HADEP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HADEP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ağustos 2018 Çarşamba

AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 8




AB, BİTMEYEN YOL., BÖLÜM 8


Dışişlerinde Çelişki 

Kıbrıs konusuna KOB'un siyasî kriterler bölümünde yer verilmesi ve Türkiye'nin üyeliğinde ön şart olarak kabul edilmesi Dışişleri Bakanlığı'nda da tartışma ve çelişkilere yol açtı. 
Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in 4 Aralık 2000 tarihinde yaptığı değerlendirme şöyle oldu:
"AB Dönem Başkanının belirttiğine göre, Brüksel'de toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi'nde görüşülen Türkiye'nin Katılım Ortaklığı Belgesi üzerinde mutabakat sağlanmıştır. Bu Katılım Ortaklığı Belgesi'nin, Kıbrıs ve Ege konularında bizim görüş ve duyarlılıklarımızı dikkate aldığı ve Helsinki Zirvesi sonuçları içerisinde kaldığı görülmektedir. 8 Aralık tarihinde toplanacak Nice AB Zirvesi'nin tamamlanmasından sonra, Bakanlığımızca ayrıntılı bir açıklama yapılacaktır." 
Oysa Dışişleri Bakanlığı, KOB'un açıklanmasının beklendiği 8-9 Kasım 2000 günlerinde, Kıbrıs'ın kısa vadeli AB beklentileri arasına alınmasının "imasının dahi" kabul edilemeyeceğini duyurmuş ve KOB'daki ifadenin değil, Helsinki Zirvesi sonuç bildirgesinin bağlayıcı olduğunu bildirmişti.

HADEP:

"Partimizin Savunduğu Düşünceler"

HADEP'li 36 belediye başkanı ise 12 Kasım 2000 günü yaptıkları ortak yazılı açıklamada, KOB'u, idamın ve OHAL'in kaldırılmasına öncelikli hedefler arasında yer verilmediği için eleştirdiler. Hükümetin belgeye yaklaşımını olumlu bulan belediye başkanları, kısa ve orta vadeli konuların, Türkiye'nin ihtiyacı olan ve partileri tarafından savunulan düşünceleri içerdiğini bildirdiler. Belediye Başkanları adına konuşan Batman Belediye Başkanı Abdullah Akın, şunları söyledi: 

" Düşünce özgürlüğü, demokratikleşme, işkencenin önlenmesi, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı, idam cezasının kaldırılması, ANA DİLDE EĞİTİM VE YAYIN HAKKI, kültürel haklar, sivil örgütlerin güçlendirilmesi, MGK'da sivil sayısının artırılması ve danışma kurulu haline getirilmesi, enflasyonun düşürülmesi, bölgeler arası farklılıkların giderilmesi, yerel yönetimler reformu, OHAL'in kaldırılması gibi hedefler Türkiye'yi çağdaş demokratik bir ülke standartlarına taşıma konusunda önemli bir gelişme olacaktır. Ancak önceliklerin belirlenmesi konusunda bazı hatalar ve eksikliklerin olduğu gözlenmiştir. Kürt sorununun, Türkiye'nin en önemli sorunu olmasına ve yine bu sorundaki çözümsüzlüğün AB'ye üyelik konusunda en önemli engel teşkil edecek olmasına karşın bu konunun isim olarak belgede hiç yer almaması bir eksikliktir. Ama belgede adı anılmamasına karşın Kürt sorununun çözümüne ilişkin önemli açıklamalar yer almaktadır." 

   Başbakan Yardımcısı Yılmaz ve diğer AB taraftarları, aksini söyleseler de görüldüğü gibi AB'nin ana dilde eğitim istediğinin altını çizenlerden birisi de HADEP olmuştur. 

Askerî Cephe Tepkili 

Siyasîler bu açıklamaları yapıp, KOB'u genelde olumlu bulurken, askerin değerlendirmesi farklı oldu.

11 Ocak 2001 günü yapılan bir toplantıda Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğul, "Nice Zirvesi'nde alınan kararlar Türkiye'yi aldatılmışlık duygusuna sevketmektedir" dedi. Şenoğul, şunları söyledi:
"Türkiye'nin Katılım Ortaklığı Belgesinde yer alan Kıbrıs ve Ege Denizi ile ilgili bağlayıcı kararlar güvenlik ihtiyaçlarımıza zarar verecek niteliktedir. Çünkü, bazı Avrupa Birliği üyesi ülkeler, ülkemize karşı önyargılıdırlar ve her zaman Türkiye karşıtı hareketin içinde yer almaktadırlar. Bu ülkeler aslında Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmasına sıcak bakmamaktadırlar. Bazı Avrupa ülkeleri ise Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne almak yerine Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yakın işbirliğini içeren bir statüde kalmasını istemektedirler. Bu görüşün sözcülüğünü Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard D'estaing ile Federal Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt yapmaktadır. Geriye kalan Avrupa ülkeleri de Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini kerhen desteklemektedirler. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğini içtenlikle destekleyen Avrupa Birliği'ne üye olan bir ülke söylemek mümkün değildir. Burada haklı olarak, "Avrupa Birliği üyesi ülkeler neden Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne aday ülke olarak kabul ettiler?" suali akla gelmektedir. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımının 2010 yılından sonrasına ertelenmesi ve bu belgeye göre; Kıbrıs ve Ege sorunlarında sanki bu sorunları biz yaratmışız gibi tek taraflı olarak taviz vermemizi ve ulus devletimizden fedakârlık yapmamızı istemeleri, Avrupa Birliği'nin ülkemize karşı haksız ve vefasız tutum ve davranışları olarak algılanmakta ve Türkiye'yi aldatılmışlık duygusuna sevk etmektedir. 

