmamızın bir diğer gerekçesi. 1989 yılında üyelik başvurumuzu reddederken de bu önemimiz gündeme gelmişti. AB, Türkiye'nin jeopolitik ve stratejik konumundan yararlanmak istemektedir ama bu konumun Türkiye'ye getirdiği büyük ve ağır sorunları görmezden gelip, katılım müzakerelerinde belirleyici faktör olarak değerlendirmeye almaya yanaşmamakta, daha sonra da Türkiye'nin Kopenhag kriterlerinin gereklerini yerine getirmediğinden bahsedebilmektedir. Oysa diğer aday ülkelerin tamamının özel konum ve sorunlarını gözönünde tutmaktadır. S.S.) 
Türkiye'nin ortak Avrupa güvenliği ve savunma politikası kapsamında askerî imkânlarını tahsis etme niyetini belirtmiş olması gerçeğini memnuniyetle karşılayarak, 15 Ağustos 2000'de Kendakor bombalandığında Türk Hava Kuvvetlerinin Irak hava sahasına girmesinden üzüntü duyarak ve açıkça kınayarak..." 

Tamamına yakını aleyhimizde olan bu gerekçelerden sonra bizden istekler sıralanmıştır:

"Türk Hükümetini, Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılması, yargının bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, azınlıkların hakları ve güçler ayrılığı, özellikle de ordunun Türk siyasî yaşamı konusundaki rolünün etkisini dikkate alarak demokratikleşmenin gerçekleştirilmesine yönelik çabalarını artırmaya teşvik etmektedir, 
Türk Hükümeti ve Parlamentosunu, yeni imzalanmış bulunan BM Uluslararası Siyasî ve Medenî Haklar Sözleşmesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'ni onaylamaya ve yürürlüğe koymaya davet eder,
DGM'lerin en kısa süre içinde lağvedilmesini beklemekte ve basın ve yayın yoluyla işlenen suçların takibatı ve bunlara uygulanan cezaların ertelenmesini öngören yasanın kabul edilmesini memnuniyetle karşılamaktadır, 
Başlangıç olarak Ceza Kanunu'nun, evrensel ifade özgürlüğü ilkesine uygun hale getirilmesi için orta vadede bu kanunda değişiklikler yapılması amacıyla af ilan edilmesi çağrısında bulunmaktadır, 
Bu konuda yapılmış olan vaatler çerçevesinde Ceza Kanunu reformunun bir parçası olarak ölüm cezasının mümkün olan en kısa süre içinde kaldırılması ve ölüm cezasının kaldırılmasına kadar idam cezalarının infaz edilmemesi yönündeki mevcut uygulamanın sürdürülmesi çağrısında bulunmaktadır, 
Türkiye'nin çeşitli grupları içeren nüfusunu oluşturan kültürel, dilsel ve dinî grupların temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasına verdiği önemi yeniden hatırlatmaktadır, 

Bu nedenle Türk Hükümeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Türk toplumunun önemli bir parçası olan Ermeni azınlığa, özellikle bu azınlığın modern Türkiye devletinin kurulmasından önce maruz kaldığı soykırımı resmen kabul ederek yeni bir destek sağlamaları için çağrıda bulunmaktadır, Olağanüstü hal durumunun Siirt ilinde kaldırılması için 30 Kasım 1999'da, Van ilinde kaldırılması için de 26 Haziran 2000'de alınmış olan kararları not etmekte ve olağanüstü hal durumunun güneydoğu bölgesindeki öteki illerde de kaldırılması için Türk Hükümetine çağrıda bulunmaktadır; ve Türk halkı için gerekli siyasî, ekonomik ve sosyal adımları içeren spesifik bir çözüm bulunması çağrısında bulunmakta dır,  Maruz kaldıkları siyasî, sosyal ve kültürel ayrımcılığa son verilerek kökleri ülkenin tarihinin derinliklerine uzanan gruplara ait olanlar dahil olmak üzere bütün vatandaşlarının insan hakları durumunun iyileştirilmesi ve Kürt kökenli olanlar için Türkiye'nin toprak bütünlüğüne saygı gösteren siyasî bir çözüm bulunması için politikasını gerçek anlamda yeniden yönlendirmesi için Türk Hükümetine çağrıda bulunmakta ve ayrıca Kürt toplumunun siyasî temsilcileri, özellikle ülkenin güneydoğusundaki kentlerin belediye başkanları ile bir diyalog kurmaları için Türk makamlarına çağrıda bulunmaktadır,  Görüşleri nedeniyle hapsedilmiş olan Avrupa Parlamentosu Sakarov Ödülü sahibi Leyla Zana ve Kürt kökenli eski milletvekillerinin serbest bırakılmasını talep etmektedir, 
BM Güvenlik Konseyi'nin 1250 sayılı Kararına uygun olarak Avrupa Konseyi tarafından yeniden teyit edildiği şekilde ilgili BM Güvenlik Konseyi kararlarına ve BM Genel Kurul tavsiyelerine uygun olan müzakere edilmiş, kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması amacıyla Kıbrıs Rum ve Türk toplumları arasındaki müzakerelere elverişli bir ortamın herhangi bir ön koşul olmadan oluşturulmasına katkıda bulunması için Türk Hükümetine çağrıda bulunmakta; 10 Kasım 2000'de başlayacak olan dolaylı görüşmelerin beşinci turunda bunun mümkün olacağını ve söz konusu görüşmelerin önemli ilerleme kaydedilmesine imkân verecek BM gözetimindeki ikili müzakerelerin başlamasını sağlayacağını ümit etmektedir, Türk Hükümetine, işgal kuvvetlerini Kuzey Kıbrıs'tan çekmesi çağrısında bulunmaktadır,  Türk hükümetine, önermiş olduğu gibi bölgeye ilişkin bir İstikrar Paktı çerçevesinde Kafkaslardaki bütün komşuları ile ilişkilerini geliştirmesi çağrısında bulunmaktadır,  Bu bağlamda özellikle iki ülke arasındaki normal diplomatik ve ticarî ilişkilerin yeniden tesis edilmesi ve mevcut ablukanın kaldırılmasına yönelik olarak Ermenistan'la diyalog tesis etmesi için Türk Hükümetine çağrıda bulunmaktadır,  Türkiye'deki sivil toplumun güçlendirilmesi, demokratik sistemin takviye edilmesi ve özgür ve bağımsız basının desteklenmesi amacıyla Türkiye'deki demokrasiye ilişkin MEDA Programlarının etkinliğinin artırılması yollarının bulunması için Konsey'e ve Komisyon'a çağrıda bulunmaktadır." 

Verilen önergelerle karar tasarısına Ermeni soykırımı iddialarının eklenmesine, raporu hazırlayan Philippe Morillon da tepki gösterdi. Raporda yer alan diğer iddia ve istekleri haklıymış da sadece Ermeni meselesinde haksızlık yapılıyormuş gibi, "Avrupa Parlamentosu'nun iki yüzlülüğe son vermesi gerektiğini" söyledi. Türkiye'nin AB'ye katılım yolunun Helsinki'de açıldığını, ancak bu yolun nereye ulaşacağını bugünden söylemenin mümkün olmadığını belirten Morillon, "Türkiye'nin eski Varşova Paktı karşısında Avrupa'yı koruduğunu, 30 yıldır da AB'nin kapısında olduğunu" hatırlattı. Türkiye karşıtı "Avrupalıların uzun süre Yunanlıları kullandıklarını" da itiraf eden Morillon, 40 yıllık asker olduğunu, Türkiye'deki terörizm mücadelesinin önemini bildiğini, bu mücadele başarıyla sonuçlandığına göre askerlerin rollerinin değişmesi gerekeceğini kaydetti ve "Silahlar yerini hukukun cüppesine bırakmalıdır." dedi. Morillon, Türkiye'nin AB'ye karşı tavrını çok sertleştirebileceği tahmininde bulundu. Morillon'un bu tahminin acaba ne kadar isabetli oldu ve doğru çıktı?..

Morillon'un açıklamasında yer alan, "Türkiye'nin eski Varşova Paktı karşısında Avrupa'yı koruduğu" ifadesi, uluslararası ilişkilerde vefanın değil, çıkarların geçerli olduğunu bir kez daha göstermektedir. Avrupa, Türkiye sayesinde korunduğu Varşova Paktı üyesi ülkeleri kayıtsız-şartsız kucaklarken, koruyucularını envai çeşit bahaneyle, yıllarca kapı önünde bekletmekte sakınca görmemektedir.

Avrupa Parlamentosu Mart 2002'de Ermeni soykırımı yalanı ile ilgili benzeri bir kararı yeniden kabul etmiş, ilave olarak HADEP'in kapatılmamasını, Kürtçe eğitim için dilekçe verenler hakkında takibat yapılmamasını istemiştir.
Ermeni meselesi, AB'nin planlı-programlı yürüttüğü bir konu olmasına rağmen zaman zaman kendi üyelerini de çileden çıkarabilmiştir. 25 Ekim 2001 tarihinde AP'de onaylanan "Türkiye'nin Üyeliği ve Türkiye'ye verilecek "Malî Destek" konulu raporu hazırlayan Fransız Parlamenter Alain Lamassoure, AP'nin iki kez Türkiye'nin soykırımı tanıması tavsiyesinde bulunduğunu hatırlatarak, ancak geçmişte yaşanan bu olayların her yıl gündeme getirilmesinin anlamı olmadığını, Ermeni Diasporası'nın AP'ye son günlerde çok büyük baskılar yaptığını, bu talihsiz baskıların terbiye ve tahammül boyutlarını da aştığını belirtmiştir. Sözkonusu baskıların ne Türkiye, ne de Ermenistan'daki Ermenilerden gelmediğini vurgulayan Lamassoure, AP'nin sözkonusu iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik girişimleri desteklemesinin daha doğru olacağını söylemiştir. 

Görüldüğü gibi AP, Meclis'ten yargıya, savunmadan dış politikaya kadar her konuda kendisini yetkili görmektedir. Türkiye ise her defasında kararları "şiddetle kınamakta", AB ise bildiğini yapmaya devam etmektedir. Türkiye'nin bu konudaki yanlış bir tutumu da, bu tür raporların ve oylamaların önemli olmadığı ve bağlayıcılığı bulunmadığı şeklindeki görüşüdür. Aksine bu raporlar ve oylama sonuçları o kadar önemlidir ki, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin hazırlanmasında esas alınan ilerleme raporlarının temel dayanaklarından birisidir. Nitekim, 2001 İlerleme Raporu, Morillon Raporu dikkate alınarak hazırlanmış, bu da raporun başlangıcında belirtilmiştir. 


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 7



Mesut Yılmaz'a Göre, İstenenler Atla Deve Değil!

KOB ile ilgili en ilginç değerlendirmeyi ise ANAP Genel Başkanı, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, 14 Kasım 2000 tarihinde partisinin TBMM Grup Toplantısında yaptı. Yılmaz, "KOB'da yerine getirilemeyecek, kesinlikle reddedilecek bir unsur bulunmadığını, istenenlerin atla deve" olmadığını söyledi. Yılmaz'ın, AB'ye bakış açısını göstermesi bakımından önemli olan bu konuşma özetle şöyledir: 

"KOB ile Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye'nin AB ile ilişkileri, hem kendisi gibi aday durumunda olan diğer 12 ülkenin hepsinden, hem de şu anda tam üye durumunda olan bazı ülkelerden daha köklü ilişkilerdir. Aramızdaki hukukî ilişkinin 40 yıla yaklaşan bir geçmişi vardır.

1963'te Avrupa Birliği ile yaptığımız Ortaklık Anlaşması, nihai hedef olarak Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliğini öngören bir anlaşmadır. Bunun için Türkiye ekonomisinin evvela güçlendirilmesi hedeflenmiştir. 22 yıllık bir takvim içerisinde Türk ekonomisi AB ile rekabete hazırlanmıştır. ANAP'ın iktidara gelmesiyle birlikte, Türkiye'de serbest piyasa ekonomisine geçilmesi yönünde çok kapsamlı bir reform gerçekleştirilmiştir. Bunların sonucu olarak, 1987'de Türkiye AB'ye tam üyelik için başvuruda bulunmuştur. 

1987'de, o zamanki ANAP Hükümeti tarafından yapılan bu tam üyelik başvurusu üzerine, AB, Türkiye'nin durumunu incelemeye almış ve iki sene sonra, 1989 yılında Türkiye'nin AB standartlarına, değerlerine, normlarına çok uzak olduğu, bu nedenle tam üyelik başvurusunun şu anda dikkate alınamayacağı cevabı verilmiştir.

1989'da bize verilen bu cevap olumsuz, AB ile ilişkilerimizi bir belirsizliğe sürükleyen bir cevaptır; ama, 1990'da, bildiğiniz gibi, dünyada ve özellikle Avrupa'da çok büyük bir değişim yaşanmıştır. Demirperdenin ortadan kalkmasıyla birlikte, o zamana kadar Doğu Bloku içinde yer alan, Demirperdenin arkasında bulunan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır ve kendi bünyelerinde gerekli değişimi başlattıktan sonra, ilk yaptıkları iş de Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusunda bulunmak olmuştur. Böylece, 1989'dan sonra, 1990, 1991 yıllarında AB, birdenbire, çok sayıda Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin üyelik başvurusuna muhatap olmuştur. Bunun üzerine, Birlik, o tarihten itibaren AB'ye yeni üye olacak ülkelere hangi kriterlerin uygulanacağını, daha doğrusu o ülkelerde hangi kriterlerin aranacağını tesbit etmiştir. Bu, 1993'te Kopenhag'da belirlenmiştir. O tarihten itibaren, AB, kendisine yapılan tam üyelik başvurularını Kopenhag Kriterleri dediğimiz, bu ölçülere göre değerlendirmektedir. 

1997 yılında Lüksemburg Zirvesinde, diğer 12 ülkeye aday statüsü verilmiş, daha doğrusu 12 ülkenin aday statüsü kabul edilmiş; ama, Türkiye için gene Türkiye'nin bu kriterlere çok uzak olduğu, Türkiye'deki uygulamalarla bu kriterler arasında çok büyük bir fark olduğu ifade edilerek, Türkiye'ye adaylık statüsü verilmemiştir. Türkiye ile bir özel ilişki geliştirilmesi karara bağlanmıştır. Biz, Lüksemburg Zirvesinden sonra, hepinizin hatırlayacağı gibi, bu karara çok sert tepki gösterdik. Böyle bir özel ilişkiyi kabul etmeyeceğimizi, AB ile siyasî diyalogumuzu askıya alacağımızı, Türkiye'nin bu kriterleri gerçekleştirme kararlılığında olduğunu; ama, Türkiye'ye karşı açıkça ifade edilemeyen birtakım nedenlerle ayrımcılık yapıldığını ifade ettik. Bizim bu tutumumuz, Avrupa'yı Türkiye meselesini yeniden değerlendirmeye sevk etmiştir. Ve iki senelik bir değerlendirme sonunda, Avrupa Birliği Helsinki'de Türkiye'nin aynı diğer adaylarla eşit şartlarda, tam üyelik adaylığını kabul etmiştir."

Yılmaz, bu konuşmasında AB'nin Türkiye'ye ayırımcılık yaptığını kabul etmiştir. Yılmaz, Helsinki'de Türkiye'nin diğer adaylarla eşit şartlarda görüldüğünü söylese de, bunun böyle olmadığı, ayırımcılığın sonraki karar ve uygulamalarda devam ettiği görülecektir. Ayrıca, Lüksemburg ile Helsinki'deki talepler arasında hiçbir fark olmadığı hatırlandığında, sadece "şartlı adaylık" ilanı karşılığında sözkonusu talepleri kabul etmiş oluyorduk. AB çevrelerinde, Türkiye'nin bu şartları nasılsa yerine getiremeyeceği inancı ile adaylık statüsünün verildiği değerlendirmelerinin yapıldığını açıkça söyleyen de Yılmaz olmuştur. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Şimdi, Helsinki Kararları, Avrupa'da birçok çevreyi rahatsız etmiştir. Bu çevreler, Türkiye'ye tam üyelik aday statüsünün verilmesinin yanlış olduğunu, Türkiye'nin bu kriterleri yerine getiremeyeceğini, hiçbir zaman tam üyelik için gerekli bu şartları sağlayamayacağını, dolayısıyla Türkiye'ye yerine getiremeyeceği şartlara bağlı bir adaylık statüsü verilmesinin ileride Türkiye-Avrupa ilişkilerini daha kötü etkileyeceğini ifade etmişlerdir. 
Tabiî ki bunların arkasında, bunların kafalarının arkasında, Türkiye'nin Avrupa'nın diğer 27 tam üye ve aday ülkesinden farklı olarak, nüfusunun tamamına yakınının Müslüman bir ülke olması, farklı bir kültürü temsil etmesi yatmaktadır. Ama, bütün bunlara rağmen, hükümetler bazında yapılan değerlendirmede, Türkiye'nin dünyanın en kritik üçgeni olan Balkanlar-Ortadoğu-Kafkasya üçgeninde sahip olduğu stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle AB açısından ihmal edilemeyecek, dışlanamayacak bir ülke olduğu değerlendirmesi ağır basmıştır ve Helsinki'den böyle bir karar çıkmıştır. Demek istediğim, Helsinki'de hükümetler düzeyinde verilen bu karar, Avrupa ülkelerinde yaşayan insanların çoğunluğunun eğilimini yansıtmamaktadır. Yani, Avrupa halklarının büyük çoğunluğu, Türkiye'nin tam üyeliğine karşıdırlar. Daha geçen hafta AB kendi kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı bir araştırmaya göre, AB'de yaşayan nüfusun yaklaşık yüzde 70'i Türkiye'nin üyeliğine karşıdır. Türkiye için oranın bu kadar yüksek olması, demin dediğim özel nedenlere bağlıdır; ama, aslında AB ülkelerinin halkları, genişlemeye de karşıdır. Yani, diğer aday ülkelere baktığınız zaman, onlar için de, hiçbiri için yüzde 50'den fazla bir kamuoyu desteği söz konusu değildir. 

Şu anda bizim dışımızdaki 12 aday ülkenin hepsiyle tam üyelik müzakereleri yürütülmektedir. Yani, Türkiye, şu anda aday olup da AB ile tam üyelik müzakeresi yapmayan tek ülke konumundadır. Tam üyelik müzakerelerine başlamamız için, kısa vadeli hedeflerin gerçekleşmesi lazım.
Şimdi, Türkiye'nin bu süreçte niye diğerlerinden bir anlamda geride kaldığı, onların dışında kaldığı incelendiği zaman, tabiî ki bunda AB'de demin söylediğim Türkiye'ye karşı olan önyargılı tutumlar rol oynamıştır; ama, bunun yanında, Türkiye'nin konumundan kaynaklanan, Türkiye'nin özelliklerinden kaynaklanan çok ciddî nedenler vardır.

Türkiye, bugün sayı olarak 65 milyon nüfuslu bir ülkedir. Hesaplara göre, 30 sene sonra 100 milyona varacaktır, yüzyılın sonunda da Fransa ile Almanya'nın toplam nüfusuna eşit bir nüfusa erişecektir. Yani, Türkiye'yi bugün Avrupa Birliğine tam üye aldıkları zaman, yüzyılın sonunda Türkiye'nin Avrupa Birliğinin en büyük ülkesi olmasını da kabul etmeleri gerekecektir. Bu konuda Avrupa Birliğinin ciddî rezervleri vardır; çünkü, Avrupa Birliğinin şu anki mekanizması, nüfus çoğunluğuna dayalı bir mekanizmadır. Yani, Parlamentosunda nüfusunuza oranla temsil edilirsiniz. Keza, komisyonda, diğer organlarda ülkeler nüfusları oranında temsil edilmektedirler. Türkiye'nin bu ağırlığı, Avrupa ülkelerini ciddî suretle endişeye sürükleyen; ama, aynı zamanda da onları kendi mekanizmalarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren bir durum yaratmıştır.
Şu anda Avrupa Birliği, 2004 yılına kadar genişleme sürecini durdurma eğilimindedir, yani 2004'e kadar yeni üye almak yerine, kendi içindeki bu düzenlemeleri gerçekleştirecektir. Muhtemelen oybirliği esasından, oyçokluğu esasına geçilecektir. Muhtemelen Parlamentonun ağırlığı artacaktır; ama, Avrupa Parlamentosunda ülkelerin temsilinde başka kriterler söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla Avrupa Birliği yeni üyeleri kabul etmeden önce, kendi bünyesindeki bu iç düzenlemeleri gerçekleştirmeyi hedeflemektedir." 
Yılmaz, burada AB'nin ileriye yönelik olarak Türkiye'nin önünü kesmeye devam edeceğini itiraf etmektedir. Bu da AB'nin duruma göre karar ve kriter değiştirebildiğine, Yılmaz'ın ağzından bir örnektir. Bu ilginç konuşmanın devamında şunlar vardır: 

"Şimdi, Türkiye açısından bakıldığında, KOB'da, bizim yerine getiremeyeceğimiz, kesinkes reddedeceğimiz herhangi bir unsur söz konusu değildir. Ama, bizi rahatsız eden iki tane unsur vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıs ile ilgilidir, ikincisi de malî işbirliği ile ilgilidir. Kıbrıs ile ilgili konu, aslında Helsinki Zirvesi kararlarında Türkiye ile ilgili olarak bir ifade kullanılmıştır. Bu ifade, bizim yadırgadığımız bir ifade değildir, hatta mutabık kalarak o belgeye konulmuş bir ifadedir. Bu da, "Türkiye'nin Kıbrıs konusunda yürütülen siyasî diyaloga, yani Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin gözetiminde yürütülen siyasî diyaloga güçlü biçimde destek olacağı" ifadesidir. Bu, Helsinki'de yer almıştır; ama, Helsinki'de bu ifade yer aldığı zaman, Sayın Başbakan, bunu hiçbir şekilde Türkiye'nin tam üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğu şeklinde anlamadığımızı, yani Kıbrıs meselesinin çözümü ile Türkiye'nin üyeliği arasında bir bağlantıyı kabul etmediğimizi açıklamıştır. Sayın Başbakanın açıklamasıyla yetinilmemiştir, o zamanki Avrupa Birliğinin Konsey Başkanı olan Finlandiya Dışişleri Bakanı da bunu yazılı olarak Türkiye'ye taahhüt etmiştir. Yani, "Biz de sizin bu anlayışınızı kabul ediyoruz, bu mesele, Kıbrıs meselesi ile Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği arasında bir bağlantı yoktur, bu bir önşart değildir" şeklinde bize yazılı güvence vermiştir. Dolayısıyla bizim açımızdan Avrupa Birliğinin bu konudaki anlayışı bizim anlayışımızla örtüşmektedir.

Buna rağmen, Katılım Ortaklığı Belgesi-nde ilk taslakta, yani ilgili komiser tarafından Komisyona sunulan ilk taslakta, aynı ifade, ama genel ilkeler içerisinde ifade edilmiştir. Bu bizi pek mutlu etmese de, biz buna karşı herhangi bir tepki göstermedik; çünkü, netice itibariyle Helsinki'deki durumun tekrarından ibaretti. Ama, son anda Komisyonda bu metnin karara bağlanması sırasında, hem ana giriş bölümündeki o ifade muhafaza edilmiş hem de Türkiye'nin bir yıl içerisinde gerçekleştirmesi gereken kısa vadeli hedefler arasına aynı ifade tekrar konulmuştur. Hiç şüphe yok ki, bu, Yunanistan'ın baskısıyla olmuştur.
 Bu durumda, Türkiye açısından belgeyi değerlendirirken, iki ihtimal vardı: Birincisi, AB'nin Helsinki'den bu yana Türkiye'nin üyeliği ile ilgili olarak Kıbrıs konusundaki bu tavır değişikliği nedeniyle bu belgeyi tümüyle reddetmek, bunu kabul etmediğimizi söylemek. İkincisi, Helsinki'de bize AB tarafından da yazılı olarak teyit edilen anlayışın bizim için geçerli olduğu, dolayısıyla Kıbrıs meselesinin hiçbir şekilde bizim AB ilişkilerimizde bir unsur olarak tarafımızdan kabul edilmeyeceğini ifade ederek, belgenin tümünü kabul etmek.
Bakanlar Kurulunda bu konu tartışılmıştır. Hem Bakanlar Kurulu'nun açıklamasında, hem Dışişleri Bakanlığının bir gün önce yaptığı açıklamada bu konudaki anlayışımız açıkça ifade edilmiştir ve Kıbrıs konusundaki bu ifade, dışta kalmak kaydıyla belge Türk Hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Yani, basında çıkan "Acaba Hükümet buna evet mi dedi, hayır mı dedi" tartışmaları bir anlamda abes tartışmalardır. Hükümet, bu belgeye dayalı olarak ulusal programı hazırlayacağını ifade etmekle, bu belgeyi kabul ettiğini zaten ortaya koymuştur; ama, Kıbrıs meselesindeki tutumunu muhafaza etmektedir. Bu, sadece bizim tutumumuz değildir, biraz önce söylediğim gibi, Helsinki'de bize zaten Avrupa Birliği tarafından da yazılı olarak teyit edilen bir tutumdur." 
Helsinki Zirvesi sebebiyle yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, Kıbrıs'la ilgili endişelerimi dile getirirken kafasını "yanlış" anlamında sallayan Yılmaz'ın, 1 sene sonra gelen bu şikâyeti anlamlıdır. Yılmaz, Lipponen'in hukuken geçersiz mektubunun yazılı bir teyit olduğundan bahsediyor ama bizim neden yazılı bir belge sunmadığımızı söylemiyor. Yılmaz'ın açıklamalarına devam edelim: 