Öte yandan Avrupa Parlamentosunun büyük bir çoğunlukla onayladığı sözde Ermeni soykırımı tasarısı Türk halkını rencide etmiştir. Önümüzdeki günlerde başta Fransa olmak üzere bir çok Avrupa ülkeleri ulusal parlamentolarında görüşülecek olan sözde Ermeni soykırımı tasarıları, bu ülkelerin Türkiye'ye karşı hiç de dostane davranmayarak bu tasarıları onaylamaları, Türkiye'nin bu ülkelere karşı duyduğu güvenin, Avrupalı dostlarından karşılık görmediğini kanıtlayacaktır. Avrupalı yöneticilerin; "bu kararlar parlamentolara aittir, biz onlara karışamayız. Bu kararlar hükümetlerimizi bağlamaz" mealindeki beyanatları, Türk halkını tatmin etmeyecek ve Türk halkı bu haksız kararlara asla hoşgörü ile bakmayacak ve bu vefasızlığı içine sindiremeyecektir. Bütün bunlar; Türkiye'deki Avrupa Birliği yandaşlarını hayal kırıklığına uğratacak, Avrupa Birliği karşıtlarını da haklı kılacaktır."

Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı Tuğgeneral Halil Şimşek de, aynı toplantıda, "Ülkemiz bölünmek istenmektedir." dedi. Tuğgeneral Şimşek, şunları söyledi: 

"Hatırlanacağı üzere 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosunda 234 oyla kabul edilen karar; "Avrupa Parlamentosu Türk hükümetini ve TBMM'ni Türk toplumunun önemli bir kesimini oluşturan Ermeni azınlığa desteği artırmaya ve bu çerçevede modern Türk devletinin kurulmasından önce Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımı resmen tanımaya davet eder" demektedir. Ayrıca AB Katılım Ortaklığı Belgesinde de, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında, bu devletin kurucusu ve aslî unsuru olan Kürt orijinli vatandaşlarımız için kültürel haklar, anadilde yayım ve eğitim hakları adı altında ülkemiz bölünmek istenmektedir. İçeriden ve dışarıdan desteklenen bu gelişmeler millî birliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü bozacak büyük bir tehdit niteliğini almıştır. Çünkü bu oluşumların arkasında olan Avrupa, Ermeni kozu ile Kafkaslara, Ege sorunuyla Balkanlara, Kıbrıs ve Güneydoğu sorunlarıyla Ortadoğu'daki politikalara müdahil olmanın hukukî altyapısını hazırlamaktadır." 

2002 yılına gelindiğinde benzeri tepkiyi MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç vermiştir. Kılınç'ın, rahatsızlıkları da aynı noktalarda yoğunlaşmıştır. AB yanlıları, bu eleştirileri görmek istemese de, Kılınç'ın çıkışı ile Türkiye'de ilk kez geniş çaplı bir AB tartışması başlamıştır. Türkiye'deki kayıtsız-şartsız taraftarlarının yanısıra AB de, bir takım gerçeklerin ortaya çıkması, bir anlamda maskenin düşmesinden rahatsızlık duymuş, Türkiye'ye karşı politikalarını sertleştirmiştir. 

Fogg'dan Ayrımcılık İtirafı 

Konuyu Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilcisi Karen Fogg da bir basın toplantısı ile değerlendirdi. Gerek Kıbrıs'a ilişkin ifadelerin, gerekse de diğer unsurların "şart değil, öncelik" olduğunu belirten Fogg, "Bu belge Türkiye'den yapılması istenilen herşeyin bir listesini vermiyor." dedi. Fogg'un bu cümlesini, "daha istenecekler var" diye tercüme etmek mümkün. Öyle de olduğu ileriki bölümlerde daha iyi görülecektir. Aday ülkelerin her biri için "Birliğe giriş şartlarının aynı, ancak önceliklerin farklı" olduğunu vurgulayan Fogg, Türkiye KOB'unun diğer aday ülkelerinkinden daha geniş olmasına yönelik eleştirileri ise, "Bu, yapılması gereken çok fazla şey olduğunu gösteriyor." diye cevaplandırdı. Ülkelerin önceliklerinin farklı olduğunu, Türkiye'nin yapması gereken çok iş olduğunu belirten (herhalde Türkiye'nin büyüklüğü ve sorunlarının çokluğu kastediliyor) Fogg, iş malî yardımlara gelince, açık veriyordu. "Kopenhag kriterlerini yerine getirmek için gerekli olan kaynak, aslen o ülke tarafından sağlanır." diyen Fogg, AB'nin Doğu Avrupa ülkelerine özel bir önem verdiğini ve bu çerçevede diğer aday ülkelere oranla daha fazla bir yardım ayrıldığını söyledi. Fogg, bu ülkelerin özel ihtiyaçları olduğunu da kaydetti. 

Her fırsatta, aday ülkeler arasında ayırım yapılmadığını ifade eden ülkemiz yöneticileri ve AB yetkililerinin bu ifadelerinin doğru olmadığını, bu kez de Bayan Fogg teyid ediyordu. Evet, belki kriterlerde eşitlik var ancak ülkelere verilen destek, kriterlerin yorumlanması ve hangilerine öncelik verileceğinde farklı davranıldığını Fogg da doğrulamıştır. Kriterlerin değerlendirilmesinde en gözle görülür fark ise, "azınlıkların" tanımlanması konusunda ortaya çıkmaktadır. Türkiye, "azınlıklardan" kabul edilmiş "millî azınlıkları" anlarken, AB, toplumla bütünleşmiş ve çoğunluk olan grupları ayrıştırarak, Türkiye'nin iradesine rağmen yeni azınlıklar yaratmak istemektedir.

Verheugen'in Yaptıkları, Dediğini Tutmadı AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen ise KOB'daki Kıbrıs şartını, Morillon Raporu olarak bilinen ve son dakikada Ermeni soykırım şartının ilave edildiği raporun Avrupa Parlamentosu'nda görüşüleceği gün değerlendirerek, Helsinki'de Kıbrıs konusunun bir ön koşul olmayacağını belirttiklerini hatırlattı. Verheugen, "Kıbrıs sorununun çözümünün sürekli Türkiye'den istenmesi anlamsız oluyor. Sorunu çözmek için tüm taraflar devreye girmeli. Türkiye tek başına çözemez." diyerek, belki de Türkiye lehinde ilk ve son beyanatını verdi. 
Verheugen'in, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak sonraki aylarda yaptığı değerlendirme, hatta dayatmalar ise bu görüşüne taban tabana zıt oldu. Kıbrıs konusunda Türkiye'nin borcu olduğundan, sorun çözülse de çözülmese de Rum kesiminin AB'ye alınacağına kadar yerli yersiz açıklamalarda bulunan Verheugen, işi son olarak Türkiye'yi tehdit etmeye kadar götürerek, adaylığının askıya alınabileceğini söyledi. Ama Helsinki belgesinde yer alan, "tüm unsurların gözönünde tutulacağı" hususunu bir kez dahi hatırlamadı. Çünkü bu hususun hatırlanması demek, Kıbrıs'ın kurucu antlaşmaları ve Anayasasının gündeme gelmesi demektir. Bu da Rum kesiminin AB'ye alınmasının önündeki en büyük engeldir. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş için de çok ağır ifadeler kullanan Verheugen'in bu tutumu esasında AB'nin kurucu antlaşması olan Roma Antlaşması'na da aykırıdır. Antlaşma'nın 157'inci maddesi aynen şöyle demektedir: 

"Avrupa Komisyonu üyeleri görevlerini toplulukların genel çıkarları doğrultusunda tam bir bağımsızlıkla yerine getirirler. Görevlerinin yerine getirilmesinde hiçbir hükümet ya da kuruluştan ne talimat isterler, ne de alırlar. Görevleri ile bağdaşmayan her türlü faaliyetten kaçınırlar. Her üye devlet bu kurala uymayı ve görevlerinin ifası sırasında Komisyon üyelerini etkileme yoluna gitmemeyi taahhüt eder." 

AB kurucu antlaşmasının bu açık hükmüne rağmen Verheugen, Yunanistan ve Rum kesiminin sözcülüğünü üstlenebilmiştir. Verheugen, 21 Mart 2002'de Yunanistan Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi'nde yaptığı konuşmada, çözüm olsun olmasın Rum kesiminin AB'ye alınacağını, Helsinki kararlarını kendilerine göre yorumlayacaklarını açıklamış, KKTC topraklarının da AB toprağı olduğunu iddia etmiştir. Rum kesiminin üyeliğine tepki göstermesi ve "AB'nin topraklarının bir bölümünü (KKTC'yi kast ediyor) işgal etmesi halinde" Türkiye'nin adaylığının iptal edileceği tehdidinde de bulunan Verheugen, bir anlamda bizi bugüne kadar nasıl aldattıklarını da itiraf etmiştir. Verheugen'in, işi tehdit noktasına getirmesinden sonra bir yazılı açıklama yaparak, Türkiye'nin, AB'den, Roma Antlaşması'nın 157. maddesi gereğince işlem yapılmasını istemesinin zamanının geldiğini bildirdim. 