"Niye bu değişiklik son dakikada gerçekleşmiştir? Çünkü, bu Katılım Ortaklığı Belgesi, şimdi bu ayın 18'inde Avrupa Birliğinin Bakanlar Konseyinde görüşülecektir, yani Dışişleri Bakanlarının katılacağı Konseyde görüşülecektir. Daha sonra da Aralık ayının -sanıyorum- 9'unda Hükümet Başkanları Zirvesinde görüşülecektir. Ancak, bu sürecin sonunda bu belge resmiyet kazanacaktır, şu anda sadece bir komisyon metnidir. Bu Katılım Ortaklığı Belgesinin hem Bakanlar Konseyinde hem de Hükümet Başkanları Zirvesinde karara bağlanması sırasında oybirliği aranmamaktadır. Yani, bazı üyelerin muhalefetine rağmen, oy çoğunluğu ile bu belgenin kabul edilmesi mümkündür. Ama, bu belgenin içinde yer alan birtakım malî hükümlerin, yani Türkiye'nin bu hedefleri gerçekleştirmesi için Avrupa Birliği tarafından Türkiye'ye yapılacak olan ekonomik yardımları içeren malî hükümlerin içinde bulunduğu çerçeve anlaşması, mutlaka oybirliğiyle kabul edilmesi gereken bir belgedir. Dolayısıyla Yunanistan, Katılım Ortaklığı Belgesini, eğer kendisi açısından tatmin edici bir belge olmazsa, engelleyemese bile, bu belgenin hayata geçirilmesini sağlayacak olan çerçeve anlaşmasını veto etmek, onun karara bağlanmasını engellemek hakkına sahiptir, yetkisine sahiptir. 
Yunanistan'ın bu blokajını aşmak için, Yunanistan'a, bize göre, Hükümetimizin anlayışına göre, benim anlayışıma göre, tamamen kozmetik olan böyle bir taviz verilmiştir. 
İleride bu Avrupa Birliği ilişkilerimizde çeşitli aşamalarda yeniden önümüze çıkarılamaz mı? Çıkarılabilir. Ama, demin dediğim gibi, bu konuda bizim çok sağlam dayanaklarımız vardır. Yani, 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğinin kabulü sırasında Avrupa Birliği bize taahhütte bulunmuştur, demiştir ki: "Yunanistan'ın Avrupa Birliğine tam üye olması, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerini etkilemeyecektir." Ama, buna rağmen görülmüştür ki, Yunanistan her safhada bizim ilişkimizi bloke etmiştir, engellemiştir, veto hakkını uygulamıştır, hep Türkiye'ye karşı kötü niyetli bir tutum içinde olmuştur. Ama, bu seferki güvence sadece sözlü bir güvence değildir. 1981'de Yunanistan'ın tam üyeliğindeki gibi sözlü güvence değildir, demin dediğim gibi, elimizde aynı zamanda Konsey Başkanı sıfatıyla yazılmış, bir anlamda AB müktesebatının bir parçasını oluşturan bir de mektup söz konusudur, bir belge söz konusudur. Dolayısıyla Kıbrıs konusundaki bu anlayışımızı muhafaza ederek, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesinde kendisinden yapılmasını istediği hususları kabul etmiştir." 
Yılmaz'ın bu itirafı gerçekten dehşet vericidir. Hakkımız olan ama bugüne kadar alamadığımız, bundan sonra da alamayacağımız malî yardımlar için Yunanistan'a, hem de Kıbrıs konusunda taviz verildiğini açıkça itiraf etmektedir. Geçmişte nasıl aldatıldığımızı örnekleri ile anlatan ancak bu kez elimizde sözlü değil, yazılı güvence olduğunu belirten Yılmaz, Lipponen'in hukukî hiçbir bağlayıcılığı olmayan mektubuna sığınmaktadır. Ancak Yılmaz'ın, hemen bir sonraki cümlesinde AB'nin sözünü nasıl tutmadığını anlatması, verilen tavizin vehametini daha da arttırmaktadır. Özrü kabahatinden büyük deyimi Yılmaz'ın mantığını anlatmada yetersiz kalmaktadır. Bu aldatılmışlıkla, Kıbrıs ikinci kez taviz olarak veriliyordu. Gümrük Birliği uğruna Rum kesimi ile görüşmelere başlanmasına göz yumulmasından sonra, bu kez de sadece "sanal adaylığımızın" ilanı için Kıbrıs konusu bir kez daha AB'nin ellerine teslim ediliyordu. Yılmaz'ın konuşmasına dönersek bugüne kadar nasıl aldatıldığımızı daha açık bir şekilde görebiliriz;
"Şimdi, bizi rahatsız eden ikinci unsur, malî işbirliğine ilişkin hükümlerin yetersiz olmasıdır. Türkiye'den gerçekleştirmesi istenen şeylerle, bunları gerçekleştirmesi için Türkiye'ye yapılması düşünülen yardımlar arasında büyük bir oransızlık söz konusudur. Bize senede ancak 177 milyon ECU'luk bir hibe yardımı öngörülmektedir. Bu, Türkiye gibi bir ülke için, Türk ekonomisi ölçüsündeki bir ekonomi için hiç sayılabilecek bir katkıdır. Bu katkının mutlaka Türkiye'nin üstlendiği yükümlülükler doğrultusunda artırılması gerekir. Dolayısıyla Türkiye'ye sağlanan malî yardımın, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki malî işbirliğinin mutlaka burada öngörülen hedefler doğrultusuna yükseltilmesi lazımdır, seviyesine çıkarılması lazımdır. Aksi takdirde Avrupa Birliği, Türkiye'ye yüksek birtakım hedefler gösteren; ama, bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna düşecektir. Bu konu, önümüzdeki aylarda, hatta belki önümüzdeki yıllarda Avrupa Birliği ile aramızdaki ilişkilerde, görüşmelerde herhalde en temel konulardan birisi olacaktır." 
AB, ileriki bölümlerde görüleceği gibi malî yardımlar konusunda malum tutumunu sürdürdü. Diğer aday ülkelere büyük rakamlarda yardımda bulunup, az şey isterken, Türkiye'ye hemen hiç yardım yapmadan inanılmaz talepler dayattı. Ancak Yılmaz'ın gözünde hâlâ, "Yüksek bir takım hedefler gösteren ama bu hedeflere ulaşılması için samimi hiçbir katkıda bulunmayan bir kurum konumuna" düşmemiş olmalı ki tüm bunlar yaşanmamış gibi Türkiye'nin "olmayan" yükümlülüklerinden bahsedip, hep kendi ülkesinin kaybına yol açacak baskıları ve Türkiye'yi suçlayıcı açıklamalarını sürdürmektedir. Yılmaz'ın konuşması devam etmiştir: 
"Bu belgenin hazırlanması sırasında, diğer aday ülkelerden farklı olarak, Avrupa Birliği Komisyonu bizimle devamlı istişare içinde olmuştur. İlgili kişi iki defa Ankara'ya gelmiştir. Bizim bu belgede neleri kabul edebileceğimizi, neleri kabul edemeyeceğimizi bizimle görüşmüştür. Biz Brüksel'e gitmişizdir, aynı konuları görüşmüşüzdür. Biz onlara açıkça şunu söylemişizdir: "Biz, Türkiye olarak birtakım hassasiyetleri olan bir ülkeyiz. Bu hassasiyetlerimiz hem tarihî gelişmeden kaynaklanmaktadır, hem coğrafî konumumuzdan kaynaklanmaktadır. Biz, Türkiye'de Lozan'da kabul ettiğimiz dinî azınlıklar dışında bir azınlık kavramını kabul edemeyiz. Eğer belgede bize böyle bir şey getirirseniz, bu belge baştan bizim için kabul edilemez bir belge olur. Etnik gruba dayalı hakları da kabul edemeyiz. Onun için, bizim bu duyarlılıklarımızı mutlaka bu belgede dikkate almanız gerekir." 
Memnuniyetle gördük ki, Katılım Ortaklığı Belgesinde, bizim söylediğimiz bu hususlar hepsi dikkate alınmıştır. Yani, bir azınlık hakkından söz edilmemiştir, Türkiye'den istenen hususlar herhangi bir dinî veya etnik gruba dayalı olarak değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının temel hakları olarak belgede yer almıştır. Bu haliyle, belgenin bizi rahatsız etmesi gereken hiçbir ciddî yönü yoktur."
Yılmaz, KOB'un hazırlanmasındaki engin katkısını ifade etmeye çalışırken, AB'ye "taktik" verdiğini itiraf etmektedir. AB'nin isteklerini sadece KOB ile değerlendirirseniz, bazı ciddi talepleri gözden kaçırabilir ve "Bunda bir şey yok" diyebilirsiniz. Ancak vardır. Daha önceki belgelerde "Kürtler" için haklar isteyen AB, Yılmaz'ın tavsiyesi üzerine bu ifadeyi kullanmamış ama KOB'da, "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması" şeklinde bir genelleme yapılmıştır ki, bu kapsama herkesi sokup, rahatlıkla yeni yeni sanal azınlıklar yaratmak mümkün olacaktır. KOB ve bu belgenin temelini oluşturan AB'nin ilerleme raporları ile Avrupa Parlamentosu kararları birlikte değerlendirildiğinde belgenin Yılmaz'ın gösterdiği gibi hiç de masum olmadığı ortaya çıkmaktadır. Mesela, ilerleme raporlarında eğitim talebinin açılımı yapılmakta ve hem temel, hem de yaygın eğitimden bahsedilmektedir. Belgede, bunun gibi Türkiye'yi rahatsız eden çok sayıda haksız unsur bulunmaktadır. Yılmaz'ın konuşmasının devamında Kürtçe yayın vardır:
"Şimdi kamuoyunda biraz da pompalanmak istenen bir tartışma var: Kürtçe yayın meselesiyle ilgili. Bazı basın organları öyle bir hava veriyorlar ki, sanki ben Kürtçe yayını savunuyorum, başka bir parti Kürtçe yayına karşı çıkıyor, başkası da bunu uzlaştırmaya çalışıyor filan... Bunların hiçbiri doğru değildir. 
Benim söylediğim hadise şudur: Belgede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının radyo televizyon yayınlarından yararlanmasında mevcut bazı yasakların kaldırılması istenmiştir. Şimdi, burada benim söylediğim husus da şudur... Ben bu konuda hiçbir yerde beyanat filan da vermedim, ben sadece bir televizyon kanalında, CNN Türk'te kısa bir söyleşiye çıktım, oradaki konuşmamdan atfen bunları çıkarıyorlar. Benim söylediğim hadise şudur: Özel radyo televizyon yayınları konusunda Türkiye bugün Avrupa Birliği standartlarının gerisinde değil, kat be kat ilerisindedir. Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde, bizdeki kadar özel radyo televizyon yoktur. Avrupa Birliği Komisyonunun bu belgesinde, bizden şu veya bu dilde bir özel radyo televizyon kurulmasını sağlamamız istenmemektedir. Böyle bir taahhüdümüz yoktur.
Bugün bazı Avrupa Birliği ülkelerinde, mesela Avusturya'da bir tane bile özel radyo televizyon yoktur. Dolayısıyla özel radyo televizyon olması, bir Avrupa Birliği kriteri değildir. Türkiye'nin böyle bir yükümlülüğü de yoktur. Bizden istenen şudur: Eğer bizim vatandaşlarımızdan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından bazıları ana dillerinde yayın ihtiyacı ile karşı karşıya ise, bu ihtiyacı devletin göz önünde tutması istenmektedir. Bunun yolu nedir, onu oturup karar vereceğiz. O konuda alınmış bir kararımız yoktur.
 Elbette ki, Türkiye'nin bölünmezliği esastır, elbette ki Türkiye'nin ülke ve milleti olarak bütünlüğü ilkesi korunacaktır; ama, bu çerçevede Türkiye bazı vatandaşlarının ana dilde yayın ihtiyacına cevap verecek bir mekanizmayı da getirmesi istenmektedir bu belgede ve ben diyorum ki: Biz bunu yapabiliriz. Nasıl yapacağımızı daha konuşmadık. Ama, biz bunun yapılmasından yanayız. Bunu yapmazsanız ne olur? Veya bunu yapmıyoruz da şu anda ne oluyor? Vatandaşlarımızın önemli bir bölümü, çanak antenlerle bölücü örgütün yayınlarını izliyorlar. Bunu biliyor muyuz, bunu kabul ediyor muyuz?.. Devlet olarak bu durumdan memnun isek böyle devam edelim. Eğer bundan memnun değil isek, o zaman bölücü olmayan, ayrılıkçı olmayan, ama yeterince belki Türkçe bilmediği için, o yayınları veya dünyadaki gelişmeleri izlemek ihtiyacında olan vatandaşlarımızın bu ihtiyacını biz karşılayalım. Bizim söylediğimiz budur."
Yılmaz, o zaman yayın konusunda bir taahhüdümüz olmadığını söylüyordu. Doğruydu. Ama 2002'ye gelindiğinde, altında kendisinin de imzası bulunan Ulusal Program'da da, hem yayın ve hem de eğitim konusunda herhangi bir taahhüdümüz olmadığı halde, "taahhüdümüz var" demiştir. Bu ya bilinçsizlik, ya da en hafif tabiriyle gerçekleri saptırmaktır. Kaldı ki, PKK ve AB'nin dillendirmesi dışında, vatandaşların böyle bir ihtiyacı olduğunu nasıl ve ne zaman belirlemiştir? Yapılan tüm anketler, bölge halkının öncelikli talebinin aş ve iş olduğunu, bu konuların en sonlarda yer aldığını göstermiştir. Mesela, Marmara Üniversitesi'nden Sosyolog Dr. Mustafa Aksoy tarafından 1997'de yapılan "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'nde Terörün Neden ve Sonuçları" konulu araştırmada, "Devletten Beklentiler" şöyle tespit edilmiştir: İş imkânı (yüzde 50.6), can güvenliği ve terörün durdurulması (yüzde 25.9), eğitim, sağlık, konut ve alt yapı isteği (yüzde 16.8), yerel dilde eğitim (yüzde 5) ve sosyal haklar (yüzde 1.7). Ayrıca sayıları az da olsa bu durumdaki vatandaşların Türkçe bilmemesi, o insanların değil, ülkeyi yönetenlerin sorunu ve sorumluluğudur. Bu talepleri savunanlar, birliği ve bütünlüğü sağlayacak yol yerine ayrışmayı getirecek keyfi ve sorumsuz bir tutum izlemektedirler. 
Bizden daha ilk etapta, dilde ayrışmayı isteyen AB, Merkezî ve Doğu Avrupa Ülkeleri için hazırladığı raporlarda ise tüm sosyal grupların topluma entegrasyonundan ve resmî dilin yaygınlaştırılmasından, bu amaçla da bu ülkelerin desteklenmesinden söz etmektedir. Yılmaz'ın konuşması şöyle devam etmiştir: 