Türkiye, Sanal gündemlerle uğraşırken Kıbrıs konusu, çok tehlikeli bir noktaya gitmektedir. Bu yüzden konuyu sık sık gündeme getirerek, çeşitli uyarılarda bulunmaya çalıştım. 

Ermeni Soykırımı Yalanı AB Gündemine Nasıl Girdi? 

Türkiye'ye verilen Katılım Ortaklığı Belgesi'nin açıklandığı gün Fransa Parlamentosu Ermeni Soykırımı tasarısını kabul etti. Üstelik bazı Fransızların böyle bir tasarının Anayasa'ya aykırı olduğu yolundaki ısrarlarına rağmen bu tasarı görüşüldü ve kabul edildi. 

Avrupa Parlamentosu da daha önce Ermeni Soykırım yalanı ile ilgili olarak 1987 ve 1990 yıllarında iki karar almış ve Türkiye'ye bu soykırımı tanıması "tavsiyesinde" bulunmuştu. Ancak en çok tartışılan 15 Kasım 2000'de kabul edilen ve Morillon Raporu olarak bilinen tasarı oldu. Morillon'un Türkiye ile ilgili raporuna Ermeni soykırımı yalanı son anda eklenmişti. Bu tasarıya ilk tepkiyi AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen verdi. Verheugen'in derdi Türkiye değil, Ermeni projesinin suya düşmesiydi. AP üyelerine, "Yaptığınız işin kötü sonuçları olacak, dikkat edin" çağrısında bulundu ve "Ermeni meselesini Türkiye'nin AB'ye tam üyeliği çerçevesinde ele alırsanız yollar kesilir." dedi. 
Sözkonusu raporda, AB'nin "dayatma" politikasının izlerini net olarak bulmak mümkündür. Konuların önce tavsiye, sonra parlamento tasarısı, daha sonra ilerleme raporları ve nihayet ön şart haline gelmesi... Her ne kadar yetkililerimiz AP'nin kararlarının bağlayıcılığı olmadığını söyleseler de bu kararların, tüm taleplerin temelini oluşturduğu bilinmektedir. Nitekim, 2002 yılında bir kez daha kabul edilen Ermeni soykırımı yalanı ile ilgili tasarının da bağlayıcılığının olmadığı ifade edilmiştir. Ancak AP'nin üyelerinden Ozan Ceyhun, tam üyelik aşamasına gelindiğinde bu tasarının da Türkiye'nin önüne konulacağına kesin gözüyle bakmamızı istemiştir. 

Morillon Raporu'nun başlangıcında bunun, "AB'ye tam üyelik yolunda Türkiye tarafından atılan adımlar konulu raporun ilişiğindeki karar tasarısı" olduğu belirtilmiştir. Yani Türkiye'nin ilerlemesi bu tasarıda yer alan hususlara göre değerlendirilecektir. Sözkonusu tasarıda ele alınan hususlar adım adım gündeme getirilerek, Türkiye'ye dayatıldığı ve büyük ölçüde de sonuç alındığı için Morillon Raporu'na geniş bir şekilde yer verme gereğini duyuyoruz:

90'lı yılların başında BM'nin Bosna'daki barış gücü FORPRONU'nün komutanlığını yapmış eski bir general olan Hıristiyan Demokrat Fransız Parlamenter Morillon tarafından hazırlanan raporda önce gerekçeler sıralanmıştır: 
"Türkiye'nin Kopenhag kriterlerine uymasına kadar katılım müzakerelerinin başlamasının mümkün olmaması nedeniyle,
Türkiye'nin Birliği, `dışa kapalı bir Hıristiyan kulübü' değil, özellikle öteki dinlere ve kültürlere karşı hoşgörüyü içeren bir ortak değerler topluluğu olarak görmesi için Türkiye ve Avrupa Birliği arasında karşılıklı bir güven ortamı oluşturulması nın gerekli olması ve Avrupa Birliği'ne katılımın hiçbir resmî kültürel veya dinî koşula bağlanmaması nedeniyle demokratikleşme yolunda gerçekleştirilmiş olan ilerlemeye karşın anılan sözleşmelerin uygulanması yoluyla insan haklarının ve azınlıkların durumunun iyileştirilmesine devam edilmesi gerektiğini vurgulayarak, Avrupa Konseyi Parlamento Asamblesi Başkanı Lord Russell-Johnston'a göre, Ankara'nın eski Başbakan Necmettin Erbakan'a verilen cezayı teyit etmesinin demokratik çoğulculuk ilkelerine uygun olmaması nedeniyle, (Talepler bölümünde Türkiye'de yargı bağımsızlığının sağlanması istenmektedir ancak AB'nin yargıya müdahalesinde sakınca görülmemektedir. S.S.)
BM Güvenlik Konseyi'nin 1250 sayılı Kararında, Kıbrıs Türk ve Rum toplumlarına 1999 sonbaharında müzakerelere başlamaları için çağrıda bulunulmuş olması ve BM Genel Sekreteri'nin gözetimi altında Aralık 1999'da ve Ocak 2000'de yapılan cesaret verici temaslara karşın bu yönde hiçbir ilerleme kaydedilmemiş olması nedeniyle; tam aksine Türk işgal kuvvetlerinin 1 Temmuz 2000'den bu yana Strovilia köyündeki askerî statüyü ihlal etmelerinden üzüntü duyarak, 
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin "Loizidou'nun Türkiye'ye karşı açtığı davada" (No. 15318/89) 28 Temmuz 1998'de davacı lehine vermiş olduğu kararın henüz uygulanmamış olması nedeniyle, Türk ihraç ürünlerinin % 53'ünün Avrupa Birliği'nin mevcut Üye Devletleri'ne ihraç edilmesi ve Türkiye'nin AB ürünlerinin altıncı büyük ithalatçısı olması şeklinde tezahür eden Türkiye ve Avrupa Birliği arasında oluşturulmuş olan bağları ve Türkiye'nin Avrupa ekonomisindeki yerini - 1999'daki GSYH'si 185 milyar USD düzeyindeydi - not ederek, (Gümrük Birliği ile sağlanan Türkiye gibi kolay bir pazarı kaçırmak istemedikleri ortadadır. Türkiye'nin bekleme odasında tutulmasının en önemli sebeplerinden birisi bu ilişkidir. S.S.) 

Bütçe kısıtlamalarının uygulamaya konulması ve enflasyonun azaltılması amacıyla IMF tarafından talep edilen ekonomik reform paketinin Türk Parlamentosu tarafından Aralık 1999'da onaylanması nedeniyle, 
Türkiye'nin önemli jeostratejik konumunu kabul ederek, Atlantik İttifakı içindeki rolünü ve BAB ortak üye statüsünü dikkate alarak, ancak jeopolitik ve stratejik kriterlerin, katılım müzakerelerinde belirleyici faktörler olmaması gerektiğini not ederek, 

(Bekleme odasında tutulmamızın bir diğer gerekçesi. 1989 yılında üyelik başvurumuzu reddederken de bu önemimiz gündeme gelmişti. AB, Türkiye'nin jeopolitik ve stratejik konumundan yararlanmak istemektedir ama bu konumun Türkiye'ye getirdiği büyük ve ağır sorunları görmezden gelip, katılım müzakerelerinde belirleyici faktör olarak değerlendirmeye almaya yanaşmamakta, daha sonra da Türkiye'nin Kopenhag kriterlerinin gereklerini yerine getirmediğinden bahsedebilmektedir. Oysa diğer aday ülkelerin tamamının özel konum ve sorunlarını gözönünde tutmaktadır. S.S.) 
Türkiye'nin ortak Avrupa güvenliği ve savunma politikası kapsamında askerî imkânlarını tahsis etme niyetini belirtmiş olması gerçeğini memnuniyetle karşılayarak, 15 Ağustos 2000'de Kendakor bombalandığında Türk Hava Kuvvetlerinin Irak hava sahasına girmesinden üzüntü duyarak ve açıkça kınayarak..." 

Tamamına yakını aleyhimizde olan bu gerekçelerden sonra bizden istekler sıralanmıştır:

"Türk Hükümetini, Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılması, yargının bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, azınlıkların hakları ve güçler ayrılığı, özellikle de ordunun Türk siyasî yaşamı konusundaki rolünün etkisini dikkate alarak demokratikleşmenin gerçekleştirilmesine yönelik çabalarını artırmaya teşvik etmektedir, 
Türk Hükümeti ve Parlamentosunu, yeni imzalanmış bulunan BM Uluslararası Siyasî ve Medenî Haklar Sözleşmesi ile Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'ni onaylamaya ve yürürlüğe koymaya davet eder,
DGM'lerin en kısa süre içinde lağvedilmesini beklemekte ve basın ve yayın yoluyla işlenen suçların takibatı ve bunlara uygulanan cezaların ertelenmesini öngören yasanın kabul edilmesini memnuniyetle karşılamaktadır, 
Başlangıç olarak Ceza Kanunu'nun, evrensel ifade özgürlüğü ilkesine uygun hale getirilmesi için orta vadede bu kanunda değişiklikler yapılması amacıyla af ilan edilmesi çağrısında bulunmaktadır, 
Bu konuda yapılmış olan vaatler çerçevesinde Ceza Kanunu reformunun bir parçası olarak ölüm cezasının mümkün olan en kısa süre içinde kaldırılması ve ölüm cezasının kaldırılmasına kadar idam cezalarının infaz edilmemesi yönündeki mevcut uygulamanın sürdürülmesi çağrısında bulunmaktadır, 
Türkiye'nin çeşitli grupları içeren nüfusunu oluşturan kültürel, dilsel ve dinî grupların temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasına verdiği önemi yeniden hatırlatmaktadır, 

Bu nedenle Türk Hükümeti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne, Türk toplumunun önemli bir parçası olan Ermeni azınlığa, özellikle bu azınlığın modern Türkiye devletinin kurulmasından önce maruz kaldığı soykırımı resmen kabul ederek yeni bir destek sağlamaları için çağrıda bulunmaktadır, Olağanüstü hal durumunun Siirt ilinde kaldırılması için 30 Kasım 1999'da, Van ilinde kaldırılması için de 26 Haziran 2000'de alınmış olan kararları not etmekte ve olağanüstü hal durumunun güneydoğu bölgesindeki öteki illerde de kaldırılması için Türk Hükümetine çağrıda bulunmaktadır; ve Türk halkı için gerekli siyasî, ekonomik ve sosyal adımları içeren spesifik bir çözüm bulunması çağrısında bulunmakta dır,  Maruz kaldıkları siyasî, sosyal ve kültürel ayrımcılığa son verilerek kökleri ülkenin tarihinin derinliklerine uzanan gruplara ait olanlar dahil olmak üzere bütün vatandaşlarının insan hakları durumunun iyileştirilmesi ve Kürt kökenli olanlar için Türkiye'nin toprak bütünlüğüne saygı gösteren siyasî bir çözüm bulunması için politikasını gerçek anlamda yeniden yönlendirmesi için Türk Hükümetine çağrıda bulunmakta ve ayrıca Kürt toplumunun siyasî temsilcileri, özellikle ülkenin güneydoğusundaki kentlerin belediye başkanları ile bir diyalog kurmaları için Türk makamlarına çağrıda bulunmaktadır,  Görüşleri nedeniyle hapsedilmiş olan Avrupa Parlamentosu Sakarov Ödülü sahibi Leyla Zana ve Kürt kökenli eski milletvekillerinin serbest bırakılmasını talep etmektedir, 
BM Güvenlik Konseyi'nin 1250 sayılı Kararına uygun olarak Avrupa Konseyi tarafından yeniden teyit edildiği şekilde ilgili BM Güvenlik Konseyi kararlarına ve BM Genel Kurul tavsiyelerine uygun olan müzakere edilmiş, kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması amacıyla Kıbrıs Rum ve Türk toplumları arasındaki müzakerelere elverişli bir ortamın herhangi bir ön koşul olmadan oluşturulmasına katkıda bulunması için Türk Hükümetine çağrıda bulunmakta; 10 Kasım 2000'de başlayacak olan dolaylı görüşmelerin beşinci turunda bunun mümkün olacağını ve söz konusu görüşmelerin önemli ilerleme kaydedilmesine imkân verecek BM gözetimindeki ikili müzakerelerin başlamasını sağlayacağını ümit etmektedir, Türk Hükümetine, işgal kuvvetlerini Kuzey Kıbrıs'tan çekmesi çağrısında bulunmaktadır,  Türk hükümetine, önermiş olduğu gibi bölgeye ilişkin bir İstikrar Paktı çerçevesinde Kafkaslardaki bütün komşuları ile ilişkilerini geliştirmesi çağrısında bulunmaktadır,  Bu bağlamda özellikle iki ülke arasındaki normal diplomatik ve ticarî ilişkilerin yeniden tesis edilmesi ve mevcut ablukanın kaldırılmasına yönelik olarak Ermenistan'la diyalog tesis etmesi için Türk Hükümetine çağrıda bulunmaktadır,  Türkiye'deki sivil toplumun güçlendirilmesi, demokratik sistemin takviye edilmesi ve özgür ve bağımsız basının desteklenmesi amacıyla Türkiye'deki demokrasiye ilişkin MEDA Programlarının etkinliğinin artırılması yollarının bulunması için Konsey'e ve Komisyon'a çağrıda bulunmaktadır." 