"Türkiye açısından bence ülke bütünlüğünü tehdit oluşturacak, birliğimizi tehlikeye sokacak herhangi bir formüle müsaade etmemiz söz konusu değildir. Ama, bence asıl tehdit, bugünkü durumun devam etmesidir. Asıl ülke bütünlüğünü tehlikeye sokan, bölücü örgütün milyonlarca insanımızın evine televizyonla girip onların beynini yıkamasıdır. Bunu da maalesef, dünyada teknolojinin geliştiği ortamda artık yasaklarla, cezalarla önlemeniz mümkün değildir. Devlet olarak aklınızı kullanacaksınız, kendi birliğinizi, kendi değerlerinizi korumak için, o vatandaşlarınızı kendinize cezbedecek bir yayın politikanızı mutlaka hayata geçireceksiniz. Başka çaresi yoktur. Biz şimdi Avrupa Birliği ilişkilerimizde, böyle havuzun kenarına kadar gelip, havuza girmek yerine, ayağını havuza sokup havuzun suyunun sıcaklığını ölçen adamlara benziyoruz. Bundan sonra artık havuza girmemiz, sadece girmekle yetinmeyip yüzmemiz gerekiyor. Sadece yüzmekle de yetinmeyip, diğer yüzücülerle yarış etmemiz gerekiyor." 

Yılmaz, tetkik etmeden peşine düştüğü görüşleri kabul ettirebilmek için farkında olmadan adeta bölücü örgütün propagandasını yapmıştır. Örgütün tv yayınları ile milyonlarca insanımızın evine girdiğini ve beyinlerini yıkadığından bahsetmiştir. Önce buradaki yanlışları düzeltelim. Bölücü yayınların dili yüzde 80 oranında Türkçe'dir. Eğer siz beyin yıkanmasına karşı tedbirden bahsediyorsanız, önce bu yüzde 80'e, devletin tv'leri ile hitap etmesini bileceksiniz. Bunu yapmakta acz içindeyseniz, Kürtçe tv'den bahsetmeniz vahim bir aldatmacadır. Ayrıca yapılan incelemelere göre, bölgedeki çanak antenlerin çok büyük bölümü küçük çaplıdır ve bölücü örgütün yayınlarının takibine uygun değildir. Onun için Yılmaz'ın milyonlardan bahsetmesi konuya ne kadar uzak, ama baskılara boyun eğmede ne kadar teslimiyetçi olduğunu göstermektedir. 

Yılmaz, konuşmasını şöyle tamamlamıştır: 

"Avrupa Birliği konusunda Türkiye'de herkesin samimi olmadığını gayet iyi biliyorum. Bazı hususları abartmanın Türkiye açısından kolayca gerçekleşebilecek, aşılabilecek olan bazı konuları çok büyük pürüzler gibi toplumun önüne koymanın arkasında, aslında Avrupa Birliği düşüncesini hazmetmemenin, içine sindirmemenin yattığını gayet iyi görüyorum. Ama, bu konudaki en büyük güvencem, milletimizin büyük çoğunluğuyla, aslında pratik olarak kendisine getireceği yararları tam olarak bilmemesine rağmen, Avrupa Birliğine destek vermesidir. Milletimize şimdi bunu daha iyi anlatmak zorundayız. Yani, Avrupa Birliğine girmenin, Türkiye'de sadece ekonomik bakımdan değil, fakirliğin, yoksulluğun, sefaletin yenilmesi açısından değil, Türkiye'nin kalkınması açısından değil, aynı zamanda insanlarımızın hak ve özgürlüklerini tam olarak kullanabilmeleri açısından, devleti zaman zaman ele geçirmeye çalışan statükonun ortadan kaldırılması açısından, insanlarımızın daha onurlu bir hayat seviyesini yakalayabilmesi açısından gerekli olduğunu milletimize anlatmak gerekiyor. Bu memlekette zerre kadar yüreğinde Atatürk sevgisi taşıyan hiç kimse, Büyük Atatürk'ün milletimizin önünde açtığı Avrupa ufkunu karartmamalıdır." 

Yokluk ve yoksulluk milletimizin kaderi değildir, ortadan kaldırmak da iktidarların görevidir. Bunun ortadan kaldırılmamasından sorumlu olanlar, yıllarca iktidarda kalıp da görevini yerine getirmeyen ve bugün de en azından "malî yardımlar" konusunda Türkiye'yi aldatan ve aldatmaya devam eden AB'den medet umanlardır. Kaldı ki, bunların AB'den umutları da boşa çıkacaktır. Çünkü AB'nin fon kaynaklarının tükenmek üzere olduğu ve yardımların zamanla ortadan kaldırılacağı bilinmektedir. Yani Türkiye sanal adaylıktan, sanal üyeliğe geçse bile söylendiği gibi AB'den akacak ciddi bir kaynak bulunmamaktadır. Olsa bile bu, Karen Fogg'un ifadesiyle, "okyanusta bir damladır" ve "gerekli kaynağın, aslen o ülke tarafından sağlanması" gerekmektedir. Bunun yanı sıra hak ve özgürlükler de bir gelişmişlik meselesi olarak, güvenlikle birlikte ele alınarak, insanlarımıza en iyi şekilde sunulmalı, milletimizin ve devletimizin bir meselesi olarak görülmelidir. Bunu sağlamak isteyen ve hem de icra makamında olanların ellerini veya iradelerini bağlayan bir şey olduğunu sanmıyoruz. Atatürk'ün bu millete layık gördüğü, muasır medeniyet seviyesine ulaşmış ancak bağımsız, egemen ve üniter bir Türkiye Cumhuriyeti'dir. Yüreğinde gerçekten zerre kadar Atatürk sevgisi taşıyanların bu değerlerden, hem de kayıtsız-şartsız vazgeçmemeleri gerekmektedir. 

2002'nin Mesut Yılmaz'ı da apayrı bir profil çizmiştir. Bütün politikasını AB üzerine inşa eden Yılmaz, aynı zaman dilimi içindeki çelişkili açıklamaları ile toplumdaki kafa karışıklığını daha da arttırmıştır. Sık sık AB'yi öven, hatta "hatasız" ilan eden Yılmaz, bir başka konuşmasında, AB'nin kurumsal iradesinin Türkiye'yi istemediğini veya egoist olduğunu söyleyebilmiştir. Türkiye'yi istemeyen kurumsal iradenin, yapamayacağımız şeyler isteyerek, bizi AB'ye almamanın çabası içinde olduğunu, onların (yapamayacağımız dediği) isteklerini yaparak, bu oyunu bozmamız gerektiğini söyleyen de Yılmaz olmuştur. 2002'de takvim verilmemesi halinde, Türkiye'nin başına gelecekler konusunda felaket senaryoları çizmekten geri durmayan, bu uğurda Ulusal Program'da olmayan taahhütleri varmış gibi gösteren ve bu olmayan taahhütlerin yerine getirilmesini "ulusal onur" meselesi yapan Yılmaz, orduya çatmayı da ihmal etmemiştir. 
Kopenhag kriterlerinin ülkeyi bölüp bölmeyeceği endişelerinin doğru olup olmadığını zamanın göstereceğini ifade eden Yılmaz, bir anlamda Türkiye'yi deneme tahtası yerine koymuştur. Yılmaz, bir şey olmayacağını belirtirken de, "163. madde kalktı. O zaman da ülkeye şeriat gelir dendi. Ne oldu?" diye sorarken, 28 Şubat'ı ve o sayede iktidar olduğunu unutmuş gözüküyordu.
Yılmaz, AB'yi sadece terör listesindeki tutumu konusunda egoist ilan ederken, diğer bazı şeyleri unutuyordu. Yukarıdaki grup konuşmasında değindiği Kıbrıs ve malî yardımlarda bizi aldatmasını... Buna gasp edilen serbest dolaşım hakkını da ilave etmemiz gerekmektedir. Yılmaz, buna rağmen AB'yi savunup, listeye almadıkları PKK ve DHKP/C'nin kendilerine zarar verip vermeyeceğini araştırdıklarını söyleyebiliyordu. PKK'nın AB ülkelerinin istediği doğrultuda yapısını değiştirip, siyasallaşma stratejisi çerçevesinde, terör örgütü görüntüsünden çıkma planını hatırlamayan Yılmaz, AB'nin, bu listeleri belirlerken kendi ülkelerinde eylem yapan örgütlere öncelik verdiğini kaydediyor, ancak nedense Avrupa'da hiçbir eylemi olmayan Hizbullah veya Hamas gibi örgütleri neden listeye aldığını ise sormayı akıl edemiyordu. AB gibi hayatî, Türkiye için adeta "varlığını koruma" mücadelesine dönen bu konuda ANAP Genel Başkanı, sadece kendi varlığı için çırpınan ancak labirentlerde yolunu kaybeden bir insan görüntüsü çizmektedir.

ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın, adeta AB kampanyası başlattığı günlerde daha da yoğunlaşan çelişkili tutum ve açıklamalarını soru önergeleri veya basın açıklamaları ile sıklıkla gündeme taşımaya çalıştım. Yılmaz'ın, bu çelişkilerini, soru önergelerimize verdiği cevaplara da yansıttığı görülmüştür. Kamuoyuna AB'nin bizden Kürtçe eğitim talebi olmadığını söyleyen Yılmaz, cevabında bu talebi doğrulamıştır. Yılmaz, "Bu hakları vermemiz AB sürecimizi hızlandıracağı gibi terörizmle mücadelede AB ülkeleri ile işbirliği yapmamızı kolaylaştırabilecektir." şeklinde bir ifade kullanmıştır ki, bu bir pazarlığı çağrıştırmaktadır. Kamuoyu önünde dillendirdiği ve "taahhüt" diye sunduğu birçok hususun gerçekte Ulusal Programda olmadığı tesbitimizi de, programların yenilenebileceğini söyleyerek, dolaylı bir şekilde teyid etmiştir. 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 6


AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 6


Helsinki'den Sonra Hangi Gelişmeler Oldu? 

Helsinki kararından sonra 2000 yılında Türkiye ile tarama sürecine geçilmesi gerekiyordu. Bu amaçla 11 Nisan 2000'de Türkiye-AB Ortaklık Konseyi toplandı. Toplantıda 31 başlıktan oluşan AB mevzuatının analitik incelemesi için 8 alt komisyon oluşturulması kararlaştırıldı. Tarama sürecinin Mayıs-Haziran döneminde başlatılması beklendi. Ancak bu süreç hiç başlamadı; onun yerine, terminolojide yeri olmayan yeni bir ifadeyle, derinleştirilmiş analitik inceleme gibi muğlak bir ifade bulundu. 
Helsinki'den sonra özellikle güneydoğu konusunda açık talep ve müdahaleler yoğunlaştı. Dışişleri Bakanı İsmail Cem bile "Bunlar kendilerini sömürge valileri sanıyorlar." demek zorunda kaldı. Cem, 2002 yılına geldiğimizde aynı ifadeyi, bir kez daha kullanacaktı. Bu aslında, ilişkilerin yerinde saydığının, AB'nin Türkiye'ye karşı tutum ve niyetlerinde en ufak bir değişiklik görülmediğinin de itirafı olacaktı.
Bu arada Fransa ve İtalya'nın ardından, AB Parlamentosu da sözde Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etti. Böylece Kürt meselesi, Kıbrıs ve Ege'den sonra "Ermeni" meselesi de sıradaki yerini almış oldu. 


Katılım Ortaklığı Belgesi İle Türkiye'den Neler İstendi? 

Türkiye'ye bundan sonra neleri yapması gerektiğini anlatan Katılım Ortaklığı Belgesi 8 Kasım 2000 tarihinde verildi. KOB'da, "Öncelikler ve Orta Vadeli Hedefler" başlığı altında şu değerlendirme yapıldı: 
"AB Komisyonu, İlerleme Raporlarında, aday devletlerin üyelik hazırlıklarında bazı alanlarda geliştirilmesi ve devam etmesi gereken çabaların altını çizer. Bu durum öncelikler kapsamında ara aşamaların tanımının yapılmasını ve her tanımın ilgili devletlerin işbirliğiyle belirlenecek kesin amaçlarla tamamlanmasını gerektirir. Bunun başarıya ulaşması verilecek yardımın derecesini, bazı ülkelerle devam eden müzakerelerde kaydedilen gelişmeyi ve diğer ülkelerle yeni müzakerelerin açılmasını belirler. Katılım Ortaklığının öncelikleri kısa ve orta vade olarak iki gruba bölünmüştür. Kısa vadede sıralananlar, Türkiye'nin 2001 yılına kadar tamamlaması veya somut olarak ileriye götürecek adımları atması beklentisi esas alınarak seçilmiştir. Orta vadede sıralananlar ise, tamamlanması bir yıldan fazla sürmesi mümkün, ancak imkânlar ölçüsünde çalışmaları 2001 yılı içinde başlatılması beklenenlerdir.
Katılım Ortaklığı, Türkiye'nin üyelik hazırlıkları için gerekli öncelik alanlarını belirlemektedir. Buna göre, "Türkiye her halükârda İlerleme Raporunda yer alan tüm konulara eğilmek durumunda olacaktır. Türkiye'nin, Ortaklık Anlaşması, Gümrük Birliği ve örneğin, tarım ürünlerine ilişkin ticaret rejimi gibi AT-Türkiye Ortaklık Konseyi kararları çerçevesinde mevzuatın uyumu ve uygulamasına ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmesi de önem taşımaktadır. AB mevzuatının yasalara meczinin tek başına yeterli olmadığı, ayrıca Avrupa Birliği'nin uyguladığı standartlarda uygulanmasının güvence altına alınmasının gerekli olduğu da hatırda tutulmalıdır. Aşağıda sıralanan tüm alanlarda mevzuatın güvenilir ve etkin uygulaması gerekmektedir." 

KOB ile Türkiye için belirlenen kısa ve orta vadeli öncelikler ve ana hedefler şöyle olmuştur: 

Kısa Vade (2001): Güçlendirilmiş Siyasal Diyalog ve Siyasî Ölçütler 
Helsinki sonuçlar bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, Helsinki sonuçlar bildirgesinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik çabalarını güçlü bir biçimde desteklemek. 
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesi doğrultusunda, ifade özgürlüğü hakkı için yasal ve anayasal güvenceleri güçlendirmek. Bu bağlamda şiddet içermeyen görüşlerini açıklamaktan hapis cezası verilen kişilerin durumuna işaret etmek.
Dernek kurma özgürlüğü ve barışçıl toplantı hakkı ve sivil toplumun gelişmesini cesaretlendirmek için yasal ve anayasal güvenceleri güçlendirmek. 
İşkence uygulamalarına karşı mücadeleyi pekiştirmek için yasal hükümleri güçlendirmek ve bu yönde gereken bütün tedbirleri almak ve Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesine uyumu sağlamak. 
Mahkeme öncesi gözaltı ile ilgili yasal uygulamaları (prosedürleri), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ve İşkenceyi Önleme Komitesi tavsiyeleri doğrultusunda daha fazla uyumlulaştırmak. 
Her türlü insan hakları ihlaline karşı hukukî yeniden yargılama olanaklarının güçlendirilmesi.
Diğer ülkeler ve uluslararası örgütlerle işbirliği içinde kanun uygulayıcı yetkililerin insan hakları konusunda yoğun olarak eğitimi. 
Yargının - Devlet Güvenlik Mahkemeleri de dahil olmak üzere - işleyiş ve etkinliğini uluslararası standartlara uygun olarak iyileştirmek. Özellikle, hakim ve savcıların Avrupa Birliği mevzuatı - insan hakları alanı dahil olmak üzere - eğitimlerini güçlendirmek. 

Ölüm cezası ile ilgili fiilî moratoryumun devam etmesi. 
Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması. 
Bütün vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel olanaklarını artırıcı bir bakış açısıyla, bölgesel dengesizliklerin azaltılmasına yönelik, ve özellikle Güneydoğudaki durumun iyileştirilmesi için kapsamlı bir yaklaşım geliştirmek. 


Orta Vadeli Öncelikler

Helsinki sonuçlar bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların Birleşmiş Milletler Anayasası'na uygun şekilde barışçı yollardan çözülmesi ilkesi kapsamında, Helsinki sonuçlar bildirgesinin 4. maddesinde atıf yapıldığı gibi, devam eden sınır anlaşmazlıklarını ve diğer ilgili konuları çözmek için her çabayı sarf etmek. 
Hiçbir ayırıma tabi tutulmaksızın ve dil, ırk, renk, cinsiyet, politik düşünce, felsefî inanç veya dinlerine bakılmaksızın tüm bireylerin bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlanmalarının güvence altına alınması. Düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinden yararlanma koşullarının daha da geliştirilmesi. 
Türk Anayasasının ve diğer ilgili mevzuatın, bütün Türk vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini Avrupa İnsan Haklarının Korunması Sözleşmesinde belirtildiği gibi güvence altına alan bir bakış açısıyla, tekrar gözden geçirilmesi ve bu tür yasal reformların uygulanmasının ve Avrupa Birliği Üye Devletlerinin uygulamalarıyla uyumun sağlanması. 
Ölüm cezasının kaldırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 6 No'lu Protokolü'nün imzalanması ve onaylanması. 
Uluslararası Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi ve tercihli Protokolü'nün, ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin onaylanması. 
Cezaevlerindeki gözaltı koşullarının Birleşmiş Milletler Hükümlü ve Tutukluların Muamelesinde Gözetilecek Standard Asgarî Kurallar ve diğer uluslararası normlara uygun hale gelecek şekilde düzeltilmesi.
Millî Güvenlik Kurulunun hükümete bir danışma organı niteliğindeki Anayasal rolünün Avrupa Birliği üye ülkelerinin uygulamalarına uyumlulaştırılması. 
Güneydoğu'da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal'in kaldırılması. 
Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılması. 

Türkiye, Bu Talepleri Ulusal Programı İle Nasıl Cevaplandırdı?

AB'nin KOB'una Türkiye 19 Mart 2001 tarihinde bir Ulusal Programla cevap verdi. Programda, siyasî talepler ile ilgili yapabileceklerimiz şöyle sıralandı: 
Kıbrıs: Türkiye Kıbrıs'ta tarafların egemen eşitliğine ve ada gerçeklerine dayalı karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüm kapsamında, yeni bir ortaklık kurulması için BM Genel Sekreterinin iyi niyet misyonu çerçevesindeki çabalarına destek vermeye devam edecektir.
Düşünce ve İfade Özgürlüğü (Kısa Vadede): Anayasa'nın temel hak ve hürriyetlerle ilgili bölümlerinin başta düşünceyi açıklama ve yayma, bilim ve sanat ile basın özgürlükleriyle ilgili hükümler olmak üzere gözden geçirilmesi, 
TCK'nın 312. maddesinin koruduğu değerler zedelenmeden gözden geçirilmesi, 
Terörle Mücadele kanununun 7. ve 8. maddelerinin gözden geçirilmesi, 
RTÜK kanunun gözden geçirilmesi, 
Basın suçlarının kapsamı ve öngörülen cezalarla ilgili olarak basın kanununun gözden geçirilmesi planlanmaktadır. 

(Orta vadede) 

Siyasî Partiler Kanunu'nun, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ve Tüzüğü ile Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu ve Yönetmeliği, Sahil Güvenlik Komutanlığı Kanunu ve Tüzüğünün, 3257 sayılı Sinema Video ve Müzik Eserleri Kanunu ile ilgili diğer mevzuatın gözden geçirilmesi, Yeni TCK'nın yasalaşması. 
Ölüm Cezalarının Kaldırılması: Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre kesinleşmiş idam cezalarının yerine getirilmesi kararı münhasıran TBMM'nin yetkisindedir. Hükümet, TBMM'nin 1984 yılından bu yana yaşam hakkının özüne dokunulmaması yönünde benimsediği uygulamaya saygılıdır. Türk ceza hukukundan ölüm cezasının kaldırılması hususu şekil ve kapsam itibariyle TBMM tarafından orta vadede ele alınacaktır. 
Kültürel Yaşam ve Bireysel Özgürlükler: Türkiye Cumhuriyetinin resmi ve eğitim dili Türkçe'dir. Ancak bu vatandaşların günlük yaşamlarında farklı dil, lehçe ve ağızların serbest kullanılmasına engel teşkil etmez. Bu serbestlik ayrılıkçı veya bölücü amaçlarla kullanılamaz.
Dinî Azınlıklar: Ülkemizde yaşayan ve Türk vatandaşı olmayan gayrımüslim kişilerin de mensup oldukları dinin vecibelerini yerine getirmelerinde ve kendileriyle ilgili diğer uygulamalarda gerekli pratik kolaylıkların kamu düzeninin korunmasına ilişkin mevzuatımız çerçevesinde geliştirilmesini sağlayacak tedbirlerin alınması (orta vadede). 

Ancak AB, Ulusal Programımızı beğenmedi ve bunu da 2001 İlerleme Raporu'nda şöyle ifade etti: 

"Ulusal program, kültürel haklara ilişkin öncelikler gibi KOB'da yer alan bir takım önceliklerin nasıl ele alınacağı konusunda yeterince açık değildir. KOB'da kökenleri ne olursa olsun bütün yurttaşlar için kültürel hakların garanti edilmesine dair öncelik ile ilgili olarak, UP bir hayli geri bir noktadadır. Ayrıca Türk yurttaşlarınca tv/radyo yayınlarında anadillerinin kullanılmasını yasaklayan bütün hükümlerin kaldırılmasına ilişkin öncelik UP'a dahil edilmelidir. Ölüm cezası hükümlerinin kaldırılmasına ilişkin öncelik UP'a dahil edilmelidir. Ölüm cezası konusunda AİHS'nin 6 nolu protokolünü imzalamaya yönelik bir taahhüt ulusal programda eksiktir. Söz konusu belge özellikle Lozan Antlaşması'nın kapsamına girmeyen azınlık dinleri (Müslüman ve gayrı müslim topluluklar) bakımından Türkiye'nin din özgürlüğünü ne şekilde garanti etmeyi öngördüğünü belirtmelidir." 

Başbakan Ecevit ve Yardımcısı Yılmaz ile diğer AB taraftarları, ısrarla Türkiye'nin Ulusal Program'da verdiği taahhütleri yerine getirmesinden bahsetmektedirler. Oysa AB, istedikleri hususların Ulusal Program'da bulunmadığı tesbitini yaparak, bunların programa konmasını istemekte ve böylece, kendi açısından daha açık ve dürüst davranmaktadır. Ulusal Program'da yer almayan hususları ve sözleri varmış gibi göstererek, kamuoyunu yanıltanlara, altına imza koydukları Ulusal Program'la ilgili olarak, eğer bilgisizlikleri sözkonusu değilse, bu tutumlarının sebebinin sorulması gerekmektedir. 

KOB'da Kıbrıs'ın "Ön Şart" Olmasına  ve Diğer Taleplere Ecevit ve Yılmaz Nasıl Tepki Gösterdiler? 