Verilen önergelerle karar tasarısına Ermeni soykırımı iddialarının eklenmesine, raporu hazırlayan Philippe Morillon da tepki gösterdi. Raporda yer alan diğer iddia ve istekleri haklıymış da sadece Ermeni meselesinde haksızlık yapılıyormuş gibi, "Avrupa Parlamentosu'nun iki yüzlülüğe son vermesi gerektiğini" söyledi. Türkiye'nin AB'ye katılım yolunun Helsinki'de açıldığını, ancak bu yolun nereye ulaşacağını bugünden söylemenin mümkün olmadığını belirten Morillon, "Türkiye'nin eski Varşova Paktı karşısında Avrupa'yı koruduğunu, 30 yıldır da AB'nin kapısında olduğunu" hatırlattı. Türkiye karşıtı "Avrupalıların uzun süre Yunanlıları kullandıklarını" da itiraf eden Morillon, 40 yıllık asker olduğunu, Türkiye'deki terörizm mücadelesinin önemini bildiğini, bu mücadele başarıyla sonuçlandığına göre askerlerin rollerinin değişmesi gerekeceğini kaydetti ve "Silahlar yerini hukukun cüppesine bırakmalıdır." dedi. Morillon, Türkiye'nin AB'ye karşı tavrını çok sertleştirebileceği tahmininde bulundu. Morillon'un bu tahminin acaba ne kadar isabetli oldu ve doğru çıktı?..

Morillon'un açıklamasında yer alan, "Türkiye'nin eski Varşova Paktı karşısında Avrupa'yı koruduğu" ifadesi, uluslararası ilişkilerde vefanın değil, çıkarların geçerli olduğunu bir kez daha göstermektedir. Avrupa, Türkiye sayesinde korunduğu Varşova Paktı üyesi ülkeleri kayıtsız-şartsız kucaklarken, koruyucularını envai çeşit bahaneyle, yıllarca kapı önünde bekletmekte sakınca görmemektedir.

Avrupa Parlamentosu Mart 2002'de Ermeni soykırımı yalanı ile ilgili benzeri bir kararı yeniden kabul etmiş, ilave olarak HADEP'in kapatılmamasını, Kürtçe eğitim için dilekçe verenler hakkında takibat yapılmamasını istemiştir.
Ermeni meselesi, AB'nin planlı-programlı yürüttüğü bir konu olmasına rağmen zaman zaman kendi üyelerini de çileden çıkarabilmiştir. 25 Ekim 2001 tarihinde AP'de onaylanan "Türkiye'nin Üyeliği ve Türkiye'ye verilecek "Malî Destek" konulu raporu hazırlayan Fransız Parlamenter Alain Lamassoure, AP'nin iki kez Türkiye'nin soykırımı tanıması tavsiyesinde bulunduğunu hatırlatarak, ancak geçmişte yaşanan bu olayların her yıl gündeme getirilmesinin anlamı olmadığını, Ermeni Diasporası'nın AP'ye son günlerde çok büyük baskılar yaptığını, bu talihsiz baskıların terbiye ve tahammül boyutlarını da aştığını belirtmiştir. Sözkonusu baskıların ne Türkiye, ne de Ermenistan'daki Ermenilerden gelmediğini vurgulayan Lamassoure, AP'nin sözkonusu iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik girişimleri desteklemesinin daha doğru olacağını söylemiştir. 

Görüldüğü gibi AP, Meclis'ten yargıya, savunmadan dış politikaya kadar her konuda kendisini yetkili görmektedir. Türkiye ise her defasında kararları "şiddetle kınamakta", AB ise bildiğini yapmaya devam etmektedir. Türkiye'nin bu konudaki yanlış bir tutumu da, bu tür raporların ve oylamaların önemli olmadığı ve bağlayıcılığı bulunmadığı şeklindeki görüşüdür. Aksine bu raporlar ve oylama sonuçları o kadar önemlidir ki, Katılım Ortaklığı Belgesi'nin hazırlanmasında esas alınan ilerleme raporlarının temel dayanaklarından birisidir. Nitekim, 2001 İlerleme Raporu, Morillon Raporu dikkate alınarak hazırlanmış, bu da raporun başlangıcında belirtilmiştir. 


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

6 Mart 2017 Pazartesi

ATIN BU HAİNLERİ MECLİSTEN


ATIN BU HAİNLERİ MECLİSTEN,


 
Meclis'te Terörist ( PKK ) İstemiyoruz! 
Özgür Erdem



PKK ile BDP arasında fark yok

" Meclis'te terörist istemiyoruz " dediğimiz zaman BDP ile PKK arasında fark olduğunu, BDP'lileri terörist olarak görmemek gerektiğini söyleyenler oluyor.

Gerçekten öyle mi?

Öncelikle şunu vurgulayalım. Türkiye'de PKK'lı olmak bir suç. Çünkü PKK yasadışı bir terör örgütü. Bu nedenle, açıkça PKK'lı olduğunuzu söylerseniz, anında tutuklanır, yargılanır ve "terör örgütü üyesi olmaktan" hüküm giyerek birkaç sene yatarsınız.

BDP gibi, DTP-HADEP-DEHAP-DEP-HEP gibi partilerin kuruluş amacı da PKK'yı yasal düzlemde savunmaktan başka bir şey değildir.