Başbakan Ecevit başta olmak üzere ilk etapta KOB'a olumlu tepkiler geldi. Kısa bir süre sonra ise tam bir curcuna yaşandı, hükümet ortakları ve bakanlar çelişkili açıklamalar yaptılar. Ecevit, "AB bizi aldatmıştır" derken, ortağı Mesut Yılmaz, "istenenlerin atla deve olmadığını" söyledi. Dışişleri Bakanı Cem ise hem Başbakan Ecevit'le, hem de Bakanlığı ile ters düştü. Başbakan Ecevit, 22 Kasım 2000 tarihinde partisinin Meclis Grup toplantısında, şu değerlendirmeyi yaptı: 
"Türk ulusunun siyaset anlayışı dürüstlük üzerine kuruludur. O nedenle bana göre, uluslararası ilişkilerde güvenilirlik ölçütü Kopenhag ölçütünden çok daha değerlidir. Avrupa Komisyonu'nun 8 Kasım günü Türkiye için açıkladığı Katılım Ortaklığı Belgesi bu açından bende derin hayal kırıklığı yaratmıştır. Çünkü bu belge ile, Avrupa Birliği, 10 Aralık 1999 günü Helsinki Doruğu'nda Türkiye'yi üye adaylığına kabul ederken, Kıbrıs ve Ege konularında bize vermiş olduğu sözü çiğnemiştir. Yani bizi aldatmıştır. Üstelik her iki konu Türkiye için yaşamsal önem taşımaktadır. Her iki konuda da asla veremeyeceğimiz ödünler vardır. Bu iki konudaki duyarlılığımız bütün Avrupa Birliği üyesi ülkelerce bilinmektedir. 
18 Kasım günü yaptığım açıklamada da belirttiğim gibi, Avrupa Birliği Komisyonu veya Konseyi bizim bu duyarlılığımızı gereğince değerlendirmezse, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemiz kaçınılmaz olacaktır. 

Önümüzdeki günlerde yeniden toplanacak olan bu kurulun, Kıbrıs ve Ege konularında Türkiye'nin beklentilerine uygun bir sonuca varacağını umarım. Böyle bir sonuca varılmazsa, Türkiye'nin tepkisi herhalde sözde kalmayacaktır.
Ancak şunu da belirtmeliyim ki; Türkiye kendiliğinden üye adaylığını askıya alacak veya üyelik amacından vazgeçecek değildir. Bunu temenni edenler varsa boşuna hayal kurmasınlar. Avrupa yalnızca Avrupa Birliği üyelerinin ülkesi değildir. Avrupalılık da, Avrupa Birliği üyelerinin tekelinde değildir. Türkler yaklaşık 600 yıldır Avrupalıdırlar. Türkiye 1949'dan beri Avrupa Konseyi'nde üyedir. 1952'den beri NATO üyesidir. 1963'den beri Avrupa Birliği'nde ortak üyedir. 1995'den beri Batı Avrupa Birliği'nde ortak üyedir. 6 Mart 1995'den beri Avrupa Birliği'yle Gümrük Birliği ilişkisi içindedir. 10 Aralık 1999'dan beri de Avrupa Birliği'nde üye adaydır. Türkiye Avrupa Birliği'yle böylesine çok yönlü ve çok boyutlu ilişkiler içindeyken, hiçbir güç onu Avrupa'dan veya Avrupalılıktan koparıp soyutlayamaz. 

Eğer Avrupa Birliği Kıbrıs'ta uzlaşı istiyorsa, bunun yolu Kıbrıslı Türkleri baskı altına alıp, Rum egemenliğine sürüklemek olamaz. Bunun yolu Kıbrıs'ta iki ayrı bağımsız devlet bulunduğu gerçeğini içlere sindirmektir.
Eğer Avrupa Birliği Ege sorununun hakça bir çözüme ulaşmasını istiyorsa, onun da yolu, Yunanistan'ın kaprislerine boyun eğmek değil, onu Türkiye ile uygarca bir diyaloğa yöneltmektir." 

Başbakan Ecevit, o günlerde, siyasetin ölçüsünü dürüstlük olarak belirleyip, "güvenilirliği" Kopenhag kriterlerinin üzerinde görüyor ve AB'ye güvenmediğini ima ediyordu. Ancak bugün Kopenhag kriterleri, tüm değerlerin üzerine çıkartılmıştır. 
Ecevit, ayrıca AB'nin Helsinki Zirvesi'ndeki sözünü çiğnediğini hatırlatmaktadır. Evet, AB bir kez daha sözünü çiğnemişti ama devlet işlerinin yazılı belgeler yerine, sözler veya hukukî bağlayıcılığı olmayan mektuplarla yürütülmesi halinde bu tür aldatmalarla özellikle AB ile ilişkilerde her zaman karşılaşabileceğimizi bilmemiz gerekmektedir. Hatırlanacağı gibi Türkiye, Helsinki Zirvesi'ne, tüm ısrarlarıma rağmen bizden istenenlerden ne anladığını yazılı bir belge ile bildirmemiş, Lipponen ve İngiltere Dışişleri Bakanının birer mektup ile verdikleri sözle yetinmiştir. 

Ecevit'in, AB'nin Türkiye'nin beklentilerine uygun bir karara varmaması halinde tepkimizin sözde kalmayacağına ilişkin ifadesi ise doğru ama sözde kalan bir tepki olmuştur. Zira Ecevit, bir yandan adaylığımızı gözden geçireceğimizi söylerken, öte yandan Türkiye'nin AB üyeliği amacından vazgeçmeyeceğini hatırlatmıştır. Çelişki gibi değerlendirilebilecek bu ifadeler gerçekte Ecevit'in, çoğu zaman gördüğümüz tutumuna uygundur. Şöyle ki, "aldatıldığımızı" söyleyerek, bir yandan Türkiye'de AB'ye tepkili olanlara selam verirken, öte yandan AB'den kopacağımız endişesi duyabilecek olanlara da AB'ye bağlılık mesajları göndermiştir. Ecevit, böylece bir taşla iki kuş vurmuştur ama kaybeden tek taraf olmuştur, o da "aldatıldığı" bizzat Başbakan tarafından söylenen Türkiye'dir. Maalesef burada bazı siyasetçilerimizin devlet idaresi anlayışına somut bir örnek sergilenmiştir. Ayrıca, AB, Kıbrıs ve Ege konularında bilinen politikasını sürdürmüş, Türkiye'nin tepkisi de sözde kalmıştır.
Ecevit'in Kıbrıs konusundaki "Bizi aldattılar" sözlerine, AP-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit cevap verdi. Kıbrıs'la ilgili tepkileri abartılı bulan Bendit, "Hiçbir ülke bir üye ülkeyle sınır sorunlarını çözmeden AB'ye giremez." dedi ve Ecevit'in yaklaşımının hatalı olduğunu söyledi. Bendit'in ifadesinden de görüleceği gibi AB için, hak veya hukukun değil, üyesi ülkenin önceliği önemlidir. Bendit, sınır ihtilaflarının, Türkiye'nin AB üyeliği için kriter ama nedense Kıbrıs Rum kesiminin üyeliği için kriter olmadığını bir kez daha teyid ediyordu. 

Ecevit, konuşmasının bundan sonraki bölümünde, AB'nin " Sanal Azınlıklar" yaratma çabalarına "saçmalık" diye tepki göstermiştir:

"Avrupa Türk ulusunu, kandırmacalarla, baskılarla, dayatmalarla, etnik lobilere veya bölücü akımlara destek olmakla kendi güdümüne alamaz veya yıldıramaz. Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye konusunda cahilce laflar ediliyor. Kıbrıs'ta barışın güvencesi olan Türk Ordusu "İşgalci" diye suçlamaya kalkışılıyor. Türkle Kürdün ayrılmaz bir bütün olduğunu kavrayamadıkları için, kimi Avrupa Parlamentosu sözcüleri, Türkiye bağlamında, Korsika ve Bask benzetmeleri yapmaya kalkışıyorlar. Çoğunluğun ayrılmaz bir öğesi olan yurttaşlarımızı "Azınlık" gibi göstermeye uğraşıyorlar. Türk ulusunun bu tür hezeyanlara karnı tok, kulakları tıkalıdır. Türk'ün Avrupalılığında da böyle saçmalıkların yeri yoktur." 
Sadece kendi toplumunun tepkilerini yatıştırmaya yönelik bu demeci sonrasında Kıbrıs ve Ege konuları AB'nin planladığı şekilde ilerlerken, Ecevit 2 yıl sonra AB'nin "kimi yurttaşlarımızı azınlık" gibi gösterme politikasına da uyum sağladı. 2000 yılında bu konudaki talepleri "saçmalık" olarak nitelendiren Ecevit, 2002 yılının başlarına gelindiğinde kendisiyle çelişmesi pahasına Kürtçe eğitimi olmasa da, Kürtçe yayını kabul etti. Eğitim talebi konusunda,"Bunu kabul edemeyiz. Olacak şey değil. Bu, ucu bazı Avrupa ülkelerine kadar giden çevrelerin Türkiye'yi bölmek için çocukları, gençleri kullanarak yapmaya çalıştıkları bir tertip. Bölücü akımı açıktan ifade edemiyorlar, yavaş yavaş o yolda adımlar atıyorlar." 

tesbitinde bulunan Ecevit, nedense eğitimin bir adım öncesi olan yayın isteklerini bu çabalardan ayrı tuttu. Oysa ki, eğitim belli alanda, sınırlı sayıda insanla yapılan bir çalışmadır. Tv ve radyo yayını ise Ecevit'in ifadesiyle, "istesek de istemesek de her yere erişmektedir". Bu sebeple de dolaylı eğitim araçlarından birisidir ve ülke genelini kapsar. O zaman mesele hükümet ortağı ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın savunduğu "dershanede öğretimin" çok ötesine götürülerek, tüm ülke bir anlamda dershane haline getirilmiş olmayacak mıydı? Bazı şeylerin millete hazmettirile hazmettirile yapıldığı ortadadır.

Başbakan Ecevit, KOB'la ilgili değerlendirmesinde azınlık yaratma çabalarına tepki gösterirken, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, liderinin bu konuşmasından sadece 21 gün sonra "Türkiye'de yaşayan herkesin kendi ana dillerinde TV yayını yapma özgürlüğüne sahip olması" gerektiği bombasını patlatıyordu. Basına, "Kürtçe TV sürprizi" başlığı ile yansıyan bu açıklamasında Cem, "AB gelip de Türkiye'ye `gelin bir azınlık tanımı yapın. Bu azınlığa belli bir isim verin' demiyor zaten. Peki azınlık yok diye biz insanlarımızın kendi ana dilinde TV yayını yapma isteği varsa, özlemi varsa buna mani mi olacağız?" diyordu. Önümüzdeki en büyük engelin insan hakları ve ekonomi değil mevzuat olacağını savunan Cem, "Özgün kimliği, güçlü birikimi, tarihî ve potansiyeli ile Ankara uysal, kendini beğendirmeye çalışan talebe gibi davranmayacak." diye de iddialı konuşuyordu. Cem'in bu "sürprizine" ilk destek, Türkiye'ye geldiğinde yetkililerle değil, HADEP'li belediye başkanları ve İnsan Hakları Derneği ile görüşen, açıklamaları ile adeta diplomatik skandallar yaratan İsveç'in Dışişleri Bakanı Anna Lindth'den geldi. Lindth, "İsmail Cem'in Kürtçe tv konusundaki açıklamasını, bütün AB üyeleri olarak çok olumlu karşıladık. Ama somut adım bekliyoruz. Zaten, Avrupalı meslektaşları olarak İsmail Cem'i çok takdir ediyoruz." dedi. 
Dışişleri Bakanımızın, Kürtçe TV ihtiyacına ilişkin sözleri ANAP Genel Başkanı Yılmaz'ın gerekçeleriyle örtüşmüştür. Böyle bir ihtiyacı kim, ne zaman ve nasıl tesbit ettiyse, ısrarla, "Bu insanlarımızın kendi ana dilinde TV yayını yapma isteğinden" bahsedilmektedir. Cem, AB ile ilişkilerimizde önümüzdeki en büyük engelin insan hakları ve ekonomi değil, mevzuat olacağını iddia ederken de oldukça öngörüsüz davranmıştır. Doğrudur, gerçek bir ilişkide temel engellerden birisi mevzuattır. Ama AB-Türkiye ilişkileri "sanal" bir çerçeveye oturtulduğu için Cem'in aksini savunmasına rağmen sadece 1 yıl sonra "insan hakları" kapsamında, Kürtçe TV, eğitim ve idam önümüze "olmazsa olmaz şartlar" olarak konulmuştur. 


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 5



AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 5



Adaylığımızın İlan Edildiği Helsinki Zirvesi'nden (10 Aralık 1999)

 Önce Neler Oldu? 
Önümüze Nasıl Bir Liste Konuldu?

   Romano Prodi Başkanlığındaki yeni Avrupa Birliği Komisyonu, Parlamentonun 15 Eylül 1999 tarihli oturumunda yapılan onaylamadan sonra göreve başladı. Daha önce görevi sürdüren Jacques Santer Başkanlığındaki Komisyon, yolsuzluk, kayırma ve kötü yönetim suçlamaları nedeniyle 16 Mart 1999'da toplu halde istifa etmişti. Hazırlanan raporda, özellikle bazı Komiserlerin sorumluluğundaki Topluluk Fonlarının yönetiminde yolsuzluk yapıldığı ve personel alımında yakınlarına ayrıcalık tanındığı suçlamalarına yer verilmişti. (Demek ki AB'de de yolsuzluk yapılıyormuş!)

Yeni Komisyon'un çalışma programı ve önceliklerinin ne olacağı konusunda, Romano Prodi'nin Avrupa Parlamentosu'nda yaptığı konuşma, bazı ipuçları vermiştir. Konuşmasında, AB'nin geleceğinin üç temel noktada kaydedilecek gelişmelere göre şekilleneceğini vurgulayan Prodi, bu üç temel konunun "genişleme, kurumsal reform ve ekonomik-sosyal sorunlarla mücadele olduğunu" söylemiştir. 

Prodi'nin, genişleme konusunda ileri sürdüğü en dikkat çekici görüş, AB'nin katılım müzakerelerini sürdürdüğü ve AB üyeliğine hazırlık açısından en ileri düzeyde olan adaylar için Aralık ayında gerçekleştirilecek Helsinki Zirvesi'nde geçiş süreleri uzun olsa dahi, kesin bir üyelik tarihi tesbit edilmesidir. Bu görüş, ülkelerin ilelebet aday bırakılmaması anlamına gelmektedir ki, 43 yıldır bu durumda olan Türkiye için çok önemlidir. Prodi'nin bu tezinin resmîleştiği gün, AB'nin, Türkiye ile işinin bittiği gün olacaktır ve "Şartları yerine getiremiyorsunuz. Adaylığınız iptal edilmiştir." deneceğini şimdiden söyleyebiliriz. 

Prodi, üyeliğe hazırlık çalışmalarında daha az ilerleme kaydeden, bu nedenle daha uzun vadeli bir üyelik perspektifi olan aday ülkelerle (tarif Türkiye'ye uyuyor) ise tam üyelik öncesinde Ekonomik ve Parasal Birlik ile savunma politikaları da dahil olmak üzere AB politikalarına mümkün olan en ileri düzeyde katılım ve AB kurumlarıyla istişare mekanizmalarını da içeren yeni ilişkiler kurulmasını teklif etmiştir. Türkiye'nin bugüne kadar hep "yeni ilişkiler düzeni" adı altında yolunun uzatıldığı dikkate alındığında, Prodi'nin "yeni ilişkiler düzeninden" herhangi bir ülkenin, AB üyeliği dışında ama kontrol altında tutularak, çeşitli külfetlere ortak edilmesini anlayabiliriz. Nitekim Türkiye'ye uygulanagelen politika bu olmuştur, Prodi sadece bunun daha da geliştirileceğinin işaretlerini vermiştir. AB'ye üye olmak isteyen Balkan ülkeleri konusunda ise Prodi, bu ülkelerin kendi aralarındaki sorunları çözmeden AB'ye üye olmalarının mümkün olmadığını vurgulayarak, AB üyeliğinin ön şartlarından birinin iyi komşuluk ilişkileri olduğunu hatırlatmıştır. Balkan ülkeleri için gündeme getirilse de bu yaklaşım Türkiye açısından da önemlidir. Yunanistan'la sorunları her fırsatta gündeme getiren AB'nin, sonunda Türkiye'ye "iyi komşuluk" şartını dayatması sürpriz olmayacaktır.

Prodi'nin açıklamaları ile AB Komisyonu'nun Ekim 1999'da yayınlanan genişleme ilgili raporunu birlikte değerlendiren uzmanlar, yeni genişleme politikasının satır aralarında özellikle ileride Türkiye açısından sözkonusu olacak kritik başka hükümlerin de yer aldığı sonucuna vardılar. (Avrupa Çıkmazı- Erol Manisalı) Bu değerlendirme sonuçları şöyledir:

- AB artık aday ülkeleri tek tek ve o ülkenin özelliklerine göre değerlendirecektir,

- Tam üyelik görüşmeleri başlayıncaya kadar AB malî katkıda bulunmayacak, herhangi bir malî yükümlülük altına girmeyecektir,

- Aday ülke, AB'nin istediği bütün hususları yerine getirmiş bile olsa üyeliğe alınması AB içinde sorun yaratıyorsa alınmayacaktır.

AB'nin kayıtları incelendiğinde, aslında genişleme ile ilgili tartışmaların başladığı günden itibaren, aday ülkelerin tüm kriterleri yerine getirseler bile üyeliğe alınmayacağına ilişkin ifadelere kademe kademe yer verildiği görülecektir. Örneğin, 1987 yılında yaptığımız tam üyelik başvurusu üzerine hazırlanan, komisyon "Görüş"ünde Türkiye'nin, AB'nin dengesini bozacağı imasında bulunulmuştur. AB'nin birtakım kavramların hukuken ne anlama geldiğini açıklayan 19 Mayıs 1998 tarihli "özet" raporlarında da, Birliğin, yeni üyelerin başvurusunu, müzakereler başlamış veya sonuçlanmış bile olsa kabul veya reddetmede özgür olduğu belirtilmiştir. AB, benzer özgürlüğü başvuruda bulunan ülkeye de tanımıştır ancak bu özgürlüğü taraflardan hangisinin daha çok ve daha kolay kullanabileceği tartışılmayacak kadar açıktır.

AB Komisyonu'nun, sözkonusu genişleme raporunda, Aralık ayında yapılacak Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığının resmen tanınması önerisinin yanında bir de kötü haberi vardı. "Türkiye, Kopenhag'ın siyasî kriterlerine uyuncaya kadar tam üyelik müzakerelerine başlatılmayacaktı." Böylece, Lüksemburg Zirvesi'nden itibaren altyapısı hazırlanan ve sadece Türkiye için düşünüldüğü görülen bu karar resmîleştirilmiş oldu.

Daha önceki değerlendirmelerde de ifade ettiğimiz gibi, Lüksemburg'ta reddettiğimiz şartların tamamı daha da ağırlaştırılarak, Helsinki'de yeniden önümüze konuldu. AB Komisyonu'nun raporuna göre, müzakereler başlayıncaya kadar, Türkiye'nin tam üyeliğe hazırlanması için bazı önlemler alınması gerekiyordu. Komisyonun bu süreçle ilgili teklifleri arasında, insan hakları adı altında sanal azınlıklar yaratma planlarının yanı sıra, Kıbrıs ve Ege konularında "siyasî diyaloğun yoğunlaştırılması" gibi muğlak ifadeler, tam üyeliğe hazırlık kapsamında AB'nin tüm malî yardımlarının bir çerçevede koordine edilmesi, Türkiye'ye, AB programlarına tam katılım olanağı verilmesi, bir izleme mekanizması oluşturulması ve Türkiye'deki yasaların ve uygulamaların AB'ye uyumlu hale getirilmesi gibi konular yer alıyordu.

Raporun sonuç bölümünde, Türkiye'de insan haklarında hâlâ bazı ciddi eksiklikler bulunduğu, sistematik olmasa da işkence olaylarının görüldüğü ve MGK'nın, siyasî hayatta önemli bir rol oynamayı sürdürdüğü belirtiliyordu. Komisyon, son olarak, "terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan'ın idam cezasının infaz edilmeyeceğini umduğunu" da kaydediyordu. 

Helsinki Zirvesi'nde, AB Komisyonu'nun raporu uyarınca Türkiye aday ülke olarak kabul ve ilan edildi. Helsinki kararlarına göre, Türkiye diğer aday ülkeler gibi Katılım Öncesi stratejisinden yararlanacak, topluluk programları ve ajansları ile aday ülkelerle birlik arasında katılım sürecinde yapılan toplantılara katılma imkânına sahip olacaktı. Yani tüm adaylar gibi üyelik sürecine eşit bir temelde katılmamız öngörülüyordu. Bu bir anlamda bugüne kadar eşit muamele görmediğimizin de ilanıydı. Ancak hemen arkasından Kıbrıs ve Ege ve şartları sıralandı. 

Helsinki'den, Türkiye'ye verilen mesajların özeti şöyleydi:

Kıbrısla İlgili Olarak: Avrupa Birliği Konseyi, 3 Aralık tarihinde New York'ta Kıbrıs meselesinin kapsamlı bir çözümüne yönelik olarak başlatılan görüşmeleri memnuniyetle karşılar ve BM Genel Sekreteri'nin bu süreci başarıyla sonuçlandırma yönündeki gayretlerine güçlü desteğini ifade eder. Avrupa Birliği Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa, Konsey'in üyelik konusundaki kararı, yukarıdaki hususlar herhangi bir önşart teşkil etmeksizin verilecektir. Bu konuda, Konsey bütün ilgili unsurları dikkate alacaktır. 

Kopenhag Kriterleri İle İlgili Olarak: AB Konseyi, artık 13 aday ülkeyi tek bir çerçevede biraraya getiren katılma sürecinin kapsayıcı niteliğini vurgular. Aday ülkeler, katılım sürecine eşit temelde iştirak etmektedir. Aday ülkeler, AB'nin antlaşmalarda yer alan değerlerini ve amaçlarını paylaşmalıdır. Bu çerçevede, AB Konseyi, uyuşmazlıkların, BM Şartına uygun biçimde barışçı çözümü ilkesini vurgular ve aday ülkelerin mevcut herhangi bir sınır uyuşmazlıklarını ve diğer ilgili konuları çözmek için ellerinden gelen tüm çabayı harcamalarını ister. Bu gerçekleşmediği takdirde, aday ülkeler, sorunu makul bir sürede Uluslararası Adalet Divanı'na götürmelidir. AB Konseyi, devam eden sorunlara ilişkin durumu özellikle katılım sürecine yansımaları açısından ve bunların Uluslararası Adalet Divanı vasıtasıyla çözümünü sağlamayı teşvik için en geç 2004 yılı sonuna kadar gözden geçirecektir. AB Konseyi, ayrıca Kopenhag AB Konseyinde ortaya konan siyasî kriterlere uyumun, katılım müzakerelerinin açılması için bir ön şart olduğuna ve Kopenhag kriterlerinin tümüne uyumun, Birliğe katılımın temelini teşkil ettiğine işaret eder. Avrupa Birliği Konseyi, Komisyon'un ilerleme raporunda işaret edildiği gibi Türkiye'de son zamanlarda yaşanan olumlu gelişmeleri ve ayrıca Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uyum yönündeki reformlarını sürdürme niyetini memnuniyetle karşılar. Türkiye, diğer aday devletlere uygulananlar ile aynı kriterler temelinde Birliğe katılmaya yönelmiş bir aday devlettir. Diğer aday devletler gibi Türkiye de mevcut Avrupa stratejisine dayanılarak, reformlarını teşvik etmeye ve desteklemeye yönelik bir katılım öncesi stratejiden istifade edecektir. Bu çerçevede, insan hakları konusu ve 4 ve 9 (a) sayılı paragraflarda belirtilen konular (Kıbrıs ve Ege) başta olmak üzere, üyeliğin siyasî kriterlerini karşılama yönünde ilerleme kaydedilmesi üzerinde durularak, daha fazla siyasî diyalog söz konusu olacaktır. 

AB Komisyonu, bu şartlar altında Türkiye için Helsinki'de adaylık statüsü teklif ederken, Avrupa Parlamentosu bir kez daha karıştı. Parlamentoda Hıristiyan Demokratlar adına konuşan Grup Başkanı Hans-Gert Poettering, "Lüksemburg Zirvesi'nden bu yana ne değişti?" diye sordu. Çok doğru bir soru. Evet gerçekten "ne değişti?" diye bizim de sormamız gerekirdi. Talepler aynıydı. Değişen tek şey, aday adaylığından "sanal adaylığa" terfimizin ilan edilmesiydi.
Helsinki Zirvesi Konulu Bakanlar Kurulu Toplantısında Neler Oldu?

10 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde Türkiye AB'ye aday ülke yapıldı. Başbakan Ecevit'in ertesi gün "Aile Fotoğrafı" için Helsinki'ye gitmesi gerekiyordu. O gece geç saatlerde Bakanlar Kurulu toplantıya çağırıldı. Toplantıya, konunun önemi sebebiyle o dönemde kabinede görevi olmayan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz da katıldı. Konu "adaylığımız" ve özellikle de Helsinki Belgesi'ndeki muğlak Kıbrıs maddesi idi. Tereddütler ve tartışmalar üzerine hem AB Dönem Başkanı, Finlandiya Başbakanı Lipponen, hem de İngiltere Dışişleri Bakanının gönderdiği mektuplarla, Türkiye-AB ilişkilerinde Kıbrıs'ın bir "ön şart " olmadığı, sadece siyasî diyalog istendiği güvencesi verildi.