Yani PKK'lı olmak yerine BDP'li olursunuz, böylece yargılanmaktan kurtulursunuz. PKK'nın savunduğu her şeyi savunabilir, PKK'ya destek olabilir, hatta PKK propagandası da yapabilirsiniz.

Gerçi, terör örgütünü övmek, terör örgütüne yardım ve yataklık yapmak da ağır bir suçtur, ancak bunları bir yasal parti çatısı altında yaptığınız zaman yasalar size biraz daha fazla tolerans tanır. Hele hele AKP iktidarının " Siyasi partileri kapatmayı Zorlaştıran" yasa değişiklikleri de düşünülürse, bu durum çok daha kolaydır.

Şimdi burada bir duralım.

İşbirlikçi basınımızda farklı bir algılama yaratılmaya çalışılsa da yasal bölücü partiler ile yasadışı bölücü terör örgütü arasında bir fark, ayrım yoktur.

Her şeyden önce, BDP'liler PKK'yı bir terör örgütü olarak tanımaz. PKK'yı kınamak, terör eylemlerine karşı çıkmak bir yana PKK'yı öven açıklamalar yapar.

Kimi Kürtçü yazarların iddia ettiği gibi BDP ve PKK'nın söylemleri ayrı mıdır peki?

Hayır. BDP'liler PKK'nın taleplerini birebir aynen tekrarlarlar.

Peki BDP ile PKK arasında yöntem farkı var mıdır? Biri silahlı diğeri de silahsız bölücülük yapmakta mıdır?

Hayır. Bin kere hayır.

Çünkü son KCK operasyonu başta olmak üzere pek çok operasyonun da ortaya koyduğu üzere, PKK ile BDP iç içe geçmiş örgütlerdir. BDP'nin sadece üyeleri değil, pek çok yöneticisi, belediye başkanı aynı zamanda PKK üyesidir.

BDP binalarında defalarca kez molotof kokteylleri ve silahlar ele geçirilmiştir. BDP'nin eylemlerinde PKK bayrakları sallandırılmakta, Apo posterleri açılmakta, PKK ve Apo leyhine sloganlar atılmaktadır.

Yani, iki örgüt arasında bir yöntem farkı yoktur.

Sadece bölücüler yasaların izin verdiği ölçüde bölücülüğü BDP çatısı altında yapmakta, yasaların sınırları dışındaki eylemleri ise PKK adına gerçekleştirmektedir.

Peki, BDP ile PKK birbirinin alternatifi iki bölücü akım mıdır?

Hayır. İki örgüt birbirinin alternatifi olsa, birinin güçlü olduğu yerde diğerinin güç kaybetmesi gerekirdi. Halbuki öyle değildir.

Hakkari bunun en açık örneğidir. Hakkari, BDP'nin en güçlü olduğu şehirdir. Üç milletvekilinin üçü de BDP tarafından kazanılmıştır. Belediye seçiminde BDP %90'a yakın oy almıştır.

Hakkari, aynı zamanda PKK'nın da en güçlü olduğu şehirdir. O kadar ki, şehir adeta PKK'nın kurtarılmış bölgesi gibidir. Güvenlik güçlerine sürekli saldırılar düzenlenmekte, neredeyse bütün şehrin katıldığı illegal gösteriler yapılabilmektedir.

Bu durum, BDP'nin güçlü olduğu bütün şehirlerde böyledir. Belediye başkanlığını BDP'nin kazandığı bütün şehirlerde PKK da çok güçlüdür.

Dolayısıyla, BDP'nin güçlenmesi PKK'ya güç kaybettirmek bir yana, PKK'nın gücünü artırmaktadır.

Peki, bu kadar açık bir duruma rağmen, niye hâlâ BDP ile PKK'nın ayrı örgütler olduğu iddia ediliyor?

Bu tamamen bölücülüğe teslimiyetle alakalı bir durum. Türkiye'nin bölünmesinden rahatsız olmayanlar, ülkesinin bölünmesine asla izin vermeyecek Türk milletinin kafasını karıştırmak için bu propagandayı yapıyor. Amaç Türk insanının bölücülüğe karşı uyanıklığına zarar vermek.

Böylelikle BDP daha fazla meşruiyet kazanıyor. BDP meşruiyet kazandıkça PKK da adım adım meşru bir siyasi harekete dönüşüyor. PKK ile Türk devletinin masa başına oturacağı günlere de Türk milleti bu şekilde hazırlanıyor.

Bu senaryoyu bozmanın ilk adımı BDP'lilerin PKK'lı kimliklerini Türk milletine tekrar hatırlatmak olacaktır.

Ulusal Parti " Meclis'te terörist istemiyoruz " kampanyasıyla bu ilk adımı atmıştır.

http://www.turksolu.com.tr/328/erdem328.htm


****