İşte bu belirsizlik ve gerginlik içinde yapılan toplantıda Bakanların önüne, "Helsinki Zirvesi Başkanlık Sonuçlarından Alıntılar" başlığı altında alelacele tercüme edilmiş ve Dışişleri Bakanlığı'ndan Başbakanlığa faksla gönderilmiş 3-4 sayfalık bir metin konuldu. Belgelerde Türkiye ile ilgili bölümler paragraflar halinde yer alıyordu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve AB'den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik konu hakkında bilgi verdiler. İrtemçelik'in açıklamalarına göre, Dışişleri bürokratları zirve kararlarına şüphe ile bakıyor ve karşı çıkıyorlardı. Ancak Başbakan'ın huzurunda düzenlenen bir toplantı ile gerekli açıklamalar yapılmış ve bürokratlar "ikna" edilmişti. AB Dönem Başkanı Lipponen ile İngiltere Dışişleri Bakanı'nın mektupları Türkiye'nin endişelerini gidermişti. Ancak söz konusu mektuplar vakit darlığından tercüme edilmemişti. Açıkçası Bakanlar Kurulu üyeleri bu mektupları görmediler. 3-4 sayfalık metin üzerinde de sağlıklı bir değerlendirme yapılmadı. Toplantıda ilk söz alanlardan birisi Başbakan Yardımcısı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu. Sadece Kıbrıs konusuna değinen ve önceden hazırlanmış yarım sayfalık bir metni okuyan Bahçeli, konuşmasını yüksek sesle, "hayırlı olsun" diyerek, tamamladı. Bahçeli'nin, hazır bir metinle gelmesi, Helsinki Belgesi konusunda önceden bilgi sahibi olduğunu gösteriyordu. Biz bakanlar ise belgeyi toplantıda gördük. Toplantının devamında, Millî Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, Kopenhag Kriterleri hakkında bilgi isterken, Devlet Bakanı Tunca Toskay, AB'nin bugüne kadar taahhüt ettiği malî yardımları vermediğini hatırlattı ve "Adaylık dönemimiz ile birlikte alacaklarımız ödenecek mi?" sorusunu yöneltti. Bakanlar Kurulu'nda ben de söz alarak, "Bütün endişelerimizi giderdiği söylenen iki mektubun AB'yi bağlayıp bağlamadığını" sordum. Bunun üzerine bir tartışma başladı. Anlaşıldı ki, bu husus değerlendirilmemişti. Uzun bir tartışmadan sonra karar verildi ki, İngiltere Dışişleri Bakanının mektubu, bu ünvanı ile imza attığı için AB'yi bağlamıyordu ama Lipponen'in mektubu, dönem başkanı sıfatıyla imzaladığı için AB açısından bağlayıcıydı. Cevaptan tatmin olmayınca "Lipponen'in mektubu Helsinki'den gelen metnin eki midir?" diyerek sorumu tekrarladım. Dışişleri Bakanı Cem, "Çok iyi söylediniz Sayın Bakanım. Aynen öyledir. Bu mektup, metnin ekidir." cevabını verdi. Teknik bir konuydu ama yine de ikna olmamıştım. Bunun üzerine metnin geneli üzerinde bir değerlendirme yaparak, Helsinki Belgesi'ndeki ifadelerin muğlaklığına ve elastiki bir dille yazılmış olmasına dikkati çektim. Değişik yorumlara müsait bir şekilde hazırlanmasından bir amacın güdülmüş olduğunun anlaşıldığını belirterek, özetle şunları söyledim: 

"Kıbrıs ile ilgili maddede hiçbir siyasî otoriteden bahsedilmemekte sadece Kıbrıs denilmektedir. Bu ifade ile Ada'nın bütün olarak AB'ye alınmasından söz edilmektedir. KKTC, "Bu hukuka aykırıdır ve ben Türkiye ile entegrasyona gidiyorum" dese de, Çin Seddi gibi duvarlar çekse de KKTC'dekiler de AB vatandaşı olacağından bu insanlar nasıl tutulacaktır? Eğer bu metne dayalı olarak adaylığı kabul edersek, korkarım ki, Kıbrıs ve Ege'deki haklarımızı, ayrıca insan hakları adı altında Türkiye'de yaratılmak istenen yeni azınlıklar yolu ile de bütünlüğümüz ve üniter devlet yapımızı korumada çok zor durumda kalabiliriz. Biz, insan hakları denildiğinde insanların eşitliğine ve hukukun üstünlüğüne dayalı gelişmiş bir demokratik hayata ulaşılmasını anlıyoruz. AB ise, bugüne kadarki metinlerinde de görüldüğü gibi Türkiye'ye diğer ülkelerden farklı bir anlayışla yaklaşıyor ve yeni azınlıklar yaratmak suretiyle, bütünlüğümüzü ciddi olarak rahatsız edecek gayretler içinde görülüyor. Bu sebeplerle biz bu muğlak metinden Kıbrıs, Ege ve insan hakları konularında ne anladığımızı açık ve kesin bir dille yazıp, bir devlet belgesi olarak karşı tarafa gönderip, bu şartlarda müzakere yapacağımızı bildirelim. Bunlardan ne anladığımızı beyanatlara değil yazıya dayandıralım. Çünkü devletlerarası ilişkiler yazılı dosya bilgilerine göre yürütülür. Bunu yapmazsak ileride bir problem çıkması halinde Türkiye'nin hak ve menfaatlerini koruyamayız." 

Özellikle Kıbrıs'la ilgili olarak adeta bugün yaşananları görürcesine anlattıklarım karşısında ANAP Genel Başkanı Yılmaz ise, başını arkaya doğru sallayarak, beni tasvip etmediğini gösteriyordu. Yaratılmak istenen azınlıklar konusundaki sözlerim üzerine ise Dışişleri Bakanı Cem, bizim azınlıklarımızın Lozan ve Bulgaristan Antlaşmaları ile belirlendiğini, müktesebatına göre AB'nin, aday veya üye ülkeler içinde azınlık tarif ve tesbit etme yetkisi bulunmadığını söyledi. Cem, bu konuda, egemen devletlerin kendi karar ve beyanlarının esas olduğunu da kaydederek, "Onun için hiçbir AB organ veya yetkilisinin şu veya bu şekilde bizim etnik veya azınlık grubumuz bulunduğunu ileri sürmesi mümkün değildir." dedi. 

Yapılan bu açıklamalara rağmen, yazılı cevap hazırlanması teklifimi iki kez daha tekrarladım ancak hiçbir bakan arkadaşımdan destek görmediğim için sonuç almak mümkün olmadı. Mektuplar konusunda ikna olmadığımdan, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra, bunların hukukîliğini araştırdım. Maalesef mektupların hiçbir hukukî bağlayıcılığı yoktu. Çünkü bünyesinde veto sistemi olan kuruluşlarda hukukî temsil mümkün değildi. Yani Bakanlar Kurulu doğru bilgilendirilmişti. 1 yıl sonra verilen Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB)'da Kıbrıs ve Ege'nin ön şart haline getirilmesi üzerine Dışişleri Bakanlığımız Lipponen'in mektubunu hatırlatmak zorunda kaldı. Hâlâ, mektubun hukukî bağlayıcılığı olduğuna inanılıyordu. AB, bu ikazımızı ciddiye bile almadı. 

Helsinki'de Başbakan Ecevit ile "Aile Fotoğrafı"nda yer aldıktan sonra yurda dönen Dışişleri Bakanı İsmail Cem, ilk kez "Kıbrıs'la ilgili ifadeler aleyhimizedir." dedi. Cem, bu durumu şu sözlerle açıkladı: 

"Daha önce dört ülke, İtalya, Almanya, Fransa, Belçika açık bir biçimde, "bölünmüş Kıbrıs'ı AB'ye alamayız" diyorlardı. Yunanistan bunu kaldırmak istiyordu. Helsinki'de bunu sağlamış oldu. Helsinki metnine Kıbrıs'ı bütünleşmesine veya bölünmesine bakılmadan koydurmak istiyordu ve koydurttu. Bu açık söylemek gerekirse bizim aleyhimizedir. Ancak Kıbrıs paragrafının sonunda, üyelik aşamasında Kıbrıs'la ilgili bütün faktörlerin gözden geçirileceği yazılı. İşte bu ifade bize bu konuda nefes aldırıyor. Ama genel olarak Kıbrıs'la ilgili bölüm Yunanistan'ın lehine görünüyor." 

Bütün bunlara rağmen Cem, Türkiye'nin adaylığının hiçbir şarta bağlanmadan kabul ve ilan edildiğini, diğer adaylarla eşit konumda olduğunu savunuyor ve Lipponen'in mektubunun Helsinki kararının eki niteliğinde olduğuna da inanmaya devam ediyordu. Dışişleri Bakanı Cem'in, "Bize nefes aldırıyor" dediği, "Üyelik aşamasında Kıbrıs'la ilgili bütün faktörlerin gözden geçirileceği" ifadesi, bugüne kadar AB'nin resmî ağızlarınca görmezden gelindi ve hiç telaffuz edilmedi. Helsinki'deki bu ibare ile AB, Kıbrıs'ı meydana getiren temel hukuk kurallarını dikkate alacağını söylüyordu ama söz konusu ibareyi gündeme getirmeyerek, bir kez daha iki yüzlü davranıyordu. Ne yazık ki, "Bize nefes aldırdığı" söylenen söz konusu ibare, Cem'in ilk günlerde verdiği bu beyanat dışında, Türkiye'de de hatırlanmamıştır.

  Maalesef, gerek Kıbrıs ve Ege, gerekse de insan hakları adı altında yaratılmak istenen "sanal azınlıklar" konularında bugün gelinen nokta beni haklı çıkarmıştır. 

Helsinki'den Sonra Kimlerden, 

Ne Tür Tepkiler Geldi?

Bu şartlar altında yapılan Helsinki Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığının ilan edilmesinden sonra farklı tepkiler geldi. Bunlardan bazıları şöyle:
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Şartlar içinde olabildiğince iyi bir karar. Zaman içinde pek çok şey değişecektir. Türkiye Avrupa'nın içine girmiştir. Yarın yeni şartlar ortaya çıkar. (Demirel, yine Cumhurbaşkanı sıfatıyla 2 Şubat 1995'te "AB Sevr'i istiyor" demişti.
Ecevit: Evet dedim ama içime sindiremedim. 
İsmail Cem: Rum kesimi ile ilgili paragraf bu kesimin görüşme masasından kaçmasını tamamen teşvik ediyor. Korkarım artık Kıbrıs sorununun çözüm ihtimalinden biraz uzaklaştık. Ancak adaylıkla Türkiye'nin haklı görüşlerini bundan böyle AB içinde etkin olarak dile getirebileceğiz. 
Yunanistan Başbakanı Simitis: Türkiye aday olmuştur, bu adaylık ile somut yükümlülükler altına girmiştir ve bu yükümlülüklerini yerine getirmekle mükelleftir. 
Yunan Hükümet Sözcüsü: Çok mutluyuz ki Kıbrıs dahil bizim tekliflerimiz kabul edildi. 
Finlandiya Dışişleri Bakanı Tarja Halonen: Solana Ankara'ya adaylık konusunda ciddiyetimizi göstermek için gitti. Ancak bu Türkiye'nin son şansıydı. Biz Türkiye'ye şu mesajı ilettik. Kabul et veya etme. Reddedersen yakın bir zamanda adaylık konusunda bir görüşme yapılmasını bekleme. Bu son teklif.
Günter Verheugen (AB'nin Genişlemeden sorumlu Komiseri): Merak edecek bir şey yok; biz Türkiye'ye tam üyelik için hiçbir güvence vermedik.

İtalya Başbakanı Massimo D'Alema: Şimdi Öcalan'ın hayatı kurtuldu. 
İsveç Dışişleri Bakanı Anna Lindth: Kürt sorununun çözümüyle ilgili yasal adımlar atılmalı ve bu yasalar hayata geçirilmeli. Böyle olursa terör yerine siyasî diyalogun sorunların çözümünde daha etkili olduğunu PKK ve yandaşları anlar. Benim önerim Kürtçe eğitimine fırsat verilmeli. Ayrıca Kürtçe yayına izin verilmeli. 

Alman Federal Parlamento Sözcüsü Michael Kloss: Adaylık statüsü sembolik kalacak ve tam üyelik için yıllarca beklemek zorunda kalacak olan Türk halkı büyük hayal kırıklığına düşüp, AB'den soğuyacak. 

İsveç Televizyonu: Adaylığın tescili Abdullah Öcalan'a yaradı ve adaylık onun için hayat sigortası oldu. 


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